"" için 157 öge bulundu
- Depreme İnanmamak
Vakıflı köyünün girişindeki kahvede ahşap masada bir iskambil oyunuyla başlıyoruz. Masaya iskambil kağıtlarını dizerek bana dikkatle izlememi söylüyor. Öncesinde, boş bir kâğıdın en üstüne rakamların hangi harflere karşılık geldiğini yazmıştı. Benden rastgele seçmemi istediği kartların değerlerini not edip, kâğıdın üstünde, onun direktifleriyle toplama ve çarpma işlemleri yapıyorum. Sonunda vardığımız çok basamaklı sayıdaki rakamların, hangi harflere karşılık geldiğini ona söylememi istiyor. Bütün bu dört işlemde vardığımız çok basamaklı sayı, benim ismim ve soy ismimi ortaya çıkarıyor. Umuyor ki dikkatle izledim, çünkü öğrendikten sonra bu iskambil numarasını ben de kullanabileceğim. Bu oyunu takip etmeye çalışırken bir yandan da depremin aslında bir deprem olmadığına dair karşılaştığım ilk hikâyeyi de dinlemiş oluyorum. Doktora çalışmamın parçası olarak yaptığım ziyaretteki karşılaşmalarımı tamamen yönetebileceğimi düşünmüyordum ama depreme dair alternatif açıklamaların bu kadar yaygın olacağını da beklememiştim. Bu yazının çıkış noktası, depremden sonra Antakya bölgesine depremden sonraki dönemde yaptığım üç ayrı ziyarette depremin aslında ‘ne’ olduğuna dair duyduğum anlatılar. Yaptığım ziyaretlerde görüşmecilerin hiçbirine depreme inanıp inanmadıklarını sormadım. Ama görüşmelerim sırasında depremin gerçekliğine dair farklı inanışlar olduğunu gördüm. Bu görüşler bölgeden olup depremi Antakya’da yaşamayan ve daha sonra bölgeye gelen bir kişi ile hem bölgeden olup hem de depremi ve sonrasını orada geçirmiş iki kişinin anlatılarına dayanıyor. Yani aslında bu yazının konusu, Şubat depremlerine yönelik ‘komplo teorileri’ de diyebiliriz. ‘Komplo teorisi’ yerine ‘anlatı’ demeyi tercih etmemin sebebi, anlatıların bir veri olarak değerlendirilebileceği fikrini ciddiye almak. Bu yazıda, söze dökülen iddiaların doğruluk, yanlışlık ya da geçerliliğini tartışmak ya da tartışmaya açmak yerine, dinlediklerimi felaket sonrası ortaya çıkan anlatılar olarak görerek, neden depremden konuşmaya başlayınca bu görüşlerin de yüzeye çıkmaya başladıkları üzerine düşünmek istiyorum. Greg Dening, tarih anlatıları ile ilgilenen bir antropolog. Ben de onun Pasifik’te kültürlerarası karşılaşmada, William Gooch adında bir Avrupalının öldürülmesinden yola çıkarak geçmişi nasıl bildiğimizi tartıştığı kimi terimlerden faydalanacağım.[i] Dening, şimdiki zamana yayılan, biçim değiştirmiş, tercüme edilmiş, yorumlanmış, özetlenmiş geçmişlere Tarih diyelim diye öneriyor. Tarih, o halde, bir şimdi oluşturmak üzere geçmişi sembolik biçimlerde kodladığımız yollar olmalı. Geçmiş, yalnızca deneyim değil; metinlere dönüşmüş, yani, yazılmış, söylenmiş ve maddi nesnelerde yakalanmış metinlerdir. Anlamak için kültürel kodlarına sahip olduğumuz, okumayı öğrendiğimiz bu metinleri, Dening, “metinleşen geçmişler” diye tanımlıyor. Dedikoduyu ele alalım. Bir dedikodunun tarihi sahneye koyuşunda, gerçeklik yargısındaki kararımızı erteleyip, dedikodunun bize dayattığı katılma biçimlerine uyarız. Tarihleri canlandırıyoruz ve hayatlarımızı onları sahnelediği anların eleştirmenleri olarak yaşıyoruz. Pasifik çalışmalarında kendine özgü bir anlamı olan ‘kargo’ kelimesinden yararlanarak, ‘metinleşen geçmiş’i şöyle açıklıyor Dening: Kargo, sahilde karşılaşılan maddi kültür nesnelerini işaret eder; demir keski, İncil, ya da tüfek gibi. Ait olduğumuz kültürde nesneleri “okuyacak” kodlara sahibizdir. Nesneler kültürler arası sınırları geçtiklerinde ise anlamlarını yeniden icat etmek gereklidir. Metinleşen geçmiş, tıpkı maddi nesneler gibi, takip eden geleceklere bir ‘kargo’dur, her zaman onu yeniden icat eden şimdilerde ‘karaya çıkar.’[ii] Benim için, depreme dair anlatılar, Greg’in terminolojisi ile “metinleşen tarihler,” depremin nasıl meydana geldiğini anlattıkları için değil ama depremi Antakya’nın geçmişine karşı okudukları için anlamlı. Hem geçmişten gelen mülkiyet ilişkilerinin nasıl örgütlendiğini, hem de depremde en geniş çaplı yıkıma uğramış bölgenin yeniden yapılırken yeniden örgütlenen mülkiyet ilişkilerini yorumlama, dahil olma, dışarıda kalma, buna karşı tutum alma biçimlerine dair iddialar içeriyorlar. Önce duyduklarımı anlatacağım, daha sonra bu anlatıları okumanın kurduğu yakınlıkları ile ilgilenerek vardığım birkaç sonuçtan bahsedeceğim. Patlayıcılar döşenmiş yeraltı tünelleri Vakıflı köyünde kahvede karşıma çıkan anlatının temelini afetin büyüklüğü oluşturuyor. Anlatıcı, şunu sorarak başlıyor: “Deprem olduğu zaman filanca yerde deprem oldu diye duyarız. Bir değil, iki değil, on bir il yıkıldı; bu kadar büyük bir yıkım deprem olabilir mi?” Ben Suriye’deki etkisini ekliyorum. Depremin ne olduğuna dair inanışı, böyle büyük çaplı bir yıkımın deprem olarak nitelenmeyeceği sonucuna götürüyor onu. Peki o zaman bu yıkımı nasıl açıklayabiliriz? Ben burada doğdum, ömrüm boyunca burada yaşadım, bütün bu topraklarda ne kadar gedik var, avucumun için gibi bilirim, diyor. Ona göre, Suriye ve Hatay’ı yer yer üstündeki sınırları gözetmeden kapsayan yeraltı tünellerine patlayıcı yerleştirdiler ve hepsini 6 Şubat’ta bir anda patlattılar. Deprem hikayesinin ardında böyle bir patlama olduğundan emin ama fail konusunda net bir görüşü yok. Ancak böyle büyük bir eylemin altından kalkabilecek bir fail olmalı. Böyle bir patlamanın neden düzenlenmiş olabileceğiyle ilgili olarak da kendisinin hâkim olamayacağı bir bilgi ve ilişki ağına işaret ediyor. Harp gemisi, Deprem çubukları Depremle ilgili ikinci anlatıyı, konuşmayı benim başlatmadığım bir karşılaşmada dinliyorum. İskenderun-Arsuz dolmuşunda yan yana oturduğumuz biriyle sohbete başlıyoruz. Birkaç yıldır yurtdışında yaşıyor. Benim bir Amerikan üniversitesinde doktora yaptığımı öğrenince benim Amerika’da kalmaya devam edebileceğimi söylüyor. Amerika’da sağlık hizmetlerine erişimin zorluğundan bahsedince belki de Amerika yerine Kanada’da yaşamamın en doğrusu olacağı sonucuna varıyor. Bu henüz bir ön sohbet. Belli bir tanışıklığın sağlanmasının ardından, Arsuz’a yaklaştıkça belirginleşen yıkıntı izlerinden, depremden konuşmaya geçebiliyoruz. Vakıflı köyünde bir sohbette depremin aslında deprem değil, bir patlama olduğunu duyduğumu aktarıyorum. Buna “Tabii, sen inanıyor musun deprem olduğuna?” diye karşılık veriyor. Ancak onun anlatısı, Vakıflı’da duyduğum anlatıdan farklı. Bana İstanbul Boğazı’na gelen gemiye dair haberleri mutlaka görmüş olmam gerektiğini söylüyor. Gemi, birkaç günü İstanbul Boğaz’ında geçirdikten sonra Akdeniz’e inmiş. Geminin Boğaz’dan Akdeniz’e inmesiyle depremin zamanı örtüşüyor. Bu harp gemisinden uzaya gönderilen sinyallerle, bu gemiden değil ama geminin uzayda bağlantı kurduğu uydulardan bölgeye gönderilen ‘deprem çubuklarının’ sarsıntıyı tetiklediğini düşünüyor. Teknolojinin böyle bir müdahaleyi mümkün kılacak kadar gelişmiş olduğuna güvenebilirim. Neden depremin, asıl hedef olduğunu söylediği İstanbul’da değil de Antakya bölgesinde olduğunu soruyorum. İstanbul’da deprem olmadığını çünkü fayların deprem yaratmaya hazır olmadığını, sinyallerin burada deprem yaratamadığını söylüyor. ‘Deprem çubukları’ dediği zaman kafamda lazer ışınları belirmişti ama konuşmamızın akışı içinde anlatıcıdan tam olarak neyi kastettiğini açıklamasını istemedim. ‘Deprem çubukları’ epey davetkar bir terim olduğu için internette aramaya başlıyorum. Bu terimi ilk kez Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım, bir konferansta yaptığı konuşmada kullanmış.[iii] Lazer ışınlarına pek de benzemeyen bir şey tarif ediyor gibi: “uzaydan atılan titanyum alaşımlı 10 metre çubuklar.” Deprem çubuklarını araştırırken konuşmamızda geçen ‘harp gemisi’ni de yanlış anladığımı fark ediyorum. Boğaz’dan geçerek Akdeniz’e gelen bir savaş gemisi yerine aslında HAARP’a bağlı bir gemiyi anlamam gerekiyordu. Yani Amerikan hava ve deniz kuvvetleri tarafından finanse edilen “Yüksek Frekanslı Etkin Kutup Işıkları Araştırma Programı” (HAARP). Konuşmamızın başında doktora yaptığım ülkede bir hayat kurmamı dileyen, benimle bunun imkanlarını tartışan kişi, yine bana aynı ülkenin felaketin faili olduğunu anlatıyordu. Ben Amerika’dayım ama dedim, ben de zaten oradasın diye sana bunları sana anlatıyorum diye cevap verdi. “Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer” Başka bir görüşmemde hem Vakıflı köyünde hem Arsuz dolmuşunda duyduğum hikayelerden bahsedip, pek çok kişiden depremin gerçek bir deprem olduğuna inanmadıklarını dinlediğimi söylüyorum. Görüşmecim buna “Elbette,” diye cevap veriyor ve böylece onu da dinlemeye başlıyorum. Diğer iki anlatının aksine, depremin nasıl olduğuna dair ayrıntılı bir açıklaması yok. Bunun yerine, Antakya’nın konumu ve önemini iyice kavramamın önemiyle söze başlıyor. Dünyanın ikinci kilisesinin burada olduğunu, Bizans döneminde limana kral ve kraliçe için kayıklarla gelen taze sebze ve meyveleri, 80’li yıllarda Samandağ çevresinde yaptığı gezintilerde karşılaştığı ama daha sonra yağmalandığını söylediği mağara kilisesi kabartmalarını anlatıyor. “Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer.” Bu konuşmada Antakya aslında sürekli daha kötüye giden koşullarda, eksilen, yağmalanan, yok olan bir yer aynı zamanda. Deyim yerindeyse, bir türlü yakasını bırakmayacakları türden bir yer. Burada, yine, faili tam olarak bilemiyoruz. Arsuz’da yaptığım bu görüşmede telefonundan Antakya’da yıkılmış mahallesinde ayakta duran evinin fotoğrafını gösteriyor: “Evim yıkılmadı ama burada yaşanabilir mi?” Komşularını sorduğum zaman çok anlatacak şey var deyip konuyu nazikçe sessizleşerek kapatıyor. Konuştuğum üç kişinin de böyle kayıpları var. Antropolog Christian Dole, araştırma sahasını “felaket-sonrası Türkiye” olarak kavramlaştırırken 1999 depremi sonraki zaman-mekâna gönderme yapıyor. [iv]Dole, geçmişle süren güçlü bağlar ve yaşanabilir bir geleceğin inşası arasında, kaybı ve ‘yaşamaya devam etme’ deneyimini iyimserlik bağlamında ele alıyor. Kendini ‘meşgul etmek’ de yaşamaya devam etmeninin bir stratejisi olarak karşımıza çıkıyor diye öneriyor. Kendini meşgul etmek, başkalarıyla meşgul olmak da olduğu için sosyal bir bağlamı var. Tekrarlanan “Hayat devam ediyor” cümlesindeki belirsizlik içinde geleceğin başka türlü olabileceği fikrine bağlılık etrafında örgütlenen bir yaşama yönelik olma durumu. Depreme yönelik anlatılarda, kendi dışında olan ve daha önce ve başka yerlerde olduğu gibi yaşamın koşullarını belirleyen baş edilemez bir kuvvet var. Bunun da bir çeşit teslimiyet anlamına da geldiğini düşünüyorum. Ama bence bu anlatılardan varabileceğimiz sonuç yalnızca bu değil. Dole, yıkıcı ve kompleks bir olay olan deprem, kanıta dayalı suçluluk ve tazmin edilebilir zarar çerçeveleri ile hukukun gramerine kolayca tercüme edilmediğini söylüyor. Deprem söz konusu olduğunda sorumluluk nasıl isnat edilir?[v] Hukukun, büyük çaplı bir felaket karşısında suçu tanımlama ve isnat etme konusundaki yetersiz kaldığına değiniyor. Yas, belirli bir tarihsellik içinde şekillenmiş olan şimdinin yapısal gerçeklikleriyle buluşuyor diyor Dole. Yalnız, bu analizde şimdiyi şekillendiren tarihselliğin tam olarak ne olduğunu anlayamıyoruz. Buna göre, sonuç kısmında depreme dair anlatıların geçmişi nasıl bildiğimize dair ne anlama geldiğine dair birkaç şey söyleyeceğim. Sonuç yerine Yakın zaman önce Fransa’nın, Cezayir’de, ilkini 1960’ta gerçekleştirdiği, toplam 57 nükleer denemenin, Cezayir’in sömürge statüsünün sona erdiği tarihin ötesine uzanan etkileri ile ilgili bir haber yayınlandı.[vi] Haber, Cezayir çölündeki askeri tesisin, 1968 yılında sökülerek Cezayir’e teslim edildiğini yazıyordu. Cezayir çölünde yapılan nükleer testlerin birinde, çevredeki şehirleri sarsan bir patlama meydana gelmiş, düzgün kapatılmayan bir yeraltı deliğinde atmosfere radyoaktif madde sızmıştı. Haber, Cezayir devletinin, Fransa’dan nükleer atıkların gömdüğü yerleri gösteren topografik haritaları talep ettiğini, buna karşın Fransa’nın nükleer test arşivini teslim etmeyi reddettiğini yazıyordu. Fransa’nın Cezayir’de yaptığı nükleer testlerle ilgili haberin, Vakıflı’da duyduğum deprem anlatısını aklıma getirmesinin nedeni bazı anahtar kelimeler. Yeraltı delikleri, sarsıntı gibi… Bu kelimelerin benim için kısa süre önce yaptığım bir görüşmeyi hatırlatması şaşırtıcı değil. Depremin ve nükleer testlerin bir araya gelmesinin ise çağrışım dışında bir ilgisi yok. Öyleyse, birisi tarihsel talep, diğeri ‘komplo teorisi’ olarak cisimleşen bu geçmişler iki bambaşka düzleme mi ait? Eğer Cezayir’deki nükleer testlerin tazminat talebinde form bulan bu varlığı olmasa, ona dair anlatılar başka kanallarda sızıp, konuşmalarda ifade edilip, hayatlarına farklı biçimlerde devam edecekti. Sonuç yerine söylemek istediğim bir iki şey var. Birincisi, depremi toplumsal boyutları ile gündeme getirmeye ve gündemde tutmaya gayret eden tüm konuşmalarda, depremi tekil bir olay olarak görmemek, takip edebileceğimiz geçmişlere doğru izini sürmenin mümkün olduğu bir mülksüzleşmenin en son halkası olarak değerlendirmek gerektiğinin tekrar tekrar vurgulandığı. Depreme dair anlatıların bu takip etme çizgisinde sistematik olarak kanıtlama zorunluluğu duymadan aynı noktaya değindiğini düşünüyorum. İkincisi, bölgede kesişen emperyalizmleri tanımlayabilecek yeterli kavramsal araçlara sahip olmadığımız için anlatılarda görünüp kaybolan ama tarif edilemeyen bir emperyalizm vurgusu taşıdığını söylemek mümkün. Tarih okumasının nasıl sahneye konulduğuna bakarak, tarihsel zamanı parçalara ayırmak zorunluluğundan muaf olan bu anlatıların emperyalizmi içerebildiğini söyleyebilirim. Şimdilerde ‘karaya vuran’ metinleşen geçmişin, deprem-sonrası tarihsel anın anlamlarla ‘doluluğunun’ bir parçası olduğundan bahsettim. Bu yalnızca kalkıp gidince meydana çıkan bir şeydi. Öne çıkan görsel kaynak: Pexels/Doruk Aksel Anıl [i] Greg Dening. 1995. The Death of William Gooch: A History’s Anthropology. Melbourne University Press. [ii] Ibid, 24. [iii] Oda TV. 17 Şubat 2023. “Uzay Ajansı Başkanı ciddi ciddi anlattı… Uzaydan atılan titanyum deprem çubukları.” https://www.odatv4.com/guncel/uzay-ajansi-baskani-ciddi-ciddi-anlatti-uzaydan-atilan-titanyum-deprem-cubuklari-271114. Erişim: 8 Eylül 2023. ` [iv] Christopher Dole. 2022. “The Optimism of Catastrophe: Loss and Liveable Futures in Post-Disaster Turkey.” Ethnos. [v] Ibid, 13. [vi] Ali Yahi. 24 Ağustos 2023. “Fransa’nın Cezayir çölünde yaptığı nükleer denemeler, sessizliğe gömüldü.” Independent Türkçe.
