Boş arama ile 229 sonuç bulundu
- “Aziz”in hayali Antakyası
Fotoğraf: Show TV Kasım ayında Antakya’nın 1930’larını konu aldığı iddiasındaki Aziz dizisi yayınlanmaya başladı. Bu dizi, iddiasıyla benim gibi birçok Antakyalıyı heyecanlandırsa da, daha ilk bölümden itibaren ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. Çünkü Antakya’ya benzetilmeye çalışılan bir platoda çekimi yapılan dizide (bazı kısımları Antakya’da çekiliyor) ne yazık ki Antakya’ya ait bir şey bulmak oldukça zor. 1930’lar Antakyası’nı konu alan bir yapıttan, şehrin tarihine ve kültürel değerlerine dair bu kadar özensiz olmamasını beklemek de haksızlık olmaz diye düşünüyorum. “Bu şehrin esas sahibi biziz” Henüz izlememiş olanlar için diziyi kısaca anlatayım. Aziz Payidar, Antakya’nın en büyük ve tek halı üreticisi olan Payidar ailesinin oğludur ve gayet refah ve zenginlik içinde büyümüştür. Fakat Aziz’in hayatı, manda yönetimi altındaki Antakya’yı tek başına yöneten Fransız delegesi Mösyö Pierre’in oğlu Andre’yi öldürmesiyle bir anda değişir ve şehri terk etmek zorunda kalır. Birkaç yıl sonra şehre döndüğünde her şey değişmiştir. Babası iflas ettikten sonra hayatını kaybetmiş, onun ortağı olan amcası Payidar şehrin halı üretimini ele geçirmiş ve Fransız güçleriyle işbirliği içindedir. Sevdiği kadın Dilruba, artık amcasının oğluyla nişanlıdır. Aziz’in Antakyası’nda bu dönemde yalnızca karikatürize Fransızlar ve onların zulmü altında ezilen veya onlarla işbirliği içinde olan Türkler yaşıyorlar. Bir de bu düzeni değiştirmeyi amaçlayan Aziz elbette ki. Bunun üzerinden hikayede çok net bir biz ve onlar ikilemi kuruluyor ve Aziz’in ağzından henüz ilk bölümde “Bu şehrin esas sahibi biziz” lafını duyduğumuzda, aklıma ilk olarak şu soru geliyor: Bizden kasıt kim? Zira dizide Fransızlar ve Türkler dışında bölgede yaşayan tüm Müslüman ve gayrimüslim unsurlar hikayeden silinmiş. Bugünkü Antakya’nın toplumsal dokusunun önemli parçaları olan Hıristiyan, Alevi ve Yahudi toplumlar bu hikayenin neresinde? Bu toplumlar ve bunlara ait ibadethaneler gibi şehrin mimari dokusunu oluşturan binalar nasıl yok sayılabildiler? Hikayede bu toplumların dilleri de görünmez kılınıyor. Nitekim, inandırıcılık adına hikayedeki Fransızlar kırık bir Türkçeyle konuşurken, Türklerin dilinden İstanbul Türkçesi berraklığında aksansız bir Türkçe dökülüyor. Bugün bile sokağın dillerinden olan Arapça hiçbir karakterin aksanına nasılsa tesir etmiyor. “Gavur döver gibi dövdüler bizi” Fakat dizideki Müslüman karakterlerin diline tesir eden net bir şey var, o da nefret söylemi. Gayrimüslimlere karşı ayrımcı bir ifade olan “gavur” kelimesi, dizi karakterlerinin dilinden düşmüyor. “Gavur döver gibi dövdüler bizi”, “Fransız gavuruna köle olmayacağım” gibi replikler, her bölümde duyuluyor. Bu kelimenin birçok Antakyalı gibi benim hayatıma Antakya’dan farklı sebeplerle ayrıldıktan sonra girdiğini düşünürsek, böylesine aşağılayıcı bir kelimenin Antakya’nın ve Antakyalıların gündelik yaşantısında olmadığını söyleyebiliriz. Bu durumda dizi gerçeklikten iyice uzaklaşarak yine bölge insanına yapay gelen bir hikaye üzerinde ilerliyor. Son olarak, dizide dikkat çeken bir diğer gariplik ise kötü karakterin ismi. Dizinin adı Aziz iken, Fransız delegenin isminin de Pierre olarak seçilmesi, akla ister istemez Antakya’daki kadim kiliseyi getiriyor. Saint Pierre (Aziz Pierre) Kilisesi, sadece Antakyalılar için değil, dünya Hıristiyanları için büyük öneme sahip bir yapı. Basit bir tesadüf olması muhtemel olsa da, Pierre adının seçilmiş olması yine de ilginç. Ezcümle, Aziz dizisi 1930’lar Antakyası’nı anlattığını sanıyor. Her ne kadar sahnelerden birinde arkalardan gelen çan sesi kısa süreliğine de olsa “Antakya budur” dedirtse de, birçok kültüre beşiklik etmiş böylesine güzel bir şehri yanlış aktarıyor. Ve bununla kalmayıp bölge insanının dini ve kültürel yapısına dair aşağılayıcı bir üslup benimsiyor.
- Bir Konferansın Ardından: Antakyalı Ortodokslara Dair Notlar
Sapienza Università di Roma tarafından Baskın Oran onuruna düzenlenen “Türkiye’deki azınlıklar ve diasporalar: Kamusal imgeler ve eğitimdeki meseleler” başlıklı konferans farklı coğrafyalardan çok sayıda kişinin katılımıyla 30 Kasım 2021 tarihinde çevrimiçi olarak gerçekleşti. Konferansa Türkiye’de azınlıklar mevzusuna farklı disiplinlerden yaklaşan, alanında uzman akademisyenler ve araştırmacılar katıldı. Aralarında Baskın Oran (Ankara Üniversitesi-Emeritus), Samim Akgönül (Strasbourg Üniversitesi), Arus Yumul (İstanbul Bilgi Üniversitesi) ve Martin Van Bruinessen (Utrecht Universitesi-Emeritus) gibi değerli akademisyenlerin yer aldığı konferansta Antakyalı Ortodokslara dair analizler de ortaya kondu. Konferans, Baskın Oran’ın Türkiye’nin azınlıklara bakış açısını yansıttığı, Oran’ın temel tezlerini içeren konuşmasıyla başladı. “Osmanlı ve Türkiye tarihinde azınlıklar ve diasporalar” başlıklı konuşmasında Baskın Oran, Osmanlı’dan yeni kurulan Cumhuriyet’e geçiş ve sonraki dönemlerde, Lozan Barış Antlaşması temel alınarak, gayrimüslim azınlıkların hukuki ve politik açıdan devlet nezdinde nasıl tanımlandığına, algılandığına, Lozan’ın ihlal edildiği durumlara örnekler vererek odaklandı.[i] Oran’ın konuşmasında altını çizdiği noktaları şu şekilde aktarabilirim: 1) “Azınlık” kavramı moderniteyle birlikte ulus-devletlerin oluşumuyla icat edilmiş bir kavramdır. Osmanlı döneminde “azınlık” terimi kullanılmıyordu. Bugünün tabiriyle azınlık diye tanımladığımız sosyal gruplar İstanbul’un fethinden bir sene sonra (1454) “millet sistemi” altında tanımlanmaya başlamışlardı. Bu kategorizasyon, 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonraki süreçte değişime uğrasa ve pratik olarak 1913’de İttihat ve Terakki’nin diktatörlüğü altında sona ermiş olsa da, 1922’ye kadar bir şekilde süreklilik göstermiştir. 2) “Millet sistemi” özetle şu cümleyle tanımlanabilir: Karar veren otoriteyi ve gücü elinde bulunduran Müslümanların oluşturduğu “millet-i hakime” ve bu güçten mahrum ve hiyerarşik olarak Müslümanların aşağısında yer alan gayrimüslimlerin oluşturduğu “millet-i mahkume”. Osmanlı İmparatorluğu, stratejik ve pragmatik sebeplere dayanarak gayrimüslimlere yarı otonom diyebileceğimiz bir yönetim tarzı sunmuştu. Kendilerine ait sivil mahkemelerde iç meselelerini halletmek, evlilik-boşanma-vaftizleri kendi dini kurumlarında gerçekleştirmek gibi… Bu özerkliğin karşılığında kendilerinden beklenen ise devlete sadık olmaları ve “cizye” adı verilen vergiyi ödemeleri idi. Gayrimüslimler sahip oldukları avantajların yanı sıra “kesinlikle” ikinci sınıf vatandaşlar idi. Müslümanların gözetimi ve denetimi altında olduklarını ifade eden “zımmet”ten gelen “zımmi” kelimesiyle de tanımlanıyorlardı. Cumhuriyet’e geçişle birlikte bu hiyerarşik ilişki varlığını günümüze kadar korudu, yani bir diğer deyişle, “millet-i hâkime/millet-i mahkume” mantalitesi devam etti. 3) Türkiye’nin ulus devletleşme sürecinde ulusal kimlik Hanefi-Sünni-Müslüman-Türk olarak belirlendi; bunun dışında kalan gruplar Cumhuriyet dönemi boyunca devletle kurdukları ilişkisellik temelinde benzer-farklı ayrımcılıklara uğradı ve halen de bu “öteki” bakış açısı devam etmektedir. Gayrimüslimler, Füsun Üstel’in ifadesiyle “makbul vatandaş” tanımının dışında kalmış ve eşit vatandaşlık pastasından kendilerine düşen payı (dönemsel olarak devletin kendilerine yönelik yaklaşımında farklılıklar olsa da) hiçbir zaman alamamışlardır. Millet sistemi zihniyetinin devamı olan bu ulusal kimlik tanımlaması içine gayrimüslimler dahil edilmemiş ve asla asimile edilemeyecek topluluklar olarak görülmüşlerdir. 4) 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nda, Ankara delegasyonu “dini-ulusal-ırksal azınlıklar” trilojisini reddederek, “Türk ulusuna ait gayrimüslimler” tanımlamasını kabul etmiştir. Devlet ve toplum nezdinde genel kabul gören anlayışın tersine, Lozan’ın azınlıklara yönelik hakları kapsayan üçüncü kategorisi, sadece gayrimüslim toplumları içine almamaktadır. Lozan’da tanınan hakların hiçbirisi, Türkiye’nin herhangi bir kanunu veya resmi kararı ile çiğnenemez. Oran’ın hemen hemen her çalışmasında ve konuşmasında vurguladığı gibi Lozan, azınlıklara sağlanan haklardan öte bir “insan hakları bildirgesi”dir. Oran, konuşmasının devamında bugünden baktığımızda, Lozan’da bahsi geçen neredeyse tüm hakların ihlal edildiğini örnekleriyle aktardı. Bu çerçevede, son günlerde sıkça gündeme gelen Kulüp dizisiyle birlikte anılmaya başlayan 1942 Varlık Vergisi’ne, gayrimüslimlerin bellerini büken bir kavşağı temsil etmesi sebebiyle konferans sırasında da sıklıkla referans verildi. Oran’ın altını çizdiğigibi, bu verginin asıl amacı gayrimüslimlerden Müslümanlara sermaye transferini sağlamaktı. Gerçekten de devlet sponsorlu bu projenin hedefine ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Hem 1930’lı yıllarda, hem de Kıbrıs krizinin yaşandığı 1960’lı yıllarda “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası, gayrimüslimleri ve Kürtleri kamusal alanda anadillerini konuşmaktan mahrum etmiştir. Halen de ileri yaş grubundan birçok azınlık mensubu, gündelik hayatlarında gördükleri bu ayrımcılıktan dolayı anadillerini “sessizce” konuşmayı tercih ederler. Lozan’ın ihlal edildiği ve halihazırda gayrimüslim toplum yöneticilerinin ivedilikle çözülmesini beklediği sorunlardan bir diğeri de, belki de günümüzde cemaatlerin işleyişini zayıflatan uygulamadaki en büyük tıkanma olan vakıf seçimleridir. Halen seçimler yapılamamaktadır. Bu konu konferans sırasında gündeme geldiği gibi, yakın zamanda Nehna’da da ele alınmıştı. Baskın Oran’ın Türkiyeli gayrimüslimlere dair genel bir çerçeve sunduğu bu konuşmasının ardından, Türkiyeli etnik-dini azınlıklar konusunda üretilen çalışmaların öncülerinden, özellikle İstanbul Rum toplumuyla ilgili yaptığı ufuk açıcı çalışmalarla azınlık literatürüne derin katkılar sunan Samim Akgönül, “Rumlar: Türkiye’deki Rum okulları nasıl kurtarılabilir? Göç, Araplaştırma veya folklorizasyon” başlıklı konuşmasında, Rum toplumunu uzun süredir meşgul eden ve cemaat içinde çok da tartışmalı bir konu olan okul meselesini mercek altına aldı. Akgönül, konuşmasına gayrimüslim toplumlar içinde en radikal nüfus düşüşünü yaşayan İstanbullu Rumların kaç kişi olduklarını sorarak başladı. Günümüzde Rum, Yahudi, Ermeni, Süryani toplumlarını sosyolojik perspektiften ele alan çalışmaların da gösterdiği üzere 1930’lu yıllarda yüz binlerle ifade edilen İstanbul Rumlarının bugüne gelindiğinde sayıları ancak birkaç binle telaffuz edilmektedir. Çoğu “göç etmek zorunda kalan/bırakılan” Rumların göç dinamikleri, Baskın Oran’ın da konuşmasında altını çizdiği gibi, 1923’ten günümüze azınlık bireylerinin deneyimledikleri ayrımcılık pratikleriyle bire bir örtüşmektedir.[ii] “Rumlar bugün kaç kişiler?” sorusunun cevabının kendisinde de olmadığını söyleyerek konuşmasına devam eden Akgönül, bu analizi yapabilmek için öncelikle “Rumlar”ın kim olduklarının tanımlanması gerektiğini ve bu tanımlamaya göre alacağımız cevapların da farklılık göstereceğini ifade etti. Akgönül, bugün Türkiye coğrafyasında yaşayan Rum Ortodoksları üç kategoride ele alıyor: Kendisini “İstanbullu Rum” olarak tanımlayanlar (yaklaşık 3 bin kişi), Arapça anadili olan Ortodoks Rumlar (yaklaşık 2 bin kişi) ve son olarak da Yunanistan vatandaşı olan ve İstanbul’daki cemaatin kurumlarını kullanan Yunanlar (yaklaşık 3-5 bin arası). Bu üç grubu topladığımızda en fazla 10 bin kişilik bir nüfusa ulaşıyoruz. Antakyalı Ortodokslar, Rumların dramatik biçimde azalan nüfusuyla birlikte İstanbul’daki okullarının geleceğine dair oluşan soruların cevaplarının merkezinde yer alıyor. Bu durum, Akgönül’ün sunumunun ana temalarından birini oluşturdu. Bugün halihazırda açık olan ve öğrencilerine eğitim sağlayan yedi Rum okulu var. Bunların beşi İstanbul’da; Zapyon, Zoğrafyon, Fener, Langa ve Büyükada (üç öğrencisi bulunmaktadır), ikisi ise Gökçeada’da. Bu yedi okulda yaklaşık 300’e yakın öğrenci eğitim alıyor. Nüfus azlığıyla da bağlantılı olarak Rum okulları, çözülmeyi bekleyen birtakım sorunlarla boğuşuyor. Rum okullarında okuyabilmek için öncelikli olarak kişinin Türkiye vatandaşı ve Rum Ortodoks toplumu üyesi olması gerekiyor. Yakın geçmişe kadar bazı istisnalar dışında, İstanbul Rum okullarında okuyabilmenin yegane şartı ebeveynlerin her ikisinin de İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne kayıtlı olmasıydı. Anna Maria Beylunioğlu’yla kaleme aldığımız Kısmet Tabii kitabında belirttiğimiz gibi, artan karma evlilikler neticesinde anne ya da babanın Rum Ortodoks olması şartı artık yeterli görülüyor.[iii] Akgönül, konuşmasında Rum okullarında demografik açıdan yaşanan sorunların nasıl çözüme kavuşturulabileceğini tartışmaya açtı. Buna istinaden şu üç çözüm önerisine odaklandı: 1) Göç (Yunanistan’dan gelen ve İstanbul’da yaşayan Yunanlar), 2) Araplaştırma (ağırlıklı olarak 1990’lardan itibaren İstanbul’a göç eden Antakya ve civarı kökenli Rum Ortodokslar), 3) folklorizasyon. Bu üç çözüm önerisi, aşağıda da görüleceği üzere artıları ve eksileriyle Rum toplumunun kendi içinde sosyal bir fenomen olarak tartışılan başlıklar. Okullar konusunda önerilen çözümlerden biri, Yunanistan’dan özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra yeni yaşam alanları oluşturmak için gelen Yunanların çocuklarının bu okullara kabul edilmesi yönündeydi. Fakat bu çocuklar, “misafir öğrenci” statüsünde Rum okullarına kabul edildikleri için mezun olduklarında Avrupa’da geçerliliği olan bir diploma sahibi olamıyorlardı. Bu da ailelerin Rum okullarını fazla tercih etmemesine sebep oldu ve sonuç olarak, bu opsiyon uzun soluklu bir çözüm üretemedi. Okulları yaşatmak için ortaya konan ve şu an fiili olarak da “en işe yarar” olarak kabul edilen bir diğer çözüm, Antakya kökenlilerin çocuklarının Rum okullarında okutulması. Halihazırda, İstanbul’daki Rum okullarında okuyan öğrencilerin büyük çoğunluğu Antakya ve civarından İstanbul’a göç etmiş, Arapça konuşan Rum Ortodoks ailelerin çocukları. Örneğin, “Kırmızı Mektep” olarak anılan Fener Rum Lisesi’ndeki öğrencilerin yaklaşık yüzde 95’ini Antakya kökenli Ortodokslar oluşturmaktadır. Bu mevzunun İstanbul Rum toplumunun gündemini meşgul eden bir başlık olduğundan yukarıda bahsetmiştik. Buna göre, İstanbul Rum toplumu içinde çocuklarını Rum okullarına göndermek istemeyen/tercih etmeyen aileler de var. Bu tercihlerinin arkasında, okullardaki eğitimin yeterli derecede modern olmaması, okulları çocukları sınava dayalı rekabetçi eğitim sisteminde geleceğe yeteri kadar hazırlayamadığı gibi faktörler var. Bu aileler özel okulları tercih ediyorlar. Burada işin sınıfsal boyutunu da göz ardı etmemek gerekir.