Talin Azar kökleri Arsuz’a uzanan bir yazar. 2017 yılında yayınlanan Kuklacı’nın ardından bugün istos Yayın tarafından “Ev: İskenderun Sancağı, 1934” adlı romanıyla karşımızda. Kitabın Antakya ve çevresinde hem fiziksel hem de psikolojik bir yıkım yaratan Şubat 2023 depremlerinin ardından yayınlanması oldukça anlamlı. Şehrin tekrar inşası üzerine endişelerimizin dinmediği bu dönemde bizi eski İskenderun’a getirerek şehrin toplumsal hafızasını ayakta tutmak adına çok değerli bir çalışma. Talin Azar’la depreme dair düşüncelerini, kitaplarını ve son romanı “Ev”i konuştuk.
Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu
Öncelikle yeni romanınız için sizi tebrik etmek isterim. Bu sizin ikinci romanınız. Yazar kimliğinizi ve kitaplarınızı röportajın kalanında konuşacağız ama sizin birden fazla şapkanız var. Peyzaj mimarlığı ve çevre yönetimi alanında uzmanlığınız var. Buradan yazarlığa doğru evirilen hikayenizi dinlemek isterim.
Ben mesleğimin akademik kısmında aktiftim. Akademik yazım ve edebi yazım bence birbirine çok paralel süreçler. Merak etmek, soru üretmek ve bu sorular karşısında bulgular ortaya koymak… Yaratıcı bir kurgu dahilinde bu bulguları sunmak… Kullanılan materyal ve metotlar…
Mekan araştırmaları için kullandığım eski haritalar, arşivler, sözlü, yazılı tarih anlatıları, biyografi çalışmaları benim için her zaman hikaye zenginliği içeren unsurlar oldular. Bu zenginliğin içinde hayal kurmak ve hayali büyütmek ancak romanda istediğim türde bir tatmini yaşatıyordu. Bu yüzden bir alandan diğerine geçiş aslında çok doğal ve kendiliğinden bir şekilde oldu.
Biyografi oldum olası okumaktan ve yazmaktan keyif aldığım bir alan. Genelde romanlarımı biyografik yapılar üzerine kurup geliştiriyorum. Bunun haricinde yaptığım biyografi yazım işleri var. Onlar da bir şekilde yazdığım romanlara karakter olarak sızabiliyor.
İlk romanınızda da şimdi yeni yayınlanan kitabınızda da tema olarak gayrimüslimleri ve yaşadığı coğrafyalardaki sorunlara değindiğinizi görüyoruz. 2017’de yayınlanan Kuklacı romanınızdaki temalardan biri de bu. Bu vesileyle biraz Kuklacı’dan bahsedebilir misiniz?
Belli dönemlerdeki yaşantılara odaklanmayı seviyorum. Enine boyuna… Bunlar bazen korkular, bazen tutkular olabiliyor. Sadece sorunlara değil o kültürün tamamına dair yazmayı deniyorum.
Kuklacı yirminci yüzyılın sonunda İstanbullu Rumların yaşantısına eğilen bir roman. Tatavla’dan Kurtuluş’a alınmış zamansal bir kesit. 1920’lerden 1990’lara Tatavla’da, Beyoğlu’nda, İstanbul’da yitmekte olana, yozlaşan kültüre sahip çıkmanın bir ifadesi. Aynı şekilde büyük aşklara, büyük hayal kırıklıklarına ve büyük tedirginliklere kendimce gösterdiğim bir duyarlılığın ürünü.
Gene gerçek bir aile hikayesinden yola çıkarak kurgulamıştım. Tema, Titina, Koço ve Stavro’nun aidiyet ve kimlik sorunlarının yanı sıra imkansız bir aşktı. Türkiye’nin ilk sinema sanatçılarından Cahide Sonku’nun hayat hikayesini de bu vesileyle ortaya koymak istedim. Çalıştığım dönem içinde Rum toplumuna ait kültürü, tarihi, gastronomiyi, kentsel yapıyı, endişeleri ve Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, mübadele, zorunlu göç gibi hadiseleri atlamamaya gayret ettim.
