Prof. Dr. Yelda Güzel, Antakya’nın Yakto (Gümüşgöze) beldesinden. Türkiye'nin önde gelen botanikçilerinden. Akademik kariyerine bitki biyolojisi ve sistematiği çalışmalarıyla başlayan Güzel, özellikle Türkiye florası ve endemik bitkiler konularında uzman. Çeşitli ulusal ve uluslararası projelerde yer almış ve çok sayıda bilimsel makale yayımlamış. Öğretim üyeliği yaptığı Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’nde Türkiye'nin biyolojik çeşitliliğinin korunması için aktif olarak çalışıyor. Güzel'in çalışmaları, doğal bitki örtüsünün korunması ve sürdürülebilir tarım uygulamaları konusunda önemli katkılar sağlıyor.
Çalışmalarını hayranlıkla izlediğim Yelda Güzel’e merak ettiğim konulara yönelik sorular hazırlamıştım. Ancak çevrimiçi ortamda karşılaşır karşılaşmaz sohbet başlayıverdi. Konuşması öyle doğal, öyle keyifle ve öyle nehir gibi aktı ki sorularıma neredeyse gerek kalmadı. Asi nehri gibi akan, Antakya çiçekleri gibi açan bir kısmını bugün bir kısmını yarın okuyacağınız bir söyleşi gerçekleştirdik. Konu konuyu çiçek gibi açtı. Çok özel birisi Yelda Güzel. Antakya’ya, biyolojik ve kültürel çeşitliliğe, bitkilere, doğa-insan ve insan-insan arasındaki güzel geleneklere çok sevdalı. Bir süre birlikte çalışma şansına sahip olduğum sayın Hayrettin Karaca’nın şu yaklaşımı onda da var: “Bilenin bilmeyene borcu var”. Bildiklerini, yıllar içinde emek emek elde ettiği deneyimini, doğa sevgisini heyecanla ve cömertçe paylaştı. Öğrencisi ve yakını olmak kimbilir ne büyük bir şanstır. Dilerim çevresindekiler bu şansın çok farkındadır. Prof. Dr. Yelda Güzel’in çalışmaları, Antakya’nın bitki örtüsünün korunması ve sürdürülebilir tarım uygulamalarının geliştirilmesi konusunda önemli bir farkındalık yaratıyor. Dilerim bu söyleşi, doğa ve kültür arasındaki derin bağları anlamamıza yardımcı olur ve genç nesiller için umut verici bir vizyon sunar..
Röportaj: Burcu Meltem Arık
Sizi uzun süredir hayranlıkla izliyorum. Vakit kaybetmeden sizi dinlemeye başlayalım isterim.
Antakya’da etnobotanik çalışmaları yaptım. Sıradışı, çok özel, geleneksel bilgiler derledik memleketimizden. Örneğin çalışmalarımdan birinde 80 yaş üzerindeki birkaç kişi dedi ki, “Çok eskiden sıtmadan ateşlenince beytaran içerdik.” Bilimsel adı Artemisia annua olan bu bitki, Antakya ve çevresinde, özellikle Samandağ ve Defne’de beytaran olarak bilinir. Geleneksel Çin tıbbında sıtma tedavisinde kullanılır. Geleneksel kullanımdan ilhamla, Vietnam savaşı yıllarında, bu bitkiden çok etkili bir sıtma ilacı izole edilmiş. Hâlâ kullanılan en etkili sıtma ilacını bu bitkiden izole eden Tu Youyou, bu başarısıyla 2015 yılında Nobel ödülü kazandı. Gerçekten büyük bir başarı, çünkü sıtma, modern tıbba erişim olanakları az olan yoksul tropikal kuşak insanlarının hastalığı. İzole edildiği bitkiye atıfla Artemisinin adı verilen sıtma ilacı, hesaplamalara göre, günümüze kadar milyonlarca çocuğun olası ölümünü engellemiş. “Biz burada sıtma ateşine beytaran kullanıyorduk” denildiğinde aklımda hemen bu bilgiler belirdi. Niye eskiden kulllanılıyordu? Çünkü burada Amik Gölü vardı ve burası endemik sıtma bölgesiydi. Amik Gölü varken sıtma yaygındı.
