"" için 222 öge bulundu
- Mozaik Diasporada Evin Yeniden Tahayyülü
"Evi dağılanın yurdu genişler mi?" diye soruyor Nurdan Gürbilek bir kitabında. Burada ev kavramı, gitmek ya da kalmak arasında varoluşsal bir ikilem olarak karşımıza çıkıyor ve insan deneyimini kapsıyor. Özellikle Antakya, Defne ve Samandağ Çevlik mozaikleri bağlamında bu soruyu, yerlerinden edilmiş, öznelliklerinden ve çok duyulu varoluşlarından sökülmüş, bir zamanlar onları çevreleyen ilişkiler ağından koparılmış maddi kalıntılar için sorabiliriz. İnsanların ve objelerin dağılması Hatay bölgesinin 20. yüzyıl tarihinin bir parçası haline gelirken, Latife Tekin’in, "Yuvası dağılanın yurdu genişlermiş" cümlesi de bizi diaspora kavramına götürüyor. Gerçekten yuvası dağılanın yurdu genişler mi? Ev: Terk Edilmiş, Kazılmış, Kayıp 6 Şubat 2023 yılında yaşanan depremi deneyimi ışığında, Antakya, Defne ya da Samandağ'da ev mefhumunun çok katmanlı tarihsel yolculuğu mercek altına alınması gereken bir konu. Bu yerleri defalarca el değiştirmiş, yıpranmış mekânlar olarak tahayyül edersek, ev mefhumu bu modern ilçelerin M.Ö. kuruluşlarından 6 Şubat felaketinin deneyimlerine kadar çok çeşitli, ikircikli, dayanışmacı ve agonistik bir toplumsal ilişkiler bütününe işaret ediyor. 20. yüzyıldan günümüze, bu bölgedeki ev kavramı girift bir yapı arz ediyor. Bu mekânların modern hikâyesi 1915'teki soykırım şiddeti, sömürge yönetimi, arkeolojik araştırmalar, savaş, göç ve doğal (olmayan) afetlerle şekilleniyor. Bu kısa dönemde ev mefhumu, yurt olarak terk edileni/ettirileni, arkeolojik olarak kazılanı ve dağılanı ve depremlerde kaybedileni ifade ediyor. Bu üç farklı ev kavramı nasıl ortak bir zemin bulabilir? Bu yazı, Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana İskenderun bölgesinde birbiriyle örtüşen farklı jeopolitik olayları ele alıyor. Bu farklı güç ilişkilerinin bir sonucu olarak yerinden edilen objeler ve insanlar arasındaki ilişkiselliği araştırmakta ve yeni bir tarihsel anlatı kurmanın olanağına odaklanıyor. Bu anlamda, bu anlatıyı, ev kavramının yanı sıra süreç olarak benzer ancak birbirinden oldukça farklı iki kavram olan diaspora ve mozaik kavramları üzerinden kuruyor. Diaspora, bir sosyal gruba ait insanların kendi yerlisi olan mekândan başka coğrafyalara dağılmasını ifade ederken, mozaik başka coğrafyalardan farklı malzemelerin ve mitolojik hikayelerin göç ederek aynı mekânda bir araya gelmesini ve mekâna özgü bir asamblaj oluşturmasını ifade ediyor. Antakya ve çevresinde 1930'lu yıllarda Fransız ve Amerikan kurumları tarafından bölgenin mozaiklerini çıkarmak için kazılar yürütüldü. Bu anlamda 1930'larda arkeolojik olarak kazılmış ev kavramı, Roma villalarının taban mozaikleri. Bu evlerin taban mozaikleri parçalandı, yerinden edildi ve onlarca denizaşırı kurum arasında dağıldı. Bu anlamda, objelerin bu deneyimini metaforik olarak bir diaspora örneği olarak düşünebiliriz. Bu evlerin taban mozaiklerinin çıkarıldığı ve başka ülkelere gönderildiği kazı döneminde, bu bölgenin insanları da farklı güç ilişkileri sonucunda yerlerinden edildi. Buradaki terk edilmiş ev, esasen evlerinden ve yurtlarından edilmiş yerel halk. Ancak aynı yıllarda yaşanan farklı şiddet deneyimleri sonucunda insanların ve objelerin yerinden edilmesi arasında bir kopukluk var. Bu kopukluğu aşmak için iki tarihsel olayı yan yana ve birlikte, birbiriyle yarıştırmadan anlatmak önemli. Bu anlatı hem bu şiddet ilişkileri hakkında konuşmanın yeni yollarını açabilir hem de maddi kalıntılar ile insanlar arasındaki kopukluğun gözlemlendiği toplumsal alanlarda, bu maddi kalıntıların bugün Hataylıların ve diasporada yaşayan insanların hafızasında nasıl bir yere sahip olduğunu sormamıza vesile olabilir. Buna ek olarak, yakın zamanda yaşanan 6 Şubat depremine odaklanarak, depremin çok katmanlı bir tarih içinde kazılan evin maddi kalıntıları ile bu yörenin insanları arasında bağlayıcı ve birleştirici bir rol oynayabileceğine ve yas tutma pratiğinin buna yardımcı olabileceğine işaret edilebilir. Bu anlamda, bu objelerin yurtlarından ayrıldıktan sonra sergilendikleri müzelerdeki küratöryel bağlam, yani yaşadıkları sömürgeci şiddet deneyiminin ya da antik dönemde yaşadıkları depremin tarihsel anlatılarının bir parçası olup olmadığına bakılabilir ve bu metaforik olarak bu üç ev kavramı birlikte düşünmek için bir alan olabilir. İskenderun bölgesi I. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız mandası altına girdi ve kazılan evlerin hikâyesi bu dönemde başladı. Bu arada siyasal olarak da bir böl ve yönet politikası izleyerek 1920'de Lübnan'ı Suriye'den ayırdı ve Beyrut merkezli bir manda yönetimi kurdu. Osmanlı döneminde Halep'in İskenderun Sancağı olarak bilinen bölge, 1925 yılında Ortadoğu'daki arkeolojik çalışmalardan sorumlu Fransa Eski Eserler Kurumu tarafından Antakya ve çevresinde kazılara başlandı. Bu kurum 1920'lerin sonunda Princeton Üniversitesi Sanat ve Arkeoloji Bölümü'ne bir davet gönderdi. Daveti büyük bir ilgiyle kabul eden bölüm başkanı, Antakya'da kazı yapmak üzere akademisyenler gönderdi. Proje, Worcester Sanat Müzesi/MA, Baltimore Sanat Müzesi/MD, Harvard Sanat Müzesi/MA (önceki ismiyle Fogg Sanat Müzesi) ve Dumbarton Oaks Müzesi/DC gibi kurumların finansal desteği ile gerçekleştirildi. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle kazılar durduruldu. Kazılar sırasında 300 kadar mozaik döşeme ortaya çıkarıldı ve bunların yarısından çoğu, ve diğer kültürel objelerle birlikte Kuzey Amerika'daki 30'dan fazla müzeye satıldı veya hediye edildi. Bu süreç özellikle erken Hıristiyanlık dönemine ait kalıntıların incelenmesini teşvik etmişti. Fransa, manda döneminde (1920-1946) Suriye ve Lübnan'da 60'tan fazla arkeolojik proje yürüttü. Özellikle Antakya üzerindeki Defne ilçesi, ve Musa Dağı yamaçlarındaki villaların taban mozaikleri de dahil olmak üzere birçok Geç Antik Dönem kalıntısı bulundu. Musée d'Antioche [1] , Fransız Eski Eserler Kurumu için çalışan bir mimar olan Michael Ecochard tarafından Antakya'da inşa edildi. Fransız ve Amerikan kurumları tarafından yürütülen bu kazılar nedeniyle Antakya "Mozaikler Şehri" olarak tanınmaya başlandı. Birden fazla müze aynı evlere ait taban mozaiklerini talep ettikleri için çoğu kez tek bir ev ya da villaya ait olan taban mozaikleri kesilip parçalanarak farklı yerlerdeki müzelere yollandılar. Halihazırda üç ülke ve otuzdan fazla müze ve üniversite farklı evlerin mozaiklerinin farklı parçalarına ev sahipliği yapıyor ve bu taban mozaiklerinin bu denli parçalanması ve dağılması da bizi o evlerin tarihinden, özgün yapılarını bir arada düşünemeyeceğimiz ya da hayal edemeyeceğimiz kadar koparıyor. Yapıldıkları esnada belirli bir amaca ve mekâna adanmış bu mozaikler, bugün Kuzey Amerika ve Avrupa müzelerinde, öznelliklerinden, aralarında örülü duyusal ilişki ağlarından ve tanıklık ettikleri olaylardan kopuk bir şekilde sergileniyor. Musa Dağı'ndaki Kazı Çalışmaları. Kilikya Evi / House of Cilicia (House 1 and Vicinity), Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi. Geç Antik döneme ait evlerin hikâyesi bu şekilde başlarken, bu evlerin kazıldığı zaman dilimindeki terk edilmiş yurt olarak ev mefhumu da başka bir hikâye anlatıyor ve objeler ile insanların dağılması arasında ilişkisel bir estetik kurmaya olanak sağlıyor. Fransa'nın Suriye topraklarını arkeolojik olarak sömürmesine rağmen İskenderun bölgesi halkları için manda dönemi siyasal şiddetin azaldığı bir döneme işaret eder [2] . Ancak Türkiye, cumhuriyetin kurulması için müzakere masasından İskenderun sancağı ülke sınırlarına dahil olmadan kalktığı 1923 yılında bile İskenderun bölgesinin, başta liman olmak üzere Batı ile Doğu arasındaki ticaret yollarındaki stratejik konumundan faydalanma isteğinden vazgeçmeyecekti. Türkiye'nin ulus-devlet inşası etrafında ortaya çıkan yeni hafıza alanının milliyetçiliği İskenderun bölgesine odaklandı. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, İtalya ve Almanya'da yükselen faşizm ve Türkiye ve İskenderun bölgesinde cereyan eden siyasi gelişmeler bağlamında Fransa, İskenderun bölgesi için Türkiye ile yeniden pazarlığa oturdu. Alınan kararlardan biri de İskenderun bölgesinin 1938 yılında Hatay adı altında özerk bir cumhuriyet olarak tanınmasıydı. Bu esnada Nazi Almanya’sı henüz Polonya'yı işgal etmeyi planlıyordu. Fransa, Türkiye'nin yaklaşan savaşta tarafsız kalması koşuluyla Hatay'ın ilhakını kabul etti [3] . Bu gelişmelerin ortasında, İskenderun bölgesi 1936-1940 yılları arasında ciddi bir göç dalgası yaşadı. Özellikle Musa daği çevresinde 1915'te sürgün edilen (aynı zamanda direnen) ve 1921'de geri dönebilen Ermeniler, 1939'da İskenderun bölgesinin ilhakı nedeniyle yeniden göç etmek zorunda kaldılar [4] . Bu göç dalgasını Hıristiyan Araplar, Sünni Araplar ve Yahudiler takip etti [5] . Bazı istatistiki verilere göre, 1936 yılında İskenderun bölgesinde yaklaşık 25 bin Ermeni yaşıyordu. 1938-1940 yılları arasında ise bu bölgeden 40 binden fazla kişi göç etti [6] . Musa Dağı'nda Kazı Çalışmaları. Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi, 1938. Kısacası, İskenderun bölgesi bu dönemde hem maddi kalıntılarının büyük bir kısmına hem de insanlarına veda etti. Bu anlamda, kazılmış ve terk edilmiş ev mefhumu bize insanların ve objelerin emperyalist ve kolonyal şiddet deneyimlerini paylaştığını gösteriyor. Bu çerçevede, İskenderun bölgesindeki insan ve obje göçleri arasındaki tarihsel ilişkiyi göstermek ve iki farklı göçü birbiriyle ilişkili olarak düşünmek için mozaik diaspora [7] kavramını kullanıyorum. Bu kavrama yolculuğum sanatsal projem Dut Ağacı (2019/-) ile başlıyor. Musa Dağı'nın manzarası, insanların yaşadığı şiddete, evlerini yurtlarını terk etmelerine tanıklık ederken, aynı çevredeki Dor Mabedi'nin maddi kalıntıları [8] ve Kilikya Evi'nin mozaikleri dünyaya dağıldı. Bu gelişmeler farklı şiddet politikalarının sonucu olsa da, eşzamanlı ve eşmekânsal göçlerdir ve aralarında epistemolojik bir köprü, görsel bir ortak dil ve ilişkisel bir estetik kurabiliriz; bu farklı deneyimler birbirleriyle dayanışabilir. Bu anlamda yurt olarak terk edilmiş mekânın ve arkeolojik araştırma için kazılmış ve dağıtılmış evlerin eşzamanlılığı söz konusuyken, depremler de İskenderun bölgesindeki insanları ve objeleri tarihsel olarak birbirine bağlar. Burada ortaya çıkan önemli bir soru, objelerin tarihinin bir parçası olarak deprem deneyiminin, onların yeni evleri olan müzelerdeki sergilerin bağlamının bir parçası olup olmadığıdır. Bu yaşanan muhtelif olaylar ve onların özneleri üzerine düşünmek bizi ortak bir ev uzamına götürebilir. Mulberry Tree, video ekran görüntüsü, (2019/-). Yoğunoluk Kilisesi’nden Kel Dağına manzara. (Fotoğraf: Ezgi Erol) Deprem Deneyimi Antik Antiokheia ve Daphne kentleri birçok kez depremler [9] ve askeri yıkımlarla harap oldu. Antiokheia'nın kurulduğu MÖ 3. yüzyıldan MS 9. yüzyıla kadar, depremlerin neredeyse tüm şehri yok ettiğine dair kanıtlar bulunuyor. [10] MS 341 depremi Antiokheia ve Daphne'de büyük korku ve endişeye neden olmuş ve arkeolojik kanıtlar Daphne tiyatrosunun ve bazı özel konutların bu depremlerde yıkıldığını gösteriyor. [11] Objelerin deprem deneyimi, kazılan evlerdeki mozaiklerin yapısındaki çatlaklardan ve sikkeler gibi diğer objelerin değişimlerinden anlaşılıyor. Özellikle, M.S. 388 yılındaki Antakya depreminin Psykhelerin Kayığı Evi’ne zarar verdiği ve depremin izlerinin mozaik zeminde görülebilmekte. [12] Bu ev Amerikalı ve Fransız arkeologlar tarafından Daphne'de kazıldı. Psykhelerin Kayığı Evi (House of the Boat of Psyches), Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi. Psykhelerin Kayığı Evi’nin mozaikleri, bölgedeki diğer pek çok evin de tecrübe ettiği gibi üç farklı ülkedeki müze ve akademik kurumlar arasında paylaştırıldı. Hatay Arkeoloji Müzesi, Louvre Müzesi ve Kuzey Amerika'da beşten fazla kurum ve koleksiyoner. Bu evden sökülen, hediye edilen veya satılan mozaiklerin nerede olduğunu öğrenmek için Amerika Birleşik Devletleri'nde kapı kapı dolaşarak yaptığım araştırmalar, dağılma sürecinin ve bu evin tarihsel bağlamının çok daha derin sorunlarla karşı karşıya olduğunu ortaya koydu. Evlerin mozaikleri hala dolaşım halinde. Bu evdeki mozaiklerin bir kısmı son birkaç yıl içinde Philadelphia Amerikan Felsefe Derneği, Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi, Princeton Üniversitesi ve Philadelphia Sanat Müzesi arasında bağışlandı ya da satıldı. Bu gelişme, mozaiklerin parçalanma ve dağılmasının halen devam ettiğini ve bu durumun objenin tarihsel öneminin ve onların Geç Antik dönemde yaşadığı deprem deneyiminin tarihsel bir kayıt olarak değerlendirilmesinin önüne geçtiğini gösteriyor. Europa, Psykhelerin Kayığı Evi. Baltimore Sanat Müzesi, Maryland/ABD, 2023. ( Fotoğraf: Ezgi Erol) Benzer bir uygulama Princeton Üniversitesi'nin kazılarını finanse eden ve mozaiklerin bir kısmına sahip olan Baltimore Sanat Müzesi'nde de görülüyor. Müzede mozaiklerin sergilendiği alana Antioch Court adı veriliyor. Mozaikler duvarlara rastgele yerleştirilmiş ve avlu düğün ya da kutlama resepsiyonları için de kullanılıyor. Europa mozaiğinin ( yukarıda) önündeki masa genellikle içecek servisi için kullanılıyor. Işık mozaiğin algılanışını önemli ölçüde etkilerken, müzenin düzensiz aydınlatması ve pencerelerden avluya giren gün ışığı mozaiklerin etkisini azaltıyor. Mozaiğin farklı boyutlardaki özgün algısını bozan müdahalelerden biri de, zemin mozaiklerinin deprem ya da başka olaylarda hasar gören kısımlarının boyanarak duvara asılması. Daphne bölgesinin Europa mozaiği renkli cam ve taş tesseralarla zenginleştirilmiş. Kuşlar, yapraklar ve taçlı başlar gibi detayların yer aldığı mozaikte [13] , Zeus'un boğaya dönüşerek Europa'yı Sidon'dan kaçırıp Girit'e götürmesi ve ona tecavüz etmesi efsanesinden önceki sahne tasvir edilmiş. [14] Europa'nın bu hikâyesi mitolojide zorunlu göç olarak da bilinir. [15] Mozaik, özellikle boğanın olduğu kısım olmak üzere depremlerden zarar görmüş ve gün yüzüne çıkarıldığında pembe tuğla renkli sırtının sadece küçük bir kısmı ortaya çıkmış. Müze, mozaikler için özel bir boyama tekniği kullanarak boğayı Europa mozaiğine tekrar eklemiş. Bu müdahale, müzenin mozaiklerin yıllar içinde doğal olarak aşınmasını tarihsel bir zenginlik veya tarihsel bir kayıt değil, bir eksiklik olarak gördüğünü gösteriyor. Kısacası, depremlerde hasar gören ve daha sonra kazılarla ortaya çıkarılan bu mozaiklerin asıl yerleşim yerlerinden bugünkü müze ortamına taşınmış olması, antik dönemdeki depremlerin izlerine dair bilgileri gizliyor. İnsanların ve objelerin eşzamanlı göçüne dair yeni bir hikâye yaratma imkânını elimizden alıyor. Ayrıca 6 Şubat 2023 depreminde Antakya kenti ve çevresinin kaybına tanıklık eden bizleri, mozaikle deprem üzerinden ilişki kurma, tarihiyle ortaklık kurma ve birlikte yas tutma imkânından mahrum bırakıyor. Aynı bölgeden gelen insanlar bir müzede maddi kalıntılarla karşılaştıklarında, geçmişteki çeşitli olaylarla ve çok katmanlı tarihle ilişki kurma arzuları göz ardı edilmemeli. Zira antik bir evin mozaiklerinin kolonyal modernitede estetik bir form olarak dağılma sürecine dair deneyimleri bir kültürel temellük hikayesi ve bu müzeler, akademik kurumlar ve özel koleksiyonlar tarafından paylaşılan ve dağılan ortak bir sahiplenmeye dair bir mülkiyet arzusunu ortaya koyuyor. İnsanların maddi kalıntılarla ilişki kurma arzusu, bu kolonyal pratiğe karşı bir söylem üretebilir. Günümüzde insanlar ve objeler arasında neredeyse hiçbir ilişki kurulmuyor ve bir toplumsal alan olarak müzelerin ihtişamı ve devasa mekânları içinde bu ilişkisizlik "normal" görünüyor. Bu yazıda kayıp, terk edilmiş yurt olarak ve kazılmış ev kavramlarını bir araya getirerek ortak bir evin metaforik imgesi üzerinde düşünmeye çalıştım. Amacım, birleştirici yas mekânları üzerine düşünmek ve objelerin hikâyelerini insan hikâyelerine benzer şekilde ele almak. Kazılan evlerin taban mozaiklerinin bir daha asla bir araya gelmeyeceği ve bu dağılmanın evin uzamını genişletmediği aşikâr, tıpkı kaybedilen onca ev ve paramparça olan onca hayat gibi. Ancak üç evdeki bu hayatların ve objelerin yeniden bir araya getirilmesi, yerelde ya da diasporada yaşayan insanların bilgi ve deneyimleriyle, onlarla kurulacak adil bir ilişki ağı içinde gerçekleştirilebilir. Mesele, maddi kalıntıların tarihte kime ait olduğu değil, onların hikayesini kimin anlatabileceği. Başka bir deyişle, ortak bir hafıza, insanların ve objelerin tanıdık bir yer, olay veya dağılma zamanına ilişkin deneyimlerini paylaşmaları yoluyla yeniden düşünülebilir. Bir objenin, maddi bir kalıntının sessizliği, onu konuşturmamak, onun bilgisine boyun eğdirmek anlamına geliyor. Bu şekilde objeler yerlerinden ediliyor, evleri dağılıyor, anlamları ve bağlamları daralıyor. Geçmişteki uygulamalar bugün arşivler ve müzeler aracılığıyla sömürgeci bir bakış açısıyla yeniden üretiliyor. Müzeler buna, bu maddi kalıntıların kolonyal koşullar altında edinilmesinin sosyal ve kültürel tarihi üzerine eleştirel ve anti-kolonyal bir muhakeme yürüterek karşı koyabilir. Yoksa ne insanlar ne objeler için ne yurt genişliyor ne ev. [16] [1] 1934 yılında açılan müze, İskenderun bölgesinin Türkiye tarafından Hatay olarak ilhak edilmesinden sonra 1948 yılına kadar kapalı kalmıştır. Daha sonra bugünkü Hatay Arkeoloji Müzesi olarak faaliyete girmiştir. [2] Bkz. Can, Şule ve Levent Duman. 2022. “Fransız Manda Dönemini 'İçeriden' Hatırlamak: Hatay'da Bir Sözlü Tarih Çalışması”. İçinde Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Nr. 49, Denizli: 505-517. DOI:10.30794/pausbed.996866, s. 506. [3] Guttstadt, Corry. 2008. Die Türkei, die Juden und der Holocaust. Berlin-Hamburg: Assoziation A, 158-159; Erol, Ezgi. 2019. Mulberry Tree. Video essay: Diploma artwork, Academy of Fine Arts Vienna. https://ezgi-erol.net/mulberry-tree/ ; Erol Ezgi. 2022. “Wessen Kulturerbe? - Einführende Überlegungen zu den Ausgrabungen im Nahen Osten unter französischem Mandat”. migrazine - Online Magazine by Migrant Women* for Everyone. https://migrazine.at/artikel/wessen-kulturerbe-einfuhrende-uberlegungen-zu-den-ausgrabungen-im-nahen-osten-unter , Erişildi: 02.07.2024. [4] Can, Şule. 2023. Musa Daği Ermeni Direnişi, 1939 Göçü ve Araplar*. İçinde Arapların 1915’i. Soykırım, Kimlik, Coğrafya. derl. Emre Can Dağlıoğlu, İstanbul: İletişim, s. 239. [5] Duman, Levent. 2023. Antakya’dan Vazgeçmemek: Çok Kültürlülüğün Yeniden İnşası. https://www.nehna.org/post/antakya-dan-vazgecmemek-cok-kulturlulugun-yeniden-insasi Nehna. Erişildi: 02. 7.2024; Magemizoğlu, Gizem. 2021. “The Jews of Antioch in Modern Times”. Australian Journal of Jewish Studies XXXIV: 24-43, s. 31. [6] Can, 2023., s. 258. [7] Mozaik diaspora kavramı, Paul Basu’nun (2011) “obje diasporası” kavramına dayanmaktadır. Basu, Paul. 2011. “Object Diasporas, Resourcing Communities: Sierra Leonean Collections in the Global Museumscape”. Museum Anthropology, s. 28 – 42. [8] Erol, Ezgi. 2022. “The Second Abduction of Europa”. In to touch at the edge, ed. by KO-OP Space, Sofia, BG, s. 152. [9] Bkz. Beyen, Kemal, Mustafa Erdik, Cihan Mazmanoğlu. 2003. “Geçmişten Günümüze Antakya'nın Sismik Aktivitesi ve Yapılması Gerekenlerin Uluslararası Bir Konferans Işığında Değerlendirilmesi”. TMH - Türkiye Mühendislik Haberleri, Nr. 423/, 2023/1. [10] Pamir, Hatice. 2023. “Helenistik Dönem ve Roma Dönemi’nde Antiokheia/Antakya’da Yaşanan Depremlerin Etkileri ve İmar Faaliyetleri”. İçinde İnterdisipliner Yaklasimla Hatay’da Afet Deneyimi: 6 Şubat 2023 Depremini Tarihe Not Düşmek, derleyen Veysel Eren, Ankara: Nobel Akademik Yayın, s.35. [11] Pamir, 2023, s. 57-58. [12] a.g.e., 61 [13] Levi, Doro. 1947. Antioch Mosaic Pavements I and II. Princeton University Press, s. 170; Erol, 2022, s.153. [14] Levi, 1947, s. 169-171. [15] Bu argüman yazarın ve "of sea, leaves, sunshine, and red" (2022/devam ediyor) adlı sanatsal araştırmasının bir parçasıdır. Daha fazla bilgi için: https://ezgi-erol.net/of-sea-leaves-sunshine-and-red/ [16] Bu metinde yer alan bazı argümanları, yakında uzman bir yayında girecek olan “Europa’s Dispersal: Mosaic Diaspora from Antioch and its Vicinity” adli makalemde ayrıntılı olarak tartışıyorum.
