Nehna ekibini tanımaya Anna Maria Beylunioğlu’yla devam ediyoruz. Anna Maria, profesyonel şeflik eğitimi almış bir siyaset bilimci, “Mutfaktaki Akademisyen” adlı web sitesinin sahibi. Şu anda üniversitelerde hem din ve siyaset ilişkisi hem de yemek, siyaset ve toplum ilişkisi üzerine dersler veriyor. Antakyalı Ortodokslara dair akademik yayınları da bulunan Anna Maria’yla gelecekteki akademik çalışmalarını, Nehna ekibine nasıl katıldığını, platformun oluşum sürecini ve gelecekte Nehna’yı nerelerde görmek istediğini konuştuk.
Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş
Sevgili Anna Maria, halkımızın çoğu seni tanıyor ama tanımayan okurlarımız için kendini biraz tanıtır mısın?
Ben 1983 yılında Samandağlı ve İskenderunlu bir ailenin çocuğu olarak Mersin’de doğdum. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında lisans eğitimi almak için geldiğim İstanbul’da kaldım, o zamandan beri bu şehirde yaşıyorum. Üniversiteden mezun olduktan sonra uzun yıllar Bahçeşehir Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştım. Bu sırada yüksek lisansımı İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Türk-Yunan İlişkileri odaklı bir Uluslararası İlişkiler Programı’nda tamamladım. Bu dönemde kimlik kartlarında din hanesinin varlığını din, toplum ve siyaset perspektifinden Türkiye ve Yunanistan’ı karşılaştırarak çalıştım. Daha sonra İtalya’da Sosyal ve Siyasal Bilimler alanında doktora yapma şansı elde ettim. 2017 yılında doktoramı bitirdim, ancak daha sonra akademiye inancımı yitirdiğim bir dönem oldu. Bu süreçte bir süre akademiye ara verip uzun dönem profesyonel aşçılık eğitimi aldım. Ancak çeşitli sebeplerle akademiye geri dönme kararı aldım. Akademik alanda din-devlet ilişkileri, din özgürlüğü, Türkiyeli azınlıklar konularına kafa yormaya devam ediyorum, çeşitli üniversitelerde din, siyaset ve toplum dersi veriyorum. Ancak uzun yıllardır yemek, toplum ve siyaset konuları da ilgimi çekiyor, bu konuda okumalar yaparak geçiyor vaktim. Bilenler bilir bir yemek blogum var, adı “Mutfaktaki Akademisyen”, aşçılık eğitimimi aldıktan sonra akademiye geri dönme konusunda beni motive eden “Yemek, Toplum ve Siyaset” adlı bir ders tasarlamak olmuştu. Şimdi bu dersi de veriyorum üniversitede.
Beylunioğlu ailesini Hatay’da ve Mersin’de yaşayan halkımızdan hemen hemen tanımayan yokur. Bu durum hayatında bir kolaylık sağladı mı?
Evet, Beylunioğlu ailesi özellikle Antakya’da bilinen bir aile. Alber Beyluni, Ojen Beyluni, Alfred Beyluni, Can Beyluni hep bizim aileden. Babamın dedeleri ile farklı derecelerde kuzenler. Ancak bir kısmı ben doğmadan çok önceleri Türkiye’den ayrıldılar, bazıları da vefat etmiş. Ojen Amca ile Alfred Amca’yı çok iyi hatırlıyorum gerçi. Şu anda Türkiye’de Beyluni soyadlı çok aile kalmadı. Sadece bizim çekirdek aileden söz edebiliriz. Özellikle İstanbul’a geldiğimde ve akademik hayatımda karşılaştığım Antakyalılar soyadımdan beni tanıdıklarını hep ifade eder, tanıdıkları Beylunileri sayar ve o kişilerle yakınlığımı sorarlardı. Bu durum bana kolaylık sağladı diyemem, çünkü ben genellikle hep kendi çabamla bir yerlere gelmeye çalıştım. Aksi de ruhuma aykırı olurdu sanıyorum. Ancak, din özgürlüğü ve dini/etnik azınlıklar konularına eğilen akademik çalışmalarımda, Hıristiyan olmamın yanı sıra, Beyluni soyadımın da bir güven yarattığını hissettiğimi inkâr edemem.