Antakya’da beytaran olarak bilinen Kabesüpürgesi (Artemisia annua)
Fotoğraf: Yelda Güzel (sol); Stefan Lefnaer (sağ)
Etnobotanik saha çalışması sırasında
Fotoğraf: Yelda Güzel arşivi
“Hatay’ın bir tür köprü olma durumunu istatistiksel olarak da ispatladım”
Ben de hatırlıyorum. Rahmetli neneme sorardım, “Eskiden sıtma vardı, şimdi yok mu?” diye. O da “Evet, sıtma vardı. Biz çocukken çok ateşimiz çıkardı, hayaller görürdük ateşten, çok zordu sıtma ateşi” diye anlatırdı. Artemisia annua’nın Çin'de kullanılması ve Nobel Tıp Ödülü alması, bizde de sıtma varken kullanılması çok etkileyici bir bilgi. Burası İpek Yolu üzerinde bir bölge. Kimbilir, bu bilgi bizden mi onlara gitti yoksa onlardan mı bize geldi? Çin’le aramızda böyle bir bilgi alışverişi var! Bu çok ilginç ve memleketimizin ne kadar özel bir yer olduğunun da göstergesi.
Hatay’ın bir tür köprü olma durumunu istatistiksel olarak da ispatladım. Öğrencim Mehmet Güzelşemme ve Prof. Dr. Mahmut Miski’yle birlikte yazdığımız “Türkiye'nin Hatay İlindeki Çok Kültürlü Bir İlçe Olan Antakya’da Kullanılan Şifalı Bitkilerin Etnobotaniği” başlıklı makalede yayınladık. Burası doğu ile batı arasında gerçek bir köprü. Burada eski Yunan hekimlerinin, Hipokrat ve Bergamalı Galen’in reçetelerine hâlâ rastlanıyor. Aynı zamanda İslam tıp sistemine ait, İbn-i Sina ve onun ardıllarına ait reçeteler de bulunuyor.
Doğu ile Batı sistemlerinin kaynaştığı bir bölge burası. Halk bilgisinde, bu iki sistemin izlerini görmek mümkün. Bu açıdan Hatay gerçekten çok enteresan bir şehir, tam anlamıyla bir doğu-batı köprüsü. Makalemde de belirttiğim gibi, istatistiksel olarak halktan derlediğimiz bilgilerin yüzde kaçının Yunan tıp sistemine, yüzde kaçının İslam tıp sistemine dayandığını analiz ettik. Bu sistemlerin bir karması burada kendini gösteriyor. Bu kadar bariz bir şekilde görüldüğü başka bir yer belki Hindistan’dır, çünkü Hindistan başlı başına bir kıta gibi ve çok zengin bir tıbbi bilgi sistemi sunuyor. Hatay’ın florası çok zengin, özellikle Amanos Dağları Türkiye’nin en zengin çeşitlilik bölgelerinden biri. Amanoslarda 1600’ün üzerinde bitki türü var ve bunların 350 kadarı endemik, 160’ı ciddi anlamda tehlike altında. Bu zenginlik ne yazık ki yeterince bilinmiyor.
Amanoslar
Fotoğraf: Uğur Zeydanlı, Doğa Koruma Merkezi
Çoğu bitki halk tarafından kullanılıyor. Burada kültürel bir zenginlik de var. Her farklı etnik topluluk bitkileri kendi tarihlerinden gelen ve aktarılan geleneklere göre kullanıyor. Bunların birbirleriyle etkileşimi de söz konusu. Örneğin, bir bitkinin kullanımını Altınözü’nde bir Hıristiyan Arap köyünde farklı bir şekilde öğreniyorsunuz, Reyhanlı’ya gittiğinizde ise farklı bir kullanım görüyorsunuz. Dil farkı da var. Etnik bilgiler dille aktarılıyor. İnanç farklılıkları da var. Bunlara dayalı bir sistemden bahsediyoruz. Dolayısıyla çok zengin bir bitki bilgeliği söz konusu.
