top of page
  • Haris Rigas

Bir adlandırmanın anlattıkları: Antakya’nın Doğu Ortodokslarını tanımlayan isimleri tekrar düşünmek

Güncelleme tarihi: 2 Şub

Ulusları ve etnik grupları, dil, din ve adetleri ortak homojen topluluklar olarak tasavvur etmeye alışmışız. Dinin bir kimlik öğesi olarak belirleyici bir rolü olduğu da aslında modernite öncesi imparatorluklar çağından, yani dinin sosyal örgütlenme, toplumun kontrolü ve vergilendirme için etkili bir araç olarak kullanıldığı dönemden devraldığımız bir fikir. Bununla beraber, modern ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber kendini dil ve dilsel kategoriler üzerinden tanımlama üstünlük kazandı. Bu yeni devletler, yaygın eğitim ve kitlesel iletişim araçları üzerinden benzeri görülmemiş bir şekilde tek bir ulusal dil ve kültürü vatandaşlarına empoze ettiler. Buna rağmen, hayat deneyimlerimiz ve makul bir tarihsel inceleme, bu tip katı ayrımlar üzerine kurulu etnik tanımlamaların en azından yanıltıcı olduklarını bize gösteriyor.

Osmanlı’dan arda kalan topraklardaki “coğrafyamızın” tarihi sosyal bilimcilerin liminal olarak tanımladığı topluluklarla dolu. Latince “eşik” anlamına gelen limen kelimesinden türetilmiş bu ifade farklı siyasi, mezhepsel veya etnik grubun arasında “sınır geçişlerinde” konuşlanmış grupları tarif ediyor. Türkiye’de bunların en iyi bilinen örnekleri arasında Türkçe konuşan Doğu Ortodokslar (Karamanlılar), Yunanca konuşan Giritli (Turkokritiki), Makedonyalı (Vallahades) ve Karadenizli Müslümanlar, Yunanca konuşan Yahudiler (Romaniotes), Bulgarca konuşan Müslümanlar (Pomaklar) ve Ermenice konuşan Doğu Ortodokslar (Hayhorom) bulunuyor.

Tarihsel olarak bakıldığında, bu rakip aidiyetler arasında konuşlanmış olmak, hayatta kalma ve kültürün sürekliliği/devamlılığı açısından hem bir avantaj hem de bir zayıflık olmuştur. Bir yandan bu gruplar, kültürel üretim, ekonomik aktivite ve siyasi nüfuz açısından aracı ve aktarıcı rollerini üstlenebilirken, bir diğer yandan “azınlık içinde azınlık” olmanın tabiatı gereği yarattığı muğlaklık, kültürel miras ve varlıklarının siyasi manipülasyon, asimilasyon ve hatta düpedüz imhaya maruz kalmasına fırsat vermiştir.

2018 yılında Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları (İstanbul: İstos Yayın, 2018) başlıklı bir derlemenin editörlüğünü yapma şerefine nail oldum. Hakkında yapılmış araştırmaların özellikle eksik olduğu, oldukça kadim ve tarihsel olarak büyük önem taşıyan bu liminal topluluk üzerine farklı disiplinlerden birçok araştırmacıyı bir araya getiren bu çalışma, aynı zamanda Türkiye’de bu grup üzerine yazılmış ilk akademik yayın oldu. Hem kitabın başlığı hem de bazı makalelerde sunulan bulgular akademisyenlerden ve doğrudan topluluğun üyelerinden hararetli tepkiler aldı. Bu yazıda kitabımızın büyük özenle seçtiğimiz başlığını müdafaa ederken, aynı zamanda da aldığımız bu tepkilerin ne kadar anlaşılır olduklarını göstermeye çalışacağım.

