Geceden kalmış titrek bir kandil alevi aydınlatıyor yaklaşan gün doğumuyla kızıla çalan karanlığı. Yandığı iki haftanın ardından gece son bir defa yakılmış ama artık yağı tükenmiş fitilin, yanarken cızırtıları eşlik ediyor ucundaki titrek alevin dansına.
Bir nefeste sonlanıyor fitilin ucundaki alevin dansı ve iki parmak arasında son buluyor fitilin ucundaki son çırpınışları. Son bir defa dumanı yükseliyor kandilin ve son bir defa ardına koyulmuş ikonanın üzerinden süzülüyor. Süzülürken ardında çiğ taneleri bırakan sis bulutları gibi kandildeki yağın isini bırakıyor ardından ikonanın üstünde. Söndürürken fitilin ucundaki son zeytinyağının bulaştığı parmaklar, uzanıyor ikonaya doğru; parmaklar hafifçe sürülürken ikonanın üstünde, ucundaki zeytinyağı da kavuşuyor on beş gündür süzülen isle beraber ikonanın üzerinde birikmiş yağ izlerine. “Ya Meryem al Adra” yani “Ey Ulu Meryem” zikri yayılıyor odanın içinde. Dudaklara doğru giderken yağ bulanmış parmaklar, sonra “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına” diye devam ediyor haç çıkararak. İkona karşısındaki bu küçük ritüelin ardından geçmiş günün sayfasını yırtmak için duvardaki takvime uzanıyor bir el ve yeni günün sayfası açılıyor henüz güneş açmadan.15 Ağustos günü Eid al Seydi günüdür: Hanımefendimizin, Meryem Ana’nın Bayramı. Bu bayram gününde Meryem Ana’nın sonsuz uykuya yatışı ve ebediyete intikal edişi, yani ölümü anılır çünkü Ortodoks inancına göre insan ancak ölümden sonra kutsala erer ve ebediyete intikal eder. Ölümün hüznü ardından gelen bu kutlu son gibi on dört günlük bir perhiz döneminin ardından gelir bayram günü. On dört gün boyunca hiçbir kan akıtılmaz, hayvansal gıda tüketilmez ve Sawm al Sayde (Meryem Ana Orucu) için diğer bayram oruçlarından farklı olarak zeytinyağı dahi tüketilmez. On dört gün boyunca kandiller yanar Meryem Ana ikonaları önünde ve dualar edilir Ulu Meryem’e. On dört günün sonunda bayram ayininde alınan komünyonun ardından bayram günüyle beraber bayram sofralarında açılır oruçlar ve son defa yanar kandiller.
Takvimler 15 Ağustos’u gösterdi mi henüz güneş doğmadan gün doğar evlerde, son kez oruç niyetlenmiştir kalplerde ve son kez kandiller söner şehrin her bir köşesinde. Şehrin her bir köşesinde sönerken kandiller, Meryem Ana’nın mucizesini gösterdiği, insanlara göründüğü üç yerde hala yanar kandiller. Meryem Ana adeta şehrin üç yerinde oturmuş makamına gelecek insanlarını ve kutlanacak olan ebediyeti bekler.
Meryem Ana’nın makamının bulunduğu, mucizesini gösterdiği şehrin üç yerindeki efsaneleri dinledim. Üç kadın oturup anlattılar zamanın acımasız hafızasında henüz kaybolmamış, dilden dile aktarılmış, kitaplarda yazılması gereken anılarını. Üçü de “Oğlum” diyerek başladılar sözlerine.
Bu üç makamdan artık göz önünde olmayan sadece hafızalarda yer eden, Arsuz’un Hacıahmetli köyünün sınırları içerisinde kalan Seydi Makamını anlatmaya başladı. İnanışa göre Meryem Ana Efes yolundayken buraya ayak basmış, orucunu on dördüncü günün sonunda göletten çıkan bir balıkla burada açmış ve üç gün dinlenip suyundan içtikten ve yıkandıktan sonra yoluna devam etmiş.