- 'Antakya'nın gerçek mirası, insanlarının yaşamı ve geçmişidir'
Sohbetimizin ikinci kısmında (ilk kısmı için burayı tıklayınız) Andrea De Giorgi Nehna'ya bölgedeki depremlerin uzun tarihini ve yüzyıllar boyunca Antakya'yı nasıl yeniden şekillendirdiğini anlatıyor. İtalyan arkeolog, geçmişteki depremleri kentin modern tarihiyle ilişkilendiriyor ve sonuncusu da dahil olmak üzere bu depremlerin hem miras hem de hayatta kalma açısından bölge arkeolojisi için ne anlama geldiğini anlatıyor. Ona göre, Antakya'nın mirasının en önemli yönü, sadece maddi tarihi değil, M.Ö. 300'de kurulduğundan bu yana kenti ve çok kültürlü, çok dilli nüfusunu karakterize eden kozmopolitizm, senkretizm ve hoşgörünün uzun yaşamlı tarihi. De Giorgi, ekonomik ve siyasi çıkarları kentin tarihi ve geleneklerinin önüne koyacak kötü planlanmış yeniden inşa projelerinden endişe duyuyor, ancak Antakyalıların eninde sonunda kentin ve geleceğinin kontrolünü ele geçireceklerinden ve yüzyıllar boyunca yaptıkları gibi kenti çoğulcu bir yerleşim bölgesi olarak yeniden şekillendireceklerinden de emin. Bir arkeolog olarak, kentin arkeolojik olarak bize anlatacak çok şeyi olduğuna ve antik dünyanın günümüze ulaşan en önemli kent merkezlerinden biri olarak tarihinin hala yazılmakta olduğuna ve Helenistik ve Roma döneminin ötesini düşünerek, tekrarlanan yıkımlarından ziyade uzun sürekliliğine vurgu yapılması gerektiğine inanıyor. Röportaj: Arie Amaya-Akkermans Antakya'nın antik dönemdeki tarihinden bölgenin geçmişte çok sayıda depreme maruz kaldığı iyi biliniyor, fakat kitabınızdan kaç tane olduğunu öğrenince şaşırdım. M.Ö. 1. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki dönemde elliden fazla depremden bahsediyoruz. Evet, çok vardı. Buranın özelliği, bu tekrar eden olayların yarattığı yıkıma rağmen, toplulukların hayatlarına devam etmesi ve insanların her zaman kollarını sıvayıp işlerine geri dönmesidir. Tüm bu depremler modern arkeolojiyi ve olanaklarını nasıl etkiledi? Antakya'daki deprem elbette büyük bir felaket ve arkeolojik açıdan da iyi değil. Teorik olarak, topografyayı daha iyi anlamak için enkaz temizlenirken bazı arkeolojik çalışmalar yapmak için bir fırsat olabilirdi, bu da neyin inşa edilip edilemeyeceğini anlamada etkili olabilirdi. Ancak Türkiye'de hükümet yeniden inşa planlarıyla tamamen farklı bir yöne gidiyor. Kayseri ya da Konya gibi uzak yerlerden gelen ve Antakya'nın ne olduğu, tarihi ya da gelenekleri hakkında hiçbir fikri olmayan mimar ve inşaatçılar hakkında hikayeler duyuyoruz. Ama mesele sadece bu değil. İçimden bir ses, hükümetin yeniden inşa konusunda bir uzlaşma sağlamak isteyeceğini ve inşaat sektörünün cumhurbaşkanının siyasi mekanizmasındaki ana varlıklardan biri olması nedeniyle, mümkün olduğunca hızlı ve mümkün olan en yüksek inşaatı yapmaya çalışacaklarını söylüyor. Antakya bölgesinde TOKİ inşa edip etmediklerini bilmiyorum ama en azından çok benzer bir şey yapacaklardır. Ellerinde şehirlerin nasıl görünmesi gerektiğine dair bir şablon var. Öncelikle yerinden edilme ve ardından tam merkezde, bölgede var olabilecek her türlü kültürel veya sosyal heterojenliği görmezden gelen renkli toplu konut projeleriyle çevrili bir alışveriş merkezi. Editörlüğünü yaptığınız bir kitap için Jordan Pickett'in Antakya'nın Roma ve Helenistik dönemlerdeki depremlerden sonra yeniden inşa projelerine ilişkin katkısını okurken, bu projelerin şu anda uygulamaya konulacak olan master plandan çok daha ayrıntılı ve iyi düşünülmüş olduğunu gördüm. Antakya'daki insanların bu konuda güçlü hislere sahip olduğunu ve miraslarını yaşatma konusunda kararlı olduklarını biliyorum ama hükümet bu konuda pek konuşmuyor. Kitabın başında ve sonunda Antakya halklarının mirasından bahsediyorsunuz ve buranın büyüklüğünü, tarihini ve geçmişini özetliyorsunuz. Antakya'nın gerçek mirasının halklarının yaşamları ve geçmişleri olduğunu ve yatay olarak çok katmanlı bir şehir ve toplumda farklı toplulukların, tarihlerin, tarzların bu garip birleşimi olduğunu söylüyorsunuz. Elbette bu devletin istemediği bir şey, zaten hiçbir zaman da istemediler ve şimdi bunu tamamen silmek için ellerine eşsiz bir fırsat geçti. Garip bir şekilde, sanki Antakya'dan geriye kalan tek şey, derin tarihsel anlamda Samandağ'daymış gibi hissediyorum. Samandağ ve Seleucia Pieria'yı düşündüğümde, hiçbir zaman derinlemesine araştırılmadığını görüyorum. Geçmişte denedik, fakat Hatay'daki koşullar, diğer araştırmacılara yer olmaması ve her şeyi sıkı bir şekilde kontrol etme istekleri göz önüne alındığında, gerçekten başaramadık. Bu talihsiz bir durum. Samandağ, Delta ve Seleucia Pieria'da, tarih boyunca büyük şehirden süzülüp gelen kültürel olguların mükemmel bir yansıması var. Samandağ hiçbir zaman tam olarak inşa edilmediği ya da bitirilmediği için deprem sırasında tamamen yıkılamadı. Belli bir dereceye kadar güvenli bir yer olmaya devam ediyor, çünkü her zaman olduğu gibi hala yapım aşamasında. Arapça konuşulan çoğunluk/azınlıkların yeri bir tür sınırdır ki her zaman bu sınır daha da aşağıya itilmiş ve şimdi Suriye’yi saymazsanız onları itecek hiçbir yer yok. Ve Samandağ hala yaşıyor, Antakya'nın kuzeyinde olduğu gibi hiçliğin ortasında bir konteyner kent değil. Açıkçası beklentiler olumsuz ve işler iyi görünmüyor ama bir depremden sonra bölgenin bir başka büyük ölçekli dönüşümü için alan olabileceğini düşünmek istiyorum. Antakya'daki insanların dayanıklılığına ve inanılmaz direncine güveniyorum. Antakya halkında çok fazla acı, kızgınlık ve keder var. Memleketlerine nasıl tutunduklarını görebiliyorsunuz, bu yüzden nihayetinde bir gelecek sağlayacak ve bu kalıntıları bir yaşam duygusu, bir umut duygusu ve bir gelecek duygusuyla dolduracak gücün bu olacağına inanıyorum. Arkeoloji hakkında saatlerce konuşabiliriz ama asıl önemli olan insanların evlerine geri dönmeleri, elektrik ve suya kavuşmaları ve Antakya'da ya da başka bir yerde hayatlarını yeniden inşa edebilecekleri bir alana sahip olmalarıdır. Yardım almaları gerekiyor, 2023'te işler bu şekilde olmamalı. Antakya'da tarihin ve mirasın inşa edilme ve yeniden inşa edilme biçimi, kentteki modern miras söylemlerinde Hitit kralı Suppiluliuma'nın yıldızlaşma hikayesini düşündürüyor. Eğer 2022 yılında Antakya'ya turist olarak gittiyseniz ve bu ilk gelişinizse, Suppi'nin kentin tarihindeki en önemli kişi olduğunu düşünürdünüz. İnanılmaz derecede meşhur. Ve her hediyelik eşya dükkanında Atatürk ve Büyük İskender'le aynı rafta yer alıyor. Dondurmacıda, berberde, takside ve siz bu çok ünlü kişinin kim olduğunu merak ediyorsunuz. Aslında bu kişi hakkında bildiğimiz tek şey adı. Heykel hakkında henüz akademik bir yayın yok ve on bir yaşında olduğunu biliyoruz, çünkü heykel ancak 2012 yılında Tell Tayinat'ın Demir Çağı yerleşkesinde keşfedildi. Yani Antakya'nın mirasının simgesi olarak sadece on yıl önce keşfedildi. Bu bana Antakyalıların miras olarak gördükleri şeyde bir akışkanlık, bir esneklik olduğunu düşündürüyor. Onu gördüğünüzde Büyük İskender kadar ünlü olduğunu düşünürsünüz. Ya da belki daha ünlü. Ama onun hakkında hiçbir şey duymamışsınızdır ve aslında çok az bilinen bir karakter. Çok kısa bir süre içinde çok önemli bir figür haline geldi. Şehrin ikonografisinin bir parçası. Böyle bir şey ancak Antakya'da olabilir. Yani gelecek hâlâ açık. Aslında, arkeolog Tim Harrison geçen gün bana telif hakkını aldıklarını söyledi, yani her türlü minyatür kopyanın üretimi için telif haklarını elinde tutan bir dernek veya şirket var. Antakya'da sokak ve çarşı, 1905, Gertrude Bell Arşivi Bu hikaye size Hatay hakkında gerçekten bir şeyler anlatıyor. Oraya gidip bu ailelerle birlikte yaşadığınızda ve bu insanlarla günlük yaşamlarını paylaştığınızda, her şey çok sıradan görünüyor, sanki Türkiye'nin herhangi bir yerinde olabilirmişsiniz gibi. Ancak zamanla, katmanları soymaya başladığınızda, bu toplulukların bazı bölümlerinin Türkiye'ye ne kadar zayıf bir şekilde entegre olduğunu ve entegrasyonun çoğunun kelimenin tam anlamıyla silah zoruyla yapıldığını görmeye başlıyorsunuz. Birçok evde bir büyükannenin Türkçeyi akıcı bir şekilde konuşmadığını söyleyebilirsiniz. Bazen de hiç konuşmuyorlar. Burası bir sınır bölgesi olmaya devam ediyor ve pek çok açıdan bu haliyle tam olarak istenmeyen bir sınır bölgesi. Bu konuda bir sınırda olma hali var ve depremden sonraki yıllarda bu sınırda olma halinin ne olacağını ya da ne hale geleceğini gerçekten bilemiyoruz. Kitapta 19. yüzyılın sonlarından ve Osmanlı İmparatorluğu'nun sonlarına doğru yaşanan dönemden bahsediyorsunuz ve öyle görünüyor ki, Osmanlılar ister Hıristiyan ister Müslüman olsun, oradaki kültürel miras öğeleriyle pek ilgilenmemişler. Burada Osmanlı döneminin neyi yapıp neyi yapmadığına girmeye gerek yok, ancak en azından Ermeni Soykırımı günlerine kadar bir tür çok kültürlü topluma sahip olduğunuzu ve dini inançların, etnik kökenlerin bir araya geldiği bir topluluk hissi olduğunu iddia edebilirsiniz. M.Ö. 3. yüzyılda Büyük İskender tarafından kurulduğundan beri şehrin DNA'sı bu oldu. Bölgenin Helenistik öncesi tarihini düşündüğünüzde bile, farklı etnik gruplardan (Hitit, Hurrili, Yunan, Mari, Sami vb.) güneşin altında mutlu yaşamlarını sürdüren birçok halkla bu çok benzersiz duruma sahipsiniz. Ama arada bir dinlerini ve dillerini değiştiriyorlar, geçmişten gelen unsurları yeni bir kültürel forma taşıyorlar, yine de aynı yerlerde yerleşik kalıyorlar. Tıpkı Alevilerin Daphne ve Apollo efsanesiyle ünlü Harbiye şelalelerinde ibadet etmeleri gibi... Bu bölgede her türlü olasılık var. Kiliselerin senkretizmleri (farklı inanç ve uygulamaları bir araya getirmek) çok farklı değil. Atalardan gelen davranışların sürekliliği. Geçmişte Alevileri dini zulümden kurtarmak için onları saklayan Samandağ'daki Rum Ortodokslar ile Aleviler arasındaki yakın bağları da düşünün. Alevi iken şimdi Rum Ortodoks ya da Müslüman olan ya da tam tersi olan ailelerin din değiştirmeleri söz konusu. Asla bir araya getirilemeyecek birçok farklı unsurdan oluşan bir dağılım söz konusu. John Chrysostom'un vaazlarında Hıristiyanların sinagoglara gitmesinden ya da Yahudilerin kiliseye katılmasından şikâyet ettiğini okuyabilirsiniz. Sonra da bazı pagan festivallerine katılmak için Dafne'ye giderler. Bu Antakya'da çok sık görülen bir olay - dini otoriteler senkretizmden şikayet ederler. Tüm bunların sonunda, Antakya'yı sarsan birçok depremin ve M.S. 526'da Antakya tarihinin en büyük depremi de dahil olmak üzere bunların sonuçlarının ve yeniden inşalarının farkında olan bir arkeolog olarak, ileride ne görüyorsunuz ve bölgenin gelecekteki arkeolojisinde ne beklemeliyiz? İyimser bir bakış açısı sunmak istiyorum. Antakya halkının şehirlerinin yeniden inşasında yer alacağına inanmak istiyorum ve yerinden edilen insanlara yeni konutlar ve yeni fırsatlar sunacak, mantıklı ve sürdürülebilir bir yeniden inşanın gerçekleşmesi gerektiğinden eminim. Bu yeniden yapılanma, bölgenin uzun tarihini dikkate alan, sadece Roma dönemine ait olması gerekmeyen pek çok geleneği tanıyan bir yeniden yapılanma olmalıdır. Osmanlı evleri de, bu döneme ait güzel Rum ve Ermeni mimarisi de dahil olmak üzere yeniden inşa edilebilir. Yerleri turist dostu ve turizm için uygun hale getirme baskısı nedeniyle, bu restorasyonların düzgün ve saygılı bir şekilde yapılacağına inanmak istiyorum. Elbette bu bağlamda, kent tarihinin hala bilinmeyen farklı yönlerini göstermek için arkeolojiye de yer olacaktır. Antakya'nın arkeolojik olarak bize anlatacak çok şeyi olduğunu umuyoruz. Hala öyle. Helenistik öncesi ya da Roma dönemine ait katmanları kurtarmaktan bahsetmenin çok mantıklı olup olmadığından tam olarak emin değilim. Ancak, hükümet ve yerel paydaşlar işlerini doğru yaparlarsa Antakya'nın bölgenin kültürel merkez üssü haline gelmesi için büyük fırsatlar olacaktır. Şu anda Antakya ve eski şehri hakkında yanlış bir nostalji yaşanıyor, ancak düşündüğünüzde ve geçmişte insanlarla yaptığınız konuşmaları hatırladığınızda, aslında eski şehir o kadar da güzel değildi ve birçok insan ondan nefret ediyor ve birbiriyle aynı kafelerin ne kadar korkunç ve yapay olduğundan ve hiçbir şeyin otantik olmadığından sürekli şikayet ediyordu. Zamanın bir anına, o zamanki şeylerin yoğunluğuna dair bir nostalji olabilir, ancak şimdi böylesine içler acısı bir durumda olan eski şehirle ilgili farklı şeyler yapmak için fırsatlar olması da mümkün. Bazen insanlar Antakya'nın sadece 1920'lerden kalma geniş balkonlu ve avlulu o güzel Osmanlı evlerinden oluştuğunu hayal ediyor, ancak durum böyle değildi. Çok çirkin mahalleler de vardı, örneğin Trajan Su Kemeri'nin etrafındaki bölgeyi düşünün. Ben hala bundan iyi bir şey çıkacağına inanmak istiyorum ama bu uzun yıllar alacak. Şehir hala enkazla hesaplaşıyor, kimin ne yapacağına ya da buradan nereye gideceklerine dair bir fikir yok. Moloz sorunu çok önemli bir konu. Yüz milyonlarca tondan bahsediyoruz. Bu arkeolojik bir sorun, ekolojik bir sorun, sosyal bir sorun. Ölçeği o kadar büyük ki akıl almaz. Asi Nehri üzerindeki evler, Antakya, 1905, Gertrude Bell Arşivi Öne çıkan görsel: Antakya, 1950'ler özel koleksiyon
- 'Antioch’s real heritage is the lives of its peoples and their pasts'
