Boş arama ile 229 sonuç bulundu
- “Türkiye’de Rum, İstanbul’da Arap, Yunanistan’da Turkos, Biz Neyiz?”
Yunanistan’da yaşayan Antakyalı Ortodoks Simon’un göç hikayesini, İstanbul’da azınlığın azınlığı olma halini ve 80 dönemi Türkiyesi’nin azınlıklar üzerinde yarattığı duyguları röportajın röportajın geçtiğimiz hafta yayınladığımız kısmında konuşmuştuk. Simon röportajın bu kısmında yine ara ara serüveninin İstanbul ayağına dönse de zor koşullarda geldikleri Yunanistan’da Antakyalı Ortodoks olmayı, bazı Rum derneklerinden “fakirlere yardımımız yok” denilerek destek göremediklerini ve etno-dinsel kimliğinin ailesinde yapılan karma evliliklerdeki etkisini anlatıyor. Antakyalı Rumlar’ın Yunanistan’a göçü mikro tarih düzeyinde halen yeterince üzerine eğilinmiş bir başlık değil; bu bağlamda Simon’un anlatıları bizlere göç deneyiminin bu bacağını anlamada çok güçlü bir ışık tutuyor. Bu anlatılar aracılığı ile hem 80’ler Türkiyesi’ne, hem o dönemler gayrimüslimlerin yoğun olarak kümelendiği Bakırköy’deki gündelik yaşama, göçlerle biçimlenen bir hayata ve bunun omuzlara yüklediği ağırlıklara, sıradan bir insanın hayatını sürekli baştan kurma ve varoluş mücadelesine tanıklık ediyoruz. Bu meseleleri bir Rum, Yahudi, Ermeni ile bundan 10 sene önce konuşmak hiç kolay değildi, aslında hala da değil… Bize güvenerek açıklığı ve samimiyetiyle hikayesini paylaşan, konuşulmaması “tercih edilen”, “üzeri kapatılan” mevzuları konuşmamıza, tartışmamıza, birbirimizi anlamaya çalışmamıza vesile olacağını umduğumuz Simon’a sonsuz teşekkürler. Söz tekrar Simon’da… Röportaj: Özgür Kaymak Yunanistan’a ilk önce amcanlar mı göç etmişti? Evet, önce amcamlar göç etmişti, 1970’lerde filan. Amcamın bir arkadaşı vardı, mülteci olarak gelmişti buraya. Üniversite bitirmişti burada. Hatırlıyorum ben bir gün laf arasında “iyi ki Evren geldi Türkiye düzeldi” dedim, amcamın arkadaşının yüzü kıpkırmızı olmuştu. Başladı bana saydırmaya (gülerek). O zaman şoke oldum ve düşünmeye başladım, işkenceleri ilk kez duydum o zaman, 14 yaşındaydım. Ben sana bir olay anlatayım. İlkokuldan arkadaşlarla futbol maçına gitmiştik. Fenerbahçe ve … diğer takımı hatırlayamadım. Bazıları birbirleriyle Rumca konuşuyordu. Birdenbire sıranın başına polis geldi, “kimliklerinizi verin” dedi ve kimlikleri topladı hepsinin. Ve aldı gitti. Sadece Rumca konuşanlarınkini aldı. Bütün maç öyle oturup sessizce kimliklerinin geri gelmesini beklediler. Bir şey daha anlatıyım. Türkiye’de milli bayramlar vardır, bir tanesinde, hatırlamıyorum hangisi, ama ben ortaokuldaydım, 19 Mayıs olabilir. Önde bayrak tutanlar vardır biliyorsun, bütün liseler Vatan Caddesi’ndeki meydanda toplanmıştık gösterinin başlamasını bekliyorduk. Kaymakam mı vali mi birisi konuşacaktı. Neyse, bütün Rum okulları da oradaydı. Bir kız ve bir erkek Rumca konuşmaya başladılar aralarında. Herkes dönüp “nece konuşuyorlar, kim bunlar” diye söylenmeye başladılar. Ben de gidip yanlarına “Türkçe konuşun da göze batmayın” dedim. Büyükler buna çok dikkat ederdi. Gençken o kadar farkında değilsin sokakta Rumca konuşup konuşmamak gerektiğini. Bizim evde zaten… biliyorsun anlattım geçen sefer hem Rumlara hem Türklere karşı tedirgindik. Korkuluyduk… evet, tabi. Yolda anneme “mama” der miydim? yok, hatırlamıyorum dediğimi. O zaman yavaş yavaş Atina’ya gelelim… Ooo Atina 1985’de. Oraya gelmeden okulu bitireyim istersen. Ben Fener’e geçmiştim ortaokulda. Zoğrafyon en iyi okuldu o zaman hem Fen hem Ticaret bölümü vardı. Ben Fener’den Zoğrafyon’a transfer oldum, Fen bölümünde okumak istiyordum. Okula transferimden yaklaşık üç hafta sonra Atina’ya geldik. Evimiz yıkılmıştı Bakırköy’de, kalacak yerimiz yoktu, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Geçici olarak düğün salonu gibi bir binanın salonunda kalıyorduk, tuvaletimiz filan yoktu. Şartlar çok çok fenaydı. Babam o zaman bir karar aldı “haydi amcanların yanına Atina’ya”! Babam verdi bu kararı, annem de “ok” dedi. İlk önce ben geldim tek başıma. Ben o zaman Lise 1’e gidiyordum. Zoruma gitmişti başlarda, benim Bakırköy’de bir çevrem vardı, arkadaşlarım olmuştu. Her gün sahilde geziyorduk, İstanbul Caddesi’e Ebuziyya Caddesi’ne gidiyorduk. Hatta Ataköy’de bir bilardo salonu vardı oraya giderdik. Ve birdenbire babamın…(sessizlik) karşı çıkamadım çünkü şartlar belliydi, ne yapacaktık? Öyle yaşamak imkansızdı. Peki cemaat bir destek sunmadı mı hiç? Hayır hayır, maalesef cemaatin bir desteği olmadı. O zaman kilisenin birçok taşınmazı vardı, kiraya çıkabilirdik. Neyse… İlk önce ben geldim Atina’ya; yolcu etmeye sadece iki arkadaşım gelmişti. Burada maddi durumumuz iyice kötüleşmişti çünkü herhangi bir gelirimiz yoktu. Arkadaşlarıma mektup gönderecek pul satın alacak param yoktu. İnternet filan da yok tabi; bu yüzden bir sürü arkadaşımdan koptum. Burada ilk önce amcamda kalmaya başladım. Amcam beni en yakın okula götürdü evin yanındaki. Peki kayıt nasıl oldun? Yasal oturma iznin yoktu o zaman… Evet bu ilginçti. Ben turist vizesiyle gelmiştim, üç aylıktı. Okul bir şekilde beni kaydetti. Nasıl oldu şu an inan bilmiyorum. Sonra oturma izni almaya gittim, vermediler. Aslında kaçaktım, evet. Amcamların evinde kalıyordum. O zaman mülteci krizi filan yoktu ki kimse gelip sormadı beni. Benden iki ay sonra da ablalarım geldi Atina’ya. İki ablam ve ben amcamın evinde kalıyorduk; amcamın çocukları yoktu ama evliydi. E tabii ablalarım da gelince aynı evde çok sıkıştık, bir ay sonra annem geldi. Annem gelir gelmez bir ev kiraladık, Kipseli’de. Kipseli de Rum yoktu hiç; bütün Rumlar Kalamaki ve Faliro tarafındaydı. Bütün arkadaşlarım Faliro’daydı; buluşmak için Syntagma’ya, oradan otobüsle Zapyo’ya, oradan da Faliro’ya gidiyorduk. Babam 1986’nın Nisan ayında geldi, işsizdi. Ve aslına bakarsan babamın bir mesleği de yoktu. O yüzden bizim eve en yakın kiliseye gitti gene, “ben İstanbul’da zangoçluk yapıyordum” diyerek iş istedi. O zaman o kilisede iki kadın zangoç vardı, babamı da kilise içindeki işlere yardım için işe aldılar ama maaş çok çok azdı, kiraya bile yetmiyordu. Ama mesela ekmek satın almak zorunda değildik çünkü kiliseye ekmek getiriyorlar ya komünyon için, biz de oradan eve götürüyorduk. Annem temizlikçi olarak çalışmaya başladı. Annem Bakırköy’de de tek tük temizliğe gidiyordu. Ablalarım da gene kuaförde çalışmaya başladılar. Tek çalışmayan bendim, bu da benim zoruma gidiyordu. Lise ‘1’de yazları garson olarak çalışmaya başladım. Atina’ya geldiğinizde burada Antakya kökenlilerin bir araya geldiği dernek oluşumları mevcut muydu? Rumların birçok derneği var; o derneklere dahil oldunuz mu, içlerine girme gayretin oldu mu? Kipseli’de “Neos Kiklos Konstantinapoliton” diye bir dernek vardı. Biz bu derneğe gittik ve yardım istedik. Yardım görmedik. “Bizim fakirlere yardımımız yok, biz bir kültür derneğiyiz” diyerek geri çevirdiler. Babam geldikten sonra Bakırköylü Rumların bir derneği vardı, oraya gitti. Onlar bize destek oldular, yatak televizyon sehpa getirdiler… Semt dayanışması oldu aslında… Evet evet. Hiç beklemediğim bir destekti bu aslında. Sizin geldiğiniz 80’lerde göçler ne yoğunluktaydı? Antakya ve civarından Yunanistan’a yoğun bir göç dalgası var mıydı? Hayır hayır o zamanlar yoktu. O zaman kimsenin gelmeye özel bir niyeti yoktu. Bizim orda artık evimiz ve işimiz kalmadığı için gelmek zorunda kalmıştık. Bu olmasaydı belki de orda kalacaktık hep. Antakyalıların çoğu, akrabası neredeyse (Almanya vs.) oradan vize almaya çalışıyordu. İstanbul onlar için transit geçiş bölgesiydi. Babam hatırlıyorum biz İstanbul’dayken Antakya’dan gelen akrabaları konsolosluğa götürüyordu, vize almalarına yardım ediyordu. Çok kişi öyle Almanya, Atina’ya geldiler. Tekrar soruna dönersem, biz buraya gelmeden önce toplumdan herhangi bir yardımlaşma, destek görmedik maalesef. O zaman korku ortamı vardı, belki yardım etmeye çalıştılar ama sonucu olmadı. Yavaş yavaş Atina’da bir hayatınız oluşmaya başladı. Biraz buradaki sosyal hayatınızdan, gündelik hayatınızın nasıl geçtiğinden bahseder misin? Kipseli’de oturduk dediğim gibi. Babam kiliseden ayrıldı ve bir otelde çalışmaya başladı. Hilton Oteli’nde gececi olarak çalışmaya başladı. Tanıdın babamı, o da çok çöktü, o yaşta bu işi yapmak çok zor… Taa ki Almanya’da bir kilisenin papaza ihtiyacı olana kadar. Antakyalılar arasındaki “network” aracılığı ile bu iş bizi buldu. Bir de babam toplumda saygı duyulan ve bilinen bir insandı. Almanya’dan iki kişi geldi babamla görüşme yapmak, tanışmak için. Papazlık yapacaktı ama sabit bir maaşı olmayacaktı. Babam çok düşündü ve kabul etti. Ve papaz olarak Almanya’ya gitti ama tabii papaz olması için Şam’da bulunan Antakya Patrikhanesi onu Lübnan’a bir manastıra gönderdi. Manastırda üç ay kaldı. Teoloji eğitimi için… Evet, oradan bir diploma aldı. Antakya Patrikhanesi’nin tayini ile Almanya’ya gitti. Peki, annen ve siz? Ablamlar evlenmişlerdi… Ben tek başıma kaldım çünkü annem de babamla beraber gitti. Kaç yaşındaydın? Büyümüştüm bayağı, 27-28 yaşındaydım. 96-97 yıllarıydı. Ben tek başıma kaldım. O zaman evimiz Galeti’de idi. Üniversiteyi ve askerliği bitirmiştim o zaman artık. Özetle biraz da o yıllardan bahsedelim istersen… Atina Üniversitesi’nde iktisat okudum. 4.5 yılda bitirdim çünkü çok grev vardı, öğrenci işgalleri vardı. Ondan sonra hemen askere gittim. Vatandaşlığı ne zaman aldın? 8 yıl sürdü vatandaşlık almam. 8 yıl!? Ruhsal olarak bizi çok yordu. Çünkü Yunan devleti bizi “Rum” olarak görmüyordu, İstanbul doğumlu olmadığımız için. Oturma izni almak bile çok zordu. İstanbul Patrikhanesi’ne bağlı olmadığınız için, Ortodoks Hıristiyansın ama Rum değilsin diyor? Aynen. Oturma izni için bile her altı ayda bir, sonra da her iki senede bir izin almak gerekiyordu. Buna paralel olarak nüfus almak için çok çok uğraştık. Hani derler ya “bugün git yarın gel”, böyle diye diye sekiz sene sürdü. Önce ben aldım vatandaşlığı. Sınav da vardı, Yunancanı ölçen. Hatta o zaman Yunan devleti İstanbullu Rumlara bile zor veriyordu nüfus. “Siz şimdi Türk nüfusunda kalın ileride sayım olursa sayı çok görünsün”, diye. Yunan devleti bunu 55’lerden beri takip ediyordu, o yüzden birçok Rum, Yunan vatandaşlığı almadan öldü gitti. Ben Yunan vatandaşı olunca T.C. nüfusundan çıktım. Nüfus alır almaz konsolosluğa gittim ve çıkmak istediğimi söyledim; hemen anında beni çıkarttılar Türk vatandaşlığından. Şipşak çıktım nüfustan (gülerek). Farklı kimlik şapkalarına sahiptin ve aslında bayağı da bunlar arasında çatışma yaşadın dönem dönem… Türkiye’dekilere göre (geniş toplum) Rum Hıristiyan, İstanbul’dakilere göre (Rum toplumu) Arap, buradakilere (Atina) göre “Turkos”. Biz neyiz? Bunu sorguladın o zaman? Tabii ki, çok düşündüm. Hala bir karar veremedim, en sonunda kendimi sadece bir insan olarak görmeye karar verdim. Annem babam Arapça konuşuyordu, ben daha çok o zaman Türkçe konuşuyordum, şimdi daha çok Yunanca konuşuyorum. İstanbul’un Rumlarının da telaffuzu farklı biliyorsun (taklit ediyor, gülüyoruz). Atina’ya geldiğimde Rumca konusunda da sıkıntı çekmiştim. Annem babam burada kendilerini bir şekilde kurtardılar, Almanya’da Arapça ve Türkçe karışık konuştular ama bak Almanca da öğrenmediler o kadar sene. Kilisede Arapça ayin yaptı babam, cemaatle Arapça konuşuyor. Büyük ablam Yunanca konuştuğunda yerli Yunan olmadığı belli oluyor. Küçük ablam İstanbul’da Rum okuluna gittiği için daha iyi konuşur. Annenler ne kadar kaldı Almanya’da? 17 sene kadar kaldılar. Ben bu arada evlendim, çocuklarım oldu. Ablanlar peki, kendi toplumunuz içinden mi evlilik yaptı yoksa Yunan ile mi? Bir ablam Samandağ’dan görücü usulü ile evlilik yaptı. Küçük ablam bir Giritli ile evlendi. Yunan ile evlenen ablanda, sizinkilerden ya da ablanın eşinin ailesinden bir karşı duruş oldu mu peki bu evliliğe? Din ortak ama coğrafi kültürel kodlardaki farklılıklardan, belki dilden ötürü? Olmaz mı? Çocuk “ben bu kızla evleneceğim de ailesi kimdir, ne dil konuşuyorlar, kim bunlar?” diye düşündü bence. Onlarınki aşk evliliği olduğu için evlendiler sonunda. Aileler çok içli dışlı değildi, bayramlarda uzaktan telefonlaşmalar oldu sadece. Fazla ilişkileri olmadı. Hatta düşünüyorum şimdi, benim kayınpederimle kaynanamla da sıkı-fıkı olmadılar. Senin eşin Yunan. Siz nasıl tanıştınız, evlilik hikayeni paylaşır mısın bizle? Üniversitede öğrenciydik, ben üçüncü o birinci sınıfa gidiyordu. Mitingde tanıştık hatta (gülüyoruz). Politik romantizm… Eşimle evlenmeden önce ilişkimiz sekiz sene sürdü çünkü ben öğrenciydim, oturma iznim yoktu, askere gitmemiştim, işim yoktu. Bir sürü işte çalıştım bu arada, bunlardan en önemlisi bir yayınevinde çalıştım. İyi bir iş bulmam gerekiyordu, yoksa evlenemezdim. Kim kuracak benim evimi? Burada öyle bir imkanım yoktu. O zaman yazılı bir sınava girdim banka için, Korinthos’a tayin oldum. 96 yılındayız, Korinthos bayağı uzak Atina’ya, bir arkadaşımın evinde kalıyordum orada, bu yüzden de evliliği ertelemek zorunda kaldık. Eşim de başka bir bankada çalışıyordu. Eşimin babası batı Yunanistanlı. Annesi Mısırlı Yunanlardan, annesinin Mısırlı Yunan olması aslında bizi bağladı gibi bence. Annesinin yaşadıklarını benzer biçimde ben yaşıyordum (azınlık olarak); beni yakın hissetti diye düşünüyorum. Annesi babası bir telefon şirketinde çalışıyorlardı, durumları iyiydi. Bizi biraz yüksekten görüyorlardı tabii; babam o zaman otelde temizlikçi olarak çalışıyordu, annem evlere temizliğe gidiyordu, ben işsizdim, askere daha gitmemiştim. Eşim de bayağı fedakarlık yaptı diye düşünüyorum. Vatandaşlığı aldın, askere gittin ve sonunda evlenmeyi başarabildiniz. Buradaki evlenme ritüelleri nelerdir? İsteme gibi bir adet var burada da. Aileler buluşur, çikolata çiçek alınır kahveye gidilir. Ama bizde öyle olmadı, ben tek başıma istemeye gittim. Annem babam Almanya’daydı. Amcanlar? Yok yok… Ben tek başıma gittim, biraz acayip oldu. “Allah’ın emri” ritüeli yok burada, babasından “kızının elini” istedim. Burada, Plaka’da bir kilise var; çok güzel bir düğün oldu. Ondan sonra kilisenin avlusunda bir kokteyl oldu, çok güzeldi. 2000 yılında ilk kızım doğdu. Ablanlar da hayatlarını yollarına koydular o sırada, peki annenler ne zaman döndü Almanya’dan? Annemler ilk önce “Kalsruhe “şehrindeydiler sonra Köln’e gittiler. Köln’de benim en büyük ablam yaşıyordu. Hatta ’83 yılında ablamın düğününe Yorgo ile beraber gittik Antakya’da. Ablam Almanyalı bir Antakyalı ile evlendi. Almanya’ya daha fazla bir göç olmuştu Antakyalılardan, Atina’ya olduğundan. Buradaki Antakya kökenlilerin nüfusu hakkında bir bilgin var mı, yaklaşık tabii? Benim yok ama kuzenimle konuştum bunu, kuzenim derneğin başkanı seni tanıştıracağım bir dahaki sefere. Dernekte sana anlatır istediklerini. Benim bir bilgim yok maalesef. Zaten İstanbul’dayken de fazla bir ilişkim yoktu. Atina’ya geldikten sonra burada da olmadı. Peki annenlerin bir üst kuşak olarak toplum bireyleriyle ilişkisi nasıldı? Annenlerin kendi yakın çevresine bakarsak, o dönem (70’ler) göçlerle Yunanistan’a gelenler hangi sosyal sınıfa aittiler çoğunlukla? Onların daha sıkıfıkıydı. Yakın çevreleri tamamen nerdeyse işçi sınıfıydı. Bazıları kendi işini kurdular, esnaflık yaptılar daha çok. Faliro mesela daha çok İstanbul Rumlarının yoğunlaştığı bir kentsel mekan. Peki Antakyalılar nerede öbeklenmişlerdi? Nea Filedelfia’da. Niye orası bilmiyorum açıkçası, göçmen semtiydi, daha ucuz daha fakirlerin yaşadığı bir semtti. Benim ablamın kocası orada bir kafeterya açmıştı, sonra kapatmak zorunda kaldı. Sen geldiğinde Atina’ya lisedeydin sonra üniversiteye başladın, haliyle geniş topluma entegre olmaya başlıyorsun ve de politik bilincinin yükselmeye başladığı zamanlardı, sorguluyordun her şeyi… Diğer yandan, annenlerin Yunan toplumuyla ilişkiselliği nasıldı? Sana 80’lere kadar olan süreci anlatıyım. Almanlar Türkiye’den gidenleri o zaman dışlıyordu biliyorsun. Özellikle ilk gidenlerden Almanla evlenen çok azdır. Yunanlılar öyle değildi bak; 70-80’ler bu dediğim zamanlar, çok cana yakındılar ve birdenbire buradaki Antakyalılar oturdukları yerde çevresiyle bir oldu, iç içe geçti ve daha kolay ayak uydurdu diyelim. O yüzden cemaat çok içine kapalı olmamıştı. Din burada birleştirici bir etken diyebilir miyiz? Kesinlikle! Biz Ortodoks değil Müslüman olsaydık asla böyle entegre olamazdık. “Asla” diyemesek de zor olurdu. Babam Almanya’da papaz olduktan sonra konumu yükseldi tabii. Yazları gelip bir ay kalıyorlardı burada. Biz eşimle burada baba evinde kalıyorduk, annemler gelince eşim mecburen ailesinin evine gidiyordu. Yavaş yavaş biz de para toplayıp kendi evimizi yaptık. Şimdi Vrilisya’da oturuyoruz. Vrilisya Kuzey’de, o günden beri orda yaşıyoruz. Annem biliyorsun vefat etti, babam tek başına yaşıyor, öyle işte… Baban papaz oldu, annenin din ile ilişkisi nasıldı, pratik eder miydi düzenli? Annemler çok dindardı. Her sabah akşam yemeklerde dua ederlerdi. Arapça’da “Allah’ın adı ile” diyerek (Arapça telaffuz ediyor) başlarlardı duaya. Annen İstanbul’da hacını takar mıydı sokakta? Tabi tabi takardı. Evde ikonalar vardı hep. Bak belki ilgini çekecek bu söyleyeceğim, niye yardım edilmedi bize buraya gelmeden önce Patrikhane’den ve Rum toplumundan? Bunu düşündüm ben bayağı bir zamanlar. Ta ki babam bana anlatana kadar geçenlerde… Gelmeden önce Bakırköy Rum kilisesindeki ikonaların sayımı oldu ancak ondan sonra babamın gitmesine izin verildi. O sayıma despot geldi, despot ve bir papaz ve cemaatten ileri gelen bir kişi envanter listesi çıkarttılar. Sayım bittikten sonra despot ayağa kalktı “helal olsun Yusuf, ben hepsini bulacağımı sanmıyordum” demiş. Babam buna sevinsin mi yoksa hakaret olarak mı algılasın? Çok üzüldü tabii buna babam. Hatta kiliseye gelen bazı Rumlar babamı Müslüman sanıyormuş, gelip kendi ağızlarından söylüyorlardı. Ne işi var Müslüman adamın kilisede her gün? O kadar dışlanmışlık vardı ki bizim kim olduğumuzu bile bilmiyorlardı. İlgisiz mi diyelim, kibir mi diyelim bilemiyorum. O ikonalar sayıldıktan sonra babama izin kağıdı verdiler buraya gelebilmesi için. Ben açıkçası babamın Almanya’ya göç etmesini istemiştim. O yaştan sonra otelde hizmetçilik mi yapacaktı? Git baba git, dedim ve onları teşvik ettim. Peki vatandaşlığa geçmenin arka planında Avrupa Birliği vatandaşı olmanın getirdiği pragmatiklik var mıydı? Yoktu ya açıkçası… Ben aldıktan bir yıl sonra annemler geçti. Büyük ablam çok daha sonra aldı, 5-6 sene sonra. Yunanistan’a geldiğinizde, ilk başlarda, burada yaşamaya dair en zorlayan şey ne oldu seni? Kapı. Kapı komşunun günaydın deyince sana dönüp “günaydın” dememesi. Eski İstanbulluların bir kültürü vardı, burada bir selam bile vermiyorlardı. Orada bir çevremiz vardı, burada birdenbire yalnızlık, kendimi o kadar çok yalnız hissettim ki burada… Okulda, sınıfta, yollarda çok çok yalnızlık hissi vardı. Zorunlu göçtü dediğin gibi, mecburen geldik, evimiz yıkıldığı için. Babama sormuştum “neden Almanya’ya gitmedik” diye. Evet, neden? Herhalde amcalarımın burada olması rahatlattı onu. Almanya’ya gitseydik belki senle bu konuşmayı Almanca yapacaktık. Son olarak mezarlık konusunu sormak istiyorum. Biz bunu karma evlilikler kitabımızda da özellikle irdeledik, çok duygusal bir nokta biliyorum, mezarın Antakya’da mı burada mı olacağı konuşuluyor mu/konuşuldu mu evde? (İç geçiriyor) Annem burada (Yunanistan) kalmak istedi. Ablamlar bir yaz Antakya’ya zeytin toplamaya gittiğinde oradaki mezarlıkta benim dedemin ve ninemin mezarının fotoğrafını çekmişlerdi (bakıyor telefonuna fotoğraf bulmak için). Benim dedem ve ablası aynı mezara gömülmüş, isteği üzerine üst üste gömülmüşler, ben de bilmiyordum ama olmuş bir şekilde. Benim annemin dayısı Antakya’nın en iyi güreşçilerinden birisiymiş “Hanna”, sarışın mavi gözlü bir adamdı. Haçlılardan mı kalma acaba diye düşünüyorum… Bir genetik karmaşıklık var orada. Hatta ailenin o kısmı Norveç’e göç etmiş orda bayağı Norveçli gibi yaşamışlar (gülerek). Onun mezarının etrafına annem ağaç dikmişti, hala duruyormuş o ağaç. Senin burada sosyal çevren ağırlıklı olarak kimlerden oluşuyor? Benim burada en yakınlarım kimler? İstanbul’da en fazla İstanbullu Bakırköylü Türk’tü. Burada gene oluştu bir çevrem, biraz İstanbullu Rumlardan oluştu, üniversitede doğal olarak Yunandı arkadaşlarım. Şu an en yakınım dediğim iş çevresindeki arkadaşlarımdan oluşuyor. Sosyal medya çıkınca tabii eski İstanbullu arkadaşlarımla birbirimizi bulmaya başladık. Belli bir yaştan sonra da… “hadi bir bira içelim” dediğim çok yakın bir arkadaş bulmak da zor… Seninle konuştuğumuzda ne kadar özlediğini hissediyorum. İstanbul’la bağınız ne durumda? En son İstanbul’a Eylül’de geldim, şimdi yakında geleceğim. Çocuklar 2014’de geldiler İstanbul’a en son. Bir ara Türkçe öğretmeye çalışmıştım ama olmadı. Konuşmalarını isterdim çok, ama zor geldi. Bir de annenin babanın çocuğa öğretmen olması çok zor. Bütün gün iştesin, zaten eve gelince de ders anlatacak sabrı kalmıyor insanın. Eşim Türkçe bilmiyor. Arapçayı rahmetli annem konuşmaya çalışıyordu çocuklarla ama olmadı… Bizim çocuklar çift dilli yetişemedi o yüzden. Baba adı “Yorgo, Yanni, Niko” olmadığı için büyük kızım kendini kötü hissediyordu küçükken. “Benim babamın adı neden Yorgo ya da Niko değil?” Şimdi geçiştiriyorlar tabii artık. Ben mesela bak çok ilginç, sayı sayarken ve küfrederken Türkçe konuşuyorum evde (gülerek).
