Tahir Sezen’in Devlet Arşivi Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan meşhur Osmanlı Yer Adları kitabında Antakya maddesine baktığınızda kitap sizi Hatay maddesine yönlendirir. Sezen, Hatay isminin Osmanlıca karşılığını belirttikten sonra Antakya’nın yüzyıllar içinde Osmanlı idari taksimatında değişimini sıralar. Fakat bu maddede şöyle önemli bir hata vardır. Hatay ismi, aslında Osmanlı belgelerinde hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yer almış bir isim değildir, zira Hatay, bölgenin 1939’da Türkiye’ye katılması sürecinde siyasi saiklerle yaratılmış ve bölgeye yakıştırılmış bir isimdir.
1939’dan önce ise, bugün bölgenin en büyük iki şehri olan İskenderun ve Antakya, Osmanlı idaresi altındayken hiçbir zaman tek bir isimle anılmadılar. MÖ 2. yüzyılda Büyük İskender’in adıyla kurulduğu rivayet edilen İskenderun, Osmanlı taksimatında, 19. yüzyılda Adana vilayetinde yer aldığı kısa bir süre dışında Halep eyaleti/vilayetine bağlı bir kazaydı. Büyük İskender’in önemli komutanlarından Selevkos Nikator’un babası Antioch’u onurlandırmak için şehre adını verdiği Antakya ise Halep eyalet/vilayetinde kaza veya sancak olarak yer aldı. Ancak, 1920’de bölgede kurulan Fransız Mandası Suriyesi idaresinde olan iki şehir, mandanın idari taksimatında Sandjak d’Alexandretta (İskenderun Sancağı) veya Liwaa el İskenderuna (İskenderun Şehri) olarak yer aldılar.
Peki, o zaman Hatay ne demek? Bu isim tam olarak ne zaman ortaya çıktı ve ne anlama geliyor? Daha önce belirttiğim gibi bu soruların cevabı bütünüyle bölgenin Türkiye topraklarına dahil olduğu süreçle ilgili. Bilindiği gibi bu süreç, esas olarak Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında imzalanan (ve Fransa Parlamentosu tarafından resmen hiçbir zaman onaylanmayan) bağımsızlık anlaşmasıyla birlikte Sancak’ın statüsünün belirsizliğinden doğan tartışmalarla başladı. Türkiye’nin Sancak’ın bağımsız bir Suriye’nin parçası olmasını engellemek için hızla giriştiği diplomatik ve siyasi atak, dönemin şartları gereği demografik iddiaları güçlendirmeyi elzem kılmıştı. Zira dönemin uluslararası toplumunun en etkin yapısı Milletler Cemiyeti, görünürde bir bölgenin nasıl yönetileceğini o bölge nüfusunun rızasına bırakmıştı.
Fakat Milletler Cemiyeti’nin savunageldiği kendi kaderini tayin hakkı, bu yapıyı meydana getirenlerin ırkçı dünya görüşünden ziyadesiyle nasibini almıştı. Bu görüşe göre, o bölgede yaşayan nüfusun rızasının alınması, nasıl yönetileceği için şarttı fakat aynı zamanda uluslararası anlamda yaratılan mandalar sistemi, dünya üzerindeki herkesin rızasının aynı düzeyde önemli görülmediğinin işaretiydi. Buna göre, manda altına alınması kararlaştırılan bölgeler, kendi kendilerini yönetecek olgunlukta ve kapasitede değillerdi; onlar danışmaya muhtaçlardı. Dolayısıyla, bu bölgelerde manda gücü olarak bulunan devletlere, bu bölgeleri özyönetim için yeterli olgunluğa ve kapasiteye kavuşturma görevi verilmişti. Suriye bağlamında bu görev Fransa’nındı, zira Suriye, toprakları üzerinde bölgenin yerlileri tarafından yönetilmek için fazla çeşitliydi ve Suriye’de çoğunluğu oluşturan Müslüman topluluklar, geçmişte yaşanan katliamlar göz önünde bulundurulduğunda, Müslüman olmayan toplumların can güvenliğini sağlayabilecek olgunlukta görülmemişti.
Bu ırkçı ve global anlamda adaletsiz ve ayrımcı kendi kaderini tayin hakkının dinamiklerinin nasıl işlediğini Türkiye, 1920’lerde Musul’daki Britanya idaresi Milletler Cemiyeti kararıyla tasdik edildiğinde tecrübe etmişti. 1936’da Sancak’ın kaderi söz konusu olduğunda da Türk tarafı, Arap milliyetçilere göre çok daha organize ve atik davranarak pozisyon almış ve siyaset üretmişti. Bölgedeki nüfus çoğunluğunu elinde bulundurduğunun yanı sıra bölgenin tarihsel olarak Türk olduğunu ispatlamak da bu siyasetin esas önceliğiydi. Bu bağlamda, dönemin hakim ırksal düşüncesinden etkilenmenin ötesine geçerek bu fikriyatı bir adım ileriye taşıyan ve Türklerin de hakim “beyaz medeniyet”in parçası ve hatta kurucusu olduğunu bilimsel olarak kanıtlamaya çalışan Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ne katkı sunan tarihçiler, dilbilimciler ve sosyal bilimciler, bu uluslararası meselenin de yardımına koştular.
