top of page

"" için 205 öge bulundu

  • Antakya’yı Vegan/Vejeteryan Mutfağıyla Hatırlamak

    Genellikle hayvansal ürün içeren yemekleriyle akıllarda kalan Antakya'da vegan ya da vejetaryen olmak nasıl bir deneyim? Antakyalı Ortodoksların Paskalya öncesi tuttukları ve genel hatlarıyla vegan beslenme olarak tanımlayabileceğimiz 40 günlük Paskalya orucunun son haftasına girdiğimiz şu günlerde, bu toprakların yabancı olmadığı bir durumdan bahsediyoruz aslında. İlk duyduğunuzda garip gelse de et yemekleriyle ön plana çıkan Antakya’da vegan yaşamı benimseyen Antakyalılar da var. Peki, deprem öncesinde veya sonrasında vegan ya da vejetaryen Antakyalılar bu kültürü ve pratikleri nasıl deneyimliyorlar? Soruyu şu şekilde sormak da mümkün: Vegan/Vejetaryen bir Antakya mümkün mü? Antakya mutfağı ağırlıklı olarak hayvansal ürünler içeren yemeklerle bilinir olsa da vegan seçenekler açısından da oldukça geniş bir kültüre ev sahipliği yapıyor. Antakya'nın gözden kaçan vegan mutfağından size vegan bir Antakyalı olarak bahsetmek isterim. Mutfağın olmazsa olmazı meze kültürü Et yemekleriyle bilinse de Antakya’nın çok çeşitli meze kültürü içinde vegan seçenekler var ve bunlar mutfağın olmazsa olmazları. Birden fazla ülkenin sahiplendiği humus, üstü baharatlarla süslenmiş, kenarlarına turşu ve taze domates dizilmiş, üstüne ise Antakya’nın soğuk sıkım zeytinyağı gezdirilmiş görselliği ve tadı ile damaklarımızda yer etmiş bir lezzet. Humus dışında vegan olan mezelerimizi abbugannuş, tahinli tarator, mtebbel (tahinli patlıcan) şeklinde sıralayabilirim. Hepsinin sunumları gözlerinize, tatları ise damaklarınıza hitap eden mezeler, masada başka bir yemek aratmayacak kadar doyurucudur. Açdeniz Mutfağı Antakya Yemekleri etkinliği. Fotoğraflar: A. Furkan Bilgen Şehirde humusuyla bilinen bazı dükkanlarda bakla ile yapılan ve adına ful denilen bir mezenin olması sanıyorum Antakya’ya özel bir durum.  İnsanların işlerine giderken günlerine bir humusçuda bakla yiyerek başladıklarına çok kez tanık oldum. Benim çok tercih ettiğim bir yemek olmasa da şehirde hatırı sayılır bir kitlesi olduğunu çok iyi biliyorum. Bugün Antakya merkezde çoğu dükkan kullanılmaz durumda tabii ama eminim ya da umarım bir gün tekrar şehrin güzelliğinin içinde baklayı sabah kahvaltısı olarak tercih edebileceğiz. Humusçu İbrahim, bakla-humus tezgahının başında Göçle gelen yeni bir tat, Falafel Falafel de Antakya’nın mutfak sözlüğüne girmiş vegan yemekler arasında aslında. Benim de kişisel favorilerimden olan, yine pek çok ülkede tariflerde minik farklılıklarla yapılan, nohutun belki de en harika versiyonlarından biri olan falafeli ister dürümün içinde soslu olarak, isterseniz servis olarak tüketmeyi tercih ediyor tanıdığım birçok Antakyalı. Hem vegan, hem de sokakta yiyebileceğiniz oldukça doyurucu bu yemeği kiloyla alıp evinize de götürebiliyor olmanız da bu yemeği son yıllarda Antakyalılar arasında popüler kıldı; ayrıca son zamanlarda çoğu şehirde veganların tercihi haline geldi. Biz şanslı olanlar uzun zamandır bu tatla haşır neşiriz. Uzunçarşı, tatlılar, baharatlar Antakya’da bugün yıkıntılardan yön bulmak çok kolay değil ama halen ayakta olan uzun çarşıya doğru ilerlersek mutfağımızda baştacı ettiğimiz yine pek çok vegan ve vejetaryen seçenek karşımıza çıkıyor. Peynirler, tuzlu yoğurtlar, dönerlerin arasından bize göz kırpıyor. Bu seçeneklerin hepsinden bahsedeceğim ancak uzun çarşıya gelmeden önce köprü başında satılan Mşebbek aklıma geliyor. Bir ayağını tezgahın demirine yaslayıp yiyen insanların elinde küçük kare bir kağıdın içinde halka şeklinde bir tatlı, Mşebbek. Uzaktan bile gözünüze çarpan parlak bir turuncu renge sahip olan bu tatlı şehirde çok yerde karşınıza çıkabilir. Başka şehirlerde halka tatlı, kerhane tatlısı olarak da bilinir. Yine tamamen vegan bir seçenek olan bu tatlı, sanırım günün her anında tercih edilebilir. Bu dükkanlarda Mşebbek dışında yine birçok vegan tatlı seçeneği de bulmanız mümkün. Örneğin mşebbek hamurundan yapılan ancak form olarak lokmaya benzeyen züngül, dörtgen kesimi ve içinin bol fıstığı ile Şam tatlısı gibi daha çok şerbetli tatlılar bu seçenekler arasında. Mşebbek'den sonra herkesin anlat anlat bitiremediği Antakya’yla özdeşleşmiş en güzel vejetaryen seçenek künefeyi unutmayalım. Künefe şu sıralar peynirsiz düşünülemiyor ancak Antakya’da birçok yerde ya da evlerde fıstıklı ya da cevizli künefe görmek mümkün. Dolayısıyla, o uzun uzun sünen peynirin yerine ceviz koydurup tamamen vegan bir versiyonunu çoğu lokantada görebilir ya da yaptırabilirsiniz. Hatta ben vegan beslenmeye geçmeden önce de peynirlisi yerine cevizlisini tercih ederdim. Bölgede vegan ya da vejetaryen olmayan birçok kişi de halen fıstıklı ya da cevizlisini peynirli versiyonuna tercih edebiliyor. Uzun çarşıya devam edersek, makinesiyle dikkatimi çeken tel kadayıfın yeni pişmiş kokusunu alırsınız. Hemen o dükkanların önünde bir tepsiye hamur olmasın diye açılmış krep benzeri taş kadayıflar görürsünüz. Hemen siparişiniz alınırken bir tane ikram edilir; bu Antakya'da her alışverişiniz sırasında olabilecek bir durumdur. Antakya esnafı müşterilerine ikramlarıyla teşekkürlerini sunar. Bu taş kadayıfları insanlar evlerinde normalde içine bölgeye özgü bir peynir ya da ceviz ile doldurulur ve fırında bir süre pişer. Üstüne şıra hazırlanır ve henüz taş kadayıflar sıcakken üstüne şıra dökülerek servis edilir. İçinde ceviz olan versiyonu da yine vegan. Buradan alacağınız tel kadayıf ile siz de kendi evinizde vegan künefe ya da taş kadayıf yapabilirsiniz. Uzun çarşıda gezerken bazı dükkanlarda yöresel el yapımı vegan ürünler de bulabilirsiniz. Bölgeye özel ceviz ve patlıcan tatlısı vegan olan seçeneklerden. Ayrıca ev yapımı kurabiyelerden de vegan seçenekler bulmak mümkün. Tabii ki, bu ürünleri satın alırken mutlaka içerik sormanız gerekir. Bölgeye özel en bilinen tatlılardan biri de kabak tatlısı. Özel pişirme yöntemi ile kireçte yapılan bu tatlı hem bölgeye gelen misafirler hem de yerel halk tarafından oldukça sevilen bir lezzet. Kimi yerlerde üstüne ceviz ve tahin ile servis edilir. Dışının çıtırlığı ve içinin sulu yumuşaklığı ile hem tat hem doku olarak oldukça iyidir. Şehrin yöresel ürün satan dükkanlarında bulabilirsiniz. Deprem sonrası çoğu hasarlı olan bu dükkanlar online satış ile bölgenin önemli lezzetlerini sağlamaya devam ediyorlar. Uzun çarşıda baharatçıların bulunduğu yere gittiğinizde sizi birçok koku karşılar. Baharatlar Antakya mutfağının vazgeçilmezlerindendir. Bu dükkanlarda dağ kekiği bölgede bilinen adıyla zahter bulabilirsiniz. Zahter çok fazla alanda kullanılan bir ürün. Yöresel dükkanlarda zeytinyağı ile kavanozlanmış zahteri salatalara, yemeklere ve kahvaltılık soslara ekleyebilirsiniz. Yine zahter olarak bilinen baharat karışımı ile yapılan bir kahvaltılık da vegan beslenmeyi tercih eden insanların alabileceği seçeneklerden biri. Genellikle zeytinyağı ile karıştırılarak servis edilir. Zahterli harç hazırlayarak taş fırınlarda ekmek haline getirilmesi de sık rastlanan bir durumdur. Antakya’nın vegan ev yemekleri Sadece sokakta değil evlerimizde kurulan sofralarda da vegan seçenekler çok çeşitli. Evde hazırlanan değişik içeriklerle taş fırınlarda katıklı/biberli ekmek adıyla bilinen, fırıncının size açık mı kapalı mı gibi teknik sorular sorduğu ürünler çoğu kişinin buzluğunda bulunur. Bunun dışında zeytinyağlılar, sarmalar, hirisi adıyla bilinen bayramlarda yapılıp dağıtılan etli bir yemeğin kişkek isimli vegan bir versiyonu yapılır. Bu yemek hirisiye pişirme ve et dışındaki içerikleriyle benzerlik gösterir. Bunlarla beraber sofralarda çok sık karşılaşılan bulgur bi aedes(mercimekli bulgur pilavı), tebulle(kısır), adissıphamit (mercimekli pazılı çorba), kibbi bi edis ahmar (mercimek köftesi) vegan seçenekler arasında. Ayrıca yine bölgede çok sevilen oruk (başka şehirlerde içli köfte olarak da bilinir.) için de vegan bir versiyon bulunmaktadır. Genellikle bu versiyonu vegan olarak oruç tutan insanların sofralarında oruç dönemlerinde görebilirsiniz. Aslında bu kadar çok vegan seçeneğin bulunuyor olması ve bu seçeneklerin vegan olduğunun bile farkında olunmamasının sebebi bölgenin çok kültürlü yapısından kaynaklanmaktadır. Normal hayatlarında vegan olmayan ancak inançlarından dolayı yılın belirli dönemlerinde vegan beslenmeyi benimseyen insanların bu seçenekleri üretmeleri, damak tadına bu kadar düşkün olan bir toplum için pek de şaşırtıcı değil. Antakya’nın evlerde pişen yemekleri arasında, özellikle oruç dönemlerinde, çok çeşitli vegan ve vejeteryan seçenekler var gördüğünüz gibi. Ancak Antakya’da vegan ya da vejeteryan olabilmek mümkün mü? Kendimden örnek vereyim. Vegan olduktan sonra özlediğim çok fazla yemek oldu. Konu üzerine düşününce tüm bu yemeklerin vegan/vejeteryan versiyonlarını yapabileceğimizi ve mutfağımızın buna çok açık olduğunu farkettim. Şu anda bahsi geçmeyen ancak herkesin bildiği çoğu yemeğimizi vegan kıyma gibi ürünler kullanarak vegan bir hale getirdim. Antakya’da vegan yaşam biçimini benimseyen insan sayısı az olsa da mutfağımızın kapsayıcılığı herkesin yemek kültürünü istediği gibi devam ettirmesine olanak sağlıyor. Antakya'yı Antakya yapan çok fazla değer var. Bu seçenekler, Antakya'nın aslında her yaşam şekline ev sahipliği yapabilme yeteneğinin en güzel özelliklerinden biridir. Yeme biçiminiz, inançlarınız, kültürünüz ne olursa olsun, Antakya size kucaklarını açar ve kendinizi evinizde hissettirir. Günümüz koşullarında farklı sebeplerle et yemeği tercih etmeyen vegan ve vejetaryen Antakyalılar artıyor. Antakya’nın yemek kültürü bu talebi rahatlıkla karşılayabilecek nitelikte. Ezcümle, vegan/vejeteryan olmak Antakya’da mümkün. Hatta biraz daha ileri gideyim, vegan/vejetaryen olmanın en lezzetli hali Antakya’dır. Öne çıkan görsel: Açdeniz Mutfağı Antakya Yemekleri etkinliğinden, fotoğraf: A. Furkan Bilgen

