Laki Vingas, birçok vakıf ve sivil toplum kuruluşununda uzun yıllar hizmet vermesinin yanısıra, bir süre Yeniköy Rum cemaati başkanlığını ve Rum vakıflarını bir çatı altında toplama amacıyla 2010 yılında kurulan Rumvader’in kuruculuğunu üstlenen İstanbul Rum toplumunun kıymetli bir üyesi. Türkiyeli gayrimüslim toplumların sorunlarının çözümü konusunda da emek sarfeden ve iki dönem Cemaat Vakıfları Temsilciliği yapan Vingas ile Türkiyeli gayrimüslimlerin sorunlarından, İstanbul Rum toplumuna ve İstanbul Rum cemaati içerisinde varlıkları günümüzde oldukça hissedilen Antakyalı Ortodokslara kadar bir çok konuda söyleştik. İki parça halinde yayınlayacağımız sohbetin ilk kısmında Laki Bey tüm samimiyetiyle bizlere 2000’li yıllarda gayrimüslimlere yönelik atılan adımlar, Türkiye’de din özgürlüğü ve 2013 yılından beri çıkarılması beklenen vakıf yönetmeliği hakkındaki düşüncelerini aktardı.
Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu
Cemaat Vakıfları temsilciliğini yürüttüğünüz dönem gayrimüslimlere yönelik birçok değişim sinyalinin hissedildiği bir dönemdi. Bazıları için çok sembolik bazıları için de yapay adımlardı bu girişimler. O dönemler Türkiyeli gayrimüslimlerin hakları konusunda ne gibi adımlar atıldı? Bugünün gözüyle değerlendirdiğinizde o dönem gayrimüslimlerin bir kazanımı oldu mu?
Çok değerli kazanımlar oldu tabii ki. Hükümetin açılımlarının yanı sıra biraz da konjonktürel ve toplumun dijital dünya ile bütünleşmesi ile de oldu. Hükümetin o zaman Avrupa Birliği (AB) reformlarıyla olan bağlılığı samimiydi çünkü ekonomi çok iyi gidiyordu, ülke örnek ülke haline gelmişti, her taraftan yatırımcılar geliyordu. Türkiye hem Batı dünyasında hem Ortadoğu dünyasında bir yıldız haline gelmişti. Dolayısıyla Türkiye çok dinamik bir yapıdaydı ve siyasette de özgüvenli davranılıp Avrupa Birliği (AB) ile ilgili olan reform sürecinde açılımlar yapıldı. Bu açılımlar samimi miydi? Evet samimiydi ancak o samimiyetin uygulanması her zaman samimi olamadı. Neden? Bir devlette siyasi erkin vermiş olduğu yön her zaman bürokraside uygulanabilir değildir. Çünkü yılların birikimi, direnci ve önyargıları mevcuttur.
Vakıflar Genel Müdürlüğü, vakıfların mülklerine en fazla müdahil olan ve o dönemde devletin perde arkası verdiği kararları uygulamak zorunda olan kurum olduğundan, reform sürecinde AB ile istişarelerde VGM karar organına mutlaka bir tane azınlık temsilcisi konması hususu doğdu. Ve o reform sürecinde Cemaat Vakıfları Temsilciliğini de eklediler. Eskiden Vakıflar meclisi beş kişilikti. Yeni değişimle sonra 15 kişi oldu: 5 kişi idareden, 5 kişi seçimle geliyor, 5 kişi de atanıyor. Yani 15 kişinin sadece 5’i seçimle geliyor. Netice itibariyle çoğunluk siyasi erkteydi ama seçilmiş insanların orada olması o 80 yıllık geleneğin şartlarını değişime zorluyordu. O platformda sesimizi duyurmak hem ilk olan benim için hem de meclis üyesi olarak atanmış arkadaşlar için kolay olmadı. Çünkü birkaç sene öncesine kadar aleyhte verilmiş olan, yani yeni bir vizyon yeni bir gelecek yaratmak için içinde bulunduğumuz değişimin aksinin altına imza atmış insanlar vardı. Düşünün ki siz 30 sene boyunca bir kurumdasınız ve size devlet bir yön tayin etmiş ve bir sürü kararda imzanız var, birdenbire yeni hükümet bir karar veriyor ve yönü değiştiriyor ama siz onların altına 3-5 sene öncesine kadar imza atmış kişisiniz. İçişleri Bakanlığı’na bağlı 1964’ten beri var olan Azınlıklar Tali komisyonu üyesisiniz. Şimdi size tüm bunları değiştiriyorsun diyorlar. Kolay değil bunu da anlayışla karşılamak lazım. Dolayısıyla devlet katmanlarında her zaman siyasi mekanizmanın verdiği kararların uygulanmasında sıkıntı oluyor, günümüzde de bu sıkıntılarla boğuşuyoruz zaten. Bazen bu değişim süreçlerinde alınan