Bu isimlerden biri de o dönem TBMM’de Siirt mebusu olarak bulunan İsmail Müştak Mayakon’du. Mayakon’un 10 Ekim 1936’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Tarihten Bir Yaprak” yazısı, o dönem Sancak olarak anılan bölgenin bir anlamda kaderini değiştirecekti. Mayakon, bu yazıda söz konusu bölgenin tarihsel olarak ezelden beri Türk (Hata/Eti/Hitit) olduğu tezini temellendirirken, bölgeye bu tez için bir de isim öneriyordu: Hatay. Mayakon’a göre, “Antakya, İskenderun ve havalisinde” yaşayan Türkler, bölgenin “en aşağı kırk asırlık sahip ve sakini”ydiler. Bu teze göre, Orta Asya’dan kalkarak önce Çin’in kuzeyine yerleşen Türkler, tarihsel olarak kendi isimleri olan Hata, Ata ve Eti kelimelerinden yola çıkarak o bölgeye Hatay demişlerdi. Daha sonra dünyanın her yerine yayılan Türklerden Hatay bölgesinde yaşayanlar, gelip Antakya, İskenderun ve havalisine yerleşmişlerdi ve burada kurulan medeniyetin mimarı olmuşlardı. Dolayısıyla, o dönemde o bölgede yaşayan “Türkler bu Hatay Türklerinin çocuklarıydı”. Bu yüzden, Mayakon’a göre, o bölgede yaşayanlar Hatalar ve o bölge de Hatay diye anılmalıydı.
10 Ekim 1936 tarihli gazete kupürü
Fakat Mayakon’un bu önerisi doğrudan kabul görmedi. Zira Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936’da TBMM’de yaptığı konuşmada, bölgenin hakiki sahibinin “öz Türkler” olduğunu söylerken, bölgeyi “İskender[u]n–Antakya ve havalisi” diye anmıştı. Bu demek oluyor ki, Hatay ismi 1936 Kasımı’nın başı itibariyle henüz devletin zirvesince kabul edilmemiş ve resmi kullanıma sokulmamıştı. Fakat bölgedeki siyasi mücadelenin önde gelen isimlerinden ve 1938’de kurulacak bağımsız Hatay Devleti’nin ilk ve tek Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, anılarında bir gün Çankaya Köşkü’ne çağrıldığını ve “Antakya-İskenderun ve havalisinin ismi bundan böyle Hatay’dır” talimatı aldığını yazar. Bu olay, çok büyük ihtimalle Kasım ayı içinde vuku bulmuştur, zira tarihçi Sarah Shields’ın Fezzes in the River kitabında aktardığına göre, dönemin ABD Türkiye Büyükelçisi John Macmurray’in, “Mayakon’un yazısının ardından tüm Türkçe gazetelerin bölgeyi Hatay diye anmaya başladığını” belirttiği telgraf 1 Aralık 1936 tarihlidir. Kasım 1936’dan sonra, bu isim Türkiye’de ve bölgedeki Türkiye yanlıları arasında çok yoğun bir şekilde kullanılmaya başlar. Bu o kadar hızlı bir şekilde gerçekleşmişti ki, dönemin Lübnan ve Suriye mandalarından sorumlu Yüksek Komiseri Kont Damien de Martel bile bu ismin bu kadar çabuk benimsenmesine şaşıracaktı. Martel, Fransa Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı telgrafta, “bölgede Hitit isminin üç yüz yıldır hiç bahsinin geçmediğini” fakat buna rağmen Hatay adının hızla kabul görmesinin “Türk tarafının propaganda aygıtının disiplininden kaynaklandığını” belirtmiştir.
1939’da bölgenin Türkiye’ye bağlanmasının ardından Hatay isminin kullanımı tartışılmaz hale geldi. Bu dönemi, Hatay vilayeti sınırları içinde yer alan yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi izledi. 1940’larda, Süveydiye veya Cebel-i Simmen (bölgede yaşayan Aziz Simon’a atfen Arapçada Simon Dağı) denilen yer Samandağ’a, Kuseyr diye anılan bölge Altınözü’ne dönüştürüldü. 1960’ta, Arapça ismi Arsuz olan kasabaya, buraya atanan bir yetkilinin bölgede bolca bulunan okaliptüs ağaçlarını burada hiç bulunmayan çınar ağacı sanması yüzünden Uluçınar ismi verildiği anlatılır. Elbette ki bu isimlerin, özellikle de Hatay’ın, bugün bölgenin isimlendirilmesini kolaylaştıran pratik bir getirisi var. Fakat bunun ötesinde, çoğu isimlendirme siyaseti örneğinde olduğu gibi, bölgenin tarihi mirasının ve ondan devralınan isimlerin de yok olmasına neden oluyor. Belki de bu yüzden Ortodokslar da dahil olmak üzere Antakya ve çevresinde doğanlar veya oralarla bağı olanların hatırı sayılır bir kısmı kendisine Hataylı demekten kaçınır.
Nehna’da, bölge özelinde bu isimlendirme politikasının hangi tarihsel tasavvurlarla temellendirildiğini, 1930’larda ve 40’larda Hatay isminin nasıl bir dünya görüşüyle kullanıma sokulduğunu, dönemin önde gelen tarihçilerinin ilgili açıklamaları üzerinden bu sayfalarda tartışmaya devam edeceğim.