Boş arama ile 230 sonuç bulundu
- Can Arap: ‘Kilisemiz Mersin halkıyla birlikte Hataylı kardeşleriyle dayanışmaya koştu’
Mersin Rum Ortodoks Kilisesi, 6 Şubat’ta başlayan depremlerde Antakya ve çevresinden gelen depremzedelere ilk günden itibaren ev sahipliği yaptı; önce kilisenin misafirhanesi daha sonra da kilisenin içi yatakhaneye dönüştürüldü. Bunun yanı sıra bölgeye gidecek birçok yardım Mersin’deki kiliseden organize edildi. Mersin Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Can Arap’la depremin Mersin’de nasıl hissedildiğini, kilisenin yaptığı yardım faaliyetlerini konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Can Bey öncelikle hepimizin başı sağolsun. Kilise olarak deprem sonrasında yaptıklarınızı sormadan önce depremi sizin nasıl yaşadığınızı sormak istiyorum. Mersin’de de şiddetli hissedildi mi? Evet, deprem yaşanmadan anlaşılmaz! Eski işim nedeniyle çok seyahat ederdim. Malatya ve Elazığ’da otellerde kalırken birçok depreme şahit oldum. Oteldeki odamdan aşağıya defalarca kaçtığımı hatırlarım. Bu yaşadığımız ise Mersin’de bile farklı ve sarsıcı biçimde hissedildi. Önce yatak sallandı sonra bina sallanmaya başladı, sonra yürüme şansı olmadığı için eşim küçük kızımın üzerine yattı ben de büyük kızımın üzerine kapanıp kapı eşiğine yattık. Buraya kadarmış diyor insan maalesef… Yaşadıklarımı, 10 İlde 7,7 ve 7.6 şiddetinde hisseden ve iki kez yataklarında ya da bulundukları yerde yaşayan insanların öyküsü nedir, bilmek, anlamak zor. Görmeden, yaşamadan anlamak çok zor. Şahsen Mersin Rum Ortodoks Kilisesi’nde deprem bölgesinden Mersin’e gelen depremzedelerle birlikte çok ağladım. Onların yaşadıklarını anlamaya çalıştım ama yaşadıklarını anlatmaya başladıklarında beraber ağlayarak rahatlamalarını sağladım belki… Küçük bir nebze de olsa… Biz, yani Mersin Rum Ortodoks Kilisesinin her gönüllüsü, her ferdi depremzedelere yardım için ruhunu adadı bu süreçte. Depremde yıkıntı/çöküntü olmayan Mersin’de bile ciddi bir panik havası oluştu. Herkes ailesini alıp arabalara ya da açık alanlara akın etti. Normalde 3-4 dakikada gittiğim annemin evine 45-50 dk’da zor gidebildim. Onu alıp evime çocuklarıma dönmeye çalıştım ama trafik izin vermeyince annemle kilisemize geldim. Baktım ki insanlar açık alan diye kiliseye geliyor o zaman etrafımdakileri/cemaati kiliseye davet ettim. Böylelikle sabahın erken saatlerinde çoğumuz Mersin Rum Ortodoks Kilisesi’nde bir araya geldi. Kilise bahçesi depremin ilk anlarında bir toplanma merkezi haline geldi. Bu nasıl oldu? 6 Şubat ve 7 Şubat akşamları kilisemizde minimum 150-200 kişiydik. Bu ortamda arkadaşlarımız, komşularımız çevre binalarda yaşayan insanlar kısacası Hristiyan, Müslüman herkes bir aradaydık. Bütün ahaliye çorba ikramında bulunuldu. Kilisemizin salonu zemin katta bulunduğu ve artçı deprem olma ihtimaline karşı tahliyesinin kolay olacağı düşünüldüğü için herkes salonumuzda vakit geçirmeyi tercih etti. Depremin şiddetinden ötürü insanlarda büyük bir korku ve panik hissi vardı ve psikolojik olarak olayın şokunu atlatmamız günler