Ev romanı 1930’larda İskenderun Sancağı’nda geçiyor, İskenderun aynı zamanda sizin de eviniz. Bildiğim kadarıyla anne tarafınız Arsuzlu, baba tarafınız İstanbullu ama Adana’da da yaşıyorsunuz. Siz kendinizi nereye ait hissediyorsunuz?
Babam İstanbullu yarı Rum yarı Ermeni bir aileden geliyor. Annemse Arap dilli ve Frankofon olan Rum Ortodoks bir aileden. Çocukluğum ve gençliğim Adana ve Arsuz’da geçti. İstanbul sonradan köklenebildiğim bir şehir. Çocuklarımı yetiştirdiğim yer. Çok özel. Ama Arsuz başka. En basitinden önünüze gelen bir yemekte bile öyle çok medeniyetten iz sürebilirsiniz ki… Anadolu, Bizans, Helenistik, Levanten, Arap, Fransız, Rum, Ermeni, Alevi ve nicesi… İstanbul da benzer yapıda fakat daha izole ve kapalı bir çok kültürlülük içinde. İskenderun ve Arsuz’da yaşadığımız toplumsallık apayrı bir boyutta. Mesela kiliseye gitseniz topluluktakilerin hepsini bir şekilde tanırsınız. Çok sosyaldir kentimiz.
Bu cevabınıza istinaden, yeni kitabınıza değinmeden önce ister istemez depremde hissettiklerinizi sormak istiyorum. Sonrasında bölgedeki yardım çalışmalarında da oldukça aktif olduğunuzu biliyorum. Arsuz Kadınları adlı bir oluşumun da içindesiniz. Burada yaptıklarınızı da dinlemek isterim.
Deprem çok karanlıktı. Sonra karanlık yerini umutsuz bir boşluğa bıraktı. İlk günden itibaren Füsun Sayek Derneği ve diğer platformlarla dayanışma içinde kalarak depremzedeler ve yardım eli uzatan kuruluşlar arasında köprü olmaya çalıştık. Arsuz Kadınlarıyla ne yapsak yetersiz diye hissettik. İhtiyaçlara göre şekillenen yardımlarımız genelde kadın ve çocuk odaklı oldu.
Arsuz, İskenderun, Samandağ ve Antakya hala yaralı ve bakıma muhtaç. Hasarlı binaların yıkımı ve yeniden inşa süreci kontrolsüzce devam ediyor. Bildiğimiz yer değişiyor, dönüşüyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Ancak eskiyi de unutmamalıyız, yaşatmalıyız.
Bu amaçla Yeniden Antakya Platformu bünyesinde Antakya’yla ilgili bir bellek çalışmasına destek veriyorum. Bölgenin kültürü, tarihi, mimarisi, gastronomisi açısından bunu çok önemli buluyorum.
Tüm bu çalışmaların sonrasında “Ev” tam da kaybettiklerimizin üzerine bizi İskenderun’a götürüyor. Romanın bu yaz yayına girmesi bence oldukça anlamlı. Ama romanın hazırlık sürecinin oldukça geriye dayandığını biliyorum. “Ev” in yazım sürecini bize anlatır mısınız?
Ev’i Nazım Hikmet Kültür Merkezinin ‘Türkiye Hikayelerini Anlatıyor’ projesi için kısa hikaye formunda yazmıştım. Aile büyükleri ve Arsuz’da olayı hatırlayanlar kaba hatlarıyla aktarmışlardı. Hikayeyi romanlaştırmaya karar verince detay arayışına girdim. Uçak kazasını belgelemek istiyordum ama bir türlü kayıt bulamıyordum. İkinci bir kanaldan da Maryse Hilsz’in hayatını araştırmaya koyuldum.
Bir süre sonra bir aydınlanma yaşayarak neden hiçbir gazete haberi bulamadığımı fark ettim. Çünkü hikaye bana anlatılandan daha eski tarihliydi ve o yıllarda Arsuz Fransız mandası altında ve Suriye’de Halep Eyaletinin sınırları içindeydi. Haberler Arapça harflerle yazılmış olmalıydı. Hikayenin 1934 yılında gerçekleştiğini keşfettikten sonra uzun süredir anlamak ve anlatmak istediğim manda dönemine ve ilhak sürecine girme fırsatı bulmuştum. İskenderun ve Arsuz için hazırlanmış olan Fransız kadastro haritalarına, nüfus kayıtlarına ulaşmaya çalıştım. Eski fotoğraflar, kartpostallar, sokak isimleri bile birer hikayeydi aslında.