In the second part of our conversation (click here for the first part) Andrea De Giorgi spoke to Nehna about the long history of earthquakes in the region, and how they have reshaped Antioch throughout the centuries. The Italian archaeologist contextualizes the earthquakes from the past with the modern history of the city, and tells us what these earthquakes, including the most recent one, mean for the archaeology of the region, both in terms of heritage and survival. In his view, the most central aspect of Antioch’s heritage is not simply its material history but the long lived history of cosmopolitanism, syncretism and tolerance that have characterized the city and its multicultural, multilingual populations ever since it was founded in 300 BCE. De Giorgi worries about poorly planned reconstruction projects that will put economic and political interests ahead of the history and traditions of the city, but he is also confident that Antiochians will eventually take control of the city and its future, reshaping it as a pluralistic enclave, in the same way that they have done through the centuries. As an archaeologist, he also believes that the city still has much to tell us archaeologically, and that as one of the most important urban centers in the ancient world that have survived into our days, its history is still being written and an emphasis should be placed on its long continuity, more than on its repeated destructions, thinking beyond the Hellenistic and Roman period. Interview: Arie Amaya-Akkermans It is well known from the history of Antioch in antiquity that the region has suffered a number of earthquakes in the past, but I was astonished to learn from your book how many of them there were; we are talking about more than fifty, in the period between the 1st century BCE and the 19th century. There were a lot of them, yes. It is the special character of this place, that despite the destruction created by these recurring events, the communities went on with their lives and people always rolled up their sleeves and went back to work. How did all these earthquakes affect modern archaeology and its possibilities? The earthquake in Antioch is of course a great catastrophe, and in archaeological terms it’s also not great news. In theory, it would be an opportunity to do some archaeological work as the rubble is being cleared, in order to understand the topography better, which could have an impact in understanding what is safe to build or not. But the Turkish government is going in a totally different direction with their reconstruction plans. We hear stories about architects and builders coming from distant places like Kayseri or Konya, who have no idea about what Antakya was, its history or traditions. But it is not just that. I have the feeling there will be a moment when the government will want to get a consensus on the reconstruction, and with the construction industry being one of the main assets in the president’s political machinery, they will try to build as fast as possible, the tallest possible. I don’t know if they’re building TOKI (mass housing development program) in the Antakya area, but at the very least they will do something very similar. They have a template of what cities are supposed to look like. First of all displacement, and then in the very center a shopping mall, surrounded by colorful mass housing projects that ignore any form of cultural or social heterogeneity that might have existed in the area. When I was reading Jordan Pickett’s contribution for a book you are editing, about the reconstruction projects of Antioch after earthquakes in the Roman and Hellenistic eras, they seem much more elaborate and well thought out than the current master plan that will be set into motion. I know that people in Antakya feel strongly about this, and are adamant about keeping their heritage alive, but the government isn’t having much of a conversation. At the beginning and at the end of the book you talk about the heritage of the peoples of Antioch and you summarize the greatness of the place, of its history and its past. You say that Antioch’s real heritage is the lives of its peoples and their pasts, and this strange combination of different communities, histories, styles in a horizontally multilayered city and society. Of course this is something that the state doesn’t want and they never wanted it in the first place, and now they are presented with a unique opportunity to erase it altogether. Strangely enough, I feel as if all that is left of Antakya, in a deep historical sense, is actually in Samandağ. When I think about Samandağ and Seleucia Pieria, it’s never been thoroughly investigated. In the past we tried, but given the conditions in Hatay, where there’s no room for other researchers and their desire to tightly control everything, we really couldn’t get it together, which is unfortunate. In Samandağ, the Delta, and Seleucia Pieria, you have the perfect reflection of cultural phenomena that filtered out from the big city throughout history. In the sense that Samandağ was never really completely built or finished, it couldn’t be completely destroyed during the earthquake. It remains that safe place to a certain degree, because it is still under construction as it always was. It is a kind of frontier as the proper Arabic speaking majority/minority place, which was always pushed further and further down and now there’s nowhere to push them, unless you mean into Syria. And Samandağ is still alive, it’s not a city of containers in the middle of nowhere as it is north of Antakya. The prospects are obviously gray, and things are not looking good, but I would like to think that there could be space for yet another large-scale transformation of the region after an earthquake. I trust the endurance and the incredible resilience of the people in Antioch. There’s a lot of pain, resentment and grief, in the people of Antakya, you can see how they’re clinging to their home, so I trust that will be ultimately the force that will ensure a future and fill those ruins with a sense of life, a sense of hope, a sense of future. We can talk about archaeology for many hours, but what really matters is that people get back their homes, and that they have running electricity, and running water, and a place to rebuild their lives, whether in Antakya or elsewhere. They need to receive some assistance; this is not the way things should be in 2023. The way that history and heritage are built and rebuilt in Antakya makes me think about the story of the rise to stardom of Hittite king Suppiluliuma in modern heritage discourses in the city. If you went to Antakya in 2022, as a tourist, and it’s your first time there, you would think that Suppi is the most important person in the history of the city. Incredibly famous. And he’s there on the same shelf with Atatürk and Alexander the Great, in every souvenir shop. He’s at the ice cream shop, at the barber, he is hanging from the taxi, and you’re curious to learn who this very famous person is. It turns out that the only thing that we actually know about this person is his name, the statue is not even academically published yet, and he’s all but eleven years old – for it was discovered at the Iron Age settlement of Tell Tayinat only in 2012. So he was invented as this icon of Antakya’s heritage only a decade ago. It makes me think that there’s this fluidity, this flexibility, in what Antiochians consider heritage. If you see him, you would think he’s as famous as Alexander the Great. Or perhaps more famous. But you never heard about him and he’s actually a very little known character. He went on to become such a major figure in so little time. It is such a part of the iconography of the city. Something like this could only happen in Antioch. So the future remains open. Archaeologist Tim Harrison told me the other day that they actually copyrighted it, so that there is this association or company that holds the copyrights for the production of all kinds of miniature copies. Street and Bazaar in Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive This story really tells you something about Hatay. When you go and live there, and you live with these families and share with these people their day to day life, everything seems so ordinary, as if you could be anywhere in Turkey. But with time, when you start peeling the layers, you begin to see how poorly integrated some parts of these communities are into Turkey, and that much of the integration was done literally at gunpoint. You can tell that the grandmother in many households doesn’t speak Turkish fluently. Sometimes they don’t speak it at all. It remains a borderland, and a borderland that is in many ways not exactly wanted as it is. There’s this liminality about it and we really can’t tell what this liminality will be or become in the years ahead after the earthquake. In the book you talk about the end of the 19th century and the period towards the end of the Ottoman Empire, and it seems that the Ottomans themselves were not particularly interested in the heritage landscape there, whether Christian or Muslim. We don’t really need to get here into the ins and outs of the Ottoman period, but you can argue that at least until the days of the Armenian Genocide, you had a kind of multicultural society and there was a sense of a community that was a conglomerate of religious beliefs, ethnicities. That has been the DNA of the city basically since its foundation by Alexander the Great in the 3rd century BCE. Even when you think about the pre-Hellenistic history of the region, you have this very unique situation, with many peoples living their happy lives in the sun there, from different ethnic groups (Hittite, Hurrian, Greek, Mari, Semitic etc). But every once in a while, they change their religion and language, carrying over elements from the past into a new cultural form, yet they remain settled in the same places. In the same way that Alawites worship in the waterfalls of Harbiye, famous for the myth of Daphne and Apollo. There are all kinds of possibilities in this territory. The syncretisms of the churches weren't very different. A continuity of ancestral behaviors. Think also about the intimate bonds between the Alawites and the Greek Orthodox in Samandağ who were hiding the Alawites in the past, in order to save them from religious persecution. There are conversions back and forth, of families who were Alawite and are now Greek Orthodox or Muslim, or the other way around. There’s a dispersion of many different elements that can never be glued together. You can read in the homilies of John Chrysostom where he’s complaining about Christians going to the synagogues or Jews attending church. And then they go to Dafne to partake in some pagan festivals. This is a very frequent event in Antioch – religious authorities complaining about syncretism. At the end of all this, as an archaeologist, aware of the many earthquakes that rocked Antioch and their aftermath and reconstructions, including the largest earthquake in the history of Antioch in 526 CE, what do you see ahead and what should we expect in the future archaeology of the region? I want to offer an optimistic take. I want to believe that the people of Antakya will be involved in the reconstruction of their city, and I am certain that a reconstruction needs to take place that is sensible and sustainable and that will offer new housing and new opportunities for the people that have been displaced. It must be a reconstruction that takes into consideration the long history of the place, recognizing its many traditions, not necessarily only Roman. Also the Ottoman houses can be rebuilt, including the beautiful Greek and Armenian architecture from this period. Because of the pressure of making places tourist friendly and viable for tourism, I want to believe that these restorations will be done properly and respectfully. There will be room for archaeology, of course, in this context, to show different facets of the history of the city that are still unknown. We hope that Antioch still has many things to tell us archaeologically. It still does. Whether it makes so much sense to talk about saving say the pre-Hellenistic or Roman layers, I’m not entirely sure. However, there will be great opportunities for Antioch to become a cultural epicenter of the region if the government and the local stakeholders do their job right. There is a false nostalgia going on now about Antakya and its old city, but when you think about it, and remember conversations you had with people in the past, actually the old city wasn’t that pretty and many people hated it and complained regularly about how horrible and faux were all these identical cafes, and how nothing was authentic. There could be a nostalgia about a moment in time, about the compactness of things then, but it’s possible that there are now opportunities to do things differently with the old city which was in such a deplorable state. Sometimes people imagine that Antakya was only made of those beautiful Ottoman houses from the 1920s with large balconies and courtyards, but it wasn’t the case. There were a lot of terribly ugly neighborhoods, for example think about the area around the Aqueduct of Trajan. I still want to believe that something good is going to come out of this, but it will take many years. The city is still reckoning with the rubble, there’s no sense of who’s going to do what, or where they will go from here. The problem of the rubble is a very significant issue. We’re talking about hundreds of millions of tons. It is an archaeological problem, an ecological problem, a social problem. The scale is so big it’s incomprehensible. Houses on the Orontes River, Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive Featured Image: Street and Bazaar in Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive
- 'Antioch is a city geologically and environmentally complex and without parallel'