  • “Kuş avlar gibi”: Malatya’dan Antakya’ya Bir Soykırım Hikayesi

    Soykırımın üzerinden 109 yıl geçti. Ancak acıları hala taze. Tekla Suadioğlu ve ailesi de bu acıyı yakından hissedenlerden. 6 Şubat depremine kadar Antakya’da yaşayan Tekla Teyze’nin Antakya’da artık bir evi yok. Tıpkı babası Minas Melikyan ve yüz binlerce soykırım mağduru Ermeni gibi… Bu röportajda Tekla Teyze ve babası Minas’ın hayat hikayelerini aktarmaya çalıştık. Yaşanan acıların tekrar edilmemesi ve yüzleşebilme umuduyla… Röportaj: Mişel Uyar Tekla Teyze nasılsın? Sağlığın nasıl? Merhaba, iyiyim. Sizleri sormalıyım. İyi şükür. Geldik buraya, Antakya’dan Arsuz’a yerleştik galiba şimdi. Hayat nasıl gidiyor? Memnun musun buralardan? Mecburuz memnun olmaya ama memnun değilim valla. Özlüyor musun Antakya’yı? Çok, çok. Malatya’dan başlayan, Beyrut ‘a uzanan, oradan da Antakya’ya uzun bir hayat hikayen var. Bize anlatır mısın? Babam 6 yaşındaydı. Katliam olunca. Yani 1915’te. Babaannesi Malatya’dan hanım ağalardandı, Ermeni kısmında en zengin kadındı. İşte katliam başlayınca gelmişler, dedemi öldürmüşler. Annesinin koynunda bıçaklamışlar nenemi. Babaannem hamile, onu da öldürmüşler. Sonra sıra halama gelmiş. Bunları bize anlatan babam değil, tabii babam hatırlamıyor. Yengesi var, dayısının eşi. Babanız o zaman çocuk zaten. Çocuk 6 yaşındaydı. Bunları bize anlatan yengesi, dayısının hanımı. O zaman yenge anlatırdı. Biz biraz büyüdükten sonra babamızı merak ettik. Ben ile abim. Kimse yok aileden, babam tek. Bir bu yengesi var. Aileden bazıları ölmemiş. Müslümanlarla evlenmişler. Onları bu yengemiz tanımıyor. Babanızın adı neydi? Minas Melikyan. Esas bizim soyadımız Kocaoğlanyan. İşte yengemiz anlatırdı, halam çok güzel, on dört yaşında, boy, pos, güzellik, onu da öldürmüşler. Babaannesi oturmuş, babam arkasında saklanmış. Küçük çocuk, 4 yaşında onun arkasında, babamın kardeşi. Şimdi asker gelmiş, babamı alacak. Babamın nenesi demiş ki askere, “Al sen bu altınları, bu çocuğu bana bırak.” Küçüğünü zaten görmemişler. Vermiş parayı. Ama asker ne demiş ona? “Kaç” demiş. Yani burada durma, kaç. Almış çocukları yürümüşler. Yürürken tabii, o dört yaşında çocuğu babamın omuzlarına oturtmuş. Yürümüş babam. Yürümüş ama babam da yorulmuş. Babam bırakmış bir köşede kardeşi Kevork’u, yürümüşler. Malatya’dan Nizip‘e kadar gitmişler. Nizip’te, onları bir camide oturtmuşlar. Babama demiş ki, ‘‘Nerede? George (Kevork) kardeşin? Babam da demiş ki “orada oturuyor”. Yazık kadın geri gitmiş. Geri gitmiş ama çocuk yok ortada. Geri dönmüş babamın yanına. Camide yatmışlar. Camide bir epey kalmışlar. Babama başlamışlar ders vermeye. Kalmışlar bayağı. Peki büyük babaannenin ismi neydi? Vartuhi. İşte oradan yine bir şeyler mi olmuş, kaçırmış babamı, yürümüş onlar. İkisi yalnız. Kevork’u kaybetmişler. Ama çok aramışlar bulamamışlar. Halep‘e kadar ulaşmışlar. Babaannesi Halep’te kalmamış. Yani hoşuna mı gitmemiş, ne olmuş bilmiyorum, kalmamış. Bir daha devam, Lübnan‘a kadar. Lübnan’da, şey var Deyr ıl Yetema (Ermeni Yetimhanesi). Şimdiye kadar mevcut orası. Yetim çocukları alıyor. Ders veriyorlar yani. İşte oraya gitmiş. Yetimhaneye vermiş çocuğu, babamı. Ama bir şartla, ben de burada çalışacağım demiş. Çünkü tanıdık kimsesi yok tek başına. Tek başına ve babamı bırakmak istemiyor. Şimdi küçüğünü kaybetti ya, aile de gitti. Babamı kaybetmemek için orada oturmuş, aşçılık yapmış. Babam çok zeki bir çocukmuş. Birincilikle okulu bitirmiş. Şimdi orada birincilikle okulu bitirince Fransız zamanıydı galiba, Lübnan’da yine. O zaman Babaanne Vartuhi onu askeri okula kaydetmiş. O da peşinden yine askeri okulda aşçılık yapmış. Beraber olmak, bırakmamak için. Okulu bitirmiş, asker olmuş. Hemen rütbe almış. O kadar zekiydi ki hemen rütbeyi aldı. İşte rütbeyi alınca, nereye attılarsa gitti. Ama babaanne orada aşçı olarak kaldı. Bir müddet sonra vefat etmiş. Ama babam cenazesini görmemiş. Çünkü dışarıdaydı. Minas Melikyan, askeri okuldan arkadaşlarıyla Size bunları anlatanlar büyük yengeniz demiştiniz. Babamın yengesi, dayısının hanımı. Onlar da kurtulabilmişler Malatya’dan. O da beraber kurtulmuş. Malatyalı çok vardı Beyrut’ta. Ama biz pek tanışmazdık. Annem Arap olduğu için ilgilenmiyordu Ermenilerle. Babam da asker. Bugün burada, yarın İskenderun’da, gelecek hafta bilmem nerede. Yani bir yerde en çok iki ay kalmışlar. Sürekli geziyor. Onun için biz pek kimseyi tanımıyoruz. Yalnız yengesini tanıyor, babam ona çok iyi davranırdı. Nereye gitse onu sorardı. Bizi de onunla tanıştırdı. Ama Ermeni nüfusu vardı Beyrut’ta, kalabalık. Ermeniler diyelim, Arsuzlusun bir mahallede oturuyorsun, Malatyalısın bir mahallede oturuyorsun. Antepliler bir yerde. Beyrut’ta Sınirfil diye bir yerde yaşıyorlar genelde.  İşte babam bir yerden bir yere gidiyor. Sonra tayini Antakya’ya vermişler. Burada da (Antakya’da) albaydı. Bizim bu askeri kışla babamın elindeydi. Oranın komutanıydı. Özel odası vardı. Sonra tabii gelip giderken anlatır, “bu benim odam” derdi. İşte bir gün traş oluyormuş burada, Antakya’da, kilisenin karşısında. Traş olurken gözü nasıl görmüşse annemi görmüş. Berbere demiş ki, bu kız kim? Adam demiş ki, “Minas Bey, havaca (ağa-bey anlamında) ben söyleyemem. Bu çok ünlü bir ailenin kızı. İstemek istiyorsan sana vermezler”. İsmi neydi annenizin? Miryana. Miryana Ketremizgil. Lakapları Eswat. 1939’dan sonra Ketremizgil. Ketremizgiller zaten var hala Antakya’da. Humusçu İbo’nun babası benim dayım. O, annemi görüyor o zaman. Ama babam bir daha, bir daha ısrar eder. Berber babama demiş ki, “Ben seni götürürüm. Kabul ederlerse bize geçeriz”. Gitmiş. Dedem çok mutaassıp. Mahkemede çalışırdı, mübaşirdi. Demiş ki, “Ben gurbete vermem kızımı. E bu burada çalışıyor ama yarın gurbete gidecek, asker bu”. Zor mor nişan takmışlar. Evlendiler. Bir, bir buçuk yıl sonra işte Fransız gidince, almış annemi Beyrut’a yerleşmişler. 39’da. Minas Melikyan ve eşi Miryana Melikyan (Ketremizgil) Yani annenin tarafı herhalde biraz üzülmüşlerdir, biraz sıkılmışlardır. Zaten vermek istemiyorlardı. Dedem çok üzülmüştü. Ama kısmet gelişti. Her şeyi aldılar gittiler Lübnan’a. Lübnan’a gidince birkaç yıl buraya gelemediler. Çünkü Fransız askeri. 45’e kadar babam askerdi. Beyrut’un dağlarında, burada, şurada. Deir el Amar diye bir köy var Lübnan’da. En son orada çalışmış. Orada annem birkaç defa hamile çıkıyor. Çocuğunu düşürüyor. Çocuğu yok. Köye gidince tabii papazlar ziyarete gelmiş. Konuşmuşlar filan. Papaz demiş ki, “Çocuğunuz var mı?” Annem “yok” demiş. Esas sekiz defa düşük yapmış annem. İki defa çocuk birkaç ay yaşamış. Yine kaybetmiş. Sekiz çocuk. “Bak” demiş papaz, “ben sana söylüyorum burada bir kilise var Mar Tekla (Azize Tekla). Git oraya dua et ve kabul edilir ise hamile çıkarsın, oğlun olursa adını Aslan (Sebğ-Arapça) koy, kızın olursa Tekla koy”. Annem de babam eve gelince anlatıyor. Babam “aman hanım” demiş, “Şimdi dua edeceğin de çocuk mu olacak? Sekiz çocuğu gömdük, şimdi bunu da mı gömelim?” diyor. Annem de “ben gideceğim” diyor. “Haydi git hanım” demiş. Gitmiş duasını yapmış gelmiş. Bir ay sonra annem hamile. Velhasıl dokuz ayını bitiriyor annem. Doğum yapıyor bir oğlu oluyor. Adını Aslan koyuyor, Türkçe yani. Aslan Arapça da Sebğ. Kırkıncı gününde, çocuğu kiliseye götürmesi lazım. Orada da kar çok, yani kar yağınca, metrelerce, bir buçuk metre, iki metre. 13 Şubat’ta doğmuş abim. Annem ayakkabısız, yalnız naylon çorap, yürüyerek kiliseye gidiyor. Babam diyor ki, “Eze me met, hellak bedı mut u ıntı bet mradı (Şimdiye kadar ölmediyse bu soğuktan sonra ölecek ve sen de hasta olacaksın). Kiliseye gitti. Battaniyeyle sunağa koydu abimi. Kiliseyi gezdi. Annem dinine çok bağlı bir kadındı. Duasını etti. Babam arkasından gidiyordu. Diyordu ki “Hanım hasta olacaksın yeter.” Annem abimi sunaktan aldığı zaman ter içindeydi. Aldılar, eve gittiler. İkisine de bir şey olmadı. İki yıl sonra ben doğdum. Adımı Tekla koydu aynı manzara, aynı şeyi yaptı. Annem benden sonra iki kardeşimi daha doğurdu. İki erkek. Abim dokuz yaşındaydı. Ben yedi yaşındaydım. Annemiz vefat etti. Küçüklerin biri 2, biri 3 yaşında. George ve İbrahim. Üçüncü çocuk İbrahim, sonra George. Hayattalar mı? Hayattalar. Lübnan’da yaşıyorlar. Çocukları var, torunları var. Ama Aslan, Brezilya’da. Onun üç çocuğu var. İki oğlu, bir kızı. Görüşüyor musunuz hiç kardeşlerinizle? Hepsiyle. Her iki, üç ayda bir, altı ayda bir Lübnan’a gidebiliyordum. 2017’den beri savaşla beraber kötüleştikten sonra gitmedik. Pandemi oldu. İşte deprem. Ben giderdim. Diyelim burada Noel Bayramı’nı kutlardım. Yılbaşını kutlardım, biner giderdim. Orada ikinci Noel’i kutlardım. Orada 6 Ocak’ta yaparlar. Peki annenizi kaybedince çocuklara Minas dede mi baktı? Kardeşlerimi rahiplerin yanına koydu. Yetimhaneye koymadı. Çünkü orada kendi yaşadığı için yetimhaneye koymadı. Abim çok zeki, çalışkan bir çocuktu. Abimi İtalya’ya yolladılar rahip olması için. 3-3,5 yıl İtalya’da, Venedik’te kaldı. Geri döndü. Dönünce dedi, “ben rahip olmayacağım”. Onu Kıbrıs’a yolladı babam. Okulunu orada bitirdi. Ama kardeşlerim ve biz Beyrut’ta oturuyorduk. Hemena diye bir ilçe var. Oraya yerleştik, Lübnan’da. Normal okula gittiler, yani devlet okuluna, Arap okuluna gittiler. Ben rahibe okulunda okudum. Rum Ortodoksların mı yoksa Ermenilerin mi? Yok, Katoliklerin. St. Joseph Okulu’nda okudum ben. 15 yaşına kadar Lübnan’da kaldım. Ortaokulu bitirdim. Lise birden çıkmıştım. Annem öldükten sonra teyzemle dayım cenazeye geldiler. Annemin cenazesine. İşte babam çocukları rahiplere verince ben de rahibelere gidecektim. Orada yatılı okulda yani. Teyzemle dayım dedi ki, “Bu kızı rahibe okulunda okutma, sonra rahibe olur filan. Niye kaybedelim? Koyma” dediler. “Biz götürürüz, büyütürüz, ne zaman istersen kızını alırsın”. Siz daha önce dayınızla ve teyzenizle görüşüyor muydunuz? Biz küçükken annem ve babamla hep buraya geldik. Ben 5 yaşındaydım, belki 4,5 yaşındaydım. Babam hepimizi Malatya’ya götürdü. Ondan sonra biz her zaman Antakya’ya gelirdik nenemi görmek için. Annem gelirdi. İbrahim’e de hamileydi, son gelişiydi. O doğdu, küçüktü yani. Küçük kardeşime hamile çıktı bir yıl sonra. Ondan sonra zaten küçük kardeşim doğduktan sonra annem hastalandı, kanser oldu. Ama anlamadılar önce kanser olduğunu. Eskiden kanser bu kadar kolay bir şey değildi, çok zordu. İki yıl çekti. İki yıl sonra vefat etti. 54 yılında. 29 Ağustos’ta. Ben 45 doğumluyum. Abim 43 doğumlu. İbrahim 50 doğumlu. George 52 doğumlu. Peki Tekla Teyze, o dönemde 39’da babanlar Lübnan’a gidiyorlar annenle beraber. Antakya bölgesinden de çok fazla insan bildiğim kadarıyla yine Lübnan bölgesine gidiyor. Orada görüşüyor muydunuz onlarla? Pek görüşmüyorlardı. Babam pek kimseyle görüşmüyordu. Çünkü zamanı yoktu. Görüştükleri az da olsa vardı. Doktor Basil Huri var. Babamın amcası da orada. Trablus’ta yaşıyorlar. Benim babamın iki amcası Trablus, Mina’da yaşamışlar. 39’dan sonra teyzesi Halep’e yerleşmiş. Oradaki yani iki, üç aileyle. Başka aileler de mesela biz her Mina’ya gittiğimizde babamın amcasının çocuklarıyla görüşüyorduk. Çevrede Antakyalılar çoktu ama babam işinden dolayı pek görüşmezdi. Bir de biraz despot bir adamdı. Asker. Tam askerdi. Basil Huri, Doktor Basil. O milletvekiliydi bir dönemde Antakya’da. O zaten akraba. Onlarla çok görüşürdük. Bir de sonra emekli olunca Beyrut’tan sıkıldı, yani yoruldu. Beyrut’taki en güzel evimizi sattı. Gitti, dağda ev aldı, iki katlı. Orada yaşadık biz. Biz yaylada yaşadık yani. Peki yaşadığınız yer nüfus nasıldı? Hıristiyan. Dokuz yerde kilise vardı o köyde. İki tane Ortodoks kilisesi vardı. Katolik vardı. Maruni vardı. Bir üst köy Dürzi’ydi. Ama komşu olarak ayrılmazdık birbirimizden. Okulda Dürziler de okurdu, rahibe okulunda. Yani hiç kimseye yok demezlerdi. Müslüman da okurdu bizim rahibe okulunda.  Ve biz kardeş gibiydik. Ben şimdi Lübnan’a gittiğim zaman o arkadaşlarımın hepsiyle görüşüyorum. Hatta Antakya’ya da gelmişlerdi. Eşinizle nasıl tanıştınız? Antakya’ya sürekli ziyarete gelince eşimin kız kardeşiyle arkadaş oldum. Evlerine girip çıkıyorum. Kayınvalidem hep böyle bakıyordu. Bir gün dayıma gitti dedi ki, “Bak ben senin ablanın kızını isteyeceğim”. Dayım dedi ki, “Valla bi mavutna abuha (vallahi babası bizi öldürür). Ama ne olur yani, bir haber ver babasına. Belki bir şey demez”. Şimdi o zaman böyle telefonlar filan yoktu. Telgraf yazdı dayım. Babam bir sinirlendi. Tabancasını aldı. Beline koydu, sınıra geldi. Antakya’ya geçmedi. “Hemen kızımı buraya getirin” dedi. Annemin teyzesi var, böyle kabaday bir kadındı. O da benimle gitti: “Minas biz kızı alacağız, sana bırakmayacağız”. Babam da “seni de öldürürüm” dedi. “Ben kızımı istiyorum”. Çantamı vermediler bana. Arabada kaldı. Babam da dedi ki, “Niye elbise mi kalmadı Beyrut’ta? Ben kızıma yeni yeni giydiririm” dedi. Çantam burada kaldı. Sonunda gittik. E tabi o zaman küçük yaşta kızları istiyorlardı. Birkaç kişi istedi beni, ben “yok” diyorum ama bildiğimden değil. “Yok” diyorum yani, beğenmiyorum. Lübnan’a gittikten sonra, her hafta bir mektup gelirdi bize. Babam mektubu alır, yırtardı atardı çöpe. Usandı ha. Bir gün açtı mektubu okudu. “Gel kızım buraya” dedi. “Bak” dedi, “Şu, şu, şu seni istiyor. Hangisini istersin?” Cevap vermedim. İkinci günü aynı. Sonra baktım böyle dedim: “Bunu istemem ama bunu isterim”. “Türkiye’ye mi gideceksin?” dedi. “Evet” dedim. Ama benim bütün maksadım burada nenem, teyzem, dayım. Yani bir aile. Akrabalarım orada. Aile muhiti var diye ben Türkiye’yi seçtim. “Peki” dedi, “yürü, götüreyim seni”. Geldi buraya, nişanım oldu. Sonra da üç ay sonra evlendim. Dört çocuğum oldu. Tekla Suadioğlu'nun düğününden bir kare Kaç yılıydı evlendiğinde? 64, 6 Ocak. Kutsal gün. Hem bayram günü hem vaftiz günü. Peki baban ne yaptı ondan sonra? Çok üzüldü babam. Yalnız kalmış gibi oldu biraz. Nenemlerde yattılar hepsi kardeşlerim, abim. Giderken babam vedalaşmaya evime girmedi. Ben bunu hep söylerim ve üzülürüm. “Benim kızım böyle bir evde yaşayamaz” derdi. Beyrut’taki evimiz çok güzeldi. Askerler o zaman bile bize hizmet ediyordu. Eşimin evi Antakya’nın iç taraflarında. Eski Antakya evlerinde. Kaynana, kayınbaba, kayınbirader, elti, görümce, görümcenin kocası çocukları. Herkes beraber orada yaşıyor. Babam çok üzüldü. Ama mektuplarımızı hiç kesmedik. Geldiği zaman nenemler de iniyor, orada yatıyor. Geliyordu her altı ayda, yedi ayda bir. Geliyordu beni görmeye. Sen gidiyor muydun Beyrut’a? Evet. O hayattayken iki defa gittim. Bir defa gittik, eşimle orada yaşayacaktık. Yani dönmeyecektik. Ama Türkiye vatandaşı olduğu için ona izin vermediler. Eşim kuyumcuydu. 64 Haziran’da gittik. Meri’ye hamileydim. Dönmeyecektik. Ama hükümet bize izin vermedi ki eşim orada çalışsın. Bir ara birkaç ay Trablus’ta kuyumcularda çalıştık kaçak olarak. Kuyumcular da çok beğendi onu. Yani işi çok güzeldi. Çünkü ustaydı yani. Hatta babam dükkan aldı ki onu açsın, iş yapsın. Ama kısmet olmadı, geri döndük. Sonra bir zaman iflas etti eşim. Almanya’ya gitti, yedi ay kaldı. Sen gittin mi onunla? Hayır, almadı beni. Sonra “baban çok üzülür” dedi. Almadı. Sonra bir daha tecrübe etti, gitti. Dört ay kaldı. Babası vefat edince geldi. Ve öyle yaşadık. Ne bileyim işte. 72’de vefat etti. Lora yeni doğmuştu. Mayıs 10’da vefat etti. Bu tarihleri kaydettiğin bir yer var mı? İncilim var. Arkasında herkesin, bütün yeğenlerin, çocukların doğum tarihini yazardım. Ölenlerin ölüm tarihini. Depremde gitti. Bulamadık. (Kızı İsabel ekliyor) Deprem olunca biz eşyamızın çoğunu alamadık. Yani evimiz çok ağır hasarlıydı ama evin içine girdiğiniz zaman böyle savaş alanı gibiydi. Benimle Marsel gittik, annem hiç gidemedi zaten eve. Ama ne alacağını şaşırıyorsun. Sanki evin içine bomba atılmış veya 20-25 kişi evin içine girmiş. Her şeyi birbirine karıştırmışlar. Affedersiniz, bir çamaşırın salonda, ayakkabın yatak odasında. Bizim ev alt üst oldu. Benim odamda dolap düşünce alt üst oldu. Nasıl çıktık, anlamadık. Eşyalar kalmış. Bir de oturma odasında bir kitaplığımız vardı. Öne doğru bir kapaklar açılmış anahtarsız olduğu için. Her şey yerde. İçki olan bölüm de vardı. O da yerde, kitaplar da yerde, ikonalar yerde. Bakıyorsun, diyorsun, “Bunu alayım. Onu bırakayım”. Sonra pişman oluyorsun niye onu almadım diye. Kitapların çoğu ıslanmıştı. Hangisinin ne olduğunu bilmiyorsun. Korkuyorsunuz, girmek istemiyorsunuz. O şoktan dolayı. O yüzden de bazı kitaplarını alamadık. 72’de Minas dede rahmetli oluyor. Ondan sonra sen Lübnan’a gidip gelmeye devam ediyorsun. Evet. Savaş başladı. Biz her gün kardeşlerimle telefonla görüşürüz. Her gün. Brezilya’daki abim her Pazar saat 2’de beni arayacak. Tabii, hafta ortasında da arar. Ama Pazar günü saat 2’de, bilir ki ben kiliseden çıktım, evime geldim, yani 1.30-2 arası illa beni konuşturacak. Şimdi bu uyanır, yüzünü yıkar, gelir kahvesini alır, oturma odasına gider, kendi bürosu evde. Abim tüccar. Pirinç ve fasulye satar. Siyah fasulye. O nasıl gidiyor Brezilya’ya? Teyzemle mektuplaşıyor. Teyzem orada. Kendisine destek olur. Yaşam şartları daha iyi olur diye. Konuştu onunla mektupla, telefon yok. Gel oğlum burada sana iş buluruz dedi. Abim de gitti. Gitti oraya gitti. Bir hafta sonra iş yok, güç yok. Ya kimse onu karşılamadı. Cebinde yalnız elli dolar var. O kadar başka bir şey yok. Taksiye binmiş Brezilya’da, Rio’dan kendi oturduğu yere. Paranın yarısını şoföre vermiş. Eve ulaşmış. Velhasıl yaşamış. Bir hafta sonra teyzem başladı ondan istemeye. Ondan sonra yaşlı bir kadının yanında gitti, oturdu. Başladı iş aramaya. Fabrikada çalıştı. Şarap fabrikasında ama zar zor adam aldı onu. Abim o zaman altı lisan bilirdi. Arapça, Ermenice, İtalyanca, İngilizce, Türkçe ve Fransızca biliyordu. Adam böyle görünce bir de baktı ki çok çalışıyor, aldı yanına, orada çalıştı. Sonra abim baktı ki bu iş olmayacak. Para yönünden az. Gözleri açıldı abimin. Aslan Melikyan (Kocaoğlanyan) ve ailesi, Brezilya Maharetli birisi anladığım kadarıyla. Maharetli, çok maharetli. Velhasıl iş buldu. Maharet yanında hırsı da var. Hırsı çok. Sonra bu işe girdi. İthalat işine girdi bir yerde. Oradan da kalktı. Kendi hesabını açtı. Şimdi maşallah yani, Allah herkese versin. Üç çocuğu var. Hanımı Lübnanlı. Beyrut kökenli. Yine aynı şekilde oraya gitmiş olan bir ailenin kızı. Özellikle Brezilya, Rio’ya, São Paulo’ya çok giden oldu. Kendi kiliseleri var, kendi mahalleleri var. Antakya Kilisesi var orada. Antakya Derneği var Rio’da bizim patrikhaneye bağlı. Şimdi abim bizim hayatımızı yazıyor. Abim oturduğu yerde bütün bu işlerden sonra dinlendiği zaman şiirler yazar. Şimdi seni mi gördü? Senin huyunu filan beğendiyse senin adına bir şiir yazar. Şiirleri de çok güzel. Peki, Tekla Teyze sen hangi dilleri biliyorsun? Zaten Türkçe konuşuyorsun, Arapça biliyorsun. Fransızca, Ermenice biliyor musun? Biliyorum. Konuşmam. Fransızca biliyorum. Okuma yazma da var. Konuşurdum ama ben 60 yıldır Türkiye’deyim. Konuştuğum zaman Antakyalılar beni çok alaya aldı. Çok üzülüyordum. Çocuklarıma bile öğretemedim. Onun için çok pişmanım. Arapça da okuyup yazıyorum. Kilisede 23 yıl ben koroda okutmandım. Antakya’da parası olan Ruhban Okulu’na, parası olmayan çalışmaya giderdi. Eski okul da yine eski Antakya sokaklarında. Bizim kilisenin arkasında. İlkokul şu anda, tabii o zaman da ilkokuldu. Fevzi Çakmak İlkokulu oldu sonra. Kiliseden çıkıyorsun hemen. Arka tarafta. Üstte rahibelerin odaları vardı. Yani çok güzel bir okuldu. Orası Rahibe Okulu derken, Katolik Rahibe Okulu mu yoksa bizim Rum Ortodoks okulu muydu? Katolik. Rum Ortodoks Okulu bizim kilisede. Kilisenin yanındaki salon iki katlı okulmuş. Zamanla yıkıldı. Sit alanı diye elletmediler. Yıkılınca tek kat kaldı. 1998’den sonra da tadilat için izin alındı. 2000’de bitti tadilat. Antakya Hastanesi, eski hastane, yukarıdaki. O da rahibelerin okulu. Dikkat ettiysen girişinde haç var. Silahlı Kuvvetler Caddesi’nden kiliseye doğru inen yer. Orada da Protestanların rahibe okulu vardı. Latife Hanım Anaokulu diye geçiyor şu anda. Eşiniz peki Tekla Teyze? Onu anlatabilir misiniz? Ben eşimle çok güzel bir vakit geçirdim. Esas çok varlıklı bir adam değildi ama kendi hayatını kendi kurdu. Epey çevresi olan bir insandı ve sevilmiş bir insandı. Çok sevilmiş ve değişik bir insandı. Her zaman ben rahmetli kayınvalideme dedim ki, “Senin bu oğlun çok değişik. Hiçbir kardeşine benzemiyor. Hayatı çok renkli”. İsmi Cemil Suadioğlu. Çok renkli bir hayatı vardı. 87’de kaybettik, trafik kazasında.  Ben buraya evlendikten sonra kimsem yok, derdi ki “Tekla hiç üzülme ben senin kardeşin, baban, abin olurum” sadece kocam değildi. Temiz kalpli bir insandı, misafiri severdi, insanları severdi. Sosyal hayat seviyesi çok yüksek değildi. Kuyumculuk yapıyordu. Yine daha ölene kadar devam etti kuyumculuğa Uzun Çarşı’da. İflas etti Almanya’ya gitti. Derdi, “Hanım, sen de gel kurtuluruz buradan ama ben seni çalıştırmam” derdi. Ama gitmedim. Şimdi ben çocuklarım doğduktan, biraz büyüdükten sonra mahallede oturmak istemedim. Mahalleden çıktım. Dört çocuk annesiyim. Hep derdim ki, “Cemil, bu kızların hepsi yüksekokul okuyacak. Okumazsa olmaz. Her birinin elinde bir bilezik olsun. Her şeye, her şeye değer”. Şimdi çok sevinçliyim, çünkü hepsini okuttum. Hepsinin elinde bir mesleği var. Emekli de ettim, emekliliklerini de gördüm. Ama çok üzüldüm. Aldıkları bütün para toprak altında gitti. Ona üzülüyorum. Bir de çok seviniyorum. Üç tane torunum var. Her biri birbirinden değerli benim için. Eşim öldüğü zaman hayata küstüm. Çünkü çok güzel yaşıyorduk. Tam Meri’nin nişan dönemi. Meri nişanlanacaktı, baba öldü. Bir hafta sonra nişanı olacaktı Meri’nin. Çok üzüldük tabi. Yazık yüzüklerini mutfakta giydiler, demesinler insanlar yani nişanlı değil girip çıkıyor. Yardımcı oldu yazık çocuk. Sonra ben çok üzgünüm. Herkes, haydi evlendir, evlendir. Bir yıl sonra, bir buçuk yıl sonra evlendi. Ben düğününe gitmedim Meri’nin. Siyah çoraplar, elbise siyah. Gitmedim. Zorla kiliseye götürdüler beni. Kiliseye geçtim, çıktım. Onlar geceye gittiler, ben eve gittim. Birkaç ay sonra insanlar dediler ki, “Hadi bu yarın hamile çıkar, çocuk gelir sen bakarsın edersin”. Ben kimseye bakamam dedim, ben kimseyi istemiyorum. Yani tamamen silmiştim hayatı. Şimdi Evlin (torunu) doğdu, arkadaşım var adı Keti. O da geldi Meri’nin doğumuna. Şimdi hemşire çocuğu getirmiş bana verecek. Keti “al, al” dedim. Keti aldı, böyle baktı. Bir kız ki çok çok güzel, “dünya güzeli, bak bak bak Cemil’e benziyor”. “Haydiii Keti” dedim, böyle. “Yok” dedim. “Olmaz be kızım” dedi, “çok güzel bir kız, bir yüzüne bak” dedi. Benziyor. Almadım, şöyle baktım, çok güzel bir çocuk. Ama inadımdan almadım. Geldik eve. Meri rahatsız yani. Çok çekti kanamaları falan. Mecburum. Kimsesi yok. Kaynana yaşlı. Ben bakacağım. Benim evimde yatırdım. Şimdi yavaş yavaş yaklaşıyorum çocuğa. Baktığım zaman böyle içimden bir hoplama bir şey oluyor ama yine inadım. Sonra da alıştım. Ağlarsa ben koşuyorum. Yemek yiyecekse ben koşuyorum. Musallat oldum Evlin’e. Dört katlı eve, onlar çıkaramaz. Çıkarırlarsa düşürürler. Ben taşıyorum, çıkıyorum. Ben kimseye teslim etmedim. Evet, 42 yaşındaydım. Dört çocuğum vardı, hepsi kilise çocukları. Ben bir şeyi merak ediyorum. Minas dede Malatya’dan, çocukluğunda gidiyor Beyrut’a. Beyrut’ta kalıyor bir süre. Antakya’ya geliş gidiş yapıyor. Sadece Beyrut’ta değil yani. Bütün bölgede belki birçok yerde kalıyor. Kendini bir yere ait hisseder miydi? Nerelisin diye sorulduğunda ne cevap verirdi? “Malatyalıyım” derdi. Aslan abim bile “Malatyalıyım” diyor. Beyrut’ta olan Ermenilerle biz çok görüşürdük. Beyrut’ta olan Ermenilere sorduğun zaman “Merhaba, nasılsın, nerelisin? Antepliyim veya Malatyalıyım vs.” derlerdi.  Yengelerim mesela kardeşlerimin eşleri Antepli, Antep hakkında yorum yapamazsın onların yanında. Çok özel onlar için, Türkçeyi senden benden iyi biliyorlar. (Kızı Meri ekliyor) Minas dedemin anılarını yazdığı bir defteri var. Şimdi İbrahim Dayımda. Ben en son Beyrut’a gittiğimde defteri tercüme ettirelim, bastıralım dedim. Defter şeklinde yazmış. Hayat hikayesini yazmış. Şimdi babam bir şeyler yazmış Ermenice, babamın dolabında işte İbrahim kardeşim bir şeyleri toparlamış. Küçüktü babam öldüğü zaman. Kendi 18-19 yaşındaydı. Ölünce dolabında ne var ne yok. O kitapları saklamış. Ne yazmışsa saklamış. Hangi partide olduğunu da hepsini yazmış. Ama vermiyor ki. Benim de hakkım diyorum. Ben de kızıyım. Ben senden büyüğüm. Onlar Türkiye’ye ısınamıyor. Mesela, 76’da İbrahim kardeşim, Lübnan Savaşı’nın en kötü olduğu zaman eşi hamileydi doğum yapacak. Şam’da yaşıyorlardı o ara, kaçtılar savaştan Şam’da yaşamaya başladılar. Dedik ki, “Gel Antakya’da eşin doğum yapsın. Hani burada rahat eder”. Bir de orada çok yoksullardı. Yani dayım çalışacak ki, yemek yiyecekler. Geldi buraya. Kardeşim çok güzel kamyon dorsesi yapıyor. Askeriyede çalışmış onların kabloları o geçişlerini falan iyi biliyor. Eşim dedi ki, “Kalırsın burada Beyrut’a gidip gelirsin istediğin zaman”. Karaoğlan diye bir dorseci vardı eşimin arkadaşı. Kardeşimi işe aldırdı orada. İbrahim bir ay çalıştı onlarda. Sonra “ben burada oturamam” dedi. “Topla hanım” dedi, “gidiyoruz yarın” dedi. Çekip gittiler. Yani Türkiye’de kalmak onlar için zulüm gibiydi. Zor oluyordu. Tabii, geçmişte keşke bu şeyler yaşanmasaydı, olmasaydı ama biraz da haklılar tepkilerinde yani. Ben şunu da söylüyorum, diyorum ki, bu şimdiki Türkiye’nin bir suçu değil. Belki Türkiye Cumhuriyeti olsaydı belki bunları yaşayamayacaktı. Çok acı yaşamışlar. Yani çok acı yaşamışlar. Yani gerçekten çok vahşice şeyler, korkunç şeyler. Herkes tabii bunu yaşayan herkes yaşamamış olsa bile atalarından duyduğuyla, anlatıldığı zaman tabii ki bir tepki oluyor. (Kızı Meri ekliyor) Mesela annem ve babam bir gün İstanbul’a gitmiş bir gün, bakmışlar Kevork Melikyan. Demiş ki, “acaba dayım mı amcam mı?” Tıp doktoruymuş. Otelden iniyoruz, eşimle beraber. “Tekla” dedi, “Melikyan bak”. Bir baktım ki bu Melikyan. “Tekla vallahi” dedi, “belki amcan”. Gencecik bir çocuk. Belki dedesinin dedesi olabilir. Cemil hemen sıraya geçti. Biz iş için gelmedik. Böyle böyle bir mesele, adınızı görünce falan dedik. “Biz Malatyalı değiliz, biz İstanbulluyuz” dedi. Şimdi belki de o çocuk (Kevork) belki de başka bir yerde büyüdü, belki adını bile hatırlamıyor. Katliam olduğunda babam 6 yaşında. Babam ablasını böyle hayal meyal hatırlıyor, söylerdi. Çok zor yani şimdi o insanın bu manzarayı yani ailesinin öldürülmesini görmesini, izlemesi korkunç bir şey yani. Nasıl biz depremdeki insanları unutamıyorsak, o binaların yıkılışını unutamıyorsak, böyle bir şeyi hani doğal afet oldu diyoruz. Ama bunu bile bile insanları öldürmek bambaşka bir şey. Kuş avlar gibi… Ama Antakya’ya geldiği zaman hep Malatya’ya gitmek istiyordu. Bir defa mı gitti? Yok çok gitti o, çok gitti. Ben de gittim, hayal meyal hatırlıyorum. Malatya merkezdendi. Meydan Hamamı var. Hamamdan hatırlıyorum. Meydan Hamamı’nın etrafında evleri. Evleri çok güzeldi. Bahçeli bir ev. Evin avlusunda havuz vardı. Onu unutmuyorum işte. Karpuz getirdiler. Karpuzu havuzun içine attılar. Böyle gezdik, geldik, baktık ki, karpuz iki parça olmuş. Peki onlar gittikten sonra oraya kim yerleşmişti o eve? Müslümanlar. Almışlar. Malatya’da çok malımız varmış. Babam bir defa gitti araştırdı. Ama belgeleri yok. Belge yok. Kağıt yok elimizde. Kayısı bahçelerimiz vardı. Dut bahçeleri onlardan çok. Yani yengesi anlatırdı. Babamın nenesi Vartuhi çok çok zengindi. Yani az para vermedi o askere ki babamı kurtarsın. Tekla Suadioğlu

  • Defne'nin Anlatılmamış Hikayesi-II: Antakya’da Seçim Dinamikleri ve Etno-Dinsel Ayrımlar