Doktoranı İtalya’da yaptığını söyledin. Şanslısın.
Evet, İtalya’nın Floransa kentinde bulunan Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde Sosyal ve Siyasal Bilimler alanında Prof. Olivier Roy’un danışmanlığında doktora yaptım. Türkçeye “İslami ve Seküler Değerler Arasında Din Özgürlüğü: Türkiye’deki Hıristiyanlar” şeklinde çevirebileceğim doktora tezimi 2017 yılında savunarak doktorayı tamamladım. Floransa gibi zihin açıcı bir şehirde doktora yaptığım için ben de kendimi şanslı hissediyorum. Doktora dışında bana çok şey kattı Floransa. İtalyancaya ve İtalyan yemek kültürüne sevgim bu şehirde gelişti. Yemek-kimlik ilişkisi üzerine burada düşünmeye başladım. Yeri başkadır benim için.
Seni bir yazar olarak tanıyordum. Akademisyen arkadaşlarınla birkaç kitap yayınladın. Bana bu kitaplardan biraz bahsedebilir misin?
Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımızı 2018 yılında istos Yayınları’ndan çıkardık. Bu kitapta yazılmış bir makalenin yazarlarından biriyim ben. Kitapta Haris Rigas’ın tarihsel, ben ve Özgür Kaymak’ın politik-sosyolojik, Şule Can ve Zerrin Arslan’ın politik ve Polina Gioltzoglou’nun da antropolojik bir perspektiften Antakyalı Ortodoksları anlattığı makaleleri mevcut. Bu kitap içinde yer alan makalemizde Antakyalı Ortodoksların -kilisenin değil, insanların- bugün kendilerini sosyolojik anlamda nasıl tanımladıklarına ve İstanbul Rumlarıyla ilişkiselliklerine değindik. Daha sonra yine istos’tan Kısmet Tabii… adlı kitabımız çıktı bu yılın ilk aylarında. Bu kitapta da İstanbul’da bulunan Rum, Yahudi ve Ermenilerin, gerek kendi aralarında ama çoğunlukla Müslümanlarla yaptıkları evliliklere odaklandık.
Yeni bir kitap yazmayı planlıyor musun?
Çok yakında değil. Malum ikiz kızlarım var, üniversitede dersler veriyorum ve şimdi bir de Nehna var. Ama niyetim var. Yakın zamanda farklı dinden insanların bir arada yattığı Mersin Mezarlığı’nda, mezarlıktaki şehitlikle komşuluk yapan rahmetli dedemin ve anneannemin yattığı aile mezarının kapısına yeni cenaze girişini engelleyecek şekilde bir duvar ördüler. Aile olarak bu sorunu çözmeye çalışırken Türkiyeli gayrimüslimlere dair ötekileştirme ve ayrımcılık karşımıza çıktı. Seküler bir ülkede sadece Müslümanların hassasiyetlerinin dikkate alınmasına bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak şaşırmıyorum, fakat yine de bu konu, yani mezarlık meselesi çok önemli. Toplumsal bir barıştan bahsedeceksek ileride, mutlaka bu konuda da adımlar atılması gerekiyor.
Ferit Tekbaş ve Anna Maria Beylunioğlu
Aynı zamanda profesyonel aşçılık eğitimi aldığını söyledin. Aşçı olmaya nasıl karar verdin ve bunun Antakya mutfağıyla bir bağlantısı var mı?