foto_great1/Unsplash The publication of the Routledge book “Antioch: A History” in 2021, by Andrea De Giorgi and Asa Eger, was the most comprehensive survey to date of the city’s material history, incorporating new reassessments of archaeological evidence, updating the state of our knowledge about the city’s long past. De Giorgi, a native of Turin and professor of classics at Florida State University, began his career excavating in the Greek colonies of southern Italy, such as Locri. Over time, his interests gradually shifted towards the Roman colonies in the Eastern Mediterranean, particularly in the modern territories of Turkey and Syria. At present he is the excavation director at Cosa, in southwestern Tuscany. De Giorgi has devoted many years to studying the archaeology and culture of the Roman period, with a special interest in the particular features of the city of Antioch and its environs. As a part of the series Antiochene Studies, with Brepols Publishers, in collaboration with other scholars, De Giorgi continues to explore the long-lasting legacy of Antioch, striving to complete the publication of findings from the Princeton excavations in Antioch before World War II. During the first part of our interview, De Giorgi spoke to us about the history of modern excavations in Antioch during the Princeton era, the finding and dispersion of the Antioch mosaics in museums throughout the world and the obstacles faced by modern archaeology in the city. Interview: Arie Amaya-Akkermans The Princeton Committee for the Excavation of Antioch on the Orontes, between 1932 and 1939, is an important part of the story that you told in your book “Antioch: A History”, and we learn there that the excavations took place during quite an interesting period that happened to coincide with the annexation of Antioch to the Turkish republic as the province of Hatay; a very turbulent period. Why is it so important for us today to learn about and from the Princeton Excavations? The history of the Princeton excavations is one of the points that I always bring up when trying to persuade people to work on these archives, not only because you get to cast light on Antioch and its materiality, but because there is also the fascinating history of the committee: You had this group of Americans in Hatay, incredibly ambitious, who were struggling to put a budget together to make this enormous project happen. And then it happened. But think about the period: It wasn’t just the tensions in Europe after World War I, the rampant nationalism in the Middle East, the mess of the Ottoman Empire and its disintegration, which is the recipe for a lethal concoction in the region. It was also what happened in America around the time of the Great Depression. These people were making plans for Antioch in the late 1920s and then the depression hit and the market collapsed like in 2008, and institutions backed out because they didn’t have any money left. Charles Rufus Morey was the person at the helm, and he was a visionary, a real intellectual and had a vision for Antioch, so he managed to get the operation started in 1932, with an understanding that the situation in Hatay is complicated, but the French Mandate authorities had reassured them that the project was viable. Princeton University, with the blessing of the State Department, said that they can go to Syria, and the authorities of the mandate also said everything is fine, so the whole thing got a head start. At this time the French Mandate was in the process of developing a museum of antiquities. Yes, exactly. In that part of the world at the time, archaeology was pretty much in French hands and you had these monumental figures in the field. They were the only interlocutors for the Americans, and the Americans on their part, put together a team, and they were also able to involve the Louvre, and everything looked fine. The problem is that everyone who was giving the go ahead blessings at the time, they had never visited Antioch, they had never done a scrap of reconnaissance, and they had no idea what they were up against. Hunt Floor Mosaic, Worcester Art Museum, early 6th century CE, excavated in 1936 It didn’t take them too long to become aware of the reality, and already in the first season things were getting very complicated. Colonial excavations were still a thing then (Antioch was perhaps the last grand excavation of the colonial period), so they would show up dressed in white wearing a fedora hat, with a stick and hundreds of workers. There was still that idea of hiring a zillion laborers, and digging without focusing in any area in specific, it was all very 1920s. But Antioch is a city without parallel, it’s geologically and environmentally very complicated; if one has a sense of where things are, you could make it work. They hadn’t done their homework, or at least they hadn’t done enough surveying, and besides that, they hadn’t built any real relationships with the local population, so they always ended up with this issue of contracts being broken, being infringed, people pulling out, or a situation when the lease is up and you can’t dig anymore. There was no real conversation with local stakeholders. The Princeton Committee was put to halt in 1939 during World War II and then what happened? Basically in 1939 the whole world went crazy, and even French archaeologist Lassus, one of the main figures in the region, had to go back to France to serve in the army. It's World War II with all of its horrors. Lassus and William Alexander Campbell had literally promised each other that after the war they would resume the excavation, but by the time the war ended, the stamina had disappeared and no one was eager or willing to confront the new Turkish authorities, to seek a new permit. Truth being said, the Turkish authorities, especially during 1939, and after the coup in Hatay, showed willingness to work with the Franco-American team. But this team always had their reservations about the Turkish authorities. In their notes, they record their thoughts about what’s happening in the region at time, and regard it as a tragedy. They think that there’s no legal ground for this military coup that is unfolding, right before their eyes, and they’re not happy with the situation. In their eyes, Antakya is mostly inhabited by Arabs, and this whole Turkish takeover, with militias and the army, wasn’t going anywhere good. Even before the events took place, there were expulsions of Arabs and Armenians from Iskenderun in 1938. I am sure this appeared very threatening in the eyes of the Americans. Absolutely. In their diaries, Lassus and Campbell write not only excavation notes, but also comment on recent events, and from them we know there were riots happening in the city constantly, with people being chased, or being lynched. At some point, while they write about a number of marble fragments, they also tell the story of an Armenian that was being chased by Turks, and that eventually made it to safety but he had to jump into the Orontes River in order to save his life. The insanity of the times is well recorded. A couple of times they were forced to evacuate the camp, pack their things and go to Beirut. By then it was only Campbell and Lassus who were still active there, while Morey and the others had more or less given up or lost interest. Donald Wilber, on the other hand, was an agent provocateur; he worked for the CIA. It’s such a part of the history of Western archaeology of the Middle East to be a spy, even though sometimes people think it’s just funny stories. Definitely. People have no idea about the many archaeologists or people who were connected to archaeological work were in fact official agents of the American government. After 1939, the Princeton Committee is not there anymore, but in the interim period, there is this spectacular dispersion of the Antioch mosaics that go to Princeton, and then basically everywhere, to many other museums. How did this come about? Did they enter into any kind of agreement with the authorities to divide up the found mosaics or how did the mosaics then travel all over the world? It all starts with the main institutions involved, who were major stakeholders in the excavation, such as Princeton, the Louvre, or the Baltimore Museum. There are the infamous partage agreements, you can call them looting agreements: We dig out stuff, we put it together, we take photographs of it, we study it, and then we also take it. In the framework of the French Mandate in Syria, they could do basically anything they wanted and it was more than anything a discussion amongst themselves; the conversations often revolved around the quality of the finds. Antioch excavations, Byzantine Stadium, 1932, Princeton Committee for the Excavation of Antioch There are significant pieces like the Judgment of Paris, an important 2nd century CE mosaic discovered in Antioch in 1932, which went to the Louvre, and then institutions were asking the Louvre, ok now you got the Judgment of Paris, so what are we going to get? This is how it all started. The sponsoring institutions were funding these expeditions not only because of love of science; they obviously wanted the treasures. This is how you built collections in the 1930s. The trouble begins as soon as the number of mosaic pavements exceeds the capacity of these institutions. Of course you have some magnificent pavements but you also have more average stuff. And what happens next started at the Worcester Art Museum in Massachusetts: Sometime around 1936 the museum had enough material in storage to put together the first exhibition about ancient Antioch in history, and then the main curator who was also the director of the museum, initiated this unfortunate trend of selling pavements to other institutions, and this situation continued until the 50s and the 60s. I know for example that a local museum in Saint Petersburg, Florida, purchased three panels. At this point the folks in Princeton were in terrible financial deficit after the excavations, and by the 1960s they were still trying to fill all those holes in their budget, and the sale of the pavements ended up being the panacea of all the problems. This is how museums and institutions in America that were active in the 1960s, each one got a bit of Antioch, and you would be surprised if you look at a map of all the museums that have material from Antioch, it’s mind blowing. I think there is a period in American museums, especially after the 1960s, when all the important periods of classical art had already been collected, and then they start on a second wave of acquisitions in which every museum needs to have the newer stuff, like Cycladic marbles, Antiochian pavements or Assyrian terracottas. You need to keep up with the trends. Absolutely. It’s exactly that. And that is how the collection of mosaics from the excavations was basically scattered, to the point that even a museum in Cuba has a couple of pavements from Antioch. There was a Jesuit university there that had been established by American missionaries, and they purchased a couple of very good pavements. Has Turkey tried to claim them back and ask for their return? AG: The ministry of culture in Turkey has sent letters to various institutions, such as Harvard or Baltimore. Martyrion, Seleucia Pieria (Çevlik), 1938, Princeton Committee for the Excavation of Antioch Since there have been some returns from the Met, such as the Kilia idol from the Shelby White and Leon Levy collection, I suppose that Turkey is now emboldened. The requests for repatriation are of course about flexing muscles but historically and legally, if you think about the whole context of 1932-1939, there’s no scrap of evidence that can be shown that this is a part of Turkish culture that has been taken out of the country without permission. Not even the best lawyer in the world could win such a case. In your book, there was something very striking for me, and it is that if you happened to go to Antakya, before the earthquakes, and nobody told you that this was Antioch there is no way for you to know where you are. In this sense I think the region is really unique; even in Beirut after all its war destructions there is a physical sense of the past. There is a huge disconnect between the archaeological record of Antioch and the present of Antakya (now past). The literary footprint of Antioch in the classical world is so gigantic, it’s everywhere from the New Testament to Anna Komnene’s Alexiad, which is a text set so far off from Antioch emotionally and intellectually, and yet Antioch takes up entire chapters. But then you go to Antakya, and there’s almost nothing to see. It’s so strange. It is strange. It’s a part of the mystic of the city, I guess. When you think about other cities in the region, like Beirut or Istanbul, it’s incomparable. No matter how overbuilt Istanbul is, if you’re next to Hagia Sophia, you could spatially visualize things. Antakya is something else, and it’s very unfortunate that although great opportunities arose in the past for resurrecting portions of the ancient city, they weren’t fully seized. The entire 1930s was a big fiasco archaeologically. Sure, a few hundred mosaics have been found, and that’s great, but where are they from? What is their context? You’re trying to understand what Harbiye is, which is where many of the pavements came from, and when you look at those plans, it’s mind-boggling, there’s nothing left, things have been literally razed off the ground. When you go to places like Çevlik, and you enter the Vespasian Titus tunnels, and climb above them, you can see the exact place where the Martyrium was taken, the one that is now at the Hatay Archaeological Museum, and it looks like a job made by a plumber. You get not only a sense of the incompleteness of the site, so violently excavated but also that it was done in a hurry. In your book we also learn a lot about the search for the Byzantine churches of Antioch, something that has been tried many times in the past, and how little, or next to nothing has been found. But then I think about the Bronze Age archaeology of the region, and how sites like Tell Kurdu, Tell Atchana and Tell Tayinat, in a way are more transparent to archaeologists historically and materially than the Roman and Byzantine past, and I find this mind blowing. Of course. Let’s put it this way, the only place in Antioch where any work could be possibly done is the former island at Küçükdalyan, that’s where you could perhaps reveal the picture of what actual Antioch was, but so far there’s not much going on, bits and pieces that don’t really give you the bigger picture and maintenance of what has been already excavated. Perhaps you could excavate on the slope of the mountain, but you would need to excavate 10 or 12 meters before getting to the Islamic layers; the sedimentation has accumulated there for many centuries. Andrea de Giorgi
- 'Antakya Jeolojik ve Çevresel Olarak Karmaşık, Benzeri Olmayan Bir Şehir'