“Tante” diyorum, “nasıl kutlanırdı orada bayramlar?” Tante anlatmaya başladıkça zamanda geriye gitmeye başlıyoruz ve anılarının hayali canlanmaya başlıyor etrafımızda: Yıllar öncesinin bir 14 Ağustos sabahına gidiyoruz, benim daha önce hiç şahitlik etmediğim bir bayram heyecanı bir tatlı telaş başlıyor etrafımızda, tıpkı Meryem Ana’nın yaptığı gibi oruçlarını orada açmak, bayramı orada karşılamak için orucun on dördüncü gününde, 14 Ağustos’ta yola çıkıyor aileler. Meryem Ana’dan kendilerine kalan bir gelenekmişçesine devam ettiriyorlar nesiller boyunca. 14 Ağustos günü yola çıkmadan önce başlamış hazırlıklar, khavacalar (toprak ve iş sahiplerine verilen yöresel Arapça unvan, ağa) günler öncesinden ırgatlarını yollamışlar, bir yıl içinde etrafta büyüyen otları temizletmiş, her ailenin kendi hasırını sereceği alanları setler halinde bir tribün gibi düzenletmiş; adeta bir bayram evi gibi ailelerin gidişine, bayram gününe hazırlatmışlar.
Evlerde de bir o kadar yoğun bir hazırlık sürüyor yola çıkılacağı zamana kadar: evin hanımları bayramlıkları hazırlıyorlar günlerce, çuvallarla bulgurlar, unlar, meyve-sebzeler ve üç gün bütün aileye, diğer ailelerle paylaşmaya yetecek kadar erzaklar hazırlanıyor. Evlerde bu hazırlıklar devam ederken bahçelerde bekleyen koyunların sesleri geliyor kulağımıza. Her biri farklı niyetlerle Meryem Ana’ya adanmış, Meryem Ana’ya kurban edilecekleri bayram sabahını bekliyorlar bizim kadar heyecanlı olmasalar da. Bir yandan hazırlıklar tamamlanırken, bir yandan da ellerinde atlarla seyisler geliyorlar ahırlardan. Atları gören evlerinde heyecan artıyor, bir yandan erzakları atlara yüklerken bir yandan da atlara binmeye başlıyorlar, artık vakti gelen yolculuk için. Kıvrımlı patikaları, bir ucu uçurum olan dağ yollarını izleyerek varacakları ormanın içindeki bu saklı kalmış makam için yürümek ya da ata binmek en güvenilir ve tek çare.
Her evden birbirlerine katılarak yola çıkıp her adımda daha da kalabalıklaşıyorlar. Katılan her aileyle beraber kimisi yürüyerek kimisi atlı konvoy daha da uzuyor. Yedi davul yedi zurna eşlik ediyor bu gittikçe uzayan gittikçe kalabalıklaşan konvoya. Konvoyun başını ise her yıl olduğu gibi aralarındaki en güzel Arapçasıyla, manileriyle dizmeleriyle Tante’ın annesi çekiyor. O bir dize söyledikçe en önden, konvoydakiler de tekrar ediyorlar yedi davul yedi zurnayla birlikte. Ben de kulak veriyorum en baştan gelen bu sese:
– Şemiyi ceyi min el şem (Şamlı geldi Şamdan) Nışram ceyi min şemiyi (Şam şamlıdan geldi) – Ya khduda, khdudu el rımmen (Yanakları nar gibi) Ena fesfis bi iydeyyi (Ellerimle ayıklarım)
Türküler, maniler eşliğinde patika yolları geçerek varıyoruz Meryem Ana Makamı’na. Burası ağaçların arasında gizli kalmış, zaman içinde bayram kutlamaları için setler halinde tribünler yapılmış büyük bir alan. Bu alanın hemen aşağısında ise Meryem Ana’nın yıkandığına inanılan gölet duruyor buz tertemiz gibi suyuyla. Göletin ortasında ise bir mucize gibi bir koca kaya asılı kalmış yüzüyor suyun üstünde. Anlatılan inanışla beraber Meryem Ana canlanıyor hayalimde. Belki de yıkandığı sudan çıkmış bu kayanın üstüne oturmuş saçlarını tarıyor ama o inse de oturduğu o kaya havada asılı kalmaya devam ediyor.
Ben bu mucizeyi hayalimde canlandırmaya çalışırken her aile de tribün halindeki toprak düzlükler üzerinde her yıl yerleştiği yerlerine kendi elleriyle dokudukları hasır ve kilimlerini serip yerleşmişler. Bir yandan da büyük bir ateş yakılıyor meydanda, daha bayram gelmeden coşkusu gelmiş gençlere, ateş etrafında şarkılar eşliğinde halaylar tutmaya başlıyorlar. Evin ahalisi de son oruç gününün yemeklerini yapıyorlar hasırlarının üstünde. Halaydaki coşku ve birliktelik, sofralarda da devam ediyor. Herkes bir araya geliyor kim ne hazırlamışsa paylaşmaya başlıyorlar, kimi evden zeytinyağlı kerebiçler, kahkeler getirmiş, kimi hemen oracıkta bulgurla köfte yoğurmuş. Paylaştıkça bereketlenen bu sofrada neşeyle vakit geçiyorlar.