Fakat öncelikle önemli bir ayrımı ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum. Liminal bir topluluk üzerine üretilen herhangi bir söylem birbiriyle ilişkili iki sorgulamayla irtibatlanmayı gerekli kılıyor. Bunlardan birincisi geçmişi ilgilendirdiğinden, tercihen eldeki kaynakları ve verileri dikkatli bir şekilde değerlendirecek profesyonel tarihçiler tarafından yürütülmesi uygun düşüyor: Karamanlılar belirli bir noktada Bizans tarafından Hıristiyanlaştırılan ama etnik olarak Türk olan kişiler miydiler, yoksa yaşadıkları ortamda Türkçenin baskın pozisyonunun etkisiyle dillerini kaybeden Bizanslı Rumlar mı? Hayhoromlar Rumlaşmış Ermeniler miydiler, yoksa Ermenileşmiş Bizanslılar mı? Benzer şekilde, Antakya ve Suriye’nin Doğu Ortodoksları Hıristiyanlaşmış Araplar mıydılar, yoksa dillerini kaybetmiş Romalılar (Bizanslı Rumlar) veya Aramiler/Süryaniler mi? Bu sorulara cevap bulmak, eldeki istatistiki ve antropolojik verilerin eksikliği sebebiyle aslında çoğu zaman mümkün değil.

İkinci sorgulama ise şimdiki zamanla ilgili ve tatbiki akademik bir uzmanlık gerektirmiyor: “Biz kimiz? Arap mıyız? Rum muyuz? Türk müyüz? Hıristiyan mıyız?” Bu tip bir incelemenin Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu tarafından yazılmış güzel bir örneği, yukarıda bahsettiğim derlememizde mevcut. Bu soru kanaatimce hem çok daha merak uyandırıcı hem de birden fazla geçerli cevabı olabilecek bir soru. Dahası, bu soruya cevap üretilmesi, güncel beklenti, kaygı, amaç ve iddiaların sürekli değişen bir şekilde geçmişe yansıtılmasıyla gerçekleşiyor. Fakat ne milliyetçi tarihyazımı ne de toplumsal ölçekte veya ailelerin kendi içerisinde gerçekleşen nesilden nesile sözlü tarih aktarımı, tarih biliminin yöntemsel şüpheciliğine sahip olmadığından, bu yansıtmalar kasıtlı bir şekilde seçici ve sözde-tarihsel olma eğilimi gösteriyorlar.

Tabii, bu durum bu anlayışların yaşanılan zamandaki geçerliliklerini veya hakiki bir kültürel deneyim ve sosyal gerçekliğe tekabül ettikleri gerçeğini değiştirmiyor. Bunlar, kültürel aidiyetimize karar verme ve kendi kendimizi tanımlayabilme—veya Fransız tarihçi Ernest Renan’ın meşhur ifadesiyle “her gün icra edilen bir halk oylaması”—gibi devredilemez haklarımız arasında bulunuyorlar. Zaten bu muğlaklık, yalnızca azınlık veya liminal gruplara özgü bir durum da değil. Neticede Renan da bu ifadeyi Fransız ve Alman milliyetçiliği bağlamında üretmişti. Aynı şekilde, Türk milliyetçiliğine ve 20. yüzyılda geçirdiği değişimlere üstünkörü bir bakış dahi aidiyet hissinin zamana ve mekana bağlı olarak ne kadar değişken olabildiğini gösteriyor.

Derlememizde Antakyalı Doğu Ortodoksları adlandırmak için ulusal aidiyet belirten “Arap” terimi yerine betimleyici ve kapsayıcı “Arapdilli” ifadesini tercih etmemizin sebeplerini belki tahmin etmeye başlamışsınızdır. Burada öne sürdüğüm argümanımı daha açığa kavuşturmak için, yukarıda bahsettiğim tarihsel sorunun cevaplanmasının imkânsız olduğunu göstermek istiyorum.