sürdü… Depremden bir gün önce Antakya, İskenderun ve Mersin Ortodoks Kiliselerinin Vakıf Başkanları ve Peder’leri Beyrut’a, Antakya ve Tüm Doğu Kiliseleri Patriği Kadasetli Patrik X. Yuhanna Yazıcı Hazretlerini ziyarete gitmişlerdi. Dönüş uçakları ise deprem günü, depremden üç saat önceydi… Olay gerçekleştikten sonra depremden en çok etkilenen ve büyük yıkım olan Antakya ve İskenderun’daki vakıf başkanlarına ulaşmaya çalışırken ciddi iletişim sorunları yaşandı. Bu durum Mersin cemaatinde büyük bir tedirginlik yarattı. Hatay’dan kardeşlerimizden bilgi alamıyorduk. Basın diğer illerden bahsediyordu, örneğin iki gün boyunca Adana’da yıkılan 20 bina çokça konuşulurken Hatay’dan neredeyse hiç bahsedilmiyordu. Bu tespit Adana’da yaşanan kayıplarımızın acısını hafifletmek için değil. Her kayıp büyük, telafisi mümkün değil… Mersin Rum Ortodoks Kilisesi olarak ne gibi yardımlar yaptınız? Bu yardımlardan sadece Hristiyanlar mı yararlandı? Ulaşabildiğimiz bölgelerden ve haberlerden duyduğumuz bilgiler doğrultusunda, büyük tahribat yaşayan bölgelerin imdat çığlıklarına karşılık vermemiz, destek olmamız gerektiğini düşünüp cemaatin Kadınlar Kolu ve Gençlik Komitesi dahil olmak üzere harekete geçtik. Bir anda Mersin Rum Ortodoks Kilisesi cemaati genç, çocuk, yetişkin, yaşlı demeden bir ordu gibi harekete geçti ve Hatay’a kardeşlerine koştu. Doğrusu biz Vakıf olarak daha çağrı yapmadan kilisemiz mensuplarından kendi yarınları yokmuşçasına erzak ve maddi–manevi yardım aktı. Ayrıca komşularımız, Mersin halkı, “bunlar bizden değil” demeden birlikte yaşamanın en güzel örnekleri olan kadim ve güzel Antakya için, İskenderun, Samandağ, Altınözü, Tokaçlı, Vakıflı köyü için dayanışmaya koştu. Güzelim Mersin dayanışmanın en güzel örneğini vererek belediyesi, sivil toplum kuruluşları ve diğer kurumları ile yanımızda durdu. Gün bu gündür. Dayanışma zamanı idi ve biz de Mersin’de bunu elbirliğiyle başardık. Kimi talan/yağma olaylarına ilişkin duyumlara rağmen risk alıp şahsi arabalarımızla 3-4 saatte sürmesi gereken yolu 15-16 saatte gittik. Cemaatimizden gelen bağışları arabalarımıza doldurarak, yardım birimlerine ulaştırdık. Önceliğimiz su-ekmek gibi temel gıdalardı. İlk 2-3 günümüz bu şekilde geçti. Daha sonra OHAL ilan edilince, devlet izni olmadan bölgeye araç geçiremeyeceğimiz için, araç çıkışlarının onayını Yönetim Kurulu Başkanı olarak ben ve Yönetim Kurulu Başkan vekili İsa Şengül’le birlikte valilikten izin almak için başvurduk. Valilik yetkililerimiz çok samimi ve bizi el üstünde tutacak şekilde karşılayıp yardım için gerekli izinleri verdi. Süreç hem kendi şahsi arabalarımız, hem kiraladığımız kamyonet ve minibüslerle devam etti. Ufak kamyonetleri ve minibüsleri tercih etmemizin sebebiyse, yolda giden yardım tırlarının arasından daha kolay ve seri geçiyor olmalarıydı. Tırlar yolları kapatıyordu, uzun tır kuyrukları vardı. Bu arada bağışlar ikinci el temiz giysiler, her türlü gıda ve temizlik maddesi olarak devam ediyordu ancak yetmiyordu. Bir anda yurtdışından dostlarımızdan, sivil toplum kuruluşlarından