[iv] Bazı İstanbullu Rumların cemaat okullarını tercih etmemelerinin bir diğer sebebi de okullarda Antakyalı Ortodoks nüfusun fazla olması. Bburada hiçbir şekilde cemaati genelleme gibi bir iddiası bulunmadığını belirtmek isterim. Zira bir kısım İstanbullu Rum okullarının ancak ve ancak bu şekilde ayakta kalabileceğini belirtirken, bir diğer kesim ise sosyo-kültürel farklılıklardan kaynaklı Antakya ve çevresindeki Rum Ortodoksların okullarında okumasını tercih etmediklerini dile getiriyorlar. Akgönül’ün de altını çizdiği bu görüşün temelinde “İstanbul Rum kimliği”nin “Araplaşmaya” başlamasından duyulan kaygı yatıyor. Bu da, yaşam pratikleri, zevkler ve beğenilerdeki farklılıkların “Batı-Doğu” dikotomisinde değerlendirilmesinden kaynaklanıyor. Rum toplumu içinde çetrefilli bir başlık olan bu meseleyi Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımızda[v] detaylıca ele almıştık. Yaptığımız saha çalışmasına dayanarak, 1980’li yıllarda Rum okullarında okurken “kökenleri” nedeniyle çeşitli sıfatlarla arkadaşları tarafından damgalanan, dışlanan, bazı öğretmenleri tarafından ayrımcılığa uğrayan Antakya ve civarı kökenli Rum Ortodoksların, halen hafızalarında tazeliğini koruyan ve kimilerinde travmatik boyutlara ulaşan hikayelerini aktarmaya çalışmıştık. Rum okullarında okuyan ilk kuşak çocuklar, özellikle Rumca öğrenme ve konuşma konusunda ciddi sıkıntılar yaşamışlardı. Yakın zamanda bu soruna eğilmek amacıyla cemaat bünyesinde bir anaokulu hizmete sokulduğunu ve böylece anadili Rumca olmayan, ebeveynleri ev içinde Rumca konuşmayan ve Rum okullarında eğitim almaya hazırlanan çocuklara daha küçük yaşlardan Rumca öğretildiğini de belirtelim. Ayrıca, Akgönül’ün de altını çizdiği gibi, İstanbul’a gelen ilk kuşakların aksine, günümüzde İstanbul’da yaşayan Antakya ve civarı kökenlilerin orta sınıfa ait olduklarını söylemek yanlış olmaz. Üçüncü ve son olarak tartışılan çözüm başlığı – Akgönül bunu asla tercih etmeyeceğini belirtti- folklorizasyon. Yani, Rum okullarının bundan sonra eğitim işlevlerinin sonlandırması ve sadece kültür ve sanat ve kütüphane gibi aktivitelere ev sahipliği yaparak (Galata Rum okulu gibi) varlıklarını sürdürmesi. Akgönül, “Peki, bu okullar o zaman ne olacak? Nargileci mi? Kokoreççi mi?” diyerek konuşmasını tamamlarken, hepimizi de bir nebze düşünmeye sevk etti. Bu sıcak başlık toplum içinde halen tartışıladursun, doktora tezim için görüşme yaptığım Zoğrafyon Lisesi müdürünün bu bağlamda söyledikleri halen kulağımda: “Okulun önünde bu bayrak dalgalandıkça, bir öğrenci bile olsa içinde, kalbimiz bu Şehir’de atmaya devam edecek.” Bu konferansın da bize gösterdiği gibi, İstanbul Rumları ile birlikte artık Antakyalı Ortodokslar da kendi gerçekliklerinin konuşulduğu, sorunlarının tartışıldığı, çözüm önerilerinin, uzlaşma alanlarının yaratıldığı ulusal-uluslararası mecralarda hak ettiği yeri almaya başladı. Akgönül’ün Rum toplumunu mercek altına alan bu konuşmasında tartışmaya açtığı başlıkların yanı sıra, Anna Maria Beylunioğlu ile uzun zamandır üzerine eğildiğimiz ve bu alanda daha fazla çalışma üretilmesine vesile olmasını dilediğimiz Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımızın devamını getirecek yeni çalışmalara ihtiyaç var. Rum okullarında okuyan öğrencilerle yapılacak güncel bir akademik saha çalışmasının, jenerasyonlar arası yaşanan değişimi ve dönüşümü ortaya koymada ve bu gençlerin Araplık-Rumluk-Ortodoksluk ekseninde kimlik algılarını anlamaya çalışmada ufuk açıcı ipuçları sunacağına inanıyorum. [i] Baskın Oran, Etnik ve Dinsel Azınlıklar, Tarih, Teori, Hukuk ve Türkiye, Literatür Yayınları, 2018. [ii] Ayrıca bkz. İlay Romain Örs (der.), İstanbullu Rumlar ve 1964 Sürgünleri, İletişim Yayınları, 2019. [iii] Anna Maria Beylunioğlu ve Özgür Kaymak, Kısmet Tabii… İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni Toplumlarında Karma Evlilikler, istos Yayınları, 2021. [iv] Özgür Kaymak, İstanbul’da Az(ınlık) olmak, Gündelik Hayatta Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler, Libra Yayınları, 2017. [v] Haris Rigas (ed.), Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları, istos Yayınları, 2018.
- Cemaat Başkanı Fırsatbul: Butzbach “küçük Samandağ” olarak anılır
Cemaat başkanlarıyla röportajlarımıza Almanya Frankfurt/Butzbach’ta bulunan Rum Ortodoks Kilisesi Cemaat Başkanı Yusuf Fırsatbul’la devam ediyoruz. Fırsatbul’la Butzbach’taki Rum Ortodoks cemaatini, Almanya’da devletin farklı dini cemaatlerle nasıl ilişki kurduğunu ve Avrupa’nın temelden yapılan ilk Rum Ortodoks kilisesini konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Sayın başkan, öncelikle söyleşi yapmayı kabul ettiğin için teşekkür ederim. Frankfurt/Butzbach Rum Ortodoks cemaatinin başkanlığını epeydir sürdürüyorsun. Kendini ve başkanlığını yürüttüğün cemaati okuyucularımıza biraz anlatır mısın? Ne kadar zamandır cemaat başkanlığını yürütüyorsun ve kaç kişilik bir cemaatten bahsediyoruz? Öncelikle Nehna‘da yayınlanacak bir röportaja beni konuk ettiğiniz için teşekkür ederim. Bu benim için bir onur ve ayrıcalıktır. Ben 1959 senesinde Samandağ’da dünyaya geldim. Beş kardeşiz. Babamı iki yaşında kaybettim. Annem 2013 senesinde vefat etti. Evliyim, iki oğlum ve iki torunum var. 1978 senesinde liseyi bitirdikten sonra Almanya’ya yüksek öğrenim için geldim. Almancayı öğrendikten sonra Giessen Teknik Üniversitesi’nde yüksek elektronik-elektronik mühendisliğini bitirdim. 36 seneden beri bir holdingde proje ve yatırım menajerliği yapıyorum. Cemaatimize gelince, Butzbach’a ilk olarak 1965 senesinde büyüklerimiz gelmeye başlamışlar. Aziz Petrus ve Aziz Pavlus Butzbach Cemiyeti’ni birinci kuşak büyüklerimiz 1980 senesinde İbrahim Uysal başkanlığında kurdular. İlk başkan da merhum İbrahim Uysal olmuştur. O zaman cemiyetimiz 20 aileydi. Şimdi cemiyetimiz 200 aileden oluşuyor, 600 üyeye sahibiz. Cemiyetimizin kurulduğu tarihten beri ya yönetim kurulunda görev aldım ya da dışardan bir etkinlik grubunda çalışmalarım oldu. Ağustos 2012 senesinden beri de cemiyetin cemaat başkanıyım. Bildiğim kadarıyla bu cemaat “küçük Samandağ” olarak da anılır. Bunun nedeni nedir? Soruda çok güzel bir deyim kullanmışsın. Butzbach cemiyeti hakikaten “küçük Samandağ” olarak anılır. Bunun sebebi de, üyelerimizin %90’ının Samandağ kökenli olmasıdır. Butzbach’taki topluluk kültürel değerlerimizi korumaya devam ediyor mu? Cemiyetimizin kuruluşunun ana sebeplerinden biri de örf ve adetlerimizi yaşamak ve çocuklarımıza yaşatmaktır. Etkinliklerimizin birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum. Her sene 15 Ağustos’ta Meryem Ana’mızı, Seydi’yi anma gününde kazanlar kaynar; Samandağ usulü hırisi (keşkek) yaparız. Diriliş Yortusu (Paskalya) orucu başlangıcında davullu-zurnalı halaylar çekeriz. Paskalya Bayramı’nda da aynı Samandağ usulüyle İsa Mesih’in dirilişini (hicmi) kutlarız. Almanya’daki Rum Ortodoks Kilisesi için Butzbach cemaati belki de Avrupa’daki en önemli cemaatlerden biridir. Yeni kilise inşasının bu durumda bir payı var mıdır? Yoksa cemaatin çok aktif olmasıyla mı ilgili? Butzbach Cemiyeti’ni Avrupa’da en önemli cemiyet yapan, sadece inşa ettiği yeni kilise değildir. Kilise sadece duvarlarla ve kutsal eşyalarla donatılmış. Eğer biz imanlılar kiliseye gitmiyor ve orayı doldurmuyor olsaydık, bunun bir kıymeti kalmazdı. Kiliseyi kilise yapan cemaat üyeleridir. Çok şükür, kilisemiz her ayinde doludur, bunda yönetim kurulunun ve pederimizin rolü büyüktür. Etkinliklerimiz çok, on tane aktif gurubumuz var. Bu gruplarda sosyal faaliyetler çok geniş katılımla yapılıyor. Çok aktif ve canlı bir cemiyet hayatımız vardır. Butzbach Azizler Petrus ve Pavlos Rum Ortodoks Kilisesi Yeni kilise için tebrikler. Kilise Ortodoks-Bizans mimarisine göre inşa edilmiş. Bu, Almanya’daki cemaatlerimizde ilk kez uygulandı. Butzbach’taki Ortodoks topluluğu bu binayı mimari ve finansal olarak nasıl inşa edebildi? Alman devletinin veya patrikhanemizin finans bakımından cemaatimize bir yardımı olabildi mi? 2000 senesinde kilise ve salon inşaatı için 3500 metrekarelik bir arsayı kendi imkanlarımızla satın aldık. O zamana kadar görevdeki bütün yönetim kurulu başkanları ve üyeleri kilise ve salon inşaatı için planlar yaptılar. 2009 senesinde salonun temeli şimdiki kadasetli Patriğimiz Yuhanna Yazıcı tarafından atıldı. 2012 senesinde bir törenle açılışı yaptık. Yeni kilise bitene kadar salonu kilise olarak kullandık. Yönetim kurulu, kilise inşaat grubu ve sayın üyelerimizin desteğiyle, Mart 2015 senesinde kadasetli Metropolitimiz İsaak Barakat kilisemizin temelini attı, böylece inşaata başladık. Kasım 2020 senesinde yeni kilisemize bir kutsama töreniyle taşındık. Korona müsaade ederse, 2022 senesinde geniş çaplı bir açılış töreni yapacağız, kilisemiz Avrupa’da temelden inşa edilen ilk Rum Ortodoks kilisesi unvanına kavuşacaktır. Tebriklerin için teşekkürler, evet kilisemiz Bizans mimarisine göre inşa edildi. İnşaatın bir kısmını banka kredisiyle ve bir kısmını da cemaatimizin bağışlarıyla yaptık. Butzbach Belediyesi’nin salon inşaatı için 132.000 euro yardımı oldu. Başka bir resmi kuruluştan yardım gelmedi. Bizler cemiyet üyelerimize güvenerek ve onlardan onay alarak kilise inşaatına başladık. Bütün bağış yapan ve yapacak ailelere, şirketlere ve kuruluşlara teşekkür ederiz. Frankfurt/Butzbach cemaatinin devlet ya da belediyeyle ilişkisi nasıl? Dini ihtiyaçları karşılamada devlet desteği oluyor mu? Almanya’daki süreci bilmeyen Türkiyeli okuyucularımız için buradaki sistemi biraz anlatabilir misin? Bizim devletle, yöresel kurumlarla ve bilhassa kaymakamlık ve belediyeyle ilişkilerimiz çok iyi. Önemli davet ve protokollarında her zaman yer alırız. 2019 Belediye Kültür Ödülü bizim cemiyetimize layık görüldü. Bir törenle bu ödülü bize takdim ettiler. Bununla gurur duyduk, özverili çalışmalarımızın meyvesini aldığımızı sanıyorum. Ayrıca, bölgemizdeki sivil toplum kuruluşlarıyla, Türkiye Frankfurt Başkonsolosu’yla ilişkilerimiz de çok iyidir. Etkinliklerimize katılıyorlar. Mübarek Ramazan ayında cemiyetimiz iftar yemeği veriyor, böylece dinlerarası diyaloğa yardımcı oluyor, önyargıların ortadan kalkmasına yardımcı oluyoruz. Cemiyetimizin farklı gelir kaynakları vardır, en önemli gelir kaynağımız, üyelerden aldığımız aidatlardır. Her üye kendi finans durumuna göre 10 ile 80 euro arasında aylık aidat öder. Devlet desteği dolaylıdır. Aidatlar ve bağışlar sene sonu vergi denkleştirmesinde masraf olarak vergiden düşürülebilir. Bu vergi iadesi, herkesin kişisel vergi oranına göre yüzde 0 ile 45 arasında değişebilir. Cemiyetimiz vergi dairesine bağlıdır ve her üç senede bir bilançolarımız kontrol edilir. Suriye’deki savaştan bu yana birçok Ortodoks Hıristiyanın Almanya’ya yerleştiğini biliyorum. Yıllarca metropolitimizin kilise çatı örgütünün başkanlığını yaptın. Cemaatlerimizde Suriyeli Ortodoks Hıristiyanlarla entegrasyon çalışmaları ne durumda ve Butzbach cemaatinizde Suriyeli Ortodoksların oranı ne kadar? Suriye’deki savaştan Almanya’ya sığınan çok aileye cemiyetçe ve şahsi olarak yardımlarımız oldu ve olmaya devam ediyor. Birkaç aileyi kilisemizde misafir ettik, onlara ev bulduk, entegre etmeye çalıştık. Devlet dairelerindeki işlerini şimdiye kadar eşim Silvana halletti. Cemiyetimize yaklaşık 25 aile geldi. Pazar ayinlerimize de katılıyorlar. Metropolimizin çatı örgütünde halen görevliyim, şimdilik finans işlerine bakıyorum. Antakyalı Rum Ortodokslara dair ara ara gündeme gelen tartışma var. Bu cemaat Rum mudur? Arap mıdır? Süryaniler ise Süryani olduğunu iddia ediyor bu konuda ne düşünüyorsun? Bu konuyu tarihçilere bırakmak isterim, ben kendimi Antakya Rum Ortodoksu olarak görürüm ve Hıristiyanlığın ilk olarak Antakya’dan yayıldığına inanıyorum. Malum Antakyalı Ortodokslar Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumdalar. Bugün annelerinden babalarından öğrendikleri Arapçayı da giderek daha az konuştuklarını görüyoruz. Butzbach cemaati özelinde bu durum nasıl? Arapça ya da Türkçe konuşuyorlar mı? Arapçayı (ya da Türkçeyi) öğretmek gibi bir projeniz var mı? Bizler Arapçayı büyüklerimizden öğrendik, bizler de çocuklarımıza öğrettik. Çok şükür çocuklarımız hem Arapça hem de Türkçe konuşabiliyorlar. Türkiye’deki akrabalarımızı sıklıkla ziyaret ederek bağlarımızı hiç koparmadık. Bizim en büyük projemiz, gençlerimizi bir çatı altında toplayıp sosyal faaliyet ve etkinlik yaparak kötü alışkanlardan korumaktır. Çok şükür, bizim cemiyette kriminal suçlar sıfırdır ve bununla gurur duyuyoruz. Buna bağlı olarak, ayinleri hangi dilde gerçekleştiriyorsunuz? Cemaatten bu anlamda Türkçe, Almanca ya da Arapça olsun gibi bir talep var mı? Ayinleri Arapça ve Almanca yapmaktayız. Zamanla ayinlerin daha çok Almanca yapılacağını sanıyorum. Çünkü gelecek nesil, yaklaşık 20 sene sonra Arapcayı maalesef daha da az konuşup anlayacaktır. Bu keyifli söyleşi için Nehna ve okuyucularımız adına sana çok teşekkür ediyorum. Daha ilk adımlarını atan Nehna’nın okurları için eklemek istediklerin olur mu? Son olarak Nehna‘nın kurulmasında emeği geçen sana ve diğer arkadaşlara teşekkür ediyorum. Kültür, gelenek ve göreneklerimizi araştırıp yayınlamaya devam etmenizi diliyorum. Başarılar dilerim.