Ruhu zenginleştiren doğa
Bitkilerle olan bağınızı kültürel kökenleriyle paylaşıyorsunuz. Hem canlılara hem de farklı kültürlere yönelik çok etkileyici paylaşımlarınız var. Hangi yollar, olaylar, yerler sizi bitki sevdalısı yaptı?
Bu, kesinlikle çocukluğumda etrafımdaki kadınların sahip olduğu bitki bilgeliğinden kaynaklanıyor. Çocukluğumdan itibaren, nenemden, annemden ve halalarımdan gördüğüm bitki bilgeliği ile çevriliyim. Bitkilerin dilinden anlıyorlardı; hangisi yenir, hangisi ne için kaynatılır, içilir. Sürekli doğayla iç içe bir yaşam sürdüler. Sabahları mutlaka evden dışarı çıkarlar, bahçeye giderler, bir şeyler ekerler, budarlar. Tarlalara gidip bir şeyler toplarlardı. Bu sürekli doğayla iç içe olan yaşam, kaçınılmaz olarak beni de etkiledi. Biyoloji okumak istememin en büyük sebeplerinden biri buydu. Doğadan koptuğum zaman kendimi eksik hissediyorum, ruhum fakirleşiyor. Doğaya döndüğümde ise müthiş bir yaşama sevinci ve ilham geliyor.
Arazi çalışması sırasında
Fotoğraflar: Yelda Güzel arşivi
Diğerkâm bir dünya algısı
Bir paylaşımınızda şu deyişi hatırlatmıştınız: “-Şo allemtik immik min il-beka? -Hıttebe ıv sılleka” Türkçesi: “-Ne öğretti annen görgülerden? -Odundan ve ottan (anlamayı öğretti)”. Bu çok etkileyici. Anneniz, neneniz, halalarınız size odundan, ottan anlamayı ne güzel öğretmiş. Bir diğer paylaşımınızda da “eski bir taş duvar üzerindeki bir karayosunu olmak nasıl bir şeydir kimbilir. Hissetmez zannediyoruz ama vardır herhalde bir varlık algısı. Hayata bir anlığına da olsa onun stomalarından bakmak isterdim. Mesela yarın benim için pazartesi ama onun için değil, böyle küçük küçük, şirin şirin, küme küme durup duracak, o kadar.” diye yazmışsınız. Böylesi diğerkâm bir dünya algısı nasıl oluştu?
Doğaya ve hayata onların gözünden bakmak... Biz hep insan odaklıyız; insan ne hisseder, ne düşünür, nasıl yaşar. Ama dünyada sadece biz yokuz. Çok sayıda hayvan var, bitki var. Bitki dünyasına profesyonel olarak girince, bitki fizyolojisini ve ekolojiyi öğrenince anladım ki, biz onlar olmadan bir hiçiz. Çünkü bitkiler üretici, biz tüketiciyiz. İnsanlar genellikle bu gözle bakmaz. Fotosentez ilkokuldan itibaren öğretilir ama fotosentezin felsefesi öğretilmez. Oysa bir felsefesi var ve hangi ders olursa olsun, hangi fakültede olursam olayım her derste bunu mutlaka öğretirim.
Öğrencilere “hayatta mısınız?” diye sorarım. “Evet yaşıyoruz.” derler. “Yaşam dediğimiz şeyi tanımlayın.” derim. Fizyolojik olarak tanımlayabiliriz, psikolojik veya felsefi olarak çok farklı tanımları olabilir. Ama şu an bir bilinciniz varsa, etrafınızı görüyorsanız, nefes alıyorsanız bir organizmasınız. Bizi bu dünyada tutan nedir? Solunum yaparız, besin alırız, o besinleri oksijenle yakarız ve enerji üretiriz. Besinlerle bir beden inşa ederiz. Açığa çıkan enerjiyle bu organizmayı çalıştırırız. Zihnimiz bile enerji harcayarak çalışabiliyor. Peki biz o besinleri nereden alıyoruz? Dışarıdan bir şeyler yiyoruz; meyve, sebze, baklagil yiyoruz. Diyelim ki tavuk yedik, et yedik. Bu canlılar bünyesini nasıl inşa ediyor? Tavuk da ot yiyor, buğday yiyor, mısır yiyor. Peki bitki ne yiyor? Bitki bir şey yemiyor.