Şu anda aşçılık yapmıyorum maalesef. Ancak aşçılık eğitimi alarak çok doğru bir karar verdiğimi düşünüyorum. Hikayesini anlatayım. Kendimi bildim bileli yemek yapmakla çok, iyi yemek yemekle daha çok ilgiliydim. Ancak 2011 yılında doktoraya başladığım yıllarda stres atmak için her bulduğum fırsatta kendimi mutfağa atar olmuştum. Sık sık annemi, babamı ve nenelerimi arayıp yemeklerin geleneksel şekliyle nasıl yapıldığını sormaya başladım. Böylece Antakya yemeklerini yeniden keşfediyordum. Güzel yaptığıma inandığım yemekleri de eşimin tavsiyesiyle bir blogda toplamaya başladım. Bu blogun ismi zaman içerisinde “Mutfaktaki Akademisyen” oldu. İtalya’dan dönmeye yakın akademiye inancımı yitirmeye başladım, öyle ki, tamamen bırakmayı düşündüm. Tek istediğim şey aşçı olmaktı. İstanbul’da bir aşçılık okulunda uzun dönem profesyonel aşçılık eğitimi aldım. Stajlarımı çok iyi yerlerde yaptım, fakat buradan da mezun olurken kalıbıma sığamadığımı hissettim, istediğimin aşçı olmaktan da fazlası olduğunu düşündüm. Bir süre gönüllü olarak yemekle ilgili sosyal projelere katkı sağladım. Bunlardan en önemlisi de sanırım Suriyeli mültecilerin gıda girişimciliği üzerinden topluma entegrasyonunu destekleyen bir girişimdi. Daha sonra ikiz çocuklarıma hamilelik sürecinde profesyonel mutfaktan uzak kalmam gerekti. Şimdi üniversitede yemek ve siyaset üzerine ders veriyorum. Aynı zamanda bir Slow Food üyesi olarak çeşitli projelerin içinde yer almaya devam ediyorum. Bir Antakyalı olarak yemek ve siyaset üzerine düşünmeyi seviyorum, ileride bu akademik yayınlarımı yemek ve siyaset konularında yapmak istiyorum.
Nehna projesi fikrimi ilk sana ve Mişel’e anlatmıştım. O zaman da halkımızdan genç, dinamik, bu alanda tecrübeli kişiler arayışındaydım. Sana sorduğumda senin biraz tereddütlü davrandığını hatırlıyorum ama daha sonra Nehna için benden fazla heyecanlandın. Bunun nedeni neydi?
Sen bana ve Mişel’e konuyu açmadan çok daha önce, Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabını yayına hazırladığımız yıl, Mişel ve Ketrin’le toplumumuza dair gerek kültürel, gerek de güncel sorunlara dair çalışmalar yapılması gerektiğini ve bunun büyük bir eksik olduğunu konuşuyorduk. Kitabımız yayınlandıktan sonra da seninle yollarımız kesişti. Online gazete fikrini bana açtığında, dediğin gibi, biraz tereddüt ettim. Bunun çeşitli sebepleri var tabii. Öncelikle yayıncılık benim daha önce tecrübe ettiğim bir alan değildi. Bu konuda aktif bir rol üstlenebilecek gücü görmemiştim kendimde. İkincisi, bir ekip kurmak gerekiyordu, bu ekibin anlaşması, ortak bir noktada buluşması çok kolay gözükmüyordu. Bir de tabii, bizim toplumumuzun yayın yapma pratiği diğer cemaatlerle karşılaştırıldığında çok daha az. Yazı yazmak ve düzenli ve kaliteli içerik oluşturmak gerçekten emek gerektirecekti. Böyle bir projenin içerisinde yer aldığımda, akademisyen olarak çok daha aktif bir rol almam gerekeceğini tahmin ediyordum. Ve sen toplumumuza dair bir platform kurma fikriyle bana geldiğinde ikiz çocuklarıma hamileydim ve kızımın rahatsızlığı sebebi ile doğumdan sonra da bir yıla yakın bir süre yoğun bakımlarda geçen uzun bir sürecimiz oldu. Tüm bu nedenlerle, sana böyle bir platform kurulursa, orada seve seve düzenli yazı yazabileceğimi, fakat kurucu ekipte yer alamayacağımı ifade etmiştim. Ancak daha sonra topladığımız ekipte çok farklı fikirlere sahip insanlardan oluşmasına rağmen güzel bir sinerji yaratmayı başarabildik ve oluşturulan proje beni her zamankinden daha çok heyecanlandırmaya başladı. Ekip çok iyiydi, dolayısıyla yayın yükünün altından hep beraber kalkabileceğimize ve kızımın hastalık süreci devam etmesine rağmen, Nehna projesi içerisinde aktif bir şekilde yer almam gerektiğine zaman içerisinde ikna oldum.
Nehna projesinin ön hazırlıkları bir seneden fazla zaman aldı. Nedeni neydi?