- Gökçümen: “Etnik ve dini kimlikleri biyolojiyle bağdaştırmak temelden yanlış”
DNA veya gen testleri dünyada giderek popülerleşen bir fenomen. İnsanlar, soylarının nereden geldiğine dair meraklarını gidermek için gün geçtikçe daha fazla bu testlere başvuruyorlar. Türkiye’de özellikle Nüfus Müdürlüğü’nün alt-üst soy bilgilerini vatandaşlara açmasıyla hızlanan bu süreç, Antakyalı Ortodokslar arasında da oldukça popüler. Halihazırda var olan “Biz kimiz?” sorusuna ve etnik kimlik meselesine dair bilimsel cevaplar sıklıkla bu testlerde aranıyor. Peki, bu testler bize gerçekten ne anlatıyor? New York Eyalet Üniversitesi Buffalo Kampüsü Biyolojik Bilimler Bölümü’nden Doç. Ömer Gökçümen, bu testler üzerine de çalışan bir evrimsel biyolog. Gökçümen’le bu sorunun cevabını, kimliklerin biyolojik temellerini ve testlerin sorunlarını konuştuk. Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu Basit ama kısaca cevaplaması zor bir soruyla başlamak istiyorum. Gen ve DNA nedir? Gen, bizim hücrelerimizde bulunan ve A, T, C, G diye dört kimyasaldan oluşan bir molekül. Bu harfler tek tek dizilerek, adeta bir sicim gibi bir araya gelir. Bu harflerden yaklaşık 3 milyar kadarı her hücremizde bu sicimleri oluşturur. İşte bu biyomoleküller bizim DNA’larımız. Neden bu DNA bu kadar önemli? Niye mesela kimse “benim proteinlerim İrlanda’dan gelmiş, benim lipidlerim şuradan gelmiş” demiyor da “DNA’m şuradan gelmiş” diye konuşuyoruz? Çünkü DNA kalıtım molekülü. Yani, benim DNA’m annemden babamdan geliyor. Onların DNA’sı onların anne-babasından. Bu, hayatın başlangıcına kadar gidiyor. Bu yüzden de benim DNA’m değişmiyor, benle ölene kadar kalıyor. Hatta beş bin sene sonra benim kemiklerimi çıkarsalar, DNA aynı DNA. Bu yüzden de DNA’mızın haritasını çıkararak, bu harflere bakarak ve o harfleri diğer insanlardaki harflerle karşılaştırarak, “İki insan arasında ne kadar farklılık var ve bu farklılıklar kaç nesil önceki ortak atalara denk geliyor?” sorusunu cevaplayabiliyoruz. Bu yüzden DNA, demografik tarihi ve insanlık tarihini açıklamak için oldukça enteresan ve objektif bir araç. DNA testi, hayatımıza ilk başta babalık testi olarak girdi. Zaman içerisinde ise insanların soyunu öğrendikleri bir araç olarak popülerleşti. DNA testi, neyi tahlil ediyor, bize ve geniş ailemize dair neler anlatıyor? DNA’ya dayalı köken çalışmalarında ilk önce daha küçük ve çalışılabilir olduğu için mitokondriye bakılıyordu. Yani, DNA sicimlerinin üzerinde, 15 bin harf bulunan daha küçük bir genom parçasına. İnsanın mitokondrisi yalnızca anneden geçer. Bana annemden, ona annesinden, anneanneme de annesinden geçmiş. Dolayısıyla, iki kişinin mitokondrilerini incelediğimizde ortak büyükannelerinin ne kadar zaman önce yaşadığını anlayabiliyoruz. Mitokondri üzerindeki belirli işaretlerin, değişikliklerin, farklılıkların ve benzerliklerin belirli yerlerde öbeklendiğini tespit edebiliyoruz. Bu incelemeleri kullanarak tüm insanlık için bir aile ağacı kurabiliyoruz. Popülasyonları coğrafyalarına göre birbirinden ayırabiliyoruz. Bu ağacın en uzun ve kadim dalları hep Afrika’da, ondan daha kısa dallar ise Avrasya’nın çeşitli yerlerine dağılmış. Diyelim ki, belirli bir değişiklik İrlanda’da daha fazla iken, İran’da biraz daha az bulunuyor. Ama sadece tek bir popülasyonda olan bir genetik işaret yok. Daha coğrafyalar ne kadar uzaksa, mitokondri benzerliği de o kadar azalıyor. Ama tam tersi de geçerli. Dolayısıyla, Türkler, İranlılar, Yunanlar veya Türkiye’de yaşayan farklı gruplar arasında mitokondri anlamında net bir farklılık yok. Şimdi bu testler otozomları inceliyorlar sanırım. Evet, bugünlerde genomum geri kalanını, yani otozomalara (seks kromozomları ve mitokondri dışındaki genom parçaları bunlar) inceliyor şu anda testler. Otozomlar, mitokondri gibi bir tane değil. Biri anneden biri babadan gelen bir çift olarak kalıtılıyor. Bu çift, mitokondriden çok daha fazla harf içeriyor. 3 milyar harfin neredeyse tamamı burada. Mesela, kromozom 1’de 250 milyon harf var. Otozomların soydan soya geçiş sürecinde anneden ve babadan gelen kromozomların birbirisi ile karışması ile her nesilden farklı ve minik parçalara sahip bir mozaik ortaya çıkıyor. Bu mozaiğin her bir parçası başka bir atadan geliyor. Bu ataların bazısı bin yıl önce yaşamış, bazısı 10 bin sene önce. Bazıları ise daha belki de bugünkü anlamıyla insan bile değildi. Bu ufak parçaların her birinin mitokondriye eşdeğer olduğunu düşünelim. Mitokondriye baktığımızda şunu diyebiliyoruz: Şu insanın mitokondri tipi İtalya’da çok görülen bir mitokondri tipine benziyor. Yani o insanın annesinin bir atası zamanında İtalya’da yaşayan insanlara yakın bir gruptaymış. Kromozoma bakınca ise bunu her bir ufak parça için söyleyebiliyoruz. Şu parça, İtalya’da yaşayan gruplara benziyor; bu parça Sibirya’dakilere benziyor ve öbürü ise Afrika’da görülüyor. Yani, popüler DNA test kitlerinden birine tükürük örneği bıraktığınızda, sizin tüm bu parçalarınız bu testleri üretenlerin elindeki coğrafi veri bankalarıyla eşleştiriliyor. Sonuç olarak, basitleştirmek için yüz parçaya bakıyorlar diyelim. Bunun doksanı Türkiye’ye ait verilerle eşleşiyorsa, test sonucu yüzde 90 Türkiye’den diye geliyor. On tanesi İrlanda’ya benziyor, yüzde 10 İrlanda’dan diyor. Bu tespitlerin ne gibi sorunları var? Burada iki büyük yanlış anlamaya açık durum var. Birincisi, genetik işaretlerin dağılımı coğrafi bir durumu işaret ediyor, ikincisi ise zamansallık sorunu – karşılaştırdığımız gruplar bugün yaşayan gruplar – o yüzden geçmişte yaşayan gruplara ne kadar yakın veya uzak olduğumuzu söylemiyor. Dolayısı ile bu testlerin yaptığı genetik işaretleri ellerinde bulunan değişik grupların DNA’ları ile karşılaştırmak. Dolayısı ile bu şirketlerin elinde hangi karşılaştırma veri tabanı varsa, ona bağlı sonuçlar. Yüz binlerce parçadan oluşan bu gen mozaiğini inceledikten sonra şöyle bir sonuç çıktı diyelim: Yüzde 85 Türkiye, yüzde 9 Kafkasya, yüzde 4 İtalya, yüzde 1 Finlandiya ve yüzde 1 Çin. Çok küçük bir kısım Finlandiya gibi görece küçük ve daha az karmaşık bir yere benzerken, aynı oranda bir benzerlik ise koskoca Çin’le çıkıyor. Çin gibi neredeyse iki milyar insanın yaşadığı karmaşık bir coğrafyayı testler tek bir popülasyon olarak gösteriyor. Aynı şey Türkiye, Hindistan veya başka karışık nüfuslu yerler için de geçerli. Bu çok büyük bir sorun. Bu durum neden kaynaklanıyor? Bu testler esas olarak ABD ve Avrupa piyasasına yönelik olarak ortaya çıktı ve basitçe buradaki insanlar mesela İranlı Zerdüşt mü, yoksa Şii mi olduklarını önemsemiyorlar. Onlar için önemli olan İrlanda’nın veya İskoçya’nın neresinden geldiklerini öğrenmek. Dolayısıyla, şöyle raporlar çıkıyor ortaya: Yüzde 80 Galler’in şu köyü ve yüzde 5 Çin. Bir yanda ufacık bir köy ile diğer yandan koskoca Çin aynı kategori olarak görülüyor. Sonuçta, bunlar kar amacı güden şirketlerin yaptıkları testler. Bu testlerin çok ciddi açılım yapmalarını, Çin’in, İç Asya’nın veya Ortadoğu’nun karmaşık coğrafyalarının değişik parçalarını tek tek örneklemelerini beklememek gerekir. Peki, zamansallık sorunu dediğiniz nedir? Bugün biliyoruz ki, özellikle antik DNA çalışmalarından, bugün yaşayan gruplarla eskiden yaşayan gruplar arasında ciddi farklılıklar var. Çünkü insanlar yerlerinde durmuyorlar, göç ediyorlar. Dinler değişiyor, diller değişiyor. Kimi zaman birbirleriyle hiç ilişkide olmayan gruplar birbirleriyle ilişkiye giriyorlar. Sosyal ilişkide olan gruplar birbirlerinden kopuyorlar. Ve de bundan dolayı, örneğin eskiden Antakya’da yaşayan gruplar ile şimdi yaşayan gruplar arasında nasıl bir bağ olduğunu tam bilemiyoruz. Belki tamamen bir devamlılık vardır, belki de tamamen bir ayrılık var. Ama bunu Avrupa için daha iyi biliyoruz, çünkü Avrupa çok iyi çalışılmış bir yer. Avrupa’ya ilk gelenler ile şu anda Avrupa’da yaşayanlar arasında dağlar kadar fark var. Hatta ironiktir, şu anda Avrupa’yı oluşturan grupların çoğu muhtemelen Anadolu’dan göçen insanlar ve muhtemelen Anadolu’da tarım yapan bu insanların torunlarının çok azı şu an halen orada yaşıyor. Çünkü bizim topraklar yoğun göç alan bir coğrafya. İşte kuzeyden muhtemelen Hititler, güneyden Ortadoğulu ve Kuzey Afrikalı gruplar ve İç Asya’dan gelen göçlerle büyük bir tarihi karmaşıklık var. Eminim ileride bu tip gruplardan gelen parçaların ne kadar yakın olduğunu da gösteren testler çıkacak. Yani aynı bugünkü testler gibi, yüzde 5 Hititli, yüzde 3 Asuri olduğunu gösteren testler mümkün olacak. Zira arkeolojik çalışmalar ve elimizdeki veriler giderek artıyor. Fakat testlerin bundan daha fazlasını göstermesi çok zor. Yani, bu coğrafyalardan gelen bir akrabamız olduğunu öğreniyoruz testlerden ama bu akrabamızın ne zaman yaşadığını bilemiyoruz. Kesinlikle. Fransa’da yaşayan Katoliklerin bin sene önce Fransa’da yaşayanlardan mı geldiğine, yoksa iki yüz sene önce oraya gelip mi Hıristiyanlaştığına dair bir veri sunmuyor bu testler. Neredeyse hiçbirimizin tek bir sicim üzerinden giden bir soyu yok. Nihayetinde biz, zaman içerisinde binlerce insanın seks yapmasının ürünüyüz. Ve bu binlerce atanın genlerini taşıyoruz. O yüzden neredeyse çoğumuzun atası Afrika’dan. Bir kısım atamız Hıristiyan, bir kısım atamız Müslüman, bir kısım atamız belki gerçekten de peygambere dayanıyor. Bir kısım atamız, belki gerçekten Orta Asya’dan gelen atlılar. Bilemiyoruz. Nihayetinde, bugünkü kompleks ve kadim kimlikleri bu tip bir DNA devamlılığına indirgemek çok yanlış olur. Bu durum ne Türkiye’ye ne Afrika’ya ne de Fransa’ya özel bir şey. İleride bu tip testlerin zamansal çözünürlüğü artabilir ama daha vakit var. Sosyal bilimlerde etnik, dinsel ve ırksal kimliklerin sınırlarının net bir şekilde ortaya çıkışı modernitenin ürünü olarak görülür. Etnisitenin ve onla ilişkilendirilen dinsel kimliklerin ulus-devletleşme sürecinin ürünü olduğu düşünülür. Yani, ırk denilen kavramı ırkçılık yaratmıştır denir. DNA’mızda etnisiteye veya ırka ait bir kodlama var mı, yoksa bizim kurduğumuz bu kimliklerle mi bu sonuçları yorumluyoruz? Ben çok ciddi bir şekilde inşa ettiğimiz kimliklerle DNA testlerinin sonuçlarını okuduğumuzu savunuyorum. Yani, DNA verileri, zaten oturmuş ırk ve etnisite kategorilerine sığdırılmaya zorlanıyor. Test sonuçları belirli ulus-devlet sınırlarını işaretliyor gibi görünüyor, halbuki bu ulus-devletlerin DNA’yı açıklaması için hiçbir somut neden yok. Bu kadim, binlerce atanın ürünü olan DNA sonuçlarını nasıl en fazla iki yüz yıllık sınırlarla bölünmüş coğrafyalar açıklayabilir ki? Zaten bu coğrafi kategoriler de test sonuçlarında keyfi olarak bölünüyor. Örneğin, neredeyse tüm Afrika tek bir ülke gibi gösteriliyor. Bu durum, Avrupa-merkezci bir ulus-devlet bakışının sonucu. Yine de örneğin, Fransa’da şu anda yaşayan insanlar elbette ki birbirlerine benziyorlar, çünkü son 200 senedir birlikte yaşayıp birbirlerinden çocuk yapmışlar. Bu durum, tüm ulus-devletler için geçerli. Coğrafi birliktelik, bu anlamda politik ayrılıkları da aşan bir özellik gösteriyor. Örneğin, İsrail-Filistin meselesine DNA perspektifinden baktığımızda ciddi oranda bir sosyal geçişlilik görüyoruz. O yüzden de herhangi bir genetik farklılığın sınırını çizmenin pek imkanı yok. Bunun istisnası olan bazı dini ve etnik gruplar da var. Çok ender olsa da sadece grup içi çocuk yapıldığı için belirli bir genetik tipoloji ortaya çıkabiliyor. Fakat bunun dışında, örneğin, Türkiye’deki Hıristiyanların genetik yapısı şudur diye bir şey diyemeyiz. Bu test sonuçlarına daha yakından bakarak, en fazla Türkiye’deki Hıristiyanlar son yüz iki yüz yıldır birbirleriyle daha çok çocuk yapmışlar diyebiliriz. Anladığım kadarıyla, bu testlerden şöyle bir sonuç çıkıyor: Ulus-devletler hayal edildikleri gibi birbiriyle kadim kan bağları olan insanlardan oluşmuyorlar. Hayır, bunun cevabı her yer için aynı. Bir ulus-devlet, aynı zamanda kadim kan bağlarıyla birbirlerine bağlı değildir. Ne Fransa’da ne Türkiye’de böyledir. Bunun istinası belki İzlanda gibi izole, yakın tarihte yerleşilmiş coğrafyalar olabilir. Son 200 senede çok küçük bir Viking grubu o adaya gidip İzlanda’yı kurduğu için zaten orayı bizdeki bir aşiret olarak düşünebiliriz. Avrupa’dan da uzun süre izole yaşadıkları için, kendi içinde diğer gruplardan ayrı ve çok az genetik çeşitliliğe sahip bir grup oluşturmuşlar. Ama bunun nedeni küçük bir grubun bugünkü İzlandalıların atası olmasından kaynaklanıyor Yine de İzlanda dışındaki yerlere baktığımızda, Doğu Avrupa’da, Akdeniz havzasında, İç Asya’da, Kuzey Afrika’da gen çeşitliliğinin etnik veya devlet sınırlarıyla bölündüğünü görmüyoruz. Türkiye bağlamında, özel olarak Antakyalı Ortodoksları soracak olursam, büyük göç yolları üzerindeki bir bölgeden gelen insanların DNA testleri etnisiteleri hakkında bize ne anlatır? Çok fazla bir bilgi verebileceğini zannetmiyorum. Elbette ki, keşke bu gruplara daha yakından bakan ve yerele odaklanan çalışmalar yapılsa fakat bu çalışmalar bize başka şeyler anlatacaktır. Bunlar da Antakyalı Ortodoksların kültürel ve sosyal olarak ne kadar izole yaşadıklarını, hangi gruplarla sosyal ilişki içinde olduklarını ve bu ilişkilerin hangi taraftan kurulduğunu gösterir. Fakat DNA örneğini gönderdiğinde sen pirüpak Antakyalı Ortodoks, Rum, Arap, Türk, Ermeni veya Sünni olarak görülüyorsun gibi bir cevap aranıyorsa, DNA’nın bu cevabı vermesi mümkün değil. Alınacak tek cevap, son 500 senede atalarının çoğunun bu coğrafyalarda yaşamış olduğu. Yani, atalarımız Batı Asya’dan, yani İran’dan, Mezopotamya’dan, Anadolu’dan veya başka yerlerden geliyor. Daha da özelleştirirsem. Örneğin, test sonucunda belirli bir yüzdenin Somali veya Mısır ya da Yunanistan çıkması, bu insanın Arap veya Rum olduğu anlamına mı gelir? Hayır. Çünkü Antakyalı