    “Defne'nin Anlatılmamış Hikayesi-II: Yeniden İnşa Edilen Hayali Bir Şehrin Tehlikeleri” başlıklı yazının devamı niteliğindeki bu ikinci bölümde, 6360 sayılı yasa tarafından yeniden yapılandırılan büyükşehir sınırlarının sonuçlarını anlatıyorum. Bu bağlamda, katılımcılarımın Hatay’ın yeni haritası ve 2014 yerel seçimlerinin dinamikleri hakkındaki deneyim ve bakış açılarına dayanarak, bölgenin siyasi ve ideolojik peyzajını anlamaya yönelik bir etnografik bakış açısı sunmayı amaçlıyorum. Katılımcıların, hem Hatay'ın yeni haritasıyla ilgili hem de 2014 yerel seçimlerinin dinamiklerine dair anılarından ve bakış açılarından yola çıkarak, bölgede artan siyasi ve etno-mezhepsel peyzajı aydınlatmayı hedefliyorum. Ayrıca, 2019 yerel seçimlerini farklı partiler arasında devam eden siyasi ve ideolojik mücadeleler olarak kısaca ele alıyorum.  Dolayısıyla bu yeni yazı, Hatay'ın 6 Şubat depremleri öncesindeki yakın tarihini inceleyerek, depremler öncesinde şehrin manzarasının nasıl siyasi olarak şekillendiğini ve yeni resmi mekansal ve kimlik ideolojilerinin nasıl dayatıldığını ortaya koymayı amaçlıyor. Ayrıca, Antakya'nın yeniden inşası sırasında coğrafi anlayışımızı etnik-dinsel ve siyasi sınırlara bölmenin önemli risklerini yeniden değerlendirmenin önemini vurguluyor. Sonuçta, bu çalışma yeniden yapılanma sürecinin karmaşıkları içerisinde Antakyalıların Antakya'yı tasavvur etme ve yeniden kazanma haklarını korumanın yanı sıra kültürel miraslarını da korumanın öneminin altını çiziyor. 6360 Sayılı Kanun ve Yerel Yönetim Reformu İstanbul’a döndükten sonra, ilk saha çalışmamdan elde ettiğim bulgular ve notlara dayanarak araştırma sorularımı ve teorik varsayımlarımı geliştirmeye başladım. Bu çalışmada genel olarak, resmi mekansal ideolojiler ile ulus-mekan ve ulusal kimlik oluşumu arasındaki etkileşime odaklanmaya devam ederken, Hatay ilindeki yerli azınlıkların daha geniş bir bağlamda artan etno-mezhepçilik dalgasına nasıl tepki verdiklerini daha derinlemesine incelemenin önemini fark ettim. Amacımı kesin bir şekilde aklımda tutarak, aynı yılın Aralık ayında saha çalışması yolculuğuma başlamak üzere Antakya'ya dönmek için hevesle hazırlandım. Bu sırada şans yüzüme güldü ve beklenmedik bir şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan Antakyalılarla yolum kesişti. Onların meşhur misafirperverliği, Zülüflühan Mahallesinde Arap Alevi bir ailenin yanında kalacak yer bulmama yardımcı olmalarıyla doruğa ulaştı. Ev sahibi ailenin 23 yaşındaki oğlu Fuat’ın eğitimine devam ettiği Mustafa Kemal Üniversitesi’ne yakın bir yerde oturduklarını bilmiyordum. Bir gün Fuat nazikçe bana üniversite kampüsünü gezdirmeyi teklif etti ve bu vesileyle çeşitli bölümlerden akademisyenlerle iletişim kurma fırsatını vermiş oldu. Fakat üzerimde kalıcı bir etki bırakan, coğrafya bölümünün sıcak karşılaması ve paha biçilmez içgörüleri oldu. Aydınlatıcı tartışmalarımız sayesinde, Defne’nin Antakya’dan ayrılması ile yerel idari reformun önemli bir yönü olan 6360 sayılı Büyükşehir Belediyeleri Kanunu arasındaki karmaşık bağlantı giderek daha açık hale geldi. 2012 yılında yürürlüğe giren 6360 sayılı Kanun, Türkiye'nin idari yapısında, özellikle de büyükşehirlerde önemli bir değişim öngörüyordu. Bu kanunun kökleri 1984 yılında 3030 sayılı kanunla büyükşehir belediyelerinin kurulmasına kadar uzanıyor ve bu kanun başlangıçta İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirleri kapsıyordu. Ancak, büyükşehir statüsünü başka şehirleri de kapsayacak şekilde genişleten ve yerel yönetim sistemini yeniden yapılandıran 6360 sayılı Kanun önemli değişiklikler getirmişti. 6360 sayılı Kanun kapsamında, 2013 yılında nüfusu 750 bini aşan on dört il yeni büyükşehir belediyesi olarak belirlenmiş ve toplam büyükşehir belediyesi sayısı otuza ulaşmıştı. Bu yeniden yapılandırma, il özel idarelerine bağlı köylerin kapatılmasına ve büyükşehir belediyesi sınırlarının tüm ili kapsayacak şekilde genişletilmesine yol açtı (Adıgüzel, 2012; Karakaya, 2012; Adıgüzel & Karakaya, 2017; Izci & Turan, 2013). Sonuç olarak, büyükşehir belediyeleri bu illerde yerel yönetim hizmetlerinin tek sağlayıcısı haline geldi. 6360 sayılı Kanun’un en önemli etkilerinden biri, özellikle belediye başkanlığı seçimleri açısından seçim dinamikleri üzerindeki etkisi oldu. Yasa büyükşehir sınırlarının tanımını değiştirerek kırsal bölgelerdeki seçmenlerin de belediye başkanlığı seçimlerine katılmasına olanak sağladı. Hatay Büyükşehir Belediyesi'nin Eski (Solda) ve Yeni İl Sınırları (Sağda) Bu sürecin bir parçası olarak Hatay’ın büyükşehir belediyesi olması (Resmi Gazete, 2012), şehir planlamasının on beş ilçe olarak yeniden yapılandırılmasıyla sonuçlandı. Büyükşehir ölçeğindeki bu genişleme dört yeni il-ilçe sınırını kapsıyordu: Antakya, Defne, Arsuz ve Payas (Adıgüzel & Karakaya, 2017). Arsuz ve Payas daha önce İskenderun ve Dörtyol ilçelerine bağlı yerel yönetim birimleriydi. Ancak, aynı kanun kapsamında Antakya (Hatay’ın merkezi) bölünerek Defne ve Antakya belediyeleri kuruluyor. yeni kurulan ve adı değiştirilen tek ilçe ise toplam 151.017 kişilik nüfusuyla Defne oldu. İlginç bir şekilde Defne nüfusu, küçük bir azınlık olan Arap Hıristiyanların yanı sıra, ağırlıklı olarak Arap Alevilerden oluşuyordu. Daha önce de belirttiğim gibi, 6360 sayılı Kanun’a ilişkin resmi bilgiler, Ali’nin Hatay’ın yeni haritasını ve Defne ile Antakya arasındaki bölünmeyi şekillendiren etnik-dinsel faktörlere ilişkin açıklamalarıyla örtüşüyordu. Fakat Ali’nin anlatısında öne çıkan bir diğer önemli husus da “2014 Belediye Seçimleri” oldu. 2018-2020 yıllarını kapsayan etnografik saha çalışmam sırasında kendimi bu seçimlerde yaşananlara kaptırırken, Antakya’nın bölünmesine yol açan olaylar dizisini yeniden inşa etmek ve bu dönemde değişen dinamikleri anlamak için yola çıktım. Katılımcılarım tarafından paylaşılan anlatılar aracılığıyla, ildeki son kentsel değişimleri ve siyasi gelişmeleri belgelemeye ve bunlara tanıklık etmeye çalıştım. Bu süreç, bölünmenin sadece fiziksel ve sembolik manzarayı yeniden şekillendirmekle kalmayıp aynı zamanda siyasi rekabetleri nasıl artırdığını ve etnik-dinsel ayrılıkları nasıl derinleştirdiğini gözlemlememi sağladı. Buna ek olarak, Defne ve Antakya’nın, Büyükşehir Belediyesi’ni kontrol etmek için kıyasıya mücadele eden hem iktidar hem de muhalefet gruplarından rakipler için nasıl şiddetli bir savaş alanı haline geldiğini ortaya çıkardım. Bu araştırma aynı zamanda Defne ve Antakya'nın partizan amaçlarla siyasi araç sallaştırılması yönündeki endişe verici eğilimin de altını çizdi. Hatay’ın Yeni Haritası: Defne ve Antakya Arasındaki Kentsel Sınırlar Antakya’daki ilk pilot saha çalışmam sırasında, Antakya’nın merkezinde olduklarını düşündüğüm, özellikle Armutlu, Sümerler, Cumhuriyet, Cebrail ve Zenginler mahallelerinde ikamet eden ailelerle kaldım. Fakat daha sonra Sümerler ve Armutlu’nun artık Antakya’ya bağlı olmadığını, Defne’ye bağlı olduğunu öğrendim. Bu süre zarfında Antakya’nın dışında bir yerleşim yeri olan Zülüfühan'da misafir edilsem de, şehrin toplu taşıma sistemini kullanarak her gün kırsal ve kentsel bölgeleri arasında gidip geldim. Fuat birçok kez akrabalarının Defne'ye bağlı Turunçlu Mahallesinde yaşadığı için ve Turunçlu Mahallesinin de Antakya’nın merkezine çok yakın olduğu için bana eşlik etti.  Özellikle, her Pazar Gabriel ve cemaatin diğer üyeleriyle birlikte ayinlere ve dini kutlamalara katıldım. Ayrıca, daha önce beni misafir eden aileleri ve dostları ziyaret etmeye, Defne’nin yakın tarihine dair daha derinlemesine sorular sormaya ve onlarla derinlemesine görüşmeler yapmaya başladım. Zaman zaman beni misafir ettiler ve saha çalışmam birkaç aya yayıldıkça Sümerler, Değirmen yolu, Yeşilpınar, ve Zenginler mahallelerinde de başka ailelerin yanında kalmaya başladım. Bu deneyimler, onların gündelik yaşamlarına, dini törenlerine ve hatta yaklaşan 2019 seçimleri gibi şehirdeki siyasi olaylara daha fazla dahil olduğum için araştırmamın yönünü şekillendirdi. Bir gün Antakya Türk Katolik Kilisesi’ndeki Pazar ayinine katıldıktan sonra Gabriel’e bana Defne ile Antakya arasındaki sınıra kadar eşlik edip edemeyeceğini sordum. Cevabı belirsizdi: “Merkezde senin de gördüğün gibi, sınırın nereden geçtiğine emin değilim. Sanki hiçbir fark yokmuş gibi. Defne’yi Antakya’dan ayıran bir çizgi var sadece” dedi. Bu belirsizlik sadece Gabriel için geçerli değildi, aynı zamanda diğer bazı katılımcılarımda da vardı. Sümerler’den 24 yaşındaki Arap Alevi öğrenci Merve de bu belirsizliği yineledi. Merve, Defne ile Antakya’nın birbirine o kadar yakın bir şekilde bir arada bulunduklarını ve neredeyse tek bir kentsel varlık olarak işlev gördüklerini belirtti: “Defne’yle Antakya’yı ayıran sınır bana çok saçma geliyor. Çünkü biz hala Antakya’nın merkezinde yaşıyoruz. Defne’de yaşadığımı bana anlatan tek şey mahallemin Defne Belediyesi’ne bağlı olması.” Armutlu’dan 28 yaşındaki Arap Alevi öğretmen Işıl da Merve’ninkine benzer bir bakış açısı paylaşıyordu. Defne’yi hala Antakya’nın bir parçası olarak tanımlayan Işıl, iki ilçenin fiziksel unsurları arasındaki çarpık ilişkiye vurgu yaptı. Ayrılmalarına rağmen Defne, eski ilçe merkezinin imarını ve özelliklerini korumuştu. Bu durum, altyapı, mimari ve kültürel unsurlar da dahil olmak üzere çeşitli maddi unsurların, ilçeler arasındaki fiziksel ayrıma rağmen, neredeyse hayalet ya da yanılsamalı bir şekilde varmış gibi, iç içe geçmiş ve ayrılmaz göründüğü fikrini vurguladı: “Bence hükümet bizi daha küçük bir bölgeye sığdırdı. Ama Defne’nin bir merkezi bile yok. Hatta Defne Belediye Başkanlığı binası geçen sene inşaattı daha. O yüzden işlerinizi burada halledemiyorsunuz. Ben bütün işlerimi Antakya’da hallediyorum. Belki 10 seneye değişir, bilmiyorum.” Işıl’ın anlatımına göre Defne, belediye binaları ve resmi yapıların inşasıyla karakterize edilen, halihazırda süren bir inşaat faaliyetine tanıklık ediyordu. Eş zamanlı olarak, büyükşehir reformu ilçenin kimlik kartlarında, sokak isimlerinde ve tabelalarında değişikliklere yol açarken, kentsel peyzajda da kayıt dışı yapıların hızla arttığı bir dönüşüme de neden oldu.  Bununla birlikte, yukarıdaki anlatılardan da anlaşılacağı üzere Defne, Antakya’nın kentsel dokusunun daha geniş bağlamına sıkı sıkıya bağlı kalmıştı. Sakinlerinin büyük çoğunluğu sadece iş için değil, aynı zamanda eğlence, sağlık (hastanenin Antakya'daki konumu göz önüne alındığında), eğitim ve dini faaliyetler için de şehir merkezine gidip geliyordu. Defne Belediye Binası İnşaatı (Haziran, 2018, Rafael) Gabriel, Merve ve Işıl gibi çalışmamdaki birçok katılımcı da iki ilçe arasındaki yeni resmi sınırı tam olarak belirleyememişti. Ancak bu, bir sınırın var olmadığı anlamına gelmiyordu. Araştırma sürecinde yapılan görüşmeler sırasında, tüm katılımcılar, mahallelerin Defne’nin mi yoksa Antakya’nın mı yeni resmi sınırları içinde olduğunu tespit etmeyi başardılar. Dolayısıyla, iki ilçe arasındaki sınırın belirlenmesi yerel halk için kafa karıştırıcı olsa da, katılımcılar yine de bu sınırın varlığından haberdarlardı. Antakya ile Defne arasındaki kentsel sınırların haritası Defne ve Antakya arasındaki resmi sınırı tespit etmek için yaptığım etnografik araştırmalardan birinde, Armutlu’da yaşayan 38 yaşındaki Arap Alevi coğrafyacı Hikmet’i ziyaret etme fırsatı bulmuştum. İki ilçe arasındaki sınır hakkındaki sorularımı duyduktan sonra, dikkatimi Hatay’ın yeni il haritasının resmi bir fiziksel kopyasına çekti. Hikmet’e göre, yukarıdaki eklediğim Google Haritalar’dan alınan resimde gösterildiği gibi, Defne ve Antakya arasındaki sınırlar kırmızı çizgiyle belirlenmişti. Mehmet Yeloğlu Köprüsü, iki ilçe arasındaki ayrım çizgisi olarak görev yapmaktaydı, böylece yeni idari sınırları belirleyen fiziksel bir sınırı ve işaret noktasını temsil ediyordu. Meydan ise bir zamanlar Antakya’nın merkezinin bir parçası olan Armutlu mahallesinin yerini temsil ediyordu. Köprü Ziyareti Sonrası Alınan Etnografik Notlar Aynı gün, Armutlu’dan ayrıldığımda, köprüyü ziyaret etmeye karar verdim. Hikmet’in evinden kısa bir yürüyüş mesafesindeydi. Köprüye yaklaştığımda önce pek anlam veremedim. Defne ve Antakya arasındaki sınırları belirlemek için köprüyü çevreleyen mahallelerden yola çıkarak bir harita çizmeye başladım. Bir görüşmede, çizimimi Armutlu’dan 35 yaşındaki Arap Alevi bir biyoloji öğretmenine gösterdim. Onu gördükten sonra, tıpkı Hikmet gibi bana Defne ve Antakya arasındaki yeni sınırın bu köprüyle nasıl fiziki bir nitelik kazandığını şu şekilde açıkladı: “Köprünün adından da anlaşılıyor zaten, sınırı çizmek için yapıldı. AKP’nin eski Belediye Başkanı Mehmet Yeloğlu koydu ismini, 2009’da. İnşasından 3 sene sonra, 2012’de Defne Antakya’dan ayrılınca, köprü bizim için daha elle tutulur, görünür bir sınır oldu.” Hikmet ve Hasan'ın anlatıları gösteriyor ki, Defne ve Antakya arasındaki ayrım, Defne Belediyesi’nin gelişimi nedeniyle daha keskin bir hal aldıkça, yerel halk köprü alanını iki ilçe arasındaki fiziksel bir sınır olarak tanımaya başladı. Ayrıca, Hasan’ın açıkladığı gibi, köprünün varlığı, köprünün adı, yeni büyükşehir belediye sisteminin arkasındaki ideolojik ve siyasi ipuçlarını da ortaya çıkardı. Özellikle 2014’teki seçimlerde her iki ilçenin de bir iktidar ve muhalefet için siyasi arenalar olacağı öngörülüyordu. Ancak, köprüyü ziyaretim sırasında, çizimimde gösterildiği gibi, köprünün ortasında dikkatimi bir yapı çekti. Bu sırada, köprüde dururken, sokak ortasında bulunan bu yapının etrafında sürekli ziyaretçilerin girip çıktığını fark ettim. Yaklaştıkça, bunun iki ilçe arasındaki belirlenmiş çizgiyi bulandırmak, hatta direnmek gibi görünen bir eylemi temsil eden sokak ortasında devasa bir türbe olduğunu fark ettim. Mehmet Yelloğlu Köprüsü ve Hazreti Hıdır Makamı (2018, Rafael) Hikmet'i tekrar ziyaretimde, köprünün karşısında sokak ortasında duran türbeyi tarif ettim. Hikmet, türbenin yerel Arap Alevi topluluğu için özel bir anlam taşıdığını ve Hazreti Hıdır Makamı adını aldığını açıkladı. Bu ziyaretin, yerel halk tarafından derin bir şekilde değer verilen tarih ve kimliklerinin güçlü bir sembolü olduğunu ifade etti. Hikmet ayrıca, 2009’da köprünün inşası sırasında yetkililerin türbeyi kaldırmaya yönelik girişimlerine rağmen, türbenin dokunulmaz kaldığına ve ilahi bir güç tarafından korunduğuna inanılan etkileyici bir hikaye anlattı. Bu konuda kesin bir şey vardı, 6360 bile Hazreti Hıdır Makamı’na dokunamamıştı. Defne ve Antakya’da Seçim Dinamikleri ve Etno-Dinsel Ayrımlar Defne'ye bağlı bir mahalle olan Harbiye'den 27 yaşındaki Arap Alevi mimar Fatma’yla yaptığım bir sohbette, Fatma bölgenin yeni ismi hakkında ne düşündüğünü ifade ediyor: “Defne isminin verilmesine şaşırmadık. Defne kelimesi bana hiç yabancı gelmedi. Burada, su kenarında doğal olarak yetişen defne ağaçlarımız var. Defne sabunu biliyor musun? Defne çok önemli bu arada, bunu geçim kaynağı olarak düşünün, defne sabunu yapmak için defne yağı kullanıyoruz. Aslında defne kelimesi bizim için önemli, defne sabunu ve ağaçlar kültürümüzün bir parçası olduğu için.” Fatma, Defne adının Daphne ve Apollo efsanesiyle de anıldığını öne sürdü. Antik Yunan mitolojisinde Daphne’nin, Apollon’un zulmü üzerine defne ağacına dönüşen bir su perisi olduğunu anlattı. Antakya’nın jeomorfolojik ve tarihi peyzajı göz önüne alındığında, Defne ve Antakya arasındaki bölünmeyi haklı çıkaracak hiçbir coğrafi veya tarihi kriter bulunmadığı ortadaydı. Coğrafi olarak iki ilçe Asi Nehri tarafından ayrılıyor ve aynı dağlarla çevreleniyor. Ayrıca, tarihi kayıtlar yeni Defne ilçesinin bir zamanlar Antakya’nın Daphne banliyösünün bulunduğu yerde yer aldığını gösteriyor. Özellikle Antakya’nın kentsel mirası, bugün Defne’ye bağlı olan merkez mahalleler tarafından temsil edilmeye devam ediyor. Dolayısıyla, yukarıdaki anlatımların da gösterdiği gibi, yeni bölünmenin ardındaki kriterlerin yerel halk için çok az önem taşıması şaşırtıcı değil. Defne’nin Antakya’dan ayrılmasına ilişkin kriterler değerlendirilirken, katılımcılar yeni Hatay Büyükşehir Belediyesi haritasında belirlenen etnik-dini sınırları sorguluyorlar. Bu sınırlar, Antakya da dahil olmak üzere Hatay’deki yerleşimlerde tarihsel olarak görüldüğü üzere, Arap Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri hedef aldı. Benzer şekilde, bu bölgelerde Arap Hıristiyanlar da yaşıyorlar. Bu bağlamda, Arap Alevi ve Arap Hıristiyan azınlıkların yaşadığı Defne ve Arsuz'un sırasıyla Antakya ve İskenderun'dan ayrılması dikkat çekici. Örneğin Fatma, Antakya kentini iki belediyeye bölen yerel yönetim sisteminin yeniden düzenlenmesinde kriter olarak kullanılan etnik-dini ayrıma işaret etmişti: “Hatay, büyükşehir belediyesi statüsüne geçtikten sonra, devlet Antakya ile Arapların yoğun olarak yaşadığı yerler arasına bir sınır çizdi. Özellikle Arap-Alevilerin yaşadığı yerlerle. Devlet bizi (Arap Alevileri) bir şekilde ana bir ayırarak belli bölgelerde toplamak istedi. Sonra bizim idari bölgelerimizi, köylerimizi Defne Belediyesi altında topladı. Şimdi iki tane yeni belediye var, Defne ve Antakya.” Nitekim, Değirmenyolu, Yeşilpınar, Gümüşgöze, Harbiye, Tavla, Balıklıdere, Aknehir, Sinanlı ve Bahçeköy gibi köylerin bir anda Defne Belediyesi’ne bağlı mahallelere dönüşmesi yerel halk arasında şaşkınlık yarattı. Değirmenyolu’ndan 40 yaşındaki Arap Alevi aşçı Murat, şimdi yeni Defne ilçesinin bir parçası olan bu mahallelerde ağırlıklı olarak Arap Alevilerin yaşadığına dikkat çekiyor: “Aslında bu köylerin aralarında tarlalar, zeytin ağaçlıklarıyla birbirlerinden ayrı, izole yerler. Bütün bu izole yerleri Sümerler ve Armutlu bölgeleri altında birleştirdiler harita üzerinde ki bu yerler Arap Alevilerin, Arap Hristiyanların yaşadığı kadim Antakya merkezi. Şimdi buralar Defne olarak isimlendirildi. Bu yerleşim yerlerinin sakînleri çoğunlukla Arap Alevi.” Özellikle, 2018 ve 2020 yılları arasında muhataplarımla yaptığım kapsamlı görüşmelerde, tekrar eden bir anlatı ortaya çıktı. Birçoğu, Hatay'ın yeni resmi idari sınırlarının çizilmesinin ardındaki etnik-mezhepsel kriterlerin kanıtı olarak Sofular ve Yukarıokçular köylerinin (şimdi mahalle) hikayesini anlattı. Harbiye'de ikamet eden 55 yaşındaki Arap Alevi inşaat işçisi Uğur, yeni büyükşehir sisteminin hem kırsal hem de kentsel yerleşimleri etnik-mezhepsel hatlar boyunca nasıl yeniden şekillendirdiğini ve Hatay’da Sünni olmayanları Sünnilerden nasıl etkin bir şekilde ayırdığını ayrıntılı bir şekilde anlattı: “Mesela, biz hep Sofulu bölgesi sakinleriyle birlikte yaşıyoruz. Onlar Sünni Arap, mallarını Harbiye’de satarlar. Hükümet onların köylerini Altınözü’ne dahil etti. Yukarıokçular denilen başka bir Sünni Arap mahalle var, Sofular’a yakın. Devlet gitti, bu mahalleyi Yayladağı’na bağladı. Yukarıokçular’a 35 km ama Harbiye’ye sadece 2 km. Bu mahalleler Defne’ye bağlanmalıydı.” Uğur’a göre,  Arap Sünni mahallelerinin Arap Alevilerle uzun süredir barış içinde bir arada yaşamasına rağmen, yeni Hatay haritası, bu mahalleleri Harbiye'den daha uzakta bulunan diğer Sünni Arap mahallelerine dahil etmişti. Görüşmemiz sırasında Uğur, Küçük Dalyan, Maşuklu, Güzelburç, Kavaslı, Ekinci, Serinyol ve Büyükdalyan gibi bazı periferik Arap Alevi mahallelerinin, 6360 sayılı yeni yasa onları Antakya'dan etkili bir şekilde ayıramadığı için Antakya içinde kaldığına dikkat çekti. Yerel okumalar etnik-dini bir kritere işaret ederken, diğer sohbetlerde katılımcılar Defne ve Antakya arasındaki bölünmenin aynı zamanda siyasi olduğunu ve temelde Hatay ilinde muhalefet ve iktidar partisi taraftarları arasında artan kutuplaşmadan kaynaklandığını öne sürdüler. Hatta bazıları Defne ve Antakya arasındaki sınırı “siyasi bir ayrışma” veya “siyasi bir sınır” olarak tanımladı. Antakya’da güçlü bir Arap Alevi muhalefetin varlığının, iktidar partisini seçim nedenleriyle ili yeniden yapılandırmaya ittiğini açıkladılar. Bu bağlamda Duman (2020), Hatay’daki Arap Alevilerin tarihten bu yana iktidar partisinin destekçisi olmadığını ileri sürer. Ayrıca, iktidar partisinin Suriye Savaşı sırasında izlediği mezhepçi ve Sünni yanlısı dış politikanın Hatay'daki Alevi nüfus arasında hoşnutsuzluğu artırdığını söyler. Ayrıca Üşenmez ve Duman (2015), iktidar partisi ile bölgedeki Arap Aleviler arasındaki çatışmanın kanıtı olarak Hatay ilindeki Haziran 2013 Gezi Parkı protestolarına işaret eder. Katılımcılarımın çoğu, şu anda Defne'ye bağlı bir mahalle olan Armutlu'daki Sevgi Parkı'nda başlayan bu protestolara aktif olarak katılmıştı. Kendisini Antakyalı olarak tanımlayan 55 yaşındaki Armutlulu Arap Alevi memur Ayşe, Armutlu'daki Gezi protestolarının bir patlama yarattığını, kendi deyimiyle “gerçek bir direniş” (mücadele) olduğunu ifade etti. Ayşe, Armutlu'nun bir “Arap bölgesi” (Arap mıntıkası) haline geldiğini ve ilçedeki Arap Alevilerin gösterilere katılarak destek verdiğini anlattı. Defne ve Antakya’da yaşayan nüfus arasındaki etnik-dinsel ve siyasi kutuplaşma nedeniyle, araştırmamın katılımcıları Defne’nin bölünmesinin ardındaki siyasi niyetlerin kanıtı olarak sıklıkla 2014 belediye seçimlerine atıfta bulundular. Örneğin, Defne’ye bağlı bir mahalle olan Sümerler’den gelen 30 yaşındaki kuyumcu Arap Hıristiyan Meryem, Defne halkının Defne adında yeni bir ilçenin varlığından ancak 2014 yerel seçimleri sırasında haberdar olduğunu anlattı: “Hepimiz Defne’nin yeni bir ilçe olduğunu seçim döneminde anladık. O zamana kadar kimse büyük bir değişiklik fark etmemişti. Biz böyle ‘ah şimdi değiştik’ gibi bir şey deneyimlemedik. O zaman kimse bir fark görmedi. Sadece adreslerimiz değişti, Antakya yerine Defne oldu. Antakya Hatay, yazmak yerine Defne Hatay yazıyoruz. Seçim zamanı partiler adaylarını seçmeye başladıklarında “partinin adayı Defne’den Antakya’dan değil” dediler. Öyle olunda biz de Defne’den olduğumuzu anladık. Burada yeni bir seçim yapılacak, yeni bir yönetici seçilecek.” Meryem’in de açıkladığı gibi, Defne’nin Antakya’dan ayrılmasıyla birlikte, bölgedeki parti adaylarında yeni bir yapılanma başladı. Dikkat çekici bir şekilde, iktidar partisinin belediye başkan adayı seçimi yerel halk arasında tartışmalara yol açtı. Uğur, geriye dönüp baktığında 2014 yerel seçimlerinde AKP'nin belediye başkan adayına ilişkin yerel bir anlatıya işaret ediyor: “Sadullah Ergin, avukat burada. Önce milletvekili oldu sonra Adalet Bakanı. Buranın büyükşehir statüsüne geçeceği anlaşılınca, parti onu aday olarak gösterdi Hatay Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na. Onlar (hükümet ve yerel parti üyeleri) kazanır diye düşündüler, ondan onu aday gösterdiler. Bu yüzden bölgeyi ikiye böldüler.” Uğur’un aktardığına göre, Antakyalı Sadullah Ergin’in 2014 yerel seçimlerinde belediye başkan adayı olarak ortaya çıkması, yerel halkın Antakya ve Defne arasındaki bölünmedeki rolü hakkında tartışmasına neden oldu. 2014 yerel seçimleri, iktidar partisinin hakimiyetini sürdürmesi ve yeni kurulan Hatay Büyükşehir Belediyesi üzerindeki kontrolü açısından çok önemliydi. Ancak beklenmedik bir meydan okuma, 2009-2014 yılları arasında Antakya Belediye Başkanı olarak görev yapmış olan eski üyeleri Lütfü Savaş’tan geldi. Sadullah Ergin’in AKP’nin belediye başkan adayı olarak belirlenmesi üzerine, partisinden istifa eden ve ana muhalefet partisi CHP’den aday olan Lütfü Savaş’ın zorlu muhalefetiyle karşılaştı. AKP’yi şaşırtan bir şekilde Lütfü Savaş 2014 yerel belediye başkanlığı seçimlerini yüzde 42 oy oranıyla kazanırken, Sadullah Ergin yüzde 40,5 oy oranıyla geride kaldı. Bu beklenmedik yenilgi, yeni kurulan Hatay Büyükşehir Belediyesi’nde AKP için önemli bir siyasi otorite kaybı anlamına geliyordu. Seçimin ardından, Defne nüfusunun çoğunluğunun ezici bir çoğunlukla CHP’ye oy verdiği ortaya çıkmış ve ilçenin muhalefet partisinin kalesi olma statüsü pekişmişti. Buna rağmen, Adıgüzel ve Karakaya’ya (2017) göre CHP’nin 2014 belediye başkanlığı seçimlerindeki zaferine rağmen, 6360 sayılı Kanun’un uygulanmasının CHP ve MHP gibi siyasi paydaşlar üzerinde olumsuz etkileri olmuştur Yazarlar, 2014 yerel seçimleri sırasında 6360 sayılı Kanun’un Hatay’daki yansımalarını incelediklerinde, nüanslı bir seçim manzarası ortaya çıkarırlar. CHP’nin 5 bin oy gibi az bir farkla büyükşehir belediyesini kazanmasına rağmen, AKP 15 ilçe belediye başkanlığı yarışının 11'inden galip çıkmıştır CHP üç ilçede zafere ulaşırken, kalan bir ilçede de MHP kazanmıştı. Bu dağılım, 6360 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesinin ardından Hatay'daki siyasi arenada ortaya çıkan karmaşık dinamikleri gözler önüne seriyor. Bu stratejik yeniden yapılandırma, iktidar partisinin yasanın uygulanmasından önce bazı bölgelerde zemin kaybetmesine rağmen iktidarda kalmasını sağlamıştı. Duman’a (2020) göre, Defne ilçesinin kurulması, hem 2014 hem de 2019'da Antakya belediye başkanlığı seçimlerinde elde ettikleri zaferlerin de gösterdiği gibi, iktidar partisi için başarılı bir “paketleme stratejisi” işlevi görmüştür. Bu yıllardaki seçimlere ilişkin analizi, 6360 sayılı Kanun’un uygulanmasından önce iktidar partisinin Antakya ve İskenderun dışında düşük destekle mücadele ettiğini ortaya koyuyor. Ancak 6360 sayılı Kanun’la getirilen yeni büyükşehir yapılanması sayesinde Hatay’ın en büyük iki ilçesindeki belediye başkanlığı yarışlarında olası kayıpların önüne geçmeyi başarmışlardı. Antakya’nın yeniden yapılandırılması söz konusu olduğunda Duman, Antakya'da zafer kazanmak için Akdeniz, Armutlu, Elektrik ve Sümerler gibi merkez mahallelerin Defne’ye stratejik olarak yerleştirildiğini vurguluyor. Yeni büyükşehir belediyesi sisteminin uygulamaya konulması sadece siyasi dinamikleri yeniden düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda Hatay’ın haritasını da yeniden çizerek net ideolojik ve etnik-mezhepsel sınırlar belirlemişti. Sonuç olarak, Antakya’nın bir zamanlar barış içinde bir arada yaşamanın ve farklı bir nüfusun sembolü olan eski ilçe sınırları, Sünni ve Sünni olmayan topluluklar arasındaki ayrımı derinleştiren bir Sünnileştirme sürecinden geçmişti. Fakat bölgenin kimliğini yeniden tanımlamaya yönelik bu girişim, yerel anlatıların altta yatan etnik-dinsel ayrışmayı ve yeni haritanın beslediği siyasi kutuplaşmayı açığa çıkarmasıyla güçlü bir direnişle karşılaştı. Halk, seçimleri şehirleri üzerinde yeniden söz sahibi olmak, barış içinde bir arada yaşama haklarını savunmak ve Antakyalı kimliklerini korumak için bir fırsat olarak gördü. Can’ın (2020) gözlemlediği gibi, bölünme korkusu özellikle Defne sakinleri arasında stratejik oy verme davranışında kendini göstermişti. CHP'nin Kampanyası: Hatay'a Sarıl ve Antakya İçin Geliyoruz (2019, Rafael) 2019’daki saha çalışmalarım sırasında, her iki partinin seçim retoriğini sarmalayan seçim kampanyalarının yüksek gerilimli atmosferini gözlemledim. CHP’nin sloganları çeşitliliği vurgularken ve Antakya’nın yeniden fethini vurgularken, AKP kampanyasını vatansever bir çaba olarak çerçeveledi. Sonuç olarak, Hatay, CHP ve AKP arasındaki bir mücadele alanı haline geldi ve AKP’nin bölme girişimleri kazara CHP’nin zaferine yol açtı. Çalışmamın katılımcıları, Lütfü Savaş’ın 2014 ve 2019 belediye başkanlığı seçimlerini kazanmasının, iktidar partisinin bölücü taktiklerinin seçmen nezdinde kötü şeylerin anımsatmasından kaynaklandığını vurguladı. Bu zafer, topluluğun şehir kimliğinin dokusunu bozmaya yönelik girişimleri reddettiğini ve birlik ve kapsayıcılığı vurguladığını gösteriyor. Katılımcıların birçoğu, CHP’den memnun olmamalarına rağmen, Antakya’nın hatırı için Belediye Başkanı Savaş’a oy verdiklerini ve onu siyasi karışıklıkların karşısında devam eden istikrar ve süreklilik simgesi olarak gördüklerini vurguladılar. Ancak, benimle etkileşime geçen birçok yerli, ona şüpheyle yaklaştı ve EXPO 2021 gibi devam eden projelerinden ve Başkan Savaş’ın ve CHP üyelerinin kentsel yenileme girişimlerinin yüzey altındaki neoliberal politikaların etkilerini ele alış biçimlerinden pek memnun değillerdi (bkz. Coelho, 2021; Lewis & Coelho, 2024). Sonuç: Kültürel Miras, Siyasi Değişimler ve Yeniden Tasavvur Etmek Sonuç olarak, Defne’nin hikayesi, özellikle kentin yakın tarihini anlamanın doğuracağı sonuçları konusunda önemli bir hatırlatıcı işlevi görüyor. Özellikle de bölgede gerçekleşen kentsel ve siyasi değişikliklerle etno-sekteryan ayrılıkların yeniden üretilmesine olan etkileri açısından Defne’nin hikayesinin incelenmesi, sadece yeni 6306 sayılı Kanun’un etkilerini anlamamıza yol açmaz, aynı zamanda Antakya/Hatay’ın nasıl yeniden inşa edileceği, temsil edileceği ve hayal edileceği konusundaki devlet söylemlerindeki riskleri de ortaya koyar. Özellikle, bu inceleme, 7033 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ve 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun kapsamı gelecekteki çalışmalar için temel oluştururken, yerleşik etnik-dinsel kentsel sınırları erozyona uğratabilecek olan ve böylece Antakya’nın kimliği ve kültürünün uyumlu bir şekilde bir arada var olmasını tehdit edebilecek olan risklere ışık tutar. Defne’nin hikayesini yeniden ziyaret etmek ayrıca, depremden sonra yaşanan sistemik ihmalin nedenlerini de açıklığa kavuşturarak, Antakya hakkındaki resmi anlatılar ile oranın sakinlerinin kolektif tasavvuru arasındaki çarpıcı farkları vurgular. Maalesef, bu çalışmanın katılımcılarından birçoğu evlerini, aile üyelerini, hayat dostlarını ve en sevdikleri şehirlerini kaybetti. Bu gerçeklik, yerel halkın günlük hatıralarını arşivlemeyi ve bir zamanlar birlikte yaşamanın kültürel dokusunu ve Antakya’nın kimliğinin özünü koruyan sembolik sınırları korumayı amaçlayan projelerin aciliyetini vurguluyor. Hatay’ın dijital bir arşivi olan Beledna gibi girişimler, bu koruma çabasında önemli bir rol oynuyor Burada şehirle ilgili anıların paylaşıldığı, korunduğu ve kullanıldığı arşivler olarak hizmet veriyor, böylece birlikte yaşama kültürünü besleyen sembolik sınırları ve Antakya'nın benzersiz kimliğini korumaya yardımcı oluyor. Özellikle, bu çabamız Antakyalıların şehirlerini geri alma ve yeniden tasavvur etme haklarını korumaya yardım ediyor. Yeniden inşanın karmaşıklıklarını çözerken, şehrin geçmişinin, bugününün ve geleceğinin birbirine bağlı kalmasını sağlamak için süreçlere eleştirel bir şekilde katılmamız gerekli, bu da çeşitli kültürel mirasının silinmesine karşı korunmasını ve kapsayıcılık ve birlik üzerine inşa edilmiş bir geleceğin teşvik edilmesini sağlıyor. Nitekim, Antakya’nın kültürel mirasını ve kimliğini koruma çabamızda, kentin yeniden inşasını kendi ajandaları için kullanabilecek siyasi partilerin ve çıkar gruplarının etkisine karşı dirençli kalmak son derece önemli. Defne’nin hikayesi, siyasi amaçların kentsel gelişme ve yeniden inşa çabalarının seyrini belirlemesine izin vermenin taşıdığı riskler konusunda dokunaklı bir hatırlatıcı. Defne sakinlerinin depremden sonra sistematik ihmalle karşılaştığı gibi, Antakya’da da benzer haksızlıkların yaşanma potansiyelini görmeliyiz. 2024 yerel seçimlerinin önümüze geldiği bu dönemde, Lütfü Savaş gibi önceki adayların yeniden ortaya çıktığı, siyasi figürlerin ve partilerin ajandalarını titizlikle incelemek, toplumun çıkarlarının kişisel kazanç veya siyasi amaçların üzerine öncelikli tutulduğundan emin olmak çok daha önemli. 6 Şubat depremleri sonrasında bölgenin siyasal gelişmelerine baktığımız zaman, bölgede yaşayan Arap Alevi ve Arap Hıristiyan toplulukları başta olmak üzere toplumun içerisinde muhalefet partisinden de göze çarpar biçimde kopuşların yaşandığı görülüyor. 14 Mayıs 2023 seçimlerinin sonuçları da bunun en açık örneklerinden. Maalesef ki, muhalefet kanadından gerek Savaş’ın tekrar aday gösterilmesi gerek sol yönelimli olan partilerin halkın karşısına neoliberal politikaların dışında siyaset yapacak adayı çıkartamaması Antakyalıların yalnız bırakılmasına sebebiyet verdi, verecek. Deprem sonrası 6306 sayılı Kanun, Kamulaştırılma Kanunu, Orman ve Mera Kanunları gibi yasalarda yapılan değişikler ardından yaşanan süreç, Antakyalıların mülksüzleştirilmesi ve göç ettirilmesi gibi etno-mezhepsel politikaların hayata geçmesini sağlamışken, böylesi hatalı politik hamlelerin yapılması veya yapılamaması oldukça üzücü. Bu da Antakyalıların tüm asimilasyon politikalarına karşı Türkiye’de gittikçe yükselmekte olan mezhepsel politikalarına karşı kendi otokton kimliklerini korumak için verdikleri mücadeleleri açısından zedeleyici oluyor. Deprem süreci ve günümüzde yaşanan yerel seçim sonrası yaşanacak süreç, Antakya ve Defne’nin ayrılmasına sebep olan 6360 sayılı Kanun’un işlevini oldukça hızlandıracak. Zaten halihazırda işlevini sürdüren kanun, deprem sonrası iktidar kanadınca fırsata çevrilen durumları pekiştirecek, kimi etno-sekteryan politikaları derinleştirecek. Not: Etik ve mahremiyet nedeniyle, bu makalede görüşülen kişilerin kimliklerinin yanı sıra taranan resimde tasvir edilen öznenin gizliliğini ve güvenliğini korumak için takma adlar kullanıldı. Hatay Belediyesi’nin Eski ve Yeni İl Sınırları Haritası yazar tarafından çizilmiştir. Kaynaklar Adıgüzel, Ş. (2012). 6360 Sayılı Yasa’nın Türkiye’nin yerel yönetim dizgesi üzerine etkileri: Eleştirel bir değerlendirme. Toplum Ve Demokrasi Dergisi, 6(13), 153–176. Adıgüzel, Ş., & Karakaya, S. (2017). Yerel siyasete etkileri açısından 6360 sayılı yasa: Hatay örneği. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(39), 31–56. Can, S. (2020). Spatialization of ethno-religious and political boundaries at the Turkish-Syrian border. In Syria: Borders, boundaries, and the state (pp. 127–149). Palgrave Macmillan. Coelho, J. R. M. (2021). Contested Landscapes of Belonging at the Turkish-Syrian Border: The (Re)making of Antakya and Defne [MA Thesis]. Boğaziçi University. Duman, L. (2020). Seçimlerde sınırlar: “Başarılı” bir stratejik taksimat örneği olarak Defne İlçesi’nin kurulması. MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(4), 2611–2626. İzci, F., & Turan, M. (2013). Türkiye’de Büyükşehir Belediyesi Sistemi ve 6360 sayılı Yasa ile Büyükşehir Belediyesi sisteminde meydana gelen değişimler: Van örneği. Suleyman Demirel University Journal of Faculty of Economics & Administrative Sciences, 18(1), 117–152. Karakaya, K. (2012). Büyükşehir belediyelerinin yapısı ve yeniden düzenlenmesi [MA thesis]. Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Lewis, P. C., & Coelho, J. R. M. (2023). Mesopotamia and the Garden of Civilizations: Public life and the politics of solidarity and difference along Turkey’s Syrian border. Conflict and Society, 1((aop)), 1–28. Uşenmez, O., & Duman, L. (2015). Identity problems in Turkey: Alevis and AKP. Alternatif Politika, 7(3).