Gece boyunca hep beraber şarkılarla, oyunlarla, halaylarla bayram sabahını ediyorlar. Kilimlerin üzerinde bulgur çuvallarına yastık niyetine yattıkları uykularından, yüzlerine vuran güneşin ilk ışıklarıyla bayram sabahına uyanıyorlar.
Geceden sabaha yanan, tıpkı insanlardaki bayram coşkusu, birliktelik ve kalplerindeki iyilik gibi hiç sönmeyen ateşin etrafında bir araya geliyorlar. Dualarının kabulünü ve Seydi’nin müjdesini göstermesini dileyerek kurbanlarını adıyorlar. Bayramın coşkusuyla yanan bu koca ateşin közüyle bahurlar yakıp dumanların yükseldiği gökyüzünün altında, gölgesi düşen ağaçların arasında bayramı kutlamaya başlıyorlar. Kuşların, rüzgârda hışırdayan yaprakların, göletten gelen suların sesine neşeyle söylenen şarkılar karışıyor. Bir yandan davula vurulan tokmakların diğer yandan et döven ve hırise karıştıran tokmakların ritmi eşlik ediyor şarkılara. Herkes, tavanı gökkubeye kadar varan sadece hasır üzerine serilmiş evlerinde komşularıyla yemekler hazırlarken, annesine yardım etmekten kaçabilmiş gençler yürüyüşler yapıp sohbetler ediyor. Bir yandan çocuklar da göletin içinde yüzüp oyunlar oynayıp güneşin altında serin suların tadını çıkarıyorlar.
Dördüncü günün sabahında artık üç gün üç gece yanan ateş sönüyor. Aileler toplanıyor ve geldiğimiz gibi yine atlara biniyor, “her sene bugünlere” dileyerek gelecek sene de görüşmek üzere vedalaşıyoruz Seydi’yle.
“Peki ne oldu da gidilmez oldu, Tante?” “Al Adra bizi istemez oldu, oğlum.”
Bütün bu şenlikler boyunca herkes gönlünce eğleniyor ama asla Al-Adra’ya saygısızlık etmeye, makamın anlamına aykırı davranmaya izin verilmiyor. Böyle kişiler hemen aileler tarafından uyarılıyor devam edilirse khavacalar onları makamdan gönderiyor, hiç kimse Al-Adra’ya yapılan bir saygısızlığa müsamaha göstermiyor.
Bir sabah uyanıyorlar ki Meryem Ana’nın göründüğüne inanılan göletin üstündeki o berrak sular çekilmiş bütün göletin üstü kayalarla kaplanmış, bunu görenler bunun Meryem Ana’nın bir uyarısı olduğunu söylüyorlar. Kuruttuğu sularını insanlardan uzaklaştırıp daha farklı bir yerde beliriyor gölet. Şelalelerden gelip gölette birikirken suların değdiği her bir taşta ikonaların şekilleri belirmiş, göleti ortasında havada asılı kalmış bir taşın üzerinde Meryem Ana oturmuş saçlarını tararken insanlarına görünüyor. Bu mucize karşısında artık Meryem Ana’ya saygısızlık etmekten tedirgin oluyorlar. Bir zaman sonra Meryem Ana Makamı’nın yakınında bir maden bulunuyor, atlarla gittikleri o patika, dağlık yollar değişerek madene giden araç yollarına dönüyor. Onlar da ilk defa atlarla gitmek yerine arabayla gitmeye karar veriyorlar, önden bir pikap arkadan da içi insan dolu üstü onların eşyalarıyla dolu bir otobüsle çıkıyorlar yola ama ilk defa arabayla çıktıkları yol tahmin edemeyecekleri kadar tehlikeli. Önden giden pikap otobüsün onlara yetişebilmesi için yolda durup beklerken otobüs anormal bir şekilde pikaba doğru yaklaşıyor. Herkes uçuruma düşmekten korkarken koca otobüs pikaba çarpınca sanki bir kayaya toslamış gibi duruyor, kimsenin burnu bile kanamadan kurtuluyorlar.
“Anlatsalar inanmazdım ama gözlerimle gördüm” diyor Tante. “Anladık ki Al Adra artık bizi istemiyor ama merhametini de bizden esirgemeden canımızı kurtardı” diyor büyükler ve bir daha hiç gitmiyorlar Seydi’ye. Madenle beraber doğası, mahremiyeti ve huzur ortamı da bozulan makamına rahatsızlık vermemek bu uğruna bu gelenekten vazgeçiyorlar.