- “Rumlardan Çok Ayrımcılık Çektim”
Başlığa taşıdığımız bu sözler Antakya’nın Cneydo (Tokaçlı) köyünde doğan, bugün Yunanistan’da yaşayan Antakyalı bir Rum Ortodoks olan ve kendisine bu yayın için bulduğu takma ismi ile hitap edilmesini isteyen Simon’a ait. Simon ile Cneydo’dan Mersin’e, İstanbul’a ve en sonunda da Yunanistan’a uzanan göç hikayesini, İstanbul’da ve Yunanistan’da Antakyalı Rum olma halini, karma evlilikleri ve 80 dönemi Türkiyesi’nde azınlık olmayı konuştuk. Simon ile yaptığımız röportaj İstanbul ve Antakya Rumları arasında kurulan ilişkiselliğin özellikle İstanbul’a göçün ilk yaşandığı zamanlarda ne kadar sınıfsal ve sosyo-ekonomik temellere oturduğunu göstermesi açısından da çok önemli. Simon, bugüne kadar aslında konuşulmaması tercih edilen Antakyalı ve İstanbullu Rumlar arasındaki ilişkiselliği öyle samimi ve içten bir şekilde bizlerle paylaştı ki, bu röportajı tek bir yayına sığdırmanın haksızlık olacağını düşündük. Bu nedenle, sizleri şimdi bu röportajın ilk kısmı, Simon’un Cneydo’dan İstanbul’a varan hayat hikayesini kapsayan anlatısı ile başbaşa bırakıyoruz. Röportaj: Özgür Kaymak Simon, sen uzun yıllardır Yunanistan’da yaşıyorsun. Bizlere Antakya’dan Yunanistan’a uzanan hikayeni anlatmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ediyoruz. Hikayemize Antakya’dan başlayalım mı? Sen çok küçük yaştayken Antakya’dan ailecek göç ettiniz. Senin hafızanda kalan Antakya’ya dair hangi kırıntılar var? Bir kentli Antakyalılar var, onlar aristokrat diyelim, İskenderunlular var. Bir de üç köy var Antakyalı Arap dediğin, Rum Ortodoks veya Hıristiyan Arap diyelim, bilmiyorum… Sarılar köyü ve Altınözü çevresi, bir köy daha var, denize yakın, adını şimdi hatırlayamadım. Bir de Cneydo var işte. Cneydo dağ köyü. Oradakiler biraz daha “dağlı”, daha “köylü” diyelim. Gerçekten orda hayat çok zormuş. Peki aile soyağacına gidersek, dedenlerin Cneydo’ya yerleşimi nasıl olmuş, bir yerden göç var mı? Başka yerlerden gelmiş (dedem), annemin soyu “Şeyh Hanna” dediğimiz çok büyük bir sülaledenmiş. İskenderun’da bir kan davası olmuş, o yüzden ailenin bir bölümü göç etmek zorunda kalmış. Benim dedem de, babam tarafı, Halep tarafından olması lazım. Cneydo’da buluşmuşlar. Cneydo çok küçük bir dağ köyü o zaman. Orada tarımla uğraşıyorlar, zeytinleri var. Ama sadece zeytinle yaşamak imkansız. Mevsimlik işçi olarak başka yerlere gidiyorlar, mesela Amik ovasına tarlalarda çalışmak için bütün aile gidiyor. Bildiğin çok fakir insanlar. Bütün köy çok fakir, kamyonlara binip tarlalara gidiyorlar para kazanmak için. Cneydo'da kilisenin önü - 40'lar 50'ler Köyün çoğunluğu Hıristiyan mıydı? Yüzde yüz. Rum Ortodoks. Oraya çok yakın bir köy var, adı “Klayzen”. Babamın söylediğine göre oraya şimdiki Azerbaycan’dan gelmişler. Arapça-Türkçe karışık bir dil konuşuyorlardı. Çoğu Alevi, Arap Alevi. Hatırlıyorum, “Trok” Türkler demek, Türk’ün çoğulu. Bizim oralarda Ermeni de yoktu, Yahudi birkaç aile vardı merkezde. Cneydo’dan Atina’ya kadar uzanan göç hikayesinden biraz bahsedebilir misin? Yıllar geçiyor tabii, babam askere gidiyor. İki kızı var, ablalarım var. Babam askerden dönüyor ve para kazanması lazım. Antakya’da iş bulamayınca Mersin’e gidiyor. Rum Ortodoks cemaati var orada, bir buçuk yıl yaşamışız. Ben 1969’da doğdum, 70’lerin başı bu dediğim. Babam bir dönem kilisede zangoçluk yapıyor, annem ev kadını. Annem ve babam hem kiliseyi temizliyor hem kiliseye bakıyor. Bir de babamın sesi çok güzel olduğu için papazın yanında ilahiler okuyor. Ama tabii maaşı yetmediği için seyyar satıcı olarak da çalışıyor. Orada tutunamıyoruz gene, ben çok hastalanıyorum. Annem çok ağlıyor. Bir gün ağlarken kulağında küpesini tutuyor ve “küpem var” diyerek gidip benim ilaçlarım için küpelerini satıyor. Anlatırdı rahmetli… Neyse, yaşam orada olmuyor ve babam İstanbul’a gitmek istiyor. Sene 1973-74. Babam gitti ilk önce. Patrikhane’de iş aradığını söyledi. O zaman Kıbrıs olayları duyulmaya başladı. Çok kişi o ara Atina’ya göç etmeye başlıyor, böylece kiliselerde boş yerler açılmaya başlıyor. Bakırköy’de Rum kilisesinde boş yer var ve babamı gönderiyorlar. Ama 1 odaları var sadece. 1 oda sadece ve orda kalacaksınız diyorlar. Eee… 4 çocuk var, nasıl olacak? Babam onlara söz veriyor ki kızları getirmeyecek, Antakya’da bırakacak. Hatırlıyorum, Has ve Pan diye iki şirket vardı Antakya’dan İstanbul’a giden. Onlarla toplanıp gidiyoruz. Topkapı garından, var mı hala? Oradan Bakırköy’e gideceğiz eşyaları yükleyip. Bir kamyonet kiralıyor babam. Ablalarım arkada, annem babam ve ben önde oturuyoruz. İstanbul’da bir odaya yerleştik. Küçük bir mutfağı var ama tuvalet yok. Tuvalet için kilisenin tuvaletine gidiyorduk. Cemaat için olanı kullanıyorduk. Birkaç gün sonra baktık olmuyor, orada kalan (müştemilatta) bir barba Yorgo vardı. O alt kata geçiyor, bize 2 oda kalıyor böylece. Bir odada 4 çocuk, bir odada annemler. Okula başlayana kadar Kıbrıs davası başlıyor. Ablamlar okula Bakırköy’de Cengiz Topel’e kaydoluyorlar. Cengiz Topel, biliyorsun, Kıbrıs’ta şehit olan bir pilottu. Ablalarımın da adları, Elisabeth ve Sara. Bakırköy’de kalabalık bir Ermeni cemaati var o zaman ve onlar çocuklarını kendi okullarına gönderiyorlar. Rumlar da Rum okuluna gönderiyor. Bu isimlerle (ablalarının) Türk okuluna giden kimse yok. “Nüfus cüzdanlarımızda ‘Rum Ortodoks’ yazıyordu ama oraya gitmek için İstanbul doğumlu olmak lazımmış.” Ablanlar neden Bakırköy’deki Rum okuluna gitmediler? Bir kere Rumca bilmiyorlardı. İlkokul 1.-2. sınıfa gideceklerdi. O zaman Rum okulu Bakırköy’de, İstanbul Caddesinde idi. Bizim nüfus cüzdanlarımızda “Rum Ortodoks” yazıyordu ama oraya gitmek için İstanbul doğumlu olmak lazımmış. O yüzden 1964-65 doğumlu olan ablalarım gidemediler Rum okuluna. Bu yüzden de birisi Rumca öğrenemedi diğeri burada (Yunanistan) öğrendi Rumcayı. Peki sizin evde konuşulan dil hangisi idi? Arapça. Annem İstanbul’da Türkçe öğrendi mesela, annem hiç bilmiyordu. Babam askerde öğrenmiş. Babam ilkokul mezunu, orda öğrenmiş ama Türkçe konuşmuyordu. Antakya’da herkes Arapça konuşuyordu. Hatta Mersin’de bile Arapça konuşuluyormuş. Türkçe konuşmaya ihtiyaç yokmuş. İstanbul’a gelince sudan çıkmış balığa dönme gibi bir durum olmuş sanıyorum… Aynen öyle oldu. Annem geçen seneye kadar Kürtlerin konuştuğu Türkçe var ya, öyle konuşuyordu. Bak ilginç bir şey, eşim söyleyene kadar fark etmemiştim. Annemle konuştuğum zaman Arapça konuşuyormuşum, babamla Türkçe konuşuyormuşum. Bilmiyorum neden. Şimdi babamla hem Türkçe hem Arapça konuşuyorum. Arapçam çok iyi değil ama kendimi kurtarıyorum. Ablalarım da Cengiz Topel ilkokulunda çok zulüm çekiyorlar öğretmenlerinden. Çok çok… Yani küçük çocuğa yapılmayacak şeyler yapılıyor. Çok çekiyor ablalarım. Küçük çocuğa der misin “ne yaparsan yap sen sınıfta kalacaksın!” Babam da ne yapıyor, 3. sınıfı bitirdikten sonra ablalarımı Antakya’ya köye gönderiyor. Köyde ilkokulu bitiriyorlar ve ondan sonra İstanbul’a dönüp çalışmaya başlıyorlar. Daha sonrasını okumuyorlar. İkisi de kuaförde çalışmaya başladı. Bunu evde aranızda konuşur muydunuz peki? Dinden kaynaklı böyle bir ayrımcılık, dışlanma yaşıyoruz şeklinde… Bir ara konuşmuştuk, özellikle bir ablam zehir gibidir. Okusaydı bambaşka olurdu. Ama fırsat verilmedi. Sonra dönünce kuaförde çalışmaya başladılar. Ben o sene ilkokula Bakırköy Rum okulunda başladım. 76’da başladım ben ilkokula. Yanlış hatırlamıyorsam, nüfus cüzdanlarında artık “Rum Ortodoks” değil “Hıristiyan” yazmaya başlamıştı. Böylece küçük ablamla ben okula gidebildik. Başladık ama tabi Rumcamız çok çok az. Biraz da Bakırköy’ün Rum Ortodoks ahalisinden ve onlarla ilişkiselliğinizden, Türklerle muhabbetinizden, yakınlığınızdan bahsedersek… Mesela ailecek görüştüğünüz dostlarınız cemaatten mi idi yoksa babanların çok yakın olduğu Türkler de var mıydı? Ev ziyaretleri oluyor muydu aranızda? Şeye dokundun, bam teline… (duygulanıyor baya). Biz İstanbul’a giden ilk Antakyalılardandık. Bir de Bakırköy merkeze göre o zaman çok uzaktaydı. Antakyalılar daha çok Fener, Balat tarafındaydı ama o zaman ne telefon vardı ne bir şey, iletişime geçmek ohoo çok zordu. İzoleydik biz dediğin gibi. Bu bir bakıma bizi Bakırköylülerle, Türklerle, iletişime geçmeye itti. Çoğu kişi babamın Hıristiyan olduğunu bilmiyordu. Babamın ismi Yusuf. Herhalde kilisede çalışan Anadolulu bir Türk-Müslüman, diye düşünüyorlardı babam için. Türklerle ilişkimiz çok iyiydi. Rumlarla ilişkimiz iyi değildi ama. Bizi çok hor görüyorlardı, küçük görüyorlardı. “Ben çok o akran zorbalığını yaşadım Rumlardan” Bakırköy’de çevrenizdeki Rum toplumu hakkında konuşalım biraz da… Ben bir yaşa kadar bunların (İstanbul Rumlarının) çok yüksek mevkide olan insanlar olduklarını sanıyordum. Ekonomik durumları bizden çok daha iyiydi. Ama esnaf, mağazası olan, dericide çalışan baya esnaf insanlardı. Hatta en fakirleriyle daha iyi anlaşıyorduk. Hatırlıyorum mesela, bir Vasil abi vardı. Duymuşsundur Rumlar o zaman Türklerden çok korkarlardı, çok çekmişlerdi. Vasil abi mesela, ben küçük çocuktum, o zaman beni çok korurdu, benimle oynardı hep. Onun adı Vasfi abiydi mesela. Benim adım Emin idi. Ablamlar yapamıyordu bu isim değişimini. Annemin ismi Janet. Neyse… Benim yaşımdaki, hani olur ya Amerikan filmlerinde bir şişman çocuk gelir zayıfı döver etrafını diğer çocuklar çevirir ve bağrış çağrış olur. Ben çok o “bullying” i (akran zorbalığı) yaşadım Rumlardan… Akademik çalışmalarımda rastladığım bir dikotomidir, doğulu-batılı, köylü-kentli. Burada tam da senin yaşadığın deneyimle ifade ettiğin “İstanbullu olmamak, Arap olmak” üzerinden üretilen bir çatışma mıydı bu? Kültürel çatışmaydı. Köylü gibi görüyorlardı bizi. Nerden geldin, sen kimsin? Öyle başlayan bir horgörme vardı. Rumca da bilmiyoruz. Hor görme, dışlama… Ben çok çektim o konuda. Ablalarım kız oldukları için benim kadar uğraşmadılar onlarla, erkekler daha saldırgan oluyor. Çok zordu benim için, çocukluk yıllarım çok kötüydü. Evde telkin ediyorlar mıydı sizi? Annenle babanla bu yaşadığın sıkıntıları paylaşıyor muydun? Biz kendimiz zaten kapalı, korkak… Babam da çok korkuyordu benim. Babam altında çalıştığı birine gidip “senin oğlun benim oğlumu dövüyor mu” diyecek? O da korkuyordu. “Bir iş buldum, evde oturuyoruz, kira ödemiyoruz, çocuklarımın karnı doyuyor” eh tamam, bundan da olmayalım, bulaşma.” Ama benim arkadaşım yoktu çocukken. Ya onlarla dayak yiyip oynayacağım ya da arkadaşsız kalacağım. Bu da çok zor oldu… O zaman mesela konuşamıyordum ben, kekeliyordum. İmrozlu iki çocuk vardı, ikizdi bunlar. Bir de Ksenefon vardı. Ksenefon, Amerika Başpsikoposunun kardeşi. Onla aynı sınıftaydım, benim en yakın arkadaşımdı o zaman. Maki diye bir çocuk vardı, bir de Meri diye bir kız vardı. Hepsi Atina’ya göçtü. 80’lerden önce göç etti onlar Atina’ya. Bazıları ilkokulu bitirmeden aileleriyle geldi buraya. Peki buradaki çekici güç neydi, o göçleri tetikleyen? Yunanistan. En azından Hıristiyan bir devlet. Ekonomik durumları olanlar Amerika’ya filan gidiyordu. Yunanistan en yakın, Yunanca, Hıristiyan… Bu sebepler çekici kılıyordu göçü. İlkokul 3. sınıfta sadece ben ve kız kardeşim kalmıştık. Hepsi arkadaşlarımın aileleriyle göç etmişlerdi. 1977’de biz tek başımıza kalmıştık. Antakya’ya gidiyor muydunuz peki? Yazları Antakya’ya köye gidiyorduk. Annem babam zeytin toplamaya gidiyordu. Vay be… Tek başıma kalıyordum çünkü ablam 4. sınıftayken başarısızdı baya. Babam ablamı da diğer ikisi gibi ilkokulu bitirmesi için Antakya’ya gönderdi. Ablamlar Tokaçlı köyündeki ilkokulu bitirdiler. Herkes cemaattendi. Böylece ben tek başıma kaldım okulda, Bakırköy’de. Tam “oh be rahatladım, kimse dövmüyor beni” derken bu sefer de yalnız kaldım. Tek başına. Ondan sonra ortaokula başladım. Bakırköy’de ortaokul yoktu, Fener’e geçtim. Annem o dönem ev kadınıydı ama bazen temizlikçi olarak Rumların evine gidiyordu. Bazı Rumlar baya zengindi, onların yanlarında çalışıyordu. Ablamlar Antakya’da ilkokulu bitirdikten sonra ‘79 gibi döndüler Bakırköy’e. Kuaförde çalışmaya başladılar. Onlar çalıştıkça, kuaförde çalışan birinin adı “Sara, Elizabeth.” Daha çok müşteri gelmeye başladı. Çok enteresan değil mi? Ataköy’den Yeşilköy’den müşteriler gelmeye başladı ablalarıma. Şimdi düşünüyorum da herhalde havalı geliyordu “Sara” ismi “Ayşe”’ye göre. Birden, ablam yolda yürürken teyzeler baya kalburüstü, çok hanımefendiler, ablama selam vermeye başladılar. Ne olursa olsun Türkler bizi kilisede yaşadığımız için “başka bir tür” görüyorlardı. Ve ablalarım artık büyümeye başlamışlardı. 15-16 yaşlarında genç kızlardı. Bir Türkle evlenirse ne yapacağız sorusu oluşmaya başladı kafalarında annemlerin. Ablanlardan konuşurken tam da bu konuya gelecektim sıcağı sıcağına. Var mıydı böyle bir tedirginlik, konuşuluyor muydu evde, uyarı olur muydu? “Türk olmasın da kim olursa olsun” algısı var mıydı annenlerde? Yoksa daha esnek yaklaştıkları bir durum muydu evlilik mevzusu? Sosyoekonomik faktörler etken miydi? Bir de karma ilişkileri olduysa ablalarına dair bir hikayen var mı paylaşabileceğin? Tabi vardı bu korku. Müslüman olmasın. Asimile olur. Kapanma (başörtüsü) o zaman o kadar yoktu ama bir korku vardı. “Bizden birisini alsın” algısı hakimdi. Sizin kitapta yazdığınız tüm sebepler geçerliydi burada da. Karma ilişki olduysa bilmiyorum çünkü ben küçüktüm. Ama ablalarımla annemler arasında çekişmeler oluyordu onu hatırlıyorum. Ablalarım çok sosyallerdi. O yaşta o zaman “hadi gidelim takılalım dışarıda” yoktu. O zaman o kadar dışarı çıkmak da yoktu. 