  • Antakya, deprem… Rüya gibi ama değil

    Musa Ağacı'nın heybetli gövdesinin gölgesinde gözlerimi açtım. Neden ve niye buradayım fikrim yok, olmasına gerek de yok. Güneş ışığı yaprakların arasından süzülerek yere düşüyor ve sanki altın bir halı sermiş gibi. Hava serin ve nemli, denizin kokusu burnuma kadar geliyor. Gözlerimi kapatıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Tarihin ve efsanelerin kokusu ciğerlerime doluyor. Efsaneye göre, Hz. Musa, Mısır'dan kaçarken bu topraklara gelmiş. Yorgun ve bitkin düşmüş bir şekilde bu ağacın altında dinlenmiş. Asasını yere saplamış ve bir mucize gerçekleşmiş: Asadan büyülü yapraklar filizlenmiş ve bu dev çınar ağacı oluşmuş. Samandağ halkı öyle bilir, öyle anlatır. Ağacın gövdesine bakıyorum. Yüzyılların izlerini taşıyor. Kabuğu pürüzlü ve çatlaklarla dolu. Dokunuyorum ve sanki boyut değiştiriyorum. Artık başka bir yerdeyim. Rüya gibi, ama değil. Kendime gelince ayağa kalkıyorum ve hala Samandağ’da olduğumu anlamam pek de uzun sürmüyor. Karşımda bütün heybetiyle St. Simon Manastırı. Yürümeye başlıyorum. Yol yokuş yukarı gidiyor ve her adımda manzara daha da güzelleşiyor. Sonunda manastıra ulaşıyorum ve tepeden baktığımda nefesim kesiliyor. Samandağ'ın tüm güzelliği ayaklarımın altında uzanıyor. Deniz masmavi ve pırıl pırıl. Güneş ışığı suyun üzerinde parıldıyor. Sahiller altın kumlarla kaplı. Uzakta, Antakya'nın siluetini görebiliyorum. Öyle kalacak olmasını dilerdim. Dileklerimin dehlizlerinde dolanırken yine kendimden geçiyorum. Rüya gibi, ama değil. Güzel, hala Samandağ’dayım demek. Zira Hz. Hıdır Türbesi'nin mavi-yeşil çinileriyle süslü kubbesini nerde görsem tanırım. Denizin maviliğinde parıldıyor. Dalgaların sesi, bir ninni gibi kulaklarımda yankılanıyor. Kapıdan içeri girerken, Hz. Hıdır'ın bereketini ve korumasını hissediyorum. Türbenin içinde, Hz. Hıdır'ın sandukası ve duvarlarda çeşitli ayetler ve dualar yazılı. Bir an için sessizliğe gömülüyorum ve dua ediyorum. Hz. Hıdır'ın yardımını ve korumasını diliyorum. Duanın içinde kayboluyorum. Rüya gibi, ama değil. Bu kez merkezdeyim, Antakya’da. St. Pierre Kilisesi'nin gizemli avlusunda, Hz. İsa'nın havarilerinin ayak izlerini takip ediyorum. Dünyanın ilk kilisesi burası. Her adımda, sanki yüzyıllar geriye gidiyor, o ilk vaazları dinleyen kalabalığın coşkusunu hissediyorum. Duvarlardan yükselen sessizlik, tarihi fısıldıyor. Bir an için gözlerimi kapatıyorum ve o kutsal atmosferi içime çekiyorum. Çektikçe yine başka bir kapı açılıyor önümde. Rüya gibi, ama değil. Habib-i Neccar Camii'nin minaresine tırmanıyorum, şehrin panoramik manzarası gözlerimin önüne seriliyor. Minare sanki bir gemi gibi, beni tarihin ve kültürün dalgalı denizinde yüzdürüyor. Avluda, Hz. Habib-i Neccar'ın kabri ve bir anıt ağaç var. Anıt ağacın dalları gökyüzüne uzanıyor ve gölgesi tüm avluyu kaplıyor. Sanki bu ağaç, Hz. Habib-i Neccar'ın manevi varlığının bir simgesi gibi. Daha önceki boyut değişimini ağaç gövdesine dokunarak yapmıştım, yine öyle yapıyorum. Rüya gibi, ama değil. Antakya'nın taş sokaklarındayım. Adımımı attığım her taş, binlerce yıl öncesine ait bir hikayenin anlatıcısı gibi. Antakya'nın tarih kokan duvarları arasında kaybolurken, zamanın akışı kayboluyor ve geçmişle günümüz arasında bir köprü beliriyor sanki. Yürümeye devam ediyorum. Bu yolun sonu nereye çıkar fikrim yok. Ağzımda güzel bir tat belirdi, bu bizim en sevdiğimiz mezemiz Humus mu? Hayır hayır. Kağıt kebabı. Döner mi yoksa? Yemek düşünmenin vakti değil gibi. Devam etmeliyim. Orda ilerde bir grup insan var. Mutlu görünüyorlar. Tanıdık bir dil konuşuyor gibiler. Sesleri epey gürmüş. Anlamaya çalışıyorum. Her dinden liderler el ele tutuşup ‘’nehna’’ mı dediler az önce? Kafam çok karışık. Neden bu kadar şeyi görüyorum? Uyan artık. Uyan. Uyan. Uyan. Başım çatlayacak gibi. Ne garip bir rüyaydı. Aslında rüya gibiydi ama hepsi de gerçekti bir yandan. Ben bu gördüklerimin hepsini gördüm ve tecrübe ettim, o yüzden bilinçaltıma yerleşmesi normal. Saat kaç olmuş? Gece 4.16. Bir ses mi duydum ben? Yatak gidip gelmeye mi başladı? Yoksa uyanamadım diye mi saçmalıyorum. Hayır bu, bu çok kötü bir şey. Çığlıklar duyuyorum. Yıkıntı ve çaresizlik. Umutsuzluğa kapılıyorum. Bu his bilindik bir his. Kabus gibi, ama değil. Öne çıkan görsel: Barış Yapar

  • Antakya Kilisesi Kadınlar Kolu’ndan Meri Hüseyinoğlu: “15 Mart’ta Arsuz’da burs amaçlı bir yemek düzenleyeceğiz”

    Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu ve Nehna, 6 Mayıs’ta İstanbul’da ve 10 Haziran’da Ankara’da depremden etkilenen öğrenciler yararına iki kermes düzenledi. Bu iki etkinlikte de yolum, Kilise’nin Kadınlar Koluna senelerini vermiş Meri Hüseyinoğlu’yla kesişti. Kendisiyle kilisenin Kadınlar Kolu’nun yürüttüğü faaliyetler ve yaklaşan Paskalya Bayramı üzerine konuştum. Röportaj: Ümit Yıldız Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu’nun hikayesi nasıl başladı? Ben liseyi Antakya’da bitirdim. Üniversite’yi ise Ankara’da okudum. Ankara Üniversitesi Matematik Bölümü mezunuyum. Okulda kalma gibi bir durumum varken bile, Antakya’yı düşünerek, hızlıca geri döndüm. 32 sene devlet okulunda öğretmenlik yaptım. Pandemiyle beraber emekli oldum. Antakya’ya döner dönmez, yani 98’den beri, kilisenin bir parçası oldum. Başta yönetim kurulunda çalıştım. “Bir kadınlar kolu kuralım”, dediler bana. Kabul ettim tabii. Önemli olan hizmet etmekti, bir şeyler paylaşabilmekti. Kadınlar Kolu’nda yedi kişiydik. Bir arkadaşımızı depremde kaybettik. Biliyorsunuz, onun için de kermes yapmıştık İstanbul’da… Depremde kaybettiğimiz ve anısına İstanbul kermesimizi düzenlediğimiz Antakya Kilisesi Kadınlar Kolu'ndan Mari Sautoğlu Evet, ben de kermesteydim. Peki, Kadınlar Kolu’nun faaliyetlerinden bahsedebilir misiniz? Bizim Antakya’da fakir insan yoktur. Kilise herkese elinden geldiğince yardımda bulunur. Bir eliniz, öbür elinizin kime ne verdiğini bilmez. Öyle güzel bir yardımlaşmamız vardı ki... Biz Kadınlar Kolu olarak, topladığımız burslarla, çocukların bayramlara kıyafetler alırdık. Bazı kadınlara da yardımcı olmaya çalışırdık. Bizim, biliyorsunuz, iki büyük bayramımız var; Noel ve Paskalya. İki bayram için de kermesler düzenleriz. Noel’de ve Paskalya’da yaptığımız kermesler, İstanbul ve Ankara’da yaptığımız gibi değildir. Noel’deki kermeste Noel babalar, çam eşyaları, masa örtüler gibi eşyalar satarız. Paskalya’da ise küçük tavşanlar, civcivler, yumurtalar satarız. Ortalığı süsleyecek tabaklar vs. Bizim kilisede mutfağımızda çalışan iki tane kız kardeşimiz var. Onlar reçel, likör falan yaparsa onların yaptıklarını da koyarız. Noel Kermesi’ni 6 Aralık’ta yaparız. Beraberinde, Paskalya Dönemi’nde, Şanini yani Dallar Bayram’ında da bir kermes organize ederiz. Dallar Bayramı’nda Hz. İsa’nın Kudüs’e girişi kutlanır. İsa Mesih Yeruşalim’e girerken zeytin dallarıyla karşılanmıştır. O yüzden o gün kilise zeytin dallarıyla süslenir. Bu, Diriliş’ten (Paskalya’dan) önceki Pazar’dır. Bir de bu Paskalya döneminde her hafta bir bayram vardır bizde. Kadınlar Kolu her hafta bir iki çeşit pasta yapar. İnsanlara kiliseden çıkarken onu ikram ederler. Bir de bağışlar gelir. Paskalya öncesi perhize girdiğimizde, her Çarşamba, yemek organize ederiz. Nasıl ederiz? Öncelikle Kilise’den, Kadınlar Kolu’ndan hiçbir para çıkmaz. Belirli kişiler dörder, beşer toplanırlar; yüz kişiye yetecek yemek hazırlarlar. Mutfağımız buna çok uygundu, 600 kişiye yemek yedirebilecek kapasitedeydi. Tabağımızdan çatalımıza, kasemize her şeyimiz vardı. Çarşamba yemekleri dörder beşer gruplar halinde yapılır, gelen insanlardan da belirli bir para istenmezdi. Diyelim, Ümit’in hiç parası yok, gelir, elini kolunu sallayarak yemek yer; ama Meri’nin çok parası var, Meri oraya istediği parayı atar… Kapıda bir bağış kutusu tutardık. Bizim kilisemiz o zamanlar çok bereketliydi… Dışarıdan gelen, cemaat üyelerinden gelen bağışlarla biz her sene en az dört beş tane çocuk okuturduk. İhtiyacı olan tüm çocukların kıyafet masrafını bu kermes ve Çarşamba yemeklerinden çıkarırdık. Geçen sene Antakya’da depremden dolayı böyle bir organizasyonumuz olmadı ama İstanbul ve Ankara’da kermesler düzenlendi. Evet, biraz da o kermeslerden bahsedelim isterim. Kermesler Antakya’da yapılmasa bile, ilgi epey yoğundu. Özellikle İstanbul çok çok harikaydı. Ankara da öyleydi. İnsanlar birbirini çok özlemişti. Biz orada birbirimizi bulduk. Biraz iyileştik. Biraz kendimize geldik. Benim için en önemli mesele de çocukların bursuydu. Depremden sonra havada kalmış bir konuydu. Ne yaparız, ne ederiz, diye düşünürken bir anda siz (Nehna), derler ya Hızır gibi yetiştiniz. Yaptığımız kermesle geçen sene biz yirmişer çocuğa iki defa burs dağıttık. Zaten daha önce burs verdiklerimizin çoğu, maddi durumları kötü olan çocuklardı. Onlara başka kişiler de eklendi. Depremde annesi babası kaybetmiş, kardeşine kendi bakan çocuklar… Çok zor. Allah yardımcıları olsun. Ankara kermesi, İstanbul’a göre daha sönük geçti. Ama orada da çok güzel bir organizasyon oldu. İnsanlar birbirini buldu. Dikkat ettiyseniz, kermeslerde sadece Hıristiyanlar, Ortodokslar yoktu; Alevisi de geldi sarıldı, Sünnisi de, Yahudisi de. Biz Antakya’da böyleyiz zaten. Normalde böyle yaşayan insanlarız. Benim Antakya’da yolda halini hatırını sorduğum insan geldi, sardı beni, öptü, ağladı ağladı… Bir daha Noel kermesi yapmayı düşündük ama olmadı. İnşallah bir kere daha bir kermes yaparız, diye umuyorum. Yapmak zorundayız çünkü 0 çocuklar var. O çocuklara gidecek para var. İnsanlar gerçekten çok zor durumda. Nehna'nın Antakya Kilisesi Kadınlar Kolu ile Ankara'da düzenlediği kermesten bir kare “Şu anda kilise gibi kullanabileceğimiz hiçbir yer yok, neredeyse” Antakya’da maalesef kilise yıkıldı ve cemaatten birçok kişi artık merkezde yaşamıyor. Deprem şartlarında bayramlar nasıl kutlanıyor? Geçen Paskalya’da da Mersin’e gittik. Patrik gelmişti. Biliyorsunuz, Antakya Patriği Şam’dadır. Patrik, ertesi sabah Antakya Kilisesi’nde ayin yapacağını söyledi. Çocukların işi olmasına rağmen gittik. O taşların üstünde ayin yapmak bile, ayrı bir güzeldi. Yalnız değildik. Bütün Antakya oradaydı. Antakya’ya gidebilen Hristiyanlar o gün çok azdı. Ama bütün Antakya oradaydı. Daha sonra Noel’de de ayin yapıldı. 6 Şubat’ta da biliyorsunuz, bir ayin yapıldı. Orada herkes vardı. Size anlatamam oradaki olayı. Sanki eskisi gibiydi. Çok güzeldi. Bazıları kızıyor, sanki taşın üstünde ne olacak… Orada olduğunuz zaman diyorsunuz ki, aman iyi ki gelmişim. İyi ki bu duyguyu tatmışım. Şimdi Paskalya geliyor. Paskalya’da, orada bir ayin olursa, inşallah yine gideceğiz. Kapalı yer bulmak sıkıntı tabii. Arsuz’daki kilise yazın açıktı ama tadilata girdi. Lokantalar dışında büyük, geniş, kilise olarak kullanılabilecek yerler yok. Bir okulun spor salonu gibi… En fazla öyle yerler var. Orayı da bir kilise için tahsis edebileceklerini sanmıyorum. Şu anda kilise gibi kullanabileceğimiz hiçbir yer yok, neredeyse. Peki, bu şartlarda kermes düzenleyebilecek misiniz? Evet, yapacağız. Depremden sonra bir kısmımız mesela Arsuz’a yerleştik. Bir kısmımız Mersin’deyiz. Çok az kişi de Ankara ve İstanbul’da. Yani daha çok Mersin ve Arsuz’a yerleşmiş gibiyiz. Antakya’da da yirmi aile var oturan. İşlerinden dolayı oturan var. Beni her gören diyordu ki “Meri, ne olur, bize bir yemek yap; beraber olalım.” Ben de bu Cuma günü, ayın 15’inde, oruçtan önce bir Merfeğ, bir yortu yemeği yapalım dedim. Yakamoz diye bir restoran var Arsuz’da. Orada bir yortu yemeği yapacağız. Bu paralı bir yemek. Biz burada lokantaya para ödeyeceğiz. İnsanlar da bize para ödeyecekler. Ondan sonra 22 Mart’ta başlayacak yemeklerimiz. İnşallah bir istek olursa, Cumaları devam edeceğiz. İnsanlar çok istekli. Eğer olursa, Çarşamba yemeği yapmak yerine Cuma yemeği yapmayı düşünüyoruz. Çünkü İskenderun bize çok yakın, yarım saat. Onlar Çarşamba yemeği yapıyorlar. Bizden oraya da katılmak isteyenler olabilir. Biz kimseyi engellemek istemiyoruz. Onun için, bu sene Cuma yemeği yapacağız. İnşallah organize edebileceğiz. Belki çocukların gelecek seneki burslarını biraz toparlayabileceğiz, diye düşünüyorum. Bu sene için böyle bir planımız, programımız var. İnşallah olacak. Şu anda insanlar beraber olmayı çok istiyorlar çünkü. Çok önemli onlar için. Özellikle bayram dönemlerinde daha da çok ihtiyaç duyuyorlar gibi geliyorlar bana. Anlıyorum. Umarım bütün bu zorluklar, birlik beraberlik ruhuyla aşılabilir. Söyleşimizin sonuna gelirken, eklemek istediğiniz başla bir şey var mıdır? Nehna iyi ki var. Ben sizlerin çoğunu Nehna’yla tanıdım. Antakya’yı tanıtmaya çalışmak, oranın gelenek göreneklerini devam ettirmeye çalışmak çok harika. Söyleşi teklifini hemen kabul ettim çünkü ben bunları anlattıkça, Ümit bunları yazdıkça, bir iki kişi daha okuyacak, bir iki kişi Antakya’yı daha da iyi tanıyacak. Tek isteğimiz, eski Antakyamıza geri dönmek. Bir gün döndüğümüzde “Bunlar da kim?” diyeceğimiz insanlar görmemek. Eski Antakya’ya dönmek. Bu, böyle bir aidiyet duygusu ve ben kendimi oraya ait hissediyorum.

