Dünya üzerinde 300 milyondan fazla insanın konuştuğu ve dünyanın en çok konuşulan beşinci dili olan Arapça, Antakyalı Arapdilli Doğu Ortodokslarının 900 yıldır konuştukları anadillerinden biri. Ancak Arapça her konuşanının birbirini sıkıntısız anladığı tek bir dildir midir, Yunan mitolojisindeki çok başlı canavarlar gibi ayrı ayrı kafalara sahip bir lehçeler birliği midir, yoksa aslında lehçelerinin birbirlerini anlamadıkları farklı diller midir? Biz Antakyalılar olarak ne kadar Arapça biliyoruz? Neden bazı Arapçaları anlamıyoruz? Küçücük şehrimizde kaç farklı Arapça var? Bu sorulara biraz cevap arayalım.
Ancak, bu sorulara cevap aramadan ve Antakya’da konuşulan Arapçayı irdelemeden önce “dil”in ne olduğunu, bir dil bilmenin ne anlama geldiğini, bir dil bilince ne tür bir bilgiye sahip olduğumuzu kısaca irdeleyelim. Örneğin hepimiz Antakya’da konuşulan Arapçayla ilgili olarak “ya aslında bizim konuştuğumuz Arapça güzel değil, biz çok bilmeyiz, asıl Arapçayı Suriye’de konuşurlar” gibi lafları işitmişizdir. Peki, bunu neden duyuyoruz? İşte burada bir dil bilmenin ne olduğunu anlamak gerekiyor. Dil bilmek deyince insanlar genelde kelime ve gramer bilgisine vurgu yaparlar. Yeterince Arapça kelime bilmedikleri için de bu dili pek bilmediklerini varsayarlar.
Fakat dil denilen evrim ürünü, bu kadar da basite indirgenecek bir şey değil. Bir dil bilmek, o dilin en temel ve küçük öğesi olan seslerini, bu seslerin bir ara gelme kurallarını, bu bir araya gelen ses öbeklerinden kelime türetmeyi, kelimelerin bir araya gelmesiyle cümle kurmayı ve cümlelerin bir araya gelmesiyle sosyal, bağlamsal ve anlamlı bir dizin bilgisine sahip olmaktır. Bu tanımlar biraz karmaşık gelebilir, şöyle birkaç örnek verelim: Hepimiz Türkçe’de /th/ sesinin olmadığını biliriz, bu ses İngilizceye özgüdür. Bizler Türkçe konuşanlar olarak Türkçeye özgü sesleri ve bu seslerin yan yana gelme kurallarını biliriz, Türkçe konuşan hiç kimse “ben evdayım” demez. Bunun doğrusu “ben evdeyim”dir ve bu bir ses bilgisi kuralıdır, bunu okulda öğrenmeyiz, bize doğal gelir. Bu sesler de bir araya gelince kelime türetiriz, bu kurallar da bize oldukça doğal gelir. Bu kelimeler cümleleri, cümleler de anlamsal birimleri yaratır. Dolayısıyla dil bilmek “bir bilgi sistemi” bilmektir. Ses bilgisi, kelime bilgisi, cümle dizim bilgisi, anlam bilgisi, sosyal konuşma yetisi diye gider. Bu arada şunu da söylemekte fayda var, dil dediğimiz zaman kesinlikle insanoğlunun oldukça yeni bir icadı olan yazıdan bahsetmiyoruz. Yazı beş bin yıllık çok yeni bir icattır. Dil ise daha doğrusu sesle üretilen dil en az elli bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bu yazımda bahsettiğim tüm dil olguları konuşma diliyle ilgilidir.
Arapça konuşan Antakyalılar da işte yukarıda bahsettiğimiz tüm bu bilgilere Türkçe konuşan herhangi bir birey kadar sahipler. Bunun sebebi oldukça basit, dil aslında kültür gibi bir virüs. Bizler bu virüse doğduğumuz andan itibaren anne-babalarımızdan ve içinde doğduğumuz toplumdan maruz kalırız. Evimizde Arapça konuşuluyorsa Arapça öğreniriz. Dil etnisiteden, devletlerin verdiği kimliklerden, ırktan bağımsız bir biçimde gelişir. Japonya’da etnik Japon bir aileye doğmuş bir bebeği alıp Halepli bir aileye evlatlık olarak verirseniz, o bebek büyüdüğünde dış görünüş olarak haliyle Uzak Asyalı bir birey olacaktır, fakat dili ise tek kelime Japoncası olmayan Arapçası da kelimeleri uzata uzata konuşan Halep Arapçasıdır. İşte bizler de 900 yıldır Arapçayı bu şekilde anne-babalarımızdan ve toplumdan öğrendik. Arapçaya geçmeden önce Büyük İskender’in fetihleri neticesinde büyük ihtimalle Grekçe konuşuyorduk. Bugün Arapçanın ve Türkçenin bir arada yaşaması gibi yine büyük ihtimalle Grekçe ve Arapça bir arada yaşadılar. Sonra Arapça Grekçeyi öldürdü, bugün ise Türkçe Arapçayı öldürüyor. Tarih aslında hep benzer biçimlerde seyrediyor.
