top of page
  • Emre Can Dağlıoğlu

Arap Alevilerin hafızasında Sivas Katliamı’nın izleri

Güncelleme tarihi: 31 Ağu 2023


Sivas’ta 33 insanın yalnızca Alevi oldukları için katledilmelerinin 30. yılı. Sistematik ve organize edilmiş bir plan çerçevesinde işlenen nefretle kuşanmış bir kitlesel suçu canlı izlediğimiz o günden geriye Arap Alevilerin hafızasında neler kaldığını Bereket Kar, Şule Can ve Selim Matkap’la konuştuk.


Bereket Kar: “2 Temmuz Katliamı yalınızca Alevilerin sorunu değildir”

2 Temmuz vahşeti, yaşamımda unutulmaz kötü bir anı olarak iz bırakmıştır. Bu acı haberi, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta bir Filistin kampında, BBC radyosunun Türkçe servisinden dinlemiştim. Aziz Nesin’le birlikte onlarca aydının, Madımak Oteli’nde yakıldığı ve güvenlik güçlerinin müdahalede yetersiz kaldığı, olayların devam ettiği belirtilmişti. İktidar, bilindiği üzere DYP-SHP koalisyonuydu. Erdal İnönü’nün, Başbakan Tansu Çiller’in yardımcısı olarak, sosyal demokrasinin tükenen tarihsel misyonu gereği hiçbir müdahalede bulunamayacağını ve sonuçta bu olayın diğerleri gibi devletin kirli siciline geçeceğini düşünmüştüm. Devrimci demokratik güçlerin ve özellikle Alevi derneklerin tepkileri, olayı protesto edip kınarken, bu kalkışmanın esas hedefinin Aleviler olduğunu her fırsatta söyleyip durdular. Ben de Alevi bir aileden geliyordum. Ne var ki hiçbir zaman Alevilik yapmadığım gibi sosyalist olmanın dışında bir aitliğim yoktu. Siyasi bir partinin temsilcisi olarak elbette ki bu olayı şiddetle kınamalıydım. Danıştığım dost Arap, Filistinli güçler, tüm komünist parti ve kurtuluş hareketlerini bir toplantıya çağırarak kınamanın daha etkili olacağını onaylayınca, 3 Temmuz’da toplanan güçlere olayın gerçekleşme şekli ve amacı hakkında bilgi sunarak Arapça bir bildiriyle Çiller-SHP iktidarını ve olayın ardındaki gerici güçleri kınadık. Sunumda zorlandığım esas konu Alevilerden bahsetmekti, zira katılan temsilciler arasında Alevi olmadığı gibi on yılı aşkın mücadelemde, ilk defa inanç konulu bir toplantıya, soru ve cevaba vakıf olmuştum. Yüksek sesle Alevilerin katledildiğini anlattım. Tabii ki, devlet-iktidar partilerin; tek din, tek dil, tek millet uygulamalarıyla, 70 yıl boyunca inkar ettikleri, Kürt, Ermeni, Arap, Laz, Çerkes, Süryani halkların yanı sıra, Alevilere yönelik, baskı, zulüm ve katliamların bir devlet politikası olduğunu da anlattım, İttihat ve Terakki’nin, Kemalizme devrettiği mirasın ulus devlet inşasında, başta Kürtler olmak üzere tüm kimlik ve inançlara karşı nasıl katliam olarak tecelli ettiği bilinmeliydi.


Katliamın Türkiye tarihinde karanlık bir sayfa olarak devlet hanesine geçtiğini biliyoruz. Üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen bunun bütün boyutları ve temel hedeflerinin netleşmemiş olması bir şeye işaret ediyor. Türkiye’deki kutuplaşma ve cepheleşme, kimi tarikatların diğer grupların inançlarını yok sayması değil, devletin bu tarikatları koruduğuna işaret ediyor.


30 yılda toplumsal grupların mücadelesiyle çok şeyler değişti ama devleti İslamlaştırma ve tekleştirme zihniyetinin tüm kodları çok daha belirginleşti. Önemli olan şudur, gelinen aşamada devletin evrimleşerek değişmesinin imkansız olduğu ve bu sisteme karşı olan bütün grupların ortak mücadelesiyle bu durumun değiştirilebileceğinin gereği ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, 2 Temmuz Katliamı yalınızca Alevilerin sorunu değildir, olmamalıdır.