Routledge tarafından 2021 yılında yayımlanan Andrea De Giorgi ve Asa Eger tarafından kaleme alınan Antioch: A History (Antakya: Bir Tarih) kitabı, arkeolojik bulguların yeni değerlendirmelerini de içererek, kentin uzun geçmişi hakkındaki bilgilerimizi güncelliyor. Bu kitap, kentin maddi tarihi hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma. Florida Eyalet Üniversitesi'nde Klasik Arkeoloji profesörü De Giorgi, kariyerine Locri gibi Güney İtalya'daki eski Yunan kolonilerinde kazılar yaparak başladı. Zamanla ilgi alanı Doğu Akdeniz'e, özellikle de modern Türkiye ve Suriye topraklarındaki Roma kolonilerine doğru kaydı. Şu anda Güneybatı Toskana'daki Cosa'da kazı direktörü olarak yapıyor. De Giorgi uzun yıllarını Roma dönemi arkeolojisi ve kültürünü incelemeye adadı, Antakya ve çevresinin özelliklerine özel bir ilgi duydu. De Giorgi, Brepols Publishers ve diğer akademisyenlerin işbirliğiyle, Antiochene Studies serisinin bir parçası olarak, Antakya'nın uzun süreli mirasını keşfetmeye devam ediyor ve İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Antakya'daki Princeton kazılarından elde edilen bulguların yayınlanmasını tamamlamaya çalışıyor. Söyleşimizin ilk bölümünde De Giorgi’yle Princeton döneminde Antakya'da yapılan modern kazıların tarihi, Antakya mozaiklerinin bulunması ve dünyanın dört bir yanındaki müzelere dağıtılması ve modern arkeolojinin kentte karşılaştığı engeller hakkında konuştuk. Röportaj: Arie Amaya-Akkermans Princeton Asi Nehri Üzerindeki Antakya Kazı Komitesi'nin 1932-1939 yılları arasındaki çalışmaları, Antioch: A History adlı kitabınızda anlattığınız hikayenin önemli bir parçası. Ve orada kazıların oldukça ilginç bir dönemde, Antakya'nın Hatay vilayeti olarak Türkiye Cumhuriyeti'ne iltihakıyla aynı döneme denk geldiğini öğreniyoruz. Çok çalkantılı bir dönem. Bugün bizim için Princeton kazıları hakkında bilgi edinmek neden bu kadar önemli? Princeton kazılarının tarihi, insanları bu arşivler üzerinde çalışmaya ikna etmeye çalışırken her zaman gündeme getirdiğim noktalardan biri. Sadece Antakya'ya ve onun gerçekliğine ışık tuttuğunu için değil, aynı zamanda komitenin büyüleyici tarihi de söz konusudur: Hatay'da inanılmaz derecede hırslı bir grup Amerikalı vardı ve bu muazzam projeyi gerçekleştirmek için bir bütçe oluşturmaya çalışıyorlardı. Ve sonra gerçekleşiyor. Ama o dönemi düşünün. Bu sadece Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yaşanan gerginlikler, Ortadoğu'da yükselen milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması gibi bölgede ölümcül bir parçalanmaya yol açan bir dönem değil. Büyük Buhran döneminde Amerika'da da olan buydu. Bu insanlar 1920'lerin sonunda Antakya için planlar yapıyorlardı ve sonra buhran oldu ve 2008'deki gibi piyasa çöktü ve kurumlar geri çekildi çünkü hiç paraları kalmamıştı. Hunt Taban Mozaiği, Worcester Sanat Müzesi, MS 6. yüzyıl başları, 1936 yılında kazılmıştır Charles Rufus Morey işin başındaki kişiydi, vizyon sahibi, gerçek bir entelektüeldi ve Antakya için bir vizyonu vardı. 1932'de Hatay'daki durumun karmaşık olduğunu bilerek, ancak Fransız Manda yetkililerinin projenin uygulanabilir olduğu konusunda kendilerine güvence vermesiyle operasyonu başlatmayı başardı. Princeton Üniversitesi, Dışişleri Bakanlığı'nın onayıyla Suriye'ye gidebileceklerini söyledi ve Manda yetkilileri de her şeyin yolunda olduğunu söyledi, böylece her şey bir başlamış oldu. Bu sırada Fransız Mandası bir eski eserler müzesini geliştirme sürecindeydi. Evet, aynen öyle. O dönemde dünyanın o bölgesinde arkeoloji büyük ölçüde Fransızların elindeydi ve bu alanda anıtsal figürler vardı. Amerikalılar için tek muhatap onlardı ve Amerikalılar da bir ekip oluşturdular. Louvre'u da işin içine katmayı başardılar, her şey yolunda görünüyordu. Sorun şu ki, o dönemde bu işe onay veren hiç kimse Antakya'yı ziyaret etmemiş, en ufak bir keşif yapmamıştı ve neyle karşı karşıya olduklarına dair hiçbir fikirleri yoktu. Gerçeğin farkına varmaları çok uzun sürmedi ve daha ilk zamanlarda işler çok karmaşık bir hal almaya başladı. O zamanlar kolonyal kazılar hala önemli bir şeydi. Antakya belki de kolonyal dönemin son büyük kazısıydı. Bu yüzden beyazlar giymiş, fötr şapkalı, elinde bir sopa ve yüzlerce işçiyle ortaya çıkıyorlardı. Hala milyonlarca işçi tutma ve belirli bir alana odaklanmadan kazı yapma fikri vardı, hepsi tam 1920'lerden kalma hallerdi. Ancak Antakya benzeri olmayan bir şehir, jeolojik ve çevresel olarak çok karmaşık. Ancak birilerinin neyin nerede olduğuna dair bir fikri varsa, bunu başarabilirsiniz. Ama ev ödevlerini yapmamışlardı ya da en azından yeterince etüt yapmamışlardı. Bunun yanı sıra, yerel halkla gerçek bir ilişki kurmamışlardı, bu yüzden her zaman sözleşmelerin bozulması, ihlal edilmesi, insanların çekilmesi ya da kira sözleşmesinin sona ermesi gibi artık kazı yapamayacakları durumlar oluştu. Yerel paydaşlarla gerçek bir diyalog yoktu. Princeton Komitesi 1939'da İkinci Dünya Savaşı sırasında durduruldu ve sonra ne oldu? Aslında 1939'da tüm dünya çılgına döndü ve bölgenin en önemli isimlerinden biri olan Fransız arkeolog Lassus bile orduya katılmak için Fransa'ya geri dönmek zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı, tüm dehşetiyle başlamıştı. Lassus ve William Alexander Campbell savaştan sonra kazılara devam edeceklerine dair birbirlerine söz vermişlerdi, ancak savaş sona erdiğinde dayanma gücü kaybolmuştu ve kimse Türk yetkililerle yeni bir izin almak için yüzleşmeye hevesli ya da istekli değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türk yetkililer, özellikle 1939'da, Hatay'daki darbeden sonra, Fransız-Amerikan ekibiyle çalışmaya istekli olduklarını gösterdiler. Ancak bu ekibin Türk yetkililer hakkında her zaman çekinceleri olmuştur. Notlarında, o dönemde bölgede olup bitenlerle ilgili düşüncelerini kaydediyorlar ve bunu bir trajedi olarak görüyorlar. Gözlerinin önünde cereyan eden bu askeri darbenin yasal bir zemini olmadığını düşünüyorlar ve durumdan memnun değiller. Onların gözünde Antakya'da çoğunlukla Araplar yaşıyor ve Türkiye'nin milisler ve orduyla birlikte burayı ele geçirmesi hiç de iyiye alamet değil. Olaylar gerçekleşmeden önce bile, 1938'de İskenderun'dan Arap ve Ermenilerin sürülmesi söz konusuydu. Eminim, bu durum Amerikalıların gözünde çok tehditkâr görünmüştür. Kesinlikle. Lassus ve Campbell günlüklerinde sadece kazı notları yazmakla kalmıyor, aynı zamanda son olaylar hakkında da yorumlarda bulunuyorlar ve onlardan şehirde sürekli ayaklanmalar olduğunu, insanların kovalandığını veya linç edildiğini biliyoruz. Bir noktada, bir dizi mermer parçası hakkında yazarken, Türkler tarafından kovalanan ve sonunda güvenli bir yere ulaşan, ancak hayatını kurtarmak için Asi Nehri'ne atlamak zorunda kalan bir Ermeni'nin hikayesini de anlatıyorlar. O zamanların akıl almazlığı iyi kaydedilmiştir. Birkaç kez kampı boşaltmak, eşyalarını toplamak ve Beyrut'a gitmek zorunda kaldılar. O zamanlar orada hala aktif olan sadece Campbell ve Lassus'tu. Morey ve diğerleri ise az çok pes etmiş ya da ilgilerini kaybetmişlerdi. Donald Wilber ise bir ajan provokatördü, CIA için çalışıyordu. Bazen insanlar bunun sadece komik hikayeler olduğunu düşünse de, casus olmak Orta Doğu'daki Batı arkeoloji tarihinin bir parçasıdır. Kesinlikle. İnsanlar pek çok arkeolog ya da arkeolojik çalışmalarla bağlantılı kişinin aslında Amerikan hükümetinin resmi ajanları olduğunu bilmiyorlar. 1939'dan sonra Princeton Komitesi artık yok, ancak ara dönemde Antakya mozaikleri Princeton'a ve daha sonra neredeyse her yere, diğer birçok müzeye dağılıyor. Bu nasıl oldu? Bulunan mozaikleri bölüşmek için yetkililerle herhangi bir anlaşma yaptılar mı ya da mozaikler nasıl dünyanın dört bir yanına dağıldı? Her şey Princeton, Louvre ya da Baltimore Müzesi gibi kazıda büyük pay sahibi olan ana kurumlarla başlıyor. Meşhur paylaşım anlaşmaları var, bunlara yağma anlaşmaları da diyebilirsiniz. Bazı şeylerı kazıp çıkartıyoruz, bir araya getiriyoruz, fotoğraflarını çekiyoruz, inceliyoruz ve sonra da alıyoruz. Suriye'deki Fransız Mandası'nda, temelde istedikleri her şeyi yapabiliyorlardı. Bu anlaşmalar, her şeyden çok kendi aralarında bir tartışmaydı. Tartışmalar genellikle buluntuların kalitesi etrafında dönüyordu. Paris'in Yargısı gibi önemli parçalar var, 1932'de Antakya'da keşfedilen MS 2. yüzyıla ait önemli bir mozaik. Louvre'a gitti ve sonra kurumlar Louvre'a soruyor, "Tamam, şimdi Paris'in Yargısı'nı aldınız, peki biz ne alacağız?" diye. İşte her şey böyle başladı. Sponsor kurumlar bu keşif gezilerini sadece bilim sevgisi nedeniyle finanse etmiyorlardı; belli ki bu hazineleri istiyorlardı. 1930'larda koleksiyonlar bu şekilde oluşturuluyordu. Antakya kazıları, Bizans Stadyumu, 1932, Princeton Antakya Kazı Komitesi Sorun, taban mozaiklerinin sayısının bu kurumların kapasitesini aştığı anda başlıyor. Elbette bazı muhteşem taban mozaikleri var ama aynı zamanda daha ortalama şeyleriniz de var. Aslında sorun, Massachusetts'teki Worcester Sanat Müzesi'nde başladı. 1936 civarında müzenin deposunda Antik Antakya'nın tarihiyle ilgili ilk sergiyi oluşturmaya yetecek kadar malzeme vardı ve daha sonra aynı zamanda müzenin müdürü olan ana küratör, bu talihsiz taban mozaiklerini başka kurumlara satmaya başladı. Bu durum 50'li ve 60'lı yıllara kadar devam etti. Örneğin, Florida'daki Saint Petersburg'ta yerel bir müzenin üç panel satın aldığını biliyorum. Bu dönemde, Princeton'dakiler de kazılardan sonra korkunç bir mali açık içindeydiler ve 1960'lara gelindiğinde hala bütçelerindeki açıkları kapatmaya çalışıyorlardı ve taban mozaiklerinin satışı tüm sorunların ilacı oldu. Amerika'da 1960'larda aktif olan müze ve kurumlar böyleydiler, her biri Antakya'dan bir parça aldı ve Antakya'dan eserler bulunduran tüm müzelerin haritasına bakarsanız şaşırırsınız, akıllara durgunluk verir. Bence Amerikan müzelerinde, özellikle 1960'lardan sonra, klasik sanatın tüm önemli dönemlerinin zaten toplandığı bir dönem var ve daha sonra Kiklad mermerleri, Antakya döşemeleri veya Asur terrakottaları gibi daha yeni şeylere sahip olmak için ikinci bir satın alma dalgası başlıyor. Trendlere ayak uydurmaları gerekiyor. Kesinlikle. Aynen öyle. Kazılardan elde edilen mozaik koleksiyonu temelde bu şekilde dağıldı, öyle ki, Küba'daki bir müzede bile Antakya'dan birkaç taban mozaiği var. Orada Amerikalı misyonerler tarafından kurulmuş bir Cizvit üniversitesi vardı ve birkaç tane çok iyi taban mozaiği satın aldılar. Türkiye onları geri almaya ve iadelerini talep etmeye çalıştı mı? Türkiye Kültür Bakanlığı, Harvard veya Baltimore gibi çeşitli kurumlara mektuplar gönderdi. Martyrion, Seleucia Pieria (Çevlik), 1938, Princeton Antakya Kazıları Komitesi MET'ten Shelby White ve Leon Levy koleksiyonundan Kilia idolü gibi bazı geri dönüşler olduğu için, sanırım Türkiye şimdi cesaretlendi. Ülkeye geri dönüş talepleri elbette gücünü göstermekle ilgili, fakat tarihsel ve yasal olarak, 1932-1939 bağlamının tamamını düşünürseniz, bunun Türk kültürünün izinsiz olarak ülke dışına çıkarılmış bir parçası olduğuna dair gösterilebilecek en ufak bir kanıt yok. Dünyanın en iyi avukatı bile böyle bir davayı kazanamaz. Kitabınızda benim için çok çarpıcı olan bir şey vardı. Eğer depremlerden önce Antakya'ya gittiyseniz ve kimse size buranın Antakya olduğunu söylemediyse, nerede olduğunuzu bilmenizin hiçbir yolu yok. Bu anlamda bölgenin gerçekten eşsiz olduğunu düşünüyorum. Beyrut'ta bile tüm savaş yıkımlarından sonra geçmişe dair fiziksel bir his var. Antakya'nın arkeolojik kayıtları ile Antakya'nın bugünü (artık geçmişi) arasında büyük bir kopukluk var. Antakya'nın klasik dünyadaki edebi izi o kadar büyük ki, Yeni Ahit'ten Antakya’dan duygusal ve entellektüel olarak çok uzakta geçen Anna Komnene'nin Alexiad'ına kadar her yerde var, ve yine de Antakya tüm bölümleri kaplıyor. Ama sonra Antakya'ya gidiyorsunuz ve görecek neredeyse hiçbir şey yok. Bu çok garip. Garip bir şey. Sanırım bu da şehrin gizeminin bir parçası. Bölgedeki Beyrut ya da İstanbul gibi diğer şehirler Antakya'yla kıyaslanamaz. İstanbul ne kadar aşırı inşa edilmiş olursa olsun, Ayasofya'nın yanındaysanız, mekansal olarak bir şeyleri görselleştirebilirsiniz. Antakya bambaşka bir yer ve geçmişte antik kentin bazı bölümlerini yeniden canlandırmak için büyük fırsatlar doğmasına rağmen bunların tam olarak değerlendirilememiş olması çok talihsiz bir durum. 1930'ların tamamı arkeolojik açıdan büyük bir fiyaskoydu. Elbette, birkaç yüz mozaik bulundu ve bu harika, ama bunlar nereden? Bağlamları nedir? Harbiye'nin ne olduğunu, taban mozaiklerinin çoğunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyorsunuz ve o planlara baktığınızda akıllara durgunluk veriyor, hiçbir şey kalmamış, her şey kelimenin tam anlamıyla yerle bir edilmiş. Çevlik gibi yerlere gittiğinizde, Vespasian Titus tünellerine girip yukarı çıktığınızda, şu anda Hatay Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Martyrium'un alındığı yeri tam olarak görebiliyorsunuz ve bir tesisatçının yaptığı bir iş gibi görünüyor. Sadece alanın tamamlanmamışlığını, çok şiddetli bir şekilde kazıldığını değil, aynı zamanda aceleyle yapıldığını da hissediyorsunuz. Kitabınızda ayrıca, geçmişte birçok kez denenmiş olan Antakya'daki Bizans kiliselerinin araştırılması ve neredeyse hiçbir şey bulunamadığı hakkında da çok şey öğreniyoruz. Ama sonra bölgenin Tunç Çağı arkeolojisini ve Tell Kurdu, Tell Atchana ve Tell Tayinat gibi yerlerin arkeologlar için tarihsel ve maddi olarak Roma ve Bizans geçmişinden nasıl daha şeffaf olduğunu düşünüyorum ve bunu akıllara durgunluk veren bir şey olarak görüyorum. Tabii ki. Şöyle söyleyelim, Antakya'da herhangi bir çalışmanın yapılabileceği tek yer Küçükdalyan'daki eski adadır. Belki de gerçek Antakya'nın resmini ortaya çıkarabileceğiniz yer orasıdır ama şu ana kadar pek bir şey yapılmadı. Size gerçekten büyük resmi vermeyen parçalar ve zaten kazılmış olanın bakımının yapılması dışında hiçbir şey yapılmadı. Belki dağın yamacında kazı yapabilirsiniz, ancak İslami katmanlara ulaşmadan önce 10 veya 12 metre kazı yapmanız gerekir. Tortulaşma yüzyıllardır orada birikmiş. Andrea De Giorgi
- Antakyamızdan Vazgeçmeyeceğiz