O halde Arapçamız bize neden yetersiz geliyor? Neden Lübnan devlet kanalını anlamıyoruz? Biri bize Arapça bir gazete okursa niçin anlamsız geliyor? Ya da en basitinden Ortodoks Kilisesi’ndeki Pazar ayinlerini anlamakta niçin çok zorlanıyoruz? Bunun sebeplerinden biri aslında Arapçaya özgü bir durum. Arapça’da diglossia, yani iki değişkenli dil var. Bugün Latince sadece Vatikan’da kullanılan ölü bir dil. Fakat Ortaçağ’da Latince üst tabakanın, devletin, idarenin yani resmi hayatın diliyken sokaklarda, kahvehanelerde, evlerde, çarşıda Latincenin bir alt lehçesi olan Fransızca, İtalyanca, İspanyolca konuşuluyordu. Bu alt lehçeler zamanla Latincenin yerini aldılar ve Latince sadece Vatikan’a özgü bir dil olarak tarihteki yerini aldı. Fakat Arapça’da işler bu şekilde gelişmedi. İsa’dan önce I. ile IV. yüzyıllar arasında bir yılda ortaya çıkmış oldukça eski bir dil olan Arapça, İslamiyet’le beraber tüm Yakın Doğu coğrafyasına yayılıp oradaki yerel dillerin yerini aldı. Kuran-ı Kerim Arapçası, yani klasik Arapça, resmiyetteki yerini hep korudu, Latincede olduğu gibi önemini yerel lehçelere kaptırmadı. Bu klasik Arapçadan türeyen Modern Standart Arapça ya da diğer adıyla fusha, bugün resmi dili Arapça olan tüm ülkelerin standart yazı dili. Arap ülkelerinde doğan çocuklar okul yaşına gelene kadar evde anne babalarından, sokakta arkadaşlarından o ülkenin yerel Arapça lehçesini öğrenirler. Mısır’dakiler Mısır Arapçasını, Levant’takiler Bilad-i Şam Arapçasını, Irak’takiler de Mezopotamya Arapçasını konuşurlar. Ancak iş okuma yazmaya, yazılı dile gelince tüm çocuklar okulda fusha yani Modern Standart Arapçayı öğrenirler. İşte biz Antakyalıların kendimizi yetersiz hissetme sebebimiz budur. Üst dili bilmiyoruz. Üst dili bilmediğimiz için de kilisedeki ayini anlamakta zorluk çekiyoruz.
Burada önemli bir noktadan bahsetmemiz gerekiyor, fusha yerel dillerinden tam bağımsız başka bir dil değil. Sadece kuralları daha ayrıntılı, söz dizimi daha farklı, kelime türetmesi ve kelimeleri bazen ayrı anlamlara gelen bir üst dildir. Neticede yine Arapçadır, fakat daha ağdalı bir Arapçadır diyelim. Bugün devlet dairelerinde Osmanlı Türkçesi, sokakta ise yerel Türkçe konuşuluyor olsaydı, buna benzer bir durum olurdu.
Antakya'daki rahibe okulunda kullanılan 1922 tarihli ders kitabı
Fusha okulda öğrenilir, ancak okullaşmanın bireye dil öğrenme bağlamında verdiği en büyük katkılar biri de yeni kelimelerin öğrenilmesidir. Türkçenin birçok kelimesini aslında okulda öğreniyoruz. Okuma yazma öğrenmek, kelime hazinemizi katladıkça katlıyor. Okula giden küçük Arap çocuklar da işte kelime hazinelerini bu şekilde geliştirmiş oluyor. Antakya’da 1939’dan sonra Arapça eğitimi veren kilise okulunun kapatılmasından sonra, öğrendiğimiz dil yavaş yavaş daha kısır bir hal almaya başladı. Fusha’yı ve buna bağlı olarak bol bol kelime öğrenmeyen, dili sadece kendi evinin, mahallesinin, kilisesinin ve şehrinin sınırları içinde konuşmada kullanan günlük hayat düzenine indirgemiş olduk. Bu sebeple de kendimizi Arapça ifade etmekte bazen zorlanıyoruz. Hepimiz Türkçe eğitim veren okullarına gittik, hayatımız Türkçeyle iç içe. Arapça arka plana atılınca etkisi azaldı. Ancak tüm bunlara rağmen, Arapça bilgimiz hiç de basite indirgenecek gibi değil.