Şule Can: “Sivas Katliamı. Türkiye’de Alevilere dair olan ve ol(a)mayan her şeyin özeti”

Sivas Katliamı (kamu) davasının 2014 yılında zaman aşımına uğradığı haberiyle beraber hissettiğim hayal kırıklığı “adaletin tecellisi”ne dair naif beklentiden ötürü olmalıydı ki, Türkiye’de Alevilere yönelik şiddetin hiçbir zaman cezalandırılmayacağından bir kez daha emin olmuştum. 2 Temmuz 2023’e, yani Sivas Katliamı’nın 30. yılına girerken şiddetin, deprem sonrası şiddetin en büyüklerinden birine tanıklık etmiş Antakyalı bir Alevi olarak değişmeyen bir örüntü dönüp duruyor kafamda. Otele saldırı başladıktan sonra saatlerce içeride kurtarılmayı bekleyen göz göre göre ölüme terk edilmesi, 6 Şubat depremi sonrası Antakya’da ölüme terk edilenlerle ne kadar büyük bir benzerlik taşıyor, öyle değil mi? İşte bu örüntü Alevilerin öldürülmesi, ölüme terk edilmesi, diri diri yakılması tarih boyunca tekerrür eden şiddeti gösteriyor.


Sivas Katliamı, Türkiye’de muhafazakar, İslamcı ideolojinin nüfuz ettiği alanın – bu hiçbir şekilde azımsanmayacak bir alan – Alevi katliamlarını ve/veya Alevileri dışlamanın “normalleştirilme” ve meşrulaştırma konusunda ne denli başarılı olduğunu gösteriyor. Sivas Katliamı’yla beraber Alevilere yönelik tüm şiddet eylemlerinin baltaladığı en önemli şey bence birlikte yaşam. Birlikte, eşit koşullarda ve farklı inanç ve kültürleri “yeterince” tanıyan bir birlikte yaşam modelinin imkansızlığını yüzümüze vurduğu için ayrıca can acıtıcı ve düşünülmesi gereken bir mesele bu katliamlar.


2014 yılında zaman aşımı haberleri sonrası söylenen ve hatırımdan çıkmayacak olan en önemli şey “insanlık suçunun zaman aşımı olmaz” idi. Sivas Katliamı gibi Türkiye tarihinde pek çok katliamı tekil bir örnek ve kendi içinde dönemin gerekliliği gibi gösteren bir “tarih ve hafıza” anlayışımız var. İşte bu normalleştirmenin başat sebebi. Alevilere karşı işlenen suçların “insanlığa karşı suç” kapsamında olduğunu söylemek hala suç. Sistematik olarak var olmuş ve devam eden şiddetin türlü hallerinin gelecekte de durmayacağına dair en önemli olaylardan biridir Sivas Katliamı. Türkiye’de Alevilere dair olan ve ol(a)mayan her şeyin özeti niteliğinde. Alevilerin yalnızlığını hatırlatan ve var olma mücadelesinin hiç bitmeyeceğini çünkü yok etmek isteyenlerin hiç bitmediğini gösteren en önemli olay belki de.


Selim Matkap: “Beni en çok yaralayan şeylerden biri de insanların mecburen kınıyormuş gibi görünmeleriydi”

1972 doğumluyum. Çocukluğum 12 Eylül’ün gölgesinde geçti. Ailemin ve çevremdekilerin kimliğini açık etme, bunu ön plana çıkaracak şeyler yapma telkinleriyle büyüdüm. Fakat o dönemde Kürt hareketinin de yükselişiyle kimliğini ortaya koyarak mücadele etmenin önem kazandığı zamanlardı. Üniversitede telkinlerin tam tersine bunun için mücadele eden, kimliğimi ortaya koyan bir siyasi çizgide yer aldım. Etrafımdakiler bundan sürekli endişe ederlerdi. Katliam da bu endişeyi körükleyen bir etki yarattı.


Üniversiteyi Samsun’da okuduğum için Antakya’ya giderken otobüs Sivas’tan geçerdi. Gece karanlığında soğuk, ıssız ve sessiz bir yerdi. Bana sürekli Amerikan filmlerindeki tekinsiz Western kasabalarını hatırlatırdı. 2 Temmuz’da Antakya’da evde katliamın haberlerini izlerken Alevileri öldürenler buradakilermiş diye otobüs camından gördüğüm o sahneleri hatırladım.


O dönemde hükümeti ve en çok Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’yü suçladığımı hatırlıyorum. Çevremdekilerde de aynı hisler vardı. O telefonları açabilirdi, hükümet ortağı olarak bir şeyler yapabilirdi, bu katliamı engelleyebilirdi diye düşünüyorum. O dönemde beni en çok yaralayan şeylerden biri de insanların, siyasi partilerin ve sivil toplumun bu katliamı mecburen kınıyormuş gibi görünmeleriydi. Gerçek bir mahcubiyetten ötürü değildi tepkileri, kamuoyu baskısıyla kınamış olmak için kınadı birçoğu.


58 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page