Foto: Bora Selim Gül Bir süre sonra evimi yıkacaklar ve ben buna hazır mıyım, hiç bilmiyorum. Benim evim o kadar güzeldi ki. Yerde parıl parıl parlayan gri beyaz karoları, tavanda lamine parkeleri vardı. Üç katlıydı benim evim, üçüncü kata iki buçuk yıl önce taşınmıştık. Her gelen hayran kalırdı. Her şeyiyle biz ilgilenmiştik, ağırlık olmasın diye çatı yaptık, gelen işçiler çatıya bağlanan ve benim odamda ve salonda görünen direkleri görüntü açısından kesebileceklerini söylediler. Babam tereddütsüz "hayır" cevabını verdi. Ben de tüm o direkleri boyayıp güzel hale getirmiştim. Biz üçüncü kata taşınmadan önce binayı sağlamlaştırmak için aylarca uğraştı. Babam sayesinde evimiz başımıza yıkılmadı. Ben biliyordum ama bir gün çok büyük bir deprem olursa evimizin yıkılmayacağını. Evimizde uyandığım ilk sabah anneme "Anne burası dağ evi gibi, harika!" diye sevinçle çığlık atmıştım. Cam balkonlu terasımız vardı, cam balkonu gören herkes "Ay çok zor olmuyor mu bunları silmek?" diye sorduğunda annemle birbirimize bakar, aynı anda "Yooo, daha kolay hatta, açılabiliyor bunlar" diyip kıkırdardık. Camın hemen yanında bir kanepe vardı. Kışları terasa kuruyorduk sobamızı. Sobadaki odunların takırdama seslerini dinleyerek, camdan gökyüzünü izleyerek uyurdum ben her gece. Terasa açılan bir mutfağımız vardı. Bulaşık yıkarken penceresinden İncir'i, Attun'u, Tarçın'ı ve diğer bütün kedilerimi izleyip seslenirdim. Yukarı bakarlar ve hızla kapıya doğru koşarlardı. Aşağıya indiğim gibi yirmisi de orada olurdu, sesimi duymayanlar diğer kedilerin koştuğunu görünce kapıda biterlerdi hemen. Miyavlamalar eşliğinde mama koyardım önlerine, hayranlıkla nasıl yediklerini seyrederdim. Bahçemiz vardı küçük. Patlıcan, domates, biber, pazı, roka, zahter, fesleğen yetiştirirdik, bahçe kapısı aralandığı gibi kedi misafirlerimiz girerdi. Gölgelik bir alan bulup altında uzanırlar, bizi izlerlerdi. Kavurucu yaz sıcaklarında da suladığımız toprağın üstüne yatıp keyif çıkartırlardı. İncir hanım prenses olduğu için diğer kedilerle asla yemek yemezdi, benimle üçüncü kata çıkar, özel kabında yemeğini yerdi. Hatta bazen ben evdeyken annem kapıdan bana "Bir misafirimiz var!" diye seslenirdi bana. Sokağın başından evime gidene kadar on beş kişiye selam verirdim, bazen komşularımız bahçelerinde oturup dedikodu yaparlarken "Ooo hanımlar, nabersiniz bakalım?" diye takılırdım onlara. Güzel bir yemek piştiği zaman evlerde birbirimize bir tabak götürürdük. Kek yapacağız kabartma tozu mu bitmiş evde? Bir koşu karşı komşuma gider oradan alırdım. Bahçede mangalımızı yakar, patlıcan, biber, domatesleri közlerdik. Közlenince bir yandan onları soyup doğrardık, bir çırpıda abagannucu yapardık etler pişerken. İlk kedi beslemeye başladığımız zamanlar ben et vermek isteyince kızan annem ve babam her mangal yaptığımızda her birine bir iki parça verirdi. Yemeklerinden kısar, "Arttı bunlar yaaaaaa. Çocuklara verelim" bahanesiyle hemen aşağıya inip yedirmeye başlamışlardı. Her sıkıldığımızda eski Antakya sokaklarını gezer, kafelerden gelen "Habbeytek bessayf"i dinlerdik. Habbeytek bessayf, habbeytek bişşiti. Ben lisedeyken Sade diye bir kafe vardı, okuldan kaçar kendi yaptıkları buzlu çaylarını içmeye giderdik. Oranın sahibi abi bir ara yanımıza gelmiş ve ilişkilerle ilgili hala hatırladığım bir konuşma yapmıştı. Bir sonbahar akşamı eski sevgilimle el ele Antakya'yı karış karış gezmiştik. Her cuma dershane çıkışı Keyfo'ya gider acılı, yeşil süs biberli tavuk dürümümü yer, kendi yaptıkları mayonezi direkt ağzıma sıkmamak için büyük savaş verirdim. Kuzenlerimden “acaba Döver'e kahvaltıya mı gitsek?” lafını duyan halam "Yeşim'in yeri daha iyi, çok lezzetli" deyip bizi o parayı koymaktan vazgeçirir, kendi hazırladığı kahvaltıyı yedirirdi bize. Yaz geceleri bizim evin salonunda iki kocaman masa açardık, tüm aileyi çağırıp ziyafet çekerdik. Humusları, taratorları, abagannucları açar, kebapları masaya dizerdik. Boğma rakıları kadehlere doldurup aynı anda içerdik. En yakın arkadaşım, Saray Caddesi’ni gezerken "Abdo daha iyi kanka" dediğimde "Saçmalama, Çağlayan daha güzel tabii ki" diye çıkışırdı. Normalde Abdocu olan annem bir gün "Kızım Çağlayan daha güzel galiba ya, eti daha fazla koyuyorlar" demesiyle o ihaneti iliklerime kadar hissetmiştim. Öğrenciyiz tabii, kitap fiyatları da malum, tüm öğretim yılı boyunca Sayar Fotokopi'nin önündeki sıralarla geçerdi günlerimiz. Bazen Cemil Meriç Kütüphanesi'nde sabaha kadar ders çalışırız diye kendimizi gaza getirip en fazla saat gece ikiye kadar çalışır, sonra da sabahı getirene kadar canımız çıkardı, ilk gelen dolmuşla evlere dağılırdık. Antakya Anadolu Lisesi'nde okudum ben. Çok farklıydı benim okulum. Sınıftan çıktığın an direkt dışarıya çıkmış olurdun. Koridorlar dışarıya açılırdı, kapalı değildi. Avlumuz vardı. Eğer kendimizi ödüllendirmek istiyorsak La Mistik'e giderdik, güzel atmosferiyle ruhumuzu, yemekleriyle de midemizi doyururduk. Yazın kavurucu sıcaklarında canımız künefeden çok haytalı çekerdi, eski Antakya'dan girip Affan'a çıkardık. Arka bahçede soğuk haytalılarımızı yerdik. Antakya'ya gelen herkesin ruhu da midesi de çok iyi doyardı. Hıdırbey’e gider, sanki önceden onlarca kez okumamış gibi Musa Ağacı’nın hikayesini okur, buz gibi suyuyla ferahlardık. Kiliseleri gezer, ezan sesiyle çan sesinin aynı anda sesini duyardık. Düğünlerde de çok iyi bilirdik eğlenmesini. Arapça şarkılar vazgeçilmezimiz olurdu, kokteylli düğünlerde kendi yaptıkları bir litrelik boğma rakıyı koyarlardı her masaya. Sandığınız gibi sarhoş olmazdı kimse, zaten hep içildiği için herkes bilirdi içmenin adabını. Evi temizlerken dinlemek için oluşturduğum bir playlistim vardı. Evimi süpürür, Antakya kahvesini yapar, süvari bardaklara doldurur, müzik dinlerken evi silmeye başlardım. Normalde on beş dakikada silinebilecek evi keyifle, dans ede ede yarım saatte silerdim. Bazı yaz geceleri kulaklığı takıp sahnede ünlü bir şarkıcıymış gibi dans ederdim. Bazen de salondaki koltuğumda sabaha kadar dizi izler, günün aydınlanmasını yavaş yavaş içeri giren ışık huzmeleriyle anlardım. Biri bize kahvaltıya mı gelecek? Zeytin salatamız, çökeleklerimiz, humusumuz, bahçeden kopardığımız domates, biber, rokalarla sofrayı donatırdık. Tüm yaz kuzenlerimle sabaha kadar oyun oynardık, sohbet eder, özlemimizi giderirdik. Hatta deprem olduğu gün bizde toplanmış, gece 2’de Antakya köftesi sipariş etmiştik. Notlarımda hala en son “bir normal az acılı, bir kaşarlı acısız, bir normal acısız mayonezsiz, bir kaşarlı acısız, bir sadece kaşarlı” yazıyor. Meğer o gece evdeki son yemeğimizmiş. Onlar depremden on dakika önce evlerine gitmişti, ben de tam uyumaya giderken yakalanmıştım depreme. On dakika önce haykıra haykıra gülen kuzenim elinde kanla bağırarak ağlıyordu. On dakika önce oyun oynayan biz ölümü bekliyorduk. On dakika önce deli mutlu olan biz sağanak yağmurda bağıra çağıra ıslanıyorduk. Eğer bir eviniz varsa onu çok sevin, olur mu? Temizlik yapmaya çok üşendiğiniz evlerinizi bıkıp usanmadan keyif ala ala temizleyin. Güzel mutfaklarınızda güzel yemeklerinizi pişirin. Mahallenizi sevin, sokak hayvanlarını besleyin. Çünkü evsiz ve memleketsiz kalırsanız bu kadar basit şeyleri yapamadığınız için bile çok acı çekiyorsunuz. Bir eviniz, bir memleketiniz olduğu için; tüm anılarınız yıkık binalar altında kalmadığı için; memleketiniz tanınmaz halde olmadığı ve kokmadığı için; “Memleket neresi?” diye sorulunca “Antakya” cevabını duyulunca "Geçmiş olsun, Antakya dümdüz olmuş" cümlelerini duymadığınız için; artık işe yaramayacağını bildiğiniz halde cüzdanınızdan çıkaramadığınız bir anahtarınız olmadığı için; biri "Eve gidiyorum" deyince kalbinize bir ağrı saplanmadığı için; bayramlarda, tatillerde dönebileceğiniz bir memleketiniz olduğu için; gece boyunca deprem rüyaları görmediğiniz için çok şanslısınız. Bütün bunları yaşayan, evsiz kalan bizler için bunların değerini bilin, olur mu? Antakya çok kez yerle bir oldu, tekrar inşa ettiler. Biz de Antakya’yı tekrar inşa edeceğiz. Bu ne memleket sevdası diyorsanız Antakya’yı, Antakyalıları hiç tanımamışsınız demektir. Çünkü Antakya birçok kültürün, Arap’ın, Türk’ün, Alevi’nin, Ermeni’nin Yahudi’nin, Hıristiyan’ın kardeşçe yaşadığı bir yerdi, kültürel mirasından beslenen, şehrin ve insanın iç içe geçtiği, ayrılmaz bir bütün olduğu bir yerdi. Biz hep kendimizi çok şanslı hissettik buralı olduğumuz için. O nedenle bizlere başka şehirlerde altın tepside tüm güzellikleri sunsanız da biz Antakyamızdan vazgeçmeyiz, vazgeçmeyeceğiz. Depremden sonra evimiz. Elimdeki yenidünyalar bizim bahçemizde bu yıla kadar meyve vermeyen ağacımızdan
- TMMOB: Hatay’da Asbest Tüm Canlıların Hayatını Tehdit Ediyor
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nce 20.09.2023 tarihinde ‘Deprem Sonrası İnşaat ve Yıkıntı Atıklarında Asbestin İncelenmesi: Hatay Örneği’ başlıklı bir basın açıklaması yapıldı. Biz de Nehna olarak şube yönetim kurulu üyesi Utku Fırat tarafından sunulan bu basın açıklamasını takip ettik. Açıklamada, ülkemizde asbestin çıkarılması ve kullanılmasının 2010 ve 2013 yılında çıkarılan yönetmelikler ile yasaklanmış olmasına rağmen; bu tarihlerden önce inşa edilmiş olan binalarda sıkça kullanılmış olduğu ve bu binaların yıkılması ile asbest liflerinn ortaya çıkacağı varsayımı ile bu araştırmaya başlandığı belirtildi. Bu ihtimal sebebiyle yapılan araştırma neticesinde düzenlenen rapor kamuoyuyla paylaşıldı. Rapora göre; 02.09.2023 ve 03.09.2023 tarihinde Hatay ilinin çeşitli noktalarından alınmış olan 45 adet numunenin incelenmesi neticesinde bu numunelerden 16’sında asbest tespit edilmiştir. Bu numunelerden bir kısmı yıkıntılardan alınmış olan katı numuneler, bir kısmı ise yüzeylerden stub yoluyla alınmış toz numuneler olduğu görülüyor. Raporda dikkat çekilen detay ise çalışmanın yapıldığı tarihlerden 2-3 gün kadar önce bölgede gök gürültülü yağışlar ve fırtınalar gerçekleştiği, bu sebeple fauna ve yerleşim alanlarının yüzeyinde bulunan toz yoğunluğunun düştüğü, dolayısıyla çalışma sırasında tespit edilen asbestin 2-3 gün süre zarfında biriken tozlardan alındığıdır. Bu detay, uzun süre yağışın olmadığı özellikle yaz aylarında asbest oranının tespit edilenin çok üstünde olabileceğini gösteriyor. Asbestin toz halinde havaya karışması neticesinde bölgede yaşayanların solunum yoluyla maruz kalacağı, Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) tarafından ‘kesin kanserojen’ olarak kabul edildiği ve etkilerinin 15-20 yıl sonra ortaya çıktığı belirtilen rapora göre alınması gereken acil önlemler şöyle sıralanıyor: Yıkım yapılan bölgelerde yaşayan halkın, çalışanların ve gönüllülerin mutlaka FFP3 koruyuculuk derecesinde maske kullanması, Bölgede yıkım yapılırken mutlaka sulama yapılarak, ortaya çıkması muhtemel tozların önlenmesi, Hafriyat çalışmalarında görev alan işçilere maske temin edilmesi ve asbestin zararları konusunda gerekli bilgilendirmenin yapılması, Yıkımına başlanmamış binalarda asbestli malzeme olup olmadığının tespit edilmesi ve tespit edilen asbestli malzemelerin ayrıştırıldıktan sonra yıkım işlemine başlanması, Enkaz kaldırma çalışmaları sırasında kullanılan kamyonların kasaları örtünmeden trafiğe çıkmasına izin verilmemesi, Asbestli malzemenin gerekli izolasyon işlemleri yapılarak yaşam alanlarından uzak bir bölgede depolanması. Bölgemizde meydana gelen depremler neticesinde akut dönemde öncelikle can ve mal kayıplarına ilişkin zararlar gündemimizdeyken, aradan geçen sürede özellikle alınmayan tedbirler sebebiyle çevresel zararlar da gündemimizde yer tutmaya başladı. Haberimize konu olan rapora göre, enkaz kaldırma ya da yıkımlar esnasında alınmayan tedbirler ve ihmaller sebebiyle halk sağlığı tehlikeye atılıyor. Bu tehlike maalesef sadece bugünümüzü değil; geleceğimizi de tehdit ediyor.
- Sen, Ben, Biz ve Onlar
Zaman, her ne kadar çizgisel akışa sahip olsa da, kendi içinde döngüsel olaylar barındırır. Benzer olayları, farklı zamanlarda geri döndremez bir biçimde, yeniden ve yeniden yaşarız. Geçmişe müdahale etme şansımız olmamakla birlikte, geleceğe dair bir şeyler yapabilmeyi, döngüyü değiştiremesek de gelecekte daha dirençli kalabilmeyi becerebiliriz. Ancak çoğu zaman, bu ihtimali gerçekleştirme olanağını göz ardı ederiz. 6 Şubat ve peşi sıra gelen depremlerin ardından, çizgisel ve döngüsel kavramlarını eğer Antakya üzerinden okumak istersek; bu kent, M.Ö. 300’lerdeki kuruluşundan bu yana çizgisel bir biçimde akan zaman içinde, döngüsel olarak 150 yılda bir tekrar eden 7 ve üzeri şiddetli depremler silsilesinin etkileriyle defalarca karşı karşıya kalmış. Şimdi, gelecekteki gerçekleşme ihtimali bir hayli yüksek olan döngüyü kıramasak da, süreçten doğru dersler çıkartarak, yazgıya daha dirençli karşılık verebilme şansına sahibiz. Öncelikle dünya tarihi içerisinde bu kentin hayat hikâyesi ile kişisel hikâyelerimizi zamanın akışı içerisinde birbiriyle çakıştırmaya çalışalım. Bir önceki yıkıcı depremin 1872 yılında meydana geldiği gerçeğinden hareketle, bu depremin bir benzerini 2012 doğumlu olan oğlumun yaşadığı gibi, onun dedesinin dedesi de tam 140 yıl önce yaşadı. Eğer oğlum ve ailesi hayatının geri kalanında Antakya’da yaşamaya devam edecek olursa ve döngü bu şekilde sürerse, oğlumun oğlu ve oğlumun torunu benzer bir durumla karşı karşıya kalmayacak. Ama oğlumun torunun torunu, bir sonraki depremi, eğer bizler şimdiden dersler çıkartıp, önlemler almazsak, tüm soğukluğu ve çıplaklığıyla yaşayacaktır. Babam, ben ve oğlum -150 yıllık döngü- yani beş kuşak içerisinde yer alan bu üç kuşak, bu depremi ve sonrasını tüm gerçekliğiyle yaşadık, sonuçlarına katlanmaya çalışıyoruz ve katlanmaya da devam edeceğiz. Bu şiddetteki bir depremi hiç yaşamamasını umduğumuz, bir veya iki kuşağa, bir daha aynı yıkımları ve aynı kayıpları yaşamamak adına, bildiklerimizi ya da henüz öğrenmediklerimizi aktarmak durumundayız. Yoksa bizden sonraki dördüncü ve beşinci kuşaklar da yaşadıklarımızın bir benzerini yaşama talihsizliğinden kendilerini kurtaramayacaklar. Tüm bu yaşananları Nevzat Sayın, “bu bir doğal felaket değil, bir beşerî felaket” olarak tanımlıyorken, şu andan itibaren, tarihin bize vermiş olduğu sorumluluğun ciddiyeti içerisinde kalarak, bu kısır döngüyü kırmak, beşeri uyararak, üzerimize düşen sorumlulukları muhakkak yerine getirmek durumundayız. Tarih sahnesinde kendimizi ve neslimizi konumlandırmanın ardından, sonraki kuşaklara bu deneyimi ve bize öğrettiklerini aktarabilmemiz adına, bu kentin özellikle tarihi kent merkezinin yaşadığı en son yıkımı sağlıklı bir biçimde algılamak ve irdelemek gerekir. Karşımızda, bir kentin %85’inin yıkımından oluşmuş; sorgulanmayı, çözümlenmeyi bekleyen, hiçbir biçimde enkaz ya da moloz olarak değerlendirilmemesi gereken bir bilgi yığını duruyor. Benim ve benim gibi birçok kişinin de ortak düşüncesi, bu yıkım ve bilgi kümelenmesinin, cerrah titizliğinde bir müdahaleyi hak ettiği yönündedir. Antakya, kaçıncı defa olduğunu kesin olarak bilmediğimiz bir yıkım ve yeniden yapım süreci içerisinde, sedye üzerinde komadan çıkmayı beklerken, masanın başındaki uzmanlar, müdahale biçiminin ne şekilde olması gerektiğine yönelik şu üç yöntemi tartışmaktalar: 1. Şehrimizi ölmüş kabul edip, Antakya’yı yeni bir yerde, yeniden inşa etmek. 