Dediğim gibi çok farklı fikirlere sahip altı kişi bir araya geldik. Birbirimizi yeteri kadar tanımıyorduk. Bu durumda bir platform kurmak gerçekten hiç kolay değil. Öncelikle bu topluma dair ne yapmak istediğimizi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu düşündüğümüzü birbirimize anlatmamız gerekiyordu. Platformun ismine karar vermemiz aylar aldı. Bunun en temel sebebi toplumun içinde devam eden Rumluk-Araplık tartışmasıydı. Dinamik, zamanın ruhuna uygun bir platform oluşturma derdindeydik, öncelikle toplumumuza hitap eden tek kelimelik, kapsayıcı bir isme ihtiyacımız vardı. Bu nedenle toplumumuzun yüzyıllardır konuştuğu dilde “biz” anlamına gelen nehna’da karar kıldık. Sonra, şu anda websitemizde “biz kimiz” adı altında yer alan manifestomuz üzerine kafa yorduk. Şu an hala hem platformumuza seçtiğimiz ismin Arapça olması hem de bu manifesto üzerinden eleştiriler aldığımız oluyor ancak ben hem ismin hem de manifestomuzun toplumumuza dair fikirleri olabildiğince kapsayabildiğini düşünüyorum. Son olarak kaliteli bir içerik üretmek ve bunu iyi bir altyapıyla sunmak için yaptığımız toplantılar ve web sitesinin hazırlanması zaman aldı. Ancak sanıyorum beklememize değdi, benim de daha şimdiden içinde olmaktan mutluluk duyduğum bir proje oldu Nehna.
Editörlüğün yanında hangi konular üzerinde çalışmalarınla yer alacaksın Nehna’da?
Yazabileceğim çok konu var. Antakyalı Ortodoksların aidiyet algısı üzerine daha önce akademik çalışmalarım olmuştu. Bu konularda da yazacağım ve röportajlar yapacağım elbette, fakat ben daha çok yemek konularında yazılar kaleme almak istiyorum. Yemek ve kimlik ilişkisi son yıllarda beni gittikçe artan bir şekilde içine çekiyor ve Nehna için bu konuda yazdığım ilk yazıda da belirttiğim gibi, bu ilişkinin Antakya ve çevresinde çok daha güçlü olduğunu hissediyorum. Buna dair bir kitap yazma fikrim de vardı yakın geçmişte. Büyüklerimizle yemek üzerinden sohbetler gerçekleştirip hikayesi olan yemekleri kimliğin önemli bir unsuru olarak ortaya koymayı amaçlıyordum. O proje bir süreliğine raftaydı ama Nehna için yapacağım röportajlarla sanıyorum bu fikri hayata geçirmenin vakti geldi.
Nehna’da sen ve Emre Can editörlüğü üstlendiniz. Bu yayın yapan her platform için en önemli görevlerden biridir. Nehna’yı gelecekte nereye götürmek istiyorsun?
Hiç kolay bir iş değil gerçekten. Emre Can ekipte olmasaydı sanıyorum çok daha zor olurdu. Tüm akademik yükümlülüklerimize rağmen iyi bir çalışma temposu tutturduk kendisiyle. Ekipte Nehna’nın ileride bir dernek olabileceğini düşünenlerimiz var, aslında ben buna pek sıcak bakmıyorum. Nehna bu haliyle çok dinamik. Daha şimdiden yurtdışından, hatta Japonya’dan bize ulaşmaya çalışanlar var! Daha da dinamik olacak inanıyorum. Ancak öyle bir noktaya gelecek ki, Nehna’nın yarattığı enerjiyle uluslararası alanda projeler yapabileceğiz. Bunun için de dernekleşmemiz gerekecek bir noktada. Ama tüm bunlardan önce düzenli ve kaliteli içerik üretmek, bu içeriği yeni teknolojilerle (video yayını, podcast gibi) desteklemek benim için öncelik taşıyor ve Nehna’yı çok okunan, çok dinlenen, çok sesli ve farklı fikirleri bir araya getirebilen bir platform olarak görmek istiyorum.
Bu mülakat için diğer arkadaşlarımız ve okurlarımız adına teşekkür ediyorum ve çalışmalarında başarılar diliyorum.
Ben teşekkür ediyorum Ferit Abi. Yorucu ama keyifli bir sürecin içerisinde ilerliyoruz. Yolumuz açık olsun!