- Dünya Klasiği Küçük Prens’in Antakya Arapçasına Çevirisi Heyecan Yarattı
Yusuf Gasseloğlu aslen Gümüşgözeli (Yakto) bir doktor. Kendisi geçtiğimiz aylarda herkesçe bilinen Küçük Prens adlı romanın Latin harfleriyle Arapça çevirisini yaptı. Kitap Sivil Düşün’ün Anadolu Dillerinde Küçük Prens projesi kapsamında gerçekleşti. Bu vesileyle Gasseloğlu’yla kitabı vesilesiyle, Antakya’yı, depremi ve bölgemizde Arapça’nın durumu konuştuğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik. Röportaj: Mişel Uyar Merhabalar, Nehna'ya sizden gelen bir mesajla çok heyecanlandık. Küçük Prens'in Latin alfabesiyle Arapça çevirisini yaptığınızı öğrendik. Öncelikle bizimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Antakyalısınız, doktorsunuz… Çalışma hayatınıza Antakya bölgesinde mi başladınız? Ben mezun olduktan sonra Muş Malazgirt'te mecburi hizmetimi yaptım. Ardından Mustafa Kemal Üniversitesi'nde uzmanlığımı aldım. Göz hastalıkları uzmanıyım. Daha sonra 2,5-3 sene yine mecburi hizmet olarak Şırnak'ta çalıştım. Ardından kurum içi atamayla Samandağ'a geldim. Depremden önce mi geldiniz? Evet, yaklaşık 6 yıldır Samandağ'da çalışıyorum. Konumuz Küçük Prens kitabının çevirisi ancak depremle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Deprem için öncelikle bütün vefat edenlere Allah'tan rahmet diliyorum. Halen tedavi almakta olanlar var. Onlara da Allah'tan şifa diliyorum. Çok büyük bir kayıp oldu bizim için. Sevdiklerimizi kaybettik, canlarımızı kaybettik, şehrimizi kaybettik. Depremde en çok ağır yara alan şehir Antakya oldu. Neredeyse %90'ı yok oldu. Mekânlarıyla, hafızasıyla şehrin yeniden imar edilmesi için uzun bir süre gerekiyor, öyle görüyorum maalesef. Umarım hep birlikte el ele vererek şehri yeniden kalkındırmaya çalışırız. Temennim bu şekildedir. “Antakya binlerce yılın birikimi olan bir şehir” Ne yazık ki Antakya'ya her geldiğimde daha da kötü halde görüyorum ve üzülüyorum… Çünkü bu şehir 10 yıl önce 20 yıl önce kurulmuş bir şehir değil. Binlerce yılın birikimi olan bir şehir. Halen üzerinde iskân olan nadir tarihi şehirlerden bir tanesi. Katman katman her döneme ait kalıntılar bulabiliyoruz, yazıtlar bulabiliyoruz, tarihi eserler bulabiliyoruz. Binlerce yıldır halen burada yaşayan toplumlar var. Bu anlamda Antakya özel bir şehirdir. İnşallah hep birlikte el ele vereceğiz ve tekrar bu şehri imar edeceğiz. Şehirde geziyorsunuz, her yer toz, her yer yıkıntı. Hala şehir içinde yaşayanlar için çok ciddi bir hayati riskler taşıyor. Yani hakikaten zor. Herkes için çok zor. Umarım en kısa zamanda atlatacağız. Nehna olarak bu kitabı görünce gerçekten çok sevindik. Antakya bölgesinde en yaygın konuşulan dillerden birisi Arapça. Arapça konuşma dili olarak çok yaygın ama yazı dilinde, edebi dilde bir karşılığını göremiyoruz. Çünkü ne yazık ki insanlarımız okuma yazma bilmiyor. Geçmişte belki büyüklerimiz, yaşı ilerlemiş insanlar veya dini görevliler dışındakilerin neredeyse hiçbiri artık Arapça okuma yazma bilmiyor. Tüm bu olumsuz duruma rağmen Küçük Prens’i Latin alfabesiyle Arapça çevirisini yaptınız. Aslında şunu belirtmek lazım. Arapça çok özel bir dil. Bildiğiniz üzere Arapça, Arap harfleriyle yazılır ve okunur. Yani bu tarih boyunca dönem dönem tartışılmıştır. Latin harfleriyle yazılır mı, yazılmaz mı? Genel olarak buna çok sıcak bakılmamaktadır. Sebebi de Arapçanın kendine has seslerinin olmasıdır. Arapçanın diğer bir adı da Lugat ıt dhat’tır. Dhat dili denilir. Dhat harfi bütün dünyada sadece Arapçada olan bir ses. Bu bile başlı başına bir örnektir. Bu sebepten ötürü aslında Latin harfleriyle yazıma çok sıcak bakılmamaktadır. Ancak bahsettiğiniz olumsuz durumu toplum olarak bir şekilde aşmamız gerekiyor. Ve ara çözüm olarak bu şekilde, Latin harfleriyle yazmaya karar verdik. Latin harfleri Arapçayı kısıtlıyor mu peki? Kısıtlar. Muhakkak kısıtlar. Kitabın çevirisini yaparken de yaşadığımız en büyük tereddütlerden bir tanesi de buydu. Acaba anlam kaybı olur mu veya biz bunu nasıl aşabiliriz? Çünkü en ufak bir nokta bile Arapçada farklı bir kelime veya farklı bir anlama dönüşebiliyor. Burada bizi kurtaran şey ise günlük konuşma dilinde yazıyor olmamız. Günlük konuşma dilinin daha az kurallı oluşu bize özgürlük alanı, genişlik sağladı. Son yıllarda sosyal medyayla daha çok haşır neşir olduk. Mesaj atacağımız zaman hızlıca bir şeyler yazmamız gerekiyor. Yazarken kurallara genelde bakmıyoruz. Bu alan sayesinde biz Latin harfleriyle çok daha seri bazı şeyleri yazabiliyoruz. Arapça okuma yazma bilmeyen kişiler için bu bir kolaylık. Latin alfabesinde olmayan bazı Arapça seslerin rakamlarla veya farklı harflerle sembolize edildiğini görüyoruz. Evet, kitapta da aynı tekniği uyguladık. Örneğin Arapçada kef ve kaf harfleri vardır. Bildiğimiz k harfini biz kef olarak aldık. Kaf harfi için de k'nin altına nokta koyma suretiyle simge olarak bu şekilde kullandık. “Önemli olan Arapça okumayı ve yazmayı bilip onun üzerinden yola devam etmektir.” Latin harfleriyle Arapça yazma biraz daha evrenselleşmiş gibi. Mesela Lübnan ve Suriye'dekiler de aynı şekilde kullanıyorlar herhalde. Benzer şekillerde kullanıyorlar ama evrenselleşmiş noktasında yine de bazı harfler için farklı kabuller ve tartışmalar var. Son yıllarda internet çağıyla birlikte tüm dünyada gençler arasında yaygın bir şekilde Latin harfler kullanılıyor. Ama geleneksel olarak bu tartışmalı bir konu. Önemli olan Arapça okumayı ve yazmayı bilip onun üzerinden yola devam etmektir. Bunun bir geçici çözüm olduğu, bir ara çözüm olduğu muhakkak unutulmamalıdır. Siz Arapça okumayı yazmayı ne zamandır ve ne kadar biliyorsunuz? Ortalama diyebiliriz. Ben çocukluğumdan beri okuma biliyorum. Yazım daha zayıf idi. Okuma biliyorum ama hep aklımda Arapça seviyemi artırmak vardı. Açıkçası yaklaşık 4 sene önce kardeşimin eşi hamile kaldığında aklıma yeğenime ne miras bırakabilirim diye bir soru düştü. Bırakabileceğim en iyi mirasın maddi değil elbette manevi miras olduğunu düşündüm. En güzel manevi miras da ana dil olacaktır. Ben yeğenime Arapça öğreteceğim ama benim Arapçam ne durumda? Zaten yıllardır bu sorun hep aklımdaydı. Bir ara oturup Arapçamı daha iyi bir seviye getireceğim gibi düşüncelerim vardı. Fırsat bu fırsat dedim ve yaklaşık 4 yıldır çalışıyorum. Kendiniz mi çalıştınız, bir kursa gittiniz mi? Kendim de çalışıyorum. Online bir kursa da katıldım. İkisini birlikte götürdüm. Arapça dil bilgisi, okuma ve yazma konusunda gün gün kendimi geliştirdiğimi düşünüyorum. Kısa zamanda edebi ve teknik konularda tartışabilecek seviyeye gelmeyi umut ediyorum. Herkese de muhakkak çalışmalarını tavsiye ederim. Ne yazık ki ülkemizde Arapça hep İslam’la bağdaştırılıyor. Arapça konuşan herkes inançlı bir Müslüman olmak zorunda gibi düşünülüyor. Ama aslında Arapça çok geniş bir coğrafyanın konuştuğu dil. Yüz milyonlarca insanın konuştuğu ve içerisinde Alevisi, Sünnisi, Hristiyanı, Yahudisi birçok insanın konuştuğu ortak bir dil. Bunu sadece İslam’la bağdaştırmak aslında dile de bir kısıtlama getiriyor. Ülkemizdeki kurslarda genelde dini temelli Arapça dersleri veriliyor. İnsanlar din temelli olmayan kurs veren mekân bulmakta zorlanıyor. Siz böyle bir zorluk yaşadınız mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Evet, tek bir alana sıkıştığını ben de gözlemliyorum. Arapça sadece dinle ilişkilendiriliyor. Aslında şöyle düşünmek lazım; Arapça şu an Birleşmiş Milletlerin altı resmi dilinden bir tanesi. Edebiyat, sanat, felsefe, hukuk, tıp, tarih, astronomi, bilim vb. aklınıza hangi alan gelirse gelsin, Arapça bilmediğiniz vakit o alanla ilgili masanın bir ayağı eksik oluyor. Yüzyıllar boyunca Arapça dünyadaki en önemli dillerden biriydi ve halen de böyle. Arapça halen önemini korumaktadır. Dolayısıyla dili sadece tek bir alana sıkıştırmamak gerekiyor. Eğitim noktasında ise hem insanların ilgisi azaldı, hem de okuma kursları verebilecek yerler azaldı veya yok. Birbirini besleyen bir süreç diye düşünüyorum. Ve bu ilgi azlığı son yıllarda ortaya çıktı gibi görüyorum. Kurs vb. ararken burada önemli olan okumayı öğrenmektir. Kişi daha sonra dilerse ilgisini çeken alanda kendisini geliştirecektir. Çocukluğunuzda ailenizde genelde Arapça konuşuluyordu değil mi? Kesinlikle evet. “Çevremde Arapça 5-10 sene gibi yakın bir gelecekte maalesef yok olma noktasına gelecek.” Çevrenizde nasıl peki şu anda? Günlük hayatta Arapça konuşuluyor mu? Siz nasıl görüyorsunuz Arapçanın bölgedeki gidişatını? Çocukluğuma kıyasen; ailede konuşulsa da etrafta gittikçe çok daha az konuşulduğunu gözlemliyorum. Bunun birçok sebebi vardır elbette. Ancak 5-10 sene gibi yakın bir gelecekte yok olma noktasına gelecek. Bu maalesef çok üzüntü verici bir durum. Hızlı bir şekilde gerekli çözümleri hayata geçirmeliyiz diye düşünüyorum. Yakın geçmişte ve günümüzde büyüklerimiz, anne babalarımız Arapça öğretmeyelim Türkçesi bozulur gibi ne yazık ki yanlış bir mantıkla bize Arapça öğretmediler ya da öğretmek istemediler. Bizim aksanımızın bozuk olmasının sebebinin aslında doğru şekilde Arapça ve Türkçeyi öğrenmediğimizden olduğunu düşünüyorum. Bu da anadilde eğitimden geçiyor. Bir dille ilgili eğer yeterince emek harcarsanız, o dil üzerine iyi bir eğitim alırsanız o dili neredeyse ana diliniz gibi konuşabilirsiniz veya doğal konuşucuları gibi konuşabilirsiniz. İkinci bir nokta var, bir dili bilmek diğerini bozmuyor. Aslında o dilin bozuk olmasının sebebi o dille ilgili olan eğitimin ve çabanın eksik olması. Üçüncü durumda ki bu algı ülkemizde çok yaygındır: ‘’Bir dili konuşuyorsan aksansız konuşman gerek’’ fikri. Bu da dili öğrenirken bize büyük bir zorluk çıkarıyor aslında. Yani bir buçuk milyar nüfusa dayanan Hindistan'daki insanlar İngilizce konuştuğunda kişiyi biz hiç görmesek bile konuşanın aksanından Hintli olduğunu anlıyoruz. Çünkü Hint aksanı ile İngilizce konuşuyor. İspanyollar veya Fransızlar için de geçerli bu durum. Amerikan aksanı var. İngiliz aksanı var. Fransız aksanı var vb örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla aksana yönelik ülkemizde yerleşen bu algıdan ötürü biraz dil eğitimimiz sekteye uğruyor diye düşünüyorum. Eğitimciler muhakkak daha derinlemesine analizler yapacaktır ama benim kişisel gözlemim bu şekilde. İnsanlar sanki aksanlı konuşunca eğitimsiz insan, kötü vatandaş olarak algılanıyor. Hâlbuki dediğiniz gibi biz doğru Arapça öğrenip aynı zamanda aksanlı bir Türkçe’yle konuşabiliriz. Bu gayet normal bir şey. Gayet insani bir konu. İnsan aksanlı konuşunca ona gülünecek, onunla dalga geçilecek bir utanç konusu haline geliyor. Gerçekten son dönemde özellikle bu konuda çok fazla sosyal medya üzerinden bölgenin toplumunu, toplumun içinden gelen insanlar bu durumu bir mizah unsuru haline getiriyorlar. Elbette bu konunun mizahı olabilir ama aksanlı konuşmak kişinin utanması gereken bir durum olduğunu göstermiyor. Evet adına mizah denilen bu utanç tablosu son birkaç yılda bu arttı. Burada ben şu noktayı eleştiriyorum. Aksanlı konuşmadan ötürü bir mizah belki yapılabilir. Yapılıyor. Bunun sayısız dizi, film örneği de var. Yine Antakya özelinde çok sayıda takipçisi olmaya başlayan ve gün geçtikçe daha fazla ilgi toplayan influencerlar, youtuberlar var. Burada benim eleştirdiğim nokta aksanlı konuşmadan ziyade yanlış konuşma.Yanlış konuşmadan kastım, cümleye Arapça başlayıp Türkçe devam ediyorlar veya tam tersi Türkçe başlayıp Arapça devam ediyorlar. Evet böyle “yarım yarım” konuşan insanlar var ve bu maalesef her iki dile de zarar veriyor. Özellikle kaybolmaya yüz tutmuş Arapçaya daha çok zarar veriyor. İnfluencerların da bunları tekrar etmesi bir pekiştirmeye sebep oluyor. Bu da bir olumsuz pekiştirme ve yanlış bir şey. Eleştirdiğim nokta bu. İnfluencerların bu konuda kendilerini sorumsuz hissetmemesi gerekiyor. Ülkemizde anadilde eğitim yok. Anadilde eğitim veren okullar olsaydı sizce hem Türkçe hem de Arapça daha doğru konuşulur muydu? Kesinlikle. Türkçe daha doğru konuşuluyor zaten. Arapça da aynı şekilde daha iyi ve doğru konuşulurdu. Bir dilde okuma ve yazma öğrenmek o dili kesinlikle geliştirecektir. Bu soruyla bağlantılı olarak ilkokul öncesinde ne yapılabilir sorusu geliyor aklıma. Aileler yabancı dili daha iyi öğreneceklerini umarak çocuklarına ilkokul çağından önce İngilizce veya başka bir yabancı dil öğretmeye çabalıyor. Buradaki temel nokta o dile verilecek olan emek ve kaliteli bir eğitim. Emek olduğu sürece ister Arapça olsun ister başka diller olsun elbette ki gayet düzgün bir şekilde konuşulabilir. Arapça özelinde ise ilkokuldan önce sadece anadilin öğretilmesi taraftarıyım. Birçok dil bilimcinin tavsiyeleri de genelde bu doğrultuda. Anne-babaların çoğu dil bilimci veya bu konuda uzman eğitimci değil. Dolayısıyla iki dili aynı anda götürmek zor oluyor. Sonuç olarak ‘Yarım Yarım’ konuşan insanlar artıyor. Bunun olumsuz örneklerini çok yaygın şekilde görmekteyiz. “Bir dünya klasiğinin kendi lehçemizde olması ilgiyle karşılandı.” Gelelim kitaba. Nasıl oldu bu süreç? Küçük Prens’i çevirme hikayeniz nasıl başladı? Son birkaç yıldır Arapça üzerine çalışıyorum. Bu süreçte kitap okuma, bazı edebi eserleri bulma ihtiyacı hissettim. Özellikle bizim lehçemizde sınırlı ürün olduğunu fark ettim. Daha sonra tesadüfen sosyal medyada “Anadolu Dillerinde Küçük Prens” isimli bir projeyle karşılaştım. Ermenice, Lazca, Hemşince gibi kaybolmaya yüz tutmuş dillere çevrisi yapılmış olan Küçük Prens’in Arapçasının olmadığını gördüm. İlgili proje kapsamında talepte bulundum. Süreç o şekilde başladı. Onlar size dönüş yaptılar değil mi? Evet, kendileri dönüş yaptılar. Arapçası yok ama yapılabilir dediler. Bu konuda katkı sağlayabilirim; bizim lehçemizden, Antakya’mızdan bir şey olsun düşüncesiyle destek olabileceğimi söyledim. Ben tercüman değilim, yazar veya dil bilimci değilim. Bu alanda çalışmıyorum dolayısıyla biraz tesadüfen oldu. Bu şekilde çalışmaya başladım. Onlar da sağ olsun bana yardımcı oldular ve karşılıklı bu süreci yürüttük. Bu arada bu projenin hazırlanmasında Sivil Düşün ’ünün destekleriyle projenin oluşturucusu Özlem Durmaz’a ve tercümede emeği geçen Salih Kocaoğlu’na teşekkür etmek isterim. Çeviriyi hazırlarken yardım aldınız mı? Anlamını bilmediğiniz kelimeler olduğunda nasıl çözdünüz bu konuyu? Kitabın hazırlığının bir kısmında arkadaşım Salih Kocaoğlu ile çalıştık. Kitabın yaklaşık yüzde altmış kadarını birlikte hazırladık. Arkadaşım denizci, uluslararası sularda gemi kaptanı. İşinden ötürü şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Sonrasında ise baştan sona kitabın tekrarı ve nihai hali benim elimden geçti. Bu noktada biz kitabı sade ve günlük konuştuğumuz dilde yazmayı hedefledik. İşin açığı çok zorlanmadık. İstediğimiz anlamı rahatlıkla bulduk. Hatta bu vesileyle lehçemizin zenginliğine bir kez daha hayran kaldık diyebilirim. Sadece bazı kelimeleri, teknik terimleri sözlük yardımıyla çevirip kitaba koyduk. Yine ara ara etraftan, aile büyüklerinden bazı kelimelerin daha sade ve doğru halini bulabilme adına destek aldık. Elimizdeki çeviriyi orta halli Arapça bilen birisi biraz çabayla okuyabilir diye düşünüyorum. Biz bunu çok kıymetli buluyoruz. En azından bölgemizde kullanımı yavaş yavaş azalan anadilimiz ile ilgili böyle bir çalışma yapılması belki ufak da olsa bu sürece bir katkıda bulunur. Belki de insanlarda ufak da olsa bir heyecan yaratır ve belki de önümüzdeki süreçte başka projeler için bir adım olur. Sizin de elinize sağlık, çaba harcamışsınız, bayağı uğraşmışsınız ve Küçük Prens’i en azından Türkiye'de ki Arapça okuma yazma bilmeyen ama konuşabilen insanların faydalanabileceği bir eser haline getirmişsiniz. Evet beklenilenden fazla bir heyecan yarattı diyebilirim. Bir dünya klasiğinin kendi lehçemizde olması ilgiyle karşılandı. Kendi lehçemizde çok daha fazla yayın yapılmasını temenni ederim. Bu konuda çok ilgili ve tecrübeli kişiler var. Gençler arasında maalesef Arapçanın imajı çok kötü. Yani Arapçaya kötü gözle bakan, aşağı seviye gören, umursamayan, bozuk olduğunu iddia edenler, hakaret edenler bile var. Aslında bu kitabi bizim lehçemize tercüme etmiş olmamız bu tür düşüncelere belki de cevap niteliği taşıyor olabilir. Lehçemiz ile kültürel çıktılar arttıkça bu olumsuz düşüncelerin azalacağını umuyorum. Bu konuda çok haklısınız. Özellikle Arapçayı küçük görme, Arapça konuşanı küçük görme veya lehçeli, şiveli konuşanı küçük görme yaklaşımı ne yazık ki bölgemizde birçok insanın Arapça öğrenmesinin önüne geçiyor. Aksanlı konuşmanın aslında bir sorun olmaması gerekiyor. Az önce sorduğunuz soruda da açıklamıştım. Özellikle çocukların küçük yaşta alacağı eğitim çok önemli. Çünkü dil öyle bir şey ki çocukken öğrettiğinizde çok daha kalıcı ve çok daha doğru oluyor. Belli bir yaştan sonra bunu öğrenmek çok daha zor oluyor. Ayrıca bu olumsuz düşüncelerin önüne geçmenin yolu dilin önemini hatırlatmaktan geçiyor. Bu noktada aile büyüklerine, entelektüellere ve toplum önderlerine büyük görev düşüyor. “Arapça bilmeyen kayıp bir nesil” Hepimizin ailesi, annesi, babası Arapça biliyor ama çocuklarına belki öğretmekten imtina ediyorlar veya ettiler. Sonuçta doğru Arapça konuşmayan bir nesil yetişiyor. Hâlbuki bölgemizin Arapçası kendine özgü. Mesela bizim kullandığımız Arapça lehçesinde olan bazı kavramlar Lübnan, Suriye’de yok. Yani lügat açısından, dil bilimi açısından Arapça ama orada yok. Orada olan bazı kavramlar burada yok. Yani buranın kendine özgü olan dili aslında yok oluyor. Bu aynı zamanda bir kültürel mirasında yok olması demek oluyor. Maalesef öyle. Arapça bilmeyen kayıp bir nesil. Arapça’nın şehirden şehire, bölgeden bölgeye, mahalleden mahalleye hatta bir sokaktan diğerine değişen bir yapısı var. Bu dışarıdan bakılınca biraz garip gözükse bile ben bunu zenginlik olarak görüyorum. Birçok dil bilimciden duyduğum ve okuduğum kadarıyla da bu bir zenginlik. Her coğrafyanın kendine özgü bir dil yapısı var. Antakya ve civarının da kendine özgü bir dil yapısı var. Buna sahip çıkılması gerektiğini ve aktarılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için daha fazla kaydedilmiş yazılı ve sesli materyale ihtiyaç var. Maalesef yakın gelecekte Arapça bu bölgede kaybolmaya yüz tutmuş. Ama en azından geleceğe bir umut ışığı taşıyabilmek hepimizin görevi diye düşünüyorum. Bölgemizde yoğun bir Suriyeli nüfusu var. İyi kötü, doğru yanlış, bu tartışmayı bir tarafa bırakırsak bölgemizde Arapçanın belki daha uzun zaman kullanılma şansını yarattı diyebilirim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Suriyelilerin bu bölgede yoğun olması Arapçanın ömrünü burada biraz daha uzatacaktır. Ancak şunu belirtmem gerekiyor: Antakya bölgesinde konuşulan Arapça kendine has bir lehçe. Şehrimize gelen Suriyelilerin konuştuğu lehçe ise ağırlıklı olarak Halep lehçesi diyebilirim. Birbirine çok yakın ama bazı farklılıklar var. Arapçayla ilgili olumsuz görüşe sahip olan bazı kişilerin şöyle bir düşüncesi olduğunu gördüm: “Suriyelilerle bile anlaşamıyoruz.” . İşte bakın bizim Arapçamız kötü, bizim Arapçamız eksik gibi yorumlar var. Gelen Suriyelilerin konuştuğu Arapça ağırlıklı olarak Halep lehçesi. Bizim lehçemiz farklı. Dolayısıyla farklılıklar olacaktır. Bu bizim lehçemizin eksik olduğunu göstermez. Bizim konuştuğumuz lehçe daha çok kıyı şeridi lehçesi diyelim. Gerçi onların arasında da farklılıklar var. Resmi Arapça dediğimiz Fusha, Fasihadır. Klasik Arapça, Edebi Arapça, Kur'an Arapçası gibi adlandırmaları da var. Klasik Arapçaya, modern kelimelerin eklendiği işte örneğin bisiklet, uçak. Bunlar 200-300 yıl, 500 yıl önce yoktu. Modern kelimelerin eklendiği dile Modern Standart Arapça deniliyor. Resmi yazışmalarda-görüşmelerde, televizyon ve basın yayın organlarında kullanılan Arapça da bu. Arapça’nın belli başlı lehçeleri ve alt kolları var. Örneğin Mağrib lehçesi, Irak, Suud lehçeleri, Körfez lehçesi, Suriye lehçesi gibi. Suriye lehçesinin de alt kolları var. Bunlardan bir tanesi Halep lehçesi, Dimeşk-Şam lehçesi, Lübnan, Ürdün, Filistin lehçeleri gibi. Haritada Doğu Akdeniz'i düşündüğünüz vakit Ürdün, Filistin, Lübnan biraz daha kuzeyi düşündüğümüz zaman bu bölgede konuşulan lehçe %95-98 oranında birbirine benzerdir. Kabaca Levanten lehçesi olarak da adlandırılır. Dolayısıyla Doğu Akdeniz'de konuşulan bu lehçenin bir parçası olarak biz de Arapça’nın bu lehçesini konuşuyoruz. Türkiye içerisinde Arapça konuşulan çok bölge var. Mardin bölgesi, Urfa bölgesi, Antakya bölgesi gibi. Bir Mardinlinin Arapça konuşması ile bizim Arapça konuşmamız arasında ciddi farklılıklar var. Anlaşmakta zorlanabiliyoruz. Keza Urfalılar da öyle. Coğrafyayı düşününce çok geniş bir alanda bu farklılığın olması gayet normal. Aynı zamanda kültür ve yaşam tarzı da farklı. Mesela Mısır bambaşka bir dünya. Irak bambaşka bir dünya. Böyle bir gerçeklikte var . Bu tür farklılıkları ben Arapçanın zenginliği olarak görüyorum. Lehçe farklılıkları. Her bölgenin farklı bir lehçesi var. Yüzyıllar içinde etkilendikleri diller kültürler farklı oluyor. Bunun dışında farklı bir durum da var. Belki konumuzla ilgili değil ama. Mesela Suriye'yi düşünelim veya Lübnan veya herhangi bir Arap ülkesi. Tabii orada sistematik bir eğitim olunca ne oluyor? Sistemli eğitim dile bir standart getiriyor. Yani eğitim ona bir standart getiriyor. Zamanla içerisindeki kendi lehçeleri de ya yok oluyor ya da çok silikleşiyor. Bunu yine Türkiye'de Türkçenin bazı şive-ağızları içinde söyleyen uzmanlar var. Bazı yerel şivelerin zamanla kaybolacağını öngörüyorlar. Yani Türkçe için de, diğer ülkelerde Arapça için de bu geçerli gibi görünüyor. O standardizasyon aslında oradaki zenginliği bir nebze de olsa yok ediyor. Tabii. Bu, modern zamanın bir tartışma alanı. Peki Küçük Prensin Arapça çevirisi kaç adet basıldı? Şu an 500 adet basım gerçekleştirildi. Bunların çoğu ilgili derneklere, platformlara, sivil toplum kuruluşlarına dağıtıldı. Bireysel olarak yine okumak isteyenlere verildi. Bizi takip eden okurlarımız edinmek isterlerse nasıl bir yol izlemeleri lazım? Edinebilirler mi? Yeniden basımı düşünülüyor. Basıldığı takdirde yeniden bir dağıtım yapılabilir. Çok güzel. Peki kitaba dijital ortamında ulaşılabilir mi? Evet bunu bir sesli video olarak da hazırladık ve hem uygulama olarak hem de Youtube ve Spotify’da sesli hali yayına girdi. En azından kaydımızı dinleyebilirler. Hem dinleyip hem de ekrandan takip edebilirler. Okur-dinleyici o kelimenin nasıl telaffuz edildiğini de görebilecek. Kıyaslama karşılaştırma yapabilecek. Bir kelimenin burada kendi mahallesinde ve kendi köyünde farklı bir kullanımını da orada keşfedecek. Kaydı dinlemek için buraya tıklayabilirsiniz. Tekrar emeğiniz için çok teşekkürler. Gerçekten güzel bir çalışma olmuş. Umarız ki Arapça okuma yazma bilmeyenler için Latin harfleriyle bu tür çalışmalar artar. Ayrıca bölgemizde anadilimizin kullanımını belki bir nebzede olsa artırmanın yolunu açar diye umut ediyoruz.