  • Herkesin Yası Kendine

    Yas kılık değiştirir mi? Değiştirirmiş… Acı da şekil değiştirdi, yas bambaşka hallerde kendini gösterdi çoğu zaman. Bazen gözyaşı oldu beklendiği gibi bazen ise dopdolu bir kahkahanın içerisine gizlendi. Ama yok oldu mu? Pek çoğumuzda hayır… İzi hep en beklemediğimiz yerlerde ben buradayım demeyi bildi. Buradayım ben, bırakmadım seni…  Bırakmasın da istedik belki de… Aradan bir yıldan uzun zaman geçti. Bir dakika bile geçiremem artık dediğimiz bu hayatın bir yılını geçirdik, nasıl olduğunu anlamasak da. Bu bir yıla neler neler sığdırdık... Bazılarımız yeni şehirlere, yeni ülkelere taşındı; bazılarımız eski yerinde kendine yeni bir düzen kurmaya çalıştı... Evlenen de oldu, yeni okula başlayan da, işini kaybeden de yeni işini bulan da... Hepimizde her şey farklı olsa da aynı kalan bazı şeyler vardı. Mesela hemen her gün 6 Şubat gerçeğiyle yaşadık, hemen her gün başımıza gelen kıyamet gününün büyüklüğünü idrak etmeye çalıştık.  O günü hatırladık ve kaybettiklerimizi, insanlarımızı, şehrimizi andık. Anlayacağınız neredeyse her gün geçmiş hayatımızı yad ettik. Ama hepimiz bunu farklı şekillerde yaptık... İşte bu yüzden aradan bir yıl geçtikten sonra geriye dönüp bakmak istedik biz de. Oturduk Yiğit’le ve yasımızın üstüne konuştuk. Biz konuşurken kah ağladık kah güldük, aynı yasımız gibi bizim duygularımız da bu konuşma sırasında şekilden şekle girdi. Bunu da sizinle paylaşmaya karar verdik çünkü biliyoruz ki hepimiz kendimize farklı yollar çizerken benzer örüntülerle karşılaştık. Umarız ki siz de Yiğit Göktuğ Torun’la yaptığımız bu söyleşiyi okurken kendinizden bir şeyler bulabilirsiniz. Röportaj: Ece Ray Merhaba Yiğit, öncelikle bu fikri hayata geçirdiğimiz için çok mutluyum. Bu konuşmanın ikimize de iyi geleceğini düşünüyorum, ihtiyacımız var gibi çünkü artık yas ve yası yaşama şeklimizle ilgili konuşmaya. Başlamadan önce kendini tanıtmanı istiyorum senden, sonrasında da yası kendi tecrübenle nasıl tanımladığını anlatabilir misin? Tabii ki, ben de çok mutluyum. Umarım kendimizi anlatabiliriz. Ben Yiğit Göktuğ Torun, 1997 Antakya doğumluyum. 18 yılımı Antakya’da geçirdikten sonra üniversite için İstanbul'a gittim, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ve Felsefe bölümleri mezunuyum. Sonra yüksek lisansım için 1 seneliğine Ankara’ya yerleştim. Deprem de ben Ankara’da iken oldu zaten. Şu an Berlin’de yaşıyorum yüksek lisansımın ikinci senesi burada. Sorunun ikinci kısmına gelecek olursam, yası tanımlamak için bir cümle kuramam sanırım ama bir kelime bulmam gerekse o da ansızlık olurdu. Benim için bir anın diğerini tutmaması, öngöremediğimiz süreçler olarak gösterdi kendini yas. “Bireyin içinde yaşadığından da öte aynı zamanda toplumsal da bir tarafı vardı yasın” Peki çocukluğundan bildiğin, annenle babandan hatırladığın yas nasıl bir şeydi? Seninkinden farklı mıydı? Bence onlar için yas hayatın durması demekti. O kişiye saygıdan, onu anmak için konuşmamak, sessizliğe gömülmek. Sanki o zamanlarda hayatı durdurabiliyorlardı. Ama belki de şu an hayatı durdurmak pek de mümkün olmadığı için yeni dönem yası diye bir şey var, o eski yol bana çok uzak geliyor artık çünkü. Bir yandan belki hayatın durmadığını bildiğim için artık. Ama onların dünyasında duruyordu, evde hayat duruyordu en azından. Televizyonu kapatıyordun ve dünyayla ilişkin kesiliyordu zaten. Bir de biraz bireyin içinde yaşadığından da öte aynı zamanda toplumsal da bir tarafı vardı yasın. Topluma da o kişiye saygı duyduğunu gösterme, toplumun da bu durma eylemine saygı olarak bakması gibi bir taraftan bahsediyorum… Gözlemlerine katılıyorum… Senin depremden hemen sonraki halini hatırlıyorum. Hala şokta olduğumuz ilk günlerde bile hayatın devam etmesi gerekiyordu. Başta çok şaşırmıştık hatta. Kendimi hatırlıyorum yurt dışındayım ve iş arkadaşlarım benden günlük işlerimi yapmamı bekliyordu, benim aklımda sürekli kalanlar, ailem vardı. Uzun bir süre “kaybettiklerim” kısmını düşünememiştim. Sendeki durum tamamen farklı olmasına rağmen bir yandan da maalesef benzerdi. Bu senin için Hatay’a gittiğinde ilk günden itibaren kendini unutup etrafındakilere faydalı olmaya çalışarak kendini gösterdi önce. Daha sonra kayıplarının bulunacağına dair umudunu kaybedip Ankara’ya döndüğünde her şeyin olduğu gibi devam ettiğini gördüğünde kaybettiklerine odaklanamadan hayata devam etmeye çabalamıştın. Hem yardımcı olman gerektiğini hissettiğin bir sürü insan vardı hem de okul, burs, annen ve babandan sonra kendine nasıl yeteceğine dair düşünceler… Bu belki biraz da yaşadığımız olayın büyüklüğünden de dolayı ben ve acım diye bir olay yoktu. Acılar ve kalanlar vardı… Yiğit, sana şunu da sormak istiyorum, kayıpların çok büyük, sanıyorum kimse hem anneni hem babanı kaybetmenin büyüklüğünü tartışamaz zaten ama depremde kuzenini, arkadaşlarını, öğretmenlerini yani hayatından pek çok insanı kaybettin. Ama burada bir de birilerine veda etmek zorunda olunca geride kalan olmak diye bir gerçek var.  Bize biraz bu duyguyu nasıl yaşadığını anlatabilir misin? İşte bu duygu yasın kendisi zaten. Ben hala her gün bu duyguyu yanımda taşıyorum. İlk başta her şey bir şokla başlamışken bütün bu olanların yalnızca kötü bir rüya olduğuna inandırmaya çalışmıştım kendimi. Uyanacağım ve hepsi bitecek diyordum, halbuki bitmedi. Bitmediğini fark edince sabahları kalkmama engel olan o üzüntü sarmıştı her yanımı. Sonra o üzüntü de şekil değiştirdi, benliğimin bir parçası olan hüzün haline geldi. Hüzün daha pasif bir eylem üzüntüye kıyasla bana göre. Ve dışarıdan gelen küçücük hatırlatıcılarla yeniden aktif bir volkan gibi canımı yakan bir üzüntü ve kızgınlığa dönüyordu başlarda tabii. Mesela en ufak bir alışkanlığımdaki bir değişikliği fark edince birden bire, nerede olduğum fark etmeksizin gözümden yaşlar dökülüyordu, hala da öyle gerçi aradan o kadar zaman geçmesine rağmen. Ya da bazen küçük anlar oluyor, mesela annemin sevdiği bir şarkı çalıyor ve elim telefona gidiyor “ anne bak en sevdiğin şarkı çalıyor” diye ona mesaj atmak istiyorum. Ama her seferinde atamayacağımı yeniden hatırlamak… Bu ve bunun gibi anlar o hüznü tetikleyen etkenler, olması da gerekir zaten belki de. Geride kalan olmanın, veda eden olmanın getirdiği bir kızgınlık da vardı tabii. Veda etmeyi ben nereden bileyim, bana bunu öğretmediniz diye çok kızdım onlara. Ama kızgınlık hızlı geldiği gibi hızlı giden bir duygu oldu benim tecrübemde. Çünkü fark ettim ki kızdıkça uzaklaştırıyorum onları kendimden ve sonra küçücük bir anıyla yine başa sarıyorum, o yıkılma anları yeniden ve yeniden yaşanıyor. Ne zaman ki duygularımı normalleştirdim, o zaman yas sürecinin farklı bir evresi başladı benim için. Yasının bu evresine gelmeden önce, sormam gerek. Peki ya, suçluluk duygusu? Neden orada onlarla değildim, neden geride kalan benim diye kendini suçladığın oldu mu? Çok… Özellikle annemi düşünüp bununla çok savaştım. Sanki ben orada olsaydım onu korurdum, onun üstüne kapanırdım, mutlaka bir şey yapardım. Eminim ki son düşüncesi “Yiğit ne yapacak?” olmuştur. Orada ben olsaydım belki de düşünmezdi bunu, kim bilir… Daha huzurlu olurdu belki de. Başka tabii bir sürü yanı var suçluluk duygusunun ama tanımlaması zor karmakarışık bir yerdeydi benim için. “Yas sürecinde kozama kapanıp geçmesini bekleyebileceğim bir konumda değildim” Sanırım pek çoğumuzda bir şekilde bu düşünce yer etti, birilerine, bir şeylere dair. Peki, üzüntü, hüzün, anımsatıcılardan bahsettin. Bunlardan biraz daha bahsedebilir misin? Yasının diğer evresine seni taşıyan neydi? Başta her şey ama her şey bana onları hatırlattı ve hepsi beni ayrı ayrı yıktı. Her bir anımsatıcı o gün yemek yiyemememin ya da başka bir deyimle pes etmek istememin nedeni oldu. Barışmaktan bahsettim az önce, affetmekten. Aslında ben annemle babamla değil bu anımsatıcılarla barıştım sanırım önce. Ve bu sayede o hatırlatıcılar benim bir parçam haline geldi. Onları arar oldum detaylarda. Bu da yas sürecimin diğer evresine taşıdı beni: sahiplenmek. Yasın bir parçam olduğu gerçeğini kucakladıkça, bu hatırlatıcılar bana daha iyi gelmeye başladı. Onların hayatımın bir parçası olduğunu, yanımda ve hep benimle olduklarını hissettirdiler. Bence bu çok özel. Senin bu konuda ciddi bir çaba harcadığını da gördüm ben tabii arkadaşın olarak. Ama sanırım dışarıdaki insanlar senin yası hayatına yavaşça nasıl dahil ettiğini pek görmedi. Tabii herkesin yası kendine, kimsenin kimseye yas ispatlama zorunluluğu yok. Sen yasının belli bir kısmını dışarıya da yansıttın ve bunun sınırlarını kendine göre belirledin.  Ankara’ya anneni babanı arkada bırakıp döndüğünde az önce konuştuğumuz gibi devam eden hayata kızgınlığını da dışarı vurmak için Nevşin Mengü’nün programına çıkıp sakince Antakya’da olan biteni anlattın mesela. Hatırlıyorum pek çok insan çok şaşırmıştı senin ağlamamana orada. Sonra zaten hiç durmadın, benim nacizane gözlemim elinden geldiğince sesini duyurmaya çalıştın. Hem senin hem de başkalarının sesini duymaları için çaba sarf ettin. Bundan kısa bir süre sonra da hayatın olağan akışıyla yasın iç içe girdi zaten. Güldün, ağladın, bağırdın, inine çekildin, bambaşka duyguları bir arada deneyimledin. Bildiğimiz yas gibi değildi senin yas sürecin tabii bu nedenle. Yasın bilinen ana duygusu üzüntü ve hüzün çünkü, gülmek eğlenmek pek dahil edilmez. Oysa sen dedin, yas oradaydı hep diye. Bu konuda, yasını yaşama şeklin ile ilgili ne düşünüyorsun? Sanırım benim için bunun nedeni biraz da en başta duygularıma ayıracak vaktim olmaması oldu… hiç. Hatta çok uzun bir süre... Yas sürecinde kozama kapanıp geçmesini bekleyebileceğim bir konumda değildim. Ailemden geriye kalan teyzem var, o da her şeyini kaybetmiş, onunla ilgilenmem lazım; e ben kaldım, benim devam etmem lazım... Para sanırım var ama yok... Ev gitti, araba nerede, ailemin birikimi var mı, duruyor mu onu bile bilmiyordum. Ve bütün bunlarla birlikte bürokrasiyle de tek tek her gün aktif olarak uğraştım, pek çok deprem mağduru gibi. Şehir zaten yok olmuş, benim durumuma benzer durumlarda olan pek çok insan vardı ve dayanışıp birbirimizin sesini duyurmaya çalıştık sürekli. Bu yüzden durup ‘bir saniye ya benim acım var da keme çekilmem lazım diyemedim o sırada. Ama içimde karşı koyamadığım bir his var, beni etkisi altına alıyor günbegün, devam etmemi engelliyor. Ben ona bakmadıkça o beni ele geçiriyor gibiydi sanki… Bununla başa çıkabilmek için belki de o zaman ben bunu kendi tarzıma yedirmeliyim dedim sanırım. Bu sayede içimden geleni yapmaya başladım zaten. Madem yası yaşayan benim, e herkesin yası kendine, ben de yasımı kendime döndürdüm. Birlikte evrildik. Ben duygularımı dışarıda yaşama yolunu seçtim, ağlamamı da saklamadım, gülüşmelerimi de, mücadelemi de. Tabii etrafımdan tepki gördüğüm de oldu yer yer. Bazıları çok can acıtıcıydı. Mesela kayıp durumlarından dolayı annemle babamın hesaplarına erişemeyince hem kendi sorunumu hem de bu durumda olan başka insanlar adına bunu sesli konuşmaya başladım. Bunu benim önüme ‘belli ki anneni babanı çok sevmemişsin de para derdine düşmüşsün deyip getirmeye çalışanlar oldu. Başlarda çok acıttı hepsi beni ama sonra bizim kendimizi bazı insanlara ne yaparsak yapalım anlatamayacağımızı idrak ettim. Çünkü hiç konuşmayıp köşesine çekilen de ayrı bir tepkiyle karşılaşıyordu. Maalesef insanların gösterdiği tepkilerin türlü türlü örneğini çevremde gördüm sanırım. “Yardımları suiistimal ediyorsunuz!” diyen mi dersin, “Ee demek ki o kadar kötü değilmiş durumunuz arkadaşlarınla eğlenebildiğine göre” diye yorumlarda bulunanlar mı... Kulağımı kapatıp ben de böyleyim, yasımı kapalı kapılar ardında değil dışarıda yaşamak istiyorum demeyi tercih ettim. Bence garipseyenlerin birçoğu da bir yerden sonra bunun bana iyi gelen yol olduğunu görmeye başladı. Nasıl ki her gemi her denize göre değilse her yas da herkese göre değil, zamanla öğreniyoruz bence biz de. Senin de bahsettiğin gibi bilerek veya bilmeyerek insanların seni yıprattığına da şahit olduk, kendini açıklama gereği hissettiğin anlara da... Bu da beni son soruma getiriyor, seni tanıyan ve tanımayan insanlardan ne görseydin bu süreci daha kolay atlatırdın sence? Sorunu ikiye bölüyorum, beni bireysel olarak tanıyan, geçmişim olan insanlarla depremden sonra hayatıma girenler olarak. Beni tanıyan insanlar “Yiğit” yöntemini çok hızlı benimsedi ama arada bir de geleneksel yas tutmaya dönmek isteyebileceğimi anlamadı bazen sanırım. Benim hayatı durdurmaya, sadece onlardan söz etmeye de ihtiyacım var bazen, bunu daha kolay anlamalarını isterdim, istiyorum. Tanımayanlara gelince ise, bu süreçte tanıdığım ve çok büyük destek gördüğüm pek çok insan oldu... Buna hala şaşırıyorum ve çok minnettarım da. Ama ne görsem çok daha iyi gelirdi bana sorusuna gelince... Bu benim deneyimim, takip edersen benim deneyimime şahit olacaksın muhtemelen, doğru. Ama bu kimsenin de beni kendi bireysel deneyimlerine maruz bırakabileceği anlamına gelmemeli. Ben eğer onları takip ediyorsam veya soruyorsam maruz kalmalıyım. Ama zaman zaman bunun böyle olmadığı, benim hislerim önemsenmeden bana direkt kendi deneyimlerini aktaranlar oldu. Ya da bir konu benim rahat alanım mı ben onu konuşmak ister miyim diye sormadan benimle yaşadıklarıma dair konuşmak isteyenler… Kısacası, acısını sormaksızın bana akıtan, benim rahat alanlarımı sormadan benimle bir şeyleri konuşmaya çalışan ve beni vicdan rahatlatma aracına döndürmeye çalışanlar olmasaydı daha kolay olurdu gibi. “Antakya dediğimde benim aklıma şehir değil gerçekten de çocukluğum geliyor” Yiğit, her şeyi çok güzel özetledin, sanıyorum insanlar da senin neler yaşadığını çok iyi anlamıştır bu anlattıklarından sonra. Konuşmamızın sonuna gelirken sana, kaybettiğimiz şehrimize dair bir şey sormak istiyorum. Doğduğumuz ve büyüdüğümüz yer bizi tanımlayan en önemli parçalardan bir tanesiydi. Hatta pek çoğumuzun hayallerinde dışarıda biraz çalışıp şehre geri dönmek de vardı. Şimdi şehirden geriye pek az şey kaldı… Birçoğunu kaybettik. Şehri yeniden inşa edeceğimize ben inansam da aynı bir insanı kaybetmek gibi insan çocukluğunu kaybetmiş gibi hissediyor tabii evini kaybedince. Bu nasıl bir yas senin için? Antakya’ya yasını nasıl yaşıyorsun? Antakya dediğimde benim aklıma şehir değil gerçekten de çocukluğum geliyor. Çocukluğumu kaybetmek bugünkü benliğimden de bazı parçaları eksiltti. Ama bunun da dışında, büyüdükçe daha da çok anladığım bir şey vardı ki o da doğduğum, büyüdüğüm yerin gerçekten de cennetten bir parça olduğu. Babam hep derdi de pek anlamazdım o zamanlar, kaybedince daha iyi anlıyormuş tabii insan. Cennetten kovulmuşuz gibi şimdi de, öyle yanıyor canımız. Anılarımızı diri tutmaya çalışıyoruz ki bir gün bu cenneti yeniden hissedelim, hissedebilelim. Bundan olsa gerek Antakya’ya yasım daha agresif, belki geri getirebileceğime inandığım içindir ama oraya dair yapmak istediklerim var. Çoğumuz bağlarımız zayıflamasın, daha da güçlensin diye depremden sonra sanki daha çok gider, gitmek ister olduk. Bir şeyler yapmak istiyoruz... Beni artık ayakta tutan şeylerden bir tanesi bir gün eve, evime tekrar dönebilmek; hatıralarımdaki Antakya'yı yaşatabilmek, bu Antakya'nın içinde annemi, babamı, Eylem Ablamı, Fida’yı, arkadaşlarımı anabileceğim bir alan yaratmak... Ne güzel özetledin Yiğit.. Şehre yas tutulacağını anlamayan çok insan oldu gerçekten. Beni de çok yaraladı bu durum ve kendimi anlaşılamamış hissettim pek çok zaman. Benimle kendi sürecini bütün içtenliğiyle paylaştığın her şey için teşekkür ederim. *** Bizim Yiğit’le konuşmamız son buldu. Tabii bu ne ilkiydi ne de muhtemelen sonuncusu olacak. Ama ilk kez yasımızı bu kadar açıkça konuşma fırsatı bulduk sanıyorum. İtiraf etmeliyim, yası kelimelere dökmek bu zamana kadar yaptığım en zor işlerden biri oldu. Bu konuşmaya hazırlanırken pek çok araştırma okudum, hatırı sayılır sayıda podcast dinledim. Tahmin edeceğiniz üzere hiçbirinde yası bir sabah uyanıp unutmamızı sağlayan bir iksir veya acıyı azaltan sihirli bir değnek bulamadım. Ama çok güzel ve çok da doğru bir cümleye denk geldim, sizinle de paylaşmak isterim: “Yas soğuk ve tuhaf bir duygu ve hal içinde olmak. Karşısında pek çaresiziz. Kendi isteğimizle açılan bir pencere değil, odayı aniden soğutuyor, çöl sıcağında olsak da buz kesip titremekten başka bir şey yapamıyoruz. O pencere her seferinde biraz daha, biraz daha açılıyor. Ve biz bir gün ona karşı başımız dik, yüzümüzü dönüyoruz, donmaktan korkmadan.” Arthur Golden Yiğit’le konuşurken bir ara bana “Aslında hayat çekilesi bir yer değil de yasımı yanıma almış olmam onu çekilir kılıyor” demişti. Arthur Golden’ın cümlesi de bana bunu hatırlattı. Yası yaşamanın ne tek bir formülü var ne de birden yok etmenin bir reçetesi… Bence ne kadar cesur olur ve ona yüzümüzü dönersek, yüzleşmeye korkmadan yanımıza almaya cesaret edersek yas o kadar izin veriyor yolumuza devam etmemize. O da bize kucak açıyor. Bu röportaja başlarken amacımız herkesin deprem sonrası hayatı devam ettirme tecrübesinin ne kadar farklı olduğundan bir parça sunabilmekti. Bunu başarabildik mi bilmiyorum ama bu da Yiğit’in ve onun aracılığıyla da benim deprem sonrası yasımıza tutunuş hikayemizden bir kesit olmuş olsun. Okuduğunuz için teşekkür ederiz… "6 Mayıs 2023'te Nehna’nın Antakya Kadınlar Koluyla düzenlediği kermeste Yiğit Torun ve Ece Ray"

  • Samandağ’ın ilk kadın belediye başkan adayı Çağla Cemali: “Kadınların dayanışmayı büyüteceğine inanıyorum”

    Çağla Cemali Samandağ’ın ilk kadın belediye başkan adayı. Cemali aynı zamanda depremin 40. gününde Samandağ’da düzenlenen Hüznümüz İsyanımızdır eylemi ve deprem sonrası bölge halkı için gösterdiği çabalarıyla biliniyor. Çağla Cemali’yle yerel yönetimlerde kadının yerini, depremi ve Samandağ’ın ihtiyaçlarını konuştuk. Röportaj: Mişel Uyar Biz seni deprem dayanışmalarında tanıdık. Hepimiz yaşadığımız bu felaketi en az hasarla atlatmak için elimizden geldiği kadar çalıştık. Ancak senin Samandağ halkı için gösterdiğin çaba ve özellikle 40. gün anmasındaki gayretin özellikle Samandağ da belki de dayanışmanın yönünü değiştirdi. Deprem ve sonrasında yaşanan dayanışma çalışmaları için neler söylemek istersin? Evet, bir yılı aşkın bir süredir kurduğumuz dayanışmalarda yer aldım herkes gibi. Çok önemli bir örnekti Anadolu halkları için. Herkes, ülkenin dört bir yanından herkes elinde ne varsa deprem bölgelerine gönderdi ya da geldi. Bizler de geçen sene bu günlerde kadın dayanışmalarını kurmuştuk 8 Mart vesilesiyle. O dönem genel seçim gündemiyle deprem bölgeleri unutulmaya yüz tutmuştu. Kadınlar burada yaşanan ve katliam boyutunda gelişen deprem sürecini hatırlatmak kaygısı taşıyordu. Burada kalanlar için terk edilme, çaresizlik o günlerde gündemdi ve tam o süreçte 40. günde "Hüznümüz İsyanımızdır" yürüyüşünü düzenledik. Ben konuşmamı bitirip sahneden indiğimde birçok insan "40 gündür ağlayamamıştım sayenizde ağladım", "Üzerimizdeki ölü toprağını attık" gibi söylemlerle bana sarıldı. O gün de şunu anladım: Dayanışma gıda kolisi ya da su kolisi dağıtmak değil yalnızca. Dayanışma birbirinden güç almak, toplumsal olarak yaşadığımız travmanın altından birlikte kalkmak, acıları ortaklaştırdığımız gibi bunlarla baş etmeyi de ortaklaştırmaktır. O günden bugüne de Samandağ Dayanışma Evleri'nde yaptığımız her şey bunlara yönelik oldu. Kuracağımız bir yaşam var ve bunun için mahalle mahalle herkesin çabasını, emeğini bir araya getirdiği koordinasyonlarımız çalışmalarını yürütüyor. Samandağ'daki ilk kadın belediye başkan adayısın. Yıllardır yerel yönetimlerde kadınların olmadığı bir şehirde kadın aday olmak nedir? Yaşadığın zorluklar var mı? Toplumsal rollerin etkisiyle kadınların siyasi yaşamdaki görünürlüğü malesef bu bölgede de az. Ama son süreçlerde dünyada ve Türkiye'de gelişen kadın hareketinin Samandağ'a da yansımaları var. Deprem sürecinde de kadınlar emeğinden gelen gücüyle koordinasyonlarda en aktif çalışma yürüten kesim oldu. Örneğin Samandağ'da şu anda bir mahallede kadın muhtar var ve daha önce çok sınırlı sayıda kadın muhtar adayları olmuş. Şu anda 42 mahallenin 14'ünde kadın adaylar var. Ben de bu ilçedeki ilk kadın belediye başkan adayıyım. Burada feodal bağların etkisinin buna sebep olduğunu düşünsem de sosyal demokrat bir kimliği olan Samandağ'da ilk olduğuma şaşırmıştım. Bir o kadar da heyecan verici. Seçim çalışmalarında da bunun etkisinden bahsetmek isterim. Öncelikle kadınların gözleri parlıyor, kendilerine olan güvenleri bana güvenmelerinin önünü açıyor. Birçok kadınla bir yıldır mahallelerde de çalışmalar yaptığım için belediyecilik ve yönetim anlayışına da güvenleri tam. Erkeklerden duyduğum ise bunun çok cesur bir davranış olduğu oluyor. Bunu anlayabiliyorum, alışılmışın dışında durumlar şaşırtabiliyor ya da cesurca gelebiliyor ama kadın hareketinin buna dair örnekleri oldukça fazla ve bana o da güç veriyor. Seçimde ise kadınların bu sene şaşırtacağına ve bu dayanışmayı büyüteceğine inanıyorum. Sence şehirde özellikle depremden sonra kadınların ve gençlerin en önemli sorunları neler, bu sorunları aşmak neler yapılabilir? Depremden önce de burada yaşadığımız birçok sorun depremle birlikte artarak devam etti. En temel ihtiyaçlara dahi cevap üretilemedi. Barınma, sağlık, eğitim, beslenme ve altyapı çalışmalarına dair hiçbir politika üretilmedi. Birçok insan hala çadırda , konteynerlarda yaşıyor ve bu alanlarda hijyen sorunu, çevre kirliliği, altyapı sorunu hep gündemde. Kadınlar ise dün evlerde ortaya koydukları emeği bugün bu şartlarda üretiyorlar. Yaşam alanlarının tüm sorunlarına rağmen organizasyonu, bu şartlarda yemek, çamaşır, bulaşık, yaşlı bakımı, çocuk bakımını sanki bu afet sürecini yaşamamış gibi yapmaya devam ediyorlar ve bunun bugün daha yıpratıcı bir tarafı var. Gençlerin de artan gelecek kaygısı çok net gözlemlenebiliyor. Üniversiteyi ya da liseyi bırakıp yutdışında çalışmak üzere şehirden giden çokça genç var. Kalanların ise eğitim sorunları her geçen gün katlanıyor. Okullar sağlam binalarda birleştirildi, bir kısmı da kamu binası olarak kullanılmak üzere ayrıldı. Kalabalık nüfuslu okullar, sınıflar ve gençlerin adaptasyonunu önemsemeyen bu anlayış okullardaki verimi düşürüyor. Yaşanan afet sürecinden sonra gençlerin rehabilitasyonu için de herhangi bir çalışma planlanmadı, ergenlik çağıyla birleştiğinde oldukça zorlu bir dönem olduğunu söyleyebilirim gençler için. Bu faktörlere bağlı madde kullanımı artıyor ve sosyalleşme alanları olmadığından gençlerin sosyalleşeceği alanlar daralıyor. Bunların aşılmasının bir yolu da kadınların, gençlerin kendi sorunları etrafında bir araya gelmesi ve taleplerini dile getirmesi. Bir afet yaşandığını ve burada hala insanların bir yaşam kurmak için mücadele ettiğini unutmayan diğer şehirlerde bunun dile getirmesi gerektiğini düşünüyorum. Yerel yönetimlerin de bunun bir parçası olarak bütçeyi en insani ihtiyaçların karşılanması, kadınlar ve gençler için planlaması gerekiyor. Samandağ bir çok farklı topluluğa ev sahipliği yapıyor. Aleviler, Sünniler, Rum Ortodokslar, Ermeniler... Bu topluluklar Samandağ'da beraber yaşıyorlar. Bu yaşamı nasıl tarif edersin? Aslında Anadolu topraklarının bütünü için bu söylediğiniz geçerli. Anadolu bir halklar mozaiği. Yaşadığımız coğrafya da öyle bir yer. Anadolu’daki hakim siyasal anlayış halklar adına bu mozaiği bir hapishaneye dönüştürmüştür. Halklar birbirine kırdırılmıştır. Bizim topraklarımızda, bu tarihten payına düşeni yaşamıştır. Ermenilerin izleri hala her yerde var. Bu tarihle halklarımızı buluşturmamız bundan sonraki süreçte ortaya koyacağımız birlikte yaşam pratiği için önemli bir yerde duruyor. Bununla birlikte Samandağ'da herkes inancını, kültürünü, dilini kendi imkanlarıyla yaşatıyor. Herkes birbirine bu alanı tanıyor bu önemli. Bizler, Samandağ'da yaşayan halklar olarak yine de düşmanlaştırmaya karşı birlikte yaşamı var edebiliyoruz. Buna mecburuz çünkü; hakim siyasal anlayış hepimizi karşısına alıyor. Deprem süreci bunun en büyük örneği. Afeti katliama dönüştüren anlayışa karşı birbirimizin yarasını sardıkça halklar olarak daha fazla yan yana geldik, birlikte yaşam kültürünü daha fazla oluşturduk. Bu birliktelik oluşturulan dayanışmalarda ortaya çıktı. Birbirimizin varlığı hepimiz için çok daha önemli bir hale geldi. Samandağ'da yaşayan azınlıkların günden güne sayıları azalıyor, sürekli göç ediyor. Toprakları imar planlarıyla parçalanıyor, ekonomik alanda zorlanıyorlar. Bu konuda neler yapılabilir? Samandağ'da yaşayan bu azınlıkların kültürlerini yaşatmaları ve geliştirmeleri için neler yapılabilir? Depremden sonra yaşam koşullarının ağırlaşması, işsizliğin artması göçlerin önünü açtı. Burada yaşayan bütün halkların tarihini, kültürünü, dilini yaşatması toplumsal mücadele, toplumsal dayanışma açısından oldukça önemli. Halklar bu parçalanmaya karşı birlikte mücadeleyi oluşturmak zorundalar. Yerel yönetimler bu birlikteliğin sağlanması adına rol almalıdır. Göçün ortaya çıkmasının altında yatan nedenlere yönelik yerel yönetimler çalışmalar organize etmelidir. Ekonomi politikaları bu gerçeklik göz önünde tutularak planlanmalıdır. Hakim siyasal anlayışın kırılabilmesi adına deprem sürecinde ortaya koyduğumuz dayanışmanın, örgütlülüğün devam etmesi gerekir. Karşımızda şekillenen bu anlayışa karşı halkların kültürünü, tarihini, dilini, inancını üretebileceğimiz mekanlar oluşturmak zorundayız. Bu üretimler bizleri bir arada tutacak olan yapıyı ortaya çıkarmalıdır. Burada renkli bir coğrafyadayız, halkların dayanışmasını geliştirdiğimizde tarihlerini yaşattığımızda Anadolu coğrafyasında birçok halkın bu alanda çalışmalarının da önünü açacağını düşünüyorum.

  • “Köpeğimiz Roxanne depremden kurtuluşumuza vesile oldu”