yardımlar gelmeye başladı. O süreçte Mersin halkından, cemaatten ve yurtdışından gelen bağışlar yardım bölgelerine bağış yapma şeklimizi de değiştirdi. Banka resmi hesaplarımıza gelen yurtiçi ve yurtdışı yardımlar, sınırlı olan yardım gücümüzü göreceli olarak önemli bir noktaya taşıdı. Maddi güce sınırlı da olsa kavuşunca yardım çeşidimiz arttı: Özellikle 3. günden sonra sadece ekmek ve su değil, kuru gıda ve konserve gıdalar göndermeye başladık. Mazot, benzin, ilaç, sağlık malzemesi, piknik tüpleri, ısıtıcılar ve hatta morglarında kullanmaları için seyyar jenaratörler göndermeye başladık. 20 adet çadır gönderdik. Gönderim, Hatay’daki Ortodoks ve Katolik Kiliselerimizin olduğu bölgelere sağlanıyordu. Bölgedeki tüm kiliselerimiz yıkılmış, sadece müze olan ilk Kilisemiz Saint Pierre herhangi bir hasara uğramamıştı. Gönderimlerin yapıldığı esnada, imdat çığlıklarının rengi değişmeye başlamıştı. Orada yaşayan insanlar panik halinde bulundukları bölgeden kurtarılmaları konusunda yardım istiyorlardı. Patrikhaneye bağlı Peder Pavlus deprem’in ikinci günü itibari ile patrikhane tarafından bölgede görevlendirildi. Ailesi enkaz altında olmasına rağmen bir yandan göçük altındakileri çıkarmaya çabalarken diğer yandan oluşan vefatlar nedeniyle cenazelerimize Hristiyan ritüellerine göre son görevlerimizi yerine getirmemizi sağlayan dualarını onlardan esirgemedi. Bu arada Mersin’den ona powerbanklar göndermiştik, iletişim maalesef yoktu. Bu sayede onunla yardımı koordine etmeye başladık. Valilik onayıyla gönderilen araçlar erzak götürürken artık bizi kurtarın çığlıkları nedeniyle dönüşlerinde oradaki insanları bölgemize transfer etmeye başladık. Antakya ve Samandağ çoğunluk olmak üzere Hatay’da her yere yardım götürdük ve Antakya ile Samandağ’dan sonra İskender’un Altınözü, Sarılar ve Tokaçlı’dan insanlarımızı Mersin’e kardeşlerinin yanına transfere başladık. Önceleri buna kurtarma operasyonu diyorduk. Evet gerçek buydu ama daha sonra bu cümleyi transfer etmek diye düzelttik. Öncelikle kilisemizin toplantı salonunu yatakhaneye çevirdik. Ancak bir süre sonra alan yetersiz kaldı. Üs haline gelmiştik. İnsanları tedavi için hastaneye gönderiyor, banyo için spa’ya gönderiyorduk. Kendilerine yeni aldığımız kıyafet, iç çamaşırı, eşofman ve banyo seti gibi kişisel ihtiyaçlarını temin ediyorduk. Bunların yanı sıra, yardımsever arkadaşlarımız ve cemaatimizden gelen ikinci el kıyafetleri ayıklayarak, temiz ve güzel olanları cinsiyet ve beden ayrımlarına göre tasnif ediyorduk. İhtiyaçları olan malzemeleri aralarından kolayca seçerek alımlarına sunduk. Süreç belli ki her bir kişi için iki-üç gün sürecekti. Vakıf Yönetim Kurulunun teklifi ve pederimizin onayıyla ibadethaneyi de ilave yatak yorgan battaniye temin ederek yatakhaneye çevirdik. Toplamda 50-100 kişi beklerken kurduğumuz kayıt masasından 750-800 kişi gibi bir rakam kayıt yaptırdı. Böylelikle kilisemizin hem yatakhane hem de stok alanı görevi gördü. Kilisemizi kapatıp yatakhaneye çevirmiş olmamız haber niteliği taşıdığı için Türkiye ve dünya basında ‘’Mersin