Bitki, bir avcı veya toplayıcı değil. Güneş ışığını, atmosferden karbondioksiti ve suyu alıyor ve bunlarla madde dokuyor. Bir dokumacı gibi molekül inşa ediyor ve içine güneş enerjisini hapsediyor. Biz de bunu yiyerek hem madde hem de enerji olarak faydalanıyoruz. Bitki bunları bizim için dokumazsa, güneş enerjisini o moleküllerin içine hapse etmezse, biz var olamazdık. Bu abartısız bir ifadedir; var olamazdık, çünkü biz organik maddeyi ve enerjiyi havadan ve sudan alma potansiyeline sahip değiliz. Ancak yiyecekleri tüketerek bu maddeleri ve enerjiyi alabiliyoruz.
Bitki, bu maddeleri ve enerjiyi cansız ortamlardan, yani topraktan, havadan ve güneş ışığından alıp somutlaştırır. Karbondioksit ve suyu maddeye dönüştürür ve içine enerjiyi hapseder. Tavuk otu yer, dana otu yer veya bitki tohumunu yapar. Biz de bunları yiyerek bu maddeleri dolaylı yoldan alırız. Bitki üreticidir, biz ise tüketiciyiz. Bu, biyolojinin ilk öğretilen konularından biridir. Bitki, besini üretir, maddeyi üretir ve enerjiyi içine koyar. Biz de o maddeyi alırız, onu bedenimize dönüştürürüz; kasımıza, derimize, saçımıza dönüştürürüz ve bu şekilde var oluruz. Özünde bakarsak, biz güneş enerjisiyle çalışıyoruz. Güneş enerjisiyle çalışan organik makineleriz. Topraktan ve atmosferden alınan inorganik maddelerle bedenimizi var ediyoruz ama onların bize ulaşabilmesi için bitkinin aracılık etmesi şart. Bitki, bizim için bu maddeleri ve enerjiyi dönüştürüyor.
Defne’de zarif şalba (Salvia viridis)
Fotoğraf: Burcu Meltem Arık
Fotosentezi çocuklara öğretiyoruz, ama “topraktan su alır, havadan karbondioksit alır, güneş enerjisiyle glikoz üretir” şeklinde basit bir bilgi olarak. Ancak bu olay, doğada olağanüstü bir işbirliği içerir. Halkadan biri eksildiğinde, geri kalanlar var olamaz. Bitkilerin sadece çevreyi güzelleştirdiği, temiz hava sağladığı düşünülür. Ama bitkiler olmadan sadece ortamın hava kalitesi düşmez; solunum yapamayız, yaşam durur. Diğer canlıların bize olan katkılarını ve olayın felsefesini öğrendiğimizde, yaşamın arka planındaki gizli kahramanları görürüz. Onlar sayesinde var olduğumuzu anlarız. Evrimsel sürece baktığımızda, önce bitkiler ortaya çıkmıştır. İlk atmosferde oksijen yoktu, organik madde yoktu.
İlk bitkiler, atmosferi ve toprağı yaşanabilir hale getirdi, madde üretti, besin ve enerji depoladı. Sonra biz, onların ürettiklerini kullanarak var olabildik. Bu bilince vardığımızda, çevremizdeki canlılara, en ufak bir ota bile saygımız müthiş artar.
Şu an denizlerdeki, okyanuslardaki yosunlar atmosferik oksijenin %80’ini üretiyor. Dünya yüzeyinde sular karalardan daha fazla yer kaplar ve karaların hepsinde bitki yoktur. Örneğin, çöller bitki varlığı açısından görece fakirdir. Ancak okyanuslardaki yosunlar çok daha fazla iş üstlenmiş durumda. Bu bakış açısıyla yaklaştığımızda, bitkilerin yaşam denen bu fenomenin içerisindeki gerçek anlamlarını fark ettiğinizde, saygınız artıyor ve daha fazlasını merak ediyorsunuz.