70’lerden bahsediyoruz… ortalık yanıyordu, sonra darbe oldu, insanlar çocuklarını dışarı salmaya korkuyorlardı o dönemde Aynen. Dışarı çıktığımızda ise sahile gidiyorduk. Başlarda oturacak yer yoktu. Bakırköy sahilde öyle aşağı yukarı yürürdük. Ablalarım biraz para kazanmaya başlayınca özellikle darbeden sonra, ki o zaman bize darbe çok güzel bir şey gibi gelmişti, “aaa iyi ki Kenan Evren geldi, artık dışarı çıkabiliyoruz!” Millete öyle bir ruh hali geldi. Özal filan ekonomi açıldı. Ben hatırlıyorum, annem ablalarımı tek başlarına göndermiyordu dışarı. En azından bir erkek olması lazımdı. Kim gidecek erkek? Ben. Yeşilköy’e giderken Hava Harp Okulu var, Harp okulundan öğrenciler oraya geliyor ve kızlar (gülerek). O zaman ablalarımın flörtleştiği kişiler vardı, hatırlıyorum. Bak yine aklıma geldi, Ahmet vardı, ne yapıyor acaba şimdi… Bu mahallenin kabadayısı gibiydi, hatta ayakları çok büyük olduğu için lakabı vardı “46 geliyor diye”, bak ya neleri hatırlıyorum (gülerek). Peki Türklerle arkadaşlık durumuna annenler karışıyor muydu? Flörtlere karşılar tamam, peki kız arkadaşlar için aynı sınır var mıydı? Yo yo vardı (kız arkadaşları), erkek olmasın mantığı vardı sadece. Ablalarımın kız arkadaşları eve de geliyordu. Bizim ev açıktı. Yeşim vardı hatta Yeşim çok güzel bir kızdı. O yaşlar inan hiç unutulmuyor… Rumlarla acı çektiğim oluyordu ama Türklerle çok güzel zaman geçiriyordum. Bakırköy “Rumlardan çok ayrımcılık çektim. Türklerden kabul gördüm ben” O zaman çok radikal olmayacak ise senin için, “Rumlardan Türklerden gördüğümden daha fazla ayrımcılık gördüm” diyebilir misin? Evet evet. Bunu herkese söylüyorum. Rumlardan ben çok ayrımcılık çektim. Türklerden kabul gördüm ben. Ablalarımın çok Türk arkadaşları vardı; bir ara çok güzel geziyorduk. Ekonomik durumlar biraz düzelince Bakırköy’de, ortam da rahatlamıştı nispeten, gezmeye başlamıştık. Minik Cafe’ye gidiyorduk Bakırköy sahilde, en “in” kafeydi; ben daha 13 yaşında filandım ve ablalarımın arkadaşlarıyla gezmek çok havalıydı. Babamlar tutucu değildi o anlamda. Ataerkil bir aile yapısı değildi kesinlikle. Kınalıada’ya yüzmeye gidiyorduk, annem başlarda bizi kontrol etmeye geliyordu sonra biz yalnız gitmeye başladık. Ataköy plajı vardı, Galleria’nın olduğu yerde plaj vardı o zaman. Orada “Angelo” vardı, İstanbullu Rumlardan. Gece kulübüydü ve çok güzel yemekler şarkıcılar çıkardı. Bizi, cemaatin kilisesinin zangocu olan babamı senede bir kere çağırıyorlardı, biz de ailecek gidiyorduk. Babam çok komik kısa bir kravat takardı (gülerek). Ailecek nereye gideceğiz başka? Babam kahveye filan gitmezdi. Annem en fazla pazara giderdi. Kadınlar için çok zordu. Zenginler kuaföre de giderdi de belli bir gelir seviyesinin altı içi daha zordu tabii. Mesela hamama giderdik cumartesileri. Bakırköy’de İstasyon Caddesi’nde soldaydı. Haftada bir orda yıkanırdık. Ben erkek çocuk olmama rağmen kadınlar matinesine katılırdım (gülerek). Bu kadınlar için “dışarı çıkmaydı”. Bu karma bir ortamdı. Oraya turistik amaçlı değil bildiğin yıkanmak için gidiyorsun. Peki Fener Rum Okulu’na geçişinden bahsedelim mi biraz da… Benim en güzel dostluk ilişkilerimden biri Yorgo idi (Benlisoy), okulda tanışmıştık. Ortaokul iki taneydi, pardon üç tane. Fener, Zoğrafyon ve kızlar için Zapyon ve Balat’taki Yoakimyon. Taksim, Şişli, Kurtuluş tarafında olanlar Zoğrafyon’a, Bakırköy, Yeşilköy tarafında olanlar Fener’e gidiyorlardı. Moda’dan vapurla geçip Fener’e geliyorlardı. Otobüs Yeşilköy’den kalkıyordu, Yeşilköy-Bakırköy-Yedikule-Samatya (Psomatya). Yorgo benden iki sınıf büyüktü. Sözü geçen bir çocuktu, iyi öğrenci, annesi öğretmen, Madam Sofia, po po po… (Rumların “vre” ya da “vay be” anlamında kullandıkları ifade). Kaç kere kaldım onların evinde… Yorgo ablamın düğününe Antakya’ya geldi biliyor musun? Biraz önce bahsettiğim aynı sorunlar ortaokulda da devam etti. Ortaokul ve lise beraber, dolayısıyla altı sene okuyorsun. Lise 1’de çok iri yarı bir çocuk vardı ve Yeşilköylü bir de, ne “bulyying” yedim çocuktan biliyor musun… Bunların arasında Yorgo ile beraber olduğumda yanaşmıyorlardı. Benim Rumcam çok az ve iyi değildi. Çünkü dersleri çalışıyorum, fiil çekimlerini ama gel de konuş! Matematik 10, Türkçe 10, Fizik 10, Rumcaya gelince eh işte geçer not ancak. Hocaların nasıldı peki, sana karşı davranışları, ilgileri? Kötü. Çok büyük bir önyargı vardı. Nerden devam edeyim? Çünkü ilkokulda da o kadar çok çektim ki. Mesela öğretmen elimde döve döve cetveli kırdı. Annemler nasıl gelsin okula? Cesareti var mıydı okulun öğretmenine! Cetveli kırdı ve bana dedi ki dönüp “arkadaşının cetvelini kırdın, ona yarın yeni bir cetvel getireceksin”. Şimdi bunu babama söylemek bir… anladın değil mi? Bütün dünya sekiz yaşında bir çocuğun başına yıkılıyor. Elindeki ağrıyı, rezil olmayı bırak babama nasıl anlatacağım? Ertesi gün evde eski bir cetvelim vardı onu götürdüm arkadaşa, arkadaş “güzel” dedi aldı. Öğretmen soruyor, “yeni cetvel aldın mı? Bu ne, bu eski, git ve yeni cetvel getir!”. Korkudan ne yapacağım diye düşünürken ablama gittim, kuaföre. Ablam aldığı bahşişlerle yeni bir cetvel alıyor ve beraber öğretmene gidiyoruz. Ablam öğretmene “madem siz kırdınız, sizin almanız lazım” diyor. Tabii öğretmenin dili tutuldu konuşamadı. Abi ne çektik ondan sonra biliyor musun? Ne dedikodu ne laflar okulda… En sevdiğim öğretmen ise Sevim Hanımdı, Türkçe öğretmenim. O bana çok destek oldu ama ayrım da göstermedi. Onun için diyorum ben Türklerden o kadar çok çekmedim diye. Tabi ondan sonra ’85 yılında çok çektik onu daha sonra anlatırım. Ortaokuldan devam edelim. En iyi Türkçe konuşan Yorgo idi. Biz beraber otobüste Türkçe konuşuyorduk, çok iyi anlaşıyorduk. Beraber “White Angels” diye (gülerek) hatırlar mı şimdi acaba… İnsanları iyiliğe doğru götüren bir organizasyon kurmuştuk (kahkalalarla). O zaman gençlerin katıldığı parti kolları yoktu ki. Bu gençlik derneği gibi bir şeydi, felsefe de yapıyorduk çok güzel. Hatta gidip Kapalıçarşı’dan “White Angels” diye kolye yaptırmıştık (gülerek). Amacı iyilik, felsefe, iletişim, arkadaşlık kurma. O zaman ben de yavaş yavaş açılmaya başlamıştım. Artık beni okulda hor görmeyen bir arkadaşım olmuştu. O zaman çok modaydı, Bakırköy’de bir İngilizce kursu vardı ve tek dersaneydi o yörede adı da “LÖM” idi, çok fena değil mi (gülerek), Lisan Öğretim Merkezi. Oraya gitmeye başladım; babam bana her ay harçlık ayırıyordu kursum için. Soruyorlardı sınıfta mesela “sen hangi okula gidiyorsun?” diye. Çocuklar söylüyor bilmem ne lisesi bilmem ne okulu… Çavuşoğlu vardı o zaman moda olan duymuşsundur sen de. Ben asıl ne için utanıyordum biliyor musun? Okul filan değil de çok uzun boyluydum ve o boyda ilkokula gidiyor olmaktan utanıyordum. Ben de okulun adını vermeden “Rum okulu” diyordum. “Rum mu? Rum ne? İyi peki Rummuş” … O zaman kurstaki sınıftan kız arkadaşlarım da olmuştu; o güne kadar arkadaşı olmayan ben, benim için inanılmaz bir şeydi. Ortaokulda çok yakınlaştık Yorgo ile, onların evinde kalıyordum. Annesi babası çok iyi insanlardı. Ben her gün Yeşilköy’e gitmeye başladım. Siteden arkadaşları vardı, hepsi Türktü. O zaman onun da Rumlarla çok alakası yoktu. Sitede çocuklarla beraber oynuyorduk. O zamanki tek site orasıydı, çok güzeldi, bizim Bakırköy’e nazaran çok değişikti… O geliyordu bize, bizim eve. Sinan, Uğur… arkadaşlarımızdı mahalleden. Hatta bir partiye gitmiştik beraber, hayatımda gittiğim ilk partiydi. Herşey Yorgo’nun sayesinde oldu kısaca. Şu an sene ’81 daha. Ve darbe oldu. Ekmek almaya fırına koşuyorduk, ekmeksiz kalmayalım diye. 11 yaşındaydım, çok iyi hatırlıyorum. Türkiye’de fazla okul olmadığı zaman seçimlerde derneklere gidip oralarda sandık koyarlardı. Bizim kilisenin bir derneği vardı arka tarafta orda seçim oluyordu. Dur başka bir şey söyleyecektim… Ha tamam, kilisede oy kullanılırken ilk defa Türkleri sırada beklerken üzgün, ciddi bir biçimde görüyordum. O zaman Bakırköy’de insanlar yolda birbirine selam verirdi, köydü cidden, ama o zaman kuyrukta beklerken insanlar çok ciddi ve üzgündü. Darbe bizi çok etkiledi. Birdenbire her yerde asker. Askerlerin yolda insanları dövmesi… “Korkuyordu azınlıklar. Azınlıklar her şeyden uzaktı, hiçbir şeye karışmıyordu. Karışmıyordu. Yasaktı, tehlikeliydi.” Bütün bunlar olurken ülkede, dışarısı mahşer alanı, azınlıklar ne yapıyordu? Korkuyordu azınlıklar. Azınlıklar her şeyden uzaktı, hiçbir şeye karışmıyordu. Karışmıyordu. Yasaktı, tehlikeliydi. Çoğunluk ne derse o. Bizim evimizin önünde kaç kişiyi bıçakladılar! O zaman ne sendikası! Sadece tamamen korku vardı. Bunların arasında en korkusuzu ise babamdı. Mesela bir belediyeye gidip, emniyete gidip bir kağıt istemeye korkarlardı. Birisinin annesi ölmüş, annesinin ölüm kağıdını alacak, korkardı gitmeye. Babam gider yapardı işlerini. Bir de şunu hatırlıyorum, Panani Amca anlatırdı. Panani Amca Bakırköy cemaatinin fakirlerindendi, balıkçılık yapardı. Kilisenin bir evinde otururdu ve kilisenin işlerine yardım ederdi. O anlatırdı, 6-7 Eylül olaylarının olacağını duymuştu. Küçük çocukları varmış; eline almış baltayı ve kapıyı kilitleyerek kapının arkasında beklemiş. Eğer bir şey olursa önce beni öldürsünler, karımı ve çocuklarımı göremeyeyim, bunu bana anlatırdı. Bütün gece sabaha kadar baltayla beklemiş, anlatıyordu… İşte tüm bu yaşanmışlıklar, hafızlarda da henüz taze, darbe döneminde özellikle azınlıkların pasifize olmalarında da önemi bir etkendi değil mi? Ortalık yanarken tamamen kabuklarına çekildiler. 74’den sonra zaten giden gidene (Rumların göçüne vurgu). Onun için diyorum, biz yedi kişiydik ilkokul birinci sınıfta. Üçüncü sınıfta ve dördüncü sınıfta tek başıma kaldım. Ortaokul birinci sınıfta sadece dört kişiydik. O dönem (80-82) arası, sadece Tan ve Günaydın gazeteleri okunuyordu; politik olmak suçtu. O zaman ben yavaş yavaş politik olarak aydınlanmaya başladım. Bak nerden biliyor musun? Gırgır ve Fırt dergileri sayesinde. Her Cuma günü koşarak gidip Gırgır alırdım. Sözde mizah gazetesi ama nasıl bir politika yapılırdı orada! Muhtemelen o keskin zekadan anlamadılar ve o dergiler kapatılmadı her şey kapatılırken. Tek muhalefet Gırgır idi. Özellikle Fırt’da ikinci sayfa güzeli vardı hatırlar mısın? (gülerek) Ülkede hakim olan otoriter devlet anlayışı azınlıkların politik temsiliyetlerine nasıl yansıyor sence? Gayrimüslimler darbe yüzünden dediğim gibi zaten korkuyordu, artık iyice sesini çıkaramamaya başladılar. Tamamen apolitiklerdi. “Bunlar sizin ilgileneceğiniz şeyler değil, onlar anarşist, sen karışma” derdi babam hep. Ben hatırlıyorum Bakırköy’de ‘79’da miting oluyordu, yürüyüşler oluyordu. Babam hemen beni pencereden izlerken içeri sokardı, “sen karışma, bizim işimiz değil”. Kimlerle işimiz değil? Çoğunlukla. Sizin çevrenizde sendika üyeliği bulunan, aktif politika yapan var mıydı? Yoook nerde…. 80’den sonra, Eylül ayında oldu darbe, yaza doğru havalar düzeldiği zaman herkes sokağa çıkmaya başlamıştı. Sahile gidip gezebiliyorduk, daha önce korkudan anne babamız bizi bırakmıyordu sokağa. Bakkala bile giderken dikkatli olmamız lazımdı. Bizim çevremiz, küçük de olsa, bu anlamda gerçeği yansıtıyor. “ahh ne iyi oldu da Evren geldi. Artık sokağa çıkabiliyoruz” dedi insanlar. Tabii işçi hakları, insan hakları filan hak getire. O zaman işkencelerden haberimiz bile yoktu. Daha önce de söylediğim gibi, o zaman popülist gazeteleri okuyarak büyüdük biz, muhalefet filan nerdee… Ben hatırlıyorum ’83 yılında Yunanistan’a tatile gelmiştim amcalarımın yanına… O zaman istersen burada bir virgül koyalım ve haftaya yavaş yavaş Yunanistan serüvenine geçelim. TEKZİP 25.01.2022 Web sitemizde 20.01.2022 tarihinde yayınlanmış olan “Rumlardan Çok Ayrımcılık Çektim” başlıklı röportaja ilişkin olarak Fuat DEMİR tarafından gönderilmiş olan cevap ve düzeltme talebini ilkelerimiz gereğince yayınlıyoruz: “Cneydo-şeh Hanna Sosyal kültür ve dayanışma derneği olarak değerli Nehna yönetimi sizleri sevgiyle selamlıyoruz. 20/01/2022 tarihinde yapılan röportajınızda ve yapan Simon şahısın rahmetli annesi şeh Hanna ailesinden evet doğrudur, lakin burda yazılan kişisel ve özel bilgilerin doğru olmayan kan davası denilen ifadeler doğruları yansıtmıyor, ve bizi aile ve derneğimizi derinden rahatsız etti. Sizden temenimiz burda sözkonusu olan bizim ismimiz, böyle bir bilginin yanlış olduğunu ifade ediyor ve düzeltilmesini rica ediyoruz. Yönetimkurulu başkanı Fuat Demir”
- Kıddes’in Anlamı
Kıddes, Hıristiyanlar ve Nusayriler için en genel ve ortak anlamıyla İsa’nın Aziz Yahya tarafından Ürdün Nehri’nde su ve yağ ile takdis edilmesinin kutlandığı bayram. Kıddes’in Nusayriler için bir başka anlamı ise 14 Ocak’ın dünyanın yaratılış günü olması. Nusayriler o günü yılbaşı olarak kutlar, Ras el Seni derler. O gün, Firavun zulmü sona ermiş ve Hz. Musa’nın devri başlamıştır. Bu inanca göre, 14 Ocak’tan 5 gün sonra da insan yaratılmıştır ve Allah insanı kutsamıştır, o gün 19 Ocak’tır.Ayrıca bugün İsa’nın Ürdün Nehri’nde takdisinden sonra ettiği duaya reyhan ve zeytin ağaçları, kuşlar, toprak, bütün tabiat ona ibadette eşlik etmiştir. Bu yüzden Nusayriler zeytin ve reyhan ağaçlarını kutsal sayar. Çocuklar doğduktan sonra bir nevi vaftiz gibi, önce tuzlanır, sonra zeytin ve reyhan yapraklarıyla dolu suya, zeytinyağı koyup yıkanır. Bu takdisle çocukların kokmayacağına da inanılır. Buna “reyhanlama” denir. Anneannemin geçmiş ritüellerden hatrında kalanlara göre, Kıddes arifesi, geceden bir tas suya reyhan ve zeytin yaprakları konur, o su dışarıda bekletilir. Gece sabaha karşı evden çıkılır, komşular, akrabalarla birlikte İsa’nın Ürdün Nehri’nde vaftiz olduğu gibi Nusayriler de üzerlerine beyaz kıyafetlerle ırmağa girer, ırmakta yıkanır. Ağaçların dallarına toprak kütleleri konur, toprak gibi verici olsun, bol bol meyve versin diye. Gözlere güvercin tüyüyle defne yağından yapılan Antakya’ya özgü sürme çekilir. Sonra kadınlı erkekli toplanılır, bir gün öncesinde kesilen kurban etinden ve dövme buğdayla yapımı bir gün süren hırisi adında çorba yapılır. Sabahında namaz düzenlenir. Aziz Yahya ve Hz. İsa için dua edilir. Ziyaretler tek tek dolaşılır. Bekletilmiş su mukaddes sayılır, o suyla hastalar öncelikli olmak üzere herkes tekrar yıkanır veya başlarının tepesi mesh edilir, saçlar yıkanır. Toplanan zeytin ve reyhan dallarını evlere asılır. Kıddes gününde coşkulu olmamın bir sebebi, yapımından sofraya konulana kadar sabırsızlıkla beklediğim yemekleridir. Leyl el Miled (Doğum Gecesi/Noel), Ras el Seni (Yılbaşı), Kıddes, Sabatağş (On Yedi/Nevruz), İrtifeğ Yisa (İsa’nın Yükselişi/Paskalya), tüm bu bayramlarda ortak yemekler yapılır. Lebney (yoğurt çorbası), heyrucet (bulgur köftesi), kıbbeh (içli köfte), hırisi (keşkek), bu yemekler sadece özel günlerde ve bayramlarda yapılır. Her bayrama özgü farklı yemekler de vardır. Mamul (hurmalı kurabiye) için Leyl el Miled’i, kelle yemek için tüm yıl Ras el Seni’yi, işmum çöreği (baharatlı çörek) ve hıbz-i Kıddes (Kıddes ekmeği) yemek için Kıddes ve İrtifeğ Yisa’yı (Paskalya), mileytut tatlısı için Sabatağş’ı bekleriz. Bazılarınızın şaşıracağı gibi, bu günler biz Nusayrilerde de kutsaldır. Kutsal olmasının kökeni hakkında birçok farklı görüş var. Ama benim bildiğim, aileden aktarılan, bizde İsa’nın mukaddes sayılmasındandır, Musa da mukaddestir. Bizde bütün peygamberler kutsaldır. Teyit etmek için yanı başımda duran anneanneme sesleniyorum, bir kez daha soruyorum. Şöyle diyor: “Daha önce, Tarsus’ta Hıristiyan nüfus fazlayken, Hıristiyan komşularımızla birlikte ırmaklara giderdik, şimdi kalmadı tabii bu gelenek, belki yalnızca Samandağ’da, İskenderun’da.”