Rum Ortodoks Kilisesi kapılarını depremzedelere açtı’’ şeklinde yer almaya başladık. Sadece deprem mağduru Hristiyan kardeşlerimize değil, aynı vatan toprağını paylaştığımız insanlarımıza da (Hz. Ali’nin büyük sözü ile ‘’İslam’da isen Din Kardeşim, değilsen Allah nezdinde kardeşimsin’’e de) yardım amacı taşıyorduk. Ayrım gözetmeksizin Hristiyan, Müslüman, Katolik, Alevi farklı dine ve mezhebe mensup insanlarımız aynı yerde uyuyup, beraberce yemekler yediler. Onların kişisel haklarını zedelememek için fotoğraflamadık. İsimleri kalbimiz ve hafızamızda kalacak. Basında çıkan haberlere paralel olarak telefonla çok sayıda yardım isteği almaya devam ettik. Hatta Vakıf başkanımızın kişisel telefonu “yardımı organize eden kişi. Arayın çözüm bulun” biçiminde sosyal medyada ülke çapında yayınlanınca onun telefonlarına Yönetim Kurulu’nun diğer üyeleri bakmaya başladı, gücümüzün sınırlı olduğunu anlatmak çok zor oldu. Bu süreçte desteğe gelen kurumlar ve insanlar oldu mu? Kilisemiz olarak, Mersin Sistem Tıp Hastanesinden onay ve destek alarak, depremzedelerimizin ücretsiz sağlık kontrolünden geçmelerini sağladık. Aynı zamanda kilisemizin karşısında bulunan spa merkezi kilisemizde konaklayan depremzedelere ücretsiz imkan sunarak, banyo yapmalarını sağladı. Müteşekkiriz. Bu arada, sponsorlar bularak kilisemizde konaklayan bir kısım insanı otellere, birçoğunu okullara yerleştirdik. Birçok kahraman var: hangi birini yazalım: Gençlik kolları, Kadınlar kolları, kilisenin yanındaki küçük market sahibi, yan binalardaki komşularımız… N.F. Bey, Almanya’dan uçağa atlayıp gelen Vedi Okur Bey, Yine Almanya’dan gelen Razık Kocamahlul Bey… Almanya’dan arayan Mihail Kocamahlul Bey, Almanya’dan arayan Jason Öztoprak Bey, Almanya’dan arayan ve Vakıf Başkanı olarak beni 40 kişi ile ekranda buluşturup yardım organize etmeye çalışan Fuat Demir Bey, vakıf ve sosyal sorumluluk projelerine gönül vermiş değerli insan Laki Vingas Bey, İsveç’ten A DEMAND FOR ACTION (ADFA) ve daha sıralayamayacağım ismi bizde saklı bir çok kahraman ve yardımsever insan var. Bunlar insanlık tarihinde yerini aldılar. Aynı zamanda ilk andan itibaren bizlere hemen desteğe gelen Episkopos Seyidna Costa ve Episkopos Seyidna Arsaniyos Hazretlerini ve beraberindeki Valid Dağer ,Ghassan Karam’ı özel olarak anmak isteriz. Tabiî ki en büyük desteğimiz Antakya ve Tüm Doğu Kiliseleri Patriği Kadasetli Patrik X.Yuhanna Yazıcı Hazretleri. Desteği ve bereketi üzerimizde oldu. Şu anda Mersin Ortodoks Kilisesi’nin yardımları kaç depremzedeye ulaşıyor? Sizce bu ihtiyaç ne kadar süre devam edecek? Bizde kaydı olan kişi sayısı şimdilik 750’i ama biz bu sayının 1000’e ulaşacağını tahmin ediyoruz. Halen ulaşamadığımız ilçelerde mağdur olduğunu duyduğumuz insanlar var. Süreç daha bitmedi. Henüz krizin ilk aşamasındayız. Muhtemelen önümüzde birkaç yıl var. İsa Mesih yolumuzu aydınlatsın, cemaatimiz, toplumumuz ve devletimiz güçlü olsun, idarecilerimiz sürece hakim olsun. Zamanla bu sorun hafifleyecektir. Bu an gelinceye kadar depremzedelerden desteğinizi esirgemeyin.