2. Genetik kodlar ve kültürel bağlam göz önünde bulundurularak, hastayı diriltip, rehabilite edip, dağarcığı nesiller boyu aktarmaya devam etmek. 3. Genetik kodların aktarıldığı, her şeyiyle yeni bir şehir inşa ve ihya etmek. Mezarlıklar şehirlerin birer parçasıdır. “Dünya”yı bir şehir olarak kabul edecek olursak, tarih boyunca birçok kentin mezarlığa döndüğüne, yıkılıp yok olduğuna, ortadan kaybolduğuna şahitlik etmişizdir. “Şehir mezarlığı” tabiri alışık olduğumuz bir tabir iken “yok kentler” den müteşekkil “mezar şehirler” aslında bizler için çok da alışık olmadığımız bir kavramdır. Persepolis, Kartaca, Machu Picchu, Babil gibi her biri bir sebeple, anlı şanlı geçmişleri olmasına rağmen, tarih sahnesinden birer birer silinip, mezar şehirler tarihine adlarını yazdırmışlardır. Bu bizler için düşük bir ihtimal olsa da biz de artık gerçeği kabullenip, son temsilcileri olarak deneyimlediğimiz bu şehrimizi, tarihin en üst katmanı olarak kabul edip, bırakıp gitmeli miyiz? Bu yaklaşım, bir kısım yerbilimci ve mimar tarafından ortaya konulan bir görüşe ait. Bir diğer görüş de, içerisinde mimar, şehir plancısı, arkeolog, koruma uzmanı, sosyolog, antropoloğun bulunduğu, Antakya’nın tarihi, kültürel, kentsel ve demografik sürekliliğini savunan ve daha geniş bir tabana yayılan görüş. Çünkü Antakya yukarıda sayılan mezar şehirlerden farklı olarak, yangına, istilaya açık, doğal afetlere karşı dirençsiz ama hayata tutunmaya azimli ve dirençli kentlerden biridir. Böyle bir yaşama azmi varken, hastayı sedyede kendi kaderine bırakmak ya da tüm yaşamsal bağlamından koparmak düşünülebilir mi? Peki, bu kentin belleğinde yıkım, genetiğinde enkaz altında kalma bilgisi yer almışken, neden yeniden burada yaşamı kurma ve yaşama isteği tekrar ve tekrar tezahür ediyor? Bunun nedeni, 2350 yıl önce temeli atılan bu kentin, Tuğçe Tezer’in sürekli dile getirdiği “Ova, Nehir ve Dağ” bağlamından kaynaklanıyor olabilir. Bu üçlü yaşamsal açıdan öyle bir ortam ve imkân yaratıyor ki, adeta ana rahmi gibi bereketli. Her doğumda olduğu gibi sancılı geçen her süreçte, coğrafyayı, depremi, inşa etme kültürünü iyi bellemiş olan bu doğurgan anne, her zaman gürbüz bir bebe veya bilge bir dede vermiştir, dünya kentler tarihinin kucağına. Ne zaman ki “Ova”, “Nehir” ve “Dağ” üçlüsünden biri yahut ikisi birden yadsındı veya görmezden gelindi, o zaman düşük riski ortaya çıktı ya da ölü doğum gerçekleşti. İşte biz o zaman, bebeği kaybettik. Bu kente ve kentin tarihine olan borcumuz gereği, dünya medeniyet tarihi içerisinde yerini almış bir kültürün sürekliliğini depremin kesintiye uğratmasına müsaade etmemeliyiz. 150 yılda bir 7 ve üzeri şiddette bir depreme ve büyük yıkımlara maruz kalan bir kentin fiziksel ve kültürel sürekliliğinin devamı, şu anda enkaz görünümünde olsa dahi yine de elimizde olan bu çok kırılgan veri bütününü koruduğumuz müddetçe gerçekleşecektir. Ki bu veri, içerisinde yüzümüze bir tokat gibi çarpan hatalarımızı içeriyor olsa da; bu öğretici kümenin, hızlı bir şekilde olay mahallinden kaldırılmasına izin vermemeliyiz. Kentimizle, kendimizle, geçmişimizle, hatalarımızla yüz yüze gelmeli, hesaplaşmalı ve helalleşmeliyiz. Yoksa ya terk-i diyar edeceğiz ya da yeni doğacak olan bebeğin, sadece genetik kodlarıyla değil kültürel kodlarıyla da yaşama tutunmasına olanak tanıyacağız. Hastanın başında görüş bildiren ve eyleme geçen bir diğer grup da, çoğunlukla bürokratlardan, vakıf mütevelli heyetlerinden, özellikle Antakya’yı tanımayan ve yeni yeni tanıma edimi içerisine girmiş olan mimar, yüklenici, şehir plancısı, sanat tarihçisi, arkeolog ve akademisyenlerden oluşan görkemli bir uzman grubu. %85’i harap olmuş bu kentten öğrenilebilecek ve kurtarılabilecek birçok şey varken hastaya müdahale biçiminin de ne olduğu, gerçekleştirilen eylemlerden sonra yavaş yavaş anlaşılmıştır. Tescilli kültür varlığı ya da değil, ağır hasarlı veya yıkık durumdaki her yapının, sadece yeniden yapımı amaçlı gerçekleştirilen enkaz kaldırma işlemi, koruma ve mimarlık açısından doğru bir yaklaşım olmadığı gibi adeta ana rahminin içindeki fetüsü kazıyıp almak anlamına da gelir. Teşhis aşamasında, Antakya Tarihi Kent Merkezi içerisindeki yapıların hasar tespitinin az, orta, ağır ve yıkık olarak derecelendirilmiş olması, hasarın mahiyetini tam olarak anlatmakta yeterli olmamıştır. Yapılar “Tescilli Kültür Varlığı” ya da “Çevre Uyumlu Geleneksel Yapı” olarak ayrı ayrı değerlendirilmemeliydi. Çünkü Antakya tarihi kent merkezi içindeki her yapı, tarihi dokuyu tamamlayan bir unsurdur. Yapıdan çok dokuyu koruyan bir yaklaşım içerisinde olunmalıydı. Tedavi aşamasında, her yapı için ayrı ayrı değerlendirmeler yapılmalı, hasar durumunun ağır olmasına göre topyekûn enkaz kaldırılmamalıydı. Mümkün olduğunca parsel sınırları içerisinde ayrıştırma yoluna gidilmeliydi. Alanda çalışan ağır iş makinalarının, toprak üstünde olduğu kadar, toprak altındaki arkeolojik yapılara ve bu yapıların alt kotlarındaki uzantılarına zarar vermesine müsaade edilmemeliydi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kamu yapıları ve vakıf eserleri için hasar tespitinden, enkazın korunmasından, molozun ayrıştırılmasına kadarki süreçte göstermiş olduğu hassasiyeti ve özeni, alan içerisindeki diğer şahıs mülkleri, sivil yapılar için de göstermesi gerekirdi. Sonuç olarak, yakın bir zaman içerisinde içimizi çok acıtacak bir “Eski Antakya” portresiyle karşı karşıya kalmamız muhtemel. Şehrinizi ne kadar iyi tanıyor olsanız dahi, boşluk içerisinde kaybolacaksınız. O kadar ki, keşke enkazıyla birlikte yıkık bir biçimde kalsaydı da bu bomboş alanı görmeseydik diyeceksiniz. Bu belki sizin kente dönüş isteğinizi, yeniden bir ihtimal yaşama tutunma arzunuzu tüketecek. Ama vazgeçmeyin. Sahiplenin. Sen, ben, biz olmasak, “onlar” olacak. Uzun bir zaman içerisinde de -belki bir ihtimal- belleğinizdeki anı noktalarına temas ederek kendini hatırlatacak, alana tek tük serpiştirilmiş yapılarla karşılaşacak, ama bağ kurduğunuz esas mekânlar artık orada olmadığı için, anılarınızı tümden yâd edemeyeceksiniz. Her zaman “ahh o eski günler” diye iç geçireceksiniz. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ama yine de vazgeçmeyin. Sahiplenin. Sen, ben, biz olmasak “onlar” olacak. Merkezi otoritenin, “Yerinde Yeniden İhya” ve “Aslına Uygun Restore Edeceğiz” diyerek, Antakya Tarihi Kent Merkezi içerisinde gerçekleştirdiği çalışmaları anlatan bir örnek: Hatay İli Antakya İlçesi 3. Mıntıka 115 parseldeki, farklı dönemlerde müdahalelere maruz kalmış bir “Çevre Uyumlu Geleneksel Yapı”dır. 2021 yılında yapının rölöve projeleri, ilgili idare olan Antakya Belediyesi’ne sunulmuş ve onaylanmıştır. Yapının restorasyon projeleri de onaylanmak üzere Hatay Koruma Bölge Kurulu’na havale edilmiştir. Hatay Koruma Bölge Kurulu 23.12.2020 ve 1025 sayılı kararı ile yapının tescillenmesine ve projelerin tescilli yapılarda talep edilen düzenden yeniden çizilmesine karar vermiştir. 2021 yılında Hatay Koruma Bölge Kurulu’nun onayının ardından rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerine göre yapıda uygulamalara başlanmıştır. Yapının restorasyonunun tamamlanmasına yakın bir zamanda, restorasyon tadilat projesi hazırlanmış ve ilgili belediyeye havale edilmek üzere sunulmuştur. Ancak 6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinden sonra yapı hasar görmüş olsa da, çevresinde hiçbir sağlam yapı olmamasına rağmen ayakta kalmayı başarmıştır. Hasar tespit çalışmaları sonucunda hasar durumu “Ağır Hasarlı” olarak belirlenmiş, ancak yürütmeyi durdurma istemi ile dava açılmış ve ara karar çıkmıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen, yapı yıkılmadan yerinde tespitler yapılıp güçlendirilebilecekken, müellifin ve mülk sahiplerinin haberi olmadan, 30 Ağustos 2023 günü tamamen yıkılmıştır. Deprem öncesi ve sonrasına dair hava fotoğraflarında, yapı gayet net bir biçimde görünmektedir. Ancak depremin yıkamadığı, ayakta olan “Tescilli Kültür Varlığı Yapı”, kepçeler yardımıyla yerle bir edilmiştir. Yapıya ait alanda bir tek kuyu ağzı bırakılmıştır. Peki, ağaçlardan ne istediniz; onlar da mı ağır hasarlıydı? Halbuki, depremde 3. Mıntıka 115 parseldeki “Tescilli Kültür Varlığı Yapı”dan daha çok hasar görmüş olan 3. Mıntıka 1441 parseldeki kültür varlığı yapı, proje müellifinin girişimi ve yapı malikinin bedelini karşılaması sonucuyla yerinde ayrıştırılmıştır. Bu konuda koruma bölge kurulundan izinler alınmış, alandaki Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın uzmanlarıyla mutabakatlara varılmış, gerçekleştirilen yerinde ayrıştırma uygulamasıyla yapıya ait birçok malzeme, detay korunmuş, yapının neden yıkıldığına ya da bazı bölümlerinin neden ayakta kaldığına dair birçok veri, tespit yapılabilecek bir biçimde ortaya çıkarılmıştır. Yapıyı ayakta tutan taşıyıcı sistem ve elemanlar zarar görmüş ve bir daha kullanılamayacak olsa dahi, yerine konması çok zor hatta imkânsız olan bazı yapı elemanları, yerinde muhafaza edilmiştir. Bunlar arasında bulunan kiremitler, karo mozaik zemin kaplamaları, ahşap kornişler, dolaplar, pervazlar, mahmel ve yüklükler, kesme taş malzemeler, aşık, mertek ve alınlıklar, ferforje korkuluklar, yapının avlusunda korunmuştur. İlk aşamada yapı sahibi adına külfetli bir iş olsa da, yapının kepçelerle yıkılıp, kamyonlarla ayrıştırma merkezine götürülmesi, orada ayrıştırılması, restorasyon aşamasında malzemenin yapı alanına yeniden getirilmesi, eksilen malzemelerin yerine yenilerinin konulmasının maliyeti, bu ilk aşamadaki maliyetin, kat be kat daha üzerinde olacaktır. Ekonomik açıdan bir darboğazda olan bir ülkenin, depremden dolayı tüm varlığını kaybetmiş olan bir şehrinin insanlarının “tek atımlık barutları” varken, kaynaklarımızı bu biçimde harcamamız pek mantıklı görünmemektedir. Bunun yanında belki de ekonomik değer kaybından çok, kültürel değerlerimizin bu muameleye maruz kalıp, geri dönmesi zor bir ihtimal ortaya koyan bir seçenekle kaldırılması nedeniyle oluşan esas değer kaybımızın kültürel alanda olduğu, su götürmez bir gerçektir. Vatandaşın yapabildiğini, devletimizin de yapabileceği ise bir diğer gerçekliktir; yeter ki bu yönde bir irade ortaya koymak istesin. Eminiz ki vatandaş da, devletinin yanında durup onu destekler pozisyonda olacaktır. * Y. Mimar
- Enkaz Altında Kalan Geçmiş ve Roş Aşana
Foto: Barış Yapar Yahudilerin Anadolu’daki varlıkları M.Ö 4. Yüzyıla dayanırken dünyanın bilinen en eski cemaatlerinden bir olan Antakya Yahudi cemaatinin yaklaşık 2200 yılı aşkın bir tarihi bulunuyor. Antakya Yahudi cemaati, İsrailoğulları’nın başta Halep olmak üzere Suriye’de ve Lübnan’da yaşayanlarının bir bölümünün Antakya’ya yerleşmesiyle oluşmuş köklü bir cemaattır. Maalesef 6 şubatta yaşanan Maraş merkezli depremde yaşanan kayıplarla bir tarih sona erdi. Senelerdir cemaati ayakta tutmak için çabalayan, topluma büyük katkıları olan Antakya Yahudi Cemaati başkanı Saul Cenudioğlu’nun ve eşi Tuna Cenudioğlu’nun vefat etmesi ve depremden sağ kurtulan yahudilerin de şehirden ayrılmalarıyla tarihin bir sayfası daha kapandı. Cemaatlerin karşı karşıya kaldığı demografik azalma (ölüm oranının doğumlardan fazla olması, karma evlilikler vs) ve hızlanan göç nedeniyle iki elin parmağı kadar kalanlar artık yok. Bugün yaklaşık 15.000 kişiden oluşan Yahudi toplumu çoğunlukla İstanbul, İzmir ve Ankara’da yaşıyor. Ülkenin dört bir yanında binlerce senedir yaşayan insanları tanımanın, anlamanın ve geleneklerini öğrenmenin iki yolu var ; okumak ve birinci ağızdan dinlemek. Antakya Yahudi cemaatinin geçmişini birinci ağızdan dinlemek zamanla daha uzak bir hayale dönüşürken, yazılı kaynaklar bırakmak önem kazanıyor. "çan, ezan, hazan " deyimiyle özdeşleşmiş Antakya’da yaşayan herkes komşunun bayramlarından, pişen yemeklerden, paylaşılan sofralardan, ibadethanelerden sokaklara ve caddelere taşan kutlamalardan büyük bir mutluluk duyarak bahseder. Kimisi bayramı inandığı için, kimisi de kültürel ve geleneksel yapısını sevdiği için kutlar. Bayramlar, gelenekler, bayram sofraları için özenle hazırlanan yemeklerin dinsel ve kültürel boyutları bireylerin kimliklerinin en dışarıya açabildikleri ve görünür kıldıkları parçalarıdır. Yahudilik inancı, bayramları ve ritüelleri içinde, yemeğin son derece önemli bir yeri olduğu açıktır. Roş Aşana (רֹאשׁ הַשָּׁנָה), Yahudi takvimine göre yılın başıdır. Bu bayram hem yeni yılı hem de kefaret günü olan Yom Kippur’a kadar olan 10 pişmanlık gününün başlangıcını temsil eder. Roş Aşana da İbranı takvimindeki Tisri ayının ilk gününde, günümüzde ona tekabül eden tarihte kutlanıyor. Yahudi yeni yılı bu sene 15 eylül Cuma ve 16 eylül Cumartesi akşamları kutlanıyor. Yeni yılı takiben Yom Kipur yani kefaret günü geliyor. Bu 10 günlük süre zarfında inananlar geçirmiş oldukları yılı, bu süre zarfındaki davranışlarını, tutumlarını ve hareketlerini sorgular « nasıl daha bir insan olabilirim ? » diye düşünürler. Roş Aşana için hazırlanan sofrada sembolik anlamı olan yiyecekler bulunur. Bu yiyecekler elma tatlısı, pirasa, pazı, hurma, kabak, balık, balık ya da kuzu başı ve nardan oluşur. Elma tatlısı tatlı bir seneye başlamayı, pirasa ve pazı düşmanları uzak tutmayı temsil eder. Sofranın ama yemeği, bolluk ve bereketin simgesi olan başıyla birlikte pişirilen ve masaya başıyla birlikte getirilen balıktır. Nar, ikinci gece yenir ve sevapların nar taneleri gibi çoğalması dilenir. Simgesel yiyeceklerin dualarından sonra bayram yemeğine başlanır. Antakya’da Sünni, Alevi, Ermeni, Yahudi ve Ortodoks toplumları yüz yıllar boyunca yardımlaşma ve dayanışma içerisinde yaşadılar. Antakya Yahudileri de bu toplum mozağinin bir parçası olarak hem kendilerinden kattılar hem de zaman içerisinde bölgenin kültürune entegre oldular. Bunun bir göstergesi ise mutfak kültürlerinin iç içe geçmesidir. Antakya’da Şabat günlerinde yapılan sebzeli, köfteli ve ekşi bir yemek olan “hamid” (Arapça eksi demektir) ve Antakyalı Yahudi Liza Cemel’in Nenha’daki yazısında bahsettiği Roş Aşana’ya özel Kibbe bil Fırın (tepside içli köfte) tarifi kültürel ve gastronomik entegrasyonun göstergesidir. Bu sene 5784’u Antakya’da karşılayacak, Roş Aşana sederini hazırlayacak kimse kalmadı, 5785’e nasip olsun dilerim. Her şeye rağmen, Şana tova umetuka!