Yosun
Fotoğraf: Yelda Güzel
Bitkilerin insanlığa biyolojik etkileri olduğu gibi kültürel etkileri de var. Gıda, ilaç, tekstil, yapı hammadesi, boya hammadesi olmuşlar tarih boyunca. Sanayi Devrimi bile bitkiler sayesinde yapılmış. Nasıl diyeceksiniz? Sanayi Devrimi, kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanılmasıyla başlamış. Bu fosil yakıtlar, dinozorların yaşadığı devirlerdeki dev bitki ormanlarından gelir. O yıllarda bu ormanlar, göktaşı düşmesi, yangınlar veya volkanik patlamalar gibi katastrofik olaylar sonucu toprak tabakalarının altına gömülmüş ve yüksek basınç ve düşük sıcaklık altında fosil yakıtlara dönüşmüş. Dolayısıyla kömür, petrol ve linyit içerisindeki enerji, o yıllardaki bitkilerin fotosentez yaparak yakaladığı güneş enerjisidir. İnsanlar milyonlarca yıl sonra bu enerjiyi açığa çıkararak Sanayi Devrimini gerçekleştirmiş. Bu sayede mesafeler kısaldı, hammadde akışı arttı, ticaret hızlandı ve bu şekilde fabrikalar daha verimli çalışmaya başladı.
Karbonifer dönemindeki bitkiler
Çizim: ABelov2014/DevianArt
Bu bilinçle çevremizdeki canlılara, en ufak bir ota bile saygımız artar. Çünkü onlar sayesinde varız ve onların sunduğu imkanlar sayesinde uygarlıklar kurabildik. Uygarlıkların temelinde tarımın icadı var, tarımın temelinde ise önce toplanan sonra da ekilen bitkiler var. Uygarlık tarihinin bir sıçrama noktası da hastalıkları iyileştirme biliminin, tıbbın ortaya çıkışı, burada da şifalı bitkileri görüyoruz. Sanatın gelişiminde boya bitkilerini, tekstilde lif bitkilerini, şehirlerin kuruluşunda ahşap yapı bitkilerini görüyoruz. Coğrafi keşifler ağaçlardan yapılan gemiler sayesinde mümkün olmuş, sanayi devrimi bile belirttiğim gibi bitkiler sayesinde...
Bakın, empati çok önemlidir; kendini başkasının yerine koymak birçok canlıda vardır. En azından yavrusu için bile olsa empati yapabilirler. Ancak düşündüğünün farkında olma bir üst düzeydir. Zihin ve zekâ dediğimiz şey burada devreye giriyor. Biz düşündüğümüzün farkındayız, neden düşündüğümüzü ve nasıl düşünebildiğimizi sorguluyoruz. Bizi insan yapan bu, yani merak duygusu. Biz bu evrende neden varız, varlığımızın amacı ne, niye bu dünya var gibi sorular soruyoruz. Türümüzün ayırt edici özelliği budur. Yoksa sadece düşünmek ya da empati yapmak değil. Bunlar zaten birçok canlıda var. Biz felsefe yapabiliyoruz, varlık kavramına kafa yorabiliyoruz. Bu merak duygusu, düşünebilme ve merak etme, teknolojiyi ve Sanayi Devrimini ortaya çıkarmıştır. Örneğin, ilk insanlar bitkilerin ne işe yaradığını deneme yanılma yoluyla keşfetmişler. Mesela dişi ağrıdığında bitkiyi çiğnemiş ve diş ağrısını kestiğini görmüş. Bu bilgi zamanla ilaçların keşfine kadar ulaşmış. Bizim türümüzün en önemli özelliği budur. Bitkiler bu süreçte bize çok önemli katkılarda bulunmuş. Biyolojik katkıları sayısız ve kültürel katkıları da aynı derecede önemli.
Biz biyoloji okuyarak bu bilgileri öğreniyoruz. Ancak doğayla iç içe olan insanlar, özellikle yaşlı kadınlar, nenelerimiz, annelerimiz, bu bilgilerin büyük bir kısmının farkında. Bir şey okumadan da farkındalar. Mesela rahmetli dedem ve ninem, ben fotosentezi yeni öğrendiğimde onlara “Biz şimdi yemek yiyoruz, peki şu ağaç ne yer?” diye sorduğumda, “toprak ve hava” derlerdi. Bu bilgiyi kendi gözlemleriyle akıl etmişlerdi. Beslenmeden, bir şey yemeden yaşanmayacağını iyi bilirlerdi.