- Suriye’nin Gözü, Kulağı: Antakya’nın Liwan Otel’i
Antakya’nın büyüleyici dokusunun arasında parlayan, Antakya’nın en önemli yapılarından biriydi Liwan Otel, şehrin zengin tarihine ve kültürel dokusuna ışık tutan önemli bir simgeydi. Liwan’ın duvarları tarihin ve yakın geçmişin sırlarına tanıklık etti. Geçen yıl yaşadığımız felaketten Liwan da kurtulamadı, ağır hasar aldı. Liwan, eski bir yapıdan ibaret değildi, aynı zamanda yaşayan bir kronikti. Antakya’nın ve Suriye’nin sessiz gözlemcisiydi. Bu yazıda bu yapının tarihine yolculuk yaparken, unutulmuş ve unutulmayan tarihin izini sürmeye davet ediyorum. Liwan Otel, 2021, Fotoğraf: Bora Selim Gül Liwan, 1920’lerin başında Şekip Nakip tarafından Suriye’nin ilk Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda binanın ilk sakini Antakyalı Suphi Bereket (Soubhi al-Barakat) ve ailesi için inşa ediliyor. Fransız kontrolündeki Suriye yıllar boyunca bu binadan yönetiliyor. Suphi Bey, Halep ve Şam’ın aynı devlet altında buluşmasında önemli rol oynayan bir isim. 1925'te Suriye devlet başkanlığından ayrılarak Fransızların Alevi ve Dürzi devletlerinin kaderiyle ilgili tutumunu protesto ediyor; çünkü Fransa, bu devletleri Suriye'ye eklemenin, yeni oluşturulan Lübnan'ın bağımsızlığını tehlikeye atabileceğinden endişe ediyor. 2008 yılında ise Liwan otel olarak hizmete açılıyor. Liwan’ın yakın tarihteki yeri çok önemli. Suriye Savaşı’nda ses getiren, bilinen isimler bu otelde kaldı. New York Times, makalelerinde birçok kez Liwan Otel’e yer vermişti çünkü Suriye hakkında yazılan birçok makale, haber bu otelin avlusunda yazılıyordu. Bir makalede Liwan’a “Hayaletler Oteli: Bu duvarların dili olsa da konuşsa” diye bir başlıkla yer veriliyor. Bu otelde genel olarak ses getiren gazeteciler, Suriyeli aktivistler kalıyordu. Hatta lafı hiç dolandırmaya gerek yok, yabancı ajanlar da kalmıştır desek yeridir, sınır şehri Antakya’dan bahsediyoruz… Yabancı turist gibi gelen ama bir ülkenin istihbaratından olduğu bariz olan kişiler de burada kalıyordu. Antakya’da bu duruma alışmıştık artık. Liwan’ın tarihinde, kalbinde yer edinecek bir kişi varsa, o Amerikalı savaş muhabiri James Foley’di. Foley, Antakya’ya her gelişinde Liwan’da kalır, otelin terasında Antakya’yı izlerken viski içer ve Suriye’ye gitmediği zamanlarda işini oradan yaparmış. 2012’de Foley ve otelin bir başka misafiri, aynı zamanda Foley’in iş arkadaşı gazeteci John Cantlie, Suriye’den Antakya’ya dönerken, sınıra ulaşamadan IŞİD tarafından kaçırıldılar. 2014’te Foley kafası kesilerek öldürüldü, katledilişi IŞİD tarafından videoya alındı ve bu video tüm dünyayı sarsmıştı. Daha sonra, Rakka ve Halep IŞİD işgali altındayken “Musul’da ve Rakka’da Yaşam” konulu propaganda videolarında John Cantlie kullanıldı. Cantlie’dan bir daha hiç haber alınamadı, ona ne olduğuna dair kimsenin bir fikri yok. Bu iki gazeteci dünyaya damgalarını vurmuştu. Antakya’da ara ara dolaşmaya çıkar, restoranlara giderlerdi, onlar da Antakya’nın bir parçası olmuşlardı artık. New York Times’ın deyişiyle “Hayaletler Oteli”nin iki misafiriydiler. Başka bir gazeteci, arkadaşı Foley’i anarken Buzzfeed’e yazdığı yazıda şu sözleri kullanmış: “James Foley’i her zaman Antakya’da hatırlayacağım. Video kamerasında bazı sorunlar vardı ve bana bir mesaj göndererek ona bir göz atmamı istedi. Liwan Otel lobisinde buluştuk. "Kardeş," dedi, "sadece viskiyle ödeme yapabilirim." Ekipmanı küçük bir Türk kahve masasına yayılmıştı.” Ölümünden sonra, Liwan Otel, misafir Foley'i hiç unutmadı. Depreme kadar otelin barında her zaman oturduğu köşede, fotoğrafıyla birlikte andı. Liwan Otel’in Barı, Foley’nin her zaman oturduğu köşede onu anan fotoğraf (2014-2023) New York Times’tan bir muhabir Anthony Shadid, Liwan’ın başka bir misafiriydi. O da Liwan’da kalırdı. Savaşın ilk yıllarında savaş muhabirlerinin Antakya’dan Suriye’ye geçerken araba ile geçmesine izin verilmiyordu. Savaş muhabirleri sınırı yürüyerek geçiyordu. Birlikte seyahat ettiği iş arkadaşına göre, Shadid’e 2012’deki sınır geçişi için at verilmiş, kendisi ata binemeyip yürümeye karar vermişti. Bu yolculuk sırasında fenalaşıp hayatını kaybetti. Antakya’da yazılmış çoğu Suriye haberi Liwan’da yazıldı. Savaşın ilk yıllarında çoğu Suriye haberinin, makalenin Antakya’da yazıldığını hesaba katarsak, Liwan’ın avlusu Suriye’nin habercisi olmuştu. New York Times’taki bir makaleye göre Liwan Otel “bir zamanlar Suriye’nin umutlarını ve korkularını taşıyordu.” Bu otelde kalan tüm gazetecilerin, aktivistlerin görüşü aynı değildi. Yazılan bazı haberler doğruydu, bazıları yalandı. Tek ortak yanları aynı avluda yazılmış olmalarıydı. Belki de savaşın asıl merkezi Liwan’dı… Tarihte, yakın tarihte ve günümüzde Liwan, yıkılmış da olsa bence Antakya’nın en önemli binası. Bazı oteller, ait oldukları şehirlerin kimliklerini, hikayelerini taşıyorlar ve aynı kaderleri paylaşıyorlar. Liwan'ın enkazını ilk gördüğümde, içimde umutsuzluk hissi yoğunlaşmıştı. Ancak, Mart 2024'te Beyrut'a yaptığım seyahat, düşüncelerimi kökten değiştirdi. Gemmayze'nin alt sokağında, Ermenistan Caddesi'nde gördüğüm bir restorasyon projesi, Liwan için yeniden umutlanmama neden oldu. Liman'ın hemen karşısındaki patlamadan etkilenen bölgede, tarihi bir Beyrut binası gördüm. Mimarisi Liwan'ınkinden farklıydı, ama enkazı Liwan'ınkiyle benzerdi. Bu bina, geçmişteki ziyaretlerimde hala onarılmaya devam ediyordu. Ancak, 2024'teki ziyaretimde, tamamen restore edilmiş halini gördüm. Binanın önüne, enkazı gösteren bir afiş asılmıştı. Restore edilen bina bu afişin arkasında parlıyordu resmen. Geri dönmüştü. Bunu gördüğümde Liwan'ın enkazının altında hala umut filizlendiğini hissettim. Yıkımın ardından yeniden doğuşun ve insanın azmi ve dayanıklılığının gücünü gözler önüne seriyordu. Gördüğüm bu manzara, insanın zorluklar karşısında nasıl ayakta kalabileceğini ve eski güzellikleri yeniden inşa etme gücünü gösterdi. Bu deneyim, Liwan'ın yıkılmış duvarlarının ardında yatan öykülerin ve hatıraların asla yok olmadığını hatırlattı. Geleceğe dair umutlarımı yeniden yeşerten bir an oldu. Liwan'ın enkazının altında bile umut filizlenebileceğini bilmek inancımı yeniden canlandırıyor. Liwan Otel’in enkaz ı Yazıda bahsedilen Beyrut binası ve enkaz afişi
- “Feminist Dayanışma Afet Zamanlarında Bambaşka Bir Önem Kazanıyor”
Uzun yıllar Mersin Üniversitesi’nde İşletme Bölümü Muhasebe-Finansman Ana Bilim Dalı’nda profesör olarak çalışan fakat 2017 yılında KHK ile üniversiteden ihraç edilen Ayşe Gül Yılgör’le Rimmen Kadın Kooperatifi özelinde kadın emeğini ve afet döneminden sonra kadın dayanışmasının önemi hakkında konuştuk. Yılgör, akademisyen arkadaşları ile Kültürhane isimli kütüphane-kültür sanat ortamı ve kafeyi hep birlikte kurduktan sonra Mersin’de SOLİNOVA Kadın Kooperatifi’nin Kurucu Başkanı olarak 4 yıl faaliyet göstermiş. 2023 yılındaki depremlerden sonra kurulan RİMMEN Kadın Kooperatifi’nin ise kuruluşundan beri içinde yer alıyor ve halen Rimmen Kadın Kooperatifi’nin ortaklarından birisi. Umuyorum ki bu röportaj, dünyanın her yerindeki kadınların -özellikle de afet dönemlerindeki- feminist dayanışmasına içeriden bir bakış sağlayarak Rimmen Kadınları’nın tecrübe ve ihtiyaçlarına ses olmayı başarır. Röportaj: Elifsena Biroğlu Rimmen Kadın Kooperatifi’nin kuruluş hikayesinden bahsedebilir misiniz? Rimmen Kadın Kooperatifi, Hatay Depremi sonrasında inanılmaz çalışmalar yapan Deprem Dayanışma Derneği’nin faaliyetlerinden doğdu. Deprem Dayanışma Derneği yardımların dağıtılması, kadın ve çocuk etkinlikleri, söyleşiler, hukuki ve tıbbi destek vb. çalışmaları yürütmüşler aylarca. Bu dönemde çokça kadınla iletişim kurmuşlar. Bu kadınlar gelir elde etmek, istihdam olanağı bulmak, ev üretimlerini gelir sağlayıcı faaliyetlere dönüştürmek ve Hatay’ın yeniden inşasına katkıda bulunabilmek arzularını dile getirmişler. Bu noktada çok sayıda kadın tartışmalar yürüttük ve en iyi örgütlenme modelinin kadın kooperatifi olacağına karar verdik. Böylece Rimmen Kadın Kooperatifi doğdu. Nar gibi bereketli olsun, nar taneleri gibi ayrı ayrı da güzel ama bir araya gelince güzelliği artsın, Hatay’ın mozaikleri gibi tüm farklılıkları kendi içinde kaynaşsın, birbirine güç katsın dileklerimizle kooperatifimizi kurduk. Çok anlamlı bir kuruluş amacı ve hikayesinden bahsettiniz. Peki kooperatifin bünyesinde hangi kadınlar hangi bölgelerde yer alıyor? Rimmen Kadın Kooperatifi; Samandağ, Defne ve Serinyol’da örgütleniyor. Çoğunlukla bu bölgelerde yaşayan ya da deprem sonrasında buradaki yakınlarının yanına gelen, çadır kentlerde veya konteynerlerle oluşturulmuş yaşam alanlarında kalan kadınlarla ilişkileniyoruz. Çok değişik yaş gruplarından, kimisi ev kadını, kimisi eğitim görmüş ama çalışma olanağı bulamamış kadınlar… Çoğunlukla evliler ve bakmakla sorumlu oldukları çocukları var. Ama her birinin tek bir ortak yanı var; hepsi çok becerikli, çok çalışkan ve üretme hevesi ile dopdolu. Fotoğraflar: Hilal Bakı Rimmen Kadın Kooperatifi olarak neler üretiyorsunuz? Sizde hangi ürünleri bulabiliriz? Kooperatifi kurarken “kendiliğindenci olmasın, biraz da olsa planlama yaparak, hedeflerimizi, örgütlenme modelimizi ve faaliyet alanlarımızı belirleyerek başlayalım” dedik. Faaliyet alanlarımızı geleneksel Hatay gıda ürünleri ve bunlardan türetilen farklı gıdalar, geleneksel Hatay Sabunu ve geliştirilmiş yeni ürünler, dikiş-nakış, halı dokumacılığı olarak belirledik. Mor Tır’ımızla perakende gıda satışı ve küçük bir kafe işletmeciliği olarak belirledik. Peki şimdilerde süreklileştirebildiğiniz üretimleriniz neler? Maalesef sadece dikiş-nakış alanında sipariş alabiliyoruz ve bu siparişleri zamanında teslim edebiliyoruz. Bu faaliyetlerden 40-45 arası kadın arkadaşımız az veya çok bir gelir elde ediyorlar, dikiş nakış bilgilerini geliştiriyorlar, kolektif karar verme pratikleri yapıyorlar. Diğer alanlarda henüz sürekli faaliyete geçemedik, sabun için özel makine yaptırdık, alt yapı vb. ve eğitimleri tamamlıyoruz, sonbaharda üretime başlayacağız. Üretim konusunda karşılaştığınız aksilikler/zorluklar oluyor mu? Bazı zorluklarla karşılaşıyoruz. Örneğin; mutfak atölyemiz için destek sağladığımız STK, 10 aydır satın alma yapamadı, Mor Tır için sadece bir yer göstermesini istediğimiz yerel yönetimler henüz olumlu bir cevap vermedi. Halı dokumacılığı için Halk Eğitim ile eğitim protokolü imzalanamadı. Bu yüzden şimdilik sadece dikiş-nakış atölyemiz düzenli çalışıyor; zaman zaman da partiler halinde belirli gıda ürünleri üretimi yapıyoruz. Kooperatif amaçlarınıza ve yaptıklarınıza bakınca Hatay’ın kültürel belleğinin de bir taşıyıcısı olduğunuz anlaşılıyor… Evet, Hatay’ın kültürel belleğinin bir taşıyıcısı olmayı hedefliyoruz. Kültürlerin uyumlu bileşimini yansıtan gıda ürünlerinin, yemeklerin unutulmamasını, bu ürünler/malzemeler kullanılarak günümüzde tercih edilen beslenme trendlerine hitap eden ürünlere dönüştürülmesini istiyoruz. Kadim kültürün çok kıymetli bir bileşeni olan defne ve zeytinyağı sabunlarımızı standartlaştırılmış ve çok sayıda üretilebilir bir hale getirmeyi, geleneksel sabunu, bölgeyi yansıtacak şekilde narenciye, kekik vb. güzel kokulu bitkilerle çeşitlendirmeyi hayal ediyoruz. Sabun üretimini uluslararası standartlara uygun hale getirmeyi hedefliyoruz. Çünkü sabun üretim atölyemizi Ticaret Bakanlığı desteğinin yanı sıra İtalyan Kooperatifler Birliği’nin de desteğiyle kuruyoruz. Rimmen’in sabunlarının İtalya’da tüketim kooperatiflerinin raflarında görebilirsek Hatay insanı ile İtalyan dostlarımız arasında, insani ve kültürel çok kuvvetli bir köprü oluşturabiliriz. Aynı zamanda Hatay, bitkisel örücülüğün birbirinden güzel örneklerini sunuyor, her biri el emeği, göz nuru ile yapılan bu ürünler de unutulmasın, yaratıcı ürün geliştirme çalışmaları yapılsın ve yurt içinde ve yurt dışında tüketicilere ulaşsın istiyoruz. Hatay öyle bitip tükenmez bir kültürel yapıya sahip ki, bizi “onu da yapalım, bunu da yapalım” şeklinde heveslendiriyor. Biliyoruz; küçük ölçekli, sınırlı bütçeli kadın kooperatifçilik bu kadar çok alana dağılmayı kaldıramaz. Akıl bunu söylüyor ama gönül de bambaşka şeyler istiyor. Tüm bu anlattıklarınızı değerlendirdiğimde, Rimmen’in kuvvetli bir feminist dayanışma alanı da olduğunu gözlemliyorum. Sizce afet sonrası dönemde feminist dayanışmanın önemi nedir? Feminist dayanışma her zaman çok önemli ama afet zamanlarında bambaşka bir önem kazanıyor. Bazen o çok büyük-çok yaygın felaketin içinde kadın olarak yaşanan özel zorluklar gözden kaçabiliyor. İşte o zaman feminist bakış ve feminist dayanışma devreye giriyor. Hatay depremi sırasında da feminist örgütler ve feminist bireyler ilk günlerin yaralarının sarılmasından bugüne kadar çok önemli katkılar sundular. Hijyen malzemeleri, ped vb. fiziksel ihtiyaçların karşılanmasına destek oldular, kadınlara özgü güvenlik sorunlarına -yardım dağıtım noktalarına ulaşırken veya çadır veya konteyner kentlerde gece tuvalete kalkarken karşılaşılabilen taciz tehlikesi- dikkat çektiler, kadın sağlığı ve deprem sonrası hukuki haklar konularında bilgilendirici çalışmalar yaptılar. Tüm bunlar o zor günlerde gücümüzü artırdı. Destekleri eğitimlerle, ortak çalışmalarla, sosyal faaliyetlerle azalmaksızın sürüyor. Kooperatif olarak bize de “Mor Tır” dediğimiz şahane bir seyyar mutfak hibe ettiler ama yukarıda da belirttiğim gibi, bunu çalışır hale getirecek tüm kaynaklara sahibiz ama Mor Tır’ımızın yerleştirilebileceği bir yerimiz yok. Belki bu röportaj vesilesi ile Defne Belediye Başkanı’mız konudan haberdar olur ve bize destek verir. Mor Tır, Fotoğraf: Cansel Aslan Rimmen Kadın Kooperatifi bünyesinde yer alan kadınların afet sonrasındaki durumları hakkındaki gözlemleriniz nelerdi? Kadınlar bu kolektif emekte neler hissediyor? Rimmen Kadın Kooperatifi içinde kadınlar ürünlerini satarak veya kolektif üretim sürecine katılarak gelir elde ediyorlar. Sosyalleşme ortamı buluyorlar, sohbet ediyorlar, dertleşiyorlar. Dikiş, nakış, halı dokuma vb. meslek olabilecek bilgi ve eğitimler alabiliyorlar. İçinde yer aldıkları üretim alanına ilişkin karar alma süreçlerine katılıyorlar, kolektif davranma ve karar alma becerileri ve pratikleri gelişiyor. Konuştuğumuz kooperatif ortakları ve henüz ortak olmamakla birlikte kooperatif faaliyetlerine katılan kadınlar bunu o kadar açık ifade ediyorlar ki… Çocuğunun okul ihtiyaçlarını aldığını, bir başka şehirde okuyan çocuğuna harçlık gönderdiğini söyleyen kadınlar var. Üretim atölyesine gelmek için sabahı sabırsızlıkla beklediğini söyleyenler de… Daha önce hiçbir yerde çalışmasına izin vermeyen kocasının sabah kooperatife gitmesi için kendisini uyandırdığını; “işe yarama duygusu”nun depremin yıkıcı etkisini azalttığını, kendisini daha öz güvenli hissettiğini söyleyenler de… Bundan sonraki süreçte “Rimmen Kadınları” neler yapacak, neler üretecekler? Atölyelerimizi işler hale getirmemizle birlikte mevsimine uygun malzemelerle paketlenebilir, raf örü uzun ürünler üretecekler: zeytin, zeytinyağı, turunç reçeli, ceviz reçeli, salça, zahter vb. gibi… Gıda ürünleri geliştirme eğitimleri, uzmanlarla ortak çalışmalar sonucu yeni ürünler geliştirecekler; mis kokulu, güzel görünümlü sabunlar yapacaklar. Halılar-kilimler dokuyacaklar. Buğday sapı gibi doğal hammaddelerle sepetler, dekoratif ürünler geliştirecekler. Bunları Türkiye’nin dört bir yanına ulaştırabilmek için pazarlama, adil fiyatlar belirleyebilmek için maliyet hesaplama-fiyatlama eğitimleri alacaklar ve bu işleri belirli bir zaman sonra kendileri yapabilecekler. Birbirinin fikrine ve emeğine saygı göstererek, iletişimin şiddetsiz ve şeffaf biçimini kullanarak, ben dilini biz diline dönüştürerek, çalışmayı ve üretmeyi keyifli bir uğraşa dönüştürerek kadın kooperatifçiliğinin güzel bir örneğini sunacaklar. Tüm paylaşımlarınız için ve kadınlara böyle bir alan açtığınız için çok teşekkürler. Kendimizi ifade fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Fotoğraf: Cansel Aslan Öne çıkan görsel: Cansel Aslan
- “Antakya’nın Geleceği Yeşil Sanayi, Tarım ve Ekoturizme Bağlı”
Dün başladığımız Yelda Güzel’le röportajımızın ilk kısmında Antakya’nın Doğu-Batı arasında nasıl bir köprü olduğunu, Yelda Güzel’in ailesinden miras aldığı doğa ile kurduğu ilişkiyi, Mitolojiden günümüze doğanın bilinçaltına etkisini ve bu aktarımı sağlayan ailenin önemini ve Antakyalıların kültürel kimliğinin de bir parçası olan Doğu Akdeniz’e özgü hikaye anlatıcılığını konuşmuştuk. Dün başladığımız sohbetimize kaldığımız yerden bugün devam ediyoruz. Röportaj: Burcu Meltem Arık Hikâye anlatıcılığı, yalnızca aile bağlarını güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda kültürel mirasın nesilden nesile aktarılmasını da sağlar. Bu gelenek bence Antakya’da eğitim sistemine de yansımış. En azından benim çocukluğum ve gençliğimde bunu gördüm. Antakya’daki eğitim çocukların kültürleriyle iç içe. Bu, büyük ölçüde Antakyalı öğretmenlerin katkılarıyla mümkün oluyor. Öğretmenler, öğrencilerin kültürel miraslarını korumalarına ve bu mirası eğitimin bir parçası haline getirmelerine yardımcı oluyorlar. Bu çok kıymetli. Şimdi Antakyalı bitkilere geçelim isterseniz. Bitkilerle olan ilişkiniz ve bu alanda yaptığınız keşifler çok önemli. Antakya’ya özgü birçok bitki keşfettiniz. Kızınızın adını verdiğiniz bir bitki var, barışın adını verdiğiniz bir bitki var ve keşif süreciniz hâlâ devam ediyor. Antakya ve Hatay’a özgü, adını bu coğrafyadan alan bitkileri paylaşır mısınız? Anadolu’daki flora çalışmaları, yani hangi bitkilerin buralarda bulunduğuna dair çalışmalar, 19. yüzyılda İsviçreli bir botanikçi olan Pierre Edmond Boissier ile başladı. Avrupalı botanikçiler bu alanda önemli çalışmalar yaptılar. Pierre Edmond Boissier Fotoğraf: Wikimedia Benim için batı ve doğu ayrı ayrı değerlidir. Çoğu kişide, birini diğerine üstün bulma çabası vardır, “Işık doğudan yükselir” ya da “batıda parlar” gibi. Ancak ben her iki bölgenin de, insanlık için çok değerli olduğuna inanıyorum. Her birinin dünya ve insanlığa farklı farklı katkıları olmuştur. Batı’da metodolojik bilim erken başladı ve biz ancak 20. yüzyılda bu bilincin farkına vardık. Batı'da metodolojik bilimsel çalışmaların erken başlaması önemli bir gelişmedir. Bunun artıları ve eksileri var. Coğrafi keşifler ve sömürgecilik gibi unsurların ardında farklı niyetler olabilir. Ancak devletlerin bilimsel çalışmaları desteklemesini ve bunun ardındaki niyetin ne olduğundan bağımsız olarak, bireylerin merak duygusunu gerçekten takdir ediyorum. 