‘Bir başlarına kalırlar, mürver çiçeği gibi, bir başlarına.
…
Ey karda gidenler, artık geri dönmeyeceksiniz… seslen onlara ey kurt yağmurda,
belki duyarlar.’
[Talal Haidar,Wahdon,1974]
Caoimhe, İrlanda’dan Nehna’ya ulaşan ve deprem sonrası süreçte Antakya insanına yardımı dokunan, onlarla derinden bağ kuran binlerce gönüllüden biri. Durumu doğrusuyla anlatmaya bir nebze de olsa yardımcı olmayı köklerime ve Antakya’ya olan borcum bilerek, kendisiyle Nehna’nın ilginç kesişme hikayesini kaleme almak adına depremzedelerle direkt temas eden bir kişiyle, İrlandalı Caoimhe’yle, bölgenin sesini duyurmak için bir söyleşi yaptık.
Röportaj: Elif Işıl Türkmen
Merhaba Caoimhe! Antakya’ya yaptığın her şey için kalbimden bir teşekkürle başlamak istiyorum! Siz bir insan hakları savunucusu, film yapımcısı, eğitimci ve terapistsin. Seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Kendini Nehna okuyucularına tanıtır mısın?
Bahsettiğin gibi bir terapist, film yapımcısı, eğitimci olarak rollerim var. Fakat bu durumda deprem bölgesindeki ailelerin ve toplulukların yaşadığı kedere, yıkıma ve travmaya hem bir tanığım hem de elimizden gelen çok alçakgönüllü yollarla yanıt vermek isteyen Türkiye ve dünyanın dört bir yanından binlerce gönüllü ve aktivistten biriyim. Hayatlarının bu inanılmaz derecede zor, acı verici ve belirsiz döneminde, her gün, her hafta yas tutan insanlara eşlik etmeye ve onları desteklemeye çalışan birçok kişiden yalnızca biriyim.
İrlanda doğumluyum fakat birçok farklı ülkede ve kültürel ortamda yaşadım, çalıştım. Bu yüzden ev-aidiyet duygum değişkendir. Benim için ev ve kimlik, daha çok ortak amaçlara sahip insanlarla beraber olmak; insan hakları ihlallerine, savaşlara ve sermayeyi insanların güvenliğinden ve refahından önce gören siyasi çıkarların sebep olduğu doğal afetlere yanıt vermektir. Bu nedenle, depremden sonra Hatay ve başka yerlerdeki acı ve kederin boyutuna tanık olmak çok üzücü olsa da, aynı zamanda halktan gelen güce ve derin empatiye, insanların sistemin çalışmamasından ötürü duyduğu hayal kırıklığı gibi tanık olduğum iyi şeyler de oldu. Bunların ötesinde, Hatay’ın birbirinden güzel ve farklı insanları ve toplulukları arasında vakit geçirmek ve onların uzun, zorlu iyileşme yolculuğunun çok küçük bir bölümünde onlara eşlik etmeye çalışmak hem bir onur hem de ayrıcalıktı.
Seni tanımak ne büyük zevk! Mesajını gördüğüm anı hala hatırlıyorum. Nehna’ya nasıl ulaştığını düşünmüş ve şaşırmıştım. Nehna’yı nereden duydun?
On yılı aşkın bir süre önce Suriye’ye gidiyordum ve Hatay’dan geçmiştik. Ne yazık ki o zamanlar Samandağ’a çok isteyip de gidememiştim, geriye dönüp baktığımda keşke gidebilseydim diyorum. Depremden sonra Guardian’da İtalyan gazeteci Lorenzo Tondo ve fotoğrafçı Alessio Mamo ve ekibi tarafından yazılan, güçlü bir genç psikoloji master öğrencisi ve aktivist Barış ile büyükanne ve büyükbabasının kaybı ve çocukluk anıları hakkında röportaj yaptıkları vurucu bir makale okudum. Bu röportajdan çok etkilendim ve mobil Psikolojik İlk Yardım ekibiyle çalışmak için Hatay’a gidiyordum, sosyal medyadan Barış’ı buldum. Lübnan’dan arkadaşım Helena Nassif ise aktivist ve akademisyen Arie’nin makalesini paylaşmıştı, Arie’ye ulaşacakken onun da Barış’ın arkadaşı olduğunu gördüm.