Yelda Güzel’in nenesi ve dedesi, Daya ve Mehmet Büyükaşık
Fotoğraf: Yelda Güzel
Doğu Akdeniz’in Hikâye Kültürü
O kadar güzel anlattınız ki, içimden popüler bir dille kitap yazmanız ne kadar güzel olurdu diye geçirdim. Umarım bu sıkıntılı dönemler biter ve yazılarınıza, kitaplara vakit ayırabilirsiniz. Kuş gözlemcisi olunca, Hikmet Birand’ın Alıç Ağacıyla Sohbetler ile Anadolu Manzaraları kitaplarını okumuştum. Çok kıymetli kitaplardır benim için. Anadolu Manzaraları kitabında Keltepe Ormanlarında Bir Gün yazısı vardır. Burada anlatılan humus, hayatımda okuduğum en etkileyici humus toprak tarifidir. Hiçbir biyoloji kitabında görmediğim güzellikte yazmıştır humusu Birand. Edebiyatla bilimi o kadar güzel örtüştürmüş ki. Siz de bunu yapıyorsunuz. Bitkilerle ilgili deneyimlerinizi, Antakya'dan, çevrenizden, nenelerinizden hikâyelerle anlatıyorsunuz. Düz bir anlatıyla paylaşmıyorsunuz. Bilimsel bilgileri hikâyelerle harmanlıyorsunuz. Bu tarzınızı Antakya'dan aldığınızı söyleyebilir miyiz?
Hikâye anlatma sanatı Doğu Akdeniz’in bir özelliğidir. Aslında bütün Orta Doğu’nun bir hikâye kültürü vardır. Burası, 1001 Gece Masalları’nın diyarıdır. Güzel sanatlar, edebiyat, şiir gibi sanat dallarına baktığınızda, Doğu Akdeniz ülkelerinde ve Orta Doğu’da sanat biraz daha büyülüdür, biraz daha köklüdür. Belki de coğrafyanın etkisiyle böyle. Kuzey Avrupa ülkeleri, matematikte, adalet sistemlerinde ve temel bilimlerde çok iyidir; biraz daha rasyonel, mantıkla ilgili şeylerde başarılıdır. Belki çok soğuk olduğu için, doğayla soğuk içinde mücadele ederek geçirdikleri için böyledir. İklimin mutedil olduğu yerlere baktığınızda, özellikle gecelerin uzun, yıldızların parlak, doğanın coşkulu olduğu yerlere baktığınızda, insana ilham vermemesi mümkün değildir.
Çocukluğumda sahra dediğimiz, yıldızların altında kilimlerin serildiği gece oturmaları olurdu. Büyükten küçüğe ailenin bütün bireyleri - dedeler, neneler, babam, annem, çocuklar, kuzenler, halalar, teyzeler - otururdu. Yıldızların altında ince bir örtüye sarınırdı üşüyenler, çocuklar bir köşede uyuklardı. O ortamlar insana müthiş ilham verir. Büyükler şarkı söylemeye başlardı, çoğunu da kendileri üretirlerdi. Uzun havalar, gazeller; büyüklerimiz masal anlatmaya başlarlardı. Çoğu belki ezbere, belki de o anda ürettikleri masallardı. O ortamda ne hissettiğimi çok net hatırlıyorum. Öyle büyülü bir ortam ki, ister istemez içimde bir ilham uyanırdı.
Gece gökyüzünde samanyolu
Fotoğraf: Pexels
Kafamda masallar kurgulardım, gökyüzünde gördüğümüz yıldızların ne olduğuna dair senaryolar kurardım. Doğa, size ilham verebilecek parlaklıkta, öyle söyleyeyim. Belki daha çetin bir coğrafya olsa, çok soğuk olsa, bu kadar romantik ve hayal kuracak kadar çok vaktiniz olmayacak. Ama orada da başka bir avantaj var: Soba başında uzun geceler, ateş başında sohbetler belki de insanların, yıldızlı gecelerin romantik sihrinden daha farklı, daha gerçekçi, mantık yönü daha ağır basan fikirler üretmelerine olanak sağlamıştır. Belki de metodolojik bilim, felsefe, o soğuk memleketlerden bu nedenle daha önce filizlenmiştir.