    Antakya’nın görünmeyenleri olarak gördüğümüz hayvan dostlarımız hakkındaki yazı/röportaj serimizin devamında Sevgi Özsoy ve köpeği Roxanne’i konu ve konuk ediyoruz. Antakya’ya sonradan yerleşen Sevgi Özsoy’la onun Antakyasını, depremi, depremden kutuluşlarının sebebi olarak gördüğü köpeği Roxanne’i ve deprem sonrası Antakya’nın ve sokak canlarının durumunu konuştuk. Bu röportaj deprem gününe dair detaylı anlatımlar içermektedir ve bazı okuyucularımız için tetikleyici olabilir. Röportaj: Talin Hüseyinoğlu Öncelikle seni tanıyabilir miyiz? Eskişehir doğumluyum ilk görev yerim Kars’tı. Kars’ta evlendim. Dört sene Kars’ta kaldıktan sonra kızım bir yaşındayken Antakya’ya gittim. Eşim Antakyalıydı. İlk tayin yerim Altınözü’ydü zeytinleriyle meşhur olan yer. Orası sayesinde Antakya’yla tanıştım. Çok güzel zamanlarım oldu orada. Kızım ilkokul üçü bitirdiğinde merkeze geçmeye karar verdik. Merkezde ilk görev yaptığım okul yerim Bedi Sabuncu’ydu. Daha sonra Özbuğday Ortaokulu, yani eski Merkez Lisesi’ne geçtim. Herkesin bildiği meşhur deli Kadir’in müdürlük yaptığı okulda görev yaptım. Muhteşem müdür Kadir hocayı da çok severim. Hüseyin Özbuğday Anadolu Lisesi yapılınca eski Merkez Lisesi ortaokula çevrildi. İlk başta üç dört sınıfla başlayıp en son üç bine yakın öğrencimiz ve yüzotuz öğretmen arkadaşım vardı. 6 Şubat’a kadar da orada görev yapmaya devam edeceğiz derken her şey bitti. “Antakya çok güzeldi, Antakya her şeydi” Antakya’ya sonradan gelip yerleşmiş biri olarak ne ifade ediyor Antakya senin için? Antakya benim için rengarenk, Antakya benim için çok güzel kokular, Antakya benim için dost, tanımadığı insanlara bile buyurun bir çay içelim diye evine davet edilen yer, Antakya benim için yemekleri, yüksek sesle konuşmalar, kahkahalar, baharatlar… Antakya çok güzeldi, Antakya her şeydi. Deprem zamanı Antakya’daydın değil mi? Evet Antakya’daydım. Peki deprem anı nasıldı? Nasıl kurtuldunuz neler yaşadınız o gece Şubat tatili bittiği günün akşamı, ertesi gün okula gitmek için hazırlık yaptım. Her şeyi hazırlayıp kapının önüne koydum. Çok soğuktu. Anlatamam, Antakya'nın ben o kadar soğuk olduğu başka bir zaman görmedim. Biz öğretmenlerde, öğrencilerde ve bazı meslek gruplarında kar tatili olacak mı diye bir bekleme olur ya, biz öyle bir durum bekliyorduk. Çok soğuktu çünkü. Uyku zamanı hepimiz yattık. Evde annem, ben, eşim ve Roxanne adlı köpeğimiz vardı. Sallantıdan birkaç dakika önce Roxanne'in huzursuzluğuyla kalktık. Çok inanılmaz huzursuzdu, çok hareketliydi. Eşim kalktı, Roxanne ne oluyor demeye kalmadan sallanmalar başladı. Ben kendimi son anda attım yatak odasından. Biz çıkar çıkmaz yatak odasının kapısı kapandı ve tüm o eşyaların yıkılma seslerini duymaya başladık. Çok şiddetliydi, hayatımda duymadığım ve bir daha asla duymak istemediğim sesler, çığlıklar, belki de kendi çığlığımın, eşimin çığlığı ve Roxanne'in havlamaları da vardı. O an, o da yanımızdaydı ve bir anda havlayarak yanımızdan gitti. Karanlık, her taraf moloz ve toz kokuyor. Evin ayrıldığını hissediyorsunuz sallantıdan ama garip bir sallantı alıp sizi oradan oraya vuran bir sallantı. Evin hareketleri çok çok kötüydü. Çok karanlıktı, çok soğuktu ve çok yağmurluydu. Çok çok korkunçtu. En kötüsü de çok sallanıyorduk ve ben çok korkuyordum. O ara Roxanne fırladı. Evin içindeydik ama her şey üstümüze dökülüyordu. Ben hissediyordum çünkü omuzumda çok büyük bir ağrı ve ağırlık hissediyordum. O telaşın arasında bir taraftan dua etmeye çalışıyorum ama duamı tamamlayamıyorum. Çığlık atmaya çalışıyorum, onu da yapamıyorum. Hareket edemiyorum zaten. Roxanne anneme çok düşkün olduğu için yanımızdan fırladı, onun yanına gitmeye çalışıyordu. Annemin sesini duyamıyordum. "Anne, Roxanne, anne Roxanne" sesleniyordum ama cevap gelmiyordu. Sonra Roxanne'in çığlığını duydum. Yani ne oldu bilmiyorum ama çok büyük bir havlama ve acı bir çığlık sesi geldi. Sonra Roxanne'in hiç sesi gelmedi. “Karşımda gördüğüm evlerin çoğu akmıştı. Bir bina akar mı? Akmıştı.” Eviniz yıkıldı mı? Evimizin tüm duvarları yıkıldı. Ev ayakta duruyor gibi ama hayata dair hiçbir şey kalmadı o evde. Dışarda da aynı şekilde hepimiz çıplaktık. Üstümüzde pijamalar, ayaklar çıplak. Sonra ne olduysa o karanlıkta sarsıntı durdu ama hafif sarsıntılar 2, 3, 4 şiddetinde devam ediyordu. Anneme ulaşmaya çalıştım. Sonra ben bir ara nasıl yol buldum bilmiyorum, salon penceresinden çıkıp bağırmaya başladım. "Yardım edin!" diye bağırıyordum. Aşağıda karanlıkta bir sürü insan vardı. Hepsi ıslaktı ve sadece kafalarını kaldırıp baktılar. Filmler olur ya zombiler dolaşır ortada, aynı onun gibiydi. Hiç kimse kimseye bakmıyor, yani bakıyor ama yürüyüp gidiyor, amaçsızca o yağmurun altında ağlayarak, bağırarak amaçsızca sağa sola gidiyor herkes. Karşımda gördüğüm evlerin çoğu akmıştı. Bir bina akar mı? Akmıştı. Ben de gittiğimde aynı şeyi söyledim binalar gerçekten akmıştı. Mumun erimesi gibi, kenarlardan hepsi akıp gitmişti yerlere. Anneme ulaşamamak beni çok mahvetti. Sonra sarsıntılar durunca annemin odasıyla çıktığım yerin arasının da yıkıldığını fark ettim. Oradan anneme zorlukla ulaştım ve annemi çıkardım. Omuzumla önüme düşen eşyaları iterek zorlandım. Zaten orada köprücük kemiğimi kırdım, ancak bunu bir hafta sonra fark edebildim. O evin içerisinde uzun bir süre durduk, ama ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum. Eşim tekrar eve girip, molozlar arasında camları kırıp bulduğu bir sepetin içine eşyalarımızı toplamaya çalıştı karanlıkta. Şu anda deseler ki yapar mısın, inan yapamam, kimse de yapamaz zaten. İçeri girip eşyaların fırlama yerlerine göre telefonlarımızı, ilaçlarımızı nerede olduğunu bulmaya çalıştı. Zorla bulduğumuz telefonun ışığıyla bir şeyler yapmaya çalıştık, ama yapacak da bir şey yoktu aslında; karanlık, toz, soğuk ve en kötüsü, yolumuzun yönümüzün belli olmaması... Ne tarafagideceğiz, ne yapacağız, ne kadar süre geçti, geçiyor, inan bilmiyorum. Annem zaten çok yaşlıbenim, 86 yaşlarında... Sonra, biz çıktık. Nasıl çıktık bilmiyorum, bir baktık üst kattakiler konuşa konuşa inmeye çalışıyorlar. Merdivenlerin çoğu yıkılmış, bizim kapı kilitlenmiş, biz hemen çıkamadık. Komşuların evlerinden çıkmaya çalıştık, bir yerde tüm yollar tıkanıyordu, ama sesler de netleşiyordu. Bir farkettik ki, banyo duvarı yıkılınca merdivene açılmış. Kırk yıl düşünsem o banyonun merdivenlere açılacağını düşünmezdim. Böyle anlatıyorum ama aynı şey gibiydi, çocuk parkı gibiydi. Böyle, biz kaydık, taşların üstünden, altlarından sürünerek geçtik, birbirimizi çektik. Her yerimiz çiziliyordu ama ağrı hissetmiyorduk, sadece bilinmez bir yere gidiyorduk. Bazı yerler kapalıydı, oradan çıkıp başka yerlere gitmek istedik. Bizim evin altında büyük bir market vardı, onun duvarları yıkılmış, eşyaları heryerdeydi. En sonunda çıkışı bulduk ve dışarı çıkabildik. İnsanlar kapının önünde yıkılan yerlerden sesler geliyordu. Yağmurun altındaydık, yağmurun altında öylece durduk, üstümüzde hiçbir şey yok, kaçacağımız veya sığınabileceğimiz bir yer yok, çünkü evlerin hepsi yıkıldı, yıkılmak üzere. Biz oradayken bile hala binalardan döküntüler oluyordu, resmen dökülüyordu binalar, aynı lego parçaları gibiydi. Biz o çaresizlikle sonradan farkettik. Eşim montunu bulmuş, ben de botumu geçirmişim ayağıma. Annemin ayağında terlikler var, eşimin de ayağında terlik var ama tekini giyebilmiş, sadece. Üstümüzde bir şey yok, ama kıyafet olarak gece uyuduğumuz halimizle çıkmışız. Şükürler olsun çıktık ve dışardayız. O ara mezun ettiğim bir öğrencimi gördüm, koşturarak geldi, ama nasıl bir koşma bana sarıldı. "Sevgi hocam!" dedi, "Annem, babam, kardeşim, hepsi içerdeler." O an ben buradayım, beni bul, yaparız bir şeyler, diyebildim. Ben onların rehber öğretmeniydim, ne yapacaktım bilmiyorum, ama aklıma sadece bunu söylemek geldi. "Hep bu köşede olacağım," dedim, ama orada öyle bir köşe de kalmamıştı. "Tamam hocam," dedi, sarıldı, ama tekrar haber alamadım, ne oldu hiç bilmiyorum. O an başka ne yapabilirdim, onu da bilmiyorum. Kendim için ne yapabilirdim, onu da bilmiyordum ki. Benim müdür yardımcım vardı, eşi hemşire, arabamız hemen şurada, sizi oraya götüreyim, dedi. Annemi ve beni aldı, biz arabada oturduk, eşim dışarda kaldı. Başka yaşlıları da topladı arabaya. Düşün, arabanın sahibi dışarda, yağmurun altında, biz arabanın içindeyiz. Araca gidene kadar kenarlardan geçiyorsun, çamur, yağmur, soğuk, iç çamaşırıyla dolaşan insanlar vardı. Çocuklarını ellerine almış, herkes bir tarafa gidiyor. O ara şeyi farkettim, hayat çok zor, o ve bir dakika, insanlığımdan çok şey götürdü. İnsanlığımdan çok fazla şey tükettim, çünkü her yerde sesler vardı. Ben bağırarak ilk çıktığımda insanlar bana nasıl bakıyorsa, ben de aynen öyle, sadece bakıp geçtim. Hiçbirine bir şey yapamadım, sadece bakıp arabaya geçtim. Okulun karşısında bir yere çektik arabayı. Eşim öyle ya da böyle arabayı çıkartmam lazım, dedi. Tabi bu arada çok uzun bir süre geçti, ne kadar geçti hatırlamıyorum, ama çok uzun bir zaman olduğunu biliyorum. Yanımızda cesetler var, kimler kimseleri var mı bilmiyoruz, kimse arayıp sormuyor. Gençler gelmiş yardıma, ama hiçbir şey yapamıyor, sadece ağlıyorlar. Ellerinde ekipman yok, sadece gelmişler. Biz otoparka gitmeye karar verdik, duvarlara vura vura da olsa arabayı oradan çıkartacağız diye plan yaptık. Bir komşumuz da bize yardıma geldi sağolsun. Biz tam arabayı güç bela çalıştırınca ikinci büyük deprem oldu. Anlatamam insanların sağa sola koşturmasını o sırada evin için eşya almaya giren de çok insan gitti, çünkü aradan saatler geçti ve kimse bu kadar büyük bir deprem daha beklemiyordu. Öyle ya da böyle biz arabamızı aldık çıktık. Evden çıkan naylonlarla, örtülerle arabayı kapladık, kendimize sığınacak bir yer yaptık. Dört artı bir evden beş tane koltuğa düştük. Bu arada Roxanne'i bulamadık. Peki Roxanne’i ne zaman sahiplendin? Bebekliğinden beri bizimle olan Roxanne, şu an üç yaşında. Dişi olduğu için onu çok istememişler. Dört aylıkken, kızım montunun içine koydu ve ben bunu hayatta bırakmam dedi. Biz hiç hazır değildik böyle bir şeye. Özellikle eşim, evde hiç hayvan beslemediği için daha önce hiç istemedi. Benim de daha önce kuş ve balık bakma tecrübem vardı ama köpek hiç bakmadım. İlk başlarda çok zorlandık zaten, ama şu an onun için köprücük kemiğim kırık halde bile onu bulurum umuduyla bir hafta o yokluğun arasında kaldım. Bizim için öyle bir noktaya geldi. “Aslında evlatları ölmüş anne babaları ölmüş bazılarının, köpeğimiz kayıp demeye utandık.” Roxanne’i bulmanız bir hafta sürdü o zaman. Nasıl geçti o süreç nerelerde aradınız Roxanne’i? Biz hep onun olduğu, bildiği yerlerde durduk. Zaten her yer yıkıntı olduğu için her yer tanınmaz haldeydi. İnsanlardan da çok çekindik. Aslında evlatları ölmüş anne babaları ölmüş bazılarının, bakış açısını da biliyorsunuz, köpeğimiz kayıp demeye utandık. Daha sonra ciddi zorluklarla saatler süren bir yolculuk sonunda barınağa ulaştık. Barınakta yardıma gelen insanlar vardı. Roxanne'nin bilgilerini verdik. "Lütfen haber alırsanız bize ulaşın" dedik. Kızım Ankara’daydı, o da her yere ilanları ulaştırdı. Bütün yerlere ilanlarını bıraktık, paylaşımlar yaptık, Roxanne bulunsun diye. Çünkü o bizim canımızdı. Bizim kurtuluşumuza o vesile oldu. O olmasaydı uyanmayacaktık, belki yıkılan dolaplar vesaire, hepsi üstümüzde olacaktı. Tekrar tekrar yaşamak çok zor. Ben hala alışamadım, ben hala korkuyorum, hala üzülüyorum. Maalesef çok yoğun ve yıpratıcı bir sene geçirdik. Peki, Roxanne'i bulmanıza kim yardım etti? STK'lar mı, bölgeye gelen veteriner hekimler mi, bu gruplardan yardım aldın mı? Hepsi. Ankara Üniversitesi'nden ve veteriner hekimler odasından gelen hekimler vardı. Hayvansever dernekler ve o an orada olan hayvansever kuruluşların hepsi çok yardımcı oldular. Hepsine çok teşekkür ediyorum. Özellikle arkeolojide okuyan bir kız vardı, o bana çok yardımcı oldu. Sonrasında bir iletişim bilgisi de bulamadım, haber de alamadım o kızdan. Benim bir öğrencim var, yunus polisi olan. Her gün mesaisi sonrası Roxanne'ni aradı ve bize ilk müjdeyi o verdi, bir video gönderdi. Biz çipine bile bakmadık, Roxanne'in o olduğunu biliyorduk. Roxanne'in ilk bize gelişinin videosu da var, onu da paylaşmak isterim. Roxanne bulundu haberini aldık. Motorla taşımış yunus polisi olan öğrencim. Roxanne'in Sevgi Özsoy'a götürülüş görüntüsü Nasıl mutlu olmuşsunuzdur o ilk anda! Çok güzeldi. Bir öğretmen arkadaşım bana, daha Roxanne bulunmadan, 'Roxanne yanında mı?' diye sormuştu. Metin abi, yok dedim, Roxanne kayıp. 'Burnunda benekler var mıydı senin köpeğinin?' dedi. Yok dedim, burnunun hep yara bere olduğunu düşünemedim. Mor bir tasması vardı, hep ilanlarda mor tasmalı dedik, ama tasmanın da olmayacağını düşünemedik. O an yardım etmek isteyenler tasmasını değiştirmişler. Tasması yeşil olmuş, burnunda hep yaralar var, benek gibi görünüyor. Enkazları kazmaya çalışırken ayakları hep yara olmuş. Roxanne'ni çok akıllı, çok sevecen kaybolduğu belli diye sahiplenmişler aslında. Sahiplenen kişi de bir polismiş ve Ankara’ya gelecekmiş. Beklerken de orada bir alana bağlamışlar. Benim öğretmen arkadaşım da abisinin cenazesinin çıkarılmasını beklerken görmüş Roxanne'ni. Aslında bana fotoğraf da atmaya çalışmış ama hatlar o kadar kötü ki, saatler sonra geldi o fotoğraf. Tekrar gitmesini rica edemedim, onun da cenazeleri çıkmıştı, gidemem tekrar defin işlemleri var dedi. İnsan tabii öyle bir durumda bir şey diyemiyor. Stajyer öğrencilerim vardı, onlara rica ettim, sağ olsunlar gidip baktılar ama Roxanne orada değildi, sahiplenildiğini söylemişler. Onlara da fotoğraftan o olduğunu biliyorduk, ama Roxanneni yeniden kaybettik. Daha sonra polis öğrencimden video geldi ve biz yarım saat sonra, o arkası kırık bizim naylonla kapattığımız arabamızla yola çıktık. İçine oradaki insanların ihtiyacı olacak iç çamaşırı, sigara, su, yemek, ne bulduysak o yarım saatte doldurup Roxanne'ni almaya gittik. Gece saat 1 gibi oradaydık. İlk karşılaşma anında ne yaptı Roxanne? İlk bizi gördüğünde çok koşturdu, bir bana bir eşime, sonra küstü, gelmedi bir süre. Sonra arabaya koştu, bindi ama anlık tribini de attı tabi. Battaniye almıştım yanıma, arabaya binince onun içine girdi, sadece kafası görünüyordu battaniyenin altında. Günlerdir uyumamış gibi uyudu arabanın içinde, ben Ankara’ya kadar parmaklarının arasındaki kıtrakları temizledim. Tüm bacakları o kıtraklardan dolmuştu. Ertesi gün de hemen buradaki kliniğe götürdük. Tam onu soracaktım buraya geldi bir gün sonra kliniğe götürdünüz hemen. Nasıl bir süreçten geçtiniz? Tedavi süreci nasıldı yaraları var demiştiniz, kalıcı bir hastalığı oldu mu? Evet, tüm tırnakları dökülmüştü. Arka bacaklarında çok derin kesikler vardı. Enkazın çevresinde bulunuyordu aslında, oradan çıkarmak istiyorlardı ama bir türlü çıkaramıyorlardı onu. Çevrede bizi tanıyan insanlar, benim enkaz altında olduğumu düşünmüşler, onu çok seven bir hoca hanım vardı, enkaz altında kalmış olmalı diye düşünmüşler. Tabi biz bunu sonradan duyduk. Sizi kaybedince o da ne yapacağını bilememiş demek ki... Çok dolaşmış. Çok farklı farklı yerlerde görüldüğüne dair haberler aldık. İlk kez dışarıda tek başına kaldı, o da çok bocalamıştır eminim. Bulduktan sonra da günlerce kendine gelemedi ama en büyük şansı, depremden birkaç hafta önce kızım Ankara’da sokaktan bir köpek kurtardı: Balkız adında. Balkız daRoxanne de bize de çok iyi geldi. İyi ki onlar varlar, sayelerinde seninle tanıştım. Burada Roxanne ve Balkız sayesinde çok güzel arkadaşlıklarım oldu. Tüm bu süreçte hepsi bana çok yardımcı oldular. “Bulundu diye haber geldiğinde ben alışverişteydim ve zıplayarak ağladım olduğum yerde.” Evet, benim için de çok güzel oldu. Bana Roxanne'den çok bahsettiler, depremden gelen bir köpek var diye, ama ben o ailenin siz olduğunuzu hiç tahmin etmedim. Çok da güzel bir tanışmaya vesile oldular. Biz bu seriyi çıkartırken insanlara umut olmak istedik, öncelikli amacımız buydu. Hayvanını kaybeden, daha doğrusu sevdiklerini kaybeden çok insan oldu, bazılarının bulunduğunu bilmek bir nebze de olsa insanların içine su serper diye düşündük. Hiç tanımasam da bulunan birini duyunca, kendi ailemden biri gibi, kendi köpeğim gibi mutlu oluyorum. İnsanların da yüzünde bu gülümsemeyi yaratabilmek çok önemli bizim için. Çünkü bize en çok umut lazım. Çok haklısın. Bulundu diye haber geldiğinde ben alışverişteydim ve zıplayarak ağladımolduğum yerde. Eşim ağlıyor bir yandan, kızım ağlıyor, ve sadece Roxanne bulundu diyebiliyoruz birbirimize. İnanamadım, gerçekten, o video gelene kadar gerçek olduğuna inanamadım. Düşün, çipine bile bakmadım çünkü biliyorum, o Roxanne. Roxanne'nin bulunmuş olması çok mutluluk verici. Hiç sokakta kalmamış bir hayvanın bir hafta on gün sokakta tek başına hayatta kalması o kadar zor ki. Mucize gibi hatta onların verdiği mücadele o kadar büyük ki. Beni de çok mutlu ediyor bu hikayeler umut veriyor. Hayvanımız insanımız farketmez ne kadar mücadeleci olduğunu görüyorum. Peki depremin etkileri devam ediyor mu? Depremden önce çok akıllı hiçbir şeye tepkisi olmayan Roxanne şu an çok travmatik maalesef. Oradan kalan şeyleri atlatmaya çalışıyoruz şu an. Mesela uyku haline girdiğinde en sevdiği en güvendiği insanlar da olsa ben kızım eşim gibi aileden biri de olsa elimizi uzattığımız zaman tepki gösteriyor. O arada ne yaşadıysa izlerini hala taşıyor maalesef ama sevginin üstesinden gelemeyeceği bir şey yok bence. Sevgiyle tüm bu sorunları aşacağımızı düşünüyorum. Özellikle hayvanlarda sevginin çözüm getirebileceğine defalarca şahit oldum. Tabii ki daha zamana ihtiyacı var. Onun yaşadığı da çok zor; bir yandan sizin kurtarıcınız olmuş. Depremden önce size seslenerek bir nebze de olsa kendinizi koruyabilmenizi sağlamış. Çok büyük bir yük almış üstüne aslında. Tanıştığı herkesin hayatına dokunmuştur. Eminim ki biraz da olsa oradaki insanlara neşe olmuştur. Roxanne'i tanıyorum. Roxanne bulunduğunda, onu tanıyan herkes en az benim kadar mutlu oldu. Antakya'da da aynı şekilde, buradaki gibi, gördüğü herkese pati verir, kendini sevdirirdi. Herkesin gönlünde bir yer etmiş demek ki, onu anladık. Günden güne o da çok daha iyi oluyor. İlk başlara göre şu an çok çok daha iyi. Çok sevindim gerçekten. Çok şanslı ki daha zorlu ve kalıcı hasar bırakan bir durumla karşılaşmadı. Çözümü olan yaralanmalarla ucuz kurtulmuş bu felaketten aslında. Ne kadar sürdü tüm tedavi süreci peki? Bir aya yakın süren bir tedavisi oldu. Tırnakları çıkana kadar her gün pansuman yapıldı. Bir süre yaralarının kapanması için sürekli yakalık ile gezmesi gerekti. Depremde yaralanan insanların ve hayvanların yaralarının kapanması, normalden çok daha uzun sürüyor. Size yıllar gibi gelen o bir ay, aslında çok kısa bir süre. Gerçekten Roxanne çok ucuz kurtulmuş. En azından çözümsüz bir duruma yakalanmamış. Özellikle şu an sağlıklı haline bakınca insan, bir ay ne ki diyor. Hayatta ve yanınızda olması en önemlisi. Roxanne benim için çok önemli. Bu deprem sonrasında bile benim hayatıma dokunan, destek olan her şey ve herkes, benim karşıma Roxanne sayesinde çıktı. Onun sayesinde tanıştığım insanlar, her anımda yanımda oldular. Sana da bir hayat oldu aslında, Roxanne burada. Ankara'yı biliyor muydun, bilmiyorumama şimdi çok güzel bir arkadaş grubun var. Hem arkadaşhem de tüm bu sürecin destekçileri aslında. Ankara doğumluyum ben, ama çok uzun süredir dışarıda olduğum için Ankara'da bir çevrem kalmamıştı. Roxanne ve Balkız sayesinde çok fazla insanla tanıştım. 7. Caddeye çıktığımda artık herkes bizi tanıyor. Onların tanınırlığı sayesinde Antakya'da olma hissine çok yakın bir şey yaşıyorum burada. “En son gördüğüm Antakya, Antakya değildi. Antakya gülen bir şehirdi. Her haliyle Antakya hep gülerdi. Şimdi Antakya sustu” Zor bir soruyla devam etmek istiyorum. Deprem sonrası Antakya ile ilgili ne düşünüyorsun? Şu anda orada sokakta yaşayan sayısız hayvan da var. Benim okulumda bir beden eğitimi öğretmeni var. Pati Dostları adında bir oluşumda öğretmen arkadaşlarımızla herkesin gönlünden geçeni yapabildiği desteği her ay toplayıp müdür aracılığıyla ona iletiyoruz. Elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Ben biliyorum umut hepimiz için hep var. Hala oradakileri bırakmayan insanlar var. Benim arkadaşlarım var orada kalan, onlar aracılığıyla elimizden geleni yapıyoruz. İyi olacak belki geç olacak ama düzelecek. Yürekler düzelecek mi onu bilmiyorum. Binalar dikilir de o kayıplar, yani sadece insanlar da değil kuşlar, kediler, oradaki hayat, ağaçlar... en olacak bilmiyorum. Umudun var mı dersen... En son gidip de o dümdüz olan yeri gördüğümde, okulumun yıkıldığını, evimin dümdüz arazi olduğunu gördüğümde... İnsan bir burkuluyor, umudu kırılıyor çok haklısın. Çok iyi anlıyorum. En son gördüğüm Antakya, Antakya değildi. Antakya gülen bir şehirdi. Her haliyle Antakya hep gülerdi. Şimdi Antakya sustu. Geçen yaptığımız röportajda Antakya'nın durumunu konuşurken, aslında Antakya'nın ruhunu oradaki canlıların yaşattığını konuştuk. Çok güzel bir şehir; evet, doğası, yemekleri, tonlarca şey sayabiliriz Antakya ile alakalı ama orayı Antakya yapan bizlerdik aslında. Bu yüzden benim umudum var. Ben doğduğumdan beri oradayım, başka hiçbir şeyi bu kadar iyi bilmiyorum. Baktığımda, yeni Antakya'yı kurduklarında aynısı da olsa, ben eminim ki eksik olan bir şey bulacağım. "O taş orada değildi, bu sokak buraya çıkmıyordu" diyeceğim ama orası Antakya olacak; bizden sonrakiler yine Antakya deneyimini yaşayacaklar. Evet, olacak çünkü orada kalanlar var; onlar devam ettiriyor aslında o ruhu hala. Ben önceki evimin altındaki Emeç kahvaltılıktan kostikli zeytin istedim. O zeytinle, ben o günlere geri döndüm. O zeytinden bir tane yedim ve ben o günlere geri döndüm. Böyle anlarda gerçekten sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi oluyor. Toparlayacağımıza ben inanıyorum. En azından bizlerin umut etmesi gerektiğine inanıyorum ki orada kalan insanlar daha güçlü olsunlar. Hep kötü şeyleri konuşuyoruz. Antakya'nın dümdüz olmasını konuşuyoruz, bunlar gerçekler, bunlar yaralarımız, evet, bunlar çok üzücü ama umut edeceğimiz de çok hikaye var senin Roxanne'le olduğu gibi hayatta kalan her insanın, canlının hikayesi gibi sayısız da iyi hikaye var. Tüm ailesini kaybetmiş ama hala orada Antakya için mücadele veren yüreği çok büyük insanlar var. Bunların hepsi bizi iyileştiren şeyler aslında. Artık iyi olan hikayeleri duymayı da mutlu olmayı da hakettiğimizi düşünüyorum. Evet, biz iyi olacağız. Buna ben de inanıyorum. Bize pek çok anlamda o dayanışma da o dostlukta iyi geldi. Hayvanların dostluğu da insanların dayanışması da çok önemli ve bizim iyi olmamızı devam ettirmemizi sağlayan en önemli etmenler. Peki şu anda Antakya'da ciddi düzeyde artan bir hayvan popülasyonu var. Gittiğinde sen de görmüşsündür. Durumları da maalesef çok kötü. Açlıkla, salgın hastalıklarla mücadele ediyorlar ve besleme yapan çok az gönüllü var. Bu konuyla ilgili neler düşünüyorsun? Neler yapılabilir veya yapılmalı? Ben toplayalım, hepsini öldürelim, bakmayalım buna çok karşıyım. Bizim insanımız sevgi dolu, onların güvenle yaşayabilecekleri alanlar yapılsa, kendi ekmeğinden çıkarır verir. Bunu yapacak çok insan var. Sahipleri bulunamayanlar veya sokakta yaşayanların kısırlaştırılıp yuvalandırılması çok önemli. Kalanların da bakım şartlarının iyileştirilmesi gerekli. Belediyeler, "Biz bunun altından kalkamayız, ama hadi destek olun" dedikleri zaman bizim insanımız bunu yapar, ben eminim. Şu anda zaten bir parça yemek bulabiliyorlarsa, bir avuç gönüllü insan sayesinde. Aynen öyle. Onları sokakta kaderlerine bırakmak veya alıp şehirden uzak bir yere salmak, bunun çözümü değil. Sadece onların güvende olabilecekleri bir alan ve gönüllü insanların desteği yeterli. Hepimiz kalkar gideriz, ne olacak? Bu olay para değil. Gidip oraya onların hayatına dokunacak bir şey yapmak için bir çağrı yapılsa, herkes elini taşın altına koyar. Bireysel olarak hepimiz bunu yapmaya çalışıyoruz zaten, ama şu anki duruma yeterli olamıyor maalesef. Ankara'da gerçekten hayvansever olan bölgeler gördüm. Burada herkesin evinde kedi veya köpek gibi bir canlı var. Antakya'da da bunu yapan insanlar vardı. Şu an durum çok kötü orada ve yine bir şey yapmaya çalışan insanlar gönüllüler. Evet, maalesef şu an durum hayvanlar açısından çok kötü orada. Peki Antakya'da hayvan sahibi olmak nasıldı? Ben çok rahat ettim. İlk başlarda zorlandık tabii. Karşımızda yaşayan daha çok doğal yaşamla ilgilenen bir veteriner hekim vardı. O çok destek oldu bize mesela. Komşularım aynı şekilde destek oldular. Roxanne’i çok sevdiler. Hatta Roxanne sayesinde fobisini yenen de çok insan oldu benim çevremde. Onunla gezerek küçük küçük dokunarak bir köpekle iletişimin ne olduğunu tanıdılar. Okulun bahçesine çok götürüyordum Roxanne'i. Çocuklar sevsin, hayvanlara alışsınlar ve hayvanlardan bir zarar gelmeyeceğini deneyimleyerek öğrensinler istiyordum. Roxanne de bu anlamda çok uyumlu bir köpekti, o yüzden çok iyi karşılanıyordu çoğu yerde. Çok önemli bir şey yapmışsın, özellikle çocuklar için. Şimdi gerçekleri konuşmak gerekirse, Antakya'da hayvanlar konusunda geriydik. Öyle bir hayvan bilincimiz yoktu. Ben de gittiğimde evimi hayvanlarla paylaşıyor olmama çok şaşırıyorlardı. Yeni yeni bir şeyler oturuyordu. Besleme grupları yeni yeni oluşmuştu. Sokaktaki hayvanların tedavileriyle insanlar yeni yeni ilgilenmeye başlamıştı. Daha doğrusu görünürlüğü yeni oluşuyordu. Bu konuya daha yeni bir bakış açısı kazanıyordu Antakya'nın geneli. Tabii uzun yıllardır hayvanlar için emek veren insanlar vardı ama toplumun geneline yeni yerleşen bir bakış açısıydı. Şimdi işler tamamen tersine döndü, maalesef. Bizim gibi ülkelerde söz konusu insan dışı canlılar olunca eşitlik söz konusu değildir, maalesef. Şu an durumun kısa özeti bu aslında; evet, orada yaşayan insanların şartları çok kötü, çok temel gereksinimleri eksik, ama hayvanların da durumu aynı. Eşit ve yaşam hakkı temelli bir bakış açısı geliştirmek çok önemli ve sorunların çözüm kaynağı aslında. Bu röportajların bir amacı da bu sorunların görünürlüğünü artırmak tabii. Ben de bu konuda elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Biz Roxanne'le çok insanı alıştırdık. Roxanne sonrasında hiç hayvanlara dokunamayan arkadaşım köpek sahibi oldu. Aynı şekilde biz de evde beslenir mi derken şu an iki tane köpekle beraber uyuyoruz. Hep beraber bir aile olduk. "Kızlar" diye bahsederken, Roxanne mi İrem mi diye soruyoruz. Gerçekten bir aile oluyorsun beraber yaşadığın hayvanla. Aileden oluyorlar gerçekten. O da kaybın büyüklüğünü bir insanı kaybetmekle aynı noktaya getiriyor. Çocuğunu kaybeden bir insanın korkusu ve tedirginliği ile arıyorsun o hayvanı. Peki merak ediyorum, deprem bölgesinde yaşayan biri olarak deprem için bir hazırlığın var mıydı? Çok anlamlı değil belki evin yıkıldığı için ama Roxanne veya kendin için hazırladığın bir deprem çantan var mıydı? Zaten olsa açık yüreklilikle söylüyorum, şu an biz deprem farkındalık videoları izliyoruz okulda, zorunlu dersler şeklinde. Sonunda sorular var. Ben o soruların pek çoğuna doğru cevap veriyorum. Deprem anında ne yapılması gerektiğini biliyorum ama bizim yaşadığımız şeyde hiçbir uygulamayı yapamazdık. Çok çok kötüydü. İstediğimiz kadar bilelim, deprem çantamız olsun, benim o an aklıma bile gelmezdi. Bizim için yine o an zaten güvenli olan yerde durmuştuk, merdivene fırlamadık veya balkona koşmadık ama bilinçli yaptığımız bir şey değildi. Dışarıda belki riskli bir yerde durduk ama orada yapacağımız başka bir şey yoktu. Roxanne için hazırlayacağım deprem çantasında tasması olurdu mutlaka, karnesi içinde olurdu. Tasması olsaydı bizden bu kadar serbest kalmazdı ve yanımda olurdu. Biz o zaman Roxanne’i kaybetme korkusunu yaşamazdık. Yine de bu depremde deprem çantam olsaydı bile gidip alamazdım. Evim sağlam kalsa belki daha mantıklı olabilirdim. Bizim evde monte edilen dolaplar bile duvardan söküldü. Dış kapının açılmamasının da sebebi o monte dolaplardan biri aslında. “Hayatımda Roxanne ve Balkız var. Ben onlar sayesinde akıl sağlığımı korudum depremden sonra.” Çok zor bir süreç. Hepimizin kaybı çok büyük, hayatta kalanlarla devam etmek zorundayız. Şu an sen, ailen ve Roxanne hayatta. Bu içinde bulunduğumuz durumda çok şanslısın aslında. Deprem sonrası süreçle alakalı neler söylemek istersin? Benim kızımın Ankara’da oluşu bizim en büyük şanslarımızdan biri. Bir diğeri de benim Antakyalı olmamam. Eğer ikimiz de Antakyalı olsaydık, ailelerimiz de orada olacaktı, her şey çok daha zor olurdu. Benim ailem depremden hiç etkilenmeyen bir yerdeydi. Kızım Ankara’daydı. Gidecek kapımız oldu. Artılarını eksilerini değerlendiriyorum. İnsanlar her şeyini kaybetti. Benim işim var, kafamı sokabileceğim bir ev var, maddi olarak o kadar zor durumda değilim. En önemlisi benim hayatımda Roxanne ve Balkız var. Ben onlar sayesinde akıl sağlığımı korudum depremden sonra. Onlarla yaptığımız yürüyüşler olmasa ben yataktan çıkmadan aylarca yatardım. Roxanne ve Balkız sayesinde hayata devam edebildim. Burada çok iyi insanlar tanıdım, onlar bana destek oldular, yaralarımı sardılar. Umarım herkes bir hayvanın sevgisini deneyimleyebilir. Geri dönmeyi düşünüyor musun peki? Benim Antakya’yla bağım kopmaz, kopamaz. Eşimin ailesi zaten orada, arkadaşlarım, öğrencilerim, dostlarım, iş arkadaşlarım herkes orada, benim bağım o yüzden kopmaz. Antakya'yı da bırakamam. Şu an annemin tedavisi beni biraz buraya bağlıyor. Gidip Antakya'ya yerleşme konusunda ise şu an belirsizim maalesef. Benim sorularım bu kadardı. Ben bu hikayenin birilerine umut olacağına çok inanıyorum. Çok teşekkür ederim hikayeni bizimle paylaştığın için. Ben de teşekkür ederim. Umarım tekrar aynı şeyi kimse yaşamaz ve kimse sevdikleriyle sınanmaz. Tek dileğim bu. Bundan sonra umarım bizim için de Antakya için de her şey çok güzel olur.