17. ve 18. yüzyılda bitkileri adlandırmak ve sınıflandırmak isteyen bir merak doğmuş. Bu merak, insanlığın bilgi birikimini zenginleştiren önemli bir faktör. Evet, batıda bilimle uğraşan ilk insanların varlıklı ve kaygısız olmaları, onlara meraklarını takip etme imkânı sağladı. Ancak, bu insanlar sadece varlıklı oldukları için değil, merak duyguları sayesinde büyük keşifler yaptılar. O dönemin bilim insanları, merak etmek yerine ziyafet sofralarında keyif çatabilirlerdi. Aristokrasinin kaymağını yiyebilirlerdi. Ancak öyle yapmayan, bütün olanaklarını merak duygusunu gidermek için harcayan insanlar vardı. Bu insanlar gerçekten çok saygıdeğer. Hiçbir derdi yokken, “Ben kuzey kutbunu merak ediyorum, gidip bakacağım” diyerek kuzey kutbuna giden insanlar vardı. Lüks içinde oturmak yerine, “Ben Patagonya'ya gideceğim, orada hangi bitkiler var bakacağım” diyen insanlar vardı. Bu insanlar, merak duygularını takip ederek, bilimsel keşiflere imza atmışlardır. Bu, gerçekten büyük bir saygıyı hak eder. Varlıklı olmaları onlara bu imkanı sağlamış olsa da, merak duygularını takip etmeleri onları özel kılar. Bu insanların, bilime olan katkıları ve merak duyguları, bugün bildiğimiz birçok şeyin temelini oluşturur. Boissier’in genç yaşta kaybettiği eşi Lucile Butini’nin adını verdiği Bozdağ sümbülü (Scilla luciliae) Fotoğraf: Wikimedia Bizdeki botanik çalışmaları, dediğim gibi, 19. yüzyılda başlamıştır ve bu çalışmaların öncüsü İsviçreli botanikçi Pierre Edmond Boissier’dir. Boissier, çok saygıdeğer bir botanikçidir. Eşi (Lucile Butini) ve kızıyla (Caroline Barbey-Boissier) birlikte -hatta onlar da ilk kadın botanikçilerden sayılabilir- epey gezmiş ve bitki toplamışlar. “Flora Orientalis” adlı eseri, doğu florası üzerine kapsamlı bir çalışmadır. İsviçre’den kalkıp Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’sundan Filistin’e, Mısır’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada bitki toplamış. Kendisinin topladığı bitkilerin yanı sıra, diğer kişilerin topladığı bitkileri de inceleyerek adlandırmış. Bu bölgelerde hangi bitkilerin bulunduğunu belirlemek için yoğun çalışmalar yapmış. Boissier’in kendisi gibi botanikçi olan kızı Caroline Barbey-Boissier Fotoğraf: William Barbey ve Caroline Mathilde Boissier arşivi Toplanan bitkiler, İsviçre’nin Cenevre kentindeki herbaryumda saklanmış. 19. yüzyılda toplanmış bu bitkiler orada hâlâ korunuyor. Bu, bilime verilen önemin ve bilimsel çalışmaların ciddiye alınmasının bir göstergesi. Bu yüzden, İsviçre’de botanik çalışmaları için önemli bir merkez olan Cenevre Herbaryumu, bizim için çok kıymetli. Orada çalışıp bu bitkileri inceleyebiliyoruz. Cenevre Herbaryumu Fotoğraf: Yelda Güzel Elbette, sadece buradan değil, dünyanın her yerinden bitkiler toplanmış. Bu sayede dünyanın bitki varlığını öğrenme imkânı doğmuş. Devlet politikası açısından bakarsak, kralların ve kraliçelerin bu çalışmaları desteklemelerinin sebebi, elbette ki doğal zenginlikleri ve hammaddeleri keşfetme arzusu. Onlar, bu zenginliklerden nasıl faydalanabileceklerini düşünmüşler. Her ne olursa olsun, bu bilgi derlenmiş ve önem verilmiş. Bu sayede ilaçlar, tekstil lifleri ve diğer ürünler üretilmiş. Türkiye, dünyanın en önemli bitki merkezlerinden biridir! Hatay’ın bazı endemik bitkileri Fotoğraflar: Yelda Güzel Botanik çalışmalarına ilk başladığımda, bitki toplama ve teşhis etme çalışmalarımla dalga geçenler oldu. “Ne yapacaksın, bitkiyi toplayıp ne olacak?” diye soruldu. Bu, büyük bir cahillik göstergesidir. Türkiye, dünyanın en önemli bitki merkezlerinden biri ve verimli hilalin içinde yer alıyor. İnsanlar, tarıma bu bölgelerde başlamış ve doğadan alıp bitkileri evcilleştirmişler. Sahip olduğumuz tarımsal çeşitliliğin büyük bir kısmını bu bölgedeki doğaya borçluyuz. İnsanlar burada şehirler kurmuş, sanat ve tekstil geliştirmişler. Bu bölgede uygarlıklar kurmuşlar. Bu uygarlıkların temellerinde biyolojik çeşitlilik yatıyor. Doğanın bize sunabileceği birçok imkân var. Ancak, bu zenginliği birkaç ot olarak küçümseyip göz ardı etmek inanılmaz bir cahilliktir. Doğanın sunduğu bu çeşitlilik, bir insanın sahip olabileceği en büyük hazinelerden biri. Biz, bu uygarlıkları doğal zenginlik sayesinde kurduk. İdealist bakış açısını bir kenara koyup, diğer canlıların da en az bizim kadar yaşama hakkı olduğunu ve bitkilere, hayvanlara saygı duymamız gerektiğini bir an için göz ardı edelim. İnsan merkezli bir bakış açısıyla bile, sahip olduğumuz bu doğa ve çevremizdeki biyolojik çeşitlilik müthiş bir hazine. Tarih boyunca bizi besleyen, bu seviyeye getiren ve gelecekte de destekleyecek olan bu doğa zenginliği. Üstelik şu anda büyük bir küresel iklim krizinin eşiğindeyiz, hatta çoktan eşiği geçtik. Şu an hepimizin, kuraklığa dayanıklı ve minimum enerji girdisiyle yapılabilecek tarım yöntemlerine ve ürünlerine ihtiyacımız var, çünkü su yok. Şehirde peyzaj düzenlemesi yaparken de artık tropikal, tonlarca su gerektiren bitkiler getiremeyiz; su içmek için bile yok. Ne yapacaksınız? Doğal olarak zaten var olan bitkilerden yararlanmak zorundasınız, hem gıda hem de süsleme için. Doğamız bize bu konuda çok seçenek sundu ama siz bunları küçümsüyor musunuz? Veya gidip oraya bir taş ocağı kuruyorsunuz. Şu an çok ciddi bir risk söz konusu; eskiden ÇED raporu zorunluluğu vardı, şimdi bu zorunluluk yok. Depremden sonra isteyen gidip taş ocağı kurabiliyor. Bu konuda çok dava açıldı, çok mücadele yürütülüyor ama hiçbir işe yaramıyor. Tamam, ben bir depremzede olarak insanların eve ve barınağa ihtiyacı olduğunu anlıyorum, şehrin yeniden kurulması lazım ama alternatifler var. Şehri yeniden kuracağım diyerek sahip olduğunuz altın yumurtlayan tavuğu kesmek bu, başka bir şey değil. Sahip olduğunuz müthiş benzersiz bir zenginliği yok ediyorsunuz. Çözümü, başka alternatifler araştırmak. Taş ocağı kurabilecek başka yerler var. 19. yüzyılda batılı insanlar gelmiş, sizden bitki toplayarak İsviçre’de bir bitki müzesine koymuş ve bitkilerinizi tanımlamış. Zaten %90’ı henüz tanımlanmamış bitkiler. Ondan sonra 1850’lerden 1960’lara kadar bir yüzyıl boyunca uyumuşuz. Botanikle ilgili hiçbir şey yapılmamış. 1960’larda da zaten biz yapmadık. Edinburgh Üniversitesi’nden bir ekip, Peter Hadland Davis liderliğinde, “Biz Anadolu florasını çalışmak istiyoruz” demiş ve gerekli izinleri almışlar. O yıllarda Türkiye’de pek fazla botanikçi yokken, botanikçilerin ilk kuşağı ellerinden gelen katkıyı sağlamaya çalışmış. Türkiye florası o kadar zengin ki, bu çalışma 12 cilt tutmuş. 1967’de başlamışlar, 1988’de bitirmişler. Sonradan 2000’lerde 2 tane ilave cilt eklenmiş. Ben Hatay’da çalıştıkça her sene yeni bir tür çıkıyor. Şu an elimin altında yayınlamaya fırsat bulamadığım, yayınlanmayı bekleyen bilim dünyası için yeni 4 tane tür var. Ancak bu türler, müthiş bir insan baskısı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Taş ocağı Fotoğraf: Pexels Her yere müdahale ediliyor; taş ocağı, maden ocağı derken doğa tahrip ediliyor. Doğada hayran olduğumuz şeyler yok ediliyor. İnsanlar doğaya gitmek istiyorlar ama gittikleri yerde çevreye zarar veriyorlar. Deniz kıyısına gidip balık ekmek yiyorlar, sonra oraya 10 tane sandalye koyuyorlar. Ertesi gün o sandalyeler 40 tane derme çatma yapıya dönüşüyor, tuvalet koyuyorlar ve doğanın güzelliği kayboluyor. Bizde doğayı olduğu gibi sevme bilinci yok. Doğaya gittiğimizde konfor arıyoruz; sandalye olmasa, taşa otursak, mangal yapmasak, doğayı doğal haliyle bırakabilsek ne olur ki? Ama bizde böyle bir bilinç yok, her gittiğimiz yerde konfor aradığımız için doğayı gerçekten sevmiyoruz. Doğayı sadece manzara olsun diye seviyoruz, bu da çok ciddi bir insan baskısı oluşturuyor. Belki her yerde olabilecek bir durum. Ben bazı yasaklara ve cezalara karşıyım. Ancak bazı yerlerde mecbur kalıyorsunuz. Bunun arkasında bir eğitim eksikliği var. Eğitim sistemimizde bu konuda ciddi bir eksiklik var. İsteyince insanlar bir şeyler yapabiliyor. Örneğin, Japonya’da insanlar dağa çıkarken oradaki böceklere zarar vermemek için ayakkabılarını çıkarıyorlar. Yürüme patikaları tahtadan yapılmış, doğayı koruyabilmek için doğaya müdahale etmiyorlar ya da minimum düzeyde yapıyorlar. Bizde böyle bir doğa bilinci eksik, ama yeni nesil bu konuda giderek daha bilinçli hale geliyor. Yeni nesil öğretmenlerimiz daha bilinçli ve bu beni çok mutlu ediyor. Öğretmenlerden öğrencilerine seminer vermem için talepler alıyorum. Sosyal medyada güzel aktiviteler yapıyorlar. Dolayısıyla yeni nesilde bir bilinç var ve bu zamanla artacak. Bu beni umutlandırıyor, ancak umarım bu bilinç tam olarak gelişene kadar elimizdekileri tamamen kaybetmeyiz. Öğrencilere seminer verirken Fotoğraf: Yelda Güzel arşivi Antakyalı bitkiler Hatay, özellikle Antakya, adını taşıyan çok sayıda endemik bitkiye sahip. Bu bitkilerin büyük bir kısmını ilk elden Boissier adlandırmış. Amanos Dağları’nda bulunan endemik bitkiler arasında 20 tanesi sadece Antakya’da bulunuyor. Özellikle amanum, antiochia adları yaygın. 19. yüzyılda bitkilerin bir kısmı adlandırıldı, sonra bir ara verildi. 20. yüzyılda Türkiye Florası hazırlanırken de çok sayıda bitki bulundu ve adlandırıldı. Şu anda, Resimli Türkiye Florası üzerinde çalışıyoruz ve bu seferki Türkçe olarak hazırlanıyor. Böylece herkesin anlayabileceği şekilde, teknik detayların yanı sıra halka da hitap eden bir flora olacak. Şu an 3-4 cilt çıktı. Yaklaşık 30 cilt olması öngörülüyor. Resimli Türkiye Florası’nın bir avantajı da şu: Türkiye florası hazırlanırken, herbaryumlar gezilerek, bir bitkinin kaydı olup olmadığı netleştiriliyor. 9.000-10.000 civarında olan gerçek tür sayısı şu an 12.000'e ulaştı. Bu, Türkiye’nin bitki çeşitliliği açısından ne kadar zengin olduğunu gösteriyor. Bu sayı çok daha da artacak, çok daha fazla büyüyecek çünkü dediğim gibi yeni türler keşfediliyor. Türkçe olarak hazırlanan Resimli Türkiye Florası’nın 3a cildi. Fotoğraf: Ali Nihat Gökyiğit Vakfı Bazen de kayıp türleri yeniden bulduğumuz oluyor. 2015’te Heracleum amanum ’u yeniden keşfettik mesela. Boisser 19. yüzyılda Amanoslar'da gezerken bu bitkiyi kendisi toplamamış. Kendisinden 4 yıl önce buradan geçen bir botanikçi tarafından İsviçre'deki herbaryuma konulmuş. Ancak sadece bir yaprak ve bir parça çiçek var. Boissier çok gezmiş ama bu bitkiye rastlamamış. Notlarında, “Benden önceki botanikçi böyle bir bitkinin varlığından bahsediyor ama ben bunu göremedim. Bu bitkiyi Sivas-Giresun taraflarında bulunan bir bitkiyle karıştırmış olabilir” diye yazmış. Bu bitkinin büyük ihtimalle var olmadığına dair not düşmüş. Sonra 20. yüzyılda Türkiye Florası hazırlanırken, Davis veya ilgili türün editörü de aynı notu düşmüş: “Ben de aradım, böyle bir bitki bulamadım. Bu muhtemelen Heracleum crenatifolium yani Sivas veya Giresun taraflarındaki bitki” demiş. 2015’te, Samim Kayıkçı ile Amanos yaylalarının birinde böyle bir bitkiye rastladık. Tanımlamaya çalıştık, ancak anahtarlardaki hiçbir bitkiye uymuyordu. Notlara baktık, “Amanos öğrekotu ( Heracleum amanum )” dedik, “bu demek ki o bitki”. Bunu kesinleştirmek için Giresun’a ve Sivas’a gittim, öbür bitkiyi topladım. Sova ( Heracleum crenatifolium ) yani türü benzettikleri bitkiyi getirdim ve ikisini kıyasladım. Moleküler düzeydeki incelemelerimde yeniden bulduğumuz bitkinin gerçekten Heracleum amanum olduğunu kanıtladım ve 2015’te bunu yayınladık. Bu da bir yeniden keşifti; vardı ama bulunamamıştı, sonra tekrar bulduk. Yeniden keşifler bu şekilde olabiliyor. Sıfırdan keşifler de olabiliyor. “Kızımın adını alan endemik çiçek: Zeynep Işıkçiçeği ( Dionysia zeynepiae )” Dünyada sadece Hatay’da bulunan Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae). Fotoğraf: Yelda Güzel Mesela, Zeynep Işıkçiçeği ( Dionysia zeynepiae) sıfırdan keşiftir. Bilim dünyasına ilk defa tanıtılan ve dünya florasına eklenen bitkilerdendir. Ayrıca, Atahan dağarcığı ( Noccaea ali-atahanii ) adını verdiğimiz bir bitki var. Bu bitkiyi Subaşı Kuş ve Kelebek Gözlem Derneği Başkanı, Dr. Ali Atahan buldu. Kendisi bitkileri amatör düzeyde tanıyordu. Bu bitkiyi teşhis için uzmanlarla çalıştı ve bitkinin adını ona ithaf ettik. Bu da yine bilim dünyası için yeni bir ilave oldu. Sonra Barışın çiçeği ( Scorzonera pacis ), dünya için yeni bir tür olarak tanımlandı. Bu tür keşifler daha da olacak, şu an elimin altında yayınlanmayı bekleyen 4 tane yeni takson var. Fırsat bulabilirsem bunları yayınlayacağım. Burası coğrafi açıdan çok özel bir yer, özellikle Amanos Dağları. Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae) Fotoğraf: Yelda Güzel Ali Atahan’ın bulduğu ve adının verildiği Atahan dağarcığı ( Nocceae ali-atahanii ). Dünyada sadece Hatay’da bulunuyor ve nesli tehlike altında. Fotoğraf: Ali Atahan Deprem bu bölgenin hem en büyük talihsizliği hem de en büyük avantajıdır. Dünya haritasında biyoçeşitlilik noktalarına baktığınızda, fay hatlarının olduğu bölgeler biyoçeşitlilik açısından en zengin bölgelerdir. Çünkü bu bölgelerde yer kabuğu, fay hatları nedeniyle yükseltiler gösterir. Dağlar yükselir ve bu rakım farkı bitki çeşitliliğini artırır. Topoğrafik farklılık ve su kaynaklarının bolluğu bitki örtüsünü çeşitlendirir. Bir yükselti aniden arttığında biyolojik farklılaşma mekanizmaları devreye girer. Dağ ile ova arasında fark oluşur. Dağlardaki vadiler, bitkiler için korunaklı alanlar oluşturur. Örneğin, son buz devri geçtikten sonra Amanos vadilerinde relikt endemikler (jeolojik devirlerde yayılışı çok geniş olduğu halde çevre koşullarının değişmesi sonucunda günümüzde sınırlı bir alanda varlıklarını sürdürebilen canlılar) ortaya çıktı. Bu türler vadilere saklanarak hayatta kaldılar. En yakın akrabası Trabzon’da olan bitkiler bile var. Vadiler, mikroklima tipi olarak Karadeniz iklimi gösterir. Bu nedenlerle deprem kuşakları biyoçeşitlilik açısından çok verimlidir. Aslında, insanlar neden depremlerden çok zarar görüyor diye bakarsak, aynı durum volkanik aktiviteler için de geçerlidir. Doğal afetlerin olduğu yerler biyolojik ve doğal açıdan çok zengindir. İnsanlar da bu zenginlik nedeniyle bu bölgelere yerleşirler. Ancak, bu doğal afetlere uygun olmayan yapılar inşa ettiklerinde, ne yazık ki bu durum can kaybıyla sonuçlanır. Biz artık 21. yüzyıl insanıyız ve bu avantajı lehimize çevirebiliriz. Artık o bilince ve bilgi seviyesine ulaştık. Çok güzel, doğal açıdan cennet gibi bir yerde yaşıyoruz. Daha dirençli, depremde bizi öldürmeyecek evler yapmalıyız. Doğayla barışık yerler inşa etmeli ve bu zenginliğin keyfini sürmeliyiz. Sahip olmamız gereken bilinç bu olmalı. Göç etmekle bu sorun çözülmez. Sahra Çölü’ne mi göç edeceğiz? Orası güvenli olabilir ama ne yiyecek bir şey var ne de tarım yapılabilir. Dolayısıyla, madem böyle bir zenginliğin içerisindeyiz, onun farkına varmalı, onunla barışık bir şekilde yaşamalıyız. Var olan riskleri minimum seviyeye indirebilecek teknolojiye sahibiz. Uygun evler yaparsak, ah vah etmeden, bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşayabiliriz. "Doğaya zarar vermeyen, aksine doğadaki bir kaynaktan yararlanan yöntemler Hatay için çok umut verici" Dünya çok ciddi bir kuraklık riski altında. Yakın gelecekte pek çok yerde içilecek su bile bulamayacağız. Ancak Antakya’da su ve çok verimli tarım arazileri bulunuyor. Bu bölgeler bize farklı tarımsal ürünler sunabilecek doğal bir zenginliğe hâlâ sahip. Başka yerlerde bu tür kaynaklar az. Bu konuda çeşitli yayınlarımız da oldu. Örneğin, zahter doğadan toplanan bir yabani baharat bitkisi, son 20 yıldır tarım bitkisi haline getirildi ve ekonomik bir girdi sağlıyor. Bu, aslında Neolitik çağ insanının yaptığı şeyin bir devamı; doğadan bir bitki alıyoruz, daha önce toplayıcılıkla elde ediyorduk, şimdi ise tarlamızda ekiyoruz ve onu tarım bitkisi haline getiriyoruz. İhraç ediyoruz, satıyoruz, bir gelir kapısı oluyor. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela alıç var; normalde bir santim büyüklüğünde ve çekirdekleri büyük bir meyve. Ancak Kömürçukuru alıcını ıslah ederek, yani ekerek, yetiştirerek ve gübreleyerek birkaç nesildir en verimli meyvelerini seçmişler. Tarım devrimini yapan Neolitik çağ insanının yaptığı gibi, boyutları neredeyse küçük bir elmaya ulaşan, 3 santime kadar büyüyen bir alıç varyetesi ortaya çıkarmışlar. Şu an Kömürçukuru alıcı, Antakya’nın, deprem öncesinde özellikle, önemli tarımsal ürünlerinden biriydi. Doğadan tarıma kazandırılarak hem gıda hem de ekonomik fayda sağlıyor. Kömürçukuru alıcı Fotoğraf: Yelda Güzel Doğadan tarıma kazandırılan ürünler arasında hünnap da var. Hünnap, 15-20 yıl öncesine kadar küçük kahverengi zeytin kadar bir meyveydi, ama kültüre alındı ve şu an daha iri ve tarım ürünü olarak yetiştiriliyor. Geçen yıl, bir ihracatla uğraşan arkadaşım beni aradı ve İngiltere’ye alıç ihraç edeceğini söyledi. Ancak gümrükte bu ürünün tanımı yoktu. “Bu alıç sert çekirdekli mi yoksa elma veya başka bir sınıfa mı girer”, diye sordular. Onu tanımladık ve bu ekonomik bir girdi oldu. Doğaya zarar vermeyen, aksine doğadaki bir kaynaktan yararlanan yöntemler Hatay için çok umut verici. Biz, bu kadar zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. Doğadan alıp kültüre alabileceğimiz bir potansiyel hâlâ var. Bu ürünleri yetiştirebileceğimiz verimli arazilerimiz ve su kaynaklarımız da var. O zaman, şikayet etmeyi bırakalım ve deprem olacak mı olmayacak mı düşünmek yerine, depremde yıkılmayacak evler yapalım. Bu teknolojiye sahibiz. Yöneticilerden bunu talep edelim ve burada hayatın tadını çıkaralım. Dünyanın teknolojik açıdan en üst seviyeye ulaşmış ülkelerinden biri olan Japonya bunu dert etmiyor. Toprağı az ama denizden balık ve diğer kaynakları kullanıyorlar. Amerika da fırtınaları ve kasırgaları dert etmiyor; kasırga olduğunda “biz burayı terk edelim” demiyorlar. Eğer Orta Çağ’da yaşıyor olsaydık, burada bir felaket olduğunda anlam veremediğimiz için kaçardık, canavarlar var sanırdık. Ancak şu an 21. yüzyılda yaşıyoruz ve doğanın zorluklarıyla mücadele edebilecek, onlara karşı koyabilecek teknolojiye sahibiz. Bu zorluklarla barışarak, doğanın sunduğu nimetlerden yararlanma yoluna gidebiliriz. Antakya’da çok sayıda bitki var, müthiş bir doğal hazineye sahibiz. Korumak, bilincinde olmak ve sürdürülebilir şekilde yararlanmak bizim görevimiz. Antakya’nın geleceği yeşil sanayi, tarım ve ekoturizme bağlı. Depremden önce bu konuda çok ciddi atılımlar vardı. Örneğin, Expo yapıldı. Çoğu kişi Expo’nun anlamını tam olarak kavrayamadı ve şehre gereksiz bir masraf gibi geldi. Ancak orada çalışan öğrencilerimiz de vardı ve Expo, şehrin sahip olduğu bitki zenginliği ve coğrafi biyolojik zenginliği tanıtmayı hedefleyen, ekoturizmi destekleyen bir çalışmaydı. Deprem ne yazık ki bu çabaları ciddi şekilde sekteye uğrattı ama umarım gelecekte bu çalışmalar devam eder. Türkiye’de ekoturizm çok bilinmiyor. Afrika’da ve tropikal kuşaklarda ise çok yaygın. Belirli bir kuşu veya çiçeği görmek için düzenlenen turlar var. Afrika’ya safariye, fil ve aslan görmeye gidiliyor. Hatay ekoturizm için çok elverişli. Sadece Amanoslar’da 260 endemik tür bulunuyor, yani dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan türler. Üstelik bunlar tarihi zenginliklerin içinde yer alıyor. Eşsiz bir durum. Zeynep ışıkçiçeğinin ( Dionysia zeynepiae ) bulunduğu yeri görseniz, her yıl birkaç defa ziyaret edersiniz. Bir tarafında Roma sütunları, diğer tarafında dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan çiçekler var. Her yıl, işim olsa da olmasa da, o havayı solumak için 2-3 defa ziyaret ediyorum. İnanılmaz ve insanı ürperten bir zenginlik. Başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz bir manzara. Şimdilik yolu yok ve belki de bu iyi bir durum. İleride, bilinç oluşursa, korunaklı bir şekilde ve uzaktan patikalar oluşturulursa, çok ilgi çeker. “Burada şu Roma kalıntıları var, hemen yanında bu bitkiler var” diyerek, doğaya zarar vermeden yeşil sanayi oluşturabiliriz. Umarım böyle bir şey gerçekleşir ve görebilirim. Şu an çok umutlu olmasam da, umarım olur.