Samsatlı Lukianos

“Arapdilli Kadim bir Cemaat”

Müslüman Arap orduları VII. yüzyılda Suriye’nin Bizans’a bağlı vilayetlerini fethettiklerinde buradaki dilsel durum nasıldı? Eldeki veriler bölük pörçük olsa da üç ana kültürel alandan bahsetmek mümkün. Aramice veya Süryanice konuşan Yahudi veya çoktanrılı inançlara sahip gruplar özellikle kırsal bölgelerde baskın idiler. Bunlar, aynı zamanda ilk Hıristiyanların içinden çıktığı ve nihayetinde Orta Doğu’nun en kadim ve canlı entelektüel, teoloji ve edebiyat geleneklerini üretmiş olan topluluklar. İkinci olarak, Suriye, özellikle Antakya ve sahil boyundaki diğer Helenistik şehirler (poleis), Büyük İskender’in bin yıl önceki fetihlerinden beri yoğun bir Helenleşmeye maruz kalmıştı. Bu şehirlerin sakinleri, etnik kökenlerinden bağımsız olarak yalnızca Koine Yunancası konuşuyorlardı veya iki dilli idiler. Zaten Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarını en başta Yunancaya tercüme etme ihtiyacı da tam olarak bu durumdan ortaya çıkmıştı.

Petra, Busra, Havran, Emesa (Humus), Halep, Edessa (Urfa) ve Harran gibi şehirlerde, sayısal olarak azınlıkta oldukları halde dönem dönem siyasi gücü elinde tutanlar, bu şehirlerin üstünkörü bir şekilde Helenleşmiş Arapdilli sakinleriydi. Aslen Yemenli olup III. yüzyılın başlarında Suriye’ye yerleşen Arap Gassani kabilesi, Romalılara tabi olmaları sebebiyle onların ticaret yollarını korumuş, ordularına asker sağlamıştır. Ayrıca, Romalılar ve ardından gelen Bizanslıların Farslar ve Farslara tabi rakip Arap Lahmi kabilesiyle savaşlarında tampon devlet görevi görmüştür. Gassanilerin Hıristiyanlığa geçmesi onları muhtemelen Suriye’nin ilk Arapça konuşan Hıristiyanları yapmıştır. Bölgedeki nispeten daha küçük dil grupları arasında, Berytus’taki Latince konuşan münferit topluluk, zamanla Aramiler tarafından tamamıyla bünyesine dahil edilen diğer Semitik dilleri konuşanlar ve Ermenice ve Farsça konuşanlar sayılabilir.

Günümüzdeki yaygın anlayışın aksine, bu kültürel alanları değişime karşı dirençli ve sınırları belirli alanlar olarak görmek veya dillerin etnik gruplara karşılık geldiğini hayal etmek doğru olmayacaktır. Çok dillilik, Ortadoğu’da 1500 yıldır had safhada yaygın. Burada Yunanca uzun yıllar boyunca bölgenin entelektüel, dini, ticari ve idari lingua francası olmuş ve bu durum Arap fetihleri ve Emevilerin yönetimi ele geçirmesinden sonra da devam etmiştir. Geç Antik dönemin en kıymetli alimlerinden Samsatlı Lukianos ve Iamblikhos gibi bazıları “etnik olarak” Arami veya Arap olsalar da eserlerini yalnızca Yunanca vermeyi seçmişlerdir. Benzer şekilde Roma imparatorlarından en az üç tanesi (Elegabalus, I. Philippus and II. Philippus) Arapdillilerdi. Hatta Arapdilli Bizans imparatoru III. Leon, Konstantinopolis’i 717 yılındaki Arap kuşatmasına karşı korumuş olsa da, İslam’ın etkisinde kalmış olmasından olsa gerek, Hıristiyan ibadetinde ikonaların yasaklanmasında başat bir rol oynamıştır. Bundan dolayı, bir Bizans kaynağı ondan “Müslüman kafalı” olarak bahsetmiştir. Bizans’ınKonstantinopolis’in savunmasında kritik bir rol oynayan süper silahı Rum ateşinin mucidi mühendis Helipolisli Kallinikos da Lübnan’ın Baalbek kentinden gelen bir göçmendir.