Burada, Doğu Akdeniz’de doğa o kadar güzel ki, yıldızlar o kadar parlak ki, rüzgâr o kadar güzel eser ki, insan ister istemez bir coşkuya ve ilhama kapılır. Doğanın size ilham vermemesi mümkün değil. Akdeniz’deki, özellikle Doğu Akdeniz'deki hikâye anlatıcılığını, hayal gücü zenginliğini ve şiiri doğanın güzelliğine bağlıyorum.
Keldağ, Samandağ
Fotoğraf: Uğur Zeydanlı, Doğa Koruma Merkezi
Belki bu bir mesleki bakış açısıdır; başka bir meslekten biri farklı bir nedene bağlayabilir. Ancak kendi deneyimlerime dayanarak bunu söyleyebiliyorum. Çocukluğumu hatırlıyorum; pencere açıkken uyuyordum, gökyüzüne bakıyordum, dolunayda yapraklar gümüş gibi parlıyor, rüzgâr esiyor, yapraklar sallanıyordu. Dışarıdan çeşit çeşit hayvan sesleri geliyor; kurbağalar, baykuşlar ve diğerleri. Bu ortamın size ilham vermemesi mümkün değil. Uykuya dalmaya çalışırken, kurbağaların sesini duyuyorum ama aklıma hemen farklı senaryolar geliyor. Bahçede olup bitenlere dair çeşit çeşit hikâyeler kuruyorum, çünkü bahçe o anda doğaüstü görünüyor. Benzer durumu tropikal kuşakta da görebiliriz. Tropikal kuşak, müthiş bir mitolojik çeşitlilik ve hikâye anlatıcılığı zenginliği barındırır. İnsanın hayal gücü, doğanın etkisiyle şekillenir. Doğa, insanın hayal gücünü besler ve ona ilham verir. Bu yüzden, Doğu Akdeniz’deki hikâye anlatıcılığı ve hayal gücü zenginliğini doğanın güzelliğine bağlıyorum.
Doğanın İnsan Bilinçaltına Etkisi: Mitolojiden Günümüze
Mitolojiye baktığınızda, doğanın insanlar üzerindeki etkisini net bir şekilde görebilirsiniz. Mesela, Ege adalarına giderseniz Minotaur gibi canavar hikayelerine rastlarsınız. Minotaur, deprem bölgelerinde yaşayan insanların bilinçaltındaki deprem korkusunun bir yansımasıdır. Minotaur zindana kapatılır ve o da zindanda duvarlara çarpıp durur, yeraltında korkunç sesler çıkarır. Depremler orada çok şiddetli olduğu için, insanlar depremleri yaratan bir canavar olduğuna inanmışlar. Volkanik patlamaların olduğu bölgelerde ise canavarlar ateş saçan varlıklar olarak tasvir edilmiş. Nordik mitolojisine baktığınızda, kuzeyin soğuk iklimi nedeniyle cehennem buz gibi bir yer olarak tasvir edilir. Çünkü bu bölgelerde insanlar çetin bir sıcak deneyimi yaşamamışlardır. Oysa Ortadoğu dinlerinde cehennem, yakan ateşlerle dolu bir yer olarak tasvir edilir. Bu, Ortadoğu’daki insanların buz gibi yer deneyimlerinin olmamasından kaynaklanır.
Theseus ve Minotaur, 18. yy (sol), 6. yy (sağ)
Fotoğraf: The Walter Arts Museum (sol), Milan Arkeoloji Müzesi, Mark Cartwright (sağ)
Kısacası coğrafya, doğa, insanların bilinçaltını ve hikâyelerini doğrudan etkiler. Benim kendi bilincim ve bilinçaltım da, kolektif bilinçaltının etkisiyle şekillenmiştir. Sizin bilinçaltınız veya bilinciniz, hiçbir zaman tamamen bağımsız değildir; insanlığın ve etkileşimde olduğunuz insanların kolektif bilinci sizi mutlaka etkiler. Nenenizin söylediği bir şey, annenizin anlattığı bir hikâye, komşunuzun paylaştığı bir deneyim, çevrenizdeki her şey, sizi besleyen kanallardır. Dolayısıyla, sizin bilinciniz kolektif bir bilinçaltının etkisiyle oluşur.