- Beklenen Godot’u Düşünürken: Azınlık Cemaat Vakıflarının Durumu Üzerine
Foto: Agos Anımsıyorum da, hafızam beni yanıltmıyor ise, 1989 yılı bahar başlarında, mevsimin etkisi ile mi, yirmisekizlerin üzerindeki yaşıt grubumuzun tohuma düşen coşkusundan mı, 26 yıl seçim yapmayan İskenderun Rum Ortodoks Kilisesi vakıf yönetimine cemaatten imza toplayarak seçim talebinde bulunmuştuk. Vakıf yöneticileri bizlere “bu işin hiç de kolay olmadığını, çok genç olduğumuzu, yönetimde sorumluluk almak yerine, kilise içi çalışmalarda sorumluluklar almanın daha doğru olduğunu” söyleyerek bizleri ikna etmeye çalışmışlardı. Bizler de onların “uzun süre yeterince hizmet ettiklerine, oldukça yorulmuş olduklarına, yaşlandıklarına, toplumun beklentilerine yanıt vermekten giderek uzaklaştıklarına ve kan değişimine ihtiyaç olduğuna” dikkat çekerek onları ikna etmeye çalışmıştık. Doğaldır ki karşılıklı ikna gerçekleşmeyince toplumun yüzde seksenininden toplanan imzalar ile konuyu yargıya taşıyarak hukuk sürecini işletmiştik. 1994’de dört yıllık zorlu hukuk sürecinden sonra, “emsal teşkil eden” mahkeme kararı ile azınlık vakıfları iki yılda bir seçim yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlardı. Tabii ki bu durum 2011-12’lere kadar uygulanageldi. Türkiye gibi bir ülkede muhalif bir pozisyonda olsanız; iki yılda bir seçim yapmadığınız için, dernek ya da kurumun kapısına kilit vurulur ve kapatılır kuşkusuz. Yaşam da bunun pratik örnekleri ile dolu değil mi? Peki nasıl oluyor da 26 yıl seçim yapmadan ya da şimdi olduğu gibi, bu kadar uzun süre seçim yapılmadan yönetimlerde kalınabiliyordu? Muhtemeldir ki siyasi irade, yani devlet, azınlık cemaatlerinde seçilecek yönetimlerin oluşturulabileceği yeni perspektifler ile hem cemaat içerisinde hem de yaşadığı kent ya da ülkede yaratacağı enerji ile, kontrol edilemezlik kaygısı taşıyor. Yani yeni seçilecek irade, eskilerinden farklı olarak, susan ve sadece verilene razı olan bir yönetim olmayabilir. Yaşadığı kentte ve ülkede, “sorunlarımızla, taleplerimizle biz de varız” diyerek, varlığını daha görünür kılabilir. Büyük bölümü cemaat vakıfları yasasından kaynaklan birikmiş sorunların çözümü için, eşit yurttaşlık temelinde, hatta evrensel hukukun öngördüğü hak arayışında da bulunabilir. Bundan dolayıdır ki, devletin cemaatlerin içişlerine yönelik, istediği temsilcileri hatta istediği patrikleri seçtirme yönünde müdahalelerde bulunması tesadüf olabilir mi? Zaten cemaat vakıfları da her ne kadar Kültür Bakanlığı’na bağlı ise de İçişleri Bakanlığı’nın denetimi altındadır. İçişleri Bakanlığı’na keyfilik ve müdahillik olanağı veren Vakıflar yasasına göre, seçilmiş yönetici İçişleri Bakanlığı’na bağlı memur statüsünde görüldüğü için, cemaat tarafından seçilenler benim de başıma geldiği gibi “sakıncalı” olduğu gerekçesi ile vakıf yöneticiliği görevinden alınabiliyor. Vakıflar yasasının olanak sunduğu keyfiliklere, bu perspektiften baktığımızda, egemen medyada da çokça yer bulan Ermeni cemaatindeki seçim tartışmalarında cemaat temsilcileri olarak yansıtılan Bedros Şirinoğlu ve Ateşyan üzerinden yapılan müdahaleler, bu durumdan azade olabilir mi? Durum böyle olunca, ülkede bu kadar birikmiş sorun varken, doğaldır ki, baş ağrıtacak yeni sorunlara ne gerek var, öyle değil mi? En kolayından, kontrol edilebilir, denetlenebilir ve uyumlu olan temsilciler ile çalışmak daha doğru olabilir. Bunun için seçim yasaları da es geçilebilir, cemaatin direncine rağmen Ateşyan Patrik vekilliğine de devam edebilir, buna uygun açıklama ve düzenlemeler de yapılabilir. Öyle ki, tanıkların anlatımlarına göre 26 yıl “açık seçim” yapılmayan dönemlerde, kapalı kapılar ardında düzmece seçimler yapılmasına da göz yumulabilir. Analitik gözle incelendiğinde, genelde azınlık cemaat vakıflarının yönetimlerinde, ekabir diye tabir edilen cemaatin elit kesimi, iş girişimcilerinin ya da yakınlarının olması tesadüf olmadığı görülecektir. Bu elit kesimin, cemaat temsiliyeti üzerinden idari ve mülki kurumlarında iş görme olanakları, varlıklarını koruma ve büyütme istekleri görmezden gelinebilir mi? Geriye dönüp bakınca, 26 yıl secim yapmadan yönetimi elinde tutan elit ve aristokrat kesimin, kendi malvarlıklarını koruyabilmek için, mülki ve idari kesimler ile çıkar ilişkilerini gözetmeden, uyumlu çalışmadan bu durum mümkün olabilir mi? Örneğin İskenderun’da Rum Ortodoks Vakıf yönetimi ve çevresi, 12 Eylül askeri darbe döneminde, kentin en önemli merkezinde vakfa ait, kilisenin hemen bitişiğinde bulunan, dönemin CHP’li belediyelerince çok katlı otopark olarak imar edilen × metrekare büyüklüğündeki bir arazinin kamulaştırılmasına göz yummuş, göstermelik itirazlarda bulunmuşlardı. Konu takip edilmemiş, yüksek yargıda ısrarcı olunmamıştı. Öyle ki, yasalara göre tarihi sit alanı ve koruma kapsamında olan kilisenin hemen bitişiğinde, imarı bile mümkün olmayan bir yere, dönemin CHP’li belediyelerince imar izni uydurulmuş ve göz yumulmuştu. Tahmin edilebilir ki benzer uygulamalar ülkenin değişik yerlerinde de yaşanmıştır… Kuşkusuz burada azınlık cemaat vakıfları yönetmeliğinin, mülklerin yenilenmesi ve geliştirilmesi konusunda, deyim yerinde ise çivi bile çaktırmayarak, mülklerin harabeye dönüştürülmesi için özel stratejik yöntem izlediğini de unutmamak gerek. Sonrasında harabeye dönüşen mülkler de kentin gelişimine ve görüntüsüne engel oluşturuyor gerekçesi ile deyim yerinde ise pul parasına karşılık gelen ödenekler ile, kamulaştırmaya zemin oluşturduğunu da hatırda tutmakta yarar var. Kamulaştırılan yerler araştırıldığında, bunun örnekleri ülke genelinde de azımsanmayacak boyutta olduğu görülebilir. Fakat tüm bunlar yaşanırken, vakıf yönetimlerinin sessizliği ve suskunluğu, idari yapılar ile çıkar ilişkileri de analize muhtaç değil mi? Mülki idare, elit vakıf yöneticilerinin özel ticari ilişkilerde, onların önünü açarken, onların malvarlıklarına dokunmazken, vakıf yönetimlerinden de itaatkar bir cemaat oluşmasını istiyor. Aynı zamanda içerde ve dışarıda cemaat yöneticilerinin “bu ülkede mutlu ve özgür bir ortamda yaşadıklarını” açıklamaya zorladıklarını da unutmamak gerek. Kuşkusuz bu durum bugüne kadar aynı uygulamalar ile devam etmektedir. İdari zihniyet, yönetimlerden “makbul cemaat olmalarını” isterken, vakıf yönetimleri ise cemaatlerini suskun toplum olmaya zorluyor. Elit yönetici kesim, Hıristiyanlık öğretisinde de olan, “sana tokat atana öbür yüzünü de çevir” uyarılarını işine geldiği gibi kullanıyor. Aynı zamanda azınlık psikolojisini de gözeterek, “bizler bir avuç azınlığız, bir şeyleri değiştiremeyiz” korkusu ile ruhlar yıllarca terbiye edilince şu sorular ister istemez yanıtlanmayı bekliyor: Hak talep etmeyen zihniyet ve makbul vatandaş fikri aile büyüklerimizin beynine ince ince işlenmedi mi? Bu durum aynı zamanda cemaatlerin iç işleyişinde demokrasi kültürünün yerleşmesine engel teşkil etmedi mi? Kabul edelim ki, Türkiye etnik ve kültürel açıdan çok kimlikli bir ülke. Ancak Cumhuriyetin kuruluşundan beri, bünyesinde barındırdığı bu renkliliğin ihtiyaçlarına adalet ve eşitlik temelinde çözümler üretemediği için de sorunlar birikerek bugünlere kadar yığılmış durumda. Bu nedenle, genelde sorunlara iç güvenlik kaygısı üretilerek, demokratikleşme beklentilerine yanıt vermekte zorlanılıyor. 2000’li yılların başlarında Türkiye-AB uyum ilişkileri çerçevesinde, vakıflara nefes aldırabilen geçici iyileşmeler de yaşanmadı değil. Cemaat mülklerinin imarlandırılması bu kapsamda görülebilir. Alevi, Kürt, azınlık cemaatleri ile zaman zaman görüşmeler yapılıp arayışlar olsa da, iç dirençlerin etkisi ile, geleneksel güvenlikçi politikalardan vazgeçilmiyor. Her seferinde atılacak adımlar bilinmeyen bir geleceğe erteleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlıkları ve azınlık cemaat vakıfları arasında, hem vakıf hem de vakıf seçimleri yönetmeliğine yönelik değişiklik beklentileri de bu durumdan etkileniyor. Bugün yapılması gereken, yukarılardan talimat beklemek yerine, hak talep eden, eşit yurttaşlık savunusu ile katılım yollarını açan, demokrasi kültürümüzü artıracak uygulamaları, yani seçimleri devreye sokmaktır. Kuşkusuz cemaat vakıflarındaki birikmiş sorunların çözümü, ülkedeki demokratikleşme düzeyinden etkilenmekte ve ona bağlı olarak ertelenmektedir. Bu açıdan bakıldığında, çözümleri bilinmeyen bir geleceğe ertelemek, seçim yapmak için bile talimat beklemek doğru bir yaklaşım olabilir mi? O zaman birey ya da toplum olarak varlık gerekçemiz nasıl açıklanabilir? Doğru olan, sorunların çözümünü ülkedeki demokratikleşme sürecine endekslemeden, bugünden seçme ve seçilme iradesini yansıtacak seçimleri devreye sokmak değil mi? Peki buna engel olan elit azınlığın çıkarları mı yoksa toplumun çıkarları mı? Cemaatlerin iradesini yansıtacak, katılımcı pratik uygulamalar ve kendi içimizde yaratacağımız demokratik kültür deneyimimiz daha değerli bir katkı oluşturmaz mı sorunların çözümüne? Peki böylesine işleyen yönetmelikler, içeride ve dışarıda ülkenin görüntüsünü mü zedeler ya da dış politikalarda başkalarına malzeme olmaktan çıkıp ülkenin itibarına olumlu katkı mı sunar? Sonuç olarak 2022 Türkiye’sinde ya toplum iradesini yansıtacak, yeni perspektiflere olanak sunan seçim odaklı çözümler üreteceğiz ya da çözümsüzlükler içerisinde, verilenlere razı kalarak “Godot’u” bekleyeceğiz. “Godot” gelir mi gelmez mi bilinmez…
- Hüznün ve Şefkatin Sesi Feyruz: Intı Hanuni*
Foto: Esquire Middle East Elbette ki, bu yazıyı okuyanların çoğu “Ortadoğu’nun Divası” Feyruz’un adını duymuş ya da şarkılarını dinlemiştir. Şarkılarını ondan dinlemeseniz de (ç)alıntılarını muhakkak dinlemişizdir. Türkiye’de Feyruz’un -tabii ki Assi-Mansour Rahbani kardeşlerin ve oğlu Ziad Rahbani’nin- şarkılarından araklama yapan birçok şarkıcı bulursunuz. Erkin Koray’dan Ajda Pekkan’a, Ferdi Özbeğen’den Deniz Seki’ye birçok şarkıcı Feyruz ve Rahbani kardeşlerin şarkılarını kimi kaynak göstererek kimi de hırsız suskunluğuyla seslendirmiştir. Peki kimdir Feyruz? Feyruz, Mardin göçmeni Süryani Ortodoks Wadi Haddad ile Lübnanlı Maruni Lisa Alboustani’nin ilk çocukları Nouhad Haddad olarak 21 Kasım 1935’te Lübnan Cebel el Ard’da dünyaya geldi. Nouhad, Youssef, Hoda ve Amal kardeşlerin en büyüğü olan Nouhad’in çocukluğu Beyrut’un Hıristiyan mahallelerinin birinde ve büyükannesinin köyünde geçti. O büyüleyici, şefkatli (hanun) sesi 11 yaşında müzik öğretmeni Mohammed Fleyfel’in dikkatini çekti. Onun konservatuara gitmesi konusunda ailesini ikna etti. Daha sonra Lübnan Radyosunda çalışan Halim el Roumi’nin dikkatini çeken Nouhad, Lübnan Radyosu korosuna şarkıcı olarak atandı ve sahne adı olarak Feyruz’u (Turkuaz) kullanmaya başladı. Nouhad burada çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra müzik konusunda belki tüm dünyayı etkileyecek tanışma gerçekleşti: Assi-Mansour Rahbani kardeşler ve Feyruz. Rahbani Kardeşler, Feyruz için şarkılar bestelemeye başladı. Bunlardan ilk hit olanı Etab’dı. Bu şarkının başarısından sonra Feyruz Arap dünyasında hızla popülerleşti. Uzun yıllar sürecek olan müzikal birliktelik Feyruz ve Assi Rahbani’nin 23 Ocak 1955 tarihinde evliliğiyle başka bir boyuta taşınmış oldu. Bu evlilik ile birlikte Feyruz, Rum Ortodoks inancına geçti. Uzun yıllar boyunca kilisede de ilahileri seslendirmeye devam etti. Bu ilahilerden oluşan albümler de yayınladı. Feyruz ve Assi’nin dört çocukları oldu: Ziad (besteci, söz yazarı, solist, oyuncu, senarist), Layal (1987’de beyin kanamasından öldü), Hali (menenjitten dolayı çocukluktan beri felçli), Rima (sanatçı). Feyruz, Rahbani kardeşler ile ilk büyük konserini Uluslararası Baalbeck Festivali’nde verdi. Bu tarihle beraber Feyruz artık dünya çapında tanınan bir ses olmuştu. Rahbani kardeşler, 1960’lardan Feyruz ile profesyonel müzik birlikteliklerini sonlandırana kadar 200’den fazla beste- şarkı sözü, birçok operet ve üç sinema filmi yaptı. Assi Rahbani’nin vücudu yoğun tempoya dayanamayarak 1972 yılında beyin kanaması geçirdi. Sevenleri günlerce hastane önünde mumlarla nöbet tuttu. Bu rahatsızlığı atlatan Assi Rahbani bir yıl içinde sahnelere geri döndü. Oğulları Ziad Rahbani, annesinin, yanında babası olmadan sahneye çıkmasını ünlü Saalouni el Nas (İnsanlar Sordular) şarkısı ile anlattı. Feyruz ve siyasi duruşu Feyruz ve Rahbani kardeşler 1970’ler ile beraber dünyanın birçok şehrinde konserler vermeye başladı. Feyruz ve Rahbani Kardeşlerin dünyada tanınması çok hızlı olmuştu. Bu ünü hızlandıran müzik kalitesi ile beraber tutundukları siyasi tavırdı. 1969 yılında Cezayir’in darbeci başkanı Houari Boumedienne tarafından talep edilen özel konseri reddetmesi hem Lübnan’da hem de dünyada büyük yankı uyandırdı. Uzun süre Lübnan resmi kurumlarınca yok sayılan Feyruz, açıklamasında her zaman her ülke ve halklara şarkı söyleyeceğini ancak tek bir kişiye şarkı söylemeyeceğini belirtmişti. Feyruz ve Rahbani kardeşler, Lübnan İç Savaşı öncesinde ve sırasında savaş karşıtı görüşleri, ülke siyasetçileri ile ilgili açıklamaları tutumlarının aktif göstergesiydi. Özellikle Rahbani kardeşlerin hazırladıkları gösterilerde siyasi hicivlere bolca yer verilmekteydi. Lübnan İç Savaşı ile beraber birçok ünlü isim ülkeyi terk etmeyi seçti. Ancak Feyruz ve Rahbani Kardeşler ülkeyi terk etmeyi reddettiler. Hatta hem Hıristiyan Doğu Beyrut’ta hem de Müslüman Batı Beyrut’ta gösterilen Petra Opereti’ni oynadılar. Sadece uluslararası konserler için yurtdışına çıkan Feyruz ülke insanına savaştan dolayı kızgınlığını ve ülke sevgisini birçok şarkı ile dile getirdi. Bunların en ünlüsü Li Beyrut ve Bhebbek Ya Lıbnen oldu. İç savaş sırasında Feyruz ülkesinde Petra Opereti dışında bir konser vermedi. Lübnan’da kardeş kavgası sürdükçe konser vermeyeceğini defalarca belirtti. Feyruz savaş bittikten sonra 1994 yılında ülkesindeki ilk konserini harap olmuş Şehitler Meydanı’nın yeniden açılışında yaptı. 1979 yılında Feyruz ve Rahbani kardeşler müzikal ve kişisel ilişkilerini bitirmeye karar verdiler. Bu andan itibaren Feyruz oğlu Ziad Rahbani ile çalışmalarına devam etti. Feyruz ve Rahbani kardeşler tüm Lübnan için büyük anlam ifade etmekteydi. Öyle ki, Doğu ve Batı Beyrut sınırları keskin çizgiler ile çizilmiş ve bu hat boyunca keskin nişancılar yerleştirilmişti. Ancak, bu sınırları ne yazık ki Assi Rahbani’nin 1986 yılındaki ölümü kaldıracaktı. Assi Rahbani Doğu Beyrut’ta öldüğünde cenaze kafilesinin geçişi için tüm siyasi gruplar cenaze merasimi bitene kadar ateşkes ilan etmişti. İç savaş tüm ülkeyi kasıp kavururken Assi Rahbani’nin ölümü tüm ülkede hüzünle karşılanmıştı. Birkaç saatliğine de olsa silahlar susmuştu. Lübnan iç savaşının bitmesi Feyruz’un hüznünü dindirse de başlayan Filistin mücadelesi ve İsrail’in tutumu ünlü sanatçıyı çok etkilemişti. O ünlü Wahdon şarkısını tam da bu dönemde okudu. Özellikle Arap coğrafyasında yapılan kavganın durması için defalarca açıklamalar yaptı. Feyruz, Rahbani kardeşler ile müzikal anlamda ayrıldıktan sonra oğlu Ziad Rahbani, Philemon Wehde, Joseph Harb, Elias Rahbani (Rahbani kardeşlerin en küçüğü) ile çalışmalarına devam etti. Bu yeni çalışma ekibi ona Batı enstrümanları daha fazla kullanma şansı tanımıştı. Özellikle Ziad Rahbani batı tarzı bestelerine Feyruz’un kadife sesini ahenkli bir şekilde yerleştirmişti. Bu dönemde Kifak Inta, Ahwak, Sallimleh Alayh gibi şarkılar dinleyenlerin gönlünde taht kuruyordu. Feyruz müzik yaşamı boyunca tüm dünyada onlarca konser, müzikal ve operette sahne aldı. Son konserlerinden olan 2008 yılında Şam’da verdiği konser ile yine ülkesinde büyük tartışmalara yol açtı. Suriye karşıtı siyasilerin öncülüğünde Şam’da konser vermemesi için kampanyalar başlatıldı, anketler yapıldı. Ancak tüm bu kampanyalara rağmen Feyruz konserini iptal etmeyi reddetti ve “Şam’ın bir kültür başkenti” olduğunu belirtti. Suriyeliler ise Feyruz’u tam olarak bağırlarına bastılar. Sınır kapısında Feyruz’u binlerce insan karşıladı. Konserden günler önce ve sonra Suriye’nin her dükkanında, kafesinde, evinde kısaca her yerinde Feyruz şarkıları çalındı. Binlerce insana konser veren Feyruz konser sonrası yaptığı açıklamada Suriye’ye, ikinci evine geldiğini belirtti. Antakya için Feyruz Levant coğrafyasında Feyruz sevgisi gerçekten görülmeye değer. Lübnan, Suriye, Filistin, Ürdün, İsrail ve Mısır’ın her yerinde Feyruz’un şarkısı, posteri, grafitisi, tablosunu görmeniz mümkün. Onu bu şekilde popüler kılan hanun sesi, belki de Arap coğrafyasının en iyi müzisyen ve sanatçılarından oluşan Rahbani ailesi ile çalışması ve siyasi duruşu olmuştur. Bu üç faktör Feyruz’un Ortadoğu’nun en iyi seslerinden biri olmasını sağlamıştır. Antakya, İskenderun, Samandağ ya da Altınözü’nde gezerken kulağınıza Feyruz’un bir şarkısının gelmesi işten bile değildir. Özellikle eski Antakya sokaklarını adımlarken kafelerden çalan Feyruz parçaları sizi başka bir dünyaya alır götürür. Feyruz’un her parçasında farklı duygulara dalarsınız. Habbaytak Bıssayf ile ümitsiz bir bekleyişi, Bektob Ismek ile karşılık bulmayan bir aşkı, Nassam Aleyna Hawa ile gurbeti, Ken Al Zamaan bir mahalle aşkını, Kifak İnta’da ise eski sevgilisi ile karşılaşan bir kadını görürsünüz. Feyruz’un video kayıtlarını izleyenler yüz mimiklerinin çok sabit olduğunu fark eder. Bunun sebebi onun hala yaşadığı sahne korkusu ve mütevazılığı. Öyle mütevazı ki pandemiden önce belki bir pazar günü yaşadığı semtteki Rum Ortodoks kilisesinde onu dua ederken görebilirdiniz. O Lübnan halkının içinden çıktı ve hiçbir zaman halkını terketmedi. O halkının düştüğü duruma hep üzüldü ve belki de bu sebeple ona hüznün şarkıcısı dediler. Yalnızken her Feyruz dinlediğimde gözlerim dolar. Şarkılarının sözlerinin hepsini anlamasam da sesindeki buğu, şefkat beni her zaman derinden etkiler. En son Fransa Başkanı Macron’un ona Fransa Şeref Madalyası vermek için ziyaret ettiğinde fotoğraf veren Feyruz, kızı Rima Rahbani ile Lübnan’da yaşamaya devam ediyor. *Sen şefkatlisin
- Vingas: “Rum Toplumu Bir Müze Fonksiyonu İle Varlık Gösteremez”