  • “Antakya tarihine resmi tarih dışındaki perspektiflerden de bakılması zorunluluktur”

    Geçtiğimiz haftalarda istos Yayınevi’nden çıkan ve çok değerli bir çalışma olan “Keşke Kalsaydı: Yerel Tanıkların Gözünden Bir Antakya Tarihi”ni, yazarları Levent Duman ve Şule Can ile konuştuk. Duman ve Can’ın emekleriyle hazırlanan bu çalışma, biz okurlara Antakya’yı Antakyalılar’dan okuyabilme ve geçmişe içeriden bir gözle bakabilme imkanı sağlıyor. Röportaj: Elifsena Biroğlu Bize biraz kitaptan bahsedebilir misiniz? Konu üzerinde ne zaman çalışmaya başladınız? Levent Duman: Kitabın esas malzemesini oluşturan görüşmeler ilk olarak 2011 yılında başlayıp 2017 yılına kadar çeşitli aralıklarla gerçekleştirilmiştir. İki farklı amaçla gerçekleştirilen çalışmaların bileşiminden oluşan bu kitaptaki görüşmelerin bir kısmını 2011-12 yıllarında, o sırada devam eden doktora çalışmalarım kapsamında gerçekleştirdim. Görüşmelerin diğer kısmı ise Ortadoğu Arap Halkları Enstitüsü’nün faaliyetleri kapsamında, 2015-17 yıllarında Şule Can’ın sözlü tarih planlaması dahilinde Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü gönüllülerinin ve yönetiminin katkılarıyla gerçekleştirilmiştir. Benim  gerçekleştirdiğim görüşmelerin bir kısmını doktora tezimde kullanmış ve bu tez daha sonra İletişim Yayınları tarafından “Vatan”ın Son Parçası: Hatay’daki Uluslaştırma Politikaları başlığıyla 2016 yılında yayımlanmıştır. Enstitü de kendi faaliyetleri kapsamında yapılan görüşmelerin bir kısmını yayımladığı rapor ve kitaplarda değerlendirmiştir. Şule Can’ın da benim halen çalıştığım Adana’daki üniversitede çalışmaya başlamasının ardından ortak çalışmalarımız arttı. Bu süreçte elimizde bulunan materyalin bir kitap olarak birleştirilmesi yönünde fikir birliğine vardık. Çeşitli sebeplerden dolayı kitabın tamamlanabilmesi iki yıla yakın süre aldı. Bu kitapta kullanılan materyal, görüşmelerin yapıldığı tarihte büyük çoğunluğu 80 yaş ve üzerinde olan altmıştan fazla kişiyle yapılan görüşmelerden elde edilmiştir. Görüşülen kişilerin rızaları esas alınarak, bazen ses-görüntü, bazen ses kaydı alındı, kimi zaman da sadece notlar alındı. Daha sonra bu görüşmeler metne aktarıldı. Görüşmelerde esas olarak İskenderun Sancağı olarak bilinen bölge konu alınmıştır. Şule Can: Antakya’nın sözlü tarihi ikimiz için de ortak bir ilgi alanıydı. Levent Hoca’nın bahsettiği gibi uzun yıllara yayılan farklı görüşmelerin, kayıtların ve birden fazla kişinin emeğiyle bu sözlü tarih çalışması tamamlandı. Kitapta da altını çizdiğimiz üzere belirli ilçelere daha çok odaklanmış durumda kitap. Bu biraz ulaşabildiğimiz görüşmecilerle ilgiliydi. Bir yandan da mahalle mahalle yaşı belirli aralıklarda olan kişilerin izini sürdük. Dolayısıyla araştırmada uzunca bir süre de görüşmecilere ulaşmak ile geçti. “Görüşmelerde 1939 süreci en hassas içerik noktasıydı” “Yerel tanıklar”ın gözünden Antakya’yı keşfetmek nasıl bir deneyimdi? L.D.: Kendi adıma şunu söyleyebilirim, görüşmeleri yaparken edinilen bilgiler dışında Antakya yöresini ne kadar az bildiğimi anlamış oldum. Lise eğitimimi tamamlayana kadar yaşadığım Antakya’da aslında ne kadar dar bir çevrede yaşadığımı görüşmeleri yaparken fark ettim. Bu açıdan görüşmeler aynı zamanda Antakya’nın farklı topluluklarını tanımam açısından son derece önemli olmuştur. Ş.C.: Antakya’nın muazzam bir coğrafyası ve oldukça kompleks bir sosyal yapısı olduğunu keşfettim bu araştırmada ve ne kadar çok bilginin de ‘resmi tarih’ içinde ‘atlandığını’ veya aktarılmadığını anlamış oldum. Benim için ilginç bir farkındalık noktası da gündelik hayat içinde yaşadığımız pek çok şeyin ve sıradan deneyimlerimizin, mekanların, insanların veya kültürel unsurların ‘tarihselliğini’ veya kökenini ne kadar bilmeyişimiz oldu. Saha görüşmeleri sırasında Levent Duman Yaptığınız görüşmeler esnasında kişilerin anlatmakta zorlandığını fark ettiğiniz konular nelerdi? L.D.: Belli konular gündeme geldiği zaman insanların ketumlaştığını, hatta bu konuların açılmasından rahatsızlık duyduklarını fark ettim. İnsanların tarihin tarihte kalmadığını, hala kendilerini etkileyebilecek hususlar olduğuna inanıyorlar ki bu hiç de yadırganacak bir durum değil hatta önemli haklılık payı olduğunu da belirtmek. Özellikle İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde muhalif olanların kimler olduğu gibi sorular önemli sayıda görüşmeci tarafından geçiştirildi. Bunun dışında Varlık Vergisi, Müslüman olmayan topluluklara mensup kişilerin askerlik deneyimleri gibi konuların büyük oranda hala tabu olarak görüldüğünü fark ettim. Türk olmayan topluluklara mensup görüşmecilerin “Siyasete girmeyelim” şeklinde sıklıkla benimsedikleri yaklaşım bazı topluluklara mensup insanların hala kendilerini belli konularda güvende hissetmediklerini de gösteriyor. Göçler neticesinde ailelerinin bir kısmı göç etmiş görüşmecilerin bazıları göç eden yakınları (kimi zaman bu kardeş, kimi zaman amca, hala, dayı, kuzen) hakkında konuşurken bile rahat konuşamadılar, özlemlerini, hasretlerini sözcüklere dökerken zorlandılar… Ş.C.: Evet, benim de deneyimim Levent hoca ile çok benzer. 1939 süreci en hassas içerik noktasıydı görüşmelerde. İnanç ile ilgili hassas konular, adlandırmalar veya ‘devlet’ ile karşılaşma anlarını aktarırken de görüştüğümüz kişilerin biraz daha ‘kaçamak’ cevaplar verdiğini fark ettik. “Antakyalılar değişen diplomatik durum içinde kendilerine ne olacağını bilmiyor” Kitapta ilgimi çeken anlatılardan birisi Antakyalı bir görüşmecinizin Keseb’e (Lazkiye yakınında bir yer) yaptığı bir gezi esnasında İskenderun’dan Keseb’e göç etmiş yaşlı bir adamı gördüğü ve adamın yıllar sonra bile Hatay’ı özlediğini, şarkılar söylediğini sizlere aktarması oldu. Bunu neye bağlıyorsunuz? Sizce Hatay’ı, İskenderun’u, Antakya’yı bu kadar unutulmaz ve özel kılan neydi? L.D.: İnsanlar mekanlarla farklı biçimde bağ kurabiliyorlar. Bu açıdan bazı mekanlar insanların adeta bir parçası haline dönüşebiliyor. Antakya yöresi açısından düşünüldüğünde, bölgede yaşayan her topluluk kendine has bağlar ve bağlılıklar oluşturabiliyor. Nereye giderseniz gidin, doğduğunuz, büyüdüğünüz mahalle, semt, şehir sizin bir parçanız olmaya devam eder. Oradan uzakta olduğunuzda bir yanınız eksik olur her daim. Hele bu yer Antakya olunca, hiç tamamlanmayacak bir şeyin eksikliği iç dünyanızda hep karşınıza çıkar, Antakya dışında hiçbir yerde kendinizi evinizde hissedemezsiniz. Hayatının büyük kısmını Antakya dışında geçirmiş olan benim için de Antakya, “ev” diyebildiğim tek yer, çünkü onunla kurulan bağ bir daha başka hiçbir mekanla kurulmadı, kurulamadı. Ş.C.: Kitabın başlığının da ima ettiği bir konu aslında bu. Her gidenin ardından bir ‘keşkesi’ var, Antakya’da her kalanın da yine bir ‘keşkesi’ var… Gitmeye mecbur kalanlar için bu bir tür sürgün. Dolayısıyla bir yanı ve hatta kökleri hep İskenderun Sancağı’nda kalmış. Antakya’ya özel durum bence biraz İskenderun Sancağı’nın siyasi tarihiyle ilgili. Antakyalılar değişen diplomatik durum içinde kendilerine ne olacağını bilmiyor. Aslında bugün deprem sonrasında olanlara ne kadar benziyor bu belirsizlik değil mi!? Bu bilinmezlik içinde pek çok grup için gitmek bir tercih değil bir zorunluluk. Bölünmüşlük ve yarım kalmışlık, o Antakya’ya bağlılığı hep hasrete ve hüzne dönüştürüyor aslında. “Keşke Kalsaydı”da yer alan anlatıları okuduğumuzda, Antakya’nın insanlarının etnik köken olarak belirli bölgelere ayrılmış olduğu hatta bu mekansal ayrımla beraber mesleklerinin de şekillendiği ve yerli halkın birbirini mekan veya meslek üzerinden bile tanıyabildiğine şahit oluyoruz. Bölgedeki tüm bu mekansal ve mesleksel ayrışma ve “tanımanın” temeli neye dayanıyor? L.D.: Tam olarak şuna dayanıyor demenin güç olduğunu düşünüyorum. Antakya gibi kadim bir şehrin toplulukları arasındaki sosyal, ekonomik, siyasal ilişkiler uzun bir tarihsel süreç içinde şekillenmiştir. Günümüzdeki topluluklar arası ilişkilerin şekillenmesinde, Osmanlı’nın son döneminden itibaren ortaya konulan yönetim anlayışının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu dönemin politikaları sonraki İskenderun Sancağı dönemi topluluklar arası ilişkileri de şekillendirmiştir. Ş.C.: Evet, Osmanlı’daki etnik ve dinsel politikaların etkili olduğunu ben de düşünüyorum. Buna ek olarak ekonomik geçim kaynaklarının elbette ki kültürel bir temeli var. Yani tarımsal modellerden tutun da çeşitli meslek türlerine veya ustalıklara kadar pek çok iş alanının ve üretimin kültürel olarak aktarıldığını görüyoruz. Antakya’da bu çeşitliliğin kültürel çeşitlilikle ile paralel olduğunu görmek mümkün. Bu şekilde ‘niş’ yani özelleşmiş alanlar oluşuyor farklı toplulukların ekonomik yaşamları için. Hatay’da gerçekleştirdiğiniz görüşmelere dayanarak, Arap Aleviler’in bazı kaynaklarda “Nusayri” olarak adlandırılmaları hakkındaki yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? L.D.: Hatay’da yaşayan Arap Aleviler kendilerini Nusayri olarak tanımlamazlar, bu şekilde tanımlayan var ise bile bu çok sınırlıdır. Nusayri kelimesinin kökenine dair çok farklı açıklamalar mevcuttur ve saha görüşmelerinde bu açıklamaların bazıları bizlere aktarılmıştır. Genel olarak şunu söylemek mümkün, ‘Nusayri’ tanımlamasına Osmanlı belgeleri de dahil pek çok yerde rastlamak mümkündür. Ancak terim olarak ‘Nusayri’ başkalarının Arap Alevileri tanımlamak için tercih ettiği bir terim olagelmiş, içinde olumsuz bazı nitelemeleri de barındırmıştır. Ş.C.: Nusayri kelimesi maalesef siyasallaşan ve daha çok dışlayıcı bir kavram halini almış zamanla. Bu nedenle yerelde tercih edilmiyor ve halk kendini Arap Alevi olarak tanımlıyor. Hatay’ın Türkiye topraklarına katılım sürecinde birçok eğitimli Arap Alevi’nin, şeyhlerin ve toplumun tanınmış kişilerinin genellikle Suriye’ye göç ettiğini kitapta yer alan anlatılardan öğreniyoruz. Sizce bu durum cemaatin geride kalanlarını nasıl etkiledi? Bu göç dalgasının, topluluğun ve Antakya’nın hafızasına etkisi neler oldu? L.D.: Osmanlı’nın son dönemleri ve İskenderun Sancağı dönemine bakıldığında yörenin sosyal, kültürel ve ekonomik olarak en dezavantajlı, en geri kalmış topluluklardan birisini Arap Aleviler oluşturmaktaydı. Arap Alevilerden Türkiye’ye katılım sürecinde göç edenlerin önemli kısmı, toprağa bağlı olarak yaşamayan, eğitimli kişilerden oluşmuştu. Zeki Arsuzi başta olmak üzere göç eden entelektüel birikimi yüksek Arap Aleviler bu topluluğun Hatay’da kalan mensupları açısından entelektüel birikimi olan liderlik boşluğu oluşturmuştur. Sonraki süreçte Hatay’da bu boşluğu Arap Alevi şeyhleri doldurmaya çalıştıysa da entelektüel birikimlerinin kısıtlı olması bu boşluğu doldurabilmelerine mani olmuştur. Ş.C.: Antakya hafızasını aktarabilecek ve Arap kültürünün (Arap edebiyatı ve entelektüel tarihi gibi) de daha yaygın olarak hafızada kalıcı hale gelmesini sağlayacak kişilerin/grupların göçmesi nedeniyle bu hafızanın aktarılmasının önünü kapatmış bir göç bu. Öte yandan kitapta ailelerin bölünmüşlüğünü görüyoruz katılım sonrası göçler sonucunda. Bazı aileler sınırın öteki tarafında kalanlarla çok geç tanışmış hatta tanışmadan hayata veda etmiş. “1939 sonrası Ortodoksların ortak hafıza ve temsili korunmakta zorlanıyor” Fotoğraf: Fikret Reyhan Antakya’da yaşayan Hristiyan Ortodokslar’ın 1939 sonrasındaki toplumsal hafızalarına dair izlenimleriniz neler oldu? L.D.: Yapılan görüşmelerde Hıristiyan Ortodoksların çoğu konuyu son derece haklı sebeplerle tabuya dönüştürdüklerini fark ettim. Kendi aralarındaki toplumsal hafızaya dair etkileşimleri bilme şansım olmadı ancak, kendilerinden olmayan benim gibi biriyle olan konuşmalarında sürekli bir siyasetten uzak olma yaklaşımının hakim olduğunu gözlemledim. Bu topluluğun bölgede son bir asır içindeki deneyimleri, hala orada kalan üyeleri için oldukça belirleyici olmuş, tedirginlik halinin sıradanlaşması gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Ş.C.: 1939 sonrası göçün en çok etkilediği gruplardan biri Ortodokslar. Suriye, Lübnan ve Avrupa’ya 1939’da ve sonrasında aşama aşama ciddi bir göç dalgası nedeniyle Ortodoks gençlerin tarihsel hafızayı taşıması ve aktarması git gide zorlaşmış. Sınırın öteki tarafıyla ilişkileri Alevilere kıyasla daha çok sürdürmüş olsalar da (tabii Suriye'de kilise bağlantıları nedeniyle de biraz) kopuşlar zaman geçtikçe çoğalmış. 1950’ler sonrasında temelde Rumların Türkiye’de yaşadığı şiddet, mülksüzleştirme ve sosyal-kültürel dışlanma nedeniyle Ortodoksların siyasi görünürlüğü oldukça azalıyor. Dolayısıyla hem ortak hafıza hem de topluluğun temsili git gide korunmakta zorlanıyor. Keşke Kalsaydı”da anlatılanlara göre aslında Samandağ’da, Altınözü’de eskiden oldukça yoğun bir Ermeni nüfus olduğunu anlıyoruz. Ermeniler’in bölgedeki bugünkü varlıkları hakkında gözlemleriniz neydi? L.D.: Tarihsel olarak Samandağ’ın Musa Dağ bölgesinde, Antakya şehir merkezinde, Kırıkhan’da, Belen’de, İskenderun’da önemli sayıda Ermeni nüfus bulunmaktaydı. Günümüz Hatay ilinde Vakıflı Köyü dışında neredeyse hiç Ermeni kalmadı. Süreç içinde Ermenilere ait Hatay’ın değişik yerlerinde bulunan yapılar önemli oranda tahribata uğradı, son yaşanan 6 Şubat 2023 depremleri, diğer yapılar gibi Ermeniler’den günümüze kalabilen yapılarda da yıkıma yol açmıştır ancak bunun boyutları hala net bir biçimde ortaya konabilmiş değil. Ş.C.: Benim bu araştırmada dikkatimi özellikle çeken unsurlardan biri pek çok kişinin eskiden ne kadar çok Ermeni olduğunu bilmesi ve bunu her zaman aktarmalarıydı. Yani yaşı nispeten genç olan 70’lerinde olan görüşmeciler bile yukarıda Levent hocanın bahsettiği bölgelerde, ilçelerde ne kadar çok Ermeni yaşadığını anlattı sıklıkla. Gittikleri için arkalarından hep ‘keşke’ denilen en önemli kesim Ermeniler. Kalan toplulukların giden Ermeniler için pek bir şey yapamamış olmasının ağırlığından belki de. Kitabınızın yayınlanması ile birlikte çok değerli bir mirası da ortaya çıkarmış oldunuz aslında. Toplulukların tarihlerini anlamada ve paylaşmada sözlü tarihin özel bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz? Özellikle de Antakya’da sözlü tarihin yeri ve anlamı nedir? “Antakya tarihine resmi tarih dışındaki perspektiflerden de bakılması zorunluluktur” L.D.: Sözlü tarihin özellikle Antakya gibi yerler için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Antakya gibi binlerce yıldır farklılıkları barındıran bir bölgenin tarihine resmi tarih dışındaki perspektiflerden de bakılması zorunluluktur. Aksi halde yapılan çalışmalar birbirini tekrar eden, resmi söylemi kutsayan metinlerin ötesine geçemeyecektir. Bu açıdan sözlü tarih çalışmalarının Antakya için çok önemli olduğuna inanıyorum. Ş.C.: Evet, sözlü tarihin kesinlikle önemli ve özel bir rolü var. Kitapta bunu ‘içeriden’ ya da yerelden tarih diye adlandırdık. Antakya genelde uluslararası anlamda ve Türkiye’de diplomatik bir biçimde ele alınmış ya da ticari (İskenderun limanı gibi) daha ekonomik bağlamda incelenmiş. Sözlü tarih çalışması oldukça az. Her bir topluluğun hafızasında yerel Antakya tarihini bu kadar eski bir tarihe yani Fransız mandası dönemini de içine alacak şekilde ele alan benim bildiğim tek örnek bu kitap. Bir daha tekrarlanması mümkün olmayan ve özellikle deprem sonrası yaşanan kayıplar sonrası asla erişemeyeceğimiz bir ‘yerellik’ sunuyor bu çalışma ve ulusal/uluslararası politikaların yereldeki etkilerini anlamak için başvurabileceğimiz belki de son sığınak. Öte yandan bu kitap Antakya hafızasının önemli parçası olan birlikte yaşama kültürünün tarihselliğine de ışık tutuyor. Yaptığımız görüşmeler toplulukların birbiriyle ilişkileri anlamında çok öğreticiydi. Bu dokunun aşındığı veya sınandığı dönemler ya da tam aksine güçlendiği ve yeniden kurulduğu dönemleri de göz önüne seriyor. Dolayısıyla günümüzde Antakya’da çokkültürlülüğün korunabilmesi açısından ödenen bedelleri de öğrenmiş oluyoruz. 6-20 Şubat depremlerini göz önünde bulundurduğunuzda, hafıza çalışmalarının toplumsal bellek ve kimlik kavramlarıyla olan ilişkisi hakkında neler söylersiniz? L.D.: Depremin kendisi esasında Antakya kimliğinin bir parçası. 6 ve 20 Şubat Depremlerinden önce Antakya yöresinde bir şeyin çok eski olduğunu, eskiye dayandığını vurgulamak için, Arapça konuşan topluluklar arasında “depremi bile görmüş/ deprem zamanına kadar dayanan uzun bir geçmişi var” deyimleri sıklıkla kullanılmaktaydı. Aslında bu bile, depremin Antakya tarihinin bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor. Defalarca yıkılan Antakya, bu depremler sonrasında da yeniden inşa edilecektir. Ancak önemli olan yeniden inşa edilecek şehrin aslından koparılmamasıdır. Geçmişin bilinmesi yeniden inşa sürecinde somut ve soyut kültürel miras olarak nelerin esas alınacağının bilinmesi açısından son derece büyük önem arz etmektedir. Bu açıdan Antakya’yı bizlere alttan bir okumayla anlatan hafıza çalışmaları toplumsal belleğin yeniden üretilmesi ve aktarılmasına önemli katkı sağlayacaktır. Ş.C.: 6 ve 20 Şubat depremleri ölümlerin ve yıkımların yanı sıra büyük bir zorunlu göçe sebep oldu. Antakya’da yaşayanların ötesinde ve göçmek zorunda kalan tüm toplulukların kimlik ve topluluk tarihleri, yerel siyasi tarih ve hatta emek tarihi açısından sözlü tarih çalışmalarının çok merkezi bir rolü olduğunu düşünüyorum. Henüz kaybedilmemiş olan mekanlar veya kişiler de Antakya’nın yeniden inşa sürecinde yaşanan sorunlar, ihmaller ve mülksüzleştirme tehlikesinden kaynaklı kaybedilme riski ile karşı karşıya. Bu nedenle deprem sonrası hafıza çalışmaları her zamankinden daha önemli. Bu kitabın bu riskler karşısında bir hafıza aktarıcı rolü var. Ayrıca Nehna’nın başlattığı Beledna-hafıza haritası gibi örnekler ve ‘topluluk mirasını’ (community heritage) korumaya veya aktarmaya yönelik tüm çabaların çok değerli ve gerekli olduğunu düşünüyorum. Verdiğiniz bu bilgiler çok kıymetli, teşekkür ederim. Röportajı kitaba istos Yayınevi web sitesinden ulaşabileceği bilgisini de vererek sonlandırmış olalım. Fotoğraf: Fikret Reyhan

  • Bu Şehir Arkandan Gelecektir

    Uyanıyorum bir gece yarısı. Kaç gündür aynı dizeler dolanıyor aklımda: “Bu şehir arkandan gelecektir. Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın…” Dönüp dolaşıp zihnimde Antakya sokaklarına geliyorum yine. Sümerler’deydi evimiz. Okul yarım gün, Antakya hep sıcaktı. Tek katlı evler, bazı bazı apartmanlar ve aralarında tarlalar, bahçeler … Otlar, sebzeler ve ağaçlar…  Tüm gününü sokakta geçiren sokak oyunları oynayan son çocuklar. Bazen Habib-i Neccar’a çıkar, bazen Asi kenarındaki patikadan yürürdük. Yeni bahçeler, yeni ağaçlar keşfederdik. En çok erik toplardık ya, ara sıra sahibi kızar kovalar, çoğunlukla da ses çıkarmazdı erik yememize. Biz büyüdükçe oyunlarımız da değişti. Bahçeler de azaldı bize küsüp, ağaçlar da. Tek evler bile yenik düştü zamana, çoğu apartman oldu sonunda. Bazen çok net, bazen belli belirsiz siluetlerle hatırladığım çocukluğum. Belki de eksiklerini zihnimin tamamladığı bir yanılsama. Doğrulamak da mümkün değil ya, devasa bir tarla oldu şimdi Antakya. Demanslı bir insan gibi. Tek tük binalar duruyor hafızasında, sokaklar, mahalleler, yollar silinmiş. Zarar görmüş beyin hücreleri birleştiremiyor, parça parça izler gibi duran birkaç binayı. Zarar gören köprülere rağmen Asi etkilenmemiş gibi. Kaç büyük deprem gördü bu şehir?  Her şeye rağmen devam mı etti Asi akmaya her seferinde? Ya da zamanı geri döndürmek için mi isyan edip başladı ters akmaya? Ve bizim gibi mi o da, devam ediyor acılarını içinde taşıyarak yaşamaya? Tam 1 yıl önce 30 Temmuz 2022’de paylaşmışım Asi’yi instagramda Yıkılan evimizin camından mutlu görünmüş renkli ışıklar içinde parıldayarak. Bense farkında değilmişim o balkondan baktığım son gece olduğunun... Bu ara çok fazla Antakya videosu paylaşımına denk geldim ya sosyal medyada, Antakya’da geçen öykü var mı hiç, düşünüyorum hatırlayamıyorum. Paris’i anlatan en az 10 kitabı ezbere sayabilirim. Paris yıkılsa, sokak sokak dijital kopyası yaratılabilir kitaplardaki anlatımlardan. İstanbul da şanslı bu konuda. Ne çok hikaye, ne çok roman yazılmış İstanbul’da geçen. Kaybedilince değeri anlaşılan klişesi geçerli mi Antakya için? Değil bence, halen bilinmiyor değeri. Annemin kitapları arasından bir öykü hatırlıyorum sonra Antakya'da geçen. Sen de gitme Triyandafilis. Ne de çok kitap vardı evimizde. Ve dergiler, çiçekler, porselenler, resimler, süsler... Çok özenirdi annem hayata… Acım derinleşiyor birden. Bir fil oturuyor sanki kalbimdeki bıçağa ve bastırıyor tüm ağırlığıyla göğsüme: “Hani körkütük sarhoş gençliğimizden Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken Eskidendi, eskidendi, ah eskiden” Annemin ve babamın ölümünü kabullendim artık galiba. Bu iyi mi bilmiyorum. Bazen uyanıyorum kabustan ve bütün bunların gerçek olmadığını söylüyorum kendime. Geceleri konuşuyorum onlarla. Sonra hayaller kuruyorum. Keşke ömür paylaşılabilseydi diyorum ve günlerimizin istediğimiz kadarını hediye edebilseydik. Çok uzun sürmüyor hayalim, zira olası kötü senaryolar geliyor aklıma: Önce çok ucuza satılırdı hayatlar. Sonra artar fiyatlar, borsası oluşurdu yılların. Belki matrix filmindeki insan tarlaları gibi insanlar yetiştirilirdi "ayrıcalıklı" olanların hayatını uzatmak için. Daha çok çocuk yapardı bazıları. Çocuk yaşta kızını gelin edenler, yıllarını satardı kızlarının. Peki Azrail razı gelir miydi, rızası olmayan çocuğun yıllarını çalmaya? Yazılar da hayatlar gibi... Bazen bir olay oluyor ve değişiyor hikayenin yönü... Bazen bir felaket yarım bırakıyor binlerce güzel hikayeyi... Öne çıkan görsel: foto_great1/Unsplash

  • 6 Şubat

    Domino taşları gibiyiz Yıkılan binalar misali Devrilse hani içimizden birimiz, Peşinden gideceğiz her birimiz... Ve sarılıyoruz birbirimize Yıkılmasın diye hiçbirimiz ... Duruyoruz ya dimdik ayakta Sanmayın öyle aslında Kimimiz yıkılmış yatıyor uykuda Kimimiz yaşıyor yıkılmış bir ruhla… 24.6.2023 Öne Çıkan Görsel: Doruk Aksel Anıl /Pexels

  • Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (III. Bölüm)

    Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı ve üç kısımdan oluşan bu yazının geride bıraktığımız iki günde yayınlanan ilk ve ikinci kısımlarında, önce depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri incelenmiş, depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak değerlendirilerek okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet edilmişti. Yazının üçüncü ve son kısmı ise depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. Sonra: Akışına bırakmak ya da bırakmamak ve “ipin ucunu nereden tutmalı?” 6 Şubat depremlerinden önceki zamanları, depremi, depremden bugüne olup bitenleri Antakya’nın farklı katmanlarını elimizden geldiğince gözeterek ele aldıktan sonra sıra, bundan sonra neler olabileceğini anlatmaya geldi. Bu aşamada, yazının başından beri masanın iki ayrı ucunda oturan şehir plancısı Tuğçe Tezer ve “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer’in yan yana oturması, masanın uzun kenarında el ele verip, o güzel ve yaralı narın her iki yüzüne, masanın üstünde hala güzelliğiyle parlayan nara ve yıpranmış, hasarlı yüze birlikte, cesaretle bakması gerekiyor. Artık teknik ve duygusal bakış arasındaki gerilim yerini bu iki bakışın birbirinden aldığı güce bırakmalı. 6 Şubat depremlerinden bugüne geldiğimizde, deprem bölgesinde neredeyse bir seneyi geride bırakmış durumdayız. Antakya’da depremden sonra olanları ve olmayanları genel hatlarıyla tartıştıktan sonra, şimdi önemli bir soruyla karşı karşıyayız: “Bundan sonra ne olacak?” Bu aşamada önümüzde iki farklı seçenek olduğunu düşünüyorum: “Süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak.” Bu seçenekler arasındaki tercihimizi -ikincisi lehine- yönlendirmesini umduğum başka bir soru daha sorarak, anlatmaya başlıyorum: “İpin ucunu nereden tutmalı?” Antakya’daki deprem sonrası süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak şeklinde tanımladığım senaryoları detaylandırmadan önce, bu alanda bazı temel kavramlarla ilgili bir ortak zemine ihtiyacımız olduğunu düşündüğümden bazı hatırlatmalar yapacağım. Konut alanı ve kent aynı şey değildir; konut alanları, kent dediğimiz çok bileşenli ve organik sistemin bileşenlerinden yalnızca biridir. Depremden önce, deprem sırasında ve depremden sonra “zaman” ve aciliyet kavramlarının nasıl ele alındığı, başlı başına önemli bir meseledir. Örneğin bir kentin depremden önce “afete dayanıklı/dirençli kent” hâline getirilmesi konusu bilimsel veriler ışığında uzun zamana yayılabilecek bir konuyken, arama-kurtarma çalışmalarında beklemek için zaman yoktur, aksine durum her şeyden daha büyük bir aciliyet taşır. Depremden sonra yerel halk için nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulması acil bir meseleyken; artçı depremler her gün yaşanmaya devam ederken, bütünsel planlama süreci ve kalıcı konutların yapılması, aceleye getirilmemesi gereken bir konudur. Kentsel sit alanında hasar gören yapıların yeni olası yıkımların oluşmaması için desteklenmesi acil bir konuyken, tarihi ve geleneksel yapıların farklı gerekçelerle hızlıca yerinden kaldırılması gibi bir acelenin, korumacı bir bakışla herhangi bir açıdan uyum göstermesi söz konusu değildir. Dayanışma, esasen toplumun bir grubuna destek olma, bunun için imkanları seferber etme anlamına gelir. Deprem bölgesinde -özellikle depremden sonraki ilk birkaç ayda- dayanışmanın birçok farklı biçimiyle karşılaşmış olmamız olumlu bir durum olmakla beraber; hem üzerinden biraz zaman geçip de “uzaktakiler depremi unutmaya başlayınca” hem de 2023 yılında gerçekleşen iki seçimle beraber büyük ölçüde sönümlenmiş olması, dayanışma faaliyetlerinin samimiyetine dair bir soru işareti oluşturmuştur. Antakya gibi tarihi dünyanın pek çok kentinden eski dönemlere uzanan kadim bir kentin depremden sonraki iyileşme sürecini ifade etmek için, “yeniden inşa” gibi bütünsel bir yıkım ve yok oluş kabulünden yola çıkan, ya da “ihya” gibi değersiz bir şeye/yere değer katma anlamını içeren kavramlar yerine; bir afetle oluşmuş yaraları sarmaya dair “onarım” kelimesini kullanmak daha uygun bir tercih olabilir. Bir de deprem bölgesinde, Hatay’da, Antakya’da yıkılanlar yalnızca bir enkaz, moloz, yapı malzemesi değil; bunlardan çok daha önemlisi, oradakilerin hatıralarının sahneleri, geçmişlerinin mekânlarıdır. Tarihi merkezdeki yapıların deprem sonrası durumu için ise “değersiz” bir malzeme çağrışımı yapan “kültür molozu” ifadesi yerine, kültür mirasının bileşenlerini oluşturan geleneksel nitelikli ve tarihi yapıların yıkıntılarıyla karşı karşıya olduğumuzun vurgulanması, daha anlamlı ve gerçekliğe uygun olur. - akışına bırakmak - Antakya’da Şubat ayından beri -oradayken ve uzaktan- izlediklerimiz, sürecin bundan sonrasını akışına bıraktığımız takdirde -en iyi ihtimalle- neler olabileceğini anlatıyor. Burada tercihimizin süreci “akışına bırakmak” yönünde olması hâlinde gerçekleşmesi muhtemel bazı durumları sıralıyorum: Antakya’nın tarihi merkezi birkaç yıl geçip de “yeniden inşa” edilince, bizim hatıralarımızdaki Antakya’ya hiç benzemeyecek. Oradaki gündelik yaşamın katmanlar hâlinde biriktirdiği izlerin yerini “steril mekânlar” alacak. Kurumların ve ülkenin depremi yaşamamış kesiminin yeterince destek olmadığı, mülkiyetini koruyamayan ya da depremden önce burada mülkü olmayan yerel halk, burada kalma ısrarından bir aşamada vazgeçecek. Aynı süreçte, depremle beraber kentten farklı nedenlerle ayrılmak durumunda kalmış olan Antakyalılar, Antakya’ya geri dönme düşüncesinden, yine farklı nedenlerle, giderek uzaklaşacak. Enkaz kaldırma sürecinde sağlığını koruyamadığımız yerel halkta büyük sağlık sorunları görülmeye başlanacak. Yerel halkın burada kalabilmiş küçük bir kesiminin, kente ve mekâna yabancılaşma nedeniyle artık pek yüzünün gülmediğini göreceğiz. Sosyal yapıda yaşanan büyük değişim, kültürel yapıya ve fiziksel mekâna da doğrudan yansıyacak. Artık Antakya’ya gittiğimizde tanıdık, orada yaşayanların “misafir”i, hatta bazen yerel halkın bir parçası olduğumuzu değil; uzaktaki bir turistik kente geçici süreyle gitmiş olan bir ziyaretçi, hatta bir “turizm tüketicisi” olduğumuzu hissedeceğiz. Üzerindeki tabelalarda eski isimleri yazsa da, Antakya’nın deprem öncesi mekânlarını, arkadaşlarımızla oturup sohbet ettiğimiz, hatırladığımız mekânlara bir türlü benzetemeyeceğiz. Yereldeki zanaatkârlar, aşçılar, uzmanlar bu “Antakya’ya benzemeyen Antakya’da” pek uzun süre kalmak istemeyeceği için, bir süre sonra Uzun Çarşı’daki kebabın, künefenin, kahvenin bile eskisi gibi olmadığını üzüntüyle fark edeceğiz. Kurtuluş Caddesi’nde yürürken buradaki önceki yürüyüşlerimizi hayal meyal hatırlayacağız ama gördüğümüz yer, hatırladığımıza hiç benzemeyecek. Üzerine moloz dökülmesine, yapı yapılmasına, ağaçlarının kesilmesine ses çıkarmadığımız zeytinlikler tümüyle kuruyacak. Artık zeytini ağacından değil, marketteki konserve kutularından yiyeceğiz. Zaten senelerdir tükenmekte olan tarım alanlarının üzeri, molozla ve yapılarla tümden kaplanacak. Artık burada yetişen tarım ürünlerini tüketmek istemeyeceğiz, zaten mümkün de olmayacak. 2023 yılının depremlerinden hiçbir ders çıkarmamış olacağımız için, Antakya’nın gelecekteki felaketlerinin tohumları, bugünlerde atılacak. Ovalara, sulak arazilere, doğal alanlara, nehir üzerindeki dolgu alanlarına konutlar inşa edilmeye devam edecek. Depremden sonra molozlarla doldurulan vadilerin üzerinde yapılaşma başlayacak, kentin ve doğanın nefes alma alanları azalarak, yok olacak. Sesine kulak vermeyi seneler önce ihmal etmeye başladığımız doğaya tamamen sağır olacağız. Dahası artık St. Pierre, Habib-i Neccar, Musa Ağacı, St. Simon, Titus Tüneli, Asi Nehri ve Harbiye Şelaleleri de bizi dinlemeyi bırakacak. İpek böcekleri gidecek, artık limon yok, portakal, zeytin, defne yok. Nar tükenecek. - akışına bırakmamak - Şimdi de tercihimizin süreci “akışına bırakmamak” yönünde olduğu durumu hayal edelim. Tarihi merkezde depremde ve ondan sonraki süreçte ayakta kalmayı başarmış az-orta hasarlı yapılar, yerel uzmanların desteklendiği bir süreçle, kendi malzemesiyle yerinde usulca onarılıyor. Geride bıraktığımız süreçte koruyamadığımız bütün tarihi yapılar, yerel uzmanların başını çektiği bir ulusal seferberlikle temelleri üzerinde yeniden yükseliyor. Bu coğrafyanın taş ustaları, ahşap ustaları hep sahada. İncelikle, bir parçası oldukları kültürün fiziksel ifadesini yapılara tek tek işliyorlar. Yapılar yerel halkın kolektif birikimi olan eski “tecrübe”sine yıllar içinde, usul usul kavuşuyor. Yerel halk sağlıklı, güvenli, depreme dayanıklı ve gündelik yaşam alışkanlıklarına uygun konutlarına, komşularına kavuşmuş. Okullar yemyeşil bahçelerin içinde, öğrenciler güvenli, dayanıklı okullarında depremin kaybettirdiği zamanı, artık gündelik hayat olağan akışına kavuştuğu için aileleriyle buraya gelmesi mümkün olan öğretmenlerinin desteğiyle telafi ediyor. Bütün servislerin olduğu hastaneler, sağlık çalışanlarının içinde yaşamak istediği lojmanlarıyla hazır. Toplu taşımayla erişilebilen idari tesisler, kentin bütününü saran bir yeşil alan ve parklar sistemi, kentin işleyişine dair pek çok unsur olması gerektiği gibi görünüyor. Yerel halk depremden önceki neşesine tekrar kavuşmuş, Asi Nehri’nin kenarında yürüyenlerin yüzleri gülüyor, herkes birbiriyle selamlaşıyor, hâl-hatır soruyor; yabancı simalar deprem sonrası ilk seneye kıyasla epey azalmış. Tarihi merkezde Antakyalılar yaşıyor, tarihi sokaklarda yürürken avlulardan neşeli sohbetler duyuluyor. Sonra sokakta duyulan bir ses bizi avluya, bir kahve içmeye davet ediyor. Zeytinlikler, tarım alanları, sahiller uluslararası destekle, bilimsel yöntemlerle molozdan arındırılıyor. Zeytin ağaçları tekrar yeşermeye, kalıcı barınma alanları sağlanınca temizlenen tarım alanları tekrar ürün vermeye başlıyor. Sabunhaneler, zanaatkârların atölyeleri yeniden açılıyor. İpek böcekleri yaşama tekrar dönüyor, “Hatay sarısı” raflarda parıldamaya başlıyor. Antakya’ya yemek yemek için gelen ziyaretçiler, özledikleri tadı yeniden buluyor. Kurtuluş Caddesi’ni adımlarken deprem öncesinin izlerini sürmemize olanak sağlayan tarihi yapılar onarılmış, betonarme yapıların kaldırıldığı boşlukların bazıları bizi Roma döneminin arkeolojik kalıntılarına, o döneme davet ediyor. Doğal sınırlarına yeniden kavuşan Asi Nehri, yüz yıl önceki fotoğraflardaki gibi kuvvetle akıyor. Yağmur suları yine Habib-i Neccar Dağı’nın sırtlarından usulca aşağı dökülüyor, eski Antakya’nın arıklı yollarından süzülerek Asi Nehri’ne dökülüyor. Köprübaşı’ndan Saray Caddesi’ne doğru yürürken aklımızdaki tek soru, o gün hangi sokak müzisyenini dinleyeceğimize dair oluyor. Molozla doldurulan vadiler temizlenmiş, kent, doğa ve insanlar nefes alıyor. 2023 yılında yaşanan büyük kayıpların ardından artık kimse ovalarda, sulak alanlarda, zeytinliklerde yapı yapmak istemiyor. St. Pierre ve Habib-i Neccar, gördüklerinden memnun, Musa Ağacı yerine biraz daha kökleniyor, Harbiye Şelaleleri’nin eteğinde suyun sesi yine birbirimizi duymamıza engel olacak kadar yüksek duyuluyor. İpek böcekleri burada, limon, portakal, zeytin, defne, her şey olması gerektiği yerde, en güzel hâliyle bizi bekliyor. Nar bahçesi içindeki en güzel meyve yeniden dalında, sarıdan nar çiçeği rengine doğru, şimdi uzaktan bile capcanlı parlıyor. - ipin ucunu nereden tutmalı? - Yukarıdaki iki farklı senaryoyu okuyanların tercihinin ikincisinden, huzurlu bir bahçe içinde bütün canlılığıyla parlayan Antakya’dan yana olduğunu varsayma eğilimindeyim. Bugün itibariyle hiçbir açıdan pek de iyi görünmeyen sürecin bundan sonrasını “akışına bırakmadığımız” senaryoyu tercih ettiğimizi düşünelim. Bu durumda, ipin ucunu nereden tutmalıyız ki, ikinci alternatifin ön gördüğü olumlu süreç, adım adım gerçekleşsin? Bu oldukça önemli, büyük bir soru ve doğrusu, tek bir yanıtı da yok. Bu nedenle ben bu soruyu kendi açımdan, Antakya’yla on senedir, depremden önce ve depremden sonra geçirdiğim zamandan ve yirmi seneye yakın zamandır planlama alanıyla farklı düzeylerde kurduğum ilişkiden yola çıkarak yanıtlamaya çalışacağım. Sorunun yanıtını aramaya başlarken önce, bu konuya ilgi duyan farklı çevrelerin uzlaşabileceği bir hedefi tekrar hatırlayalım. Yukarıdaki “akışına bırakmama” senaryosunda anlatılan, Antakya’da yerel halkın deprem öncesi gündelik yaşamının bileşenlerinin tümüyle iyileştirilmesi durumu, uzlaşabileceğimiz bir hedef gibi görünüyor. Gündelik hayatın ortak üretim mekânları, toplanma alanları, sosyo-kültürel çeşitliliğin kendisi, tarihi yapıları, kültürel üretim alışkanlıkları, nitelikli barınma alanları, eğitim ve sağlık tesisleri, doğal alanlarıyla birlikte -depremin Antakya’da bu kadar ağır yıkımlara sebep olmasını getiren yanlış adımların tekrar edilmemesi koşuluyla- deprem öncesi düzenine kavuşması; Antakya’nın ve gündelik hayatın tüm bileşenleriyle iyileşmesine karşılık geliyor. Öncelikle, sürecin taşıyıcısı olan nesneyi bir iple ilişkilendirirsek, bu ipin esasının, malzemesinin ve aslında kendisinin, Antakya’nın yerel halkı olduğunu en başta söylemek ve kabul etmek gerekiyor. Buna dair en sarih ifade, geçtiğimiz Kasım ayında Antakya’da gerçekleşen bir etkinlikte şöyle dile getirildi: “Antakya’yı Antakya yapan insanlarıdır.”[1] Benim için de durum tam olarak böyle; ne eksik, ne fazla. Bu aşama, Antakya’nın ancak Antakyalılarla var olabileceğinde, iyileşebileceğinde uzlaşmayı gerektiriyor. Antakyalılar; Antakya’ya, memleketlerine sahip çıkmalarıyla, hayatını -tarih boyunca olduğu gibi bugün de- yeniden burada kurma ısrarıyla, burada köklenme ihtiyacıyla ayrılmaz bir bütün. Burada bahsettiğimiz aidiyet tanımı, “mülkiyet” ilişkisinin oldukça ötesinde, ailesi Antakyalı olmasa da kendisi depremden önce gelip “buralı” olmayı tercih etmiş insanları da içeriyor. Antakya’daki “ev sahipliği” meselesi yalnızca buraya gelen ziyaretçileri karşılamayı değil, Antakya’ya sahip çıkmayı ve göz kulak olmayı da kapsıyor. Bir de Antakyalıların, deprem öncesi zamanlarda da bazen her şey pek de yolunda olmasa dahi rastladığımız kendiliğinden neşesini de, sürecin esas aktörünün önemli ve güçlü bir özelliği olarak buraya not etmek isterim. Antakyalıları farklı nitelik ve duyarlılıklarıyla asgari düzeyde anlamak bize, ülkenin nerdeyse %15’inde büyük bir yıkıma neden olmuş depremlerin ardından yaşamını sürdürmek için farklı şehirlere göç etmek zorunda kalanlar arasında “Geri döneceğiz!” duvar yazısı fotoğraflarının neden en çok Antakya ve Hatay’dan geldiğini de anlatacak. Depremden etkilenen bu kadar çok yer varken, neden Antakya’da bu kadar çok platform, dernek ve vakıf kurulduğunu, buradaki deprem sonrası süreci neden ısrarla gündemde tuttuklarını da daha kolay anlayacağız. Bu anlama pratiğinin bizi, Antakya’da gündelik hayat “normal”e dönene kadar, her zaman ve en çok desteklenmesi gereken unsurun Antakyalılar olduğunu anlamaya dair bir uzlaşıya taşıması gerekiyor. Burada ulaşmak istediğimiz iyileşme hedefinde uzlaşıp, Antakyalıları bu sürecin ana aktörü, temel bileşeni olarak kavradıktan sonra, konunun oldukça önemli diğer bileşenine sıra geliyor. Konumu, zemin yapısı ve doğal nitelikleri nedeniyle Antakya’da yaklaşık 150 yıllık periyotlarda tekrar eden büyük depremlerin varlığını kabul etmemiz ve 2023 yılında Antakya’da yaşanan büyük yıkımın ve hayal kırıklıklarının gelecekte bir daha yaşanmaması için gerekeni yapmak, diğer kritik bileşeni oluşturuyor. Bunun için, -depremden bugüne kadar aksi yönde epey yol alınmış olsa da- hala civarında bulunduğumuz başlangıç noktasında, bundan sonra atılacak adımlar için süreci tasarlamamız gerekiyor. Bu süreç tasarımının yöntem, zaman, aktör, kurum ve finansal kaynak bileşenleri belirlenmeli, yerel halkın kendi hayatını, kentini, geleceğini ilgilendiren sürecin her aşamasına dahil olmasına imkân tanınmalı. Yukarıda, burada yaşama ve yaşamını burada yeniden kurma iradesiyle konu edilen yerel halkın bunu sağlayabilmesi için temel gereksinimleri depremden bugüne, apaçık bir şekilde karşımızda duruyor. Nitelikli, sağlıklı, hijyenik, güvenli barınma alanları, rehabilitasyona olanak sağlayan müşterek mekânlar, deprem öncesi meslek pratiklerini sürdürmelerine olanak sağlayan asgari koşullara sahip çalışma mekânları, güvenli gıda ve temiz içme-kullanma suyu, erişilebilir eğitim ve sağlık tesisleri. Bir de şüphesiz, geleceğe dair endişeleri ve belirsizlikleri büyük ölçüde azaltacağı kesin olan, mülkünü / kiralık konutunu kaybetme riskinin bertaraf edilmesi. Antakya tarihi boyunca en az yedi defa depremlerle yıkılıp, yine aynı yerde kurulmuş olan bir kent. Başından beri deprem sonrası süreçle ilgilenen neredeyse hiçbir kesimin, Antakyalıların kendi hayatlarını yeniden ve burada kurma iradesine dair bir şüphesi yok. Bu durumda Antakyalıların ve burada kalmaya dair iradelerinin herkesçe anlaşılmasının -ve desteklenmeye değer olduğu konusunda uzlaşının sağlanmasının- ardından, sürecin diğer önemli bileşeni olan üretim kültüründen bahsetmek gerekiyor. Antakya’nın ayrılmaz bir parçası olan iki önemli varlığı; tarım ve zanaatler. Hem birbirlerini hem de Antakya’yı tamamlayan tarımsal üretim ve farklı zanaatler, Antakya’nın iyileşmesi sürecinde büyük bir öneme sahip. Yerel halkın önemli bir kısmının aşina olduğu tarımsal üretim kültürü, içinde bulunduğu coğrafyanın en verimli tarım alanlarına sahip olan Antakya’da tarımın hep en güçlü ekonomik sektörlerden biri olmasını sağladı. Sadece ham madde üretimiyle kalmayan bu tarımsal faaliyetin zeytinyağı üretimi, zeytinyağı ve defne sabunu üretimi, turunçgillerden yapılan farklı üretimlerle dönüştürüldüğü ürünler ise, ulusal ve uluslararası ölçekte her zaman talep gördü. Geleneksel bir tekstil üretim yöntemi olan ipek böcekçiliği de, yüzyıllar boyunca ve günümüzde hala Antakya’nın özgün üretim kültürünün önemli bir parçasını oluşturuyor. Eğer içinde bulunduğumuz deprem sonrası rehabilitasyon ve onarım döneminde; tarım alanlarının maruz kaldığı moloz, enkaz ve geçici barınma alanları başta olmak üzere zararlı ve tüketici tüm işgal faaliyetlerini bir an önce bertaraf etmeye başlarsak, yeterli bilimsel ve finansal destekle kısa bir zaman sonra tarımsal üretim alanları yeniden üretim yapılabilir hâle gelecek. Bu üretim kültürünün diğer parçası olan zanaatler için ise gerekli geçici üretim mekânlarının bir an önce bir plan ve sistem dahilinde oluşturulması gerekiyor. Böylece yerel halkın depremden sonra ayağa kalkması sürecini geciktiren ekonomik nedenlerin çözümlenmesinde belki de en önemli adım atılmış; burada kalanlara kendilerini toparlamaları, başka kentlere göç etmiş olanlara geriye dönmeleri için önemli bir destek verilmiş olacak. Bu işlevlerin müşterek üretim mekânlarıyla ve mahalle kültürüyle ilişkisi ve yerel halkın rehabilitasyonu sürecine katkısı ise, zaman ve üretim faaliyetleri ilerledikçe, giderek daha görünür olacak. Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşebilmesi için diğer bir önemli bileşen, kültürel mirasın onarılması ve kent belleğinin canlı tutulmasına dair bir yaklaşım geliştirilmesini kapsıyor. Somut kültür mirasını oluşturan yapı ve alanların fazlalığı, yapılı çevredeki en büyük yıkımın burada oluşmasıyla birlikte Antakya’nın tüm deprem bölgesi içinde bu kadar ön plana çıkmış olmasının iki ana nedeninden birini oluşturuyor. Depremden önce -istisnaları dışında- birçok eleştiriyle anılan restorasyon uygulamalarının görüldüğü tarihi ve kentsel sit alanı, hem 6 Şubat hem de 20 Şubat depremlerinde Antakya’da en büyük yıkımların görüldüğü alanlardan oluyor. Depremlerden sonra yapılan “enkaz kaldırma” faaliyetleri sonucunda ise, yukarıda kısaca anlatılan nedenlerle, tarihi merkezde büyük boşluklar ve bunların neden olduğu bir bellek yitimi riski oluşuyor. Halbuki Antakya’nın somut kültür mirasının bileşenleri aynı zamanda, buradaki deprem öncesi gündelik yaşamın uğrak noktaları, işaret öğeleri ve bu unsurlar, Antakya’da deprem sonrası yaşamın yeniden oluşmasının da temel taşlarından olacak. Bu nedenle depremde ve enkaz kaldırma çalışmaları sırasında zarar görmüş olan (anıt eserler ve sivil konut dokusu dahil olmak üzere) somut kültür mirasının, yerel uzmanların ve yerel üniversitelerin öncülük edeceği bir program dahilinde, mümkün olduğunca kendi malzemesiyle ve aslına uygun biçimde onarılması büyük bir önem taşıyor. Bu onarım süreci boyunca kentsel belleğin canlı tutulması için dijital araçların ve mekânsal deneyim imkânlarının kullanılması; Yürünebilir Tarih[2]’le Antakya’da kent tarihi yürüyüşleri, Beledna[3]’yla hatıraların işlenmesi gibi yöntemler, denemeye değer görünüyor. Antakyalıların ve Antakya’yı sevenlerin buradaki hatıralarını ve görsel hafızalarını canlı tutma istenci de, bu çabanın diğer ucundan tutuyor. Sürecin en olmazsa olmaz diğer bir bileşeni ise “umut”. Belirsizliğin neden olduğu endişe günden güne yükselirken, umut etmekten hiç vazgeçmemek, Antakya’nın depremden sonra iyileşmesi sürecinin başarıya ulaşmasında, olmazsa olmaz bir eylem. Burada geçtiğimiz aylarda Tükenmez Kalem dergisi için yazdığım bir yazıdan küçük bir kısmı ödünç alacağım: “Antakya, sancının en yoğun olduğu yer ve zamanda, yeniden umudu doğuracak. Umut, doğmak için belirli bir amaca ihtiyaç duyar ve burada amaç depremin ilk gününden beri apaçık görünüyor; Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesi. Umudun somutlaşması için alternatif yollar üretilmesi ve bu yollardan biri seçilerek, harekete geçilmesi gerekiyor. Buradaki yollar içinde en güzeli, Antakya’nın yerel halkıyla beraber kendini onarması, bütünüyle iyileşmesi. Bu yolun alınması için yapılması gereken ise yerelde oluşan farklı nitelik ve ölçekteki sivil toplum bileşenlerinin birbirine güven esasıyla bir araya gelmesi ve yerel halkın asgari müşterekte bütünsel hareket edebilen bir aktöre dönüşmesi (Özçelik, 2023). Bu süreçte, Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesini merkezine yerleştirmeyen ve bu nedenle ‘pek iyi niyetli olmayan’ eylemler süzülecek, bütün engellere rağmen ‘umudu korumaya dair’ o biricik çaba filizlenecek ve Antakya’nın bugününde, mekânın ve zamanın en karanlık yerinde Antakya yine umudu doğuracak.”[4] Yerel halkın bu geçici dönemde Antakya’da güvenli, sağlıklı, konforlu koşullarda barınabilmesi, çalışabilmesi, okula ve hastaneye gidebilmesi, sosyalleşebilmesinin sağlanmasıyla birlikte mutlaka ihtiyacımız olan diğer adım, depremden sonra kurulmuş olan platformların ve yerel halkın farklı kesimlerini temsil etme kapasitesi olan oluşumların bir asgari müşterekte buluşması, bu sayede yerel halkın, süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelebilmesi. Platform, dernek ve vakıfların her biri depremden sonra Antakya’ya faydalı olmak için kurulmuş olsa da, geride bıraktığımız bir yıla yaklaşan süreç boyunca gördük ki her bir oluşumun farklı öncelikleri olabiliyor. Biri somut kültürel mirasa, diğeri enkaz kaldırma süreci ve zeytinliklere yoğunlaşırken, bir diğeri akut yardımlara ya da eğitim meselesine odaklanıyor. Antakya’nın iyileşmesi sürecinde kendisini hangi alanda konumlandırdığından bağımsız olarak, bu süreçte Antakya’ya ve Antakyalılara faydalı olmak isteyen tüm oluşumların uzlaşabileceğini düşündüğüm asgari müşterek için önerilerim şöyle: - Antakya'nın depremden sonra iyileşmesinin, burada hayatın tekrar başlamasının birinci öncelik olarak kabul edilmesi. - Depremden önce Antakya'da yaşayan nüfusun (mülk sahibi, kiracı, çalışan, ...) burada kalabileceği koşulların (geçici barınma alanları, gündelik ihtiyaçlar, çalışma alanları, kentsel servisler, erişim olanakları, ...) sağlanması. - Depremden sonraki (enkaz kaldırma, geçici barınma alanlarının sağlanması, inşa dahil olmak üzere) iyileşme sürecinin işleyişinde halk sağlığının ve doğal alanların korunmasının esas alınması. - Antakya'nın somut ve somut olmayan tarihi ve kültürel mirasının, tarihi dokunun bütünselliğinin, üretim kültürünün korunarak iyileştirilmesi. - Deprem sonrası planlama ve mimarlık faaliyetlerinin bütünsel planlama, “dirençli kent” ve “engelsiz kent” ilkeleriyle uyumlu ilerlemesi[5]. - Deprem sonrası planlama ve imar faaliyetleriyle yasal değişikliklerin, deprem bölgesinde mülkiyet değişimi ve mülksüzleştirme süreçlerine neden olmaması. Antakya için ortak bir gelecek hayalinde ve yerel halkın deprem sonrası süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelmesi gereksiniminde (ve dolayısıyla asgari müşterekte) uzlaştıktan sonra; biz “uzaktakiler”e, yani senelerdir Antakya’yla ilişkisini sürdürmekte olanlara, ya da depremden beri Antakya’ya endişeyle, bazen çaresizlik hissi ama her zaman faydalı olma isteğiyle bakanlara düşen role dair düşüncelerimi kısaca anlatarak bu kısmı sonlandıracağım. Antakya’nın yerel halkını anlama ve onlara destek olma ihtiyaç ve çabasının bizi, yani “uzaktakiler”i, kolektif biçimde hareket ederek yereli güçlendirme ihtiyacına sevk etmesi gerektiğini düşünüyorum. Resmi ve resmi olmayan kurumlar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve bağımsız aktörlerin, depremden sonra “yereli güçlendirme” amacının etrafında birleştiği yerde, artık sürecin esas adımlarını atmaya başlayabileceğiz. Süreci birlikte tasarlayacağız ve sürecin uluslararası, ulusal ve yerel ölçekte tüm ilgili aktör ve kurumları, yerelin gündelik hayatını ve Antakya’yı onarmak üzere optimum müdahale ve hareket biçimini, rolünü bu çerçevede belirleyecek. Tuğçe Tezer, 2023 Bunu gerçekleştirebildiğimiz andan itibaren, bugün, yani şu anda durduğumuz yerden çok büyük ve karmaşık bir yumak gibi görünen bütün problemlerin aşama aşama çözüldüğünü, sadeleştiğini ve Antakya’da deprem öncesi gündelik hayata benzeyen sahnelerin gün geçtikçe çoğaldığını hep beraber göreceğiz. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Aylardır toz, toprak içinde kalmış olan, aylar önceki güzel rengini hatırlamakta zaman zaman zorlandığımız nar, usul usul iyileşecek, bir gün yine bütün renkleriyle parlayacak. [1] https://www.asf-uk.org/articles/community-led-reconstruction-in-antakya [2] Yürünebilir Tarih’in deprem sonrası durumuna ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi [3] Beledna Hafıza Haritası’na ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://www.hafizaharitasi.com/map [4] https://www.academia.edu/108267443/Depremin_7_Ay%C4%B1nda_Antakya_Umudu_Dog_urmak [5] Deprem sonrası planlama sürecine ilişkin düşüncelerime dair kısa bir öneri metni için bkz.: https://www.linkedin.com/posts/tugce-tezer-b9132916_hatay-antakya-activity-7040935016536649728-Z8kp?utm_source=share&utm_medium=member_desktop ; https://x.com/tugcetezer/status/1635033919367315456?s=20

bottom of page