Yukarıda farklı farklı bilgilerden bahsettik, ses bilgisi dedik, cümle bilgisi dedik. ABD’de tanıştığım, Lübnan’da yıllarca kalmış ve Arapçayı müthiş konuşan birkaç Amerikalı arkadaşım var. Arapça kelime hazineleri bizleri katlar. Fusha’yı İngilizce gibi rahatça yazıp okuyorlar. Fakat dili bebekliklerinden itibaren öğrenmedikleri için Arapçaya has olan o gırtlak seslerini çıkaramıyorlar. Benim sınırlı Arapçam sesleri küçük bir çocuk olarak öğrendiğim için Arapların kulağına daha doğal geliyor. Amerika’da Araplarla konuştuğum çoğu zaman beni Suriyeli zannediyorlar. Fakat Arapçamdan çok daha iyi olan İngilizce’yi konuştuğum zaman yabancı olduğum her zaman anlaşılıyor – yıllarca İngilizce ders anlatmış, İngilizce tez yazmış olmama ve uzun senelerdir ABD’de yaşıyor olmama rağmen İngilizce konuşurken çıkardığım sesler anadillerim olan Arapça ve Türkçeden etkileniyor. Hakeza bazen cümle türetirken de anadili İngilizce olan kişilerin kulağına garip gelebilecek cümleler kurabiliyorum. Fakat Arapça’yı ta bebeklikten öğrendiğim için bu tarz tuhaflıklar çok daha az oluyor. Dolayısıyla bizler Arapçayı anadilimiz olarak belirli sınırlar içinde biliyoruz. Peki, biz hangi Arapçayı konuşuyoruz?
Fusha ve yerel dil ayrımına ek olarak Arapçada bir de lehçeler meselesi var. Çünkü dilbilim yaklaşımıyla bakınca aslında bir tane değil birden fazla Arapça var. Hatta bu yerel lehçeler arasındaki farklar bazen o kadar büyük ki, Iraklı bir köylüyle Cezayirli bir tüccarın kendi yerel Arapçalarını kullanarak anlaşmaları aslında bir dereceye kadar imkansız. Bu bir mesele, çünkü Araplar kendi aralarında “Yahu biz hepimiz aynı dili konuşuyoruz, hepimizin dili Arapça, aramızda ağız farkları var o kadar” diyerek lehçelerin artık birbirinden bağımsız diller olduğunu kabul etmek istemiyorlar. Bunu kabul ederlerse zaten zayıf olan Arap ve İslami bağlarının daha da kopacağını düşünüyor olabilirler. Fakat bilimsel bir yaklaşımla bakıldığında Arapça artık tek bir dil değil. Konuşan dile Arapça değil de lehçenin adını verince işler rayına oturuyor. Mısırca ayrı, Irakça ayrı, Suudice ayrı, Suriyece ayrı. Bugün Latincenin lehçeleri olan Fransızca ve İspanyolca nasıl artık birbiriyle yakın akraba olan iki ayrı dillerse Levant Arapçasıyla Fas Arapçası da öyle.
Bu bağlamda Arapçanın beş ana lehçesinden söz etmek yerinde olur. Beş deyince bu beşlinin yazının başında bahsettiğimiz çok başlı canavar gibi onlarca başka başlara sahip olduğunu belirtmekte fayda. Bunlar Arapça konuşulan coğrafyanın en batısından doğusuna kadar:
Mağrip Arapçası
Mısır Nil Arapçası
Levant Arapçası
Körfez–Arap Yarımadası Arapçası
Mezopotamya Arapçası
Şeklinde oldukça genel ve büyük bölümlere ayrılmış ana lehçelerdir. Her bir lehçe kendi içinde onlarca başka lehçeyi içerir. Bu lehçeler arasında birbirine oldukça yakın olanlar olduğu gibi birbirinden epey uzak ve anlaması zor olan lehçeler de vardır. Örneğin, Mısır Arapçasının Mısırlıların Arap sinemasına ve müziğine katkıları neticesinde diğer lehçeyi konuşanlar daha çok anlarlar. Ama dilbilimsel olarak bakıldığında birbirlerine komşu olan Levant (Bilad-i Şam) ve Mısır yöresi birbirini anlamakta o kadar da zorluk çekmez. Burada şunu belirtmeme izin verin, bu lehçelerin birbirlerini anlamasından bahsederken, Kahire merkezdeki bir terziyle Beyrut’un işlek caddesindeki bir bakkalın anlaşmasından bahsediyoruz. Mısır’ın en güney ucundaki köyüyle Suriye’nin en orta kuzeyinde yaşayan çobanın anlaşması o kadar da kolay olmayabilir.