Ortodoksların net bir DNA kodlaması olmadığı gibi, Arapların ya da Rumların da öyle bir kodlaması yok. Yani, “DNA’nın şurasında bir A harfi varsa sen kesin Arapsın” diye bir şey yok. Bu sonuç, sadece atalarının bir kısmının bir zamanlar Somali’de veya Yunanistan’da yaşadığını gösterir. Ne Mısırlıların ne de Yunanistanlıların sınırdaşları olan ülkelerdeki insanlarla aralarında genetik olarak pek bir fark yok. Bu testlerin sonucunda ortaya çıkan oralı atalarımızın da ne olduklarını bilmiyoruz. Bu atalar belki Ortodoks Hıristiyanlardı, belki bu atalar Yahudiydi, belki bu atalar Müslümandı. Bunu tam olarak bilemiyoruz. Bu ataların iki yüz sene önce mi, yoksa beş yüz sene önce mi yaşadığını da bilmiyoruz. Test sonucunda bu ataların Mısır’da, Suriye’de veya Yunanistan’da yaşadıklarını görmek, buralara ait etnik kimliklerden gelme olasılığını artırır ama net bir cevap vermez. Dolayısıyla, soruna kısa cevabım hayır. Peki, bu testlerin sonucunda veri havuzunun yeterince genişlediği bir durum oluşursa, daha net cevaplar alabilir miyiz? Alabiliriz ama ne kadar net? Diyelim ki, Antakya’dan ve Mersin’den binlerce insanın genotipine bakıldı. Daha çok şey söyleyebiliriz bu genotip hakkında ama bu sefer de meselenin zaman boyutu ortaya çıkar. Yani, kimin ne zaman nereden geldiğini bilemeyeceğiz. Çünkü şu anda Antakya’daki Ortodoksların genetik çeşitliliği ile bin sene önce Antakya’da yaşayan Ortodoksların genetik çeşitliliği aynı değil. Çünkü popülasyon sürekli değişiyor. Arkeolojik verilerle karşılaştırmak bu yüzden önemli. Fakat etnik ve dini kimlikleri biyolojiyle bağdaştırmanın temelden yanlış olduğuna inanıyorum. Bu yüzden, insanlar neredeyse hiçbir zaman istedikleri cevabı alamayacaklar. Nihayetinde, şu anda ABD’de yaşayan bir beyazın yüzde 5 Amerikan yerlisi çıkması çok olası. Fakat isterse yüzde 100 yerli çıksın, bu beyazın kişisel ve kültürel tarihiyle uyuşan bir gerçeklik değil. Günün sonunda, bir beyaz olarak büyümüş ve kimliğini inşa etmiş birinin ne tür bir DNA’ya sahip olduğunun ne önemi var? Yani, kimliğin inşa edilmiş yapısının biyolojik bir temeli yok aslında. Bahsettiğiniz izole coğrafyalar için de mi bu durum böyle? Evet, mesela İzlanda’dan bahsettim biraz önce ama bu durum orası için bile geçerli. Çünkü son dönemdeki çalışmalarda ortaya çıkıyor ki, Vikingler de tek tip bir genetik yapıya sahip değil. Farklı bölgelerden gelen savaşçı grupların birleşmesiyle oluşan bir topluluk. Hepsi, bizim kafamızdaki gibi sarışın ve mavi gözlü tipler değil. Bu durum, İngilizler için de geçerli, Fransızlar için de. Bizim Orta Asya veya Ortadoğu zaten çok daha karışık. Her insan popülasyonu karmaşık atalar silsilesinin ürünü. Peki, bu grupların oluşumunda biyolojinin bir rolü var mı? Bu benim için çok ilginç bir soru. Biyolojik yargıların veya akrabalığın grupların oluşumunda etkisi var mı? Avcı-toplayıcı dönemde bile kimin kimin akrabası olduğunun herkes farkında gibi duruyor. “Bu durum, nörolojik bir süreç mi?” diye sorabiliriz. Gruba kimin girebileceğine karar verirken, biyolojik meseleler işin içine mutlaka giriyor. Kimin kimle çocuk yapabileceğine, maddi varlığın nasıl dağıtılacağına, ailenin kimlerden oluştuğuna sosyal ve ahlaki kurallar çerçevesinde karar veriliyor. Ama bu insanların kafasında zaten olan, biyolojik bir temelde mi yapılıyor, yoksa kültürel olarak mı inşa ediliyor? Çok zor bir soru. Sonuçta ben evrimsel biyoloğum, o yüzden her şeyde biyolojik bir temel arıyorum. Ama buna cevap vermek için elimde yeterli veri yok açıkçası. * Bu söyleşinin ortaya çıkmasını mümkün kılan Aysu Uygur’a ve söyleşiyi deşifre eden Işıl Türkmen’e çok teşekkür ederim.
- Nehna Ekibini Tanıyalım – Ferit Tekbaş
Nehna ekibini tanıyalım serimizin son hafta konuğu Ferit Tekbaş. Tekbaş, Samandağ doğumlu, bugün Almanya’da yaşıyor. Zaman içerisinde aldığı seminerlerle kendini teoloji konusunda geliştirmiş. Daha önce Antakya Rum Ortodokslarının kültürünü korumak amacıyla kurulan ZeROCha’nın kurucu ekibinde yer alan Tekbaş, Oryantal Hıristiyanların Merkez Konseyi’ndeki (ZOCD) görevini sürdürüyor. Kendisiyle parçası olduğu bu sivil toplum yapılanmalarını ve Nehna‘nın parçası olmaya giden süreci konuştuk. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Öncelikle okuyucularımıza kendini tanıtabilir misin? Ferit Tekbaş kimdir? 1966 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesinde doğdum. Üç yaşında iken, annem ve babam o zamanda çok insanın yaptığı gibi fakirlikten kurtulmak için çocuklarını geride bırakarak Almanya’ya misafir işçi olarak gittiler. Fakat ben ve abim, babaannemin ve amcamın yanında kaldık. Orta ikiye kadar Samandağ’da okudum. Benim jenerasyondan birçok çocuk, böyle anne-babasız büyüdü ve çoğu psikolojik bir trajedi yaşadı diyebiliriz. Bende de öyle oldu. Ben ve abim ancak 1980 yılında Almanya’ya gidebildik. Orada da, anne-babamla beraber olmanın sevinci ile Türkiye’deki çevremden ve arkadaşlarımdan kopmanın sonucu olan büyük üzüntüyü ve huzursuzluğu birlikte yaşadım. Almancayı öğrenmek için bir senelik Alman-Türk sınıfına katıldım. Bu okulu bitirdikten sonra meslek okuluna gittim. Meslek okulundan sonra birkaç yıl çalıştım. Eşimle tanışıp evlendikten sonra çalıştığım iş yeri kapandığında, kendi işimizi kurduk. Uzun bir zaman kendi işimizde çalıştık ve eşim okulunu devam ettirmek isteyince, mecburen ben de işimizden vazgeçerek yeni bir meslek öğrendim. Bu mesleği takriben 25 senedir icra ediyorum. 2005-2007 arasında birçok teoloji seminerine katıldım ve bu alanda eğitim gördüm. Üniversitede teoloji bölümü okumadım ama teolojiyi iyi bilir sayılırım. Neden teoloji eğitimi alma ihtiyacı hissettin? 2005’e kadar ateist sayılırdım. Babam hastalandı ve kendisi Adana’da özel bir hastanede yatarken, ona birkaç haftalığına bakmak için Adana’ya gitmem gerekti. Orada şu anda anlatmak istemediğim, insan beyninin çözemeyeceği mucizeler yaşadım. 2006’da sevgili babamın vefatından sonra tüm inançları araştırmaya başladım ve sonuç olarak atalarımın inancını, yani Ortodoks Hıristiyanlığı seçerek Rabbimiz İsa Mesih’e tekrar iman ettim. Daha sonra Hıristiyanlığı öğrenmek için birçok seminere katıldım. Kendi çabalarımla, evde okuduklarımla teoloji konusunda kendimi geliştirdim. Daha sonra, internetteki en büyük Hıristiyanlık forumlarından birinde moderatörlük yaptım. Orda oldukça çok tecrübe kazandım. Demek isterim ki, teoloji eğitimi almama rağmen, Hıristiyanlığı en çok bu forumda öğrendim. Şunu da belirtmek isterim, hatırladığım kadarıyla, benim dedem Mişel Terik El Dunya (eskiden Suriye topraklarına bağlı olduğumuz için soyadlarımız Arapça idi) 1900’lerin başında New York-Bridgeport’taki kilise cemiyetinin kurucu üyelerinden biriydi. 1915 Olayları’ndan sonra dedem ailesini görmek için Samandağ’a geri döndü. Ancak maalesef ailesini ölmüştü. Daha sonra, uzun bir zaman dedem Samandağ’ın kilise cemaat başkanlığını yürüttü. Senin akraban da olan rahmetli Can Beylunioğlu’nun başkanlık sürecinde babam da kilise yönetimindeydi. Anlayacağınız, ben kiliseye hizmet eden bir aileden geliyorum. Belki de Rabbimiz bana mucize olarak gönderdiği işaretlerle beni tekrar babamın ve dedemin yoluna soktu. Sivil toplum aktivitelerinde de sıkça yer aldığını biliyorum. Almanya’daki toplumumuzun önemli kuruluşlarından Köln’deki Antakya Rum Ortodoks Hıristiyanlarının Kültürünü Geliştirme ve Koruma Merkez Konseyi’nin (ZeROChA e. V.) kurucularındandın. ZeROChA ne amaçla kuruldu? ZeROChA, öncelikle Antakya Patrikhanesi’ne bağlı olan halkımızın sanat ve kültürünü korumak, gençlerimizi teşvik etmek, tarihimizi araştırmak ve savaş mağdurlarını desteklemek amacıyla hayırsever bir dernek olarak kuruldu. ZeROChA ilk zamanlarda çok iyi adımlar attı diyebilirim. Kendi halkımızın kökenini araştırmayı hedefledi ve bu bağlamada tarihçilerin ZeROChA için kaleme aldıkları bir kitapçık ortaya çıktı. Şimdiye kadar halkımız arasında süren Rumluk-Araplık tartışmalarına cevap verebileceğini düşünerek bu kitabı çıkarmış ve desteklemiştik. Son zamanlarda yoğunlaşan tartışmalarda görüldüğü gibi bu sorun hala çözülmemiş gibi görünmektedir. Halen birçok kişi, bizim Türk, Arap veya Rum olduğumuzu iddia ediyor. Ayrıca ZeROCha olarak çok beğendiğim bir projeyi daha gerçekleştirmiştik. Suriye Savaşı esnasında Suriye’ye gönderilmek üzere, Almanya’dan arasında çok değerli eşyalar, tıbbı cihazların da bulunduğu 70 bin avro değerinde bir konteyner ayarladık ve gönderdik. Bu konteynerin yanı sıra hatırısayılır bir miktar para da toplandı. Bu konteyneri ve topladığımız maddi yardımı, Antakya Patriğimiz Yuhanna Yazıcı Hazretleri Köln’e geldiğinde ona teslim ettik. Beğendiğim diğer bir projemiz de kültür, sanat ve edebiyat alanlarında isim yapmış kişilerle röportaj yapmaktı. Bu röportajların birisini de seninle yapmıştım. Senin de yazarları arasında olduğun Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabı hakkında sohbet etmiştik. ZeROChA konseyindeyken paralel olarak Almanya’nın Oryantal Hıristiyanların Merkez Konseyi’nde (ZOCD), Antakya Rum Ortodokslarını temsilen yer aldım. Daha sonra ZeROCha’da yapılan yeni seçimlerde aday olmadım. Ancak ZOCD’daki görevimi sürdürüyorum. Oryantal Hıristiyanların Merkez Konseyi‘nde (ZOCD) yakın zamanda seçimler yapıldı. Nasıl bir süreç yaşandı? Bu vesileyle, bize biraz da bu oluşumdan bahsedebilir misin? 30 Ekim’de konseyde yeni seçimler vardı ve ben tekrar adaylığımı ilan etmiştim. Yeniden seçildiğimin haberini burada size de vermiş olayım. Takriben dört senedir ZOCD yönetiminde işimi zevkle ve severek sürdürüyorum. Önümüzdeki iki senede güzel projeler gerçekleştireceğimize inanıyorum. ZOCD çatısı altında, çeşitli Oryantal Hıristiyan mezheplerden oluşan yönetim kurulu üyeleriyle el ele çalışabiliyoruz. Görevimiz Almanya’da medyada ve siyasi arenada Oryantal Hıristiyanların sesini duyurmaktır. Burada farklı Hıristiyan toplumlarının temsilcileri kendi mezheplerini daha üstün görmeden Almanya’da bulunan Oryantal Hıristiyanların çıkarları doğrultusunda çalışıyorlar. Geçmişte bu anlamda büyük adımlar atabildik. Suriye ve Irak’taki savaşlar esnasında, orada zulüm gören ve azınlık kabul edilen Hıristiyanların Almanya’daki sesleri olduk. Başkanımız Simon Jacob, defalarca hayatını riske atarak, savaş bölgesine Alman televizyonlarıyla giderek çekimler yaptı. Almanya’da sesimizi bu şekilde duyurabildik. Ortadoğu’da bulunan dini azınlıklar arasında, Ezidi halkından sonra en çok şiddete maruz kalan Hıristiyanlardır. Irak’ta Hıristiyan nüfus neredeyse yok olma tehlikesi altındadır. Buna yönelik olarak Simon Jacob da bir kitap yazdı. Ayrıca Antakya, Altınözü ve Samandağ’ı da ziyaret ederek kitabında bizim toplumumuz hakkında da bilgilere yer verdi. Oryantal Hıristiyanlar hakkında mevcut olan sorularını cevaplamak için birçok Alman siyasetçiye de danışmanlık yaptık. Tabii ki, çok güzel işler yapabiliyoruz, fakat bu bizim için yeterli olmuyor ve daha büyük hedeflere ulaşmak istiyoruz. Misal, ZOCD altında Almanya’da çalışabilecek ve bizim Oryantal Hıristiyanların çıkarlarları için uğraşacak birçok dernek ve cemaatin de bize katılmasını bekliyoruz ve hedefliyoruz. Nehna’nın oluşum sürecinde çok önemli katkıların var. O zaman ismi belli değildi ama ben ve bugün ekipte olan birkaç kişiye böyle bir platform kurma fikriyle gelmiştin. Biz bunları konuştuk aramızda ama okuyucularımız için soruyorum. Senin aklına böyle bir platfom kurma fikri nasıl geldi? Üç sene kadar önce aklıma bir platform ya da e-gazete kurma fikri geldi. ZeROChA’nın üstlenmeye çalıştığı kültürümüzü koruma amacı ile ZOCD’un Hıristiyanların sesi olma hedefini birleştirme fikrim vardı. Birinci hedefim, bize ait olan bu fevkalade kültürü tanıtmaktı. Eski çağlara gidersek, medeniyet Batı dünyasından çok daha önce Anadolu ve Ortadoğu’da mevcuttu. Biz de bu güzel kültürün bir parçasıyız. Dolayısıyla bunu tanıtmak, insanlarımızın bu anlamda medyada sesini duyurmak istiyordum. Ancak doğru bir ekip gerekiyordu bu proje için. Seni ve Mişel Uyar’ı eski çalışmalarımızdan tanıyordum. Ketrin Köprü’yü ismen tanıyordum. Emre Can Dağlıoğlu ve Can Terbiyeli’yi de sizler önerdiniz. Sizlere güvendim ve güvenerek iyi bir karar verdiğimi bugün görebiliyorum. Kısa süre içerisinde beklediğimden daha fazla çalışma yaptık. Platform hazırlıkları ve özellikle web sitesinin son haline gelmesi uzun sürdü. Bu noktada web sitemizi yapan Gülçin Turna’ya da teşekkürlerimizi sunmak isterim. Ancak daha sonra hızlıca yayın yapmaya başladık. Bu sitenin kurulmasında senin de çok büyük payın olduğunu okuyucularımıza söylemek istiyorum. Sitenin kuruluşunda gece gündüz demeden çalışan bilhassa sen oldun. Sana bunun için kendim ve diğer arkadaşlarımız adına teşekkür ederim, Anna Maria. Öte yandan kurucu ekipte yer alan diğer arkadaşlarımıza ve bize yazar olarak katkı sunan ve ileride sunacak tüm yazarlarımıza teşekkür ediyorum. Bu platformu kuran ekip Antakyalı Ortodokslardan oluşmasına rağmen, övünerek söylüyorum ki, aramızda başka dinden insanların mevcut olması ve bizi desteklemesi, bu projenin aslında şimdiden başarıya ulaştığının kanıtıdır. İşte Antakya kültürü budur! Nehna için şimdiden çok değerli röportajlar gerçekleştirdin. Nehna’da ilerleyen zamanda ne gibi yazılar kaleme almak istiyorsun? Başka röportajlar olacak mı? Almanya’da bulunan büyük bir topluluğumuz var. Kilise cemaat başkanlarımızla röportajlarımız olacak. Bununla beraber bizim toplumdan, Avrupa ve diğer ülkelerde yaşayan, kültür, sanat, edebiyat ve tarih konularında çalışmalarıyla tanınan insanlarımızla sohbet edeceğim. Bu röportaj serisine, geçtiğimiz haftalarda Nehna’da yayınladığımız röportajla, Almanya’nın ikinci devlet kanalında sunucu olan Mitri Şirin’le başladım. Başka isimlerle devam edeceğiz.