Yıllar sonra o zamanın küçükleri, hatıralarındaki o makamı teslim olduğu otların, ağaçların, doğanın içinden bulup geçmiş zamanların anısına belki de geçmişlerini affettirmek adına bir dua yeri, minber yaptırıyorlar. Papazlarla beraber ziyaret edip sembolik ayinler yapılsa da hiçbir zaman eskisi gibi coşkulu olamıyor. “O günleri yaşamayan bu dünyada hiçbir şey yaşamamıştır oğlum” diyerek bitiriyor sözlerini Tante.
Arsuz’dan uzakta, bir zamanların Kuseyr’inin Cneydo köyünde zeytin ağaçları arasında görünen Meryem Ana’nın makamında benzer bayram kutlamalarına gidiyoruz. Günümüzün Altınözü’nde Tokaçlı köyünde zeytinliklerin arasında halk arasında Sıtt Al-Seydi denilen bir kilisede ve bahçesinde hala devam ediyor.
Annenannem anlatıyor orada yapılan kutlamaları. Yine bir 14 Ağustos gününe gidiyoruz Cneydo köyünde. İnsanlar adaklarını almış yanlarına sırtlarında yastıklarıyla, kilimleriyle çıkıyorlar zeytinliklerin arasından geçen toprak yolları. Papazlar çıkıyor onların ardından, orucun son gününde güneş battıktan sonra yapılacak akşam ayini için. Akşam duasından sonra yataklarını birer zeytin gölgesine serip geçiriyorlar o geceyi makamın bahçesinde. Yüzlerine vuran ilk güneş ışıklarıyla kalkıp adaklarıyla karşılıyorlar bayram sabahını. Adağı olanlar, isminin bayramını tutanlar hazırlıklarına başlıyorlar, adaklarını, ikramlarını, kıddeslerini, hazırlamaya başlıyorlar. Adanmış hıriseler, mercimekli pilavlar, tatlılarla beraber kilisenin bahçesi de günler önce bayram hazırlıklarının başladığı evler gibi bayram evine dönüşüyor; insanlar Seydi’nin evinde, onun bayramını kutluyor tutulan dabkeler (halaylar) eşliğinde.
Benim annem de böyle bir günün sabahında doğuyor, bir yandan bayram coşkusu yaşanırken büyükler “İsmiyle geldi” diyerek annemin adını Seydi koyuyor. Bu bayram aynı zamanda bu ismi taşıyan herkesin isim günüdür. Bu ismi taşıyan kişilerin evlerinde masalar açılarak kete, kömbe, kerebiç, ceviz, patlıcan ve turunç reçelleri ve ev yapımı likörlerle misafirler ağırlanır. Halk arasında ‘bayram tutmak’ denilen bu gelenek tüm Aziz ve Azize isimlerinde sürdürülür ve bu günler şehrin tüm farklı inançları tarafından kutlanır.
Babaannem bu geleneklerle beraber anılarını da aktarırdı bizlere. O anlattıkça Antakya ve Affan mahallesi anılarında canlanırdı. O anlattıkça yürümeye başlıyoruz anılarındaki Eski Antakya sokaklarında. Evlerin arasında dar sokaklarda yürürken bir Antakya evinin önünde duruyoruz: Pedro Amca’nın evi…
Yıllar önce bir sabah yağlar süzülmeye başlıyor evdeki Meryem Ana’nın resminden. Ev halkı toplanmış, evin hanımının vefatından sonra artık Yeni Antakya’ya taşınmaya hazırlanırlarken karşılaşıyorlar süzülen yağ damlalarıyla. Şaşkınlık karışıyor hüzünlerine ama yağın kaynağını arasalar da bulamıyorlar. “Bu bir mucize.” diyor Pedro Amca, kiliseye gidip papazlara haber veriyor. Bir telaş başlıyor etrafımızda. Papazlar geçip gidiyorlar yanımızdan; duvarın ardına, resmin arkasına bakıyorlar ama yağın kaynağını bulamıyorlar. Şehirde haberi duyan diğer din adamları da gelip hayretle bakakalıyorlar bu olay karşısında ve onların kararıyla, Pedro Amca’nın da rızasıyla duvarın altı kazılıyor, yağın kaynağına bakılıyor ama hiçbir iz bulamıyorlar. “Bu bir mucize” diyor papazlar, “Meryem Ana’nın mucizesi.”