kararlar da dört dörtlük olmuyor. Uygulamada boşluklar oluyor, onları da zamanla tespit ediyorsunuz. Mesela hükümet bir karar veriyor, bu mülkler şu şu şartlarda iade edilecek diye, size A’dan Z’ye yön tayin ediyor, siz de bir konsensus çerçevesinde çıkan kanunu uyguluyorsunuz, tapuyu veriyorsunuz. Ama bir başka devlet kurumu tapu iptal davası açıyor. Şu anda bir sürü örneğimiz var. Çünkü diyor ki öteki kurum “bu verilen karar hukuki değil”. Bu sefer yeni bir mahkeme sürecine giriyoruz. Ne yazık ki bizim toplumların bu kadar uzun, yüz yıl süren bir mücadeleyi verecek oksijeni kalmadı. Entübe halde olduğumuz çokça durum mevcuttur. Bu kadar ağır mücadelelerle nesiller boyunca hakkını korumak adına mücadele vermek, devamlı empati kurmaya davet edilmek, anlayış göstermek hiç kolay değil. Unutmayalım ki, bizim gibi küçük, azınlık kavramları dahilinde yaşamak zorunda olan toplumlar gururlu oluyor, geçmişimizle gurur duyuyoruz, var olanı korumak için bazen rasyonel kararlar veremiyoruz, günümüzün şartlarına uymakta zorlanıyoruz. Değişim sürecinde bence en değerli kazanım dikkate alınabiliyor olmak. Devlet kurumları tarafından muhatap alınmak. Hükümetin o zamanki kararlılığı bütün sistemi rahatlattı. Görüşmelerden kaçmadı. Parlamentoya, bakanlıklara, müdürlüklere gidiyorsunuz sizinle görüşülüyor, bazen zor oluyor ama muhatap alınıyorsunuz. Dikkate alınır vaziyete geldik, bu önemli bir kazanım bence.
Siz de reform süreci boyunca oldukça olumlu görüşlere sahiptiniz. Sonrasında özellikle vakıf yönetmeliği konusunu birçok yerde sizin için bir hayal kırıklığı olduğunu ifade ettiniz. Süreç neden işlemedi?
Ben bir konuda mesuliyet üstlendiğim zaman görevimi iyi yapmaya gayret ederim, şahsi bedellerini hesap etmem. O mesuliyetimi -eksik yapabilirim, hata yapabilirim ama- en iyi şekilde, kapasitem çerçevesinde yerine getirmeye çalışırım. O dönemde iki önemli görevim vardı. Tek temsilciydim ve herkesin güvenini kazanmak durumundaydım. Tek temsilcinin herkese hizmet edebileceği algısını oluşturmak durumundaydım. İlk kez oluşan bu pozisyonun her kesimin güvenini sağlama çabası ve her kesime aynı mesafede olması sebebiyle, Rum toplumundan bir arkadaşımızın, “Laki, bu güveni sağlamak için bizim toplumun sorunlarına daha az baktı” diye ifade ettiği durumlara dahi şahit oldum. Rum kimliğimle oradaydım ama herkesi temsil ediyordum. Herkesin mülkü, güveni değerliydi benim için.
Ve de şu konuda çok nettim, var olan kanun dışında hiçbir şey istemedim. Ben orada haklarımızı savunmak ve kanunu uygulamakla mükelleftim, kanunu geliştirmek, zorlamak ayrı bir şey. 2011’de yeni bir açılım daha oldu, benim dönemimde onu da uyguladık. İki sefer mülklerin tamamı ile uğraştık, tüm vakıflar elden geçti. Benim için tabii ki çok büyük bir kazanım ve deneyim oldu. Emek verdim, defalarca Ankara’ya gittim geldim, gurur ve onur duydum. Türkiye’nin muhtelif yerlerini dolaştım, insanların güvenini kazandım ama keşke daha iyi şeyler de yapılabilseydi. Unutmayın ki Vakıflar Genel Müdürlüğü azınlıkların bilincinde haksızlıkları uygulayan kurumdu, hep oradan bir kötü haber beklenirdi. Bir zarf geldiği zaman insanların içi titrerdi. Bu anlayışı dönüştürmek, bütün toplumların güvenini kazanmak biraz süreç istiyordu. Birinci dönemde başardık ki ikinci dönem devam etmemi istediler. Üçüncü dönem de istediler ama insan bir yerde fazla kaldığı zaman patronlaşıyor. Demokratik değerlerini, melekelerini kaybediyor, farklılaşıyorsunuz. Ayrıca Rum toplumunun da başkaları tarafından temsil edilmeyi öğrenmesi gerekiyordu. Toros Bey her açıdan mükemmel bir insan, sonraki Moris Bey, şimdiki Can Bey de öyle. Onlar benden de bilgili, deneyimli olarak gittiler ama onların şansızlığı önlerinde uygulayacak kanunları olmamasıydı.