Bunun ötesinde dönemin muğlaklığı da tam bana göreydi. Çünkü arada kalma teması etrafında yazmak istediğimi biliyordum. Karakterlerin her birinin arada kaldığı faktörleri belirledim. Ve karşılarına her daim ne yapmak istediğini bilen demir gibi kararlı ‘Maryse Hilsz’i geçirdim. Uçmak uğruna ölmeye bile hazır, direnişçi bir kadın pilot. Muğlak bir dönemi anlatmak için biçilmiş kaftandı. Ayrıca öyle kritik bir dönemde neden Arsuz’a gelmişti? Bu merak da içimi kemiriyordu. Araştırmamın ölçeğini değiştirmeliydim. Hatay’la yetinemeyeceğim aşikardı. 2. Dünya Savaşı ve yükselen faşizm romanımın zamanıyla paraleldi. Ayrıca Fransa da çok çalkantılı bir dönemden geçiyordu. Öğrenci hareketleri, direniş ağları, devrilen hükümetler… 1934 ile 1946 yılları arasında araştırmam gereken tarihi olaylar benim için hayli yüksek bir çıtaydı. Panikle araştırdım. Araştırdıkça daha çok panikledim. Ve yazdıkça rahatladım. Ama hala endişelerim bitmiş değil.
Benim de kitapta dikkatimi çeken noktalardan biriydi “Maryse Hilsz” ve savaşta kadın bir karakteri ön plana çıkarmanız. Bu tercihin özel bir sebebi var mı?
Güçlü olanın bir kadın olması ve bu kadının dünyanın tarihini değiştirebilecek kararlılıkta ve cesarette olması İskenderun Sancağı’ndaki muğlaklığı anlatmak için bir fırsattı. Kadın arzusunu ve genel olarak arzuyu yazmayı da şahsen seviyorum. Bunu kişisel bir isyan olarak düşünebilirsiniz. Kadının gücünün azımsanmadığı ve kadının özgürce dile hükmettiği yapıları kurmayı önemsiyorum. Kadının ya da herhangi minör grupların yalnız ve güçsüz kılındığı her türlü ayrımcılığa bir tepki bu belki de.
Maryse Hilsz havacılıkta halen rekorları olan dünyaca ünlü bir kadın pilot. Onun gelişi Arsuz’da bir çok dengeyi değiştirmiş olmalı. Buna yürekten inanıyorum.
Kitap Paris’ten Beyrut’a uzanan bir coğrafyayı kapsıyor. Bir aile hikayesini anlatıyor bize ancak bir yandan da 1930’ların siyasi konjonktürünü ve İskenderun Sancağı’nın Hatay’a dönüşümünü aktarıyor. Bu dönemdeki çokkültürlü İskenderun’u adeta resmediyor. Bu anlamda nasıl bir İskenderun’dan bahsediyoruz o dönemde?
İskenderun liman kent olmasıyla, ticaretiyle ve gerek doğu gerekse batıyla kurduğu ilişkileriyle her zaman çok sayıda kültüre ev sahipliği yapmış, zamanının ötesinde modernliğe sahip bir sahil kenti. Meyankökü ticareti 19. Yüzyılın sonlarından itibaren kente ekonomik katkı getiriyordu. Bunun dışında verimli Amik Ovasının sunduğu tarım imkanları Fransızların da teşvikleriyle daha da umut verici hale geliyordu. Antakya’nın Hıristiyanlık açısından önemi ve çeşitli medeniyetlere ait tarihi zenginlikleri de eklendiği zaman arkeolojik ve turistik değeri büyük. Asi Nehrinden dolayı taşımacılık, ipekçilik, baharatçılık gibi canlı bir ekonomi içinde. Çeşitli misyonların ibadethaneleri ve bu komplekslerin okulları bölgede çok sayıda mevcut. Çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir mozaiği var.