Lübnanlı Kallinikos'un icat ettiğı Rum Ateşini kulanan Bizans bir savaş gemisi- Kaynak: Codex Skylitzes Matritensis, Biblioteca Nacional de Madrid

Suriye ve civar bölgelerin dilsel olarak Araplaşması, Emevi bürokrasisi ve paralarının dilinin Halife Abdülmelik b. Mervân tarafından 700 yılı civarında Arapçaya çevrilmesiyle başlayan ve ancak geç dönem Orta Çağ’da tamamlanan oldukça yavaş bir sürecin ürünüdür. Bu süreç, belli ki Müslümanlaşmayla paralel bir şekilde yürümüştür. Yunancanın yaygınlığı ve nüfuzu, hilafetin rakibi Bizans’la ilişkilendirilmesi sebebiyle azalarak, önce kent merkezlerine hapsolmuş ve neticede yalnızca muhtelif mezheplere ait çok dilli manastırlarda Süryanice, Gürcüce, Kıptice, Ermenice ve artan bir şekilde Arapçayla beraber kullanılan bir dil olarak kalmıştır.

Bu duruma istisna teşkil eden tek yer, Orta Çağ’ın sonuna dek Yunancanın konuşulmaya devam ettiği ve bölgenin Doğu Ortodoks Patrikliği’nin merkezi olan Antakya idi. Bununla beraber, eldeki veriler gösteriyor ki, burada bile ruhban sınıfı dışında kalan Hıristiyanlar arasında Arapçaya geçiş X. yüzyılda başlamıştır. Antakya’nın Arap veya Ermeni kökenli olduğu muhtemel Bizans İmparatoru ΙΙ. Νikiforos Fokas eliyle yeniden fethedilmesinin hemen ardından, yerli Ortodoksların dini metinlerin Yunancadan Arapçaya çevrilmesi için devasa bir tercüme çalışması başlatmış olması, bu metinleri halk arasında konuşulan yeni dilde mevcut hale getirmek için ortaya konan acelenin ifadesidir.

Aramice, kısmen hilafetin dış düşmanlarıyla ilişkilendirilmemesinden ötürü, kısmen de ortaya çıkan birkaç devletsiz, bağımsız kilisenin dili olmasının sağladığı statü sebebiyle Yunancadan daha şanslı bir durumda idi. Bunda Semitik dil ailesinin bir üyesi olarak Arapçaya yakınlığı ve Eski Yunanca metinlerin Arapçaya çevirisinde önemli bir aracı dil olmasının da etkisi oldu. Aramice, Yunanca veya her iki dili birden konuşanlar, VIII. ile X. yüzyıllar arasında Abbasi yönetimindeki Bağdat’ta ortaya çıkan ve Aristo, Galen, Batlamyus, Öklid ve daha birçoklarının metinlerini yok olmaktan kurtaran Yunancadan Arapçaya çeviri hareketinde çok önemli bir rol oynamışlardır.

“Doğu Ortodokslar”

VII. yüzyıl Suriyesi’nde Hıristiyanlar ezici bir çoğunluğa sahipti. Bununla birlikte, Bizans İmparatorluğu’nun tarihi süresince Hıristoloji (Mesihbilim), yani İsa Mesih’in tanrı ve insani tabiatları üzerine yapılan hararetli teolojik tartışmalar, Hıristiyanlığı birleştirici bir unsur yerine bir ihtilaf sahnesi haline getirdi. Buradan üç müstakil doktrin ve bunların taraftarı gruplar ortaya çıktı:

  1. “Radikal” diofizitler (“çift-doğacılar”): Bunlar Antakya İlahiyat Okulu’nun temsilcisi ve daha sonradan Konstantinopolis’in patriği de olan Nestorios’tan etkilenmişlerdir ve İsa’nın iki tabiatının birbirinden müstakil olduğuna vurgu yapmışlardır. Bu görüş sırasıyla 431 ve 451 yıllarında gerçekleşen Efes ve Kalkedon Konseyleri’nce sapkın ilan edilmiştir. Bizans’tan gelen yoğun baskı ve zulüm sebebiyle grup topluca imparatorluğun doğu sınırlarının dışına göçmüş ve İranlı Sasanilerin himayesi altına girmiştir. Başlangıçta Yunanca ve Aramice dil bölgelerinde faal olan diofizitizm, neticede Doğu Süryanicenin hakim olduğu alanda da gelişmiş ve günümüzün Doğu Asur Kilisesi (burada Doğu, Mezopotamya’dan Çin’e kadar bir alanı ifade ediyor) ve Keldani Katolik Kilisesi’nin öncüsü olmuştur.