Yönetmeliğin de iptal edilmesine ben o dönemde iyi niyet çerçevesinde karşı çıkmadım. Çünkü yenisi çıkacaktı. Hatta bir toplantı yaptık, VGM üst düzey geldi, teşvik etti. Müsterih bir şekilde iptalden sonra hemen yenisinin çıkacağı beklentisi içerisindeydik. Ancak ne zaman Adnan (Ertem) Bey “Laki, beni fazla sıkıştırma, bu beni aşan bir konu oldu artık, ben bir şey yapamıyorum” dedi, o zaman anladım ki konu başka yerlere gitti. Ben Adnan Bey’e güvenen bir insandım. Sonrasında istifa ettim, vicdan problemi yaşadım. Orada kimi temsil etmekte olduğumuzu sorguladım; seçim haklarını iptal edenleri mi, mağdur olanları mı? Bülent Bey (Arınç), koskoca hükümetin başkan yardımcısı, beni aradı, hak verdiğini Nisan’a kadar bu sürecin geliştirileceğini söyledi. Dolayısıyla kapris yapacak halim yoktu. Ben de istifamı geri alırken Bülent Bey’in telefonu ve ricasıyla bunun olduğunu söyledim. Başbakanlıktan itiraz gelmedi.
Yönetmeliğin neden çıkmadığı ile ilgili ifade edilen varsayımdan öteye bir şey bilmiyorum. Kimsenin de gerçeği bildiğini düşünmüyorum. Herkes bir varsayım bir şüphe kurguluyor, ben kurgular üzerinden gitmek istemiyorum. Seçimi bekliyoruz, bir an önce bu hakkın iadesini istiyoruz.
Önümüzdeki Nisan’da bir yönetmelik çıkması bekleniyor. Beklentiniz nedir?
Beklentiye girildi. Acaba buna bir hazırlık yapıldı mı? Çünkü bu beklenti yıllar içinde romantik bir beklenti haline geldi. Bugüne kadar bütün bakanlar haklı olduğumuzu söyledi. Bizim haksız olduğumuzu söyleyen bir bakan bile çıkmadı. Yapılması gerektiği konusunda herkes destek verdi ama yapılamadı. Dolayısıyla hepimiz yapılması gerektiğini ve bir gün yapılacağını biliyoruz. Ama bu karar çıkıncaya ve seçim vizesini alıncaya kadar kaygılar devam ediyor olacak. Onun için de gerekli hazırlıklar yapılmıyor. Benim en son Agos’ta bu konuda yazım çıkmıştı. Dilerim bu yönetmeliği hazırlayacak olanlar daha radikal çözümlerle gelsinler. Her seferinde bir hükümetle bir bakanla, bir bürokratla bu konunun bir pazarlık konusu olmaktan çıkması gerekir. En değerli kurumlarımızın geleceğini tayin etmek için seçim yapma, yapamama, men edilme, seçime müsaade edildi, yasaklandı… Artık cemaat vakıflarının bunlardan kurtulması lazım, vakıflarımızın geleceği için bir projeksiyon yapıp, makro düzeyde yatırımlar, hedefler konulabilmesi için, hükümetin ve yetkili bakanlığın bizim sırtımıza giydirdiği şalı alması lazım.
Vakıfların sorunları sizce sadece yönetmelikle çözülür mü? Cemaatlerin kendi içinde yaşadıkları sorunlar var mı?