Romanda ele aldığım dönemde kent de sosyal olarak çok renkli bir yapıda. Aslında yaklaşan on yıllarda şimdiye dek pek yazılmamış bir belle époque (güzel çağ) da var. Sanırım o nostalji biraz romantik yaklaşmama sebep olmuş olabilir. Genelde gümrük ve liman bölgesinde olan otellerin anlattığım ölçüde şaşaalı olduğunu zannetmiyorum. Fakat tarih okumalarında Fransız ve Ermeni menülerinin çok iddialı olduğu restoranlara, otellere rastladım. İskenderun cemiyet hayatı her zaman çok renkli. Yakın dönemde yaşanan ‘büyük bunalım’ düşünülünce fakirlik de hat safhada. Konsolosluklardaki kutlamalar, tenis turnuvaları, sinemalar, balolar, gemilerde partiler, özel terziler, şıklık var ama yalın ayaklık, başı kabaklık ve sefalet de var.
Arapça ifadeler de yer alıyor romanda. Arapçanın İskenderun sosyal yaşamındaki rolü nedir o dönemde?
Eğitimin bir bölümü Arapça sürdürülüyor. Etnik kimliğe göre Arapça bazı ailelerde ana dil olarak kullanılıyor ve bu alışkanlık günümüzde de devam ettiriliyor. Genelde toprakla uğraşan Alevi kesim Arapça konuşuyor. Çocuklar ve gençler İstanbul ve Ankara’ya olduğu kadar Suriye, Lübnan gibi ülkelere tahsil amaçlı gönderilebiliyor. Ortodoks Kilisesinde ayinler çoğunlukla Arapça. Arapça çarşı dili olarak da etkin diye tahmin ediyorum. En azından bugünden bakarak bu tahminin doğruluğu yüksek ihtimal. Plebisit sırasında çok tartışılan konulardan biri de bu. Lisan üzerinden azınlık çoğunluk tartışmaları bu dönemde hep canlı. Konuşulan Arapça giderek Türkçeden kelimeler devşiren bir yapıda. ‘Kulaktan dolma’ denebilir bence. Romanda buna özel yer ayırmamın sebeplerinden biri de dilin yarattığı kimlik kargaşasının altını çizmekti.
Khavacalar’dan da bahsediyorsunuz kitapta. Hristiyan, varlıklı erkeklere verilen ad diye de tanımlıyorsunuz. Kitapta Malikler bunun bir örneği, gerçek hayata dönersek, İskenderun’da geçmişten bugüne hangi ailelerden bahsedebiliriz ve bugün bu aileler varlıklarını sürdürüyorlar mı bölgede?
Khavaca günlük dilde ekonomik ya da eğitsel anlamda üst sınıf erkeğe hitaben kullanılan Bey anlamındaki söz. Saygı içeriyor. Aynı şekilde toprak sahibi, malik ya da eşraftan olan kadına da benzer bir hitap şekli var.
Evet, bölgede tezlere konu olmuş halen varlığını sürdüren şehrin ileri gelen armatör, çiftçi ve sanayici aileleri var. Burada aile isimleri olarak sayarsak bazılarını atlama riski var. Kimsenin gönlü kalmasın.
Kitapta bahsettiğiniz Malikler, bugün de İskenderun’un önemli ailelerinden biri olan Sayekler’e bir gönderme mi?
Malikler roman için oluşturulmuş bir prototip. Kurgusal bir aile oldukları için gerçekte belli bir aileyle birebir örtüşmeyebilirler. Nitekim aynı çatı altında kökten fikir ayrılıkları içinde olan bireyleri var. Bu, genelde bölgedeki aileleri tanımlayan bir yapı olmayabilir. Malik kelimesini kullanmamın sebebi mülkiyet ve hak sahipliği anlamları. Roman için kurguladığım aile de eski medeniyetlerden beri mala sahip çıkmak güdüsünde. Hatta bir bölümde Maryse onları kralcı olmakla tenkit ediyor. Kelimenin bu anlamı içermesini de seviyorum. Gene anıştırdığı melkani, melkâiyye kelimeleriyle Hıristiyanlıkta Bizans ritine işaret etmesi ve kraliyete dair, kral taraftarı anlamına gelen, Sâmî dillerde kral anlamına gelen ‘mlk’ kökü nedeniyle Arsuz’da yiten Bizans kültürüne atıfla bu ismi yaşatmak istedim.