- “Antakya Doğu ile Batı Arasında Gerçek Bir Köprü”
Prof. Dr. Yelda Güzel, Antakya’nın Yakto (Gümüşgöze) beldesinden. Türkiye'nin önde gelen botanikçilerinden. Akademik kariyerine bitki biyolojisi ve sistematiği çalışmalarıyla başlayan Güzel, özellikle Türkiye florası ve endemik bitkiler konularında uzman. Çeşitli ulusal ve uluslararası projelerde yer almış ve çok sayıda bilimsel makale yayımlamış. Öğretim üyeliği yaptığı Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’nde Türkiye'nin biyolojik çeşitliliğinin korunması için aktif olarak çalışıyor. Güzel'in çalışmaları, doğal bitki örtüsünün korunması ve sürdürülebilir tarım uygulamaları konusunda önemli katkılar sağlıyor. Çalışmalarını hayranlıkla izlediğim Yelda Güzel’e merak ettiğim konulara yönelik sorular hazırlamıştım. Ancak çevrimiçi ortamda karşılaşır karşılaşmaz sohbet başlayıverdi. Konuşması öyle doğal, öyle keyifle ve öyle nehir gibi aktı ki sorularıma neredeyse gerek kalmadı. Asi nehri gibi akan, Antakya çiçekleri gibi açan bir kısmını bugün bir kısmını yarın okuyacağınız bir söyleşi gerçekleştirdik. Konu konuyu çiçek gibi açtı. Çok özel birisi Yelda Güzel. Antakya’ya, biyolojik ve kültürel çeşitliliğe, bitkilere, doğa-insan ve insan-insan arasındaki güzel geleneklere çok sevdalı. Bir süre birlikte çalışma şansına sahip olduğum sayın Hayrettin Karaca’nın şu yaklaşımı onda da var: “Bilenin bilmeyene borcu var”. Bildiklerini, yıllar içinde emek emek elde ettiği deneyimini, doğa sevgisini heyecanla ve cömertçe paylaştı. Öğrencisi ve yakını olmak kimbilir ne büyük bir şanstır. Dilerim çevresindekiler bu şansın çok farkındadır. Prof. Dr. Yelda Güzel’in çalışmaları, Antakya’nın bitki örtüsünün korunması ve sürdürülebilir tarım uygulamalarının geliştirilmesi konusunda önemli bir farkındalık yaratıyor. Dilerim bu söyleşi, doğa ve kültür arasındaki derin bağları anlamamıza yardımcı olur ve genç nesiller için umut verici bir vizyon sunar.. Röportaj: Burcu Meltem Arık Sizi uzun süredir hayranlıkla izliyorum. Vakit kaybetmeden sizi dinlemeye başlayalım isterim. Antakya’da etnobotanik çalışmaları yaptım. Sıradışı, çok özel, geleneksel bilgiler derledik memleketimizden. Örneğin çalışmalarımdan birinde 80 yaş üzerindeki birkaç kişi dedi ki, “Çok eskiden sıtmadan ateşlenince beytaran içerdik.” Bilimsel adı Artemisia annua olan bu bitki, Antakya ve çevresinde, özellikle Samandağ ve Defne’de beytaran olarak bilinir. Geleneksel Çin tıbbında sıtma tedavisinde kullanılır. Geleneksel kullanımdan ilhamla, Vietnam savaşı yıllarında, bu bitkiden çok etkili bir sıtma ilacı izole edilmiş. Hâlâ kullanılan en etkili sıtma ilacını bu bitkiden izole eden Tu Youyou , bu başarısıyla 2015 yılında Nobel ödülü kazandı. Gerçekten büyük bir başarı, çünkü sıtma, modern tıbba erişim olanakları az olan yoksul tropikal kuşak insanlarının hastalığı. İzole edildiği bitkiye atıfla Artemisinin adı verilen sıtma ilacı, hesaplamalara göre, günümüze kadar milyonlarca çocuğun olası ölümünü engellemiş. “Biz burada sıtma ateşine beytaran kullanıyorduk” denildiğinde aklımda hemen bu bilgiler belirdi. Niye eskiden kulllanılıyordu? Çünkü burada Amik Gölü vardı ve burası endemik sıtma bölgesiydi. Amik Gölü varken sıtma yaygındı. Antakya’da beytaran olarak bilinen Kabesüpürgesi (Artemisia annua) Fotoğraf: Yelda Güzel (sol); Stefan Lefnaer (sağ) Etnobotanik saha çalışması sırasında Fotoğraf: Yelda Güzel arşivi “Hatay’ın bir tür köprü olma durumunu istatistiksel olarak da ispatladım” Ben de hatırlıyorum. Rahmetli neneme sorardım, “Eskiden sıtma vardı, şimdi yok mu?” diye. O da “Evet, sıtma vardı. Biz çocukken çok ateşimiz çıkardı, hayaller görürdük ateşten, çok zordu sıtma ateşi” diye anlatırdı. Artemisia annua ’nın Çin'de kullanılması ve Nobel Tıp Ödülü alması, bizde de sıtma varken kullanılması çok etkileyici bir bilgi. Burası İpek Yolu üzerinde bir bölge. Kimbilir, bu bilgi bizden mi onlara gitti yoksa onlardan mı bize geldi? Çin’le aramızda böyle bir bilgi alışverişi var! Bu çok ilginç ve memleketimizin ne kadar özel bir yer olduğunun da göstergesi. Hatay’ın bir tür köprü olma durumunu istatistiksel olarak da ispatladım. Öğrencim Mehmet Güzelşemme ve Prof. Dr. Mahmut Miski’yle birlikte yazdığımız “ Türkiye'nin Hatay İlindeki Çok Kültürlü Bir İlçe Olan Antakya’da Kullanılan Şifalı Bitkilerin Etnobotaniği ” başlıklı makalede yayınladık. Burası doğu ile batı arasında gerçek bir köprü. Burada eski Yunan hekimlerinin, Hipokrat ve Bergamalı Galen’in reçetelerine hâlâ rastlanıyor. Aynı zamanda İslam tıp sistemine ait, İbn-i Sina ve onun ardıllarına ait reçeteler de bulunuyor. Doğu ile Batı sistemlerinin kaynaştığı bir bölge burası. Halk bilgisinde, bu iki sistemin izlerini görmek mümkün. Bu açıdan Hatay gerçekten çok enteresan bir şehir, tam anlamıyla bir doğu-batı köprüsü. Makalemde de belirttiğim gibi, istatistiksel olarak halktan derlediğimiz bilgilerin yüzde kaçının Yunan tıp sistemine, yüzde kaçının İslam tıp sistemine dayandığını analiz ettik. Bu sistemlerin bir karması burada kendini gösteriyor. Bu kadar bariz bir şekilde görüldüğü başka bir yer belki Hindistan’dır, çünkü Hindistan başlı başına bir kıta gibi ve çok zengin bir tıbbi bilgi sistemi sunuyor. Hatay’ın florası çok zengin, özellikle Amanos Dağları Türkiye’nin en zengin ç eşitlilik bölgelerinden biri. Amanoslarda 1600’ün üzerinde bitki türü var ve bunların 350 kadarı endemik, 160’ı ciddi anlamda tehlike altında. Bu zenginlik ne yazık ki yeterince bilinmiyor. Amanoslar Fotoğraf: Uğur Zeydanlı, Doğa Koruma Merkezi Çoğu bitki halk tarafından kullanılıyor. Burada kültürel bir zenginlik de var. Her farklı etnik topluluk bitkileri kendi tarihlerinden gelen ve aktarılan geleneklere göre kullanıyor. Bunların birbirleriyle etkileşimi de söz konusu. Örneğin, bir bitkinin kullanımını Altınözü’nde bir Hıristiyan Arap köyünde farklı bir şekilde öğreniyorsunuz, Reyhanlı’ya gittiğinizde ise farklı bir kullanım görüyorsunuz. Dil farkı da var. Etnik bilgiler dille aktarılıyor. İnanç farklılıkları da var. Bunlara dayalı bir sistemden bahsediyoruz. Dolayısıyla çok zengin bir bitki bilgeliği söz konusu. Ruhu zenginleştiren doğa Bitkilerle olan bağınızı kültürel kökenleriyle paylaşıyorsunuz. Hem canlılara hem de farklı kültürlere yönelik çok etkileyici paylaşımlarınız var. Hangi yollar, olaylar, yerler sizi bitki sevdalısı yaptı? Bu, kesinlikle çocukluğumda etrafımdaki kadınların sahip olduğu bitki bilgeliğinden kaynaklanıyor. Çocukluğumdan itibaren, nenemden, annemden ve halalarımdan gördüğüm bitki bilgeliği ile çevriliyim. Bitkilerin dilinden anlıyorlardı; hangisi yenir, hangisi ne için kaynatılır, içilir. Sürekli doğayla iç içe bir yaşam sürdüler. Sabahları mutlaka evden dışarı çıkarlar, bahçeye giderler, bir şeyler ekerler, budarlar. Tarlalara gidip bir şeyler toplarlardı. Bu sürekli doğayla iç içe olan yaşam, kaçınılmaz olarak beni de etkiledi. Biyoloji okumak istememin en büyük sebeplerinden biri buydu. Doğadan koptuğum zaman kendimi eksik hissediyorum, ruhum fakirleşiyor. Doğaya döndüğümde ise müthiş bir yaşama sevinci ve ilham geliyor. Arazi çalışması sırasında Fotoğraflar: Yelda Güzel arşivi Diğerkâm bir dünya algısı Bir paylaşımınızda şu deyişi hatırlatmıştınız: “-Şo allemtik immik min il-beka? -Hıttebe ıv sılleka” Türkçesi: “-Ne öğretti annen görgülerden? -Odundan ve ottan (anlamayı öğretti)”. Bu çok etkileyici. Anneniz, neneniz, halalarınız size odundan, ottan anlamayı ne güzel öğretmiş. Bir diğer paylaşımınızda da “eski bir taş duvar üzerindeki bir karayosunu olmak nasıl bir şeydir kimbilir. Hissetmez zannediyoruz ama vardır herhalde bir varlık algısı. Hayata bir anlığına da olsa onun stomalarından bakmak isterdim. Mesela yarın benim için pazartesi ama onun için değil, böyle küçük küçük, şirin şirin, küme küme durup duracak, o kadar.” diye yazmışsınız. Böylesi diğerkâm bir dünya algısı nasıl oluştu? Doğaya ve hayata onların gözünden bakmak... Biz hep insan odaklıyız; insan ne hisseder, ne düşünür, nasıl yaşar. Ama dünyada sadece biz yokuz. Çok sayıda hayvan var, bitki var. Bitki dünyasına profesyonel olarak girince, bitki fizyolojisini ve ekolojiyi öğrenince anladım ki, biz onlar olmadan bir hiçiz. Çünkü bitkiler üretici, biz tüketiciyiz. İnsanlar genellikle bu gözle bakmaz. Fotosentez ilkokuldan itibaren öğretilir ama fotosentezin felsefesi öğretilmez. Oysa bir felsefesi var ve hangi ders olursa olsun, hangi fakültede olursam olayım her derste bunu mutlaka öğretirim. Öğrencilere “hayatta mısınız?” diye sorarım. “Evet yaşıyoruz.” derler. “Yaşam dediğimiz şeyi tanımlayın.” derim. Fizyolojik olarak tanımlayabiliriz, psikolojik veya felsefi olarak çok farklı tanımları olabilir. Ama şu an bir bilinciniz varsa, etrafınızı görüyorsanız, nefes alıyorsanız bir organizmasınız. Bizi bu dünyada tutan nedir? Solunum yaparız, besin alırız, o besinleri oksijenle yakarız ve enerji üretiriz. Besinlerle bir beden inşa ederiz. Açığa çıkan enerjiyle bu organizmayı çalıştırırız. Zihnimiz bile enerji harcayarak çalışabiliyor. Peki biz o besinleri nereden alıyoruz? Dışarıdan bir şeyler yiyoruz; meyve, sebze, baklagil yiyoruz. Diyelim ki tavuk yedik, et yedik. Bu canlılar bünyesini nasıl inşa ediyor? Tavuk da ot yiyor, buğday yiyor, mısır yiyor. Peki bitki ne yiyor? Bitki bir şey yemiyor. Bitki, bir avcı veya toplayıcı değil. Güneş ışığını, atmosferden karbondioksiti ve suyu alıyor ve bunlarla madde dokuyor. Bir dokumacı gibi molekül inşa ediyor ve içine güneş enerjisini hapsediyor. Biz de bunu yiyerek hem madde hem de enerji olarak faydalanıyoruz. Bitki bunları bizim için dokumazsa, güneş enerjisini o moleküllerin içine hapse etmezse, biz var olamazdık. Bu abartısız bir ifadedir; var olamazdık, çünkü biz organik maddeyi ve enerjiyi havadan ve sudan alma potansiyeline sahip değiliz. Ancak yiyecekleri tüketerek bu maddeleri ve enerjiyi alabiliyoruz. Bitki, bu maddeleri ve enerjiyi cansız ortamlardan, yani topraktan, havadan ve güneş ışığından alıp somutlaştırır. Karbondioksit ve suyu maddeye dönüştürür ve içine enerjiyi hapseder. Tavuk otu yer, dana otu yer veya bitki tohumunu yapar. Biz de bunları yiyerek bu maddeleri dolaylı yoldan alırız. Bitki üreticidir, biz ise tüketiciyiz. Bu, biyolojinin ilk öğretilen konularından biridir. Bitki, besini üretir, maddeyi üretir ve enerjiyi içine koyar. Biz de o maddeyi alırız, onu bedenimize dönüştürürüz; kasımıza, derimize, saçımıza dönüştürürüz ve bu şekilde var oluruz. Özünde bakarsak, biz güneş enerjisiyle çalışıyoruz. Güneş enerjisiyle çalışan organik makineleriz. Topraktan ve atmosferden alınan inorganik maddelerle bedenimizi var ediyoruz ama onların bize ulaşabilmesi için bitkinin aracılık etmesi şart. Bitki, bizim için bu maddeleri ve enerjiyi dönüştürüyor. Defne’de zarif şalba (Salvia viridis) Fotoğraf: Burcu Meltem Arık Fotosentezi çocuklara öğretiyoruz, ama “topraktan su alır, havadan karbondioksit alır, güneş enerjisiyle glikoz üretir” şeklinde basit bir bilgi olarak. Ancak bu olay, doğada olağanüstü bir işbirliği içerir. Halkadan biri eksildiğinde, geri kalanlar var olamaz. Bitkilerin sadece çevreyi güzelleştirdiği, temiz hava sağladığı düşünülür. Ama bitkiler olmadan sadece ortamın hava kalitesi düşmez; solunum yapamayız, yaşam durur. Diğer canlıların bize olan katkılarını ve olayın felsefesini öğrendiğimizde, yaşamın arka planındaki gizli kahramanları görürüz. Onlar sayesinde var olduğumuzu anlarız. Evrimsel sürece baktığımızda, önce bitkiler ortaya çıkmıştır. İlk atmosferde oksijen yoktu, organik madde yoktu. İlk bitkiler, atmosferi ve toprağı yaşanabilir hale getirdi, madde üretti, besin ve enerji depoladı. Sonra biz, onların ürettiklerini kullanarak var olabildik. Bu bilince vardığımızda, çevremizdeki canlılara, en ufak bir ota bile saygımız müthiş artar. Şu an denizlerdeki, okyanuslardaki yosunlar atmosferik oksijenin %80’ini üretiyor. Dünya yüzeyinde sular karalardan daha fazla yer kaplar ve karaların hepsinde bitki yoktur. Örneğin, çöller bitki varlığı açısından görece fakirdir. Ancak okyanuslardaki yosunlar çok daha fazla iş üstlenmiş durumda. Bu bakış açısıyla yaklaştığımızda, bitkilerin yaşam denen bu fenomenin içerisindeki gerçek anlamlarını fark ettiğinizde, saygınız artıyor ve daha fazlasını merak ediyorsunuz. Yosun Fotoğraf: Yelda Güzel Bitkilerin insanlığa biyolojik etkileri olduğu gibi kültürel etkileri de var. Gıda, ilaç, tekstil, yapı hammadesi, boya hammadesi olmuşlar tarih boyunca. Sanayi Devrimi bile bitkiler sayesinde yapılmış. Nasıl diyeceksiniz? Sanayi Devrimi, kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanılmasıyla başlamış. Bu fosil yakıtlar, dinozorların yaşadığı devirlerdeki dev bitki ormanlarından gelir. O yıllarda bu ormanlar, göktaşı düşmesi, yangınlar veya volkanik patlamalar gibi katastrofik olaylar sonucu toprak tabakalarının altına gömülmüş ve yüksek basınç ve düşük sıcaklık altında fosil yakıtlara dönüşmüş. Dolayısıyla kömür, petrol ve linyit içerisindeki enerji, o yıllardaki bitkilerin fotosentez yaparak yakaladığı güneş enerjisidir. İnsanlar milyonlarca yıl sonra bu enerjiyi açığa çıkararak Sanayi Devrimini gerçekleştirmiş. Bu sayede mesafeler kısaldı, hammadde akışı arttı, ticaret hızlandı ve bu şekilde fabrikalar daha verimli çalışmaya başladı. Karbonifer dönemindeki bitkiler Çizim: ABelov2014/DevianArt Bu bilinçle çevremizdeki canlılara, en ufak bir ota bile saygımız artar. Çünkü onlar sayesinde varız ve onların sunduğu imkanlar sayesinde uygarlıklar kurabildik. Uygarlıkların temelinde tarımın icadı var, tarımın temelinde ise önce toplanan sonra da ekilen bitkiler var. Uygarlık tarihinin bir sıçrama noktası da hastalıkları iyileştirme biliminin, tıbbın ortaya çıkışı, burada da şifalı bitkileri görüyoruz. Sanatın gelişiminde boya bitkilerini, tekstilde lif bitkilerini, şehirlerin kuruluşunda ahşap yapı bitkilerini görüyoruz. Coğrafi keşifler ağaçlardan yapılan gemiler sayesinde mümkün olmuş, sanayi devrimi bile belirttiğim gibi bitkiler sayesinde... Bakın, empati çok önemlidir; kendini başkasının yerine koymak birçok canlıda vardır. En azından yavrusu için bile olsa empati yapabilirler. Ancak düşündüğünün farkında olma bir üst düzeydir. Zihin ve zekâ dediğimiz şey burada devreye giriyor. Biz düşündüğümüzün farkındayız, neden düşündüğümüzü ve nasıl düşünebildiğimizi sorguluyoruz. Bizi insan yapan bu, yani merak duygusu. Biz bu evrende neden varız, varlığımızın amacı ne, niye bu dünya var gibi sorular soruyoruz. Türümüzün ayırt edici özelliği budur. Yoksa sadece düşünmek ya da empati yapmak değil. Bunlar zaten birçok canlıda var. Biz felsefe yapabiliyoruz, varlık kavramına kafa yorabiliyoruz. Bu merak duygusu, düşünebilme ve merak etme, teknolojiyi ve Sanayi Devrimini ortaya çıkarmıştır. Örneğin, ilk insanlar bitkilerin ne işe yaradığını deneme yanılma yoluyla keşfetmişler. Mesela dişi ağrıdığında bitkiyi çiğnemiş ve diş ağrısını kestiğini görmüş. Bu bilgi zamanla ilaçların keşfine kadar ulaşmış. Bizim türümüzün en önemli özelliği budur. Bitkiler bu süreçte bize çok önemli katkılarda bulunmuş. Biyolojik katkıları sayısız ve kültürel katkıları da aynı derecede önemli. Biz biyoloji okuyarak bu bilgileri öğreniyoruz. Ancak doğayla iç içe olan insanlar, özellikle yaşlı kadınlar, nenelerimiz, annelerimiz, bu bilgilerin büyük bir kısmının farkında. Bir şey okumadan da farkındalar. Mesela rahmetli dedem ve ninem, ben fotosentezi yeni öğrendiğimde onlara “Biz şimdi yemek yiyoruz, peki şu ağaç ne yer?” diye sorduğumda, “toprak ve hava” derlerdi. Bu bilgiyi kendi gözlemleriyle akıl etmişlerdi. Beslenmeden, bir şey yemeden yaşanmayacağını iyi bilirlerdi. Yelda Güzel’in nenesi ve dedesi, Daya ve Mehmet Büyükaşık Fotoğraf: Yelda Güzel Doğu Akdeniz’in Hikâye Kültürü O kadar güzel anlattınız ki, içimden popüler bir dille kitap yazmanız ne kadar güzel olurdu diye geçirdim. Umarım bu sıkıntılı dönemler biter ve yazılarınıza, kitaplara vakit ayırabilirsiniz. Kuş gözlemcisi olunca, Hikmet Birand’ın Alıç Ağacıyla Sohbetler ile Anadolu Manzaraları kitaplarını okumuştum. Çok kıymetli kitaplardır benim için. Anadolu Manzaraları kitabında Keltepe Ormanlarında Bir Gün yazısı vardır. Burada anlatılan humus, hayatımda okuduğum en etkileyici humus toprak tarifidir. Hiçbir biyoloji kitabında görmediğim güzellikte yazmıştır humusu Birand. Edebiyatla bilimi o kadar güzel örtüştürmüş ki. Siz de bunu yapıyorsunuz. Bitkilerle ilgili deneyimlerinizi, Antakya'dan, çevrenizden, nenelerinizden hikâyelerle anlatıyorsunuz. Düz bir anlatıyla paylaşmıyorsunuz. Bilimsel bilgileri hikâyelerle harmanlıyorsunuz. Bu tarzınızı Antakya'dan aldığınızı söyleyebilir miyiz? Hikâye anlatma sanatı Doğu Akdeniz’in bir özelliğidir. Aslında bütün Orta Doğu’nun bir hikâye kültürü vardır. Burası, 1001 Gece Masalları’nın diyarıdır. Güzel sanatlar, edebiyat, şiir gibi sanat dallarına baktığınızda, Doğu Akdeniz ülkelerinde ve Orta Doğu’da sanat biraz daha büyülüdür, biraz daha köklüdür. Belki de coğrafyanın etkisiyle böyle. Kuzey Avrupa ülkeleri, matematikte, adalet sistemlerinde ve temel bilimlerde çok iyidir; biraz daha rasyonel, mantıkla ilgili şeylerde başarılıdır. Belki çok soğuk olduğu için, doğayla soğuk içinde mücadele ederek geçirdikleri için böyledir. İklimin mutedil olduğu yerlere baktığınızda, özellikle gecelerin uzun, yıldızların parlak, doğanın coşkulu olduğu yerlere baktığınızda, insana ilham vermemesi mümkün değildir. Çocukluğumda sahra dediğimiz, yıldızların altında kilimlerin serildiği gece oturmaları olurdu. Büyükten küçüğe ailenin bütün bireyleri - dedeler, neneler, babam, annem, çocuklar, kuzenler, halalar, teyzeler - otururdu. Yıldızların altında ince bir örtüye sarınırdı üşüyenler, çocuklar bir köşede uyuklardı. O ortamlar insana müthiş ilham verir. Büyükler şarkı söylemeye başlardı, çoğunu da kendileri üretirlerdi. Uzun havalar, gazeller; büyüklerimiz masal anlatmaya başlarlardı. Çoğu belki ezbere, belki de o anda ürettikleri masallardı. O ortamda ne hissettiğimi çok net hatırlıyorum. Öyle büyülü bir ortam ki, ister istemez içimde bir ilham uyanırdı. Gece gökyüzünde samanyolu Fotoğraf: Pexels Kafamda masallar kurgulardım, gökyüzünde gördüğümüz yıldızların ne olduğuna dair senaryolar kurardım. Doğa, size ilham verebilecek parlaklıkta, öyle söyleyeyim. Belki daha çetin bir coğrafya olsa, çok soğuk olsa, bu kadar romantik ve hayal kuracak kadar çok vaktiniz olmayacak. Ama orada da başka bir avantaj var: Soba başında uzun geceler, ateş başında sohbetler belki de insanların, yıldızlı gecelerin romantik sihrinden daha farklı, daha gerçekçi, mantık yönü daha ağır basan fikirler üretmelerine olanak sağlamıştır. Belki de metodolojik bilim, felsefe, o soğuk memleketlerden bu nedenle daha önce filizlenmiştir. Burada, Doğu Akdeniz’de doğa o kadar güzel ki, yıldızlar o kadar parlak ki, rüzgâr o kadar güzel eser ki, insan ister istemez bir coşkuya ve ilhama kapılır. Doğanın size ilham vermemesi mümkün değil. Akdeniz’deki, özellikle Doğu Akdeniz'deki hikâye anlatıcılığını, hayal gücü zenginliğini ve şiiri doğanın güzelliğine bağlıyorum. Keldağ, Samandağ Fotoğraf: Uğur Zeydanlı, Doğa Koruma Merkezi Belki bu bir mesleki bakış açısıdır; başka bir meslekten biri farklı bir nedene bağlayabilir. Ancak kendi deneyimlerime dayanarak bunu söyleyebiliyorum. Çocukluğumu hatırlıyorum; pencere açıkken uyuyordum, gökyüzüne bakıyordum, dolunayda yapraklar gümüş gibi parlıyor, rüzgâr esiyor, yapraklar sallanıyordu. Dışarıdan çeşit çeşit hayvan sesleri geliyor; kurbağalar, baykuşlar ve diğerleri. Bu ortamın size ilham vermemesi mümkün değil. Uykuya dalmaya çalışırken, kurbağaların sesini duyuyorum ama aklıma hemen farklı senaryolar geliyor. Bahçede olup bitenlere dair çeşit çeşit hikâyeler kuruyorum, çünkü bahçe o anda doğaüstü görünüyor. Benzer durumu tropikal kuşakta da görebiliriz. Tropikal kuşak, müthiş bir mitolojik çeşitlilik ve hikâye anlatıcılığı zenginliği barındırır. İnsanın hayal gücü, doğanın etkisiyle şekillenir. Doğa, insanın hayal gücünü besler ve ona ilham verir. Bu yüzden, Doğu Akdeniz’deki hikâye anlatıcılığı ve hayal gücü zenginliğini doğanın güzelliğine bağlıyorum. Doğanın İnsan Bilinçaltına Etkisi: Mitolojiden Günümüze Mitolojiye baktığınızda, doğanın insanlar üzerindeki etkisini net bir şekilde görebilirsiniz. Mesela, Ege adalarına giderseniz Minotaur gibi canavar hikayelerine rastlarsınız. Minotaur, deprem bölgelerinde yaşayan insanların bilinçaltındaki deprem korkusunun bir yansımasıdır. Minotaur zindana kapatılır ve o da zindanda duvarlara çarpıp durur, yeraltında korkunç sesler çıkarır. Depremler orada çok şiddetli olduğu için, insanlar depremleri yaratan bir canavar olduğuna inanmışlar. Volkanik patlamaların olduğu bölgelerde ise canavarlar ateş saçan varlıklar olarak tasvir edilmiş. Nordik mitolojisine baktığınızda, kuzeyin soğuk iklimi nedeniyle cehennem buz gibi bir yer olarak tasvir edilir. Çünkü bu bölgelerde insanlar çetin bir sıcak deneyimi yaşamamışlardır. Oysa Ortadoğu dinlerinde cehennem, yakan ateşlerle dolu bir yer olarak tasvir edilir. Bu, Ortadoğu’daki insanların buz gibi yer deneyimlerinin olmamasından kaynaklanır. Theseus ve Minotaur, 18. yy (sol), 6. yy (sağ) Fotoğraf: The Walter Arts Museum (sol), Milan Arkeoloji Müzesi, Mark Cartwright (sağ) Kısacası coğrafya, doğa, insanların bilinçaltını ve hikâyelerini doğrudan etkiler. Benim kendi bilincim ve bilinçaltım da, kolektif bilinçaltının etkisiyle şekillenmiştir. Sizin bilinçaltınız veya bilinciniz, hiçbir zaman tamamen bağımsız değildir; insanlığın ve etkileşimde olduğunuz insanların kolektif bilinci sizi mutlaka etkiler. Nenenizin söylediği bir şey, annenizin anlattığı bir hikâye, komşunuzun paylaştığı bir deneyim, çevrenizdeki her şey, sizi besleyen kanallardır. Dolayısıyla, sizin bilinciniz kolektif bir bilinçaltının etkisiyle oluşur. Tabii coğrafya kültürü, geleneği ve alışkanlıkları da etkiliyor. Doğu Akdeniz, çok özel bir coğrafya. İklimi mutedil, toprağı verimli. O yüzden binyıllar boyunca yerleşim için hep çok tercih edilen yer olagelmiş. O yüzden hep çok kalabalık olmuş, o kalabalık hep çatışmalı ortamlara neden olmuş. Hâlâ olduğu gibi. Bu nedenle bu coğrafyada insanlar, yıldızlı gecelerin esrikliği ile hayalgücünün ve toprağın cömertçe verdiği zeytinin, üzümün, incirin, narın bereketinin tadını çıkarırken aynı anda paylaşılamayan bir coğrafyanın bitmek bilmeyen savaşlarını mecburen içselleştirmişler. Bu içselleştirme hüzünden keyif almamıza neden olur. Hüzünlü şarkılar, uzun havalar, mıvveller... Coğrafyanın/doğanın ve onun ikincil, üçüncül sonuçlarının ilhamıyla hikâye anlatıcılığı burada kaçınılmaz hale gelir. Hikâyelerden kaçmak mümkün değildir, çünkü her yerde herkes size hikâyelerle bir şeyler anlatır. Etnobotanik çalışma yaparken, birine bitkinin ne işe yaradığını sorduğunuzda, size kısa bir yanıt vermez. Kendi çocukluğuyla nasıl bir bağ kurduğunu, mutlaka hikayelerle zenginleştirerek anlatır. Bu, bizim tipik özelliğimizdir. Doğayla bağı olan ve geleneksel yapısına değer veren her toplumda bu hikâye anlatıcılığı görülür. Latin Amerika edebiyatına baktığımızda, onun karakteristiği de budur. Gabriel Garcia Marquez ve Isabel Allende gibi yazarların eserlerinde, büyüklerinden duydukları hikâyeler ve yer yer sıra dışı öğeler görürsünüz. Bu yazarlar, hikâye anlatıcılığı geleneğini ve doğanın zenginliğini edebiyatlarına yansıtırlar. Doğu Akdeniz ile Latin Amerika arasındaki ortak özelliklerden biri, doğanın zenginliği ve verimliliğinin sunduğu berekettir. Bu iki bölge de doğanın ilhamı ile doludur. İnsanlar geleneksel yapıya, aile kavramına bağlıdır. Modern şartlara rağmen hâlâ değerini korumuştur. Bizde büyük aile kavramı çok önemlidir. Büyük ailelerin bir masa etrafında toplanma geleneği hâlâ devam eder. Herkes ayrı bir şehirde yaşasa da, herkesin aklı hep Antakya’da olur. Ne olursa olsun, yılda en azından birkaç gün tüm aile toplanır ve kalabalık masalar etrafında bir araya gelir. Bu, Antakya’nın çok karakteristik bir özelliğidir. Bu masalarda hayatın özeti, geçmişin ve geleceğin muhasebesi yapılır ve mutlaka hikaye anlatılır. Bu hikâye anlatıcılığı geleneği, bizim kültürel kimliğimizin önemli bir parçasıdır. Röportaja burada bir virgül koyalım, yarın biraz daha çok Antakya ve Antakya’ya özgü bitkilerden bahsedelim. Kadınlar bitki bilgeliği sohbetinde Fotoğraf: Yelda Güzel arşivi Öne çıkan görsel: Gümüşgöze’den çıkarılan ve Yakto mozaiği olarak Antakya müzesinde sergilenen eser. Aslan, kaplan, leopar, yabandomuzu, sülün, ördek, çeşitli ağaçlar ve mitolojik kahramanlar iç içe. Fotoğraf: Dick Osseman
- Azizler Petrus ve Pavlus Bayramı: “Sadece Bin Yıllık Kilisenin Değil, Antakya’nın da Bayramı!”