  2. Miafizitler (“bir-doğacılar”): İskenderiye İlahiyat Okulu’nun, özellikle de Patrik Cyril’in öğretilerini kendine rehber edinen miafizit düşünce, İsa’nın tabiatının bütünlük ve birliğini vurgular. Nesturi karşıtı olmaları, Nestorios’un Efes Konseyi’nde şiddetle kınanmasının arkasında durmalarına ama Kalkedon’daki “daha ılımlı” tonu reddetmelerine sebep oldu. Bundan ötürü zaman zaman Kalkedonlu olmayanlar ya da “Şark” ya da “Oryantal Ortodokslar” olarak da anılırlar. Bazı Bizans imparatorları, Justinian’ın karısı Theodora ve Konstantinopolis patrikleri dahi miafizit oldukları halde, bu düşünce Bizans İmparatorluğu’nda varlığını koruyamadı ve sonuçta Yunanca konuşulan alanın dışında, günümüzün Ermeni, (Batı) Süryani, Kıpti, Etiyopya ve Eritre Ortodoks Kiliselerinde varlığını sürdürdü. Teolojik yaklaşımlarının hemen aşağıda bahsedeceğim Doğu Ortodoks Kiliselerinden ayrılması sebebiyle bu kiliselere topluca “Şark Ortodoks Kiliseleri” adı verilebilir. Ayrıca her birisi, dönemin imparatorluklar aşırı dini dilleri olan Yunanca ve Latincenin dışında kendi ibadet dillerini de ürettiklerinden, bu kiliseleri “proto-ulusal” olarak değerlendirmek mümkün.

  3. Kalkedoncu diofizitler: Kalkedon Konseyi’nin Nestorios’u kınarken kullandığı dil (“tek bir töz içerisinde iki tabiat”) miafizitlerin arzuladığından bir nebze daha yumuşaktı. Bu uzlaştırıcı ifade şekli, Bizans sanatındaki İsa tasvirlerinde de görülebileceği üzere, imparatorluğun resmi doktrini haline geldi ve tüm Doğu Ortodoks Kiliseleri ve hatta Batı Ortodoks Hıristiyanlar (yani günümüz dilinde Katolikler) tarafından da desteklendi. Buradan hareketle, diğer mezheplere bağlı Orta Doğu Hıristiyanları, Aramice, Arapça ve Yunanca konuşan Kalkedon diofizitlerine tarih boyunca “Melkaniler” adını verdiler. Bu isim, Semitik m-l-k kökünden türemiş ve “kralın”—yani Bizans İmparatoru’nun—doktrininin savunucuları manasına gelir. Benzer şekilde Arapça kaynaklar, bu yerli Hıristiyanlara, etnik köken ve dilsel arka planlarından bağımsız olarak, “Kalkedoncu Ortodoks” anlamına gelecek şekilde, “Rum” yani “Romalı/Bizanslı” şeklinde hitap etmişlerdir. Biz bugün bu insanlara onları Şark Ortodokslar ve Batı Hıristiyanlardan ayıracak şekilde “Doğu Ortodokslar” diyoruz.

İsa Pantokrator ikonası (Sina Dağı, 6 yy.). Sol ve sağ taraflardaki farklar, hem insanın hem de Tanrı'nın özelliklerini gösterip Mesih'in ikili doğasını tasvir eder. Görüntünün sol ve sağ taraflarının yansıtılmış bileşimleri, İsa'nın yalnızca tanrı veya yalnızca insan olduğuna inanılsaydı görüntünün nasıl görüneceğini gösterir.