Benim de mensubu bulunduğum Sayek ailesi Maryse Hilsz’i 1934 yılında ağırlamış. Zaten kitapta görselleri de var. Bana hikayeyi ve fotoğrafları aktaranlar da kuzenlerim ve aile büyüklerim. Ev gerçek ve halen Arsuz’da ayakta. Benim de çocukluğumdan beri sıklıkla bulunduğum özel bir mekan. Ancak roman tür itibariyle dramatik unsurlara ihtiyaç duyan bir form. Uzun soluklu bir koşu ve bu koşuyu sürdürmek için iniş, çıkışlar, düzlükler, virajlar şart… Dolayısıyla gerçeklerden sıklıkla sapmayı gerektiriyor. Zaten bunun için yazmıyor muyuz? Kurduğumuz hayallere kendimizi kaptırıp gerçeklerden fersah fersah uzak düşmek için…
Kitapta bir yandan da şehre olan aşkı okuyoruz. Buranın sizin de eviniz olduğunun altını tekrar çizerek sormak istiyorum İskenderun, Arsuz, İskenderunlular için ne ifade ediyor?
Aileyi… Köklerimizi… Koşulsuz sevgiyi… Beraber anlamlı olduğumuzu bilmeyi… Verebilmeyi ve alabilmeyi…
Son bir soru daha sormak istiyorum. Bir röportajınızda metnin tek başına varolabilen ayrı bir beden olduğunu ifade ediyorsunuz. Bunu saylayabilmek kuşkusuz ki bir yazar için başarı. Peki bunun zorlukları var mıdır? Özellikle Türkiyeli bir gayrimüslim olarak, azınlık konularını da işlediğiniz romanlarda bu zorluğu hissettiniz mi?
Gayrimüslim olmadan önce kadın olmak yeteri kadar minör hissettiriyor öncelikle. Bu arada bana bu ikisi neredeyse eş anlamlı gibi geliyor. Evet Helene Cixous’un dediği gibi metin bedendir. Onu yazandan ayrı bir varlıktır. Çünkü var olmanın ilk şartı tek ve eşsiz bir bedene sahip olmaktır. Bunu sağlayabilmek içten ve cesur olmayı, kendini ortaya koyarken utanmamayı gerektirir. Arzularından konuşmaktan kaçınmamayı gerektirir. Bir nevi çıplaklık aslında. Kendini ifşa… Bir kadın olarak bedenimi ortaya koymadığım halde yazdıklarım nasıl bir kadın sesine sahip olabilir ki? Esas kafamı kurcalayan soru işte bu! Rum kimliğini sahiplenmeyen bir Rum hikayesi ne kadar içtenlikli yazılabilir ki? Kendinden ayrılıp sadece o parçanla bütünleşmeyi kastediyorum.
Arzuları yazmak haliyle politik bir mesele. Tabii ki zorlandığım noktalar hep var ve olacak. Çok konuşan çok yanılırmış. Yanılgılara meydan vermeyecek şekilde özenmek, sabırla metni tekrar tekrar şekillendirmek gerekiyor. Dokuz köyden kovulmamak için de…
Başarabildiğimden emin değilim ama her metnin kendine özgü olması için elimden geleni yapıyorum. Araştırma etabını derinleştirebildiğim ölçüde yazdığım dönemle ilgili daha gerçekçi bir temsile ulaşabileceğime inanıyorum.
Çok teşekkür ediyorum bu güzel röportaj için. Kitabın bugün itibariyle istos Yayın’ın internet sitesinden, 21 Temmuz Cuma gününden itibaren de kitapçılardan temin edilebileceği bilgisini ilgili okuyucuya buradan iletmiş olalım.
Talin Azar
Comments