Laki Vingas ile gerçekleştirdiğimiz röportajın ilk bölümünde Türkiye’de din özgürlüğünden azınlıkların haklarına ve Nisan ayında çıkması beklenen seçim yönetmeliğine birçok konuda konuşmuştuk. Bu kısımda ise Vingas’ın da mensubu olduğu İstanbul Rum toplumunun sorunları, cemaat içerisinde gün geçtikçe görünürlük kazanan Antakyalı Ortodokslar ve iki toplum arasındaki ilişkisellik hakkında söyleştik. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Biraz da mensubu olduğunuz toplumdan bahsedelim. İstanbul Rum cemaatinin diğer cemaatlerle karşılaştırıldığında ön plana çıkan en temel sorunu nedir? En temel sorunumuz nüfustur. Toplumun geleceğini ve kurumlarını risk altında tutan en tehlikeli olan konu nüfus meselesi. Bizim konumuzun ciddiyetini ifade etmekte bir dezavantajımız var. Ekümenik Patrikhanemiz ve kültürümüz çok popüler olduğundan doğal olarak çok öne çıkıyor, medya, sosyal medya yoğun bir ilgi gösteriyor. Öne çıkan bu folklorik görüntü içinde Rum toplumunun nüfustan kaynaklı riskleri dikkate alınamıyor. Noel, Paskalya kutlanıyor, Karnaval yapılıyor, Haç atılıyor… Patrik Hazretleri üst düzey yetkilileri kabul ediyor, toplantılar, törenler derken bahsettiğim risk faktörleri gözükmüyor ama bana göre çok riskli bir durumdayız. Endişe ediyorum ve bu endişemi her yerde paylaşmaya devam edeceğim. Nüfus meselesi İstanbul’da yaşayan Antakyalı Rum Ortodoksların sayısını anlamak için de önemli aslında. Nüfus neden sayılamıyor? Son bir buçuk sene içerisinde bir çaba içinde olduk, nüfus sayımı için bir ekip kurduk. Nedense arkadaşlar belli bir yerde tıkanıyorlar. 1500 kişi kaydetmişler şu ana kadar. Çok emek isteyen işler bunlar. Nüfusun ve demografik yapının tespiti en başta eğitim kurumlarımızın geleceğini tayin edecektir. Elzem olan istatistiki çalışmalar yapılabilecek böylece ihtiyaç olan belli meslek gruplarına burs desteği verebileceksiniz. Açıkçası nüfus konusunda daha hızlı bir netice elde edebilmeliydik bugüne kadar. Dilerim bu eksikliğimizi en kısa zamanda tamamlarız. Koordinasyon derneğimiz olan Rumvader bu konuda ciddi gayretler içindedir. Sayılan kısmın içinde Antakyalı Ortodokslar var mı peki? Antakyalı Ortodokslardan da kaydolanlar var tabii. Antakya kökenliler (çoğu artık İstanbul’da doğmuş kişiler) yıllardan beri toplumumuzun asli bir parçasıdır. Ancak son yıllarda üniversite ve iş hayatına katılmak üzere gelenler geleneksel yapıya uzak kaldıklarından ve tanınmadıklarından kaydolmamışlardır. İstanbul’da ikamet edenlerin tamamı sisteme kaydolabilirler. Antakyalı Ortodokslar İstanbul Rum toplumunun bir parçası olarak görülüyorlar mı? Toplumumuz da göçler ve farklı sosyal gelişmelerle evrilmektedir. Bu gerçeklikle ilgili Patrikhanemize iki sene evvel bir yazı yazdım. Zira kültür, kimlik, dönüşüm ve gelişim konularında çok ilginç bir safhadayız. Antakyalı Ortodokslar 40-50 senedir buradalar. İstanbul Rum toplumu içinde veya irtibatlı kalarak hayatlarını idame ettirenler olduğu gibi tamamıyla dışında kalmayı tercih edenler de mevcut. Biz Rum toplumu olarak ilk dönem Antakyalı Ortodoksları muhtelif sebeplerle entegre etmekte zorlanmışız. İlk dönemden kaynaklanan ve hafızalarda yer eden kemikleşmiş algılar oldu. İlk dönemde gelen aileler genelde Tokaçlı köyünden geldi. Mesken, iş, sosyal güvenlik, eğitim ihtiyaçları okul ve kiliselerdeki imkanlarla karşılandı. Ancak ana lisan ve kültür farkı bütünleşmeyi engelledi. Göç eden her birinci neslin karşılaştığı sosyal problemler, ötekileştirmeler hatta haksızlıklar yaşandı. Antakya’dan şu anda göç eden ve üniversitelerde eğitim gören birçok genç insan var. Bazılarının anne babalarıyla temastayım, mesken ihtiyaçları olduğunda yardımcı olmaya çalışıyorum. Antakya ve civarına gittiğimde son derece mutlu oluyorum. İnsanların kimliklerine, din ve kültürlerine bağlılığı ve devam ettirme azmi beni son derece etkiliyor. Ancak kendilerini dışlamış Antakya kökenli arkadaşlar hala mevcut. Mensup olduğumuz toplum içinde “bizlerin neden topal ördek gibi yaşamamızı talep ediyorsunuz” diyene rastladım. Abartılı bir ifade olsa da bunu hissediyor olmaları beni çok üzdü. Tek tesellim bu duyguyu benimle paylaşma güvenini ve hakkını hissetmiş olmalarıdır. Madalyonun öteki yüzü de kızgınlık anında “Eski toplum çok azaldı bunların sahibi biz olacağız” diye meydan okumak isteyen bazı arkadaşlarımızın ilişkiye verdiği tahribat. Bunlardan kaçınmak lazım. Kimse kimsenin buyruğu altında değildir. Ancak var olan ve tarihe mal olmuş bir kültürü, geleneği ve yapıyı korumak ve onunla büyümek hepimize gurur verecektir. Ayrıca aramızda 15 seneden beri yaşayan, Ortodoksluğu seçmiş kiliselerimize her hafta gelen dostlarımız var, Slav kökenli aileler var. Bunun dışında Yunanistan’dan gelen insanlar var. Bilindiği gibi ortak evlilikler de çok. Örneğin eşlerden biri Yunan ötekisi Türk-Müslüman, çocuklar doğal olarak çift vatandaşlı, Rum okuluna gidiyorlar kimliklerinde din hanesi açık. Bu durumda bu kişiler toplum içinde tüm haklara sahip olabilecek mi? Yönetimlere seçme ve seçilme hakkı sağlanacak mı? Burada gelişen yeni şartlar ile geleneksel yapıların adetleri uymuyor. Yeni bir kompozisyon, bir yelpaze içerisindeyiz, güzellikler yaşıyoruz, ortak değerler yaratıyoruz ancak bazı ihtiyaçlara da net bir duruş sergilemenin zamanı çoktan geldi. Bu gerçekliklerle yüzleşmek ve yön tayin etmek gerekiyor. Yeni gelişmeler ve oluşumların yarattığı ihtiyaçlar çerçevesinde kimliğin geniş tanımı ile ilgili çalışmalarımızı artırmamız gerekiyor. Şu anda karşılaştığımız yeni kozmopolit oluşumda, geleneksel yapımızın değerlerini kaybetmeden her kesimi kucaklayarak bu tarihi şehirde tarihi varlığımızı devam ettirebilmeliyiz. Herkesin kültürüne saygı duyup ona bir alan yaratırken İstanbul Rum kimliğin de tarihini, özünü bozmayacaksınız. Ortak değerler yaratmak gerekiyor. O açıdan enteresan bir dönemde olduğumuzu görüyorum. Bu enteresan dönemde ihtiyaca cevap verecek yeni bir yönü kararlı bir şekilde tespit etmemiz gerekiyor. Bu konsensus hızlı sağlanmalı ki geleceğe daha özgüvenli sahip çıkılabilsin. Bu konuda Patrikhanemizin inisiyatifleri ve yönlendirmesi önem kazanıyor. Çünkü tarihsel olarak toplumumuzun en üst makamı kilise kurumu olmuştur. Nüfus sorunundan bahsettik. Bundan seneler önce bir Rum okulunu ziyaret ettiğimde, okul müdürü azalan azınlık öğrenci nüfusu nedeni ile okulların geleceğini bir müze olarak gördüğünü ifade etmişti. Bu okulları canlandırmak için yapılabilecek hiçbir şey yok mu gerçekten? Buna biraz iş insani perspektifiyle bakıp realist olmak lazım. Duygularımıza teslim olmamak ve cephelerimizi küçültmemiz lazım. Elimizdeki gelirleri, imkanları değerlendirmek ve bunları rasyonel hale getirmek lazım. Toplumumuzun öncelikli ihtiyaçlarına önem vermek lazım. İnsanların eğitimle elde ettikleri pozisyonları değerlendirmeliyiz. Bu konularda makro bir projeksiyon gerekiyor. Şu anda bir sürü cephede zaman kaybediyoruz. 70 tane vakıf istiyoruz, var olan bütün okullarımızı korumak istiyoruz… Ama daha rasyonel çözümler olması gerekiyor. Rum toplumu bir müze fonksiyonu ile varlık gösteremez, göstermemeli. Binaların ve kurumların tarihi adına çocuklarımızın geleceğini feda edemeyiz. Bilakis genç insanlarla, yeni mensuplarla dinamik geleceğe yönelik tasarruflarda bulunmalıyız. Kimlik bilincini aşılarken, ekonomik, sosyal, akademik, sağlık, sanat, bilim alanlarında var olacak insanlara destek olacak şartları oluşturmalıyız. Yeri gelmişken vakıf yöneticiliği alanındaki eğitim eksikliklerimiz ile ilgili olarak farklı bir konuyu daha burada vurgulamak istiyorum. Vakıflarımızın mevcut ve gelecekteki liderlerini daha da iyi eğitebilmek ve hazırlamak adına bir iki arkadaşımızı Vakıf Yönetimi Eğitimi sağlayan kuruma yönlendirmek istediğimizde, sahayı araştırırken üzülerek böyle bir eğitimin olmadığını tespit ettim. Halbuki yurt dışında vakıf yönetimi ile alakalı olarak birçok alternatifler yer almaktadır. Benim de bildiğim kadarı ile böyle bir eğitim yok Türkiye’de, belki de geleceğini konuştuğumuz bu okullar böyle bir projenin hayata geçeceği mekanlar olabilir. Sormak istediğim bir diğer soru da İstanbul’daki Antakyalı Rum Ortodokslar ile İstanbul Rumları arasında sizin de az önce altını çizdiğiniz derin bir sosyo-kültürel farklılıklar ile ilgili. Bu iki toplumu ortak bir zeminde buluşturmak için ne tür adımlar atılabilir? Daha önce bu konuda atılan adımlar oldu mu? Sivil toplum örgütlerinin ortak geliştireceği birçok proje yapılabilir. Ortak projelerle ortak değerler yaratılır. Örneğin en son yaptığımız bir AB projesi vardı, YanYana’yı biliyorsunuz, Rumvader’in çatısı altında yaptığımız bir projeydi. Rumvader’i temsilen bir tek ben vardım. Özcan Geçer, Prof. Elçin Macar, İvo Molinas, Nazaret Özsahakyan, Prof. Eva Şarlak, Anna Turay, Burcu Karakaş, Sevan Ataoğlu, Stella Karahristianidu, Marina Drymalitu vardı. Demek ki Rumvader çatısı altında 6-7 tane değişik toplumun mensupları var olabilmiş. Sosyal bir projenin doğru çalışması için herkesin aynı coğrafi bölgeden olması şart değildir. Bizler Yanyana’da sistemi doğru bir şekilde yönettik, kimse rencide olmadı, herkes gurur duydu herkes katkı sundu. Rumvader’in böyle değerli bir tecrübesi vardır. Her projeyi yalnız İstanbullu Rumlarla yapacak diye bir kaide yoktur. Bilakis projelerin amacı da insanları kaynaştırmak ve ortak bir çalışma zemininde buluşturmaktır. Yeni fikirleri, yeni proje tekliflerinizi geliştirin derim. Bu konuda yapılan çalışmalar arasında Sosyal Medya ve Azınlıklar Projesi’nin Antakya ayağından bahsedilebilir miyiz? 2015 yılında Yeniköy Panayia Rum Ortodoks Kilisesi ve Mektebi Vakfı olarak sahiplendiğimiz Sosyal Medya ve Azınlıklar Projesi değerliydi, çünkü Cemaat Vakıflarının ilk AB projesi niteliğindeydi. Ayrıca sosyal medya gibi yeni nesil bir konunun geleneksel yapıda olan azınlık toplumlarını ve kurumlarını nasıl etkileşim içinde bıraktığını analiz etme fırsatı da bulduk. Bilgi Üniversitesi ve Konda firmasının da destekleri ile araştırmalar ve çalışmalar yaptık, mevzuatları inceledik. Toplumlardaki gayrimüslim cemaatlerinin rolünü ve eşit vatandaş olarak tanınmalarını değerlendirdik. 12 Aralık 2015 tarihinde Antakya’da bulunduk ve her zaman olduğu gibi başta Fadi Hurigil olmak üzere değerli yöneticilerimiz ve toplumun ileri gelenleri ile çalışma fırsatı bulduk. Fehim Taştekin’in misafir konuşmacı olarak yer aldığı toplantıda Antakya’daki toplumlarımızın yapılarını, gelenekleri irdelerken Sivil Toplum faaliyetlerinde daha aktif olmaları gereksinimine de yeniden değindik. Rumvader’den bahsettiniz. Bu derneğin Antakyalı Ortodokslarla ilişkisi nedir? Bu yapı içerisinde Antakyalı Rum Ortodoksları içeren bir temsiliyet söz konusu mu? Var mesela şu anda yönetimde Peder Kasapoğlu var. Biraz da şartları sizin gibi eğitimli, özgüveni olan, empati kurabilen neslin zorlayıcı olması değiştirecek. Bunu ben Yunanistan’dan gelenlerde de gördüm. Onlar da “İstanbullu Rumlar bizi istemiyor” diyor. Diyordum ki, siz eğitimli insanlarsınız, 70-80 yaşında bir hanımefendinin duruşunu benimseyip bir duvar örüyorsunuz. Empati kurun ve o insanın yaşam psikolojisini, neden öyle tepki verdiğini düşünün. Bir, çünkü sen özgüvenli ve eğitimli bir şekilde geliyorsun, dünyayı görmüşsün. O ise senelerce burada bir şeyi korumuş ve bunun gururunu yaşıyor. Ve sen gelince savunmaya geçiyor. “Bunlar mı bizi koruyacak biz bu kadar sene bu mücadeleyi verirken bunlar neredeydiler” diyor. İkincisi, burada şahit oldum, o seneler burada bir röportaj yapıldığında yaşlı bir teyze yaşıyordu. Gazeteci sordu “Yunanlı mı?” dedi. “Biz Yunanlı değiliz biz Rumuz, biz anadan babadan Rumuz* (*Rumca aksanlı bir Türkçeyle aktarıyor). Bunun videoları var. İşte burada kendini koruyor, bir savunma mekanizması var. Genç neslin, bu savunma mekanizmasının nereden kaynaklandığını anlaması gerekiyor. İstanbul Rum toplumu ve Antakyalı Ortodokslar arasında geçmişte yaşanmış olan gerginliklerden söz ettiniz az önce. İstanbul Rum toplumunun azalan nüfuslarını da göz önüne aldığımızda İstanbul Rumları Antakyalı Ortodoksları İstanbul coğrafyasındaki varlığını bir tehdit olarak görüyor mu peki? Tehdit diye bir söylemi çok ağır buluyorum. Benim gibi uzun yıllar hizmet etmiş insanlar doğaldır ki seçilecek olan haleflerin ilgisiz, bilgisiz, yönetim konusunda yetersiz insanların olmasını arzu etmemekteyiz. Bu genel bir kriterdir. Coğrafi bölgeyle ilgili değildir. Vakıflar ciddi ve sorumluluk sahibi kişiler tarafından yönetilmelidir. Toplumu temsil ettikleri kadar, bağış yapanların değerlerini devam ettirmek, kutsal sayılan emanetleri korumak, dua edenlere, eğitim alanlara sahip çıkmak, vakfın gelirlerini artırmak ve doğru harcamak gibi önemli görev ve mesuliyetler vardır. Bugün Antakyalı Ortodoks kökenli arkadaşlarımızdan seçilmiş yöneticiler, tayin edilmiş yöneticiler-Örneğin Mikail Hannutoğlu, Vakfımızın müdürüdür, Pederler, eğitimciler mevcuttur. Bu gayet doğaldır. Sorunuzun içeriği ile ilgili ise, doğrudur eskiden ifade edilen bir kaygıydı, ilk jenerasyonun getirmiş olduğu sosyal yapı, anlayış, kültür farkı… Bazen ise sitemli veya kızgınlık anlarında kullanılan ifadeler iki tarafı da ürkütmüş olabilir ve uzun yıllar bu söylemler efsane gibi hafızalarda kalmış olabilir. Artık yirmibirinci yüzyıldayız ve ilerliyoruz. Ne fetih var ne de işgal. İstanbul Rum toplumunun büyük bir tarihi ve geleneği var. Onu korumak, yaşatmak ve zenginleştirmek hepimize fayda sağlar. Farklılara değil ortak değerlere yatırım yapmakta daha fazla gecikmeyelim derim. Rum toplumunun Rumca dilinin devamlılığını önemsediğini biliyorum. Bu iki toplum şu anda hangi dillerde iletişim kuruyor çoğunlukla? İki toplumu yakınlaştırmak için çift dilli bir yaklaşım söz konusu olabilir mi? Dil konusunda ben hassasım. Kimseye zorla Yunanca öğretme gibi bir zorlamam olmaz. Herkesin istediği dili öğrenmesi ve konuşması en doğal hakkıdır. Ancak çocuklarımdan tek konuda ricada bulundum. “İleride çocuğunuz olursa Rumca bilsin.” Neden? Çünkü kültürel kimliğinizle irtibatı lisan ile sağlıyorsunuz. Aynı şey Arapça bilmeyenler için de geçerli. Onlar da kendi kültürleriyle irtibat kurmakta zorlanıyorlar. Ben Yunancanın var olmasını isterim, bu toplumun kimliğinin bir parçası olmaya devam etmesini arzu ederim. Bizim avantajımız Yunanistan çok yakın olmamız, insanlar hep gidip geliyor. Patrikhane var, okullarımız var, ailelerin gayretleri var. Buna rağmen yeni nesillerin kolayca kullandıkları ilk lisan Türkçe oluyor Rumca konuşulsa da ciddi zayıflama tespit ediyoruz. Antakya kökenli ailelerin çoğu çocuğu Rum liselerinde okusalar da mezun olduktan sonra iş ortamları cemaat ile irtibatsız ise dilleri zayıflıyor, hatta unutabiliyor. 15 yıl eğitim aldıktan sonra keşke bir gayret gösterilse, imkân sağlansa da unutmasalar. Çok zengin ve sevilen bir lisandır. Ben çoğu Antakyalı Ortodoks ile hem Türkçe hem Rumca konuşurum. Mikail Hannutoğlu örneği gibi. Zoğrafyon mezunudur, rahat konuşur, kilisede ilahi okur. Bir sıkıntısı yok. Ancak yine de her lisan olduğu gibi disiplin, emek ve pratik gerekiyor. Antakyalılar her şeyden önce “Arap” denerek ayrı bir yere konumlandırılıyor. Arapça Antakyalı Ortodoksların sahiplendikleri en temel kimlik öğesi olsa da aslında aynı dini ritüeli yani Rum Ortodoks ritüelini takip ediyorlar. Şam’daki Antakya Rum Patrikhanesine bağlılar. Yine de aralarında kendilerine Arap Ortodoks ya da Arapça konuşan Rum Ortodoks diyenlerin sayısı az değil. Bu durum da bugün Antakyalılar arasında bir Araplık/Rumluk tartışması yaratıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Antakyalı bir pederin, sanıyorum 10 yıl önceydi, içimden çıkmayan bir lafı var. “Bay Laki, biz Şam’daki Antakya Rum Ortodoks Patrikhanesine bağlıyız. Fakat Suriye her zaman Türkiye ile siyasi sıkıntıları olan bir ülke. Bize Patrik Ignatious 100 sene aradan sonra gelebildi. Ama İstanbul Patrikhanesi de bizi kuzen gibi görüyor evladı gibi görmüyor.” Ne kadar güzel bir tespit! Bağlı olduğumuz Patrikhaneyle temasımız zayıf, burası da bizimle ilişki kurabilecekken çocuğu gibi değil, kuzeni gibi görüyor diyor. “Keşke Antakya Patrikhanesi bu bölgeyi bir anlaşmayla geçici olarak İstanbul Patrikhanesinin yönetimine verse.” Aynı şekilde Yunanistan’ın kuzeyi de geçici olarak 1928’de yapılan bir anlaşmayla Patrikhanemiz tarafından vekaleten Yunan kilisesinin yönetimine verildi. Bir gün isterse alabilirmiş. “Bu yöntemi keşke bize de uygulasalar, böylece İstanbul Patrikhanesi ile daha rahat ilişki kurup onların ilgisini desteğini daha fazla alabiliriz.” demişti. Araplık Rumluk meselesine gelince… Tabii ki insanlar kendilerini ifade etmekte serbesttirler. Neden Rum? Neden Arap? Şayet Rum kelimesi geniş kapsamlıysa, yani Doğu Roma İmparatorluğu ile ifade ediyorsa, geniş bir coğrafyadan bahsediyorsak ve öyle bir anlayışla insanlar bunu benimsiyorsa mahsuru yok. Zaman içerisinde bu coğrafyada birileri Karamanlıca konuştu, birileri Arapça konuştu birileri Rumca konuştu. Karamanlıları Rum diye görüyoruz ama onlar Rumca bilmiyordu ki Türkçe biliyordu. Antakyalı arkadaşlarımız da Arapça biliyordu. Bu anlamları dar kalıplar içine sokarsak o zaman sıkıntı yaratırız. Bence bu kadar hassas noktalara gitmek yerine, daha geniş kavramlarıyla toplumları kucaklayıp ortak değerler üzerinde kavramları geliştirmekte fayda var. Yeni bir anlayışla bakmak gerekiyor bu tartışmaya. Geçmişe takılıp kalmak yerine, gelecekte insanları birleştirecek unsurları ön plana çıkarmak… İnsanlık olarak çok zor bir dönemden geçiyoruz. Her zaman zordu ama şu anda uzay çağı, pandemi ve dijitalizasyon, robotlaşma insanı o kadar izole edip insan değerlerini geride bırakıyor ki… Bence bunlarla vakit kaybetmek yerine yeni bir sayfa açarak yeni bir heyecan yaratmamız lazım. Bu heyecanları kimliklerin karmaşası üzerinden değil değerler üzerinden kurmamız lazım. Ben bir de son olarak Nehna ile ilgili düşüncelerinizi almak isterim. İlk yayına girdiğimizde bizi ilk tebrik eden insanlar arasında yer aldınız. Aslında Antakyalı Ortodokslara dair gerek kilise gerek de sivil başka oluşumlar da var. Ama Nehna’yı farklı kılan sizce nedir? Öncelikle sizinle bu platform çerçevesinde görüştüğümüz için mutluluğumu ifade etmek isterim. Nehna üzerinden gündeme getirmeye çalıştığınız toplumlar adına çok güzel şeyler olacağını düşünüyorum. Ben de yıllardır o bölgenin insanlarıyla olabildiğince yakınım. Cemaat Vakıfları Temsilciliği dönemimden beri tanıştığım bütün arkadaşlarla devamlı bir diyalog içerisindeyim. Antakya Türkiye’nin çok değerli bir coğrafyası, Hıristiyan topluluklarının çok önemli bir mihenk taşı. Gündem hep İstanbul ağırlıklı olduğu için Anadolu vakıfları hep arka planda kaldı. Beyanatlarımda Anadolu vakıflarına önem vermemiz gerektiğini, Türkiye’nin yalnız İstanbul olmadığını hep söylemişimdir. Bölgedeki insanlar adına böyle bir girişimin çok faydalı olacağını düşünüyorum. Nehna günümüzün çağdaş anlayışıyla, bir sivil toplum anlayışıyla oluşturulmuş bir platformdur. Yeni bir vizyon, yeni bir disiplin geliştirecek. Geleneksel bir vakıf sistemi içerisinde, hiyerarşik bir yapı içerisinde değil. Toplum mensuplarının inisiyatifleriyle oluşturulmuş yeni bir deneyim. Toplumun kendi iç yapısı ile ilgili şahsi bir görüş ifade etmem uygun değildir ancak ben sivil toplum anlayışına çok inandığım ve güvendiğim için çok mutlu oldum, bir sivil toplumcu olduğum için de girişiminizi çok önemsedim. Eminim bu bir başlangıç ve bu başlangıç zaman içerisinde farklı dinamiklerle zenginleşecek ve toplumla bütünleşecektir. Her zaman o bölgeye gittiğimde (Antakya merkezli diyelim çünkü Antakya deyince Mersin İskenderun vs. bütün o bölgeden bahsediyoruz) vakıflar üzerinden oluşan bir yönetim geleneğinin mevcudiyetini görmüştüm var olan sistemin bu yeni açılımla ve sivil toplum örgütleriyle daha da güçlü hale geleceğine inanıyorum. Cemaat vakıfları toplumlarımızın çok değerli unsurlarıdır, yalnız bir ibadethane değildir, etrafında filantropik, sosyal bir yapılanmanın olduğu, tarihsel, kültürel, dil, eğitim, sağlık kurumları gibi hizmet alanları vardır. Kilise kurumlarının yanısıra vakıflar bizler için çok kıymetlidir çünkü mülkiyet imkanları mevcuttur. Bu toplumların tek gelir kaynağı bu mülklerdir ve sistem onun üzerinden dönüyor. Bunları koruyacağız ancak var olan modellerin yetersiz olduğunu düşünüyorum ve paralelinde sivil toplum gücünün daha ön plana çıkması gerekmektedir. Ayrıca toplumun her ferdi kendini bir cemaat vakfı üzerinden ifade etmek istemeyebilir. Ancak sivil toplumun farklı dinamikleri var, kimliği yapılandıran, koruyan ve ortak değerler yaratma imkânı sunan… Sivil toplum üzerinden alabildiğiniz projeler size yeni bir vizyon katıyor. Başka ülkelerdeki kurumlarla farklı bir dinamizm yaratıyorsunuz. Bence toplumlarımızı zenginleştiren ve daha güçlü hale getiren unsurlar olduğu için 20’li yaşlarımdan itibaren birçok konuda sivil toplum kurumlarının içerisinde yer alıyorum. Netice itibariyle ben Nehna’yı çok sevdim. Bu inisiyatifi çok değerli buldum. Farklı düşünenler de olabilir, farklı görüşlerin olması bir toplumu daha dinamik hale getirir. Sizlere gönülden başarılar diliyorum.