- Nehna Ekibini Tanıyalım – Anna Maria Beylunioğlu
Nehna ekibini tanımaya Anna Maria Beylunioğlu’yla devam ediyoruz. Anna Maria, profesyonel şeflik eğitimi almış bir siyaset bilimci, “Mutfaktaki Akademisyen” adlı web sitesinin sahibi. Şu anda üniversitelerde hem din ve siyaset ilişkisi hem de yemek, siyaset ve toplum ilişkisi üzerine dersler veriyor. Antakyalı Ortodokslara dair akademik yayınları da bulunan Anna Maria’yla gelecekteki akademik çalışmalarını, Nehna ekibine nasıl katıldığını, platformun oluşum sürecini ve gelecekte Nehna’yı nerelerde görmek istediğini konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Sevgili Anna Maria, halkımızın çoğu seni tanıyor ama tanımayan okurlarımız için kendini biraz tanıtır mısın? Ben 1983 yılında Samandağlı ve İskenderunlu bir ailenin çocuğu olarak Mersin’de doğdum. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında lisans eğitimi almak için geldiğim İstanbul’da kaldım, o zamandan beri bu şehirde yaşıyorum. Üniversiteden mezun olduktan sonra uzun yıllar Bahçeşehir Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştım. Bu sırada yüksek lisansımı İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Türk-Yunan İlişkileri odaklı bir Uluslararası İlişkiler Programı’nda tamamladım. Bu dönemde kimlik kartlarında din hanesinin varlığını din, toplum ve siyaset perspektifinden Türkiye ve Yunanistan’ı karşılaştırarak çalıştım. Daha sonra İtalya’da Sosyal ve Siyasal Bilimler alanında doktora yapma şansı elde ettim. 2017 yılında doktoramı bitirdim, ancak daha sonra akademiye inancımı yitirdiğim bir dönem oldu. Bu süreçte bir süre akademiye ara verip uzun dönem profesyonel aşçılık eğitimi aldım. Ancak çeşitli sebeplerle akademiye geri dönme kararı aldım. Akademik alanda din-devlet ilişkileri, din özgürlüğü, Türkiyeli azınlıklar konularına kafa yormaya devam ediyorum, çeşitli üniversitelerde din, siyaset ve toplum dersi veriyorum. Ancak uzun yıllardır yemek, toplum ve siyaset konuları da ilgimi çekiyor, bu konuda okumalar yaparak geçiyor vaktim. Bilenler bilir bir yemek blogum var, adı “Mutfaktaki Akademisyen”, aşçılık eğitimimi aldıktan sonra akademiye geri dönme konusunda beni motive eden “Yemek, Toplum ve Siyaset” adlı bir ders tasarlamak olmuştu. Şimdi bu dersi de veriyorum üniversitede. Beylunioğlu ailesini Hatay’da ve Mersin’de yaşayan halkımızdan hemen hemen tanımayan yokur. Bu durum hayatında bir kolaylık sağladı mı? Evet, Beylunioğlu ailesi özellikle Antakya’da bilinen bir aile. Alber Beyluni, Ojen Beyluni, Alfred Beyluni, Can Beyluni hep bizim aileden. Babamın dedeleri ile farklı derecelerde kuzenler. Ancak bir kısmı ben doğmadan çok önceleri Türkiye’den ayrıldılar, bazıları da vefat etmiş. Ojen Amca ile Alfred Amca’yı çok iyi hatırlıyorum gerçi. Şu anda Türkiye’de Beyluni soyadlı çok aile kalmadı. Sadece bizim çekirdek aileden söz edebiliriz. Özellikle İstanbul’a geldiğimde ve akademik hayatımda karşılaştığım Antakyalılar soyadımdan beni tanıdıklarını hep ifade eder, tanıdıkları Beylunileri sayar ve o kişilerle yakınlığımı sorarlardı. Bu durum bana kolaylık sağladı diyemem, çünkü ben genellikle hep kendi çabamla bir yerlere gelmeye çalıştım. Aksi de ruhuma aykırı olurdu sanıyorum. Ancak, din özgürlüğü ve dini/etnik azınlıklar konularına eğilen akademik çalışmalarımda, Hıristiyan olmamın yanı sıra, Beyluni soyadımın da bir güven yarattığını hissettiğimi inkâr edemem. Doktoranı İtalya’da yaptığını söyledin. Şanslısın. Evet, İtalya’nın Floransa kentinde bulunan Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde Sosyal ve Siyasal Bilimler alanında Prof. Olivier Roy’un danışmanlığında doktora yaptım. Türkçeye “İslami ve Seküler Değerler Arasında Din Özgürlüğü: Türkiye’deki Hıristiyanlar” şeklinde çevirebileceğim doktora tezimi 2017 yılında savunarak doktorayı tamamladım. Floransa gibi zihin açıcı bir şehirde doktora yaptığım için ben de kendimi şanslı hissediyorum. Doktora dışında bana çok şey kattı Floransa. İtalyancaya ve İtalyan yemek kültürüne sevgim bu şehirde gelişti. Yemek-kimlik ilişkisi üzerine burada düşünmeye başladım. Yeri başkadır benim için. Seni bir yazar olarak tanıyordum. Akademisyen arkadaşlarınla birkaç kitap yayınladın. Bana bu kitaplardan biraz bahsedebilir misin? Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımızı 2018 yılında istos Yayınları’ndan çıkardık. Bu kitapta yazılmış bir makalenin yazarlarından biriyim ben. Kitapta Haris Rigas’ın tarihsel, ben ve Özgür Kaymak’ın politik-sosyolojik, Şule Can ve Zerrin Arslan’ın politik ve Polina Gioltzoglou’nun da antropolojik bir perspektiften Antakyalı Ortodoksları anlattığı makaleleri mevcut. Bu kitap içinde yer alan makalemizde Antakyalı Ortodoksların -kilisenin değil, insanların- bugün kendilerini sosyolojik anlamda nasıl tanımladıklarına ve İstanbul Rumlarıyla ilişkiselliklerine değindik. Daha sonra yine istos’tan Kısmet Tabii… adlı kitabımız çıktı bu yılın ilk aylarında. Bu kitapta da İstanbul’da bulunan Rum, Yahudi ve Ermenilerin, gerek kendi aralarında ama çoğunlukla Müslümanlarla yaptıkları evliliklere odaklandık. Yeni bir kitap yazmayı planlıyor musun? Çok yakında değil. Malum ikiz kızlarım var, üniversitede dersler veriyorum ve şimdi bir de Nehna var. Ama niyetim var. Yakın zamanda farklı dinden insanların bir arada yattığı Mersin Mezarlığı’nda, mezarlıktaki şehitlikle komşuluk yapan rahmetli dedemin ve anneannemin yattığı aile mezarının kapısına yeni cenaze girişini engelleyecek şekilde bir duvar ördüler. Aile olarak bu sorunu çözmeye çalışırken Türkiyeli gayrimüslimlere dair ötekileştirme ve ayrımcılık karşımıza çıktı. Seküler bir ülkede sadece Müslümanların hassasiyetlerinin dikkate alınmasına bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak şaşırmıyorum, fakat yine de bu konu, yani mezarlık meselesi çok önemli. Toplumsal bir barıştan bahsedeceksek ileride, mutlaka bu konuda da adımlar atılması gerekiyor. Ferit Tekbaş ve Anna Maria Beylunioğlu Aynı zamanda profesyonel aşçılık eğitimi aldığını söyledin. Aşçı olmaya nasıl karar verdin ve bunun Antakya mutfağıyla bir bağlantısı var mı? Şu anda aşçılık yapmıyorum maalesef. Ancak aşçılık eğitimi alarak çok doğru bir karar verdiğimi düşünüyorum. Hikayesini anlatayım. Kendimi bildim bileli yemek yapmakla çok, iyi yemek yemekle daha çok ilgiliydim. Ancak 2011 yılında doktoraya başladığım yıllarda stres atmak için her bulduğum fırsatta kendimi mutfağa atar olmuştum. Sık sık annemi, babamı ve nenelerimi arayıp yemeklerin geleneksel şekliyle nasıl yapıldığını sormaya başladım. Böylece Antakya yemeklerini yeniden keşfediyordum. Güzel yaptığıma inandığım yemekleri de eşimin tavsiyesiyle bir blogda toplamaya başladım. Bu blogun ismi zaman içerisinde “Mutfaktaki Akademisyen” oldu. İtalya’dan dönmeye yakın akademiye inancımı yitirmeye başladım, öyle ki, tamamen bırakmayı düşündüm. Tek istediğim şey aşçı olmaktı. İstanbul’da bir aşçılık okulunda uzun dönem profesyonel aşçılık eğitimi aldım. Stajlarımı çok iyi yerlerde yaptım, fakat buradan da mezun olurken kalıbıma sığamadığımı hissettim, istediğimin aşçı olmaktan da fazlası olduğunu düşündüm. Bir süre gönüllü olarak yemekle ilgili sosyal projelere katkı sağladım. Bunlardan en önemlisi de sanırım Suriyeli mültecilerin gıda girişimciliği üzerinden topluma entegrasyonunu destekleyen bir girişimdi. Daha sonra ikiz çocuklarıma hamilelik sürecinde profesyonel mutfaktan uzak kalmam gerekti. Şimdi üniversitede yemek ve siyaset üzerine ders veriyorum. Aynı zamanda bir Slow Food üyesi olarak çeşitli projelerin içinde yer almaya devam ediyorum. Bir Antakyalı olarak yemek ve siyaset üzerine düşünmeyi seviyorum, ileride bu akademik yayınlarımı yemek ve siyaset konularında yapmak istiyorum. Nehna projesi fikrimi ilk sana ve Mişel’e anlatmıştım. O zaman da halkımızdan genç, dinamik, bu alanda tecrübeli kişiler arayışındaydım. Sana sorduğumda senin biraz tereddütlü davrandığını hatırlıyorum ama daha sonra Nehna için benden fazla heyecanlandın. Bunun nedeni neydi? Sen bana ve Mişel’e konuyu açmadan çok daha önce, Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabını yayına hazırladığımız yıl, Mişel ve Ketrin’le toplumumuza dair gerek kültürel, gerek de güncel sorunlara dair çalışmalar yapılması gerektiğini ve bunun büyük bir eksik olduğunu konuşuyorduk. Kitabımız yayınlandıktan sonra da seninle yollarımız kesişti. Online gazete fikrini bana açtığında, dediğin gibi, biraz tereddüt ettim. Bunun çeşitli sebepleri var tabii. Öncelikle yayıncılık benim daha önce tecrübe ettiğim bir alan değildi. Bu konuda aktif bir rol üstlenebilecek gücü görmemiştim kendimde. İkincisi, bir ekip kurmak gerekiyordu, bu ekibin anlaşması, ortak bir noktada buluşması çok kolay gözükmüyordu. Bir de tabii, bizim toplumumuzun yayın yapma pratiği diğer cemaatlerle karşılaştırıldığında çok daha az. Yazı yazmak ve düzenli ve kaliteli içerik oluşturmak gerçekten emek gerektirecekti. Böyle bir projenin içerisinde yer aldığımda, akademisyen olarak çok daha aktif bir rol almam gerekeceğini tahmin ediyordum. Ve sen toplumumuza dair bir platform kurma fikriyle bana geldiğinde ikiz çocuklarıma hamileydim ve kızımın rahatsızlığı sebebi ile doğumdan sonra da bir yıla yakın bir süre yoğun bakımlarda geçen uzun bir sürecimiz oldu. Tüm bu nedenlerle, sana böyle bir platform kurulursa, orada seve seve düzenli yazı yazabileceğimi, fakat kurucu ekipte yer alamayacağımı ifade etmiştim. Ancak daha sonra topladığımız ekipte çok farklı fikirlere sahip insanlardan oluşmasına rağmen güzel bir sinerji yaratmayı başarabildik ve oluşturulan proje beni her zamankinden daha çok heyecanlandırmaya başladı. Ekip çok iyiydi, dolayısıyla yayın yükünün altından hep beraber kalkabileceğimize ve kızımın hastalık süreci devam etmesine rağmen, Nehna projesi içerisinde aktif bir şekilde yer almam gerektiğine zaman içerisinde ikna oldum. Nehna projesinin ön hazırlıkları bir seneden fazla zaman aldı. Nedeni neydi? Dediğim gibi çok farklı fikirlere sahip altı kişi bir araya geldik. Birbirimizi yeteri kadar tanımıyorduk. Bu durumda bir platform kurmak gerçekten hiç kolay değil. Öncelikle bu topluma dair ne yapmak istediğimizi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu düşündüğümüzü birbirimize anlatmamız gerekiyordu. Platformun ismine karar vermemiz aylar aldı. Bunun en temel sebebi toplumun içinde devam eden Rumluk-Araplık tartışmasıydı. Dinamik, zamanın ruhuna uygun bir platform oluşturma derdindeydik, öncelikle toplumumuza hitap eden tek kelimelik, kapsayıcı bir isme ihtiyacımız vardı. Bu nedenle toplumumuzun yüzyıllardır konuştuğu dilde “biz” anlamına gelen nehna’da karar kıldık. Sonra, şu anda websitemizde “biz kimiz” adı altında yer alan manifestomuz üzerine kafa yorduk. Şu an hala hem platformumuza seçtiğimiz ismin Arapça olması hem de bu manifesto üzerinden eleştiriler aldığımız oluyor ancak ben hem ismin hem de manifestomuzun toplumumuza dair fikirleri olabildiğince kapsayabildiğini düşünüyorum. Son olarak kaliteli bir içerik üretmek ve bunu iyi bir altyapıyla sunmak için yaptığımız toplantılar ve web sitesinin hazırlanması zaman aldı. Ancak sanıyorum beklememize değdi, benim de daha şimdiden içinde olmaktan mutluluk duyduğum bir proje oldu Nehna. Editörlüğün yanında hangi konular üzerinde çalışmalarınla yer alacaksın Nehna’da? Yazabileceğim çok konu var. Antakyalı Ortodoksların aidiyet algısı üzerine daha önce akademik çalışmalarım olmuştu. Bu konularda da yazacağım ve röportajlar yapacağım elbette, fakat ben daha çok yemek konularında yazılar kaleme almak istiyorum. Yemek ve kimlik ilişkisi son yıllarda beni gittikçe artan bir şekilde içine çekiyor ve Nehna için bu konuda yazdığım ilk yazıda da belirttiğim gibi, bu ilişkinin Antakya ve çevresinde çok daha güçlü olduğunu hissediyorum. Buna dair bir kitap yazma fikrim de vardı yakın geçmişte. Büyüklerimizle yemek üzerinden sohbetler gerçekleştirip hikayesi olan yemekleri kimliğin önemli bir unsuru olarak ortaya koymayı amaçlıyordum. O proje bir süreliğine raftaydı ama Nehna için yapacağım röportajlarla sanıyorum bu fikri hayata geçirmenin vakti geldi. Nehna’da sen ve Emre Can editörlüğü üstlendiniz. Bu yayın yapan her platform için en önemli görevlerden biridir. Nehna’yı gelecekte nereye götürmek istiyorsun? Hiç kolay bir iş değil gerçekten. Emre Can ekipte olmasaydı sanıyorum çok daha zor olurdu. Tüm akademik yükümlülüklerimize rağmen iyi bir çalışma temposu tutturduk kendisiyle. Ekipte Nehna’nın ileride bir dernek olabileceğini düşünenlerimiz var, aslında ben buna pek sıcak bakmıyorum. Nehna bu haliyle çok dinamik. Daha şimdiden yurtdışından, hatta Japonya’dan bize ulaşmaya çalışanlar var! Daha da dinamik olacak inanıyorum. Ancak öyle bir noktaya gelecek ki, Nehna’nın yarattığı enerjiyle uluslararası alanda projeler yapabileceğiz. Bunun için de dernekleşmemiz gerekecek bir noktada. Ama tüm bunlardan önce düzenli ve kaliteli içerik üretmek, bu içeriği yeni teknolojilerle (video yayını, podcast gibi) desteklemek benim için öncelik taşıyor ve Nehna’yı çok okunan, çok dinlenen, çok sesli ve farklı fikirleri bir araya getirebilen bir platform olarak görmek istiyorum. Bu mülakat için diğer arkadaşlarımız ve okurlarımız adına teşekkür ediyorum ve çalışmalarında başarılar diliyorum. Ben teşekkür ediyorum Ferit Abi. Yorucu ama keyifli bir sürecin içerisinde ilerliyoruz. Yolumuz açık olsun!