Bildiğimiz manada yalnız seçimin şartlarını içeren bir yönetmelikse hayır çözülmez. Bunun için yeni bir yol haritası lazımdır diyorum. Rum toplumu olarak 70 tane vakıfımız var. Bunu yönetecek bir nüfus kapasitemiz yoktur. Örneğin seçim döneminde yönetimleri doldurmak için rica ediyorsunuz. Diyorsunuz ki, Anna Maria gel, Laki gel, şu vakıfta, o vakıfta görev al diye. Hele vakıflar cemaatsiz, mülksüz ise yönetici bulmak nerdeyse imkansızlaşıyor. İnsanlığın bu kadar büyük değişimleri yaşadığı son yıllarda vakıf yönetim modelini de evrileştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Başka çaremiz de yok gibi. Dijitalleşmenin, robotik kodlamanın, ev ofisi anlayışının yaygınlaştığı bir dönemde kurumlarımızı etkisi altına alacak dönüşümler olacaktır. Yıllardan beri değişim ihtiyacını dile getiriyorum, dilerim dikkate almışlardır. Adnan Bey benim dönemde yeni açılımlarla ilgili çalıştıklarını söylemişti, dilerim bu ihtiyaçlar dikkate alınır. Örneğin yönetim organlarımızı istediğimiz kadar azaltabilme, federasyon kurma, merkezi yönetim modelleriyle taşınmazları yönetme ve geliştirme hakkına sahip olmamız lazım. Kendi yönetişim kapasitemizi ihtiyaçlarımıza göre tayin edebilmemiz gerekiyor. Ticarette sermayeniz yoksa, alt yapınız yetersizse holding kuramazsınız. Bizim konumuz da öyle. 2000 kişilik bir topluma 70 tane vakıf yönettirebilir misiniz? Siz bu topluma yardımcı olmak, desteklemek istiyorsanız cephelerini azaltmasına da, ihtiyaçları doğrultusunda kendisini yenilemesine müsaade edeceksiniz.
Yönetmelik konusunda bir sempozyum yapılsın. Devlet kurumlarımızın yetkilileri ile görüşelim, ihtiyaçları anlatalım, istişare edelim onlar da o yönde kararlarını değerlendirsin. Yirmibirinci asrın ikinci çeyreğine yaklaşırken cemaat vakıflarının imkanlarının da yeni vakıflara uygun olması bu tarihi kurumların önünü açacaktır. Mesela nüfus sayımları yapıldı mı, yeni seçmen listeleri hazırlandı mı? Örneğin Hatay bölgesindeki vakıfların yeterli bir nüfusu mevcut iken Mardin’de çok az nüfuslu veya cemaati olmayan vakıflar var. Kayseri’de Kırklareli’nde, Bozcaada’da vakıflar var, onların da nüfusları yok. Ayrıca vakıflarımızda yazılı bir tüzük veya kuruluş senedi mevcut değildir. Tüzel kişiliğimiz hukuken mevcut ama nasıl bir tüzel kişilik ki seçim yapma konusunda özgür değiliz. Halbuki tüzel kişilikte tüzük veya kuruluş senediniz A-Z’ye ne yapabileceğinizi tanımlar. Bizde öyle bir tanımlama yok. “Seçim yapacaksınız ama izne tabiisiniz.” Bundan dolayıdır ki mevcut tüzel kişilik tanımımız sorgulanacak bir tüzel kişilik haline dönüşmektedir. Rum toplumu bu müdahaleleri geçmişte daha fazla yaşadı. Mütekabiliyet anlayışının hâkim olduğu için olsa gerek, seçimler 69’da oldu sonra 91’de en son da 2006’da oldu. Böyle uzun aralarla oldu. Bir yönetici 20 -30 sene büyük bir vakfın yönetimde kalırsa ve özel hayatında bir memur ya da küçük bir esnafsa, yönetmek zorunda olduğu vakfın bütçesi ve ihtiyaçları da imkanlarının üzerindeyse sizce yönetmesi kolay mı? Ayrıca gönüllülük anlayışı da geçiyor artık. Eski dönemlerde insanların işi gücü dar bir alandaydı, sosyal medya, tatil, seyahat imkanları sınırlıydı kendi semtindeki vakfa veya okula hizmet ederdi. Şimdi ise her şey değişti, değişiyor.
Peki geldiğimiz noktada Türkiye’de gayrimüslimlerin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Din özgürlüğü, haklar ve vatandaşlık bağlamında…
Din özgürlüğü çok geniş bir kavram. Acaba sadece din özgürlüğü mü? Yoksa din ve vicdan özgürlüğü mü demek daha doğru olur. Yaşlı bir teyze için din özgürlüğü kiliseye gitmek, mum yakmak ve ibadeti dinlemektir. Başkaları için din eğitimi, ruhban okulunun açılması, cemaat vakıflarının seçim yapma hakkı din özgürlüğüdür. Bir başkası da din özgürlüğünü daha genel hatlarıyla görmek ister. İbadet pratiği olarak soruyorsanız bir sınırlama yok. İbadet özgürlüğünüz var ama ibadethanenin mülkünü yönetme özgürlüğünüz nispeten sınırlı. Bu ifademi yanlış değerlendirebilirler… Her ne kadar günümüzde eski menfi uygulamalar mevcut değilse de geçmişten gelen değerli mazbut vakıflarımız hala var.
Anna Maria Beylunioğlu ve Laki Vingas