Daha sonra diğer gönüllü arkadaşlar Nehna’nın Aziz İlyas Kilisesi ve aşevinin harika çalışması hakkında bilgi gönderdi. Elimden geldiğince malzemeleri organize etmeye ve Hatay’da çalışan diğer arkadaşlarım, uluslararası kuruluşlar ve kilise arasında bağlantı kurmaya çalıştım. Bir de başka bir ilginç olay da şu: Hatay’a gitmeden bir gün önce, bir grup yüksek lisans öğrencisine zorunlu göç ve Midilli ve Avrupa’daki mülteci kamplarının içler acısı insani ve haklar durumu hakkında çevrimiçi bir ders veriyordum ve öğrencilerden biri Lübnanlı-Ermeniydi. Aslen iki gün sonra geldiğim, onun hiç görmediği atalarının köyü Vakıflı’dan olduğu ortaya çıktı.
Barış ve Arie ekibimizdeki harika insanlardan ikisi, onlara seni karşımıza çıkardıkları için de minnettarız! Peki birçok şehirde afetler oldu ama neden fiili olarak Hatay’da kendini konumlandırdın?
Depremden etkilenen başka yerlere de gittim ama sanırım kendimi nerede konumlandırmam gerektiği konusunda bana en çok Hatay mantıklı geldi. Samandağ Dayanışma ve Hatay Deprem Dayanışması, diğer gruplar tarafından koordine edilen, deprem sonrası kaosun ortasında bile gerçekten örgütlü, feminist, topluluk liderliğindeki bir yapı vardı, hala var. Dil açısından çok rahat iletişim kurabiliyorum (Lübnan, Filistin, Suriye ve Irak’ta yaşadım, bu yüzden Arapça konuşabiliyorum) ve ayrıca bölgenin çeşitliliği ve çoğulluğu çok özel ve korumak için çok önemli. Son olarak, siyaseten azınlık toplulukları açısından, tarih boyunca insanların köküne kazınmış adaletsizlik, sürgün ve ıstırap ile köklü bir kimliğin ve onların kalma haklarının bir ifadesi olarak Hatay’da insanların seferber olmasıyla kendini gösterdi.
Ayrıca başka ülkelerden arkadaşların da Antakya’dan Samandağ’a ellerindeki tencereleri vermek için geldiler, nasıl koordine oldunuz? Neden Nehna’nın çabalarıyla Samandağ’daki Aziz İlyas Kilisesi’nde kurulan aşevini tercih ettin?
Depremden sonraki ilk birkaç gün ve haftalarda -çoğu topluluk öncülüğünde- inisiyatif alan çok fazla dayanışma vardı ve hâlâ da öyle. Şubattan önce dokuz ay boyunca Yunanistan’ın Lesvos kentindeki bir mülteci kampında çalışıyordum ve deprem olduğunda oradaki birçok aktivist ve gönüllü ellerinden gelen yollarla yardım etmek istedi. Hatta biliyorsun birkaçı mobil bir mutfağı Hatay’a bıraktı ve onları kiliseyle, diğer yerel müdahale ekipleriyle ilişkilendirdik.
Aziz İlyas kilisesini ziyaret eden tanıdığım herkes, organizasyonun etkinliğinden, Peder Abdullah ve ailesinin, Kerim & Leyla, Üzeyir, Umut, Özge, Sevilay, Selma ve Lily ve diğerlerinin çabalarından çok etkilendi. Gönüllü şefler her gün çok sayıda Samandağlı aileye sıcak, doyurucu yemek pişiriyorlar, ki bu önemli, çünkü aynı zamanda insanlar kendilerini güvende ve desteklenmiş hissediyorlar. 20 Şubat gecesi Samandağ’daki 6.4 büyüklüğündeki depremde Arı, Barış ve annesiyle birlikte oradaydık ve Aziz İlyas Kilisesi’nin çatısı çökmeden dakikalar önce kiliseden ayrılmıştık. Üçüncü deprem olurken bile, otoparka sığınan ailelerin yaşadığı tüm korku ve endişe içinde, kilise cemaatinin herkes için önemli bir güven kaynağı ve tüm belirsizliğin ortasında güçlü bir duygusal kaynak olduğu hissedildi. Ayrıca, kişisel olarak, oldukça kurtuluş teolojisi içinde, sosyal adalet yanlısı yetiştirilmiş bir Katolik olarak, herkesin birlikte çalıştığı, güç hiyerarşilerinin olmadığı ‘halk Kilisesi’nin güzelliğiyle gerçekten derinden etkilendim. Her kime yardım ediyorsam dayanışma ve alçakgönüllülük bir önceliktir. Benim için ibadet budur: çorbayı garnitür olarak sevgiyle servis etmek.