Zeytin ağaçlarının şahitliğinde, tarihler boyunca atılmış adımların arasında; ağır ağır bugünün adımları işleniyor taşlı yollara. İleri atılan her adım tarih yolunda bir adım daha geri götürüyor bizleri. Bir canlık tarih yolculuğu, şahitliği adeta bu. Önce yaşımın yettiği kadar anılar canlanıyor gözümün önünde. Yaşımın yetmediği yerde, anlatılan hatıralar şekillenmeye başlıyor. Daha da ilerleyen adımlarda devirler değişiyor, çağlar öncesinden gelen efsaneler yükseliyor kayalıkların içinden. Adımlarla birlikte; dünün, bugünün ve yarının hikayeleri karışıyor birbirine. Tarihin iç içe geçmiş adımları, zamansız bir şahitliğin hikayesini anlatan kelimeler gibi sayfalar boyunca yoların üzerine uzanmış. Bir kahramanın kitabını yazıyor yollarda atılmış adımlar. Zamansız yaşının yüzyıllık karşılığını, tüm zamanlarda sevdikleriyle vedalaşmak zorunda kalarak vermiş bir bilgenin hüznüyle oturmuş; eteklerinin altına serili doğduğu topraklarla, şehirle ve insanlarıyla vedalaşıp acılarını kucaklıyor bir kez daha. Ufuktan doğan her güneşle her gün biraz daha ayağa kalmaya çalışan yıkılmış bir şehir, yamacında ise umudun orta direği üzerine kurulmuş çadırlarda yaşayan o şehrin insanları… Kendi de bu topraklarda doğmuş, bu şehrin bir evladıyken çağlar içinde doğduğu şehirle vedalaşıp kurulan yeni şehirlere ihtiyarlık etmiş; şimdi ise eteklerinde kurulmuş, insanları için bir ömür kadar yaşlı ama kendinin yanında daha dünkü çocuk bu gencecik şehrin acısını yaşıyor. Yıllarca şahitlik ettiği acılardan çok daha derin bin yıllık hikayesinin ortak tek gerçeği gibi bir acı, yaşadığı vedalardan çok daha ani bir veda bu. Tarihin izleri sinmiş kaya duvarlarını kızıla boyayan bir günbatımında uğurladığı güneşi, yeni günde karşılayamadan vedalaşmış şehriyle ve onun insanlarıyla. Kimi ise bin yıllık hikayesinin ortak tek gerçeği gibi son yolculuklarına doğru son kez vedalaşmış; kimini ise dönüşü belli olamayan bir yolculuğa uğurlamış ve hasretlik bir bekleyişin günlerini sayarak yollarına döşenmiş taşları tesbih taşı etmiş kendisine. Hasretlik sayılmış günlerin ardından uzun bir zaman sonra yeni bir tarihin adımlarını atarak çıkıyoruz tepeyi çıkan yolları. Bugün onun günü: 29 Haziran. Tarihler boyunca atılmış adımların arasına bugünün adımları ağır ağır işlenirken, önce yaşımın yettiği kadar anılar canlanıyor gözümün önünde: Yıllar önceki çocukluk hallerim beliriyor gözlerimin önünde. Her yıl Azizler Petrus ve Pavlus (Butros u Bulos) bayramında St. Pierre Kilise ’sinde yapılacak olan Evrensel Dua töreni için Antakya’ya gelmiş, herkesle beraber tepeye çıkan bu yolu yürüyor heyecanımızı dizginlediğimiz ağır adımlarla. Her mezhepten, her dilden ve hatta her dinden insan da beraberinde yürüyor. Şaşırıyor en başta daha önce her zamankinden farklı giyinmiş papazları; hatta Hıristiyan olmadığını bildiği tanıdıklarını dahi kiliseye giderken görünce. Kiliseye ulaşınca tüm farklılıklarına rağmen, şehrin tarihine şahitlik eden bu binyıllık kilisenin bayramında evrensel barış için edilen dualara hep bir ağızdan “Âmin.” diyorlar. O zaman anlıyor yaşadığı şehrin kıymetini; henüz farklılık nedir, inançlar arası, inançlar içi ayrımlar nedir bilmeyen çocukluğum. Antakya belki de bir Ortodoks, bir Katolik ve bir Protestan rahibin beraber duaları ettiği tek şehir, St. Pierre de tek kiliseydi. Ortodoks Metropolitler, Katolik Kardinaller, Protestan Rahipler, Akdeniz insanının sınırları aşan benzerliğiyle Antakyalı kadınların arasında kaybolmuş İtalyan Rahibeler… Tüm mezheplerden din adamlarının beraber dua ettiği bir başka kilise, her milletten insanın aynı dileklerle “Âmin.” dediği bir başka dua ve her dilden dileklerin, umutların yükseldiği bir başka gökyüzü yoktur sanırım; tıpkı bu şehir ve insanlarına yakıştığı gibi… Hatay’ın ayakta kalmış tek kilisesinin mağara duvarlarında yıkılan kiliselerimiz de canlanıyor, geçmiş anılarla birlikte. Evrensel Dua’nın ve St. Pierre’deki anma töreninin yapıldığı 29 Haziran’ın öncesinde 28 Haziran’da kiliselerdeki bayram ayini yapılıyor. Bu şehrin manevi kurucuları Azizler Petrus ve Pavlus anılıyor ve onların ismini taşıyanların isim bayramları kutlanıyor. “Petrus ve Pavlus ne demek?” diye soruyor çocukluğum, “Butros ve Bulos” diye cevaplıyor yıllar öncesinden babam. Gözlerim büyüyor bu tanıdık isimleri duyunca “Butros” diyorum “dedemin adı”. Sonra bir hüzün doluyor büyüyen gözlerime, vefat eden dedemin ruhuna dağıtmak için kapıda kıddes dağıtanların yanında durarak elimdeki kıddesi uzatıyorum insanlara. Vefat etmiş Butros ve Bulos’ların ruhuna kiliselerde kıddes çıkarılıp taziye dilenirken, bu ismin olduğu evlerde ‘bayram tutulurdu’. ‘Bayram tutmak’ geleneği, bu şehrin anma günlerinde isim bayramlarını kutladığı en güzel geleneklerinden biridir, benim anılarımdaki ve bana anlatılan hatırlardaki. Çocukluğumun hayali silinirken taşlı yollardan daha da geriye gidiyor zaman. Babaannem canlanıyor gözlerimin önünde; tatlı bir telaş içinde, dedemin resmi asılmamış henüz duvara ve isminin bayramı tutuluyor hala. Bayram tutacağını duyurmuş ve ‘masa açmış’ tüm gün bayramlaşmaya gelenleri ağırlamak için. Açtığı masaya dizdiği çeşitli reçelleri, bayram kömbeleri, likörleri ve çeşitli tatlarıyla evinde yaşattığı ismin mutluluğunu yaşatıyor, tıpkı komşu evlerde de olduğu gibi. Bayram ayini tüm kiliselerde yapılıp bayramın bu coşkusuna tüm şehirde ev sahipliği yapılsa da bayramın en büyüğü, en coşkulusu, Azizler Petrus ve Pavlus’un kendi evlerinde, kurdukları Antakya Kilisesi’nde kutlanırdı . Attığımız her adımda, geçmiş adımlarımızla canlanan anılarımdan farklı bir an yaşanıyor benim için. İlk defa St. Pierre’de bir bayram ayinine katılmak için çıkıyorum bu yolları, bu benim anılarımda yaşadığım büyük bir ilk olsa da yabancı değilim bu ana. Anlatılan hatıralar canlanıyor sırasıyla, hatıralara karışan bir an yaşanıyor uzun yıllar sonra ilk defa: St. Pierre’de sadece bir dua töreni değil; bir bayram ayini yapılıyor. Attığım her adımda anılarım canlanırken, anılarımın artık tükendiği yerde babaannemin anılarındaki hayali yürümeye başlıyor yanımda ağır adımlarla. Tıpkı anlattığı hatıralarındaki gençlik zamanlarındaki gibi: arkadaşlarıyla beraber sabahın erken saatlerinde uyanmışlar, dileklerinin kabulü için adaklar adayarak çıkıyorlar St. Pierre’e çıkan yolu. Onların yanında güneşle beraber de bütün bir şehir ayağa kalkmış. Ailesinde Butros ve Bulos olanlar, onların isimleri için dağıtacakları kıddesleri bir gün önceden hazırlamışlar. Sevdiğini kaybetmiş olanlar çiçeklerini hazırlamış, ayinden sonra yapacakları kabir ziyaretleri için mumları elinde çıkmışlar yola. Bayram tutacak mutluluğu taşıyan evlerin anneleri ise kiliseden sonra gelecek bayramlaşma için açacağı masanın hazırlıklarına başlamışlar. Evlerden uyanıp sokaklara taşan bu bayram ruhu her dakika biraz daha yayılıyor şehre. Bu sadece kilisenin değil tüm şehrin bayramı. Şehir merkezinden St. Pierre’e giden minibüsler o gün ücretsiz çalışıyorlar; bayram tutan komşularına bir nevi bayram hediyesi verirken onların mutluluklarını da paylaşıyorlar. Şehrin hareketlendiği saatlerde birer ikişer bayramlıklarıyla arabalara, minibüslere binen komşularını gördükçe bayram vaktinin geldiğini komşuları da anlıyorlar ve daha o andan itibaren yolda, arabalarda başlıyor bayramlaşmalar. St. Pierre’e çıkan tepenin eteklerine gelindiğinde de başka yollarla gelmiş insanlarla birleşip git gide kalabalık adımlarla o anları yazıyorlar tepeyi çıkan yolun taşlarına. Her adımda selamlaşmalarla birer ikişer artan kalabalık, birden büyük bir kucaklaşmanın coşkusuyla çok daha çok büyüyor: İskenderun, Samandağ, Altınözü, Arsuz’dan bayramı kutlamaya gelen kalabalıkla beraber kimi eski bir komşusuyla kucaklaşıyor kimi ise uzak kaldığı bir akrabasıyla. Hasretle başlayan bu kucaklaşma, aralarına karışmış isim taşıyanların ve onların ailelerine geldikçe kutlamayla, anmayla karışık bir kucaklaşmaya dönüyor. Güneşin doğuşuyla beraber çıkılan yollarda her adımda devam eden erken kutlaşmalar, St. Pierre’e – yolun zirvesine ulaşılmasıyla beraber doruğa ulaşıyor. İnsanlardan yükselen bayram ruhuna; papazın dahi bayram ruhuyla daha bir coşkulu savurduğu bahurdanlıktan zil sesleri eşliğinde yükselen bahur dumanları karışıp siniyor kilisenin mağara duvarlarına. Bayram ayini devam ederken, duvarın dışındaki avluda bir tatlı telaş başlıyor kimileri için. Adadığı adağı tutmuş olanlar veya isminin bayramını tutanlar, artık ayinin sonuna doğru hazırlıklarına başlıyorlar. Adaklarını, ikramlarını, kıddeslerini, ne dağıtacaklarsa onu hazırlamaya başlıyorlar. Adanmış hriseler, mercimekli pilavlar, tatlılarla beraber kilisenin avlusu da günler önce bayram hazırlıklarının başladığı evler gibi bayram evine dönüşüyor; insanlar adeta kiliselerinin isminin bayramını tutuyor. Hatıraların, anıların tüm güzellikleriyle beraber canlanıp bizlerle yürüdüğü bu yollarda ağır ağır tepeye doğru, yıllar sonra St. Pierre kilisesinde yapılacak olan bayram ayinine katılmak için yürüyoruz. Tıpkı hatıralardan canlandığı gibi birer ikişer kalabalıklaşarak katılıyoruz birbirimize. Kucaklaşmalarımızdaki hasretlik sevincin yerini acılı bir şükür alıyor, ölümün içinden çıkmış insanların birbirini dünya gözüyle görmesinin şükrü bu. Dualar ve şükürler ederek çıkarken bu yolları, göz yaşları doluyor gözlere ve yavaş yavaş bulanıyor gözler önünde canlanan hatıralar. Göz yaşlarıyla bulanmış hatıralar içerisinde kaybettiğimiz sevdiklerimiz de bizimle yürürken, bütün bir şehrin insanları adaklar adıyorlar kendi gelecekleri için. Farklı kalplerden farklı adaklar adayarak sabahtan yollara düşen şehrin insanları; bugün şehirlerinden ayrı kaldıkları uzaklardan tek bir adakla yollara düşmüş. Bir gece karanlığında kaybettikleri şehirlerinin tekrar kuruluşunun, şehirlerine kavuşacakları günün uğruna adaklar adayarak çıkıyorlardı yokuşu… Bir şehrin tekrar kuruluşunu adayarak çıkarken bu yolları, iki bin yıl öncesinden MS 30-40 yıllarında bu şehrin manevi kurucuları, bu yollara atılmış ilk adımlar canlanıyor; Azizler Petrus ve Pavlus yürümeye başlıyor önümüzden. Tıpkı iki bin yıl önce bu topraklardaki ilk inananların önünden yürüdükleri gibi yürüyorlar önümüzden. Arkalarındaki kalabalık arttıkça, adımlar kalabalıklaştıkça merak edenleri de artıyor "Bunlar kim?" diye soruyorlar tepedeki mağaraya çıkan bu kalabalığın ardından. İçlerinden birileri "Hristo’sun adamları bunlar” diyor “Bunlar Hıristiyanlar...”. Tepeye çıkan bu yolu yürüyen insanların ardından verilen bu isim, bu inancın yolundan yürüyen insanlara da verilen ilk isim oluyor ve ‘Hıristiyan’ ismi Antakya’nın binlerce medeniyete beşiklik etmiş, isim anneliği yapmış bereketli topraklarından filizlenip tüm dünyaya yayıyor tohumlarını. Aziz Petrus kayaların gücünü almış adına, yalçın kayalıkların üzerine kurduğu kilisenin sağlamlığını kazırken duvarlarına; Aziz Pavlus adındaki alçakgönüllülüğü işliyor bütün Roma’ya, bütün Dünya’ya seslenecekleri güçteki kiliselerinin yalnızca bir mağaradan yontulmuş tevazu işlenmiş duvarlarına. İlk öğretiler yankılanırken dağ yamaçlarından şehrin sokaklarına ve ilk bahur dumanları dağılıp da sinerken kayaların arasına, Roma’ya ve bütün Dünya’ya seslenecek, kayalar kadar güçlü, kayalar kadar alçakgönüllü bir kilise kuruluyor Antakya’da. Kilisenin içerisinden yükselen bahur dumanları duvarlara sinmiş binyıllık bahur dumanlarına karışırken, çıngıraklı bahurdanlıklarını sallayan pederlerin ardından bir ışık süzülüyor. Dışarıya açılan pencerelerden değil içeriye açılan tüneliden süzülen bu ışık hüzmelerinin içinde bahur dumanları dalgalanmaya başlıyor yavaş yavaş ve tünelin içinden dağın yamaçlarına süzülüp ait olduğu şehrin yükselen toz dumanlarına karışıyor, kaybettiği sevdiklerinin hatırasını kutsamak istercesine. Tünelin ucundan süzülen ışık hüzmelerinin içinde bahur dumanları dalgalanırken, binyıllık bir telaş başlıyor dalgalanmaların arasından. Arkalarından gelen askerlerden, arkalarına vuran ışığa doğru kaçmaya başlıyorlar. Önlerinde Azizler Petrus ve Pavlus’un yürüdüğü Antakyalı inananlar, dağın eteklerinden gelen baskından kaçarak tünelin içinden geçip tıpkı bahur dumanları gibi dağın yamaçlarından şehre karışıyorlar. Askerler ellerinde ucunu ölüm fermanıyla biledikleri kılıçlarla, Azizler Petrus ve Pavlus ile onlara inananların ardından yürüyorlar. Bahur dumanlarının, inancın ve cesaretin adımlarının atıldığı yollara ölümün, inançsızlığın ve korkunun adımlarını işleniyor her marş adımda. Binyıllık adımların, bahur dumanlarının, inancın ve inançsızlığın, korkunun ve cesaretin canlandığı taş yollarda, Nasıralı bir Neccarın yolundan yürüyen Antakyalı bir Neccarın adımları canlanıyor: Antakyalı ilk inananlardan Habibi Neccar. Marangozhanesinde yonttuğu ağaçlar gibi dimdik ve tüm kararlığıyla duruyor ölüm fermanıyla bilenmiş kılıçların karşısında. Ardından yürüdüklerini ardına almış, kendisine öğretmenlik; inancına önderlik eden Azizlerin önünde durmuş koruyor onları, inançsızlığın cesaretiyle gelmiş askerlerden. Tıpkı Azizlerin de onları inançsızlıktan koruduğu, inanç ve inançsızlık arasında durdukları gibi. “Çekil!” diyor askerler “Çekilmem!” diyor Neccar. “Çekil!” diyor Azizler “Çekilmem!” diyor Neccar. Bir kılıç geçiyor gözlerden, bir baş düşüyor bedenden, bir kan akıyor tarihten. Bir baş yuvarlanıyor, başı dik yürüdüğü yollardan; kan karışıyor cesaretle, inançla atılan adımlara. Kendi gibi dik ağaçları yonttuğu marangozhanenin önünden geçiyor, selamlıyor yıllarca eğilmediği için kestiği dik duruşlu ağaçları. Bir taşa çarpıyor şehrin orta yerinde, dostları ve komşuları peşinde… “Habib” diyorlar “Habibi Neccar’ın başı bu, Nasıralı bir Neccarın yolunda feda etti başını.” Sevenleri, boyun eğmek uğruna bedeninden geçen bu başı bedeniyle kavuşturuyorlar ve başının durduğu yere bir mezar yapıyorlar. Sanki kendi oraya gömülmek istemişçesine saygı duyuyorlar hatırasına. Doğduğu topraklara kavuşmuş olur artık Habib-i Neccar. Rivayetlere göre Aziz Petrus’un Roma’ya gitmesinin ardından öğretiyi yaymaya devam eden Azizler Pavlus ve Barnabas da öldürülür ve Habib-i Neccar’ın yanına gömülürler ve o vakitten itibaren uğruna başını koyduğu Azizlere de kavuşmuş olur Habib-i Neccar… Antakyalı inanlar için bir mabed olmuştur artık Azizlerin ve Neccar’ın mezarları. Bin yıl boyunca mumlar yanar onların adına, dualar yükselir ruhlarına ve bahur dumanları karışır topraklarına karışıyor. Şimdi ise o binyıllık bahur dumanları; yağmur bulutlarından birer gözyaşı gibi düşen yağmur damlalarına. Binyıllık bir kilisenin kurucularının kiliselerinin ve tüm milletlerden halklarının ardından topraklarına gözyaşları döker gibi… Binyıllık adımlar canlanıyor Neccar’ın başının yuvarlandığı taşlarda. Halife ordusunun adımları canlanıyor Romalı askerlerin adımlarının atıldığı yollarda ve yeni bir hükümranlık başlıyor medeniyetler şehri Antakya’da. Bir yeni sancak çekiliyor gökyüzüne yüzyıllık bir ihtiyarın şahitliğinde ve fetih marşları yankılanıyor Neccar’ın başının düştüğü yerde. Bir cami yükseliyor, Mesih’in yolundan Allah’a inanan ilk Antakyalı’nın mezarı üstünde. Minarelerden bir ses yükseliyor, kiliselerden yankılanan çan sesine ve havralardan duyulan hazzan sesine karışarak. Antakyalı ilk Hıristiyan’ın ismiyle, Antakya’ya ilk kiliseyi kuran Azizlerin kabirleri üzerine kuruluyor Anadolu’nun ilk camisi. Şehrin semalarına dualar yükseliyor mabedin duvarlarından. Azizlerin yolundan yürümüş Hıristiyanlar “Pavlus ve Barnabas” diyorlar toprağın altında dua ettiklerine; komşuları ise “Yunus ve Yahya”. Azizlerinin adları, aynı topraklarda farklı inançlardaki insanlarından farklı isimlerle yükselirken; şehrin tüm insanlarından toprağın altındaki Neccar için tek bir isim yükseliyor: Habib-i Neccar. Onun adıyla kavuşuyor bu şehrin insanları ve inançları birbiriyle. Yoluna canını koyduğu Azizler ise şehrin tüm inançlarıyla, dualarıyla kalpleriyle birlikte yattıkları toprakların insanlarına kavuşuyor, onun da adı altında. Tüm şehrin Azizleri oluyorlar bu sayede, onlar tüm şehrin koruyucularıdır artık, tüm inanların mumları yanar onlar için ve tüm dinlerin duaları edilir ruhları için. Bu yüzdendir ki onlar sadece bu şehirde bir kilisenin kurucuları değil artık bütün bir şehrin ve medeniyetin kurucularıdır. Onlar ki Azizler Pavlus ve Petrus, Antakya şehrinin koruyucu Azizleri, bu topraklardaki medeniyetin kurucularıdır. Onların bayramı bütün bir şehrin bayramı olur, tıpkı bu şehrin tüm bayramlarının bir evden başlayarak bütün evlere yayılıp donattığı gibi; onların da evinden yani St. Pierre kilisesinden başlayarak yayılır tüm şehre bu bayramın ruhu. Binlerce yıllık bayram ruhu canlanıyor kilisenin duvarlarından, bayramın coşkusunu matemlerine gömüp hüzünleriyle dualar eden bir halkın arasından geçip onların hüznünü sırtlanarak yayılıyor binyıldır coşkuyla yayıldığı sokaklara. Sırtlandığı bu ağır yüke yabancı da olsa ruhu, tanıyor binyıllarca coşkuyla bayramı müjdelediği sokakları. Sokakların arasından geçtikçe ona katılıyor yıllar boyunca bayram ruhunu müjdelediği evlerin enkazı ardından taşlara sinmiş hatıraları. Tüm şehrin ardına bıraktığı hatıraları, kaybettikleri sevdiklerinin anıları katılıyor sokak aralarından geçtikçe büyüyen bu şehrin ruhuna; tıpkı bayramlara giderken sokaklarda geçtikçe birer ikişer kalabalıklaşan şehrin insanları gibi. Her adımda kalabalıklaşıyor her adımda biraz daha yaklaşıyorlar şehrin içinde bir inci tanesi gibi yükselen, çan sesiyle ezana ve hazzana eşlik eden, bu şehrin koruyucu Azizlerinin adını taşıyan kiliseye. Sırtlandığı tüm hüznü, kendine kattığı anılarla beraber yıkılmış taşların üzerinden geçerek kiliseye giriyor. Geçtiği her yerde, sabahın seherinde çiğ taneleri bırakan bir bulut gibi göz yaşları gibi taşıdığı hüznü bırakıyor taşların üzerine. St. Pierre kilisesinden başlayarak şehre inen bayram ruhu, bu bayram ismini verdiği kilisenin bayramını tutmuyor, matem eşarbı örtünmüş şehrin kapısında kilisesinin gidişinin ardından adeta onun ruhununa kıddes tutuyor. Bir silüet beliriyor, şehre yayılan bu ruhun kaynağından; binlerce yıl önce Aziz Petrus ve Pavlus’un bir kilisenin kuruluşunu müjdelediği bu mağaradan. Aziz Pavlus çıkıyor kayalar arasına yontulmuş kilisenin taştan kürsüsüne, “Müjdeler olsun” diyor “sizlere. Bu kutsal topraklarda sizlerle beraber kuruldu bu kilise.” Aziz Pavlus’un binlerce yıllık vaazı canlanırken, geçen yıl Antakya vekili Abuna Pavlus çıkmıştı kürsüye. Bu kilisenin ve bu şehrin tekrardan kurulacağını müjdelemişti bizlere, tercümanlık ettiği dualardan ümitler yayılmıştı bu şehre. Aziz Pavlus’tan Abuna Pavlus’a, bir kez daha kuruluşun temellerini atıyor bu kilise… Şehrin her yerinden, her dininden, her dilinden insanlar toplanmışlar kilisenin avlusuna ve bakıyorlar yalçın kayaların ardından görünen göklere. Her anlarına şahitlik etmiş, topraklarına bereket vermiş güneş bakıyor göklerden onlara ve bereket verdiği topraklara bu sefer can vermek istercesine vuruyor yüzlerine. Her dinden eller binlerce yıldır olduğu gibi bir kez daha açılıyor aynı dualara ve bir kez daha her dilden bir “Âmin” yükseliyor aynı dualara. Bir rüzgâr esiyor kayaların arasından insanların arasına. Savuruyor saçları, her inançtan örtünmüş eşarpları, gölgesinde huzur veren zeytinin yapraklarını ve tüten bahur dumanını. Uzak diyarlardan ama yakın acılardan Feyruz’un sözleri canlanıyor dillerde, bir kaybedilmiş memleket içinde bir memleketin hasretiyle: “Nassam 3alayna l-hawa min mafraki l-wadi Ya hawa dakhli l-hawa khidni 3ala bladi Fiz3ani ya albi tekbar bi ha l'ghirbé w ma ta3rifni bladi Khedni.... khedni w khedni 3ala bladi. Chou bina chou bina ya habibi chou bina Kintou kina dalou 3andna w ftarakna chou bina . Ou ba3dha echams btibki 3ala bab ou ma tahki. Ou yahki hawa bladi Khédni.... khédni khédni 3ala bladi” [i] [i] “Bir rüzgar esti üzerimize, vadilerin ayrımından. Ey rüzgar, aşkın hatrına götür beni vatanıma. Korkuyorum ey kalbim, bu gurbette büyümekten ve vatanımın beni tanımamasından Al, al götür beni vatanıma… Ne, ne oldu bize ey sevgilim, ne oldu bize? Biz seninle beraberdik şimdi ayrıldık Güneş hala ağlıyor kapıda, konuşmuyor Vatan aşkım konuşuyor: Al, Al götür beni vatanıma…”
- Bir dağın yamacında bir nehrin kollarında büyümek - Bir Antakya doğa anlatısı