- Mitri Şirin: Kültürümüzde Arkadaşların Aileye Dönüşebilmesini Çok Seviyorum
Foto: Jennifer Fey Mitri Şirin, Almanya’nın en ünlü ekran yüzlerinden biri. Şirin, ülkenin en büyük televizyon kanallarından ZDF’nin milyonlarca insan tarafından izlenen ana haber bültenini sunuyor. Şirin, ayrıca 1960’larda Samandağ’dan Münsterland’a göç etmiş Antakyalı Ortodoks bir ailenin çocuğu. Kendisiyle Samandağ’ı, ailesini ve Almanya’da müzik sunuculuğuyla başlayan televizyon kariyerini konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Gazeteciliğe olan tutkunu nasıl keşfettin ve televizyona nasıl geçtin? 90’lı yılların başında sivil hizmetimin (askerliğe alternatif hizmet) ardından Berlin’e gittim ve bir radyo istasyonuna (Kiss FM) başvurdum. Her zaman büyük bir müzik hayranıydım. Soul, blues, rap ve house ya da techno gibi o zamanlar yeni addedilen elektronik müziğe bayılıyordum. Kiss FM’de de bu tarz müzikler çalıyorduk. Nispeten hızlı bir şekilde müzik editörlüğüne ve sunuculuğuna yükseldim. O zamanlar gerçek bir patronu olmayan harika bir gruptuk. Birbirimizin sınırsızca yeni şeyler denemesine izin veriyorduk. Bu ortam, gelişimim için de çok iyi oldu. Daha sonra başka radyo istasyonlarında da çalıştım. En son Berlin’e 170 km uzaklıktaki bir radyo istasyonunda işe girdim. Uzun vadede yolculuk benim için çok stresli hale geldiğinden, başka bir şey aramaya başladım. Almanya’nın üçüncü büyük kanal olan rbb, bir haber yayını (rbb aktuell) için sunucu arıyordu. Orada birkaç yıl çalıştım. Aynı zamanda, Köln merkezli televizyon kanalı WDR’de de aynı pozisyonda çalıştım. ZDF beni orada keşfetti ve 2009’da Mainz’de bir sunucu seçimine davet etti. Hikayenin devamını zaten biliyorsunuz. Yakın zamanda Almanya’nın en önemli kanallarından biri ZDF’nin ana haber spikeri oldun. Bu alanda ne gibi hayallerin var? Bugünün en önemli haber programının sunucularından biri olduğuma bazen kendim de inanamıyorum. Lise mezunuyum ama üniversite diplomam yok. Aslında, ZDF’de çalışmak istiyorsanız bu kesinlikle gerekli. Ama yeteneğimi fark ettiler ve bana inandılar. 2009’daki göreve başladıktan sonra, nispeten hızlı bir şekilde ZDF sabah programı moderatörlüğüne yükseldim. Bu pozisyon, Almanya televizyonlarındaki en zorlu programlardan biri, çünkü ülkedeki en önemli politikacılara doğru soruları sormak için sabahın köründe tamamen uyanık olmanız gerekiyor. 10 yılı aşkın bir zamandan sonra şimdi en popüler programlardan biri olan, 5 milyondan fazla izleyiciye ulaşan 19:00 HEUTE bülteninde beni bekleyen önemli bir görev var. Sırada ne var? Bilmiyorum, bu herkese sürpriz olsun. Bize biraz ailenden bahsedebilir misin? Ailem Samandağlı. Babam Şirin ailesinden, annem ise Atiklerden. Babam 1960’ların sonunda tek başına Almanya’ya gelmiş. Annem ise 1-2 yıl sonra ona katılmış. Çocukken yaz tatillerinde hep altı haftalığına Samandağ’a giderdik. Buna dair en net hatırladığım, Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan’da geçen dört günlük araba yolculuğu. Ve sonunda Samandağ’a varana kadar Türkiye içinde de 1000 km yol gitmeniz gerekirdi. Çok ıstıraplıydı. Halen Samandağ’da veya Suriye’de yaşayan akrabaların var mı? Evet, Samandağ’da hala çok akrabamız var. Ben uzun zamandır Samandağ’a gitmedim. Ama akrabalardan haberleri annemden almaya devam ediyorum, o Samandağ’la sürekli iletişim halinde. Sen Almanya’da doğdun. İkinci nesil göçmen olarak Samandağ’ı nasıl hatırlıyorsun? Samandağ’a en son 2005 yılında gittim. Büyükannem Janet o zamanlar hala hayattaydı ve çocuklarımın Ortodoks olarak vaftiz edilmesi en büyük dileğiydi. En büyük iki çocuğum ve dayım Can Atik’in çocukları o dönemde vaftiz edildi. Daha sonra bahçede büyük bir eğlence düzenledik. Köyün yarısı geldi, sabaha kadar uyumadık. Ne yazık ki, sadece çocukluğumdan bazı anılarını hatırlayabiliyorum oraya dair ama hatırladığım şeylerin çoğu, benim için her zaman istediğim her şeyi pişiren büyükannemle ilgili. Kültürümüzle ve Arapça ve Türkçeyle ilişkin nasıl? Türkçeyi çok az anlıyorum, Arapçam daha iyi. O zamanlar evde ve tatilde Arapça konuşurduk. Ama bu dilde kendimi geliştirerek çok daha iyi olmalıydım, halen de olabilirim aslında. Tabii ki, kültürümüzde ailenin farklı bir değere sahip olmasını ve arkadaşların hızla ailenin bir parçası haline gelmesini seviyorum. Yemeklerimiz de eşsiz. Bir de kültürümüz bazen melodram ve özlemle dolu çok sosyal bir yaşam tarzına sahip. Sanırım ona hüzün diyorsunuz, işte onu çok beğeniyorum. Antakyalılar için yemek önemlidir. Senin en sevdiğin yemekler hangileri? En sevdiğim yemek çiğ köfte ve fasulye. Bir de dünyanın en lezzetli fasulye çorbası. Tabii ki, hepsi annemin ellerinden olmalı. Ailenin kültürümüze bakışı nasıl? Eşim Alman ve çocuklarım Almanca konuşarak büyüdüler. Çocuklarıma Arapça öğretecek kadar Arapçam yok. Bu, aynı zamanda annemin Almancayı düzgün bir şekilde öğrenmemizi çok önemli bulmasından da kaynaklanıyor. Ablam doğrusunu yaptı ve Arapça okudu. Şimdi Arapçayı benden çok daha iyi konuşuyor. Ve benim aksime yazabiliyor da. İyi ki başka yeteneklerim var! Bildiğin gibi Nehna yayın hayatına kısa zaman önce başladı. Bir gazeteci olarak bize neler önerirsin? Bence doğru yoldasınız. Bugün başarılı olmak isteyen herkes bir alanda uzmanlaşmalı. Dijitalleşme her şeyi atomize etti. Dijital ortamda artık herkes için her şey var. Ve bir bölge ve ilgi alanı üzerine uzmanlaşırsanız, otantik kaldığınız sürece, bu çok işe yarayacaktır, zaten siz de bunu yapıyorsunuz. Nehna ekibi olarak hepiniz oralısınız ve bölgeyi ve insanlarını iyi tanıyorsunuz. Almanya’da olmama rağmen beni bile tanıyorsunuz. Nehna ve okuyucuları adına bu röportaj için teşekkür eder, iş ve özel hayatında başarılar dileriz. Aslında, bu söyleşi için ben teşekkür ederim.
- Mitri Sirin: Ich mag dass in unserer Kultur Freunde schnell zur Familie dazugehören
Foto: Jennifer Fey Mitri Sirin ist ein bekannter deutscher Fernseh- und Nachrichtenmoderator dessen familiäre Wurzeln in Samandag – Türkei liegen. Ferit Tekbas interviewte ihn zu seinem Werdegang, seinen Erinnerungen an die Heimat und zu seiner Familie. Interview: Ferit Yuhanna Tekbaş Hallo Mitri, wir möchten uns ganz herzlich für dieses Interview bedanken. Du bist ein bekannter Moderator und Nachrichtensprecher in Deutschland. Unsere Leser wollen bestimmt wissen, welche Stationen zu deiner erfolgreichen Karriere geführt haben. Wie hast du deine Leidenschaft für den Journalismus entdeckt und wie bist du zum Fernsehen gekommen? Lieber Ferit, Vielen Dank für Euer Interesse. Ich bin über viele Umwege zum politischen Journalismus und letztlich zum Fernsehen gekommen. Anfang der 90er Jahre bin ich nach meinem Zivildienst (Ersatzdienst für Militärdienst) nach Berlin gegangen und habe mich bei einem Musiksender (Kiss FM) beworben. Schon immer war ich ein großer Musikfan und kannte mich zu diesem Zeitpunkt relativ gut aus mit Soul, Blues, Rap aber auch der damals noch neuartigen elektronischen Musik wie House oder Techno. Das waren jedenfalls die Musikrichtungen, die wir bei Kiss FM gespielt haben. Relativ schnell bin ich zum Musikredakteur und Moderator aufgestiegen. Wir waren eine tolle Truppe damals ohne richtigen Chef, wir durften uns ohne Grenzen ausprobieren. Das war sehr gut für meine Entwicklung. Ich habe dann noch für 2-3 weitere Musiksender beim Radio gearbeitet. Zuletzt bei einem Radiosender 170 km entfernt von Berlin. Weil mir die Pendelei auf Dauer zu stressig wurde, suchte ich etwas anderes. Der rbb, ein 3. Programm der ARD, suchte damals einen Präsentator für einen Nachrichtenmagazin (rbb aktuell). Dort bliebe ich dann mehrere Jahre und arbeitete parallel auch in gleicher Funktion für den WDR. Das ZDF hat mich dort entdeckt und lud mich 2009 zum Casting nach Mainz. Der Rest ist Geschichte. Du bist seit kurzem Hauptabendmoderator des ZDF, einem der wichtigsten deutschen Sender. Es gab definitiv Hindernisse und Herausforderungen auf deinem Karriereweg, welcher war für dich am schwierigsten und hast du noch weitere berufliche Ziele die du verwirklichen möchtest? Das ich heute einer der Hauptmoderatoren für die wichtigste Heute-Nachrichtensendung bin, kann ich manchmal selber nicht glauben. Es ist auch der Beweis dafür, dass Ausnahmen die Regeln bestätigen. Ich habe zwar Abitur, aber kein abgeschlossenes Hochschulstudium. Eigentlich ist das aber zwingend notwendig, wenn man beim ZDF arbeiten will. Aber man hat mein Talent erkannt und an mich geglaubt. Schließlich bin nach meinem Start 2009 relativ schnell zum ZDF- Morgenmagazin Moderator aufgestiegen. Eine der anspruchsvollsten Sendungen im deutschen Fernsehen, weil man zu frühester Uhrzeit schon hellwach sein muss, um den wichtigsten Politikern des Landes die richtigen Fragen zu stellen. Jetzt nach über 10 Jahren dort, wartet mit den 19 Uhr Heute-Nachrichten, eine der an am meisten eingeschalteten Sendungen (bis zu 5 Millionen Zuschauer pro Sendung) eine wichtige Aufgabe auf mich. Was noch kommt? Keine Ahnung ich lass mich überraschen. Wir wissen, dass deine familiären Wurzeln in Samandag liegen. Kannst du uns einen kurzen Einblick gewähren und etwas zur Geschichte erzählen. Wie fing es an? Ja meine Familie kommt aus Samandag. Die Familie meines Vaters ist die SIRIN Familie. Die meiner Mutter die ATIK Familie. Mein Vater kam Ende der 60er Jahre alleine nach Deutschland und meine Mutter kam dann glaube ich ein oder 2 Jahre später nach. Wir sind dann immer in den Sommerferien für 6 Wochen dorthin gefahren. Ich kann mich noch sehr intensiv an die quälenden, 4tägigen Autofahrten über Österreich, Jugoslawien und Bulgarien erinnern. Und dann musste man ja noch 1000 KM durch die Türkei fahren bis man endlich in Samandag war. Hast du noch viele Verwandte, die in Samandag oder Syrien leben? Ja wir haben noch viele Verwandte in Samandag aber ich war schon sehr lange nicht mehr da. Meine Mutter hält mich auf dem Laufenden und hat regelmäßigen Kontakt zur Verwandtschaft. Mitri, du bist in Deutschland geboren. Ich erinnere mich sehr gut, als ich ein Kind war, warst du im Urlaub in Samandag, obwohl ich älter war als du, hast du damals mit uns gespielt. Erinnerst du dich daran und was sind deine Eindrücke oder Erinnerungen an Samandağ und wann warst du das letzte Mal dort? Das letzte Mal war ich 2005 in Samandag. Meine Oma Canet lebte damals noch und es war immer ihr größter Wunsch, dass meine Kinder orthodox getauft werden. So haben wir es damals gemacht. Meine beiden ältesten Kinder und die Kinder meines Onkels Can Atik wurden damals getauft. Wir haben anschließend ein tolles Fest in der Plantage gefeiert. Das halbe Dorf kam, es gab Lamm, Raki und Fistik und wir waren erst im Morgengrauen im Bett. An meine Kindheit dort erinnere mich leider nur bruchstückhaft. Es hat meistens mit meiner Oma zu tun, die mir immer alles gekocht hat was ich mir gewünscht habe. Was magst du an unserer Kultur am meisten und kannst du Arabisch oder Türkisch? Türkisch verstehe ich nur bruchstückhaft, im Arabischen läuft es besser. Das wurde ja damals zuhause und im Urlaub auch gesprochen. Aber auch da müsste und könnte ich viel besser werden. Ich mag, natürlich, dass Familie einen anderen Wert hat in unserer Kultur und dass auch Freunde schnell zur Familie dazugehören. Das Essen ist einmalig und die sehr gesellige Lebensweise, die teilweise auch mit Melodramatik und Sehnsucht behaftet ist . Ich glaube ihr nennt es ‘Hüzün’. Du bist seit langem glücklich mit einer deutschen Frau verheiratet. Lernen auch deine Kinder teilweise unsere Kultur und Traditionen kennen und welche Lieblingsspeise hast du aus der Heimat deiner Eltern? Meine Frau ist Deutsche und meine Kinder sind schon deutschsprachig aufgewachsen. Mein Arabisch empfinde ich als zu schlecht um es ernsthaft weitergeben zu können. Das liegt auch daran, dass meine Mutter großen Wert daraufgelegt hat, dass wir vernünftig Deutsch lernen. Meine ältere Schwester hat es richtig gemacht. Sie hat Arabistik studiert und kann heute sehr viel besser arabisch sprechen als ich. Und schreiben kann sie es auch im Gegensatz zu mir. Nun ich habe andere Talente. Das Essen ist den Antakyaner wichtig. Was sind deine Lieblingsgerichte? Mein Lieblingsessen ist Cig Köfte und Fassulja, die leckerste Bohnensuppe der Welt „natürlich zubereitet und gekocht von meiner Mutter.“ Wie du weißt, wurde das Nehna-Onlineportal gerade gestartet. Was würdest du uns als Journalisten raten oder weiterempfehlen? Nun, ich glaube ihr seid mit Eurem Portal auf einem richtigen Weg. Wer heute erfolgreich sein will,- spezialisiert sich. Durch die Digitalisierung hat sich alles atomisiert. Für alle gibt es alles. Und wenn man sich auf eine Region und ihre Interessen und Neuigkeiten spezialisiert, dann wird das klappen solange man authentisch bleibt. Und das seid ihr ja. Ihr kommt von dort, ihr kennt die Gegend alle Leute, sogar mich. Im Namen des Nehna – Onlineportals und seiner Leser danken wir dir für dieses Interview und wünschen dir weiterhin beruflich und privat viel Erfolg. Vielen Dank für das Interview.