Antakya Arapçası bu liste içerisinde Levant (Biladi Şam, Yani Ürdün, Filistin, İsrail, Suriye ve Lübnan) Arapçasının Kuzey Levant lehçesinin bir parçası. Bilad-i Şam’da yaşayanlar birbirlerini bazen büyük bazen küçük farklılıklara rağmen rahat rahat anlarlar. Antakyalı biri, Ürdünlü biriyle gayet kolay sohbet edebilir. Ancak Antakya içinde diğer tüm Arapça bilen şehirlerde olduğu gibi kendine özgü farklılıklar ve kullanımlar var. Bunları ele alacak olursak şehirli/kırsal lehçeler ve farklı dini toplulukların lehçeleri olarak bölebiliriz. Burada şunu belirtelim, dilbilim bir tasvir bilimi, hiçbir dil diğerinden üstün ya da daha güzel olarak tanımlanamaz. Hiçbir lehçe, diğerinden daha alt ya da kötü değildir. Bu tarz yaklaşımlar genelde politik, ekonomik, sosyal, yani öznel görüşlerdir. Antakya’da şehirli Arapçası ve kırsal yöre Arapçası arasında ses, ek ve kelime bağlamında farklılıklar var. Kişinin şehirli mi yoksa yöre kırsalından mı geldiğini Arapça konuşurken çıkardığı sesler ele verir. Yine aynı şekilde, kırsal Arapçasında Türkçenin etkisinin özellikle kelime aktarımı bağlamında daha fazla gözlemlendiği söylenebilir. Antakya’daki farklı dini topluluklara baktığımız zaman da yine kırsal ve şehirli ayrımı yapabiliriz. Kırsal da yaşayan Alevi ve Hıristiyan toplulukların Arapçaları birbirleriyle benzerlik gösterir. Şehirde ise Arapça konuşan Sünniler, Hıristiyanlar ve Aleviler yine birbirlerine çok yakın bir lehçede konuşurlar. Buna bir istisna olarak sayıları artık yirmiyi bile bulmayan Antakya Yahudilerin Şam lehçesine yakın bir biçimde konuşması sayılabilir. Bahsedilen diğer lehçeler ise Levant’ın birer parçası olan Kuzey Lübnan, Halep ve Filistin lehçeleriyle benzerlik gösterir.
1939’dan önce Antakyalılar ne kadar Türkçe bilirlerdi? 1920’lerde doğup Türkçe eğitim veren okullara gitmeyen, kendi mahallelerinden pek de çıkmayan ve dolayısıyla hiç Türkçe konuşmayan birçok insan tanıdım. Türkofonluk, biz Antakyalılar için henüz yüz yıllık bir geçmişi bile olmayan yeni bir durum. 900 yıl boyunca Arapça konuştuk, bu dokuz asır içinde bir yerlerde Grekçeyi terk ettik ve öyle görünüyor ki, önümüzdeki yüzyıl değil, on yıllar içinde Arapça sadece yaşlı neslin bildiği eski bir dil olarak kalacak. Buna benzer durumlar dünyanın hemen hemen her azınlık topluluğunda görülür. Diller terkedilir, yeni diller yeni aidiyetler öğrenilir. Rumca, Arapça, Türkçe…Üç noktaya hangi dil gelir şimdi tahmin etmeme imkan yok. Grekçe konuşan Antakyalı Doğu Ortodoksları güneyden gelen büyük dudaklı, esmer Müslümanların diline teslim olacaklarını hiç bilemezlerdi. Bugün Arap Yarımadası’ndan çıkan o dil Hıristiyanların kilisedeki ibadet dili. Yüzyıl sonra ne olur bilmeye imkan yok. Fakat hem Feyruz’u hem de Müzeyyen Senar’ı anlayabilmek dünyadaki az insana verilen bir nimet.
Öne çıkan görsel: 1935 tarihli bir çocuk hikayeleri kitabından
Fotoğraflar: Can Şakırgil arşivinden