Yüzyıllar boyunca bu mezhepsel farklılıklar etnik veya dil ayrımlarıyla örtüşmediler. Dilsel olarak homojen bir hale gelmelerinden önce, yukarıda bahsedilen her üç grubun içerisinde çok sayıda Aramice, Yunanca, Ermenice veya Arapça konuşan, hatta iki dilli kişiler mevcuttu. Bizans ilahi besteciliğinin ve müziğinin babası ve V. yüzyılın sonundan VI. yüzyılın ortalarına kadar yaşamış İlahi Bestekârı Romanos (Yunanca Romanos o Melodos) bu duruma iyi bir örnek teşkil eder. Humuslu veya Şamlı Yahudi bir ailenin çocuğu olan Romanos’un edebi dehası Konstantinopolis’e taşınmasıyla gelişir. Bestelediği ilahiler, hala dünyanın her bir köşesindeki kiliselerde söylenmeye devam ediyor. Bu ilahilerin dili incelendiğinde, zarif bir Koine Yunancasıyla yazılmış oldukları görülse de Romanos’un anadili Aramiceden tercüme ettiği ve haliyle Semitik etkiler taşıyan birçok deyim ve ifadeye de rastlanır. Romanos, aslında Kalkedoncu diofizit -yani Doğu Ortodoks- olmasına rağmen, Ermeni dini müziğine yaptığı muazzam tesir sebebiyle, miafizit Ermeni Apostolik Kilisesi tarafından aziz rütbesinde kabul edilir. Dilsel sebeplerden dolayı, Süryani Hıristiyanlar da şu an Romanos’u “kendilerinden” kabul ederler.

Dahası mezhepsel aidiyet, etnik köken ve dilsel arkaplan, muhakkak siyasi sadakate dönüşen etkenler değiller (bunun günümüzde farklı olduğunu iddia edebilir miyiz?). Tabii, Doğu Ortodoksluğa geçmek Bizans’ın en yüksek katmanlarına dahil olabilmek için bir önkoşul olduğundan, bilindiği üzere Bizanslı sayısız Ermeni imparator, general, yönetici, din adamı ve alimden resmi olarak miafizitçilik aleyhine duruş sergilemeleri istenmiştir. Peki, bu durum bu kişilerin daha az Bizanslı veya daha az Ermeni oldukları anlamına mı gelir acaba?

Bizanslılar devletin başka alanlarında, özellikle ordu içerisinde, daha esnekti. Örneğin, yazının başında bahsi geçen, Suriye’nin ilk Arapdilli Hıristiyanları ve Bizans’ın bölgedeki en sadık yanaşmaları Gassaniler, bizatihi miafizit, yani Bizans’a göre sapkın idiler. Buna rağmen Bizans, jeostratejik sebeplerden ötürü, onların bu muhalif durumuna müsamaha gösterdi. Suriye’yi Arap halifesine karşı canları pahasına müdafaa ettilerse de Gassaniler neticede dağıldı ve hem miafizit hem de diofizit Hıristiyan toplulukları içerisinde eridiler.

Fakat Doğu Hıristiyanlığın Suriye’deki tarihinin canlı örneği sayılabilecek bir kişi varsa, o da fevkalade bir ilahiyatçı ve ilahi bestecisi olan ve Doğu Ortodokslar, Katolik, Anglikan ve Luteryenler tarafından Büyük Kilise Babaları’nın sonuncusu kabul edilen Yuhanna ed-Dimaşki’dir (Yunanca İoanis Damaskinos [d. 675 – ö. 749]). Doğumda verilen adı Mansur bin Sercun olan Yuhanna, içerisinde Bizanslı Arap memurların da bulunduğu aristokratik bir ailenin çocuğudur. Bu ailenin Hıristiyanlığa geçmiş Beni Tağlib adındaki Arap kabilesine mensup olması muhtemeldir. Adını aldığı dedesi de 572–591 and 602–628 yılları arasında gerçekleşen ve büyük yıkımlara yol açan Bizans-Sasani Savaşı süresince, İmparator Mavrikios ve I. Heraklios’un üst düzey mali danışmanlarından biri idi. Öyle görünüyor ki, Dede Mansur bu süreçte hem Heraklios’un hem de Sasanilerin savaşlarına kaynak oluşturmak uğruna vilayetin kaynaklarını heba etmelerine karşı direnç göstermiştir. Aslında, Suriye bu iki devlet arasında her el değiştirdiğinde kontrolü ele geçiren tarafın dayattığı ağır vergiler yerel Hıristiyanları bu devletlere hayli yabancılaştırmış olmalı. Buna bir de bu iki rakip süper gücün gitgide askeri olarak tükenmişliğe sürüklenmesini eklersek, yeni oluşmaya başlayan İslam halifeliğinin ani yükselişini de bir mantığa oturtabiliriz. Bizans kaynaklarına ve Arapça metinlere göre, ya Mansur ya da oğlu Sercun, 635 yılında yerel Doğu Ortodokslara daha uygun koşullar sağlanması karşılığında Şam’ı halifeliğe teslim etmiştir.