- Beklenen Godot Gelirken: Vakıf Seçimleri Yönetmeliği Sorunu
Foto: Milliyet Gazetesi Cumhurbaşkanı Erdoğan, 25 Ekim 2021 tarihli kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada, toplantıda azınlık vakıflarının seçim yönetmeliğinin de gündeme geldiğini belirtti. Bu konuda yakın zamanda bir mevzuat düzenlemesi yapılacağının sinyalini vermesinin ardından, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, azınlık vakıfları seçim yönetmeliğinin önümüzdeki yılın Nisan ayı sonuna kadar hazır olacağını söyledi. Bunun üzerine biz de cemaat vakıflarının uzun süredir devam eden seçim yapamama sorununun nelere yol açtığını ve yeni bir yönetmelikten ne beklediğimizi bir kez daha gündeme getirmek istedik Ne olmuştu ve ne yapılabilirdi? Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM), Ocak 2013’te yürürlükteki cemaat vakıfları seçim yönetmeliğini yenisini hazırlamak üzere iptal etti ve aradan geçen 8 yılı aşkın süreye rağmen bu vaat yerine getirilmedi. Bu nedenle, söz konusu tarihten itibaren cemaat vakıfları seçimleri yapılamıyor. Tüm ülkede olduğu gibi bölgemizdeki cemaat vakıfları yönetim seçimleri de son olarak 2011 ve 2012 yılında yapılmıştı. Bu seçimler neticesinde vakıf yöneticisi olarak seçilen yöneticiler, bu süre zarfında aralıksız olarak vakıfları yönetmeye devam ediyorlar. Aslına bakarsanız, birçok vakıf yöneticisinin de bu durumdan rahatsız olduğunu söyleyebiliriz. Ancak vakıflarımızın büyük çoğunluğu, her konuda olduğu gibi bu konuda da hukuki bir girişimde bulunmaktan kaçındı ve sorunun çözümü için VGM ve siyasi iktidar nezdinde yapılan girişimler bugüne kadar sonuçsuz kaldı. Halbuki Anayasa ve Vakıflar Kanunu gereğince bir hak olan vakıflarda seçim yapılmasının, söz konusu yönetmeliğin aradan geçen sürede düzenlenmemesi sebebiyle engellenmesi,elbette ki, iktidarın bu yükümlülüğünü ihlal ettiği anlamına geliyor. Aslında, iktidarın üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirmemesi, bir topluluğun anayasal ve yasal hakkını kullanmasına engel teşkil etmiyordu. Yani, vakıflarımızın seçim yapmasında hukuki bir engel mevcut değildi. Bu doğrultuda, tüm cemaat vakıfları, ortak bir karar alarak, seçim yapma iradelerini ortaya koyabilir ve ilgili kuruluşlara başvuruda bulunabilirdi. Elbette ki, bu taleplerin reddedilmesi ve buna karşı yapılan hukuki girişimlerin sonuçsuz kalması da muhtemeldi. Ancak, bu toplu irade beyanları, öncelikle bu meselenin temel bir hak olduğunu vurgulayabilirdi, zira sorun siyasi zeminden hukuki zemine taşınmış olurdu. Ve tabii ki, konu bir şekilde gündemde tutulmaya devam edilirdi. Fakat bu yöntem tercih edilmedi ve vakıflar sorunun kapalı kapılar ardında, kişisel ilişkilerle ve iktidarın inisiyatifiyle çözülmesini beklemeyi tercih etti. Seçimlerin yapılamamasının neticeleri İktidar tarafından seçim yapması bir şekilde engellenen vakıf yönetimlerinin bir kısmı yaklaşık 10 yıldır, bir kısmı ise daha uzun süredir değişmedi. Aradan geçen bu sürede, zaten genel olarak belirli bir yaşın üzerinde kişilerden oluşan vakıf yönetimleri daha da yaşlandı. Bu süreçte yönetimler yoruldu ve yıprandı. Bir kısmında bıkkınlık mevcut. Öyle ki, sadece dört yıl için bu göreve gelen bir kısım yöneticiler kerhen görevlerine devam etmek zorunda bırakılıyor. Bu durum da görevlerini layıkıyla yapmalarına engel olabiliyor. Seçimlerin yapılamaması ve yöneticilerin uzun süredir değişmemiş olması sebebiyle vakıflardaki şeffaflık ve toplumun denetim gücü de azalmış durumda. Vakıflardaki seçimler sadece yeni bir yönetimin seçilmesi anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, önceki yönetimin icraatlarının da bir şekilde değerlendirilmesi anlamı da taşıyor. Bu nedenle, bu mekanizmanın çalışmaması aslında vakıfların iyi yönetilip yönetilmediği konusunda değerlendirme yapmamıza da engel oluyor. Bununla birlikte, yöneticilerin isimlerinin vakıfların önüne geçmesi sebebiyle vakıfların kurumsal yapısı da zedelenme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Gerek kamu kurumları nezdinde, gerekse de diğer şahıslarla ilişkilerde kurumsallık yerine kişisel ilişkilerin öne çıkmasına sebep oluyor. Bu ilişki türü, gelecekte görevi devralacak kişileri zorlayacak bir durum olarak karşımıza çıkacak. Öyle ki, zaten vakıf yönetimlerinde yer almak için pek hevesli olmayan gençlerin bu görevlerden daha da uzak durmasına sebep olacak. Sonuçta uzun süredir seçimlerin yapılamıyor oluşu, azınlık toplumlarındaki gençlerin katılımcılığını da etkiliyor. Şöyle düşünelim: Vakıflardaki son seçimlerin yapıldığı 2012 yılında 17 yaşında olan bir kişi şu anda 26 yaşında ve henüz herhangi bir vakıf yönetimi seçimlerinde oy kullanmadı. Kimliğe ilişkin algıların oluştuğu ve şekillendiği dönemde, tek bir vakıf yönetimiyle büyüyen nesillerin maalesef ileride demokratik seçimlere ayak uydurması da zorlaşacak. Bir yandan, bu durum sorunlarımızın ülkedeki genel siyasetle ne kadar benzer olduğu da gözler önüne seriyor. Yürürlükten kaldırılan yönetmeliğin kaldırılma gerekçesi, yeterince demokratik olmayışıydı. Düzenlenecek yeni yönetmeliğin bir öncekinden farklı olarak, idarenin seçimlere müdahalesini engelleyecek şekilde düzenlenmesi gerekiyor. Kamu otoritesinin seçimlerin ne zaman ve ne şekilde yapılacağı, kimlerin seçime katılacağı, seçilen yöneticilerin mülki idare ya da bakanlık tarafından onaylanması gibi anti-demokratik uygulamalardan vazgeçilmesi gerekiyor. Bununla birlikte, seçim bölgesi ve seçmen sayısı gibi daha önce karşımıza sıklıkla çıkan sorunların belirli bir kritere göre belirlenmesi ve uygulamada çıkan sorunların giderilmesi lazım. Tek sorun seçim değil Gündemimizdeki güncel sorun vakıf seçimleri elbette ama tüm azınlık toplumları için temel sorun, aslında tüzel kişilik sorunu olduğunu da ifade etmek gerek. Azınlık toplumlarının aslında tüzel kişiliği yok ve vakıf dediğimiz kurumlar, aslında hukuken sadece ‘hayır işi’ yapmak için kurulan tüzel kişilikler. Azınlık toplumlarını vakıflar üzerinden tanımak ve bu yolla temsiliyetlerini sağlamak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana uygulanan bir devlet politikası. Buradaki amaç, mümkün olduğunca azınlık toplumlarını muhatap almamak ve hak arayışıyla ilgili hukuki yolları tıkamaktı. Bu durum, evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi olarak tanımladığı Lozan Antlaşması’yla da bağdaşmıyor. Tüzel kişilik sorunun çözümü, her bir azınlık toplumunun ayrı ayrı tüzel kişi olarak tanımlandığı bir yasa düzenlemesi yapmaktan ve bu toplumların tüm haklarını yasayla güvence altına almaktan geçiyor. Bununla birlikte, azınlık vakıfları konusunda toplumların kendisinden kaynaklanan sorunlar da mevcut. Bunların başında, vakıfları kendi malları gibi gören, koltuktan kalkmamak için çeşitli ilişkiler kuran, bu ilişkiler sayesinde vakıfları yöneten, kurumsallaşmanın önünü tıkayan, şeffaf bir şekilde topluma bilgi ve hesap vermeyen bir anlayışın hâkim olması geliyor. Ayrıca, vakıf yöneticiliği için “erkek ve tecrübeli”olmanın sanki bir kritermiş gibi algılanması da çok büyük bir problem olarak karşımızda duruyor. Belki de vakıf yönetimleri için genç ve/veya kadın kotası getirmek ve vakıfların dinamik ve şeffaf bir yapıya dönüşmelerini sağlamak gerekiyor. Sonuçta, vakıflardaki seçim sorunu, aslında temel sorunlardan ve ülkemizdeki siyasi konjonktürden bağımsız değil. Bu sorunların çözümü için elbette öncelikle ülkenin demokratikleşmesi gerekiyor. Bize düşen ise vakıf yönetimleri konusunda toplum içindeki katılımcılığı teşvik edecek adımlar atmak.
- Cneydo’da “Zinneni” Şöleni
Yazı ve Fotoğraflar: Abdulla Sert Antakya’nın 25 kilometre güneydoğusunda yer alan, geleneksel adıyla Kuseyr bölgesinde bulunan Altınözü ilçesine bağlı, kendi halinde, şimdiki resmi adı Tokaçlı olan şirin bir köydür Cneydo. Şimdilerde resmi adı “Tokaçlı” olan köyde ve çevresinde nereye baksanız, sizleri her daim yeşil yaprakları ve sevimli ama güvenli duruşlarıyla asırlık zeytin ağaçları karşılar. Köyde her yıl Ekim ayı ortalarında başlayan zeytin hasadı neredeyse Aralık ayına kadar devam eder. Zeytin ağaçlarının çırpılmasıyla olgunlaşmış zeytin tanelerinin toplanması, en emek yoğun işlerden birisidir. Toplanan zeytin taneleri, torbalara doldurulur ve çoğu, zeytinyağı üretmek için köydeki zeytinyağı fabrikasına taşınır. Zeytin taneleri, fabrikada yer alan üretim bandının sonunda lezzetli zeytinyağına dönüşür. Köyde yaşayan hemen hemen her aile, asırlardır tekrarlanan bir ritüeli yaşatmak için kendilerine ayırdıkları zeytinleri fabrikaya göndermez. Bu zeytin tanelerini “su zeyti” üretimi için köyde birkaç adet bulunan taş “batoz”lardan birine taşırlar. Batozlarda ağır silindirik taşlar altında ezilen zeytin taneleri adeta merhem kıvamına gelir. Bu merhem, kaynar olmayan sıcak suyun bulunduğu kazanlarda hünerli ellerle karıştırılarak, en saf zeytinyağının yoğunluk farkı nedeniyle en üste çıkması sağlanır. En üste çıkan zeytinyağı, aynı hünerli eller tarafından avuçla toplanarak zeytinyağı kabına alınır. Asırlardır uygulanan bu geleneksel zeytinyağı çıkarma tekniği yörede “su zeyti” yöntemi olarak anılır. Bu emek yoğun zeytinyağı çıkarma işlemini renklendiren ve ritüelik bir şölene çeviren, “zinneni”nin (zeytinyağlı ekmek) hazırlanması ve hep beraber coşkuyla güzel dilekler eşliğinde oracıkta yenmesidir. Hep beraber derken, zeytinyağı çıkaranlarla beraber oradan geçen herkesin “zinneni” yemeye buyur edilmesini ve zeytinyağının bereketinin herkesle paylaşılmasını kastediyorum. Bunun için köy tandırında pişmiş incecik ekmekler, su kazanlarının altındaki közün üstüne ısıtmak için atılır ve kavrulmaya yakınken ateşten alınır. Yeni toplanmış mis gibi kokan zeytinyağında banyo yaptırılan ekmekler, üzerlerine azıcık tuz ve kimyon serpilerek sıcak sıcak servis edilir. “Zinneni” ekmeklerinin tadı bambaşka güzellik ve farklılıktadır. Sırf “Zinneni” için her yıl bu zamanlarda köyde olmak bana, asırlardır süregelen bir ritüelin parçası olmak mutluluğunu yaşatır. Zeytinin bolluk ve bereketini simgeleyen bu lezzet için bir yıl daha beklemeye değer!
- Samandağ Vakıf Başkanı Emektaş: “Bazı mülklerin iadesi için AİHM’e başvuracağız”
Foto: Bebeto Fotoğrafçılık Vakıf başkanlarımızla röportajlarımıza Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Dimyan Emektaş ile devam ediyoruz. Dr. Emektaş ile Samandağ cemaatini, cemaatin el konulmuş mülklerini, toplumun içinde devam eden Araplık/Rumluk tartışmasını, gittikçe azalarak konuşulan Arapçayı ve daha birçok konuyu konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Öncelikle Nehna için böyle bir söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Halihazırda Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’nın başkanlığını sürdürüyorsunuz. Kendinizi ve yöneticisi olduğunuz cemaati tanımlar mısınız? Nehna portalını kurup Hatay ve Mersin bölgesindeki ve diğer bölgelerde yaşayan Ortodoks cemaatlerinin kültür, yaşam tarzı, gelenek ve bir arada yaşama kültürünü tanıtma fırsatı yarattığınız için cemaatim adına teşekkür ederim. 1966 Samandağ doğumluyum. Üç kardeşiz. Evli ve iki çocuk babasıyım. 30 yıldır hekimlik mesleğini icra ediyorum. 2012 yılından beri Samandağ Rum Ortodoks cemaatinin başkanlığını yapıyorum. Cemaatimiz Osmanlı-Fransız döneminden beri mevcut bir cemaattir. Bugün itibariyle yaklaşık 400 hane ve 1200 – 1300 civarı nüfusumuz mevcuttur. Ayrıca yurtdışında ve Türkiye’nin değişik bölgelerinde yaşayan ciddi sayıda bir Samandağ cemaati nufus mevcuttur. Samandağ cemaatimize ait kaç kilise mevcut? Samandağ’da faal olan dört adet kilisemiz mevcut. Bunlar, Aziz Peygamber İlyas Kilisesi, Meryem Ana’nın Ebediyete İntikali Kilisesi, Aziz Şehit Georgios Kilisesi ve Azize Tekla Kilisesi’dir. Bunlardan Mar İlyas ve Meryem Ana Kiliseleri, Anıtlar Kurulu’nda kayıtlı olan tarihi kiliselerdir. Samandağ cemiyeti olarak en son Mar Circus (Aziz Şehit Georgios) Kilisesi’ni inşa ettiniz. Bununla ilgilenen komitenin inşaata başlarken büyük sorunlar yaşadığını duymuştum. Bu kilisenin nasıl yapıldığının hikayesini anlatabilir misiniz? Mar Circus geçmişi olan bir ibadethanemiz. Yanında tarihi Meryem Ana Makamı bulunuyor. Büyük bir kısmında çatlaklar ve yıkım başlamıştı. Bürokratik sıkıntıları aşıp restore ettik. Bu arada içinde Mar Circus’un bulunduğu dokuz adet parselin isim tashihi yapılarak Samandağ Rum Ortodoks Vakfı’na kazandırdık. Yurtdışında yaşayan Samandağlı hayırsever kardeşler restorasyonunun bütün maddi yükünü karşıladılar. Ayrıca Almanya’da ve Samandağ’da yaşayan hayırseverlerin de katkısıyla tarihi eseri Ortodoks cemaatine kazandırmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Katkıda bulunan herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Samandağ cemaatimiz hangi metropolitliğe bağlıdır? Ve genel olarak Antakya Patrikhanemiz Samandağ’daki kiliselerimizi yeniden inşa etmemize veya restore etmemize yardımcı oluyor mu? Samandağ Rum Ortodoks cemaati, Lazkiye Metropolitliği’ne bağlı. Kiliselerimizin restorasyonuna hayır dualarını alarak başladık. Restorasyonlar hayırseverlerin katkılarıyla yapıldı. Antakyalı Rum Ortodokslara dair gündeme gelen bir tartışma var. Bu cemaat Rum mudur, Arap mıdır? Süryani olduğunu iddiası da var, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bizler Samandağ Ortodoks Cemaati olarak Rab İsa Mesih’in öğretileri ve yaşam tarzını kılavuz edinen bir toplumuz. Değişik platformlarda ve Nehna portalında Arap-Rum tartışması yapılıyor. Arap ya da Rum olması neyi değiştirecek? Geçmişini ve ırkını merak eden herkes DNA analizi yaptırabilir. Önemli olan bizler, İsa Mesihi ve öğretilerini ne kadar yaşıyoruz ve bunu çocuklarımıza ne kadar yaşatabiliyoruz. Hatay ve Mersin bölgesi kiliseleri ve cemaati olarak Antakya Patrikhanesi’ne bağlıyız. Bunun dışında, hiçbir getirisi olmayan ve bizi gelecekte daha organize ve güçlü bir cemaate dönüştürmeyi hedeflemeyen bu kısır tartışmayı doğru bulmuyorum. Bugün cemaatiniz dini özgürlüklerini yaşayabiliyor mu? Geçmişle bugünü karşılaştırdığınızda bu anlamda dini özgürlüklerden faydalanabiliyor musunuz? Samandağ Rum Ortodoks cemaati olarak örf, adet, gelenek ve kültürümüze bağlıyız. Bu değerlerimizi tarih boyunca yaşattık ve yaşatmaya devam ediyoruz. Çünkü bizi biz yapan değerler, yaşam tarzımız, geleneklerimiz ve kültürümüzdür. Bunları yaşatmazsak varlığımızın bir anlamı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti kanunları çerçevesinde özgür bir şekilde bayramlarımızı kutluyor ve geleneklerimizi yaşatıyoruz. Bütün bayramlarda dünyanın her yerinden ve yurtiçinden Ortodoks cemaati Samandağ’a gelip özgür bir şekilde bayram heyecanını yaşamaktadır. Cemaatin bölgede yaşayan farklı dinden insanlarla ilişkisi nasıl? Hatay, bütün semavi dinlere ev sahipliği yapan bir hoşgörü merkezidir. Bir arada yaşama kültürüne sahiptir. Bizler, bu hoşgörü çerçevesinde diğer etnik yapılara kardeşlik duyguları içinde yaklaşıyoruz. Acımızı ve sevincimizi birlikte yaşıyoruz, bayramları birlikte kutluyoruz. Peki, devlet ve Diyanet’le ilişkileriniz nasıl? Türkiye’deki bütün azınlık vakıfları gibi biz de Türkiye Cumhuriyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlıyız. Kanunlar çerçevesinde denetime tabiyiz. Diyanet’le samimi ve iyi bir diyaloğumuz mevcut. Diğer kurumlar da saygı ve hoşgörü çerçevesinde ilişkilerimiz var. Belediyelerden ya da hükümetten bir maddi destek alınması söz konusu mu? Kiliselerimizin elektrik faturaları kısmen Müftülük, su faturaları ise Belediye tarafından karşılanıyor. Fakat din adamlarımızın tüm gelirini cemiyetimiz karşılıyor. Bu anlamda, ne devletten ne de başka bir kurumdan hiçbir maddi destek almıyoruz. Son yirmi yıldır gayrimüslim cemaatler geçmişte el konulmuş olan mülklerini bir kısmını geri alabildiler. Bu bölgede farklı sebeplerle el konulmuş ve bugün alınmaya çalışılan mülkler var mı? Hatay’daki cemaat vakıflarının en büyük sıkıntısı 1936 Beyannamesi’ni o sırada Türkiye sınırları içinde olmadıkları için vermemiş olmalarıdır. Bundan dolayı, isim tashihleri yapılmamış ve mazbuta alınmış vakıf malları mevcuttur. Rum Ortodoks cemaati olarak 2013 yılında dava açıp hukuki süreci başlattık. 2018 yılında yedi gayrimenkulun isim tashihini yaptık ve tapu kayıtlarını aldık. İki adet gayrimenkul mazbata alınmıştır. İsim tashihi yapılan gayrimenkuller emsal teşkil ettiği halde mazbutaya alınan bu mülkler için dava açılamıyor. Bunlar için bizler de AİHM’e başvuracağız. Malum Antakyalı Ortodokslar Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumdalar. Bugün aileden öğrendikleri Arapçayı giderek daha az konuştuklarını görüyoruz. Samandağ cemaati özelinde bu durum nasıl? Ayinleri hangi dilde yapıyorsunuz? Samandağ’da yeni kuşak maalesef ki Arapçayı giderek daha az konuşuyor. Cemaatte Arapça okuma-yazma bilen kişi sayısı da oldukça az. Bununla ilgili vakıf olarak kurslar düzenledik ama yeterli ilgi ve katılım olmadı. Bu konuda ailelere büyük görevler düşüyor. Pederlerimiz ve cemiyet olarak gayret içindeyiz. Burada konuşma dili olarak Arapçayı ve Türkçeyi kullanıyoruz. Genç nesil Türkçeyi kullanıyor. Aileler çocuklarına ne yazık ki Arapçayı öğretmiyor. Bu nedenle ayinlerimizi Arapça ve Türkçe olarak yapmaya başladık. Cemaatin son yıllarda büyükşehirlere ve yurtdışına göçü söz konusu mu? Cemaatimizde son yıllarda dışarı göç çok azaldı. 1974’teki Kıbrıs olayları ve 1980 Darbesi’nden sonra yurtdışına ve büyükşehirlere ciddi göç yaşadık. 6-7 Eylül 1955’ten sonrası da ciddi bir göç yaşanmıştı.1950-60’lı yıllarda 6-7 bin olan nüfusumuz bugün 1200 civarında. Son yirmi yılda nüfusumuzda bir değişiklik olmadı. Antakyalı Rum Ortodoksları diğer Rum Ortodokslardan farklı kılan kültürel pratikler var mı sizce? Hatay bölgesindeki Ortodoks cemaati, geçmişten gelen Fransız kültürü ve Türk kültürünün ortak değerlerini beraber yaşamaktadır.Hatay ve Mersin cemaatinin yaşam tarzı büyük benzerlik gösteriyor. Bayramlarımız, düğünlerimiz, örf, adet ve geleneklerimiz benzerdir. Geçmişten gelen yaşam tarzımızı gelecek nesillere taşımanın gayreti içindeyiz. Son olarak, vakıf olarak topluma dair gelecek planları nelerdir? Birkaç yıl önce cemiyet olarak üniversite okumak için Samandağ’da ayrılan gençlere destek vermek amacıyla bir fon oluşturduk. Her ay küçük de olsa bütçelerine bir katkı sunmayı hedefledik. Bu girişimimiz, Samandağ civarına da örnek oldu, diğer vakıflar da gençlere böyle destekler vermeye başladılar. Şimdi de Samandağ’daki cemaatimizin yaşlıları için bir bakımevi kurma hayalim var. Maalesef ki, cemaatimiz hem küçülüyor hem de yaşlanıyor. Yaşlılarımıza güvenli ve güvenilir bir şekilde hizmet sunmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu söyleşi için size çok teşekkür ediyorum. Daha ilk adımlarını atan Nehna’nın okurları için eklemek istediğiniz bir şey var mı? Son olarak Nehna portalının oluşmasında emeği geçen başta sana ve daha sonra herkese teşekkür ediyorum. Temennim bu portalın uzun süre yaşatılması ve devam etmesi. Bu bağlamda, Samandağ Rum Ortodoks cemaati olarak her türlü desteği vermeye hazırız. Bu fırsatı bizlere sunduğunuz için Samandağ cemaati olarak saygı ve sevgilerimizi sunuyorum.