Hatay’a geliş yolculuğun nasıldı, geldikten sonra şartlar ve insanların durumu sana neler düşündürdü? Ne hissettin?
Sanırım esas olarak iki şey hissettim: tanıştığımız pek çok insanın cesareti ve ilgisi için derin bir üzüntü ve derin saygı. Irak, Lübnan, Filistin, Suriye, Guatemala, Meksika, Haiti, Ukrayna ve Avrupa’daki mülteci kamplarında birçok savaş ve doğal afet bölgesinde ve siyasi baskı bağlamlarında çalıştım. Bu yüzden, derecesi daha önce tanık olduğum her şeyden çok daha büyük ve çok daha yıkıcı olmasına rağmen, bazı meslektaşlarım kadar yıkım karşısında şok olmadım. Ama beni en çok etkileyen şey, öldürülen tüm geniş ailelerin veya hayatta kalan tek bir kişinin, hatta bazı gençlerin, artık hayatta çok yalnız ve savunmasız oldukları ve derin kayıp düzeyiydi. Ayrıca sevdikleri için ve çevresinde cenaze törenleri ve törenler düzenleyemedikleri için yasını içine gömen, ya da ‘belirsiz keder’ yaşayan, geçen onca zamana rağmen sevdiklerinin hala hayatta olabileceğine dair umudu olan hala, sessiz, kırılgan ailelerden çok etkilendim.Travmaya da tanık oldum: depremden bu yana hala konuşamayan/konuşmayan çocuklar, her artçı şokta bayılanlar, sinir sistemleri aktif ve tetikte kalan, küçük bedenleri uçuşa hazır olan çocuklara da. Küçük elleri bizim ellerimizde, gözlerinin anlattığı deneyimler ile aynı zamanda gülümsemeleri ve kahkahaları… Özellikle Clown Me In ve Clowns Without Borders grubuyla inanılmaz palyaçolar olan Lübnanlı bir grup arkadaşla dolaşırken.
İnsanların hala ne kadar güvensiz hissettikleri ve yer ayaklarının arasında sallanırken dengeyi sağlamanın ne kadar zor olduğunu, artçı sarsıntılarda artan bir rağbetle insanların –Suriyeli mültecilerin ve yerel halkın- hava koşullarına dayanıklı çadır gibi temel desteğe ve insani hakların olan mücadelesini unutamıyorum. Ve ebeveynlerin, tüm bunların hayat değiştiren şokunu hâlâ sindirirken, aynı zamanda çocuklarıyla bu güvenlik ve ortak düzenleme duygusunu yeniden inşa etmeleri ne kadar zor. Ayrıca, ebeveynlerin gelecek, ev ve geçim kaynakları ve ailelerini ekonomik olarak nasıl geçindirecekleri ve gelecekte yeniden inşa edecekleri ile ilgili tüm soru ve endişelerinin artık insanlar için yanıtlanması çok zor. Çok önemli olan bir diğer şey aileler ve bireyler birdenbire –zorla- bağımlı duruma geldiklerinde yemek, su ve ikinci el giysiler için sıraya girdi. Bu herkes için gerçekten zordur ve hatta utanç duygusuna yol açabilir. Birçok kuruluşun malzemeleri dağıtırken her zaman hatırlaması gereken bir şeydir. Bunu insanların haysiyet ve niyet duygularını daha fazla aşındırmayacak şekilde yapmalıyız.
Arapça biliyorsun ama bölgede yavaş yavaş kaybolan bir dil Arapça. Yardımın dili olmaz, insani bir yerden harekete geçiyorsunuz, yine de onların anlatamadığı ihtiyaçları oldu mu? Nasıl anlaştınız?