Tabii coğrafya kültürü, geleneği ve alışkanlıkları da etkiliyor. Doğu Akdeniz, çok özel bir coğrafya. İklimi mutedil, toprağı verimli. O yüzden binyıllar boyunca yerleşim için hep çok tercih edilen yer olagelmiş. O yüzden hep çok kalabalık olmuş, o kalabalık hep çatışmalı ortamlara neden olmuş. Hâlâ olduğu gibi. Bu nedenle bu coğrafyada insanlar, yıldızlı gecelerin esrikliği ile hayalgücünün ve toprağın cömertçe verdiği zeytinin, üzümün, incirin, narın bereketinin tadını çıkarırken aynı anda paylaşılamayan bir coğrafyanın bitmek bilmeyen savaşlarını mecburen içselleştirmişler. Bu içselleştirme hüzünden keyif almamıza neden olur. Hüzünlü şarkılar, uzun havalar, mıvveller...
Coğrafyanın/doğanın ve onun ikincil, üçüncül sonuçlarının ilhamıyla hikâye anlatıcılığı burada kaçınılmaz hale gelir. Hikâyelerden kaçmak mümkün değildir, çünkü her yerde herkes size hikâyelerle bir şeyler anlatır. Etnobotanik çalışma yaparken, birine bitkinin ne işe yaradığını sorduğunuzda, size kısa bir yanıt vermez. Kendi çocukluğuyla nasıl bir bağ kurduğunu, mutlaka hikayelerle zenginleştirerek anlatır. Bu, bizim tipik özelliğimizdir. Doğayla bağı olan ve geleneksel yapısına değer veren her toplumda bu hikâye anlatıcılığı görülür.
Latin Amerika edebiyatına baktığımızda, onun karakteristiği de budur. Gabriel Garcia Marquez ve Isabel Allende gibi yazarların eserlerinde, büyüklerinden duydukları hikâyeler ve yer yer sıra dışı öğeler görürsünüz. Bu yazarlar, hikâye anlatıcılığı geleneğini ve doğanın zenginliğini edebiyatlarına yansıtırlar. Doğu Akdeniz ile Latin Amerika arasındaki ortak özelliklerden biri, doğanın zenginliği ve verimliliğinin sunduğu berekettir. Bu iki bölge de doğanın ilhamı ile doludur. İnsanlar geleneksel yapıya, aile kavramına bağlıdır. Modern şartlara rağmen hâlâ değerini korumuştur.
Bizde büyük aile kavramı çok önemlidir. Büyük ailelerin bir masa etrafında toplanma geleneği hâlâ devam eder. Herkes ayrı bir şehirde yaşasa da, herkesin aklı hep Antakya’da olur. Ne olursa olsun, yılda en azından birkaç gün tüm aile toplanır ve kalabalık masalar etrafında bir araya gelir. Bu, Antakya’nın çok karakteristik bir özelliğidir. Bu masalarda hayatın özeti, geçmişin ve geleceğin muhasebesi yapılır ve mutlaka hikaye anlatılır. Bu hikâye anlatıcılığı geleneği, bizim kültürel kimliğimizin önemli bir parçasıdır.
Röportaja burada bir virgül koyalım, yarın biraz daha çok Antakya ve Antakya’ya özgü bitkilerden bahsedelim.
Kadınlar bitki bilgeliği sohbetinde
Fotoğraf: Yelda Güzel arşivi
Öne çıkan görsel: Gümüşgöze’den çıkarılan ve Yakto mozaiği olarak Antakya müzesinde sergilenen eser. Aslan, kaplan, leopar, yabandomuzu, sülün, ördek, çeşitli ağaçlar ve mitolojik kahramanlar iç içe. Fotoğraf: Dick Osseman
Comments