- Nehna Ekibini Tanıyalım – Mişel Uyar
Nehna ekibini tanımaya Mişel Uyar’la devam ediyoruz. Mişel, yakın zamana kadar Karagözyan Ermeni Okulu’nda öğretmenlik yapıyordu. Şu anda mesleğine İskenderun’da devam eden Mişel’le İstanbul’da bulunduğu dönemde azınlıklar üzerine yaptığı çalışmaları, Türkiye’de devlet okulunda Hıristiyan bir öğretmen olmak, Arapça müziğe olan ilgisi dahil olmak üzere birçok konuda konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Sevgili Mişel, okurlarımıza kendini biraz daha yakın tanıtabilir misin? 1981 yılında İskenderun’da doğdum. Çocukluğum Barbaros Mahallesi’nin çok kültürlü ortamında geçti. Barboros Mahallesi’ne 1960’larda halamlar Samandağ’dan gelen birkaç aileyle birlikte yerleşmişler. Mahallede genelde Samandağ’dan gelen Hıristiyan aileler, Mardinli Araplar ve İskenderun’un farklı köylerinden gelen aileler vardı. Hıristiyan ailelerden Gülenay (Krayt), Söker, Akik, Diker aileleri ilk aklıma gelenler. Mahallede belirli bir Hıristiyan yoğunluğu olduğundan dolayı pek sıkıntılı bir ortam yoktu, ancak Kıbrıs olayları döneminde mahalle dışından gelen insanlar tarafından sorun yaratıldığı anlatılır. İlk, orta ve lise öğrenimini İskenderun’da gördüm. Daha sonra Çukurova Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nü kazandım ve 2008 yılında orayı bitirdim. İki yıl Adana‘da ücretli öğretmenlik yaptım. 2010 yılında İstanbul’a atandım. 2013 yılında çok sevdiğim ve beni çalışmalarımda motive eden Begüm’le evlendim. 2017 yılı Mart ayında oğlumuz Rodin doğdu. Bu sene de İskenderun’un bir köyüne tayin oldum. Türkiye’de Hıristiyan bir öğretmen olmanın nasıl bir deneyim olduğunu anlatır mısın? 2016 yılında Özel Karagözyan İlkokulu’nda öğretmenliğe başlamadan önce Gaziosmanpaşa’nın dini hassasiyetleri ağır basan bir mahallesinde öğretmenlik yapıyordum. Bir Hıristiyan olarak devlet kurumunda çalışmak gerçekten zor. Düşününce “nerede kolay ki?” diyebilirsiniz elbette. Ben okulda kimliğimi öğretmen arkadaşlarımdan hiç gizlemedim. Birçok kez sert tartışmalar yaşasam da kimliğimle var olmaya çalıştım. Özellikle faşist öğretmenlerle azınlıkların Osmanlı ve Türkiye’de yaşadıkları üzerine tartışmak zorunda kaldım. Bunları tartışmaktan hiç imtina etmedim. Ancak öğrencilere ve velilere hiçbir zaman kimliğimle ilgili bilgi vermedim. Ancak bazı veliler benim Hıristiyan olduğumu bir şekilde öğrenmişlerdi. Kimliğimden dolayı benim haberim olmadan veliler arasında bir tartışma yaşanmış. Bazı veliler okul müdürüne gidip Hıristiyan olduğum için çocuklarını benim sınıfımdan almak istediklerini söylemişlerdi. Müdürümüz ve bir müdür yardımcımız bu talepte bulunan velileri odasından kovmuştu. Tabii, benim bunlardan sonra haberim oldu. Daha sonra bir velim gelip bana durumu anlattı. Ben de bir toplantı yapıp velilerle konuşmak istedim. Aslında kimlerin beni istemediğini biliyordum. Ama orada bunu söylemedim. Toplantıda kimliğimi açıkça ifade ettim. İsteyenlerin öğrencilerini benim sınıfımdan alabileceklerini belirttim. Bazı velilerim beni desteklediklerini belirtseler de benim canım çok sıkılmıştı. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Aklıma azınlık okulları geldi. Bundan sonra bir Ermeni okulunda bir süre Türkçe öğretmenliği yaptın. Buradaki deneyimlerin nasıldı? Bu olaydan sonra sevgili Pakrat Estukyan vasıtasıyla Karagözyan Okulu Müdiresi Digin Arusyak Koç Monnet’ylegörüştüm. Beni dinleyip başvurumu kabul etti. Ancak o dönemde okulda boş kadro olmadığı için bu okula geçiş yapamadım. Uzun bir süre sonra Karagözyan Okulu’ndan arandım. Gelip tekrar görüşmemi istediler. Çok mutlu olmuştum. Kimliğimi gizlemeden, toplumumuza belki de en yakın ortamlardan birinde çalışacaktım. 2016 yılının Eylül ayında Karagözyan’da göreve başladım. Gerçekten çok farklı bir deneyim oldu benim için. Az çok bildiğim Ermeni kültürünü daha fazla öğrenmeye çalışıyordum. Öğrencilerle sık sık kültürlerimiz üzerine konuşuyordum. Bayramlarımızı karşılaştırıyor, ortak ve farklı yönlerimiz üzerine konuşuyordum. Bir öğretmen için güzel bir ortam vardı. Çok güzel dostluklar kurdum. Ama Karagözyan’in bana en büyük katkısı “azınlık okulları”nın Türkiye’de nasıl bir ihtiyaç olduğunu göstermesiydi. Azınlık okullarının azınlıklar için önemi gerçekten çok büyük. Öncelikle, kimliğin korunmasında en büyük etkenlerden biri olan dilin kısmen korunmasını sağlıyor. Diğer taraftan, kimliği oluşturan diğer öğelerin de aktarılmasını sağlıyor. Çocuğun kimlik kaygısı yaşamadan eğitim almasını sağlıyor. Ayrıca çocukların “kendilerinden olan” insanlarladaha fazla iletişim kurmasını sağlıyor. Eğer İstanbul’da hala azınlık kimliklerinden bahsedebiliyorsak bunda okulların payı büyük. Bizim toplumumuzun ise ne yazık ki bir azınlık okulu yok. Bununla ilgili bir girişim de yapılmamış. Bildiğimiz kadarıyla Antakya ve İskenderun’da 1939’a kadar farklı azınlık okulları var. Ancak Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıylaberaber bu okullar kapanmış. Bu okullar olsaydı, kimliğimizi ve dilimizi çok daha iyi şekilde koruyacaktık. Toplumumuzun dinlediği Arapça müzik hakkında güzel bir giriş yazısı yazdın. Seni Arap müziği aşkın nereden doğdu? Aşık demek belki biraz abartı olur ama özellikle son birkaç yıldır Arap coğrafyası müzisyenlerini daha fazla dinlemeye, yeni sanatçılar bulmaya çalışıyorum. Arapçam pek iyi değil. Hatta şarkıları anlamakta çok zorlanıyorum. Genellikle şarkıları tekrar tekrar dinliyorum. Anlamaya, bilmediğim kelimelerle ilgili tahmin yürütmeye çalışıyorum. Ayrıca şarkıların İngilizce ya da Türkçe tercümelerini bulmaya çalışıyorum. Yine de telaffuz farklılığından dolayı bazı şarkıları anlamakta zorlanıyorum. Ama şarkı sözlerine bakınca hem verilmek istenen duyguyu daha iyi kavrıyorum hem de dilimizin asimilasyon süreciyle nasıl değiştiğini görüyorum. Arapça şarkı deyince insanların aklına klasik anlamda arabesk geliyor. Ama özellikle Levant bölgesi müziği gerçekten çok gelişmiş. Özellikle son dönemde çıkan grup ve müzisyenler çok kaliteli müzik yapıyorlar. Kesinlikle tavsiye ederim. Hele Arapça biliyorsanız, müziklerden aldığınız hisçok yüksek oluyor. İstanbul’da bulunduğun süre içerisinde azınlıklarla ilgili projelerde yer aldın. Hangi projelerdi bunlar? Özellikle Karagözyan’da çalıştığım dönemde azınlık sorunlarını daha fazla düşünmeye, sorunlarla daha fazla ilgilenmeye başladım. Sonra sevgili Sevan Ataoğlu bana Bilgi Üniversitesi Türkiye Kültürleri Araştırma Grubu hakkında bilgi verdi. Bu grup “İstanbul’da Kültürel Çeşitliliğin Sivil Toplum Aktörlerini Geliştirme ve Güçlendirme” isimli bir projeye başlamıştı. Projenin amacı, bu konu hakkında çalışan aktivistleri daha metodik çalışmalar yapmaları için eğitim programından geçirmekti. Orada sözlü tarih çalışmalarının nasıl yapılacağından arşiv taramaya, kamera kullanımından kültüre kadar birçok alanda eğitim aldık. Bu eğitimle beraber toplumumuz için bir şeyler yapmanın önemini fark ettim. Çalışmanın sonunda katılımcıların birer proje hazırlaması gerekiyordu. Benim projem de İstanbul Rumları ve Antakya Rumlarının benzerlikleri ve farklılıkları idi. Bu çalışma sayesinde Ketrin ve Anna Maria’yla tanıştım. Zaten Can’la daha önceden bu konu hakkında görüşüyorduk. Daha sonra seninle tanıştık. Nehna’ya nasıl katıldın? Sence Nehna neden önemli? Daha önce bahsettiğim gibi bu konu zaten bir süredir gündemimdeydi. Ekibin toplaması ve yayına başlamamız birseneden fazla zamanımızı aldı. Öncelikle toplumumuzun kilise kurumları dışında sivil bir kurumu yok. Biz Nehna‘yla bu önemli boşluğu doldurmanın önünü açtığımızı düşünüyoruz. Ayrıca, yok olmaya başlayan kültürümüzün belki bir nebze daha korunmasını sağlayabiliriz. Bölgemizin yakın tarihi çok karmaşık. Bu konularda yapacağımız çalışmalar, hem Türkiye hem de kendi toplumumuzun yakın tarihinde birçok konuya ışık tutacaktır. Özellikle, 1939 döneminin toplumumuz açısından çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Daha önce çalışılmamış bir alan olan Antakya bölgesi, hem birçok etnik kimliğin yaşadığı bir çevre hem de özellikle 1939’da çok önemli bir demografik değişim geçiriyor. Bu konuda çalışmalar yapmayı çok değerli buluyorum. Yakın zamanda İskenderun’a taşındın. Bölgeden Nehna’ya tepkiler nasıl? Genel olarak tepkileri değerlendirmek için henüz erken. Yine de şimdiye kadar aldığım tepkilerin hepsi olumlu ve cesaret verici. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki, şu anda Türkiye genelinden aldığımız olumlu etkileşimden biraz daha geride. Ancak toplumumuzun bu konuda zamanla daha ilgili olacağını düşünüyorum. Nehna ekibine katılan ilk kişilerdensin. Nehna’yı gelecekte nerde görmek istersin? Toplumumuz ve Türkiye azınlık çalışmaları açısından büyük bir boşluğu doldurduğunu söyleyebilirim. Bilimsel ve özgür yayın yapan, hem toplumumuz hem de bölgemizle ilgili doğru çalışmalar yapan bir Nehna görmek isterim. Nehna ekibi ve okurlarına diyebileceğin veya önerebileceğin bir şey var mı? Biz bu yola çıkarken altı kişiydik. Ama çoğalmak, gelişmek ve geliştirmek istiyoruz. Her türlü desteğe açığız. Kişisel arşiv, yazı, toplumumuzu ve bölgemizi ilgilendiren konularda bilgi ya da çalışma, tüm bunlar konusunda destek bekliyoruz. Bizi takip etsinler ve ettirsinler. Sitede hangi konularla ilgili yazılar yazacaksın? Daha çok kişisel tarih, aile tarihi ve sözlü tarih çalışmalarıyla ilgili yazılar yazmak istiyorum. Tabii ki, müzik konusunda yazmaya devam edeceğim, çünkü modern Arapça müzik bu ilgiyi hak ediyor. Ayrıca geçmişte ya da bugün yaşadığımız ayrımcılıkları da işlemeye devam edeceğim. Bu başarıların devamını temenni eder, okurlarımızın ve Nehna platform ekibi adına sana bu röportaj için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.