- Vingas: “Bizim Toplumların Yüz Yıl Süren Bir Mücadeleyi Verecek Oksijeni Kalmadı”
Laki Vingas, birçok vakıf ve sivil toplum kuruluşununda uzun yıllar hizmet vermesinin yanısıra, bir süre Yeniköy Rum cemaati başkanlığını ve Rum vakıflarını bir çatı altında toplama amacıyla 2010 yılında kurulan Rumvader’in kuruculuğunu üstlenen İstanbul Rum toplumunun kıymetli bir üyesi. Türkiyeli gayrimüslim toplumların sorunlarının çözümü konusunda da emek sarfeden ve iki dönem Cemaat Vakıfları Temsilciliği yapan Vingas ile Türkiyeli gayrimüslimlerin sorunlarından, İstanbul Rum toplumuna ve İstanbul Rum cemaati içerisinde varlıkları günümüzde oldukça hissedilen Antakyalı Ortodokslara kadar bir çok konuda söyleştik. İki parça halinde yayınlayacağımız sohbetin ilk kısmında Laki Bey tüm samimiyetiyle bizlere 2000’li yıllarda gayrimüslimlere yönelik atılan adımlar, Türkiye’de din özgürlüğü ve 2013 yılından beri çıkarılması beklenen vakıf yönetmeliği hakkındaki düşüncelerini aktardı. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Cemaat Vakıfları temsilciliğini yürüttüğünüz dönem gayrimüslimlere yönelik birçok değişim sinyalinin hissedildiği bir dönemdi. Bazıları için çok sembolik bazıları için de yapay adımlardı bu girişimler. O dönemler Türkiyeli gayrimüslimlerin hakları konusunda ne gibi adımlar atıldı? Bugünün gözüyle değerlendirdiğinizde o dönem gayrimüslimlerin bir kazanımı oldu mu? Çok değerli kazanımlar oldu tabii ki. Hükümetin açılımlarının yanı sıra biraz da konjonktürel ve toplumun dijital dünya ile bütünleşmesi ile de oldu. Hükümetin o zaman Avrupa Birliği (AB) reformlarıyla olan bağlılığı samimiydi çünkü ekonomi çok iyi gidiyordu, ülke örnek ülke haline gelmişti, her taraftan yatırımcılar geliyordu. Türkiye hem Batı dünyasında hem Ortadoğu dünyasında bir yıldız haline gelmişti. Dolayısıyla Türkiye çok dinamik bir yapıdaydı ve siyasette de özgüvenli davranılıp Avrupa Birliği (AB) ile ilgili olan reform sürecinde açılımlar yapıldı. Bu açılımlar samimi miydi? Evet samimiydi ancak o samimiyetin uygulanması her zaman samimi olamadı. Neden? Bir devlette siyasi erkin vermiş olduğu yön her zaman bürokraside uygulanabilir değildir. Çünkü yılların birikimi, direnci ve önyargıları mevcuttur. Vakıflar Genel Müdürlüğü, vakıfların mülklerine en fazla müdahil olan ve o dönemde devletin perde arkası verdiği kararları uygulamak zorunda olan kurum olduğundan, reform sürecinde AB ile istişarelerde VGM karar organına mutlaka bir tane azınlık temsilcisi konması hususu doğdu. Ve o reform sürecinde Cemaat Vakıfları Temsilciliğini de eklediler. Eskiden Vakıflar meclisi beş kişilikti. Yeni değişimle sonra 15 kişi oldu: 5 kişi idareden, 5 kişi seçimle geliyor, 5 kişi de atanıyor. Yani 15 kişinin sadece 5’i seçimle geliyor. Netice itibariyle çoğunluk siyasi erkteydi ama seçilmiş insanların orada olması o 80 yıllık geleneğin şartlarını değişime zorluyordu. O platformda sesimizi duyurmak hem ilk olan benim için hem de meclis üyesi olarak atanmış arkadaşlar için kolay olmadı. Çünkü birkaç sene öncesine kadar aleyhte verilmiş olan, yani yeni bir vizyon yeni bir gelecek yaratmak için içinde bulunduğumuz değişimin aksinin altına imza atmış insanlar vardı. Düşünün ki siz 30 sene boyunca bir kurumdasınız ve size devlet bir yön tayin etmiş ve bir sürü kararda imzanız var, birdenbire yeni hükümet bir karar veriyor ve yönü değiştiriyor ama siz onların altına 3-5 sene öncesine kadar imza atmış kişisiniz. İçişleri Bakanlığı’na bağlı 1964’ten beri var olan Azınlıklar Tali komisyonu üyesisiniz. Şimdi size tüm bunları değiştiriyorsun diyorlar. Kolay değil bunu da anlayışla karşılamak lazım. Dolayısıyla devlet katmanlarında her zaman siyasi mekanizmanın verdiği kararların uygulanmasında sıkıntı oluyor, günümüzde de bu sıkıntılarla boğuşuyoruz zaten. Bazen bu değişim süreçlerinde alınan kararlar da dört dörtlük olmuyor. Uygulamada boşluklar oluyor, onları da zamanla tespit ediyorsunuz. Mesela hükümet bir karar veriyor, bu mülkler şu şu şartlarda iade edilecek diye, size A’dan Z’ye yön tayin ediyor, siz de bir konsensus çerçevesinde çıkan kanunu uyguluyorsunuz, tapuyu veriyorsunuz. Ama bir başka devlet kurumu tapu iptal davası açıyor. Şu anda bir sürü örneğimiz var. Çünkü diyor ki öteki kurum “bu verilen karar hukuki değil”. Bu sefer yeni bir mahkeme sürecine giriyoruz. Ne yazık ki bizim toplumların bu kadar uzun, yüz yıl süren bir mücadeleyi verecek oksijeni kalmadı. Entübe halde olduğumuz çokça durum mevcuttur. Bu kadar ağır mücadelelerle nesiller boyunca hakkını korumak adına mücadele vermek, devamlı empati kurmaya davet edilmek, anlayış göstermek hiç kolay değil. Unutmayalım ki, bizim gibi küçük, azınlık kavramları dahilinde yaşamak zorunda olan toplumlar gururlu oluyor, geçmişimizle gurur duyuyoruz, var olanı korumak için bazen rasyonel kararlar veremiyoruz, günümüzün şartlarına uymakta zorlanıyoruz. Değişim sürecinde bence en değerli kazanım dikkate alınabiliyor olmak. Devlet kurumları tarafından muhatap alınmak. Hükümetin o zamanki kararlılığı bütün sistemi rahatlattı. Görüşmelerden kaçmadı. Parlamentoya, bakanlıklara, müdürlüklere gidiyorsunuz sizinle görüşülüyor, bazen zor oluyor ama muhatap alınıyorsunuz. Dikkate alınır vaziyete geldik, bu önemli bir kazanım bence. Siz de reform süreci boyunca oldukça olumlu görüşlere sahiptiniz. Sonrasında özellikle vakıf yönetmeliği konusunu birçok yerde sizin için bir hayal kırıklığı olduğunu ifade ettiniz. Süreç neden işlemedi? Ben bir konuda mesuliyet üstlendiğim zaman görevimi iyi yapmaya gayret ederim, şahsi bedellerini hesap etmem. O mesuliyetimi -eksik yapabilirim, hata yapabilirim ama- en iyi şekilde, kapasitem çerçevesinde yerine getirmeye çalışırım. O dönemde iki önemli görevim vardı. Tek temsilciydim ve herkesin güvenini kazanmak durumundaydım. Tek temsilcinin herkese hizmet edebileceği algısını oluşturmak durumundaydım. İlk kez oluşan bu pozisyonun her kesimin güvenini sağlama çabası ve her kesime aynı mesafede olması sebebiyle, Rum toplumundan bir arkadaşımızın, “Laki, bu güveni sağlamak için bizim toplumun sorunlarına daha az baktı” diye ifade ettiği durumlara dahi şahit oldum. Rum kimliğimle oradaydım ama herkesi temsil ediyordum. Herkesin mülkü, güveni değerliydi benim için. Ve de şu konuda çok nettim, var olan kanun dışında hiçbir şey istemedim. Ben orada haklarımızı savunmak ve kanunu uygulamakla mükelleftim, kanunu geliştirmek, zorlamak ayrı bir şey. 2011’de yeni bir açılım daha oldu, benim dönemimde onu da uyguladık. İki sefer mülklerin tamamı ile uğraştık, tüm vakıflar elden geçti. Benim için tabii ki çok büyük bir kazanım ve deneyim oldu. Emek verdim, defalarca Ankara’ya gittim geldim, gurur ve onur duydum. Türkiye’nin muhtelif yerlerini dolaştım, insanların güvenini kazandım ama keşke daha iyi şeyler de yapılabilseydi. Unutmayın ki Vakıflar Genel Müdürlüğü azınlıkların bilincinde haksızlıkları uygulayan kurumdu, hep oradan bir kötü haber beklenirdi. Bir zarf geldiği zaman insanların içi titrerdi. Bu anlayışı dönüştürmek, bütün toplumların güvenini kazanmak biraz süreç istiyordu. Birinci dönemde başardık ki ikinci dönem devam etmemi istediler. Üçüncü dönem de istediler ama insan bir yerde fazla kaldığı zaman patronlaşıyor. Demokratik değerlerini, melekelerini kaybediyor, farklılaşıyorsunuz. Ayrıca Rum toplumunun da başkaları tarafından temsil edilmeyi öğrenmesi gerekiyordu. Toros Bey her açıdan mükemmel bir insan, sonraki Moris Bey, şimdiki Can Bey de öyle. Onlar benden de bilgili, deneyimli olarak gittiler ama onların şansızlığı önlerinde uygulayacak kanunları olmamasıydı. Yönetmeliğin de iptal edilmesine ben o dönemde iyi niyet çerçevesinde karşı çıkmadım. Çünkü yenisi çıkacaktı. Hatta bir toplantı yaptık, VGM üst düzey geldi, teşvik etti. Müsterih bir şekilde iptalden sonra hemen yenisinin çıkacağı beklentisi içerisindeydik. Ancak ne zaman Adnan (Ertem) Bey “Laki, beni fazla sıkıştırma, bu beni aşan bir konu oldu artık, ben bir şey yapamıyorum” dedi, o zaman anladım ki konu başka yerlere gitti. Ben Adnan Bey’e güvenen bir insandım. Sonrasında istifa ettim, vicdan problemi yaşadım. Orada kimi temsil etmekte olduğumuzu sorguladım; seçim haklarını iptal edenleri mi, mağdur olanları mı? Bülent Bey (Arınç), koskoca hükümetin başkan yardımcısı, beni aradı, hak verdiğini Nisan’a kadar bu sürecin geliştirileceğini söyledi. Dolayısıyla kapris yapacak halim yoktu. Ben de istifamı geri alırken Bülent Bey’in telefonu ve ricasıyla bunun olduğunu söyledim. Başbakanlıktan itiraz gelmedi. Yönetmeliğin neden çıkmadığı ile ilgili ifade edilen varsayımdan öteye bir şey bilmiyorum. Kimsenin de gerçeği bildiğini düşünmüyorum. Herkes bir varsayım bir şüphe kurguluyor, ben kurgular üzerinden gitmek istemiyorum. Seçimi bekliyoruz, bir an önce bu hakkın iadesini istiyoruz. Önümüzdeki Nisan’da bir yönetmelik çıkması bekleniyor. Beklentiniz nedir? Beklentiye girildi. Acaba buna bir hazırlık yapıldı mı? Çünkü bu beklenti yıllar içinde romantik bir beklenti haline geldi. Bugüne kadar bütün bakanlar haklı olduğumuzu söyledi. Bizim haksız olduğumuzu söyleyen bir bakan bile çıkmadı. Yapılması gerektiği konusunda herkes destek verdi ama yapılamadı. Dolayısıyla hepimiz yapılması gerektiğini ve bir gün yapılacağını biliyoruz. Ama bu karar çıkıncaya ve seçim vizesini alıncaya kadar kaygılar devam ediyor olacak. Onun için de gerekli hazırlıklar yapılmıyor. Benim en son Agos’ta bu konuda yazım çıkmıştı. Dilerim bu yönetmeliği hazırlayacak olanlar daha radikal çözümlerle gelsinler. Her seferinde bir hükümetle bir bakanla, bir bürokratla bu konunun bir pazarlık konusu olmaktan çıkması gerekir. En değerli kurumlarımızın geleceğini tayin etmek için seçim yapma, yapamama, men edilme, seçime müsaade edildi, yasaklandı… Artık cemaat vakıflarının bunlardan kurtulması lazım, vakıflarımızın geleceği için bir projeksiyon yapıp, makro düzeyde yatırımlar, hedefler konulabilmesi için, hükümetin ve yetkili bakanlığın bizim sırtımıza giydirdiği şalı alması lazım. Vakıfların sorunları sizce sadece yönetmelikle çözülür mü? Cemaatlerin kendi içinde yaşadıkları sorunlar var mı? Bildiğimiz manada yalnız seçimin şartlarını içeren bir yönetmelikse hayır çözülmez. Bunun için yeni bir yol haritası lazımdır diyorum. Rum toplumu olarak 70 tane vakıfımız var. Bunu yönetecek bir nüfus kapasitemiz yoktur. Örneğin seçim döneminde yönetimleri doldurmak için rica ediyorsunuz. Diyorsunuz ki, Anna Maria gel, Laki gel, şu vakıfta, o vakıfta görev al diye. Hele vakıflar cemaatsiz, mülksüz ise yönetici bulmak nerdeyse imkansızlaşıyor. İnsanlığın bu kadar büyük değişimleri yaşadığı son yıllarda vakıf yönetim modelini de evrileştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Başka çaremiz de yok gibi. Dijitalleşmenin, robotik kodlamanın, ev ofisi anlayışının yaygınlaştığı bir dönemde kurumlarımızı etkisi altına alacak dönüşümler olacaktır. Yıllardan beri değişim ihtiyacını dile getiriyorum, dilerim dikkate almışlardır. Adnan Bey benim dönemde yeni açılımlarla ilgili çalıştıklarını söylemişti, dilerim bu ihtiyaçlar dikkate alınır. Örneğin yönetim organlarımızı istediğimiz kadar azaltabilme, federasyon kurma, merkezi yönetim modelleriyle taşınmazları yönetme ve geliştirme hakkına sahip olmamız lazım. Kendi yönetişim kapasitemizi ihtiyaçlarımıza göre tayin edebilmemiz gerekiyor. Ticarette sermayeniz yoksa, alt yapınız yetersizse holding kuramazsınız. Bizim konumuz da öyle. 2000 kişilik bir topluma 70 tane vakıf yönettirebilir misiniz? Siz bu topluma yardımcı olmak, desteklemek istiyorsanız cephelerini azaltmasına da, ihtiyaçları doğrultusunda kendisini yenilemesine müsaade edeceksiniz. Yönetmelik konusunda bir sempozyum yapılsın. Devlet kurumlarımızın yetkilileri ile görüşelim, ihtiyaçları anlatalım, istişare edelim onlar da o yönde kararlarını değerlendirsin. Yirmibirinci asrın ikinci çeyreğine yaklaşırken cemaat vakıflarının imkanlarının da yeni vakıflara uygun olması bu tarihi kurumların önünü açacaktır. Mesela nüfus sayımları yapıldı mı, yeni seçmen listeleri hazırlandı mı? Örneğin Hatay bölgesindeki vakıfların yeterli bir nüfusu mevcut iken Mardin’de çok az nüfuslu veya cemaati olmayan vakıflar var. Kayseri’de Kırklareli’nde, Bozcaada’da vakıflar var, onların da nüfusları yok. Ayrıca vakıflarımızda yazılı bir tüzük veya kuruluş senedi mevcut değildir. Tüzel kişiliğimiz hukuken mevcut ama nasıl bir tüzel kişilik ki seçim yapma konusunda özgür değiliz. Halbuki tüzel kişilikte tüzük veya kuruluş senediniz A-Z’ye ne yapabileceğinizi tanımlar. Bizde öyle bir tanımlama yok. “Seçim yapacaksınız ama izne tabiisiniz.” Bundan dolayıdır ki mevcut tüzel kişilik tanımımız sorgulanacak bir tüzel kişilik haline dönüşmektedir. Rum toplumu bu müdahaleleri geçmişte daha fazla yaşadı. Mütekabiliyet anlayışının hâkim olduğu için olsa gerek, seçimler 69’da oldu sonra 91’de en son da 2006’da oldu. Böyle uzun aralarla oldu. Bir yönetici 20 -30 sene büyük bir vakfın yönetimde kalırsa ve özel hayatında bir memur ya da küçük bir esnafsa, yönetmek zorunda olduğu vakfın bütçesi ve ihtiyaçları da imkanlarının üzerindeyse sizce yönetmesi kolay mı? Ayrıca gönüllülük anlayışı da geçiyor artık. Eski dönemlerde insanların işi gücü dar bir alandaydı, sosyal medya, tatil, seyahat imkanları sınırlıydı kendi semtindeki vakfa veya okula hizmet ederdi. Şimdi ise her şey değişti, değişiyor. Peki geldiğimiz noktada Türkiye’de gayrimüslimlerin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Din özgürlüğü, haklar ve vatandaşlık bağlamında… Din özgürlüğü çok geniş bir kavram. Acaba sadece din özgürlüğü mü? Yoksa din ve vicdan özgürlüğü mü demek daha doğru olur. Yaşlı bir teyze için din özgürlüğü kiliseye gitmek, mum yakmak ve ibadeti dinlemektir. Başkaları için din eğitimi, ruhban okulunun açılması, cemaat vakıflarının seçim yapma hakkı din özgürlüğüdür. Bir başkası da din özgürlüğünü daha genel hatlarıyla görmek ister. İbadet pratiği olarak soruyorsanız bir sınırlama yok. İbadet özgürlüğünüz var ama ibadethanenin mülkünü yönetme özgürlüğünüz nispeten sınırlı. Bu ifademi yanlış değerlendirebilirler… Her ne kadar günümüzde eski menfi uygulamalar mevcut değilse de geçmişten gelen değerli mazbut vakıflarımız hala var. Anna Maria Beylunioğlu ve Laki Vingas
- “Karsu’nun Antakya’ya Uzanan Bir Müzik Haritası Var”
Alpaslan Dönmez, bugün gerek Türkiye’de gerek de dünya çapında bir ün kazanmış, kökleri Antakya’ya uzanan Hollanda doğumlu piyanist, şarkıcı ve besteci Karsu’nun babası. Karsu’nun babası olması dışında Dönmez’in Antakya’ya dair hafızası ve Türkiye’den Hollanda’ya uzanan yaşam hikayesi tarihsel anlamda önemli dönüm noktalarına işaret ediyor. Alparslan Bey ile kızına ismini verdiği ve doğduğu yer olan Altınözü’nün Karsu köyünden Hollanda’ya göç hikayesine, kızı Karsu ve onun müzik kariyerinde Antakya’ya dair izlere kadar birçok konuda söyleştik. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Okurlarımız, kızınız Karsu’yu tanıyor, ancak bir de babası olarak sizi tanımak isteriz. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Hatay’ın Altınözü ilçesi, Karsu köyünde doğdum. Altınözü lisesini bitirdikten sonra, 1980 yılında Hollanda’ya geldim, Hollanda’da Sosyal Bilimler Akademisi’ni bitirdikten sonra beş yıl Amsterdam belediyesinde gençlik uzmanı olarak çalıştıktan sonra yine Amsterdam’da kendi restoranımı açarak hayatımı kazanmaya devam ettim. Genel olarak Antakya size ne ifade ediyor? Karsu’nun sizde yeri farklı olmalı ki kızınıza Karsu ismini vermişsiniz. Karsu’yu Hatay’dan farklı kılan yanlar nedir sizce? Ya da, farklı şekilde sormam gerekirse, Karsu deyince aklımıza ne gelmeli? Antakya benim için çok kültürlü, kendi başına bir dünya anlamına geliyor. Her insan gibi doğduğum yer Karsu köyünü bir parçam olarak hissediyorum, Türkiye’ye her gittiğimde, Karsu köyüne gitmediğim zaman kendimde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorum. Bu duygumu güçlendiren bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Türkiye’ye tatilde iken Karsu (üç yaşındayken) “Baba ne zaman Türkiye’ye gideceğiz” diye sorduğunda, “kızım biz şimdi Türkiye’deyiz” dediğimizde “hayıırrrr benim Türkiye’ye” demişti. Kızım Karsu Karsu köyüne geldiğinde, arabadan iner inmez (nene ve dedesini görünce) “Türkiye’ye geldik” dediğinde, ne demek istediğini anlamıştık. Karsu için Türkiye Karsu köyüydü. Aslında yıllardır ben de aynı duyguları yaşadığımı böylece kızım Karsu’dan öğrenmiş oldum. Ne hoş, ne duygu yüklü bir anı bu! Biraz da Karsu köyünden bahsedelim isterim. Karsu mahallesi bugün sadece Müslüman nüfusu ile biliniyor. Ancak Antakya’nın birçok yeri gibi Karsu’nun da farklı kültürlerle daha iç içe geçmiş bir yaşamı olduğunu tahmin ediyorum. Sizin çocukluğunuzda Hıristiyanlar da var mıydı bu köyde? Bir göç mü gerçekleşti? Karsu köyünün onu Hatay’dan farklı kılan yönü, Altınözü’nün diğer köylerinden ayıran özelliği, tamamının Türk ve Sünni oluşu. Dolayısıyla göç gibi bir olay yaşanmamıştır. Köyler arasındaki sosyal yaşamda Arap Müslüman köyleri veya Arap Hıristiyan köyleri arasındaki kardeşçe yaşamayı ve bu farklılıkları hep zenginlik olarak görmüşlerdir. Bahsettiğiniz gibi Karsu köyü tarihsel olarak da bölgedeki Hıristiyanlarla iç içe yaşamış. Hatta zaman zaman Hıristiyan komşularına da kol kanat germek durumunda kalmışlar. Bugün geçmişe dair Karsu’da neler anlatılır?Bölgedeki Hristiyanlar ile ilişkiler nasıldır? Karsu köyü Müslüman bir köy olmasına rağmen köyümüze komşu olan Tokaçlı köyü ve Altınözü Sarılar mahallesi tamamen Hıristiyan vatandaşlardan oluşur. Gençliğimizde hep beraber aynı okullarda okur ve hayatın her alanında (sporda, sanatta, tarlada, piknikte, bayramlarda) beraber yaşardık. Ve hala sosyal medya üzerinden ilişkilerimiz dostça devam ediyor. Küçük bir tarihi anımı da paylaşmak isterim yeri gelmişken. Rahmetli babam Altınözü belediye başkanlığına aday olduğunda nüfus kaydını da Altınözü’ne yapması gerekliydi ve bizim o zamanki nüfus kaydımızı Hıristiyan mahallesi olan Sarılar mahallesine yaptırmıştı babam. Ve Hıristiyan vatandaşlar da babamın listesinden meclis üyesi ve hatta ilk olarak belediye başkan yardımcısı seçilmişti (hala Almanya’da yaşadığını bildiğim Mikail Kuşoğlu). En güzel anılarımdan biri de Müslüman bayramlarında Sarılar mahallesi ve Tokaçlı köyü papazları bize gelir bayramımızı kutlar ve biz de Noel bayramında annem, babam ile kiliseye gider kilisedeki ibadetten sonra oradaki ahaliyle bayramlaşırdık, çok güzel günlerdi. Şu anda Hollanda’da yaşıyorsunuz. Ancak Antakya’dan ne zaman ve neden göç ettiniz? Büyük bir göç var mıydı sizin göç ettiğiniz dönemde? Türkiye’den 1980 yılında ayrıldım, ayrılmak zorunda kaldım. Bildiğiniz gibi seksen öncesi Türkiye’de sağ sol olayları Türkiye’nin her tarafını etkisi altına almıştı. Ben de o zamanın ruhuna ters düştüğümüzden olsa gerek, 12 Eylül’de tutuklanarak bir müddet göz altında kaldıktan sonra, yurt dışına çıkmıştım. Hayatımı burada devam ettiriyorum. Hollanda’daki yaşama entegrasyon kolay oldu mu? Hollanda’da bir Türk olmak konusunda sıkıntılar yaşadınız mı? Tabii ki çok da kolay olmadı. Yukarıda da belirtiğim gibi zorunlu ve hazırlıksız bir ayrılık oldu, geldiğim ülkenin dili ve iklimi hayatı kolay kılmadı tabii ki. Bir de altı yıl boyunca illegal yaşamanın yanında, illegal çalışıp eğitimime devam etmek zorundaydım. Bu zorlu döneme rağmen kısa zamanda Hollanda’ya entegre olduğumu düşünüyorum. Tabii ki Türk olmanın veya yabancı olmanın getirdiği sıkıntıları da yaşadım. Ancak bunlara karşı verdiğim mücadelenin başarımda önemli payının olduğunu düşünüyorum. Sorunlar karşısında teslim olmak değil mücadele etmek gerekiyor. Aile olarak Hollanda’da Antakya’ya özgü kültürel pratiklerinizi devam ettirebiliyor musunuz? Bu kültürel pratiklerden sizin için en önemlileri hangileri? Antakya deyince akla ilk gelenlerin başında yemek geliyor. Dolaysıyla mutfağımızda Hatay yemekleri olmazsa olmaz. Bu arada, Hollanda’da 24Kitchen kanalında Karsu’nun sunduğu Türk yemeklerinin tanıtıldığı bir program da yapmaya başladık. Antakya’ya ne sıklıkta gidiyorsunuz? Antakya’ya dönmeyi hiç düşündünüz mü? Antakya’ya her yıl mutlaka bir iki defa gidiyoruz. Dönüşü herkes gibi tabii ki ben de düşündüm, ama hayatın akışı bunu engelledi, Özelikle Karsu’nun kariyerindeki hızlı gelişmelerden dolayı bunun biraz daha zor olduğunu düşünüyorum. Kızınız Karsu’dan bahsetmişken… Karsu bugün dünyaca çok sevilmekle beraber Antakyalı Ortodokslar tarafından da sevilerek ve çok yakından takip ediliyor. Karsu’nun müziğe olan ilgisini ne zaman keşfettiniz? Profesyonel olarak bu işi yapmak istemesi sizde nasıl duygular yarattı. Karsu’nun yaptığı sanatın herkes tarafından sevilmesi tabii ki bizleri de çok mutlu ediyor. Bunu sizlerden duymak bizleri ayrıca sevindiriyor, Antakyalı Ortodoks dostlarımıza bu vesileyle ayrıca teşekkür ediyoruz ve geçmiş Noel bayramlarını kutluyoruz. Keşfetmek diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum, bunu hayatın akışı içerisinde gelişen bir sanatsal oluşum olarak görüyorum. Yeter ki çocuklarımızın yeteneklerinin gelişmesine fırsatlar verelim ve zamanın ruhuna göre destekleyelim. Profesyonel olarak daha geniş kitlelere ulaşarak insanlara bir nebze de olsa mutlu anlar yaşatabilmenin, farklı insanları bir araya getirebilmek veya kültürler arası köprü kurabilmek ve bunu daha geniş kitlelere ulaştırabilmek için etkili olduğunu düşünüyorum. Karsu’nun başarısının bir baba olarak sizi çok olumlu etkilediği kesin. Bu duyguları bize tarif eder misiniz? Tabii ki Karsu`nun başarısı olumlu etkiledi. Öncelikle başarısının sanatsal alanda ve yurt dışında oluşunun mutluluğu anlatılamayacak kadar çok. Bu başarısının nedeni de yurtdışında yaşayan gençlerimize rol model olabilmesi ve verdiği konserler ile farklı kültür ve değerleri bir araya getirerek farklı insanlar ve kültürler arasında köprü olabilmesidir. Son olarak, Karsu’nun bugün yaptığı müzikte köklerinin, ailesinin Antakya gibi bir şehirden olmasının etkisi var mı sizce? Olmaması mümkün değil diye düşünüyorum. Çocukluğunda batı klasik müzik ile başlayıp caz ve dünya müziğinden etkilendiğini ve hatta Arapça şarkı da söylemesiyle Antakya’ya uzanan bir müzik haritası olduğunu görebiliriz.
- Zor Zamanların Bilinmeyen Yüzleri: Antakyalı Ortodoksların Yaşadığı Ekonomik, Kültürel ve Sosyal Sor
Fotoğraf: Bebeto Fotoğrafçılık Bu yazı, 2017 yılında Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü bünyesinde Sivil Düşün Platformu desteğiyle tamamlanan Antakya’da Arapça ibadet eden Rum Ortodoks Hıristiyan etno-dinsel topluluğunun sözlü tarihi, kültürel ve siyasi sorunları araştırmasının ortaya koyduğu temel bazı unsurları ele alır. Antropolojik ve tarihsel araştırma yöntemlerinin kullanıldığı bu araştırma, Hatay’ın Altınözü, Antakya, Arsuz, İskenderun ve Samandağ̆ ilçelerinde gerçekleştirildi. Yalnızca Antakya’da değil, tüm Türkiye’de yaşayan Arap/Rum Ortodokslarla ilgili sivil toplum alanında yapılan veya akademik çalışmalar sınırlı düzeyde kalıyor. Bu nedenle Antakya Ortodoksları bağlamında bellek, kimlik ve tarih odaklı araştırmalar, aslında yalnızca Ortodoksların tarihine veya anlam dünyalarına bir katkı sunmaktan öte, Türkiye’de gayrimüslim toplulukların yaşadığı sorunlar ve deneyimlerine dair önemli bazı fikirler verir. Bu bağlamda aynı zamanda kitaplaştırılan bu çalışma, Antakya’da Ortodoks Hıristiyanların kültürel bellek ve etno-dinsel kimliği ve kültürel sınırları, 1939 göçü, Varlık Vergisi uygulamaları ve günümüzde devam eden vakıf malları sorunları ile Ortodoksların siyasi temsili ve siyasete katılımları gibi pek çok konuya odaklanıyor. Bu araştırmanın sonuçları sırasıyla ifade edilirse; kültürel belleğin etno-dinsel özelliklerini koruma ve sürdürme ile sosyal ve kültürel sınırların korunmasının paralel olması nedeniyle Antakya’daki Arap/Rum Ortodoks Hıristiyan cemaatinin, pek çok tarihsel, toplumsal ve siyasal olay dahilinde çeşitli baskı unsurlarından etkilendiği tespit edilmiştir. Antakya’da varlığı oldukça eski olan Ortodoks Hıristiyanların göçü, görüşmecilerin tarihsel ve kültürel belleklerinde yer alıyor ve göçün hem Antakya’dan hem de Antakya’ya olduğu anlatılarında belirtiliyor. Bunların en başında, Osmanlı’nın son döneminde; gayrimüslimlerin askere alınması, ek vergi, civar köylerin ve isyancı çetelerin Hıristiyanlara yönelik, erkek ve kız çocukları ve kadınları kaçırma, fidye, ev basma, dini sembolleri tahrip etme, talan gibi eziyetleri sonucu, bölgedeki nüfusun önce Suriye ve Lübnan’a, sonra Avrupa ve Latin Amerika’ya göçü, cemaatin belleğindeki en önemli tarihsel olaylar. Özellikle o dönemde askere ve yurtdışına gidenlerin çoğunun geri dönememesi, Antakya’da Ortodoks Hıristiyan nüfusun azalmaya başladığı ilk tarihsel olay olarak yaşlı ve genç tüm cemaat üyelerince dile getiriliyor. Çalışmanın genel sonuçları ve odağı oldukça geniş olsa da, biz bu yazıda araştırmada ön plana çıkan iki konuyu ele almayı amaçlıyoruz. Birincisi, Antakya’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanların etnik ve dinsel sınırlarının, yani sembolik sınırlarının ve farklılığın toplumsal inşası ve gündelik hayatta yaşadıkları dışlanma biçimleri. İkincisi de kitapta kurumsal ve “bürokratik” ayrımcılık olarak ele aldığımız mülksüzleştirme ve Türkiye’de “eşit” vatandaşlık haklarına erişim konusunda yaşanan sorunlar. Gündelik hayatta Ortodoksların en çok karşılaştığı tepkilerin odağının ve bir “kimlik” öğesi olarak en görünür unsurun “isim” olması dikkat çekiyor. Ortodokslar, özellikle Antakya dışında isim telaffuzuyla beraber karşılaştıkları “garipsenme” hallerini ya da yabancı olarak konumlandırılmalarını görüşmelerde vurguluyorlar. Örneğin, bir katılımcımız isim farklılıklarının Türkiye’de sıklıkla açıklama yapmak zorunda hissettikleri bir unsur olmasını şu şekilde aktarıyor: İsimlerimiz Türk değildir algısı yarattığı için insanlar merak edip bize soruyorlar. Bizi yabancı sanıyorlar. Fransız ya da İngiliz… Antakyalı olduğumuzu söyleyince de şaşırıyorlar. Burasının kültürlerin birlikte hayat bulduğu bir yer olduğunu kimse bilmiyor (Christin, Kadın, Antakya, 26). İsim konusunda dikkat çeken diğer bir unsur ise Hıristiyanların devlet kurumlarında ve otorite karşısındaki “muğlak” vatandaşlık konumu. Doğrudan bir ayrımcı söylem olmasa bile, pek çok örnekte devletin belirlediği “makbul vatandaş̧” standardı (Üstel, 2005) Türk ve Müslüman isimleri içerdiğinden, Ortodoks Rum veya Arapça isimlerin norm dışı kaldığını ve kabul edilmediğini görüyoruz. Anlatılarda Hıristiyan “özne”nin diğer vatandaşlara kıyasla devlet kurumlarıyla pek çok kere karşı karşıya geldiğine yer veriliyor. Yani, Ortodokslar için kendi isimleri ve inançlarıyla var olmak, ancak hukuki ve toplumsal bir mücadelenin sonucunda mümkün olabiliyor. Cemaatin dinsel inanışları, bayramları, isimleri, ritüelleri, giyim-kuşamları, sembolleri ve farklılıklarının diğer etnik ve dini gruplarca, özellikle de Sünni Müslümanlarca bilinmemesi veya bilinmiyor gibi davranılması, bir tür homojenleştirme olarak ifade ediliyor. Modern ulus-devletin inşası, güvenlik ve kendi sınırlarını ve kurumlarını güvence altına alma söylemi üzerine kuruludur. Antakyalı Arap/Rum Hıristiyan cemaati üyelerinin “Rum” ya da “Hıristiyan” kimliğinden dolayı çeşitli mesleklere erişemediğini görüyoruz. Bazen de devlet kurumlarında çalışan Hıristiyanların terfi ettirilmediği ve buna bir sebep gösterilmeden geçiştirildiği pek çok kere görüşmelerde ifade ediliyor. Bu bağlamda, “gayrimüslim” öznenin devletin kurumları içinde olmasının sistematik olarak reddedildiğini söylemek yanlış olmaz. “İyi vatandaşlık” anlamında, Ortodoksların her zaman Türkiye’ye bağlılıklarını hem pratikte hem söylemde dile getirmelerine rağmen, kurumsal ayrımcılığın günümüzde hâlâ sürdüğü öne çıkan önemli gerçeklerden biri. Hıristiyanların yaşadığı milliyetçilik ve “millet” inşasında Türk-Müslüman sentezi merkezi bir hal alır. Erkek görüşmeci, yaşadığı isim, sosyal ve kurumsal dışlama deneyimini, insanların Türkiye’de Hıristiyanların yaşadığını bile bilmemesinden kaynaklandığının altını çiziyor ve çeşitli önemli görülen mevkilere Hıristiyanların getirilmeyişini askerlik üzerinden şöyle aktarıyor: Askerde usta döneme geçtiğimiz zaman çavuş ve onbaşı olacaktım. Dosyalar verilirken çavuş komutana seslenerek “Komutanım, Askerlik Kanunu’na göre gayrimüslimler çavuş ve onbaşı olamaz” dediğini gayet iyi hatırlıyorum; böyle engel oldular. (Sam, Erkek, Arsuz, 57). Türkiye tarihinde gayrimüslimlere yönelik ayrımcı politikaları ve tarihsel birtakım olayları Antakyalı Ortodokslar çeşitli dönemlerde farklı ölçülerde deneyimlemişler. Bu bağlamda, Cumhuriyet tarihinde göçe de neden olan üç büyük olay hatırlanıyor. 6-7 Eylül 1955, 1963-1965 Kıbrıs olayları ve 1974 Kıbrıs Harekâtı, belleklerinde önemli bir yer tutuyor. Cumhuriyet dönemindeki olaylara dair toplumsal bellek, hem dışlanma hem de cemaati koruyan mekanizmaları ve grupları hatırlama şeklinde karşımıza çıkıyor. O dönemi hatırlayan cemaat üyeleri, özellikle bazı yöneticilerin bu dönemde cemaati koruma ve kollama yönündeki gayretlerini anlatıyorlar. Özellikle 1960’lardaki Kıbrıs olayları ve 1974 Kıbrıs Harekâtı, Almanya ve Avrupa’daki bazı ülkelerin işçi talebiyle de birleşince, bu dönem de Cumhuriyet döneminde önemli bir göç dalgası olarak kültürel bellekte yer ediyor. Bu dönemler, Sünni-Türk kimliğine sahip olmayan kesimler için zor zamanlar olarak anılsa da, özellikle Rumlar için kaygı verici dönemler ve belleğin inşasında dönüm noktaları olarak nitelendirilebilir. Ayrımcılığın bürokratik ve yapısal bir yüzü de akademik tartışmalarda mülksüzleştirme olarak geçen bir süreçle karşımıza çıkıyor. Mülksüzleştirme, tarihsel bağlamda Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da başta Filistin olmak üzere güç ilişkilerinin değişmesiyle çeşitli topraklarda ve belli başlı bazı gruplara yönelik gerçekleşmiş ve görünür hale gelmiştir (Chatty, 2010). Mülksüzleştirme zaman zaman zorunlu göç durumlarında veya Antakya örneğinde olduğu gibi ilhak süreci ya da devletin arazilere yönelik yaklaşımıyla belirleyici hal alıyor. İlhak dönemi öncesi Hıristiyan nüfusu, yerleşimleri ve yaşam tarzı genelde Fransız kayıtlarında görülür. Sözlü tarih aracılığıyla ulaştığımız bilgiler, arşivsel dokümanlar temeline dayanmasa da, günümüze daha yakın tarihlerde Hıristiyanların sahip oldukları arazileri aşama aşama kaybettiklerini gösteriyor. Yakın zamanda Nehna’da kapsamlı bir araştırma yazısı olarak yer alan Varlık Vergisi döneminde mülksüzleştirme, günümüzde Türkiye’de “azınlıkların vakıf temsili”yle beraber vakıf kanunlarının yarattığı sıkıntılar şeklinde devam ediyor. Fransızların tuttuğu kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla, İskenderun Sancağı’nın ilhakı döneminde topluluk daha geniş̧ alanlarda yaşıyordu. Bu yaşam alanlarının genişliğinin rahat yaşam koşulları ve tarım arazilerinin genişliğinden kaynaklandığı söyleniyor. Farklı mahallelerde oturan halkların, yerleşim yerleri esas alınarak adlandırıldığını görmek mümkün. Mesela Alevışık (Levşiye) mahallesinde oturan Hıristiyan topluluğu için Levşiye Hıristiyan ve Müslüman kesimin de Levşiye İslam gibi isimler kullanıldığı belirtiliyor: Babam zamanında ve öncesi Tekebaşı (Cilliy) ve Meydan köylerinde Hıristiyanlara ait çok arazi vardı. Bildiğim kadarıyla Hıristiyan ağalara aitti o yerler. Samandağ’da en fazla, Hıristiyan ailesi olan Beylunilerin arazileri vardı ve bir konakları da vardı. Önceki dönemlerde belediyeler bu arazilere yapılar koydular. Mesela mezbaha ve sebze halinin yerleri onlara aitti. Deniz mahallesinde, şimdiki Alevışık mahallesi (Levşiye) denilen Samandağ merkezi ve şimdiki Şükrü Kanatlı (Zeytuniye) mahalleleri vardı. Mızraklı’da da (Mışrekiy) Hıristiyan aileler bulunmaktaydı (Martin, Erkek, Samandağ, 61). 1970’lerde yaşanan en büyük sıkıntının azınlık vakıflarının mallarına el konulması olduğu tespit edilmiştir. Antakya’da Hıristiyanlar, Kıbrıs Olayları ve Harekâtı’nın, Antakya’da Ortodoks cemaatinin haklarına ve vakıf mallarına müdahalenin bir aracı olarak kullanıldığını aktarıyorlar. 1974 dönemini yaşayan Ortodokslar yaşadıkları baskıları şöyle anlatıyorlar: 1974 Kıbrıs Harekatı’nda varlıklara konulan tedbirler sebebiyle, 1980’lerde iki vakıf arazimiz mazbuta altına alınmıştır. Satışları yapılmıştır. Bunların dışında 1974 olayları bölgenin yapısından kaynaklı diğer illerde, yani İstanbul’da yaşananlar gibi değildir. Buraya yansıması aynı olmamıştır. Mersin [Ortodoks Rum] nüfusunun çoğunu Samandağ’dan göçen insanlar oluşturmaktadır. Eskiden Samandağ vakıf yönetiminde yer alan bir amcamız, 1980 döneminde bu bölgenin üst rütbeli bir komutanı tarafından vakıf arazilerini gönüllü olarak devretmeleri için üzerine baskı kurulduğunu ve birçok arazinin bu şekilde devlete geçtiğini bize anlatmıştır (Paul, Erkek, Samandağ, 52). Tüm ilde Ortodoksların karşılaştığı en büyük sorunlardan biri, taşınmaz mallara el konulması, vakıf mallarının bürokratik karışıklıklar nedeniyle mazbuta alınması. Zaman zaman nüfusun azlığı, zaman zaman Vakıflar Kanunu ve ek düzenlemeler bahane edilerek, ilhak sonrasında Hıristiyan topraklarına ve kiliseye ait mülke el konulmuş. Mülksüzleştirme, cemaatin varlığını devam ettirmesinin önünde bir engel olarak karşımıza çıkar. Sonuç olarak, burada çerçevesi sunulan hatırlama biçimlerinin, Antakya’da nesiller arasında, ilçelerin yerelliğinde ve yerelin kırsal ve kentsel özelliklerine göre cemaatin kendilerini var etme biçimlerinde belleğin, yani hafızanın, öneminin ve önceliğinin farklı olduğu sonucuna ulaşıldığı vurgulanmalıdır. Antakya’da Rum Ortodoksların, farklı dönemlere hem farklı nesillerde hem de farklı yerelliklerde en belirgin “hatırlama” ve “unutma” figürlerinin tarihsel olaylarda yaşadıkları baskı, ayrımcılık ve dışlanmanın yanı sıra son yıllarda yaşanan ekonomik nedenlerle birlikte ifade edilen göç figürü ve anlatıları olduğunu söylemek gerekir. Bir sivil toplum örgütü çalışması olarak bu araştırmanın diğer bir amacı da çözüm önerileri getirmek ve yapıcı bir sürece katkıda bulunmak. Gözlemlenen temel meselelerden biri vakıf malları, mülk karmaşası ve göç sorunlarıdır. Cemaatin kültürel belleğin devamı amacıyla özellikle yerelde, sosyal ve kurumsal dışlanma ve mülksüzleştirme süreçlerinin sonlandırılması, özellikle göçün önüne geçmek amacıyla gençler için ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesi şart. Karşılaşılan çeşitli ayrımcılık pratiklerinin de milliyetçilikleri görünür hale getirerek ve bu ayrımcı pratikler analiz edilerek eleştirilmesi gerekiyor. Toplumda farkındalık yaratarak bu pratiklerin sona ermesini sağlamak, sivil toplum örgütleri ve kurumsal otoriteler için elzem bir görev.