Arapça konuşuyorum, bu yüzden çoğu insanla iletişim kurmak sorun değildi, ne yazık ki Arapça’nın yavaş yavaş kaybolduğu çocuklar dışında- ama küçükler bile genellikle bazı kelimeleri, anlıyordu ve gülümseyerek, oyunlar oynayarak iletişim kurabiliyorduk. Benim Türkçe kelime dağarcığım pek yok. Özellikle yaşlı teyzeler ve amcalar, yabancı bir gönüllü olarak Arapça konuşabilmemi merak uyandırıcı ve muhtemelen bazen komik buldular. Arapça konuşmam onlara güvenli ve yakınlık hissettiren bir alan açtı, aramızı ‘ısıttı’, çay ve portakal hakkında konuştuğumuz güzel sohbetlere imkân verdi.
Özellikle de bir aileden bahsetmek istiyorum. Defalarca ziyaret ettiğim ailelerden biri de 84 yaşında, güzel ve ağırbaşlı bir adam olan Ali’ninkiydi. Samandağlı ama Lübnan’da 30 yılı aşkın bir süre otobüs şoförü olarak çalışmış, 60’lı yaşlarında geçirdiği bir kazada felç olmuştu. Şimdi İstanbul Belediyesi kampında bir çadırda, eski Lübnan şarkıları dinleyerek, dayanıksız bir kamp yatağında, kızı ve torununun baktığı bir yerde yaşıyor. Mahremiyet problemi, çadırda yıkanmak; üstünü değiştirmek zorunda olmak, gündüzleri sıcak ve geceleri soğuk ortamda olmak, onlar için çok çok zor. Dinlenmesi ve düşünmesi gereken bir yaşta, bundan sonra ne olacağına dair tüm belirsizliği taşımak, evsizliği ve yerinden edilmeyi deneyimlemek zorunda olmak, kendisi ve yüz binlerce yerinden edilmiş aile ve bireyler için çok zor.Belki de geçmiş bugünden daha cömert olduğu anılarına geri dönüyor, Feyruz ve Vadih Safih dinliyor, on yıl önce ölen çok sevdiği karısını hatırlıyor, belki de geçmiş bugünden daha cömert olduğu için…
Tabi bunu yardım ederken çok zor şartlar altında yaptın. Hangi koşullarda çalıştın, sen ve arkadaşların neler yaptınız?
Bazen duygusal olarak oldukça ağır bir işti ve hala da öyle, ama aynı zamanda yapabilmenin bir ayrıcalık olduğu bir iştir. Çok güzel ailelerin ve toplulukların yanında, kollektif olarak birbirimizi destekleyerek çalışıyoruz. Günler boyunca büyük bir hem Türk hem de uluslararası Psikolojik İlkyardım ve Psikososyal Destek ekibiyle çalıştık ve bölgedeki kampları ve köyleri minibüslerle gezdik. Çadırdan çadıra yetişkinler, ergenler ve çocuklarla temasa geçtik ve ayrıca insanların duygusal, otonom sinir sistemi ve fiziksel tepkilerini normalleştirmeye çalışmak için topluluklarla daha geniş, erişilebilir psikoeğitim seansları yaptık. Depremin, yanı sıra herhangi bir problemde kendi kendilerini yatıştırmaları ve tekrardan yol almaları için alıştırmalar ve tekniklerle öğrettik. Psikolojik ilk yardım ekibiyle gündüz çalıştıktan sonra, yakındaki bir köydeki çoklu tünel üssümüzde değilsem, geceleri genellikle bir arkadaşımın, Selma’nın, kilisedeki çadırında veya diğer dayanışma merkezlerinde uyur, kamyonları boşaltan diğer gönüllülere katılırdım. Günlerim erzak bağışlamak, aşevi için patates soymak, ertesi gün için tencereleri yıkamak, insanlarla oturup çay içmek, deneyimlerini ve anılarını paylaşmak, Hatay’da gönüllü olan herkesin yaptığını yapmak ile geçti.