“Görmeden bile, söylentilerden tam bilgi sahibi olunabilir, çünkü şehrin ününün yayılmadığı kara veya deniz köşesi yoktur.” (Antakya için) Libanius Eğitim politikaları ve doğa eğitimi konularında çalışıyorum. Bu konularda yaptığım eğitimlerde ve konuşmalarda kendimi uzun bir süredir “Amanosların yamacında, Asi Nehrinin kollarında, Antakya’da doğup büyüdüm” diye tanıtıyordum. 1976’da bu güzelim, göz bebeğim kente doğduğum için şanslı olduğumu çok erken yaşlardan itibaren hissettim. Kimliğimi, benliğimi en çok Antakya’ya borçluyum. Kentin yapısına, insanlarına, yemeklerine, en çok da doğasına. Bugün bunu çok daha iyi görüyorum. 1996 yılında ODTÜ’de kuş gözlem topluluğuna katıldığımda kentimden aldığım temelle iflah olmaz doğa koruma ve doğa eğitimi serüvenim de başladı. O günden bu yana bana “doğaya nasıl böyle tutkuyla bağlısın?” diye sorulduğunda tereddütsüz “Antakyam sayesinde!” diyorum. Antakya’da doğup büyüyen biri nasıl doğa delisi olmaz ki? Diğer türlüsünün mümkünatı yok! Sol: Cemalettin Tınaztepe İlkokulu’nun Atatürk Köşesi. 2. sınıfın ilk günü, Eylül 1983 Sağ: Atatürk Köşesi’nin gülleri, Mart 2023 Sümerler Mahallesi Dere Sokak’ta doğdum. On bir yaşıma kadar burada, Habib-i Neccar Dağı’na ve Asi Nehri’ne komşu olarak yaşadım. Burayı size nasıl anlatabilirim bilmem. Dostlarımı konuk edip onlara gösteriyordum ama artık bunu yapamayacağım. Mahallemizin insanları da doğası da çeşitlilik açısından bereketliydi. Antakya’nın mayası için kültürel ve biyolojik çeşitliliği diyebilirim rahatlıkla. Çocuklar için güvenli bir yerdi. Nitekim, altı yaşından itibaren Cemalettin Tınaztepe İlkokulu’na kardeşimle tek başımıza gidip geldik hep. Her gidişte ve dönüşte farklı sokaklardan geçtik, mahallemizi keşfettik. Annem Tınaztepe’de, babamsa Kurtuluş Lisesi’nde öğretmendi. Okul bahçemiz betondu gerçi ama kıyıda köşede kızılçamlar vardı. Atatürk köşesinde de çiçekler ve güller. Her bahar kızılçamlara çam keseböceği dadanırdı. “Ağaçların altına girmeyin, tüyleri kaşıntı yapar” derlerdi. Dinler miydik? Tabii ki hayır. Kaşındık mı? Hayır! Ya da oyundan başımızı kaldırıp fark edemedik belki de. Okula gidip gelirken keşfettiğimiz sokaklar, ağaçlar, çiçekler, hayvanlar ne güzel izler bırakmış meğer. Sık sık bugünkü aklımla çocukluğuma dönmeyi hayal ederim. Bunu yapabilseydim, yürüdüğüm tüm o yollarda gözümü bir an bile kırpmazdım. Kentimi çok daha keskin bir şekilde hafızama kaydederdim. Cemalettin Tınaztepe İlkokulu’nun bahçesinde, çam keseböceklerinin dadandığı kızılçamlar (Pinus brutia), Mart 2023 Özalan amcanın Kurtuluş Lisesi’ndeki bahçesi, 1981 Hatırlayabildiğim en eski anılarımdan biri annemin Tınaztepe’den önce görev yaptığı Dursunlu’daki köy okuluydu. Bahçesindeki çiçekler, böcekler ve kuşlar ilk arkadaşlarımdı. Buraya 3-4 yaşlarında gitmiş olmalıyım. Sarı bina, merdivenler, kıpkırmızı yanaklı ve anneme sürekli sarılmak isteyen okuldaki abiler ablalar, anneme yemekler, börekler getiren ve bu sırada beni de sevmeyi hiç ihmal etmeyen anneler, nineler, teyzeler. Herkesin çok mutlu olduğunu hissettiğimi anımsıyorum. Herkes hep gülüyordu. Bunlar zihnime bir şekilde kazınmış. Bir diğer anımsa Kurtuluş Lisesi’nin o zamanlar olağanüstü güzellikte olan bahçesinde geçirdiğim zamanlardı. Sanırım annemle babam beni sırayla kendi okullarına götürüyordu. Bahçede Özalan amcanın baktığı nefis bir gül ve çeşit çeşit çiçek alanı vardı. Babamın okuluna her gidişimde bu bahçede dolanırdım. Özalan amca anneme bir demet toplamama izin verirdi ve çiçekleri babamın kırmızı bisikletiyle anneme götürürdük. Ben burayı da size nasıl anlatırım bilemiyorum. Hadi diyelim anlatabildim, kokuları, bahçenin verdiği mutluluğu ve huzuru nasıl hissettiririm? Keşke bunu yapabilsem… Madam teyzenin duvarı bundan daha çok mor salkımla kaplıydı, 2017 En eski anılarımdan bir diğeri de mahallemizdeki Madam teyzenin mor salkımla, borazan çiçeğiyle ve begonville dolup taşan evinin önünden geçerek dağa çıktığımız zamanlardı. “Oradan geçerken kapısı açık olsa” diye geçirirdim içimden. Kapı açık olunca içerideki çiçek şölenini görebilirdim böylece. Madam teyze tüm zerafetiyle bahçedeki çiçekleriyle konuşurdu. Sümerler’de zeytin ağaçları, sarı papatyalar, glayöller, uğur böcekleri ile arkadaş oldum zaman içinde. Herkes evden bir malzeme getirirdi ve sarmaiç (kısır) yapıp yerdik. Küçücük yaşımızda! Turunç çiçekleri. Fotoğraf: Zeynel Cebeci, Wikimedia Eski devlet hastanesinin yakınında, Habib-i Neccar’da, onlarca merdivenden çıkarak ulaşılan Bağrıyanık Mahallesinde, babamla annemin arkadaşı Nurettin amcaların evinde geçirdiğim zamanlar da aklımda. Turunç ağaçları ile doluydu bahçeleri. Ah o turunç çiçeklerinin kokusu! Nurettin amca güvercinciydi. Bir ıslığıyla onlara takla attırırdı. Şahin gördü mü çok tedirgin olurdu, güvercinleri hemen çağırırdı. Bu bahçeyi de çok severdim. Velhasıl Dere Sokak ve çevresinde cevizler, serviler, zeytinler, portakallar, sarı papatyalar, uğur böcekleri, biber ağaçları, mor salkımlar, borazan çiçekleri, turunçlar, portakallar, mandalinalar, o zamanlar adlarını bilemediğim binbir çeşit kuş ve çiçek… Hepsi benim çocukluk arkadaşım. Anlayacağınız renklere, çeşit çeşit kokuya, dokuya doğdum ve bunlarla büyüdüm. Nasıl doğa delisi olmaz böyle bir yerde insan? Şimdi daha iyi anlıyorum. Kentimizin tamamı bizatihi doğaymış! Meyve yarasaları (Rousettus aegyptiacus). Fotoğraf: Emrah Çoraman Büyük Park, Nisan 2023. Fotoğraf: Gizem Girgin Dağlarına, kıyılarına, ovalarına, derelerine ve nehrine ayrıca geleceğim. Önce hayatımızdaki iki önemli parktan bahsedeyim: Büyük Park ve Küçük Park. Büyük Park, yani Atatürk Parkı, merkezde bildiğiniz o nefis yer. Palmiyeleri, hurmaları, o zamanlar bana devasa gelen servileri, Japon kavakları, zakkumları, sedirleri, Japon soforoları ile ne güzeldir. İçindeki havuz yüzmeyi ilk öğrendiğim yerdi. Küçük Park ise Vali Ürgen Parkı. Buraya dair en net anımsa meyve yarasalarıdır. Hurmalara gelirlerdi ve dev gibilerdi. ODTÜ’de kuş gözlemcisi olup birçok doğacıyla tanıştığımda mağaracı ve yarasacı dostların meyve yarasası görmek için Antakya’ya gittiklerini öğrendiğimde ne şaşırmıştım. Meyve yarasası da çocukluk arkadaşımdı. Dere Sokak’ta otururken en çok Büyük Parka giderdik. Öğretmen lojmanlarına taşındığımızda daha çok Küçük Parkı tercih etmeye başladık. Lojmanlardan Sümerler Mahallesine kadar olan yoldaki tüm ağaçları tek tek tanırdım. En çok tesbih ağaçlarını severdim. Hem çiçekliyken hem de meyveliyken. Antakya gibi bir kentte sadece insanları tanımazsınız; tüm varlıklar hemşeriniz oluverirler. Tespih Ağacı (Melia azedarach). Fotoğraf: Anna Anichkova Sarı papatyalar. Fotoğraf: Wikimedia O zamanlar öğretmen lojmanlarından sonraki binalar henüz yoktu. Kocaman, geniş çayırlar vardı. Ardından da zeytin bahçeleri başlardı ve neredeyse aralıksız olarak Amanoslara kadar ulaşırdı. Çayırlar her baharda sapsarı papatyalarla ve kıpkırmızı gelinciklerle dolardı. Çobanlar buraya koyunlarını otlatmaya getirirlerdi. Bizlere de gelip çay isterlerdi. Annem çok güzel bir semaverde onlara çay yapardı. Lojmanımızın arka bahçesinde bambulotları açardı. Sabahları okulda gitmeden önce yemem gereken ama hiç istemediğim yumurtaları bunların arasına atardım. Annem düşen mandalları almak için arka bahçeye gidince yakalanmıştım. Bu anıları düşündükçe hem çok mutlu oluyorum hem de kentimizin bugünkü hali canımı çok yakıyor. Kültürün ve doğanın bu kadar iç içe girmiş hallerinden hangi birini anlatayım? Dediğim gibi, eskiden evlerimize davet edip canlı canlı gösterirdik. Bambulotu (Heliotropium europaeum). Fotoğraf: Isidre Blanc Güzelim siklamenler (Cyclamen persicum), Eylül 2017 Habib-i Neccar Dağı’na ait küçüklüğümden bir başka anı da benden büyük abi ve ablalarla dağın zirvesine yürüme maceramdır. Bu macera bana hayatımın en özel çiçeklerinden birini kazandırmıştı. Onlar bana göre koşar adım ve rahatlıkla dağı tırmanırken ben onlara yetişmek için perişan olmuştum. Bir yerde soluklanmak için durduğumda siklamen çiçeklerini gördüm. Burnumu yaklaştırıp kokladım. Kafamı kaldırdığımda abiler ve ablalar bana gülmeye başladılar. Burnum çiçek tozuyla dolmuş meğer. Nasıl kokladıysam! O zamanlar bu çiçeğe kuskus çiçeği diyordum. Ters çevirip elime hafifçe dokundurduğumda sarı çiçek tozlarını bırakıyordu. Bunu nergisler de yapar. Dağımızın, kentimizin çiçekleri öyle güzeldir ki! Depremin birinci ayında Küçükdalyan’daki çadır alanında kahvaltı sırasında beklerken bir grup kadınla dağlarda açmaya başlayacak çiçekleri ve tepemizden göçmeye başlayacak kuşları konuşup bir anlığına neyin içinde olduğumuzu unutup ne güzel sevinmiştik bir bilseniz. Çadırların çevresi çeşit çeşit çiçekle doluydu. Depremin ikinci ayında, Antakya’da yaşadığımız son mahallemize gittiğimde sokağımdaki sardunyalardan dallar aldım. Dostum Balkız benim için komşumun balkonundan bir çiçek de kurtardı. Şimdilerde dümdüz olmuş mahallemden bana yadigar. Sol: Küçükdalyan’da çadırkent, Mart 2023 Sağ: Komşumun balkonundan aldığımız, adı aşkın gözyaşı olan çiçek, Nisan 2023 Samandağ’da defne kazanı, 2009 Kum zambağı (Pancratium maritimum ), 2022 Kum şırlanı (Donax sp.). Fotoğraf: Hans Hillewaert Çevlik ve Samandağ bambaşka çocukluk anılarımda. Büyülü bir yer. Bazı yazlar Çevlik’te bazı yazlar Arsuz’da olurduk. Upuzun bir kumsal, kumsalda adını yıllar sonra öğrendiğim kum şırlanlarının kabukları. Deniz kabuklarının çeşitlerini anlatsam yazım bitmez. Kopmamış ve delikli olanları bulmaya çalışırdım. Deliklerin nasıl oluştuğunu ancak yıllar sonra öğrendim. Meğer etçil deniz kabukluları bir tür asit salgılayarak açıp diğer deniz kabuklularını yermiş. Biz delikli olanlarla kolye ve bilezik yapardık. Ya o kumsaldaki kum zambaklarına ne demeli. Peki Milleyha’daki envai çeşit kuşa. Sumrular, martılar, düdükçünler, ördekler, kuyruksallayanlar, dik kuyruklu ötleğenler, bülbüller. Titüs Tüneli’nde sayısız çiçek, böcek, defne, mandalina, portakal, limon. Çevlik - Arsuz arasında o nefis yolda karabaş otları. Çevlik’te miydik yoksa Arsuz’da mı tam anımsayamıyorum. Sonbahardı ve denizin içindeydik. Tepemizden yüzlerce leylek geçmişti. Memleketim dünyanın sayılı kuş göçü yollarından birinin üzerinde. Düşünsenize, binlerce yıldır kullanılan kuş gölü yolu üzerinde! Arsuz’da ise Kıbrıs akasyaları ile burada bulduğumuz bukalemunlar hâlâ aklımda. Bir de Akdeniz’in dalgalı halleri. Dalgalar oyun arkadaşımdı. O dalgalarla ne oynadık, birbirimize ne meydan okuduk! Sol: Harbiye’de piknik sırasında, defnelerin altında, 1990 Sağ: Kıpkırmızı gövdeli sandal ağacı (Arbutus andrachne), 2022 Venüssaçı (Adiantum capillus-veneris). Fotoğraf: Kevin Faccenda, Wikimedia Harbiyesiz Antakya da olmaz. Her fırsatta giderdik. Burada venüssaçına bayılırdım. Kaç defa evde yetiştirmeyi denedim, olmadı. Herkes defnelerinden bahseder, haklı olarak. Peki ya kıpkırmızı gövdeleriyle sandal ağaçları ve hambelesler. Öten bülbüller ve karatavuklar. Bu yüksek sesli kuşları bastıran şelaleler. Dünyanın en özel buluşma yeriymiş meğer. Asi Nehri. Kızım Sumru’ya çocukluğumda yürüdüğüm, geçtiğim tüm yolları gösterdiğim bir Antakya buluşması, Şubat 2022 Asi Nehri ise efsanevi bir varlıktı benim için. Bazen coşkulu bazen durgun akan, kahverengi nehrim. İçinde su yılanlarını sık görürdüm de balık görmek için fırsat kollardım. Fakat ne mümkün. Yanıbaşına lunapark kurulurdu. O zamanlar Sümerler İlkokulu’nun arkasına. Döner salıncaklara binmeye hem can atardım hem korkardım. Yukardan nehri görmek çok heyecan verirdi. Masmavi aktığı zamanları sık sık düşlerdim. Yılanboyun (Anhinga melanogaster) kuşunun en kuzeyde görüldüğü yer bir zamanlar Amik Gölü’ymüş. Bu kuş artık ülkemizde görülmüyor. Fotoğraf: Savithri Singh Amik Gölü’nü de ortaokula ilk başladığımda deneme yarışmasına katılıp bu inanılmaz alan hakkında makale yazdığımda tanıdım. Ovayı çok iyi bilirdim de buranın bir zamanlar kocaman bir göl olduğunu, kurutulup ova yapıldığını kimse söylememişti bana. Antakya Kütüphanesi’nde araştırma yaptığımda öğrenip çok etkilenmiştim. Bir zamanlar bu gölde, yılan balıkları yaşarmış. Türkiye’de artık görülmeyen yılanboyun adlı bir kuş türü varmış. Kızım Sumru’yla Uzun Çarşı’da künefe molasında, yaşlı bir çınara sarılırken, Şubat 2019 İşin özü nehirsiz, dağsız, kuşsuz, ağaçsız, çiçeksiz, böceksiz, doğasız bir hayatı olamaz Antakya’da doğup büyüyenlerin. Bu yazımı bir giriş yazısı olarak görmenizi isterim. Sizlere belirli aralıklarla Antakyamın, Hatay’ın doğasından bahsetmeye, bu inanılmaz coğrafyayı paylaştığımız yoldaş türleri ve yaşam alanlarını anlatmaya çalışacağım. Umarım seversiniz yazılarımı, Antakyamızın doğasını. Sevgiyle ve doğayla kalın! Kızıma adını verdiğim sumrular (Sterna hirundo) Milleyha’da da görülüyorlar. Fotoğraf: Alexis Lours Öne çıkan görsel: Antakya Kalesi. Fotoğraf: Mahmut Koyaş, Magma Dergisi
- Kuzey Kutbu ve Güney Yarım Küre’de Okyanusta Yaşayan Kuşların Bir Araya Geldiği Yerdir Milleyha
Sosyal medyada kuş dedektifi ismiyle bilinen Emin Yoğurtcuoğlu bir kuş gözlemcisi. Samandağ’da bulunan Milleyha kuş cennetine kamuoyunun dikkatini çeken isim olarak da tanıyoruz kendisini. Deprem sonrası öncesi ve sonrasındaki süreçte Milleyha’da yapılan yanlış uygulamalara dikkat çekti, buradaki kuş ve bitki çeşitliliğinin öneminin altını çizdi. Dünya Çevre Günü olan bugün, Nevin Güneş kendisiyle deprem öncesi ve deprem sonrası Milleyha üzerine söyleşti. Röportaj: Nevin Güneş Emin sosyal medya takipçilerin senin hakkında bir fikir sahibi ama seni biraz tanıyabilir miyiz? Ben Emin Yoğurtcuoğlu namı değer kuş dedektifi, babam bana kuş dedektörüsün diyor. Bunun sebebi de eskiden hep ben onların peşine gidiyordum şimdi onlar benim peşime geliyor. Aslında böyle bir tabir yok, ne dedektör ne de dedektif. Bizler gözlemci insanlarız, ben bir kuş gözlemcisiyim aynı zamanda yaban hayatını araştırıyorum. Ekoloji ve yaban hayatı bölümünü okudum. Bu merak nereden geliyor dersen çocukluğumdan. Dokuz yaşında ilk defa kuşları gözledim, on iki yaşında da ilk notumu almışım. Ankara’da yaşadığımız evin yanında bir park var o parkta yüz yirmi tane saka kuşu görmüşüm ve şöyle yazmışım: ‘Bunları her halde biri buraya bıraktı.’ Çünkü karga güvercin ve serçeden başka hiçbir kuşun şehirde yaşayabileceğini düşünememişim. Bu süreç bende daha fazla bir merak uyandırdı kuşlara daha fazla bakmaya başladım. Kuşlar ve doğa vazgeçilmezin. Peki ya Milleyha ile ilk kez nasıl tanıştın? Milleyha’ya ilk 2005 yılında geldim. Orada çalışmalar yapan Ali Atahan’ın arkadaşlarının ve akrabalarının kayıtları beni çok meraklandırmıştı. O zamanlar yaş olarak da ufaktım. Sonrasında Milleyha’ya tur düzenledim. Kuş meraklısı olan, kuş fotoğrafçılarının ve gözlemcilerinin görmek istediği nadir türlerin uğrak noktasıydı. 2008 ve 2015 yılları arasında her kış en az iki kere Samandağ’a geliyordum. Ama genellikle buradan kaçarak gidiyordum, çünkü çok ciddi bir avcılık sorunu vardı, o zamanlar korkunç boyuttaydı, uçan kuşun uçmaya hakkı yoktu, her şeyi vuruyorlardı ve aynı zamanda bölgeyi bir sulak alan göl gibi tanımıyordu insanlar, daha çok atıl alan, hafriyatların döküldüğü bir saha olarak görüyorlardı. Bu da benim canımı sıkıyordu özellikle o zamanlar burası ne biçim bir yer deyip çekip gitmek için sabırsızlanıyordum. Doğası beni etkilese de insanların davranışları cazip gelmiyordu. Milleyha’nın kuşlar için önemini biraz anlatır mısın? Aslında sadece Milleyha olarak değerlendirmemek lazım Nevin. Hatay dünyadaki en özel göç noktalarından birisi. Neden dersen bir tarafı deniz bir tarafı çöl olan iki tane kıtayı birbirine bağlayan kuşak arasındaki önemli bir yer. Hatay’da da biliyorsun 196o’lar da Amik gölü kurutuluyor ve geride sulak alan kalmıyor. Milleyha bunun için çok özel hem deniz kenarında hem de iki dağ arasındaki bir ovada yani bir delta ekosistemi burası, Afrika’dan Arabistan Yarımadası’ndan ve hatta Hindistan’dan Avrupa’ya, Asya’ya ve Kuzey Asya’ya giden milyonlarca kuş buradan geçiyor. Özellikle büyük kuşlar kartallar, leylekler, pelikanlar, turnalar ve bunun gibi onlarca aileden milyonlarca birey Hatay’ın dağlarını tepelerini kullandıktan sonra Milleyha’da mola veriyorlar. Biz üç senedir yürüttüğümüz özel çalışmalar neticesinde avcılığı neredeyse bitirme derecesine geldik; hayvanlar o yüzden durabiliyorlar ve durdukları zaman da şu potansiyeli gördük, Milleyha gerçekten dünyadaki en cazip yerlerden bir tanesi. Sadece kuşlar için değil insanların kuşları izleyebilmesi içinde öyle. Çünkü aynı anda beş bin tane leyleğin önünüze konduğu başka bir saha görmezsiniz, özellikle fırtınalı ve zor hava şartlarında buraya çok fazla kuş geliyor. Üç yüz on civarı kuş türü kaydedildi bugüne kadar yirmi beş sene içerisinde ve bu üç yüz on türden bazıları Türkiye içinde ilk defa görülen kuşlardı. Yani dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan kuşlar mesela Arap çöllerinde yaşıyor ve Türkiye’de hiç gözlenmemiş ilk kayıtlarını Milleyha’dan aldık. Kuzey Kutbu’ndan gelen kuş ile Güney Yarım Küre'deki okyanusta yaşayan kuşun bir araya geldiği yerdir Milleyha. Mesela Kuzey Yarım Küre'den bir Çatal Kuyruklu Martı geldi, birkaç gün sonra Güney Yarım Küre'den Kül Rengi Yelkovan, ikisi de Türkiye için ilk defa görülen türlerdi. Bu durum tabii ki hem bilim dünyası için hem de bir alan için çok önemli bulgular. “Depremin onaltıncı ayında olmamıza rağmen buraya hala hafriyat dökülüyor, ateş yakılıyor” Sadece kuşlar için değil doğal alan olarak da korunması gereken bir bölge öyle mi? Alan çok kıymetli sadece kuşlar açısından bakmamak lazım binlerce yeşil deniz kaplumbağası, binlerce kelebek, yarasa… Mesela yarasalar göç eder mi diye sorduğunuz zaman cevap insanlar için hayır olabilir ya da kelebekler için aynı şeyi söyleyebilirsiniz. Halbuki Afrika’dan kuzeye doğru giden binlerce canlının kelebeklerin, deniz kaplumbağalarının, yarasaların ve kuşların hem üreme sahası hem de göç durağı bu alan. Şimdi bu açıdan da çok önemli ama bir de üç yüzden fazla bitki türü yaşıyor bu alanda. Bunlar çok özel bitkiler çünkü Milleyha deniz kıyısında olduğu için tatlı su ekosisteminden de bir parçaya sahip. Asi Nehri de var çünkü işin içinde. Tuzcul bitkiler ve özel birçok farklı tür bir arada yaşıyor. Ama maalesef depremin onaltıncı ayında olmamıza rağmen buraya hala hafriyat dökülüyor, ateş yakılıyor. Süreçteki çabalarımızla moloz dökümünü durdurduk ama şimdide alıp muhteşem doğal vadilere döküyorlar bu da ayrı bir dert ve konu… Sahada gözlem dışında neler yaptığını anlatabilir misin? 11Ocak 2021’ de Milleyha’da Çizgili Gerdanlı Kırlangıç görülmüştü. Pandemi sürecindeydik ve hareket etmemiz zordu ama ben şansımı zorlayıp Hindistan’dan gelen ve Türkiye’de ilk defa görülen bu kuşu görmek istedim ve gittiğimde göremedim ve göremeyince biraz daha kalayım dedim. Pandemi öncesinde gördüğüm, korkunç diye nitelendirdiğim kaçmama sebep olan avlanmayı pandemi sebebiyle görmeyince kalmaya karar verdim. Ve çok fazla kuş gözlemlemeye başladım. Alanın potansiyelini görmeye başlamıştım. Her ne kadar Çizgili Gerdanlı Kırlangıç göremesem de alanda çok farklı canlı çeşitlerini izleyebiliyordum. Bunları izleyip alanda nadir türler ile karşılaşırken alandaki sorunlar gözüme çarpmaya başladı ve bu durum Samandağ’da kalıcı bir şekilde kalmaya karar vermeme sebep oldu. En azından bu alanı kurtarana kadar burada kalabilirim diye düşündüm. Ne kadar zor olabileceğini tahmin etmiyordum, kolayca halledilebilir diye düşündüm ama bölge o kadar ağır muamele görmüş ki her tarafı peşkeş çekilmiş, imara açılmış bataklığın ortasında imar var yani siz düşünün. Deprem sanki binlerce insanı öldürmemiş gibi bu sahalarda imar için bir yarış hali vardı. Bunu da durdurmaya çalışıyoruz. Üç yıllık süre içinde gece gündüz nöbet tutup, bir yandan alana gelen tüm canlıların fotoğraflarını çekip, belgeleyeceğim bir yolculuğa çıktım. Aynı zamanda beni de ilk defa durduran bir yer burası. Normal de dünyanın her yerine gidip seyahat eden bir insan iken ilk defa durmayı öğrendim Milleyha sayesinde. Durmak bambaşka güzellikler getirdi. Çünkü ben durdum bütün mevsimler üzerimden döndü, dünya döndü bütün o yaşamın birbiri ardına her gün nasıl değiştiğini orada çok iyi izleyebiliyorsunuz. Çünkü burası bir göç durağı olduğu için hayvanlar çok durmuyorlar, birkaç gün dinlenip devam ediyorlar bu heyecanlı bir değişim. Hatta dünyadaki birçok yerden çok daha heyecanlı diyebilirim. Milleyha bölgesine Samandağ halkından daha çok vakıfsın ve aktif olarak sahadasın. Senin çaba ve mücadelenle Milleyha çok fazla insan tarafından bilinir oldu. Milleyha bölgesi bu coğrafya için neden bu kadar önemli? Evet ben de artık bir minninayım (gülümsüyor). Böyle diyorum kendime. Evet Milleyha’yı ilk duyurmaya başladığımızda Samandağlı ve Hataylı çoğu insan habersizdi. Kuş gözlemcilerinin bazıları dışında ilgi görmediği bir yerdi. Ama şu anda tüm Türkiye ve dünya buradan haberdar. Tabii ki bunda benim yüzbinlerce takipçili sosyal medya hesaplarımı sürekli kullanıp burayı anlatmam ciddi anlamda etken oldu. Bunu biraz da sebebi alandaki abuk sabuk işlerle de alakalı. Bir gün gidiyorsunuz moloz dökülüyor bir gün gidiyorsunuz yangın çıkıyor, bir gün gidiyorsunuz avcı girmiş, her gün aynı şeylerin onlarcasını bir arada görüyorsunuz. Haliyle bu insan ötesinde bir durum. Yani insan kendini her şeyin merkezine koyarsa en sonunda kendi içine çöker farkında değil. Böyle yaşam alanlarını bizim canlıların elinden almamamız gerekiyor. Çünkü dünya ortak bir yaşam alanı. Sadece insanlara ait olamaz, bir insan oraya gidip ben ev yapacağım derse ve orada yuva yapan yüz tane farklı canlının evinin ortasına kendine ev yaparsa bir sonraki depremde yine ölecek. Bunu açık açık söylüyorum çünkü böyle bir acımasızlık karşısında bulacağın şey sadece acımasızlıktır. Dünyayı gezdiğim için şunu söyleyebilirim Milleyha gibi bir alan korunursa bölgedeki herkese katkı sağlayacak bir araca dönüşecek. Çünkü orada izlenecek sahnelerin birçoğunu dünyanın herhangi bir yerinde görme şansınız yok. Bölgeyi koruma altına aldıktan sonra reklam ve pazarlaması iyi bir şekilde yapılarak dünyaya tanıtılması gereken bir saha. Tüm dünyadan ve Türkiye’den birçok insan gelecektir. Ama her şeyden öte bu kadar büyük deprem atlatmış bir bölgenin insanları travmalarını burada yenecek. Gelecekler bölgede denize bakacaklar, kuş seslerini dinleyecekler, huzuru bulmak için uzağa gitmeye gerek yok. Huzur ne bağımlılıklarda, ne alkolde ne de tıka basa yemekte… Huzur bir kuş sesinin nağmelerinde, ufak bir çiçeğin kokusunda bulunabilir. Basittir, samimidir. Yanlış düşündürmesi, sizi yanlış yollara sokması mümkün değildir. Samimiyet ile doğada bir canlının şarkısını dinlemek insanın iç dünyasındaki travmaları da iyileştirir. Sıkıntıları bıçak gibi keser. Problemleri gün yüzüne çıkartıp sizi rahatlatacak yolculuklara çıkarır. Benim en çok hissettiğim bu zaten. Bir coğrafyada dönüşüm isteniyorsa insanlıkları gelişsin, yani bağımlılıklar, hırsızlıklar bitsin, birbirlerinin haklarının gaspı bitsin, insanca bir yaşam olsun, gerçek anlamda kardeşliğin hüküm sürdüğü bir coğrafya amacımız varsa Milleyha nezdinde Samandağ ve Hatay üzerinden başladığımız bu muhteşem çalışma tüm ülkede gözlemleyeceğimiz bir dönüşüme vesile olacak. Bunu inşallah hep beraber göreceğiz. “On milyon yılda oluşmuş bir yeri on sene önce imara açmışsınız, satmışsınız bataklığı” Emin katkıların, emeklerin ve başlattığın çalışmalar harika. Bölgenin genel sorunları avlanma, bilinçsizlik özel mülk olması hepsi büyük birer sorun… Evet Nevin en büyük sıkıntı avlanma ama bu bir avlanma değil katliam hatta soykırım da diyebilirsiniz. Önünden kalkan, tepesinden geçen ne varsa öldürenlerin ülkesi burası. Ve bunu biz acı acı görüyoruz. Bu bir adet, bu bir kör gelenek, Allah’ı gökyüzünde arayanların havaya ateş etmesi çünkü bir canlının o kadar zor şartlarda göç ederken, silahlı saldırıya uğraması kadar korkunç bir şey yok. Ve daha da acısı bunun zevk için yapılması. Bir insan gökyüzünden kuşu kopardığı zaman kendi kanatlarını da yok ediyor. Bu değişecek artık kızdığım şeyler değil bunlar çünkü kimse gelip bu insanlara anlatmamış bunun ne demek olduğunu. Ben bu üç senelik süre zarfında önüme çıkan herkese anlatıyorum, avcı bile olsa gidip konuşuyorum. Şu ana kadar gördüm ki hep değişti hep insanlar hızlı bir şekilde dönüştüler. Çünkü aslında kimse bir canlıyı gökyüzünden koparmak istemez. Ve dediğimiz gibi on milyon