Seçimlerin getirdiği kurşun gibi ağır bir hava, ekonomik krizin yarattığı kaygı, buram buram nefret kokan siyasi dil… Zihnim allak bullak. Nefes almakta zorlanıyorum. Omuzlarım giderek düşüyor. Sonra, Nehna ekibinden bir mesaj alıyorum. İlki İstanbul’da, depremden etkilenen öğrenciler yararına organize edilen kermesin bir ikincisinin Ankara’da yapılacağını öğreniyorum. Bir yandan Antakyalıların yaşadıkları bu yıkıma ve ülkenin içinden geçtiği bu ağır iklime rağmen mücadeleci ruhlarına gıpta ediyor; diğer yandan ise kendi vazgeçmişliğimden, yakınlarımın acılarına ülke gündemi sebebiyle yabancılaşmamdan utanıyorum. Kendimi dayanışmanın iyileştirici gücüne teslim ederek, Bursa’dan Ankara’ya gitmek üzere otobüse biniyorum.
Görev aldığım ilk kermese, İstanbul’a giderken daha farklı bir ruh hali içindeydim. Yakınlarını, şehirlerini, anılarını kaybedenlerle konuşmaya nereden başlanırdı? En basitinden “Nasılsınız?” diye bir soru sormak uygun olur muydu? Benim gibi ‘dışarıdan’ yani Antakyalı olmayan ve nev’i şahsına münhasır çekingen biri, kermeste satış yapmanın ötesinde ne yapabilirdi? Dayanışma, bir görevi yerine getirmekten daha fazlası değil miydi? Böylesine karmaşık bir ruh iklimi içinde kermesin yapıldığı Panayia Rum Ortodoks Kilisesi’ne vardım ve kendimi tatlı bir telaşın ortasında buldum. Kilise bahçesini, Antakya lezzetlerinin iştah kabartan kokusu sarmıştı. Bu yaşıma kadar böylesine özel lezzetleri daha önce keşfedememiş olmama hayıflandım. Görevli olduğum standın başına geçtim. Sattığım ürünlerden biri de, Can Sautoğlu’nun çektiği eski Antakya fotoğraflarıydı. Gelen Antakyalı ziyaretçiler, yıkılan, hasar alan kilise, sinagog, ziyaret, camii fotoğraflarının önünde uzunca zaman geçiriyorlar ve başlıyorlardı anılarını anlatmaya. Sohbet boyunca ilgimi en çok çeken şey, bu mekânlarla kurulan aidiyet ilişkisiydi. Örneğin, o fotoğraftaki kilise, herhangi bir kilise değil, ‘bizim kilisemiz’di. Sinagog, ziyaret, camii, şehre kimliğini veren bütün bu tarihî mekânların hepsi ‘bizim’di; ve elbette Antakya da ‘Antakya’mız’. Bir ziyaretçiye yıkılan Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin rölövesinin kurtarıldığını anlatırken, ‘kilisemiz’ dediğimi fark ettim bir an. Gülümsedim. Ben de bu kadim şehirde kendi yerimi bulmuştum.
Ankara otobüsüne böyle bir farkındalıkla, hoş geleceğimi bilerek bindim. Nehna, Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu ve Ankara Deprem Dayanışma Evleri’nin organize ettiği kermesin yapıldığı alana vardığımda, organizasyonun büyüklüğüne epey şaşırdığımı itiraf etmeliyim. İlk kermesin üzerinden daha bir ay geçmişken, bu kadar ürünün deprem bölgesinde hazırlanmış olması, ne kadar büyük bir emekti! Reçeller, şuruplar, tuzlu yoğurtlar, kaytaz börekleri, kömbeler; bunların yanında, tişörtler, çantalar… Ortam adeta bir koku, renk, lezzet cümbüşüydü. Bu cümbüşe, içinde biraz insanlık kalan herkesin karşı çıkacağı seçim sonuçları ve deprem bölgesiyle alakalı çirkin yorumların gölge düşürme ihtimalinden endişe ediyordum. Neyse ki bu endişem yersiz çıktı. İlgi epey fazlaydı ve ürünlerin büyük çoğunluğu, daha ilk saatlerde hızlıca tükendi. Ben bu kermeste Antakya’da bulunan, Türkiye’nin geride kalan son Ermeni köyü Vakıflı’nın ürünlerinin bulunduğu stanttaydım. Ziyaretçiler bir yandan ürünleri inceliyor, diğer yandan ‘köyümüz’ hakkında soru soruyorlardı. Antakyalı bir ziyaretçi, kabak tatlısına bakakaldı. “Evde vardı bunlardan. Yeni yapmıştık. Onlar da gitti”, dedi. Bir müddet sessizlikten sonra, “Olsun, yenisi yapacağız”, diye ekledi. O kadar yoğun bir andı ki, sadece tebessüm edebildim.
Hem İstanbul’daki hem Ankara’daki kermes, sadece yemeğin değil, matemin ve umudun da paylaşıldığı bir etkinlikti. Matemden umut ancak mücadeleyle doğar. Antakya’mız için mücadele eden herkese selam olsun!