Diğer tüm gönüllüler gibi, bu da fazla uyumamak ve çok az duş almak anlamına geliyordu, ancak gerekirse birkaç haftada bir, bir veya iki gün ara verebileceğimizi bilmenin ayrıcalığına sahiptik. Hepimiz orada yaşamaya mahkûm olan aileler gibi çadırlarının sıcağında, sel ve yağmur yağdığında soğukta, gelecekleri hakkında hiçbir netlik olmadan yaşayan ailelerden daha kötü olamazdık. Duruma değinmişken, şunu da eklemek istiyorum: ailelerin yaşadığı kampların yanına, Samandağ sahil şeridine ve tarım arazilerine potansiyel olarak zehirli/asbestli malzemenin ve büyük miktarlarda molozun atılmasıyla durum her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Son zamanlardaki cesur gösterilerin birçoğunun da odak noktası bu oldu. Türkiye’yi ilk kez on yıldan uzun bir süre önce ziyaret eden biri olarak, geçmişe bakıldığında, çok saf ve bilgisiz bir uluslararası gönüllüyken daha sonra cesur Türkiye’deki insan hakları savunucuları ve feminist aktivist arkadaşların danışmanlığında ivmeli bir öğrenme eğrisine giren biri olarak, molozların atılması, ne yazık ki, devletin genel olarak Hatay’a çağdaş ve tarihsel olarak tepkisinin bir metaforu gibi geliyor.
Dolayısıyla, orada olmanın bir parçası da dinlemek, öğrenmek ve insanların ihtiyaçlarını ve önceliklerini evdeki arkadaşlarıma ve dayanışma gruplarına iletmeye çalışmaktı; böylece haber akışı bir kez oluştuktan sonra, yurtdışındaki insanlar da aktif, bağlantıda ve duyarlı olmaya, Samandağ, Hatay ve deprem bölgesindeki diğer yerlerde tabandan topluluk gruplarını pratik olarak desteklemeye devam ediyor.
Yurt dışından gelen diğer arkadaşlar bu afet durumunda ne yaptılar, ne düşündüler? Bu felaket ve etkileri medya aracılığıyla halka nasıl yansıdı?
Başlangıçta muazzam bir uluslararası dayanışma ve destek akışı oldu. İnsanlar, görüntüler ve hikayeler, özellikle de babanın 14 yaşındaki kızının cesedi enkazdan çıkarılana kadar elini tutarken çekilmiş fotoğrafı karşısında mahvoldu. Bence bu yürek burkan görüntü, Türkiye ve Suriye’deki tüm depremzedelerin kaybını, travmasını ve kederini ifade etti. Felaketin en güçlü görüntülerinden biri olmaya da devam edecek, çünkü sevgiyi, kaybı ve sadakati ve bir çocuğu kaybetmenin ezici acısını anlatıyor. Uluslararası destek açısından şu anda bir zorluk da mevcut; haber akışı devam ederken geçmişteki dayanışmayı sürdürmek ve insandan insana, toplumdan topluma karşılıklı yardımın uzun vadeli olmasını sağlamak. Umarım gelecek yıllarda da bu destek bilinci devam eder.
Samandağ’da 2 yürüyüş yapıldı, bunlardan ilki 40. günde bahhur (mür) ve reyhanlarla olan yürüyüş/protesto yürüyüşü idi. İkincisi moloz yığınları için… Katılma şansın oldu mu? Ya da gidenlerden ne duydun?
Vakıflı’yı ve genel olarak Samandağ’ı ziyaret ederken, bu toprakların nesiller arası travması ve kimlik açısından sürgünün ne anlama geldiği ‘ma rihne, nehna hon’ sloganını ortaya çıkaran yürüyüş organize edildi. Bahhur yürüyüş alayına/protestosuna katıldım, ancak internette izleyebildiğim zehirli atıklara ve bunun hem sağlık hem de çevresel etkilerine karşı çok önemli bir toplumsal seferberlik olan moloz gösterileri için orada değildim. Bahhur alayı, katıldığım duygusal açıdan en güçlü gösterilerden biriydi. İzmir’den bilge bir arkadaşımla birlikteydim ve ikimiz için de tarif etmesi zordu çünkü çok derinden hüzünlü, kederliydi. Aynı zamanda toplu yas için bir alanın yanı sıra siyasi hesap verebilirlik çağrısında bulunan bir katarsis yarattı.
Dolayısıyla, hak ve adalet talep etmek, cezasızlığa son vermek açısından politik bir yürüyüşken, aynı zamanda çok güçlü bir şekilde de maneviydi. Samandağlı çok sevdiğim arkadaşlarla yürürken, sanki ölenler, tüm güzel yüzleri ve hayatları, umutları ve hayalleri bir şekilde aramızdaymış gibi hissettim, onlar da şimdi yürüyenlerin ellerinden tutarak yürüyorlardı. Ayrıca yürüyüş boyunca Samandağlı parlak bir organizatör ve psikolog olan Çağla’yı ve yerel feminist yoldaşlarını ve eylemin düzenlenmesine yardım etmelerini, eylemin temsil ettiği her şeye; travma, siyasi tepki, keder ve kollektif cesarete sahip çıkmalarını gözlemledim. Böylesine sezgisel bir bilgelik ve özene şahit olmadım.