yılda oluşmuş bir yeri on sene önce imara açmışsınız, satmışsınız bataklığı. Bunun üzerine deprem oldu sözde bir daha benzer bir olay yaşamayalım kaygısıyla hareket edip 100 sene sonrayı planlayarak evlerimizi yapacaktık ama siz gidiyorsunuz hali hazırda duran bir gölden nemalanmaya çalışarak binlerce insanın ölümüne yol açmış moloz ve hafriyatı alana döküp üzerine bina yapıp yaşamayı hayal ediyorsunuz. Bunlar kabul edilemez şeyler. On milyon yıllık yaşam sahasının on yılda mundar edilmesi bizim ülkemizde mümkün insanoğlunun yapabileceği bir şey ama yapılmayacak. Böyle bir zamanda değiliz artık. Artık görenler var gözlemciler var bizler varız. Doğanın çığlığını duyduk ve duymazdan gelmedik. Bana kal dediler ve kaldım benim de oradaki vazifem böyle bir şey. Bu süreci güzel ve sağlıklı bir şekilde yönetmemiz gerekiyor. Kavga ve gürültü ile değil insanları bilinçlendirerek yapacağız. Zamanı geldiğinde de insanlar teşekkür edecek bunu da biliyorum. Milleyha'da molozlar Deprem öncesi Milleyha ve deprem sonrası Milleyha’yı karşılaştırmanı istesem Deprem öncesinde Milleyha oldukça fazla sorunu olan, yok edilmek için kılıcı boynuna geçirmek için bekleyenlerin olduğu bir yerdi. Deprem işleri daha da kötüleştirdi. Bakanlığın bizzat söz vermesine ve sulak alanlara ve yakınlarına dahi kesinlikle moloz dökülmeyecek demesine rağmen yerel belediye başkanının gelen koordinatör valilere alanı göstermesi ile molozlar alana döküldü ve alan mundar oldu. Her ne kadar bunu bakanlık yapmış gibi görünse de maalesef alanı bilen tanıyan ve orada bir park projesi olan eski belediye başkanının yönlendirmesi bu duruma yol açtı. Aradan geçen bir buçuk senelik zaman diliminde oradaki molozlar alınıp ülkenin el değmemiş son vadileri olan Çevlik-Arsuz yolundaki muhteşem bölgelere dökülüyor. Artık ne denir bilemiyorum. Nereye dökülebilir dersen kullanılmayan taş ocaklarına, maden ocaklarına dökülebilir, Milleyha’ya zaten zarar vermişsiniz oradan zaman içerisinde alınır yol yapımında kullanılır. İlla gidip hiç el değmemiş başka bir yeri yok etmek nedir? Bunu artık sizin insafınıza bırakıyorum. Umarım ki onlarda toparlanır. Bir yandan da deprem molozlarının Milleyha’ya dökülmesi insanların orayı savunması sayesinde adının daha çok duyulmasına sebep oldu. Bu arada molozların alınması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Şu anda oraya gençlik merkezi mi kursak ne yapsak diye düşünüyorlar. Ben bakanlıklar ve Doğa ve Milli Parkları Koruma Müdürlüğü ile de iletişim halindeyim. Bunları sunmayı düşünüyoruz. Umarız ki aklın yolu birdir deyip orayı aslında olduğu gibi bir tuz gölü haline getireceğimiz günleri görürüz. Gerçekten akıl alır gibi değil yaşananlar. Peki insanların bilinçlenmesine yönelik çalışmaların sosyal medya da gördüğümüz kadarıyla hep oldu, hedefte ne var? Bu çalışmalar tabii ki insanların bilinçlenmesine ve uyanmasına yönelik çalışmalar. Ama emin olun insanlar orada doğayı ve kuşları gördüğü zaman hayatlarında birçok şey düzelecek. Çünkü doğayı hatırlayan bir insan kendini hatırlayan insandır. Kendini hatırlayan insan da eskisi kadar yanlış yapmaz. Bu dediğimi hiç unutmayın, bu sorunun cevabı bu kadar kısa. Genel olarak baktığımızda ise katliamların yapılmasına engel olmak, eğitimlerle yerel halkın kazançlar elde etmesini sağlamak ve uzun vadede hem doğanın hem insanların kazandığı modellerin yaratılmasını sağlamak. Şu an yaratım sürecindeyiz ümidim çok. “Milleyha’nın Yaban Hayatı Geliştirme Sahası ilan edilmesi için çaba gösteriyorum” Yerel ve kamu yönetimi bölgenin güvenliği için destek veriyor mu? Bugüne kadar yerel yönetimden bir fayda görmemiştik. Son seçimden sonra Samandağ Belediye Başkanı Emrah Karaçay durumu biraz değiştirdi. Sürekli orada zabıta görebiliyoruz ve bölgenin korunması için çalışacağını ifade ediyor. Aynı zamanda Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Öntürk de konuya bizim gibi bakıyor ama henüz onunla tam bir iletişime geçemedik. Valilik depremden önceki süreçte çok ciddi bir adım atarak avlanmaya kapattırdı bölgeyi ve doğal sit alanı statüsü için süreci başlatmıştı. Ama tabii deprem sonrasında süreç sekteye uğradı. Ben inisiyatif kullanarak bakanlıklarla görüşüyorum ve Yaban Hayatı Geliştirme Sahası ilan edilmesi için çaba gösteriyorum. Bu da gerçekleştiğinde ciddi bir ivme kazanmış olacağız, çünkü evet hayvanlar hala geliyorlar ama duramıyorlar çünkü bölge insan elinde kaldığı için güvende hissetmiyorlar hala. Unutmayalım ki, iki sene öncesine kadar katliam yaşanıyordu. Leylekleri havada olduğu için martıları uçtuğu için öldüren insanlarla doluydu saha. Şimdilerde hayvanlar bölgenin düzeldiğini hissetmeye başladılar. “Bu kadar güzel bir coğrafyaya bu kadar kötülük edenler maalesef minnina değiller olamazlar.” Hayal ettim de Milleyha dünyanın farklı bir yerinde olsaydı nasıl olurdu? Milleyha dünyanın farklı bir yerinde olsaydı yani bazen aklıma gelmiyor değil. İngilizlerin ya da Japonların elinde olsa Güney Afrika da ya da Amerika’nın herhangi bir yerinde olsa şu an oradaki insanlar para basıyordu. Öyle söyleyeyim size. Ve bunu bir tane bile çivi çakmadan yapıyor olurlardı. Sadece doğayı kendi haline bırakarak, araba girişine müsaade etmeyerek. İnsanların yürümesi teşvik edilerek, bisiklet yolları yapılarak, gözlem kuleleri yapılarak ziyaretçilerin bilgilendirilmesini sağlayacak ziyaretçi merkezi yapılarak. Bizde niye olmasın? Olacak. Ortadoğu coğrafyasında çok zor gibi görünüyor ama Samandağ insanı buna müsait. Çünkü insanlar aslında memleketlerine aşıklar. Bende aşığım oraya gerçekten oranın kıymetini biliyorum. Belki biraz daha iyi biliyorum. Bu kadar güzel bir coğrafyaya bu kadar kötülük edenler maalesef minnina değiller olamazlar. Bu toprağın değerli olduklarını hatırladıkları zaman ben de onlara yeniden minnina diyeceğim. Kendi toprağımızı korumak ve geleceğe bırakmak bizim en büyük vazifemiz ve yükümlülüğümüz. Ve bundan alternatif yöre halkının kazanmasını sağlamakta hedefimiz. Bölgeyi bir cazibe merkezi haline getirebiliriz o halde. Az önce de söylediğim gibi. Bölgeyi kendi haline bırakırsak, zarar görmüş alanları rehabilite etsek, ufak tefek dokunuşlarla örneğin bilgilendirme panoları, insanların doğayı nasıl okumaları gerektiğine dair fikir verici alanlar. Düşünsenize herkes gelir. Ve bunun yurt içinde ve dışında reklamı çok iyi yapılır. Daha şimdiden benim orada 310 türün kayıtlarını yaparken çektiğim fotoğraflar o kadar çok dikkat çekti ve yabancı dergide yayınlandı ki hepsinin elimizde ispatı var. Daha da ötesi gelecek. Biz bir web sitesi hazırlıyoruz. Sevgili Aslı Günay İngiltere’de yaşayan bir yazılımcı iken bu iş için döndü ve sitemizi hazırlıyor şu anda. Sitede hem Türkçe hem İngilizce tüm bilgilendirme olacak ve bunu dünyanın istediğiniz yerinde kullanabileceksiniz. Bu sitede tüm dünyadan insanların buraya gelip kalıp burayı görmesine sebep olacak. Bölge turistik açıdan da çok güçlü zaten. Milleyha da ayrıca insanların gelme sebebi olacak güçte bir bölge. Tüm yaptıkların hayranlık uyandırıcı ve ilham verici peki senin bölge hakkında eklemek istediklerin neler? Ben Samandağ’ı seviyorum. Türkiye’de yaşanabilir gördüğüm en güzel yerlerden birisi bu coğrafya. Beni ilginç bir şekilde tuttu ve çekti. Bana öğretmeye devam ediyor. Oranın insanları için çok güzel şeyler söyleyebilirim gerçek dostluklar kurabildiğim, çok fazla insanın faydasını gördüğüm ve kendimi orada evdeymiş gibi hissettiğim tek yer. Dünyada herhangi bir yerde hala bir evim yok. Ankara doğumluyum ama nerede yaşarsın dersen tam karar verdiğimi söyleyemem ama Samandağ buna en yakın yerlerden birisi. Daha da ötesini söylememe gerek yok sanırım gerçekten çok seviyorum bu coğrafyayı. Emin tüm bu bilgiler, doğa için gösterdiğin çaba, insanlara ilham olacak, yeniden hayal kurdurtacak olasılıkları hatırlattığın, tüm yoğunluğunun arasında sorularımıza içtenlikle cevap verdiğin için kendi adıma çok teşekkür ederim. Emeklerine sağlık, daima var ol. Emin Yoğurtcuoğlu Fotoğraflar Kaynak:Emin Yoğutcuoğlu
- Ben Milleyha Hatay’ın Hayatıyım. Hayatınıza Sahip Çıkın
Ben Samandağ, eski adım ile Süveydiye. Türkçe’de karanlık olan yer demek. Üç dağın arasında Akdeniz’in kıyısı, uçsuz bucaksız yeşilliklere sahip, ölünce kavuşacağınıza inandığınız cennetin yeryüzündeki temsiliyim. Ben Milleyha Asi Nehrinin deniz ile kavuştuğu yerde kalan son sulak alanım. Sayabildiğinizden çok daha fazla canlının yuvasıyım. Siz üstümde dinlenen kuşlarla biliyorsunuz beni, sesimi duyurmaya çalışan bir avuç gencin çabasıyla. Oysa ben hep vardım ve var olacağım. Milattan önce İyonyalılar kurmuştur beni, Al-Mina’yı. O limandır ki bugün ki Antakya’nın varlığını sağlamıştır. Üzerimden geçen tekneler ticareti taşırken şehrinize, ortaya çıkardılar toprağın bereketini. Ben o toprağım, o topraktaki sulak alanım. Mileyha tuz gölü demek. Sofranızın tuzu benim. İşinizin bereketi benim. Ben bu toprakların kendisiyim. Hiç mi ders almazsınız yaşadıklarınızdan? Neden bitti bu denizin bereketi, neden topraklarımız eskisi gibi çağıldamıyor, neden eksildi kahkahalarımız demez misiniz? Her gün üzerimde yürürsünüz. Benden geldiniz bana döneceksiniz. Toprağım ben, bu kadar kıyam, bu kadar yok sayılma reva mıdır bana? Ben yeryüzüyüm bana ait olanı her seferinde alırım geriye. Siz, ey insanoğlu, toprak bile doyurmuyor gözünüzü. Ne zaman doyacaksınız? 300’den fazla kuş türüne ev sahipliği yapıyorum. Yıllardır görmediğiniz kuşları benim üzerimde kayıt altına aldınız. Doğanın havaalanıyım. Ülkeye giren kuşlar da transit geçen kuşlar da ilk bende soluklanıyor. Daha geçen hafta üzerimde yaşadığını bilmediğiniz bir kurbağa ile karşılaşmadınız mı kucağım da? Daha bilmediğiniz o kadar çok canlı var ki koynumda. Ve siz bu toprakların çocukları, beni yok etmek için var gücünüzle savaşıyorsunuz. Beni, toprağı tapulu malınız sayıyorsunuz. Üzerimden besleniyor, üzerimde uyuyor, üzerimde çoğalıyor, üzerimde yaşıyorsunuz ama kendinizin bana ait olduğunu hep unutuyorsunuz! Yıllarca avlanma sevdanızdan çektim, şimdi molozlarınızdan ve üzerimde kalan bir avuç suya göz koymanızdan çekiyorum. Milli park statüsünde olup çocuklarınızın rızkını yaratacakken, tapuladığınız arazilerim ile güya hayırsever hallerinizle sürekli öldürüyorsunuz beni. Yapmayın ben doğayım. Zamanı geldiğinde alırım intikamımı, hiçbir gücünüz yoktur karşımda. Benden ayrı olmadığınızı anlayın artık. Benimle değil benim için mücadele etmeniz gerektiğini benim siz olduğumu hatırlayın. On iki kilometrelik sahile sahip olmanın, soyu tükenmekte olan canlılara ev sahipliği yapmanın, habitatımın şahaneliğini, şahane olanın birlikte var olmamız olduğunu hatırlayın. Bu topraklar on altı ay önce yaşadı depremi. Bu kadar çabuk unutmayın. Korktunuz, acı çektiniz, canınız yandı, hala yanıyor biliyorum. Doğal bir afeti felaket olarak yaşadınız. Sadece benim elimden mi? Sizin hiç mi payınız yok? Birlikte yaşamayı öğreneceğiz ey insanoğlu ya da sen yok olacaksın. Bugüne kadar olduğu gibi. Ben doğayım hep galip gelirim. Sen olmasan da ben var olurum ama ben olmazsam sen var olamazsın. Önce can dediğin benim; toprağın kendisi. Sonra canan dediğin de sen. Unutma hatırla. Süveydiye karanlık olan yer demek. Işığımı da karanlığımı da bağrımda taşırım. Bugüne kadar ışığımla var oldum. Beni karanlığımla baş başa bırakmayın. Ben Milleyha, Hatay’ın Hayatıyım. Hayatınıza sahip çıkın. Öne Çıkan Görsel: Emin Yoğurtcuoğlu
- Sözlü Tarih Eğitimi Başvuruları Açıldı!
Antakya ve çevresinin zengin kültürel mirasını korumak ve gelecek nesillere aktarmak için çalışmaya hazır mısınız? Allianz Vakfı ve Postane işbirliği ile Nehna olarak düzenlediğimiz Sözlü Tarih Eğitimi programımıza katılarak, memleketimizin tarihi ve kültürü ile dair derinlemesine çalışma fırsatı yakalayabilirsiniz. Neden Bu Eğitimi Düzenliyoruz? “Sözlü tarih”, bilginin, hafızanın ve deneyimin sözle aktarılması olarak tanımlanmıştır. Bu, kişiden kişiye geçen folklor, efsaneler ve hikayelerden, belirli bir olayla ilgili birinin kaydedilip arşivde tutulan ve tarihsel bir kaynak olarak değerlendirilen resmi bir röportaj şekline kadar çeşitli biçimler alabilmektedir. Sözlü tarih, genellikle yazılı kaynaklarda veya resmi tarihte iyi belgelenmemiş olan çeşitli kişisel deneyimleri toplamanın, kaydetmenin ve korumanın iyi bir yoludur. Özellikle Şubat 2023 depremleri sonrası toplumumuzun kendi kelimeleriyle, kendi sesleriyle, ne olduğu ve neden olduğu konusundaki kendi anlayışlarıyla hikayelerini paylaşmalarını sağlamak önem verdiğimiz konulardan birisidir. Bu proje ile resmi tarih yazımında dezavantajlı bir kitleye kendi tarihini yazma imkanı verebilir ve tarihimizi gelecek nesillere aktarabiliriz. Bu sürece gençleri dahil etmek de bunu sürdürebilmek ve kültürel mirasın devamlılığını sağlamak adına atılabilecek en önemli adımlardandır. Kimler Katılabilir? Antakya ve çevresinin kültürel mirasını korumak, Kültürel bağların güçlenmesine katkı sunmak, Deprem sonrası yaşanan göçün etkilerine karşı koymak, Kendi tarihini kendisi doğru kayıt altına almak isteyen 18-25 yaşları arasındaki gençler eğitime katılabilir. Eğitimin Amacı: Kültürel mirasın korunması ve gelecek nesillere aktarılması, Gençlerin, kendi tarihlerini yazma ve kültürel belleğin sürdürülebilirliğine katkı sağlama, Farklı bakış açılarını ve geçmişin çeşitliliğini ortaya çıkarma, Gençlerin toplulukları ve kültürleriyle daha derin bir bağ kurmalarını sağlama, Eğitim İçeriği: Sözlü tarih toplama teknikleri, Etik ve mahremiyet, Röportaj teknikleri ve görsel/multimedya sunum yöntemleri, Hukuki boyut ve daha fazlası. Eğitim Süresi ve Yöntemi: Haziran 2024’te başlayacak programımız tamamen online olarak gerçekleşecektir. Haziran 2024 itibari ile başlayacak ders programı duyurulacaktır. Uzman eğitmenler tarafından verilecek olan bu kapsamlı eğitimin 8 oturumda tamamlanması planlanmaktadır. Eğitim sürecinin tamamlanmasının ardından, bir sözlü tarih projesi tamamlamanız istenecektir. Proje çıktıları yazılı, sesli veya multimedia gibi farklı formatlarda (foto-roman veya video gibi) tamamlanabilecektir. Proje süresince eğitmenler, danışmanlık verecek ve projelerinizin seyrini takip edeceklerdir. Ayrıca proje çıktıları dijital bir kitapçık haline çevirilerek tarihe önemli bir not olarak düşülecektir. Nasıl Başvurulur? Başvuru formunu doldurarak eğitime katılmak için ilk adımı atabilirsiniz. Son başvuru tarihi: 13 Haziran 2024 Siz de Antakya’nın zengin kültürel mirasını korumak ve bu mirasa katkıda bulunmak istiyorsanız, hemen başvurun! Detaylı bilgi ve başvuru için: https://forms.gle/rnoSHCVHG2JH25MJ9
- Antakya’da Bir Konteynıra Kaç Hayat Sığar?
Depremin üstünden neredeyse 400 gün geçti ve Antakya hala depremi sanki dün yaşamış gibi. Tek fark çoğu binanın enkazı kalkmış. 1 yılı aşkındır halkın içme suyuna, eğitime ve ulaşıma erişimi kısıtlı, elektrik ve su kesintileri, tepemizdeki asbest bulutları, kontrolsüz çalışan iş makineleri ciddi boyutta zorlaştırıyor Antakya'da yaşamayı. Yerleşim yerlerinde biriktirilen moloz yığınlarının yanıbaşında yaşamaya tutunmak mı daha zor yoksa kira yardımından yararlanabilmek için çadırda yaşamak zorunda kalmak mı? Antakya dışında yaşamaya kalksan o memleket özleminden Antakya burnunda tütüyor, Antakya dışında mutlu olamıyorsun, çünkü en nihayetinde çocukluğunun, gençliğinin geçtiği yer burası. Tüm anılarının enkazlar altında kaldığı, hangi sokağın senin sokağın olduğunu, hangi arazinin aslında senin evin olduğunu ayakta duran tek tük binalardan anladığın mahalleni bir zamanlar ezbere bildiğin Antakya'nı özlüyorsun. Favori mezecinden aldığın humusun, közlediğin biber, domates, patlıcanla mangal başında yaptığın abagannuc ve boğma rakını koyduğun uzun sofralarla ziyafet çektiğin ailen ya yardım gelmedi diye enkazın altında son nefesini verdi ya da başka bir şehirde ya da Hatay'da bambaşka bir evde veya konteynerda veya sabah kahvesine çağırdığın, güzel bir yemek piştiğinde birer tabak götürdüğün komşun. Bambaşka bir yerde yaşamaya adapte olma çabası, kiralar, faturalar altından kalkamıyorsun. Verdikleri kira yardımıyla da ucu ucuna yetiştiriyor hatta yetiştiremiyorsun. Ne zaman Antakya'ya döneceğini, ne zaman ev sahibi olabileceğini bilmediğin sorularla geçiyor günlerin. Antakya’daysan ve evindeysen tekrar deprem bekleniyor söylentilerinden geceleri uyuyamıyor, adresini yakınlarına ulaştırıyorsun. Konteynerda kalıyorsan adım başı bir yerlere çarparak temizliğini yapıyor ve elektrik kesik değilse yemeğini pişirebiliyorsun. Bir de çocukların da varsa 21 m2'ye sığdırmaya çalışıyorsun hayatınızı. Acaba ne zaman bir evimiz olacak? Ne zamana kadar bu konteynerda olacağız? Antakya ne zaman eski haline dönecek? Her kafadan bir ses. Biri 5 yıl diyor, biri 10 yıl geçse de Antakya eskisi gibi olmaz diyor. Kafanda durmadan duran bu seslerden yüzüne tokat gibi çarpan gerçekler vuruyor. Çocuklarımı okula mı göndersem, yemek mi yapsam, işe mi gitsem, ayın sonunu mu getirmeye çalışsam? Çocuğumu okula götürecek bir servisi zar zor bulduğumda o çukurlu yollardan nasıl geçeceğini mi düşünsem, okul sağlam mı ve deprem olursa yıkılır mı acaba diye mi düşünsem? Yoksa konteynerın içindeki küçücük mutfakta her adım başı bir yere çarptığım yerde yemek mi pişirsem? Çocuğum üniversite sınavlarına nasıl hazırlanacak? Yeterli kaynak ve alan yok. Kitaplara mı, suya, sebze, meyveye mi yoksa yeni bir ev için mi birikim yapsam? 21 m'ye buzdolabını mı, koltuğu mu, dolabı mı, çalışma masasını mı sığdırmaya çalışsam? Peki ya ses? Veya elektrik ve su? Sürekli giden elektrik yüzünden çocuklarımı veya bebeğimi nasıl ısıtmaya çalışsam? Aile planlaması hizmetlerine ulaşamadığı için etkili doğum kontrol yöntemleri alamayan depremzedelerin istenmeyen gebelikleri, yine yetersiz kürtaj hizmetleri yüzünden daha birine bakmakta zorlanırken birden fazlasına bakmakla yükümlü olmasının sırtına bindirdiği yük yetmezmiş gibi deprem bölgesinde yaşamaya çalışmak özellikle de kadınlar için daha da zor. Çocuklarına yeterli besini, suyu, hijyeni, eğitimi için gerekli ders kitaplarına ulaşımını, okulda kantinde bir bisküvi yemesi için cebine sıkıştırmaya çalıştığı madeni paraları, konteynera geldiğinde ders çalışması için uygun ortam hazırlamaya çalışması, çocuğu adölesan ise ergenliğin verdiği öfke ile kendine ait bir odasının olmayışı, "keşke bir evimiz olsaydı da ergenliğini kapıyı çarpıp kendini odaya kapatabilseydi ve ergenliğini yaşayabilseydi." dedirttiği, dışarıdan bir tepside et sipariş vermenin lüks olduğu ve her gün "acaba çocuklarıma ne yemek pişirsem?" diye düşüncelerin içinde kaldığı anneler için daha da zor. Nehir yatağına kurulan konteyner kent yüzünden her yağmur yağdığında "acaba nehir taşar mı?" korkusundan uykularım mı bölünse? Peki ya sel olursa ve konteynerı ateş alırsa? Halbuki çatılı, herkesin rahatça yaşadığı bir evimiz vardı. Güvenliydi diyemiyorum zira depremle başımıza yıkıldı. Yıkılmayanların birçoğu da birer moloz yığınına dönüştü. Çalışmaya başladığından beri biriktirdiğin ve belki de kendinden kısıp kenara attığın paralarla aldığın evin. Depremin üstünden birkaç ay geçmişti henüz, annem o kadar zorluğu sırtına yüklemiş devam ederken küçük tüpte kaynattığı su taşıp da ateşi söndürünce ağlamaya başlamıştı. Antakya halkının psikolojisi de iyi değil. Hayatın zorluklarına göğüs germeye çalışırken sıra duygulara gelemiyor. Psikolojik yardım gerekirken o da mahrum bırakılıyor Antakya halkından. Kendi başına kalıp belki ağlamak istiyorsan da konteyner kentten çıkıp büyük ihtimalle elektriğin sokak lambasını aydınlatmadığı direğin altında alıyorsun soluğu. Armutlu ve köprü geceleri zifiri karanlık zaten. Akşam bir dışarı çıkıp yürüyüşe çıksan hele ki bir çocuk veya kadınsan hiç güvenli değil. Dolaşmaya çıktığında enkazı kalkmış binaların yarattığı göz alabildiğine uzanan arazileri karşılıyor seni. Ağaç ve yeşillik dahi bulamıyorsun çünkü evlerle birlikte ağaçları da kökünden çekip çıkarıyorlar. Otlar, kuraklıktan sararmış, tozlar gözlerini bile yaşartmaya yetiyorken rahat bir nefes dahi alamıyorsun. Yollar çukurlu ve çamurlu olduğu için kirlenmiş botlarınla yolda bata çıka yürüyorsun. Şanslıysan ve araban varsa neredeyse haftada bir sanayide alıyorsun soluğu. Antakya'da şans artık böyle bir şey. Kafanı dağıtabileceğin bir yer yok. Sinema, tiyatro, alışveriş merkezi. Bunlar birer hayal. Çocuğunu parka götürmek istesen o da yok. Karne günü geldiğinde çocuğunu hamburgerciye ve ardından sinemaya götürdüğün günler eskide kaldı. Lunaparka götürmek içinse bir arabaya ihtiyacın var tabii vardı ve enkaz altında kalmadıysa. Her yer toz ve moloz. Aldığın sebze ve meyveler de bundan nasibini almış vaziyette. Tek tük marketler, manavlar, kasaplar var ve çoğu için bir arabaya ihtiyacınız oluyor. Deprem sonrası her şeyin pahalılaşması da erişiminizi kısıtlıyor. Toplu taşıma ise saat başı geçen dolmuşlardan ibaret. Yaz geliyor, Hatay da sıcak memleket. Konteynerlar sıcak geçiriyor, biçilmemiş otlara ve sıcağa gelen ve her kafa başına on sinek düşen yaz günleri Antakya halkının kabusu. Serinlemek için havuza girme gibi bir lüksün yok zaten deniz içinse Samandağ'ın kirli kumsalında, akıntı ve deniz analarıyla meşhur suyunda can güvenliğin olmadan yüzmek zorundasın. Arsuz'a gitmek mi? Ulaşıma erişimin ve paran yoksa o da bir hayal. Yazın yeterince serinleyemediğin, kışın yeterince ısınamadığın, yeterli içme suyuna erişemediğin, sürekli "ne olacak?" sorularıyla baş başa kaldığın, maddi yetersizliklerden ötürü kendinden ödün verip çocuklarına yetiştirmeye çalıştığın, etkili hiçbir hizmete ulaşamadığın, Antakya'nın demografik yapısını bilmeyenler tarafından düzenli olarak ırkçılığa uğradığın, seçim zamanları Antakya dışındaki herkes tarafından ne yaparsak yapalım eleştirilere maruz kaldığın ve kimsenin hiçbir şey yapmadığı, yalnızca halkın birbirine sıkıca kenetlenerek bir şeyleri değiştirmeye çalıştığı ve tekrardan inşa etmeye çalıştığı yerdir Antakya. Depremden kısa bir süre sonra hırise kazanlarının kaynatmaya başladığımız, Noel’de kilise yanındaki çam ağaçlarını süslediğimiz, yeniden ezan sesiyle çan sesini aynı anda duyacağımız, kimseye hesap vermediğimiz, birbirimize sahip çıkarak tüm zorluklara göğüs gerip bize yaşatılan hiçbir şeyi unutmayacağımız ve bize bırakılsa kendi ellerimizle tekrar inşa edeceğimiz yerdir Antakya. Öne çıkan görsel: Ece Ray