Mucizeyi duyan şehrin insanları da geliyorlar bu mucizeye tanıklık etmeye, mumlar yakıp dualar etmeye. Meryem Ana’nın mucizesini gösterdiği bu ev, bayram evi oluyor her Meryem Ana Bayramında: ayinler yapılıyor, mumlar yakılıyor, dualar edip adıyor insanlar. Zaman içinde bahur dumanı gibi etrafa dağılan insanlarla beraber anılarda kalıyor artık bu kutlamalar ama kandiller hala yanıyor, yaşlar hala akıyor Meryem Ana’nın gözlerinden. “Sanki evlerinden gitmelerini istemiyormuş gibi ağlıyordu Meryem Ana” diyerek susardı babannem, anıları da onunla beraber susup silinirdi etrafımızdan. O ev depremde yıkıldı, ikonanın da yandığı söyleniyor ama mucizenin akıbetini bilen yok ama her ne haldeyse şehrinden giden insanlarının ardından akıyordur mucizevi gözyaşları. Gözlerinden süzülen yağda şifa bulan her insan gibi gözyaşlarının aktığı yerden şehrimiz de şifa bulup yeniden ayağa kalkacak çünkü bu toprakların insanı Meryem Ana’nın şifasına inanır.
Hasta yatağında şifa bekleyen bir kadına rüyasında Meryem Ana görünmüş. Kadın artık öleceğini düşünüp son duasını ederken Meryem Ana “Şükret kızım, seni iyileştireceğim.” demiş. Rüyadan uyandığında yastığının altında bir haç bulmuş. Bunun nereden geldiğini anlamaya çalışırken ağrılarının dindiğini hissedince kendisini Meryem Ana’nın iyileştirdiğine inanmış.
Meryem Ana mucizesinin bu toprakların kadınları elinden devam etmesi için yıllar sonra kendisine emanet edilen haçı babaanneme bırakmış. Babaannem de kız kardeşim doğduğunda haçın kadınlar eliyle devam edeceğinden emin olunca bu haçı anneme emanet etmiş. Bir şifa bekleyişinde bu sefer Meryem Ana anneme görünerek “Ben seni iyileştireceğim, sen de orucumu tut.” diye buyuruyor. Bu yüzden de bu oruç ve bayram evimizin en önemli geleneklerinden oluyor.
Bugün 15 Ağustos 2023. Benim dinleyip anlattığım, hatıraların ve efsanaelerin tüm güzellikleriyle beraber canlanıp insanlarla yürüdüğü yollarda yürüyor mahzun bir şehrin insanları bugün; belki de ayakta kalan tek Seydi Makamı’nda, Cneydo’da yapılacak bayram ayini için. Tıpkı hatıralardan canlandığı gibi birer ikişer kalabalıklaşarak katılıyorlar birbirlerine. Kucaklaşmalarımızdaki hasretlik sevincin yerini acılı bir şükür alıyor: ölümün içinden çıkmış insanların birbirini dünya gözüyle görmesinin şükrü. Bugün şehrin insanları bir gece karanlığında kaybettikleri şehirlerinin tekrar kuruluşunun ve şehirlerine kavuşacakları günün uğruna adaklar adayarak çıkıyorlar yolları.
Bayram ayini başlıyor bahurlar ve mumlar eşliğinde ve şu pasajlar okunuyor İncil’den: “Petrus gözyaşları içinde sana şöyle dedi: ‘Lekesiz Bakire, herkesin yaşamı olan seni burada uzanmış yatarken görüyorum ve hayrete düşüyorum. Çünkü gelecek yaşamın mutluluğu sende konut kurmuş. Şehrinin tehlikelerden korunması için Oğlun ve Tanrına gayretle yalvar’.”
Binyıllık bu sözler şehrin ayakta kalan tek kilisesi St. Pierre Kilisesi’nin Meryem Ana Kilisesi’ne yakarışları misali yankılanıyor şehrin semalarında. Onun mucizelerini ve bu topraklardaki hikayelerini anlattığım, Meryem Ana’nın kutsala erdiği bu bayram gününde sesleniyorum ona kendi dileklerimle: “Şehrinin tehlikelerden korunması için Oğlun ve Tanrına gayretle yalvar. Sen ki Theotokos Meryem Validemiz; doğumunla, ölümün içinden dirilişi müjdeledin. Bir anne doğurganlığı kadar bereketli ve kucağı kadar kardeşçe yaşanan bu kadim şehirde de yeniden dirilişi müjdele.”