- Can Arap: ‘Unsere Kirche und die Bevölkerung von Mersin eilten zur Solidarität mit unseren Ges
Die Griechisch-Orthodoxe Kirche von Mersin hat seit dem 6. Februar, als die Erdbeben begannen, den Opfern, die aus Antakya und Umgebung kamen, Unterkunft angeboten. Zuerst wurden die Gästehäuser der Kirche genutzt, später wurde das Innere der Kirche zu einem Schlafsaal umgebaut. Darüber hinaus wurde von der Kirche in Mersin mehrere Hilfeleistungen für die Region organisiert. Wir haben mit dem Vorsitzenden der Mersin Griechisch-Orthodoxen Kirchengemeinde, Can Arap, darüber gesprochen, wie das Erdbeben in Mersin gespürt wurde und welche Hilfsaktivitäten von der Kirche durchgeführt wurden. Interview: Ferit Yuhanna Tekbaş Herr Arap, zunächst einmal möchte ich mein Beileid ausdrücken. Bevor ich frage, was Sie nach dem Erdbeben getan haben, möchte ich wissen, wie Sie das Erdbeben erlebt haben. Wurde es auch in Mersin stark gespürt? Man kann ein Erdbeben nicht verstehen, ohne es erlebt zu haben!!! Durch meinen früheren Beruf bin ich viel gereist und habe in Hotels in Malatya und Elazığ viele Erdbeben miterlebt. Ich erinnere mich, dass ich oft aus meinem Hotelzimmer geflüchtet bin. Dieses Beben jedoch war anders und selbst in Mersin spürte man es auf eine schockierende Art und Weise. Erst bebte das Bett, dann begann das Gebäude zu wackeln, so stark, dass wir keine Chance hatten zu laufen, darum legten wir uns in die Türschwelle, meine Frau über unsere kleine Tochter und ich über unsere große Tochter gebeugt, um sie zu schützen. Wir dachten alle: „Jetzt ist es vorbei!“. Es ist fast unmöglich zu verstehen was die Menschen in den stark betroffenen Provinzen gesehen und erlebt haben. Es ist sehr schwer zu verstehen, wenn man es nicht gesehen und erlebt hat. Ich persönlich habe in der Griechisch-Orthodoxen Kirche von Mersin viel mit den Erdbebenopfern geweint, die aus dem Erdbebengebiet nach Mersin gekommen sind. Ich konnte sie nicht verstehen, aber vielleicht habe ich ihnen durch das gemeinsame Weinen Erleichterung verschafft… Auch wenn es nur ein kleines bisschen war… Wir, d.h. jeder Freiwillige, jedes Mitglied der Griechisch-Orthodoxen Kirche von Mersin, hat seine Seele eingesetzt, um den Erdbebenopfern in diesem Prozess zu helfen. Sogar in Mersin, das nicht vom Erdbeben verwüstet wurde, herrschte eine große Panik. Alle nahmen ihre Familien mit und strömten in die Autos oder auf freie Flächen. Ich brauchte 45-50 Minuten, um zum Haus meiner Mutter zu gelangen, zu dem ich normalerweise in 3-4 Minuten fahre. Ich wollte sie abholen und zu meinen Kindern zurückkehren, aber als der Verkehr dies nicht zuließ, kam ich mit meiner Mutter zu unserer Kirche. Ich erkannte, dass die Menschen in die Kirche kamen, weil sie ein offener Raum war, also lud ich die Menschen in meiner Umgebung/Gemeinde in die Kirche ein. So kamen in den frühen Morgenstunden die meisten von uns in der griechisch-orthodoxen Kirche von Mersin zusammen. Der Kirchhof wurde in den ersten Momenten des Erdbebens zu einem Sammelpunkt. Wie ist es passiert? Am Abend des 6. und 7. Februars waren mindestens 150-200 von uns in unserer Kirche. In dieser Umgebung waren unsere Freunde, Nachbarn, die Bewohner der umliegenden Gebäude, kurz gesagt, Christen und Muslime, alle zusammen