Yuhanna’nın babası Sercun (Yunanca Sergios o tou Mansur), 661–680 yıllarında hüküm süren ilk Emevi halifesi Muaviye bin Ebu Süfyan’ın umumi ve özel sekreteri (Arapça tabirle mawla) olarak görev almıştı. Ayrıca, hem Muaviye’ye hem de ondan sonra tahtı devralan birkaç hükümdar döneminde Suriye mali müdürlüğü yapmıştı. 700 yılı civarında yıldızının sönmesinin arkasında ise Abd el Malik’in Emevi bürokrasisini merkezileştirme ve Araplaştırma politikasını bulabiliriz. Sercun’un “Rumî” olarak tarif edildiği bir Arapça kaynakta geçen bir iddiaya göre, halife ona defalarca diwanı, yani idari dili Yunancadan Arapçaya tercüme etmesini buyurmuştur. Bunu reddetmesi üzerine ise yerine halifenin isteğini yerine getirmekten mutluluk duyan Süleyman ibn Sad el Khuşani atandı. Aktarılanlara göre, Sercun servet ve nüfuzunu Hıristiyan köleleri özgürleştirmek için kullanmıştır. Hatta bu kölelerden birisi daha sonra kendisinin evlat edindiği ve oğlu Yuhanna’nın da hayat boyu yoldaşı olan Aziz Mayumalı Kozmas’dır.

Arapça olmayan Bizans kaynaklarında geçen bir iddiaya göre, Yuhanna çok iyi Arapça, Süryanice ve Yunanca bildiği için keşiş olmadan önce Emevi bürokrasisinde görev almıştı. Kudüs yakınlarındaki Mar Saba Manastırı’nda yaptığı çalışmalar sonucunda Yuhanna, Doğu Ortodoks teolojisinin belki de ilk büyük düzenleyicisi haline geldi. İlahiyat kuramıyla ilgili eserlerinde Kalkedon doktrinini açıkça miafizit ve radikal diofizitlere karşıtlığı üzerinden tanımladı. Fakat hepsinden önemlisi, Kutsal Tasvirleri Yerenlere Karşı Bir Tez adlı eseri Ortodoks ibadetinde ikonaların kullanılmasını savunan teolojik argümanlara en karakteristik örnek kabul edilir.

Bu durumun ilginç tarafı, Arap halifesi Konstantinopolis’i kuşattığı zaman, Arapdilli Bizans imparatoru III. Leon, bir yandan Bizans’ı istilacılara karşı koruyor, bir yandan da İslami düşüncenin etkisiyle Hıristiyan ibadetinde ikonaların kullanılmasını yasaklamaya çalışıyordu. Aynı anda, Arap kontrolündeki Suriye ve Filistin’de, etnik olarak Arap Hıristiyan bir ilahiyatçı var olan en zarif Yunancayla günümüzde dahi Doğu Ortodoksluğu karakterize eden ikonalar için bilgece bir felsefi savunma yazmakla meşguldü.

Arapdilli Bizans Imparatoru III. Leon - Kaynak: Classical Numismatic Group, Inc.

Bu noktada, Arapdilli Doğu Ortodokslarının kökeniyle ilgili olan tarihsel sorumuza geri dönebiliriz. Bir yandan yukarıda özetlediğim Geç Antik Çağ ve Ortaçağ’da etnik kimliklerin karmaşıklığı, bir yandan da bu dönemle ilgili güvenilir kaynakların ve demografik verinin azlığı ve bölük pörçüklüğü hesaba katıldığında, elde kalan “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” minvalinde bir soruyu cevaplamaya çalışan bir aciz tarihçi olacaktır. Kim, nasıl ve hangi kanıtlara dayanarak bin yıl önce Arapdilli hale gelmiş Bizanslı Rumlar ve Aramiler ile Hıristiyanlığa geçen Araplar arasından birinin diğerinden daha fazla sayıda olduğunu iddia edebilir ki? Ya da kim III. Leon, Gassaniler veya Yuhanna ed-Dimaşki’nin deneyimlediği çok katmanlı aidiyet hissini kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde kavrayabildiğini öne sürebilir?

“Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde”

Art arda hüküm süren imparatorluklardan sağ kurtulmayı başaran Arapdilli Hıristiyanlar, 19. yüzyıldan sonra kendilerini artan bir şekilde rakip milliyetçiliklerin gölgesinde buldular. Derlememizin başlığında adı geçen ve içerisindeki makalelerde incelenen üç ana milliyetçilik sırasıyla Arap, Yunan ve Türk milliyetçilikleri olsa da, bunlara Süryani ve Suriye ulusal hareketleri de eklenebilir. Dört bin yıllık Aramiliğin kültürel mevcudiyetinden tutun, neredeyse iki bin yıllık Helenizm ve Bizans etkisi, Suriye sentezi olarak adlandırılan tez veya Arap Hıristiyanların Arap Uyanışı’ndaki rolüne kadar herhangi bir şeye odaklanalım. Orada görüyoruz ki, bölgedeki tüm milliyetçi anlatılar, ilgilendikleri topluluğu tarihsel olarak meşrulaştırmaya çalışırken, geçmişi gözler önüne seren değil, ona ait yeni şeyler icat eden veya var olanlardan hesabına uymayanları gizleyen seçici bir yaklaşıma sahip olmuşlardır. Türk milliyetçiliğinin savunucuları ise genellikle vatandaşlık meselesinin ve genç nesil Antakyalı Hıristiyanların halihazırda Türkçe diline “asimile” olduklarının altını çiziyorlar. Bu yaklaşımın, devletin azınlık politikalarının bu asimilasyon sürecinde oynadığı tarihi rolü nasıl gizlediği de derlememizin masaya yatırdığı en önemli meselelerden birisi.

Bu perspektiften bakıldığında, kitabımızın başlığının birçok eleştiri alması hiç şaşırtıcı değil. Kendini “Arap” olarak tanımlayan kişiler, başlığın kendileri için hiçbir sorun teşkil etmeyen, hatta tutkulu bir şekilde kendilerini ait hissettikleri bir kimliği bilerek göz ardı ettiğini düşündüler. Başkaları ise kendilerini Arap kültürüyle ilişkilendirmeye baştan karşılar. Peki, biz bu durumda herkesi mutlu etmeye çalışırken hiç kimseyi mutlu edemeyenlerden mi olduk? Tabii ki hayır. Bu farklı tepkiler yalnızca anlaşılır değil, aynı zamanda derlememizde sunulan bulguların birçoğunu destekler ve onaylar nitelikte.

Bunu da aklımızda tutarak, en sonunda kimlikle ilgili sorumuza geri dönebiliriz: “Antakyalı Doğu Ortodokslar kimdirler? Araplar mı? Rumlar mı? Türkler mi? Yoksa Hıristiyanlar mı?” Bu soruya gönül rahatlığıyla verebileceğim tek cevap “bunu en iyi kendileri bilir” olabilir. Hatta onları bunun dışında bir şeyin doğruluğuna ikna etmeye çalışan kişilere de kim olursa olsunlar şüpheyle yaklaşmak gerekiyor. Aşikâr olan şey, konuşsanız da konuşmasanız da, yalnızca şarkılardan, atasözlerinden veya yemek tariflerinden de bilseniz, Antakya Arapçası hepimiz için özel bir önem taşıyor. Gittiğimiz kilise veya yaşadığımız ülkenin çok ötesinde, bize bin yıllık bir metanet ve kültürel iç içe geçmişlik hikayesi anlattığından olacak, bize yoğun duygulanımlar yaşatıyor ve onunla gururlanmamızı sağlıyor.

İngilizceden çeviren: Argun Çakır


351 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page