Anlatmak istediğin, sende yoğun bir duygu oluşturan, hüzün, öfke, şaşkınlık, sevinç… böyle bir olay var mı?
Her gün, özellikle kaybedilen çocuklar ve aileleriyle kederden sevince çok çeşitli duygular yaşadım. Bu duygu yelpazesi için minnettarım, çünkü bir kez sindirdiğimde, beni bilgeleştirdiğinden emin olmaya çalışıyorum. Travma destek işini daha da geliştiriyor. Ama aynı zamanda, bir müttefik, bir kız kardeş, bir yoldaş, ailelerin ve bireylerin -hayatta kalanların- bir arkadaşı olarak, can dostları haline gelmem, onlarla geniş aile gibi olmak, kalbimin ve ruhumun bütün olmasını sağlıyor.
Bir insan hakları savunucusu olarak, bir hayırsever olarak çok güzel işler başarıyorsun… Yaptığın güzel işlerden okuyucularımıza biraz bahseder misin?
Dürüst olmak gerekirse, kolektif olarak mücadele ettiğimiz şeyler (savaşlar, adaletsizlik, ırkçılık, ataerkillik, insan hakları ihlalleri, otoriterlik, iklim değişikliği vb.) Orta Doğu ve Avrupa’daki kamplardaki mülteci ve belgesiz topluluklar ve ayrıca Haiti’deki Chiapas, Meksika ve Guatemala’daki yerli topluluklar ve son bir buçuk yıldır Ukrayna’da olmak üzere toplulukların haklara erişim mücadelesi verdiği koca 20 yılın deneyimi var.
Çalışmanın insanlar arası dayanışma açısından etkisi var, ancak maalesef birçok bağlamda sistemik değişim üzerinde etkili değil, o cephede çok kaybediyormuşuz gibi geliyor. Yine de mütemadi bir iyimserim, bu yüzden hep bir maraz olsa bile umudumu koruyorum. Ancak her ekip, harikalar ve ben sürekli olarak insanların cesareti, gücü ve sevgisi karşısında derin bir hayranlık duyuyorum.
Daha önce birçok ülkede yardım kapsamında yer aldın. Özellikle Antakya’ya yakın olan Lübnan ve Filistin’de de çalıştın. Antakya’yı, Antakya (Hatay-Anitoch) halkını Lübnan ve Filistin’deki şehirlerle ve oradaki insanlarla nasıl karşılaştırırsın, benzerlikler fark ettin mi?
Pek çok benzerlik var: kültür(ler), haysiyet, misafirperverlik, nezaket, yemek ve dünya ile ilişki yönleri. Farklılıklar da var ama Hatay’ı bir şekilde pek çok farklı gelenek, halk ve tarihin harika bir melezi gibi hissettiren bir farklılık var. Tüm bunlar, böylesine çoğulcu, etnik ve dinsel açıdan çeşitlilik gösteren bir bölgenin fiziksel olarak yok edilmesini çok daha büyük bir kayıp haline getiriyor. Ama ne yazık ki, özellikle de daha da benzersiz olan bu çeşitlilik ve çoğulluk, insanlarda; onların anılarında tutuluyor ve hayatta kalacağını ummak istiyorum. Her gün ‘ma rihne, nehna hon’ olumlamasını dile getiriyorum.
Türkiye’de diğer şehirleri ziyaret ettiysen, Hatay’ın farkı neydi? Neyi farklı buldun?
Hatay’da kendimi Türkiye’nin herhangi bir yerinden çok daha fazla ‘evimde’ hissettim ve yakın zamanda geri dönmeyi; sevgili dostlarım ile, bana aile olan ve derin saygı ve sevgi duyduğum kişiler ile olmayı dört gözle bekliyorum. Tüm parlak, sadık, yorulmak bilmez çalışmalarınız için hepinize teşekkür ederim.
Biz Nehna ekibi olarak, kalplerine dokunduğunuz Antakya halkı olarak size sonsuz teşekkürler!