- Deprem, Antakya ve Sokak Hayvanları
6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş depremi, Antakya’yı derinden etkileyen yıkımın en büyük tanığı oldu. Şu an itibariyle, bölgedeki insanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta büyük zorluklar yaşıyorlar. Zorlu hava koşullarında saatlerce su sırası beklemek, sağlık ve hijyen gibi basit gereksinimleri bile karşılamak mümkün değil. İnsanlar, bu zorlu koşullar altında temel gereksinimlerini dahi giderme mücadelesi veriyorlar. Buna ek olarak, bölgedeki sokaklarda, enkaz aralarında aç, yaralı ve hastalıklı şekilde hayatını sürdüren hayvanların sayısı, hayatta kalan insanların sayısına eşit, hatta onlardan daha fazla olabilir. Bundan aylar öncesinde, yani deprem anına ve kurtarma çalışmalarının devam ettiği günlerde de hayvanlar ciddi zorluklar yaşadı. Deprem sırasında bazı insanlar, hayvanlarıyla birlikte enkaz altında mahsur kaldılar ve bazı hayvanlar deprem anında aşırı korktukları için sahipleriyle birlikte evlerinden çıkamadılar. Sokaklarda enkazlara giren çıkan veya saklanan hayvanlar ve bu hayvanları arayan insanlar nedeniyle karmaşık bir durum oluştu. İnsanlar, şoku atlattıktan sonra hayvanlarını güvende tutmak için güvenli bölgeler aramaya başladılar. Kurtarma ekipleri, gönüllü sivil toplum kuruluşları ve veteriner hekimler sayesinde hayvan kurtarma çalışmaları başladı, ancak bu imkansızlıklarla dolu ortamda bu çalışmalar yetersiz kaldı. Bir yandan kurtarma çalışmaları devam ederken bir yandan içlerinde kurtarılmayı bekleyen hayvanların olduğu ağır veya orta hasarlı binalar göz göre göre hayvanların üstüne yıkılmaya çalışıldı. Bazı durumlar gönüllülerin çabaları sonucu durduruldu. Bazı binalarda içerde canlı izine rastlanmadığı öne sürülerek maalesef yıkım durdurulamadı ve hayvanların içeride kaldığını söyleyen insanların olmasına rağmen yıkım işlemi gerçekleşti. Kurtarılan hayvanlar ise bölgenin imkansızlıklarından dolayı uzun süre tam bir sağlık hizmeti alamadılar. Hayatta kalan insanlar, hayvanlarıyla birlikte kalabilecekleri bir yer bulmakta da zorlandılar. Hatta sırf bu nedenle bazı insanlar, hayvanlarını sahiplendirmek zorunda kaldılar. Bu felaketi yaşayan insanlar için, evlerinde veya sokaklarında hayatlarına eşlik eden hayvanları kaybetmek ve onları şu an bu durumda görmek bunca şeyi yaşamış herkes için oldukça yıpratıcı. Deprem öncesinde de Antakya'da sokak hayvanlarının refah seviyesi oldukça düşüktü. Şehrin hızla gelişmesi, sokak hayvanlarının yiyecek ve güvenli barınma bulma çabalarını daha da zorlaştırmıştı, bu da hem hayvanların sokakta yaşayabilmesini hem de sağlık sorunlarını beraberinde getiriyordu. Zaten dünya genelinde, hayvanların temel haklarına saygı duyulan ve iyi bir yaşam sürdürdükleri ülkeler oldukça az ve Türkiye genel olarak bu konuda sınıfta kalan ülkelerden biri. Ancak, bu durumu değiştirmeye çalışan hak savunucuları ve gönüllülerin çabaları sayesinde, en azından sokak hayvanlarının yaşam alanları, beslenmeleri ve sağlık durumları için verilen mücadelenin seneler içinde arttığını görebiliyoruz. Tabii, bu çabaları gösterenler, çevre sakinleri, belediyeler ve barınaklar türlü zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor. Deprem sonrası sokak hayvanlarını bekleyen ciddi tehlikeler Yine deprem öncesinde Antakya’da gönüllü ağının bölgede büyümesiyle birlikte, sokak hayvanlarını beslemeye ve güvenli barınakları artırmaya yönelik çalışmalar başlamıştı, en azından sorunun görünürlüğü artmıştı. Ancak, maalesef yaşanan depremle birlikte işler tamamen tersine döndü ve hatta sokakta yaşayan hayvanların yanı sıra 'ev hayvanları' da bu zor durumda hayatta kalmaya çalışıyor. Bu, uzun vadede bölgedeki tüm hayvanların sağlığını ve çevre sağlığını ciddi şekilde tehdit edecektir. Çünkü bölge şu an herhangi bir canlının yaşaması için uygun bir yer değil. Hayvanlar, sokaklarda kalan enkazlardan buldukları yiyeceklerle veya gönüllü insanlar tarafından beslenerek hayatta kalmaya çalışıyorlar. Beslenme yetersizlikleri ve çevrenin sağlıksız durumu her canlı gibi hayvanları da etkiliyor. Bu durum hayvanlarda doğrudan sağlık sorunlarına yol açarken insanlar için zoonoz, yani hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalıklar açısından bir tehdit oluşturuyor. Tüm bu hijyenden uzak ve sağlıksız ortamda hayvanlar parazitlerle, vucutlarında enkaz aralarında gezerken oluşan yaralarla, beslenme yetersizliğinden oluşan bir dizi problemle hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ne yazık ki, şu an bölgede tam teşekküllü bir veteriner kliniği bulmak neredeyse imkansız. Var olan veteriner klinikleri ise ağır hasar görmüş, cihazlarını ve hekimlerini kaybetmiş durumda. Açık olan klinikler büyük bir özveriyle işlerine devam etmeye çalışsa da hayvanların kapsamlı bir sağlık hizmeti alabilmeleri için çevre illere sevk edilmeleri gerekiyor, bu da kurtarma çalışmaları yapan gönüllüler için zorluklar doğuruyor ve bu canlıların temel hakları ellerinden alınmış oluyor. Bu hastalıklarla ve sağlıksız durumla mücadele edilmediği takdirde, zoonoz hastalıkların insanlara bulaşma riski de ciddi şekilde artıyor. Şu an bölgede hem hayvanlar hem insanlar paraziter mücadele vermeye çalışıyor. Ayrıca açlık ve hastalık nedeniyle hayatını kaybeden hayvanların bedenleri, uygun şekilde ortadan kaldırılmadığı için çevrenin doğal dengesini bozan etkenlerinden biri haline geliyor. Bu durum, dünya genelindeki felaket durumlarının hayvanlar açısından hiçbir şeyi değiştirmediğini, hatta daha da kötüleştiğini gösteriyor. Bölgenin doğal dengesinin bu kadar bozulması, orada yaşayan vahşi hayvanların ve doğal yaşam alanlarının da zarar görmesine neden oluyor. Antakya, birçok canlıya ev sahipliği yapan bir coğrafyadır. Örneğin, birçok kuş türü göç zamanında bu bölgeyi tercih eder ve bir süre burada yaşar. Burayı tercih etmelerinin doğal yaşantıda birçok sebebi var. Bu sorunlar, bölgenin doğal denge sistemini bozacağı için bu çeşitliliği kaybetmemize sebep olabilir. Bu kadar zengin bir yaşam döngüsünü içeren bir bölgenin korunmaması ve çözüm önerilerinin sunulmaması, Antakya'nın güzelliklerinden birini daha kaybetmemize neden olacaktır. Bu durumun görmezden gelinmesi, Antakya halkı için büyük bir kayıp olacağını düşünüyorum. Çünkü şehir tamamen yıkılmış olsa bile değerlerini korumak için herkes ciddi bir dayanışma içinde. Doğanın, sokaklarda yaşayan hayvanların ve diğer canlıların, insanlar kadar yaşama hakkına sahip olduğu ve bu hoşgörülü toplumun temel bir parçası olduğunu unutmamak önemlidir. Sokak hayvanları Antakya’yı Antakya yapan unsurlardan biri Çok fazla acı yaşadığımız hepimizin ayrı ayrı derin yaralar aldığı şehrimizi, çocukluğumuzu, ailelerimizi ve arkadaşlarımızı bir anda kaybettiğimiz bir olay yaşadık. Hoşgörüsüyle bilinen bir toplumun yaşadığı coğrafyada insan kadar yaşama hakkına sahip olan diğer canlıların ve doğanın bugün getirildiği nokta tüm değer yargılarımıza tamamen ters düşen insanlarda oraya dair umudu körelten bir noktadadır. Bölgeden yolu geçmiş herkes bölgenin yaşama sevincini bilir. Bu deprem bize bu yaşama sevincinin güç aldığı çok fazla değer olduğunu gösterdi. Şehrin kendisi,sokağında yaşayan hayvanları, insanları, kültürleri, yemekleri, doğası, bölgeye dönemsel gelen kuşları, dilleri, dinleri orayı Antakya yapan temel taşlardır. Bunlardan birinin zarar görmesi Antakya’nın hep bir eksik kalmasına sebep olacaktır. Yani kısaca Antakya’da büyük parkta neşeyle peşinize takılan köpekler, kiliselerin bahçesinde uçuşan kuşlar, uzun çarşıda peynircilerin önünde bekleyen kediler, baharla gelen yaz bitiminde herkesin el sallayarak uğurladığı leylekler de Antakya’yı Antakya yapan parçalar. Bugün bunların kaybolmasını görmezden gelirsek yarın yeniden kurduğumuz Antakya eski Antakya'nın yaralı ve eksik bir taklidi olmaktan öteye gidemeyecek. Tüm canlılarıyla Antakya’nın tekrar tanıdığımız Antakya olması dileğiyle…
- Everyday Politics of an Earthquake
What happens when a government prioritises its own image over the people affected following a major earthquake? Micromanagement of pain, micromanagement of outburst, and micromanagement of despair. How does the government manifest this micromanagement? By controlling what goes on in the region in the aftermath of the earthquake through its channels that it has sent there. One of the most prominent of these channels was the National Medical Rescue Team (UMKE in Turkish acronym), which is the governmental emergency service organisation for medical assistance in natural disasters and accidents that consist of specialised health care personnel. In the earthquake-affected region, the situation was tense, the area was destroyed, and the people were left helpless. People came to the hospital either on foot or hitchhiking, and the hospital was located on the outskirts of the city. That is why when people arrived, we knew they came for the hospital. People came because they had complaints, but also because they did not know what to do with all the grief, stress, and anxiety. Therefore, when we were to give the news to the people that the field hospital was shutting down, all everyone asked was “What are we going to do? Where are we going to go?” This was the very question I asked the UMKE personnel when, one day, they appeared at our field hospital out of thin air and stayed until it closed. They responded with a dry “I do not know.” I asked “Then, what are we going to tell the people?” and they said, “Tell them you do not know; that, too, is an answer.” To me, that was not an answer, that was adding insult to injury. According to UMKE, what they were doing at the field hospital was “reporting the shortcomings they observe” and not answering questions. Yet, UMKE sought answers to their own questions, including whether we volunteered at the field hospital on our own will or were directed by an organisation. Even a foreign emergency volunteer asked me “I understand everything, but what exactly is UMKE doing?” Their presence was puzzling to the foreigners as well as for us, as we did not know their exact purpose, except that they were the tentacles of the government. However, UMKE’s questions continued. Much like these questions, despite the government’s attempts to micromanage, what was missing in the earthquake-stricken region was way too many. First, although there were many hospitals, established by various foreign governments, municipalities, and other organisations, nobody knew exactly what the other hospital had to offer to patients. One said they have tomography, the other refused. The other said they have cardiology services, only for another to point to the third hospital. On top of that, there was a shortage of medication, broken machines or monitors, and an urgent need to coordinate with city hospitals for transferring patients. Hence, the major shortcoming to report was the government’s inability and incapacity to establish a safe and sustainable information network. Therefore, rather than micromanaging, the government should have concentrated on coordinating the information flow among the established hospitals through its existing tentacles. Second, even though the government should have been well-prepared for such disasters, it became evident in the first week of the earthquake that they were entirely ill-equipped, particularly due to the severe shortage of tents. Most of the patients arriving at the hospital also emphasised this urgent need. Therefore, when our field hospital was getting ready to leave, the government, through UMKE, was inquiring whether they would consider leaving behind their tents, medications, and any other available supplies. This approach could have made sense if the government adopted a macro-level coordination strategy to collect necessary supplies and then distribute them to those in need. However, the government was collecting whatever they could that would be given by foreign teams through individual incentives left to the UMKE personnel’s discretion. The government's approach to disaster management that prioritises micromanaging and controlling the ongoing efforts over coming up with higher-level long-term plans for providing more sustainable living conditions manifested itself in the field as a lack of organisation, planning, and coordination. The behaviour of UMKE personnel emphasises this very point. While the UMKE personnel were assigned to "monitor" the ongoing activities and seemingly to show off, there did not seem to be anyone or any teams in charge of replacing the foreign field hospitals with UMKE-operated hospitals once the foreign field hospitals left. As word of mouth was a major source of communication among people in the region under these conditions, and the hospitals’ location had become widely known; an immediate transition to UMKE-operated hospitals at the same sites was a pivotal step that was apparently not taken by the government. With these untaken steps, over six months have passed since the earthquake struck, and many areas in the region still lack access to clean water, let alone proper information provision, tents, and medication. We still do not know exactly how many people died, how many buildings collapsed, or what are the future service provisions for the earthquake-affected region. But, what we definitely know was the micromanagement of everyday politics of an earthquake by the government at the expense of its own people. *Based on my observations during my volunteer work as a translator at a foreign field hospital in the earthquake-stricken region in March 2023.
- Depremin Gündelik Siyaseti
Bir hükümet büyük bir depremin ardından depremden etkilenen insanlar yerine kendi imajına öncelik verirse ne olur? Acının mikro yönetimi, isyanın mikro yönetimi ve umutsuzluğun mikro yönetimi. Peki hükümet bu mikro yönetimi nasıl yansıtır? Deprem sonrasında bölgede olup bitenleri oraya gönderdiği kanallar aracılığıyla kontrol ederek. 6 Şubat depreminde görüldüğü üzere bu kanalların en önemlilerinden biri uzman sağlık personelinden oluşan, doğal afet ve kazalarda tıbbi yardım için devletin acil servis organizasyonu olan Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi (UMKE) idi. Depremden etkilenen bölgede durum gergindi; bölge yıkılmış ve insanlar çaresiz kalmıştı. İnsanlar hastaneye yürüyerek ya da otostop çekerek geliyordu ve hastane şehrin dışında olduğu için oraya gelen insanların hastane için geldiklerini anlıyorduk. İnsanlar hem şikayetleri olduğu için hem de yaşadıkları üzüntü, stres ve kaygıyla ne yapacaklarını bilemedikleri için geliyorlardı. Bu nedenle insanlara sahra hastanesinin kapatılacağı haberini verdiğimizde herkesin sorduğu tek şey "Ne yapacağız? Nereye gideceğiz?" oldu. UMKE personeli bir gün sahra hastanemizde belirdiğinde ve kapanana kadar orada kaldığında ben de onlara aynı soruyu sordum. Kuru bir "Bilmiyorum" cevabını verdiler. "O zaman insanlara ne diyeceğiz?" diye sorduğumda "Bilmediğinizi söyleyin; bu da bir cevaptır" dediler. Bana göre bu bir cevap değil, yaraya tuz basmaktı. UMKE'ye göre sahra hastanesinde yaptıkları şey "gözlemledikleri eksiklikleri raporlamak" ve soruları yanıtlamamaktı. Oysa UMKE sahra hastanesinde kendi isteğimizle mi gönüllü olduğumuz yoksa bir kurum tarafından mı yönlendirildiğimiz sorusuna cevap arıyordu. Hatta yabancı bir acil durum gönüllüsü bana "Her şeyi anlıyorum ama UMKE tam olarak ne yapıyor?" diye sordu. Varlıkları bizim için olduğu kadar yabancılar için de şaşırtıcıydı, çünkü hükümetin uzantıları olmaları dışında tam ne yaptıklarını bilmiyorduk. Ancak UMKE'nin soruları devam etti. Bu sorular gibi, hükümetin mikro yönetim girişimlerine rağmen, deprem bölgesindeki eksikler de çok fazlaydı. Birincisi, çeşitli yabancı hükümetler, belediyeler ve diğer kuruluşlar tarafından kurulmuş birçok hastane olmasına rağmen kimse bu hastanelerin hastalara ne sunduğunu tam olarak bilmiyordu. Biri "tomografi var" dedi; diğeri reddetti. Öteki kardiyoloji hizmetleri olduğunu söyledi; ancak bir diğeri üçüncü hastaneyi işaret etti. Bunun da ötesinde ilaç sıkıntısı yaşanıyordu; makineler veya monitörler bozuktu ve hastaların nakli için şehir hastaneleriyle acil koordinasyon ihtiyacı vardı. Dolayısıyla rapor edilmesi gereken en büyük eksiklik hükümetin güvenli ve sürdürülebilir bir bilgi ağı kurma konusundaki yetersizliği ve acizliğiydi. Bu nedenle, hükümetin mikro yönetimi öncelemek yerine mevcut bağlantıları aracılığıyla yerleşik hastaneler arasındaki bilgi akışını koordine etmeye odaklanması gerekirdi. İkinci olarak, hükümetin bu tür felaketlere karşı hazırlıklı olması gerekirken tamamen donanımsız olduğu depremin ilk haftasında yaşanan çadır sıkıntısı ile ortaya çıkmıştı ve hastaneye gelen hastaların çoğu da bu acil ihtiyacı vurguluyordu. Bu ihtiyaçları karşılamak için sahra hastanemiz ayrılmaya hazırlanırken hükümet çadırları, ilaçları ve mevcut diğer malzemeleri geride bırakmayı düşünüp düşünmeyeceklerini UMKE aracılığıyla soruyordu. Hükümet gerekli malzemeleri toplamak ve daha sonra bunları ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için makro düzeyde bir koordinasyon stratejisi benimsemiş olsaydı bu yaklaşım mantıklı olabilirdi. Ancak hükümet UMKE personelinin takdirine bırakılan bireysel teşvikler yoluyla yabancı ekipler tarafından verilebilecek ne varsa topluyordu. Hükümetin daha sürdürülebilir yaşam koşulları sağlamak için daha üst düzey ve uzun vadeli planlar yapmak yerine devam eden çabaları mikro düzeyde yönetmeye ve kontrol etmeye öncelik veren afet yönetimi yaklaşımı sahada organizasyon, planlama ve koordinasyon eksikliği olarak kendini gösterdi. UMKE personelinin davranışları tam da bunu kanıtlıyordu. UMKE personeli devam eden faaliyetleri "izlemekle" görevlendirilmişken yabancı sahra hastaneleri ayrıldıktan sonra onların yerine UMKE tarafından işletilen hastaneleri yerleştirmekle görevli kimse ya da herhangi bir ekip yok gibi görünüyordu. Bölgede halk arasında kulaktan kulağa iletişimin önemli bir kaynak olması ve hastanelerin yerlerinin yaygın bir şekilde bilinmesi nedeniyle aynı yerlerde UMKE tarafından işletilen hastanelere derhal geçiş yapılması hükümet tarafından atılmadığı anlaşılan önemli bir adımdı. Bu ve benzeri atılmamış birçok adımla depremin üzerinden altı aydan fazla bir süre geçti ve bölgedeki pek çok yer doğru bilgilendirme, çadır ve ilaç tedariki bir yana hala temiz suya erişimden bile yoksun. Hala tam olarak kaç kişinin öldüğünü, kaç binanın yıkıldığını ya da depremden etkilenen bölge için gelecekte ne tür hizmetler sunulacağını bilmiyoruz. Ancak kesin bildiğimiz bir şey varsa o da hükümetin depremden ziyade depremin gündelik siyasetinin mikro yönetimini kendi insanları pahasına öncelediğiydi. *Mart 2023'te depremden etkilenen bölgede yabancı bir sahra hastanesinde çevirmen olarak gönüllü çalışmam sırasındaki gözlemlerime dayanmaktadır.