- Antakya’da Noel Sofrası Lezzetleri
Yılın bu vakitleri, birçok Hıristiyan toplum için Noel vakti. Dini anlamının yanı sıra Noel’de aile ile bir araya gelmek, özellikle Türkiyeli Hıristiyanlar için toplumsal aidiyet hissini pekiştiren kültürel bir aktivite ve sahip olunan etno-dinsel kültürel mirası yaşatmanın bir aracı. Bu kültürel mirasın da pekiştiği en samimi ortam, takdir edersiniz ki bayram sofralarıdır. Aslında Noel’de aile yemeklerinin öncesinde, yılın bu son bayramına yaklaşırken, Kasım ayının ortalarından itibaren mutfaklarda hummalı bir çalışma başlar.15 Kasım’da başlayıp 24 Aralık akşamı son bulan hayvansal gıdadan uzak durulan bir dönem olan Noel orucu öncesinde özellikle kiliselerde perhiz yemekleri verilir, bugün özellikle Antakya’da bu gelenek sürdürülüyor. Herkes oruç tutmasa da insanlar bu yemek günlerinde kiliselerde bir araya gelir. Birçok Hıristiyan topluluk gibi biz de Aralık ayı başında Noel ağacı süsleriz. Eskiden 6 Aralık gününe denk gelen Aziz Nikola Bayramı’nda evlerde Noel ağacı kurulurken, bugün artık Kasım sonu-Aralık başı ağaç kurmaya başlayan bizim gibi sabırsızlar da var. Bu günlerde çoluk çocuk tüm aile bir arada ağacı kurarken, “Noel ruhu” diyebileceğimiz bir heyecan yayılmaya başlar desek abartmış olmayız. Bu dönemi özel kılan bir diğer ritüel de -eminiz bunu yapan aileler halen vardır- Noel Baba’nın gerçekten yaşadığına inandırdığımız çocuklarımıza Noel Baba’dan ne istediklerini anlamak için mektup yazdırmaktır. Yine bu dönemde Noel gecesi ağacın altını dolduracak hediyeleri yavaş yavaş almaya başlarız. Tüm bu hazırlık, bazı yerlerde 24 Aralık akşamı, kimi yerlerde 25 Aralık sabahında kilisede yapılan ayinden sonraki öğle vakti içindir. Bu öğlen veya akşamda aileyle geçireceğimiz vaktin en önemli kısmını kuşkusuz Noel sofraları oluşturur. Antakyalı Ortodoksların Noel sofralarında yer alan birçok yemek, her ne kadar yılın farklı vakitlerinde ara ara yapılabiliyor olsa da o gün ayrı bir özenle yapılır. Dolayısıyla Noel yemekleri bir hafta önce tekrar gözden geçirilir, alışveriş listesi özenle hazırlanır, malzemeler yavaş yavaş alınmaya başlar. Bir yandan da kimin hangi mezeyi yapacağı, içli köfteleri kimin oyacağını konuşulmaya, görev paylaşımı yapılmaya başlanır. Yılın bu zamanı yurtdışında yaşayan akrabaların da sıkça memlekete ziyarete geldikleri bir dönem olduğundan, bu sofralar daha da özenle hazırlanır diyebiliriz. İsa Helvası - Helavet İsa - Foto: Ketrin Köprü Yapılacak yemekler bölgeden bölgeye değişebilir, fakat her yerde önce tatlı ve tuzlu ikramlıkların hazırlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Altınözü’nün eski zamanlardan kalan geleneği kerebiç tatlısının yapımı bugün giderek azalsa hala yapılıyor. Antakya, Samandağ ve Mersin’de un ve pekmezle şimdilerde ise irmik ve şeker ile yapılan, içerisine muskat, damla sakızı ve kavrulmuş ceviz konulup sıkma şekli verilen İsa Helvası (Helavet Isa), hurmalı ya da cevizli mamul, tuzlu ve tatlı kurabiye (simit de denildiği olur) Noel tatlılarının en önemlileridir. Tabii, tüm bunlara ek olarak yılın her dönemi misafirlere ikram edilmek üzere Antakyalıların evde bulundurdukları reçeller (ceviz, turunç, balkabağı) ve bir dönem sıklıkla tekellerden temin edilen, bugün ise her evin kendi yaptığı likörler (ful ve vişne en yaygın görülenler arasında sayılabilir) evde bulundurulur. Uzunca masalara yapılan içli köfte ve tepsi köfte, oruk ve çorbaların aralarında olduğu birbirinden leziz yemekler bu dönemde pişirilir. Bazı ailelerin sofrasında farklılık gösterse de, bölgeye ait mezeler (humus, muhammara), Fransa mutfağından geldiği düşünülen etin ceviz ya da fıstık ile yoğrulup köfte haline getirilmesi, kızartılması ve daha sonra şarap, tereyağı ve baharatlarla beraber pişirilmesi ile hazırlanan martadella , içli köfte (bazı yerlerde tepsi köfte, hatta çiğ köfte) Noel sofralarında bulunan yemeklerdir. Yılbaşında horoz kesme gibi bir adetin köylerde olduğunu biliyoruz, fakat Noel’de tavuk ya da hindi doldurma adetinin çok sonradan Batı’dan öğrenildiğini söylememiz gerekir. Martadella - Foto: Anna Maria Beylunioğlu Çok bilinmese de, Antakya’da Noel sofralarının baş tacı, orucun açıldığı Noel günü bolca yapılan ve yılbaşına kadar yenen çorbalardır. Bu çorba, bazı yerlerde borani, bazı yerlerde tuzlu yoğurtla yapılan lebeniye, bazı yerlerde ise tarhanayla yapılan, içerisine içli köfteler konulan çorba olan kişk olur. Özellikle Arap Alevilerin sıkça yaptığı kişkin Samandağ’daki Ortodoksların Noel ritüelinin bir parçası olması bir kültürel geçişliliğe işaret ediyor. Altınözünde bu geleneği yaptığını söyleyen aileler mevcut olsa da bazı aileler bu çorbanın Samandağ’ın bir adeti olduğunu söylemektedir. Bu tartışma bir yana dursun, maalesef ki, kişk bugün unutulmaya yüz tutmuş bir yemek. İsa Mesih’in doğumunu kutladığımız bu gün, bizi biz yapan, aidiyetimizi hatırlatan kültürel pratikleri bir bütün olarak hissettiğimiz bir gün. Ağacın altında ailecek bir araya geldiğimiz, birbirimize ufaklı büyüklü hediyeler aldığımız, Noel sofraları etrafında aidiyetimizi pekiştirdiğimiz bir gün. Noel sofralarındaki bu yemekler bugün dünyanın neresinde olsun, Antakyalı Ortodoksları bir araya getirmeye devam ediyor ve Noel’i onlar için daha anlamlı kılıyor. Yazıyı okuyan ve Noel ruhunu bizimle hisseden herkese iyi Noeller diliyor, Antakyalı Ortodoksların Noel sofralarının merkezinde yer alan çorba adetini anmak adına, kişk çorbası tarifini sizlerle paylaşıyoruz. Kişk Çorbası (6 kişilik) Foto: Anna Maria Beylunioğlu Malzemeler: Kemikli kuzu eti⎮500gr Nohut ⎮1 su bardağı (bir gece önceden ıslatılmış) Yaprak tarhana⎮250gr (bir gece önceden ıslatılmış; (Elinizde tarhana yoksa 250 gr. aşurelik buğdayı mikserde çekip ıslatıp suyunu alabilirsiniz) Beyaz lahana⎮200gr Tuzlu yoğurt ⎮300gr İçli köfte⎮24 adet (haşlamalık, etli) Sarımsak ⎮6 diş Nane⎮1 tatlı kaşığı Tereyağ ⎮1 yemek kaşığı Tarif: Kuzu eti ve nohutu düdüklü tencerede nohutlar pişene kadar haşlayın. Tarhanaların suyu ve beyaz lahanayı tencereye ekleyin. Beyaz lahananın pişmesine yakın küçük içli köfteleri ekleyin. Tenceremiz kaynamaya başladığında tuzlu yoğurdu ekleyin. Tereyağını eritin, sarmısağı ezin ve nane ile birlikte tereyağında ısıtıp malzemeler yoğunlaşmaya başladığında naneli sarımsak sosu tencereye dökün.
- Antakya’da Noel Kutlaması Bir Başkadır
Fotoğraflar: Abdulla Sert Antakya’ya gelen hemen hemen her yabancı, burada biraz zaman geçirdikten ve Antakyalılarla bir araya geldikten sonra, “Antakya bir başka” demeye başlar. Biz Antakyalılar, çoğu zaman bunun farkına varmayız, bize her şey normal gelir. Bence bu, binlerce yılı bulan çok kültürlü, çok yönlü ortak değerler ve yaşanmışlıkları içimize sindirmiş ve bilgisayar deyimiyle “çakılı” hale getirmiş olmamızdan kaynaklanıyor. Son yıllarını genelde Antakya dışında geçiren ama Antakya’yla bağlarını hiç koparmamaya çalışan biri olarak özellikle dini bayramları elimden geldiğince orada kutlamaya çalışırım. En son pandemi öncesinde bir 24 Aralık akşamı Antakya Ortodoks Kilisesi’ndeki Noel ayinine katılma fırsatı buldum. Her zamanki gibi ayin her şeyiyle çok güzeldi. Ayine katılanların zerafeti, ayini düzenleyen cemiyet temsilcileri ve pederlerin özeni, kilise avlusunun yağan yağmura rağmen kokteyl için hazırlıklarındaki çaba, rengarenk ışıklı süslemeler ve kiliseyle beraber çan kulesinin muhteşem aydınlatması övgüye değerdi. Noel ayini için gelen yerli ve yabancıları korumak için caddeden başlayıp kilise avlusuna kadar güvenlik önlemleri alan polis ve korumaların nezaketi, Hatay Büyükşehir Belediyesi ve Payas Belediyesi’nin ayine katılanların tümüne yetecek kadar gönderdiği şirin hediye paketlerindeki duyarlılık ve kutlama pankartları da dikkatimi çeken başka güzelliklerdi. Ayin devam ederken avluda yağan yağmura aldırmadan kızıyla beraber genç bir kadının avluda oynayan tüm çocuklara bisküvi paketi dağıtmaları dikkatimi çekti. Kadına sorduğumda, Samandağ taraflarında yaşayan bir Romanyalı ailenin kızı olduğunu ve yakınlarda ölen annesinin ruhuna bisküvi dağıtmaya gelmiş olduğunu söyleyince teşekkür etmek ihtiyacını hissettim. Ayin sonrası kilise avlusunda yapılan havai fişek gösterisinde küçük-büyük herkesin coşkusu, kokteyl masalarında itiş-kakış olmadan insanların ikramlar eşliğinde birbirlerini kutlamalarındaki içtenlik ama en çok da çocukların gözlerindeki sevinç, beni her zamanki gibi çok duygulandırdı. Antakya Ortodoks Kilisesi cemaat üyeleri ile sivil toplum kuruluşları ve resmi kuruluşların bu önemli etkinliğe sahip çıkmaları, ne kadar değerli diye ve “Antakyalılık” ne güzelmiş diye düşünmeden edemedim. Ayinden sonra ben de bu güzelliklerin farkında olmamız gerektiğini söylemek ve ayine katılan-katılmayan herkese “Antakya bir başka, Antakyalı olmak bir başka” diye haykırmak geldi içimden. Noel, binlerce yıldır var olan ortak bir gelenek ve kültürden gelen güzellik ve özelliklerimizi gözümüz gibi korumamız gerektiğini bir daha hatırlatır bizlere. Antakyalı bilge Libanius’un asırlar öncesinde belirttiği gibi “Melekler dünyaya inecek olsalar Antakya’yı seçerlerdi”.* Bence melekler o gece aramızdalardı. Çok kültürlü, hoşgörü ve kardeşliğin, sevgi, barış ve huzurun her zaman var olması dileklerimle. İyi ki Antakya var! * Dr. Necdet Özkaya’nın bir yazısından alıntıdır. Noel gecesi kilise avlusundaki panorama Yağmur güzel yansımaları gösterir Kilise cephesi ve çan kulesi Noel ışıklandırmaları Kilisenin içi huzurludur Noel Ayini Ayinin bir kısmı komünyona ayrılmıştır Ayinin bir kısmı komünyona ayrılmıştır Kilise avlusunda kokteyl hazırlıkları Ayin bitiminde kilise avlusunda kutlama Havai fişek gösterisi Kutlamadan kareler Kutlamadan kareler Kutlamadan kareler Kilisenin açıldığı caddede kutlama devam eder
- Noel’in Anlamı
Yücelerdeki Rabbe izzet, yeryüzünde barış ve insanlara esenlik olsun! Değerli kardeşlerim, Noel Bayramı’nızı en samimi duygularımla kutlar, bu kutsal bayramın bütün insanlara öncelikle sağlık, huzur, mutluluk, barış ve esenlik getirmesini temenni ederim. Hepinize Rabbin bereketi ve lütfuyla dolu nice mutlu Noeller dilerim. Bu yazımda, Noel Bayramı’nın daha iyi anlaşılması için sıkça sorulan birkaç soruyu cevaplandırmaya çalışacağım. Noel ne anlama gelir? Noel’de kutsal kilisemiz, kurtarıcımız Mesih İsa’nın Beytüllahim doğumunu kutlar. Bu bayram bütün Hıristiyan camiası açısından büyük bir önem arz eder. Farklı kilise ritüelleri ve çeşitli halk gelenekleriyle büyük bir sevinçle kutlanır. Ritüeller ve kutlamalar farklı olsa da amaç hep aynı ve tektir: Mesih İsa’nın insanların kurtuluşu için beden alma müjdesi ve fedakarlığı. Noel’in Hıristiyanlık inancındaki yeri nedir? Noel, Paskalya’dan sonraki en önemli ikinci Hıristiyan bayramı olarak kabul edilir. Hıristiyanlık’tan önce 25 Aralık, güneşi ve dünyayı simgeleyen Roma tanrısı Sol Invictus’u onurlandırmak için pagan bir şölen olarak kutlandığı da belirtilir. Noel, Hıristiyanlar için ise, Meryem’in müjdesi, Mesih’in vaftizi ve sünneti gibi Noel’den sonraki ve Noel’den önceki olayların hatırlandığı “doğum zamanı”nın bir parçası ve doruk noktasıdır. Kurtarıcımız Mesih İsa, Doğu’nun güneşi ve dünyanın nuru olduğu için İznik Konsili‘nin kilise babaları bu tarihi Noel Bayramı olarak belirleyerek kutlamışlar ve pagan inancının şölenlerini de yok etmişlerdir. Noel’i Ortodokslar nasıl kutlar? Hıristiyan inancına sahip olan bizlerin büyük bir sevinçle ritüellere, ilahilere, duaya ve okumalara odaklanması gerekmektedir. Bu nedenle Noel Bayramı mevsiminde, kiliselerde okunan okumaların ve söylenen ilahilerin çoğu sevinç, mutluluk ve esenlikten bahseder. Örneğin, bir ilahi “Mesih doğdu, onu yüceltin; Mesih göklerden geldi, onu karşılayın; Mesih yeryüzündedir, siz yükselin“ der. Gerçekten de, sevinç, huşu ve ilahiyat dolu bu sözler bizlere tarifi olmayan göksel bir esenlik, umut, ve mutluluk verir. Bu cevheri sözler, Noel günü, her birimizin kalbine dokunur, çünkü doğuş gününde Tanrı feragat edip bizim gibi insan olmayı kabul ederek göklerden inmiştir. Öyle ki, biz Hıristiyanlar, bugün ona iman edip tanrısallaşmayı, yani ona göksel egemenliğinde iştirak etmeyi dileriz. Dolayısıyla, biz bu kutsal günü, Tanrı’nın insanlara karşı olan sevgisini ve merhametini ilan ettiği gün olarak da kutlarız. Bunun içindir ki, Noel Bayramı kutlamaları Noel ağacı kurmakla, yeni elbiseler giymekle ya da çeşitli kurabiye ve lezzetli yemekleri yapmakla sınırlı kalmamalıdır. Bunlar sadece beşeri, yerel ve hoş geleneklerdir. Ama hakiki sevinç ve mutluluk Tanrı tarafından bize bahşedilen ve o sevinci yüreğimizden hiç kimsenin alma yetkisi olmayan hakiki göksel sevinçtir. Noel neden farklı kiliseler tarafından farklı tarihlerde kutlanır? Noel’in anlamına değinmeden önce, Noel’in farklı kiliseler tarafından neden farklı tarihlerde kutlandığını anlatmak gerekir. Doğu ve Batı Kiliselerinde genel olarak 25 Aralık‘ta kutlanır. Fakat Rus ve Ermeni Kilisesi gibi Jülyen takvimine tabi olan kiliseler Noel’i 14 gün sonra kutlamaktadır. Gregoryen takvimlerinde 24 Aralık gecesinden başlayarak 25 Aralık gününde, Jülyen takviminde ise 6 Ocak gecesinden başlayarak 7 Ocak gününden İsa Mesih’in doğumu kutlanır. İncil, İsa’nın doğum tarihini belirtmese de, kilise babaları bu tarihi 325’teki İznik Konsili’nde bu şekilde belirlemiştir. Kilise geleneği de kutlamayı gece yarısından itibaren başlatır. Elçi Pavlos’un Korintliler’e yazdığı mektubunda bizlere “O bizi yazılı yasaya değil, Ruh’a dayalı yeni bir antlaşmanın hizmetkârları olmaya yeterli kıldı. Yazılı yasa öldürür, Ruh ise yaşatır“ şeklinde seslenişini hatırlamalı ve tarihsel farklılıklar yerine Noel’in ne anlama geldiğini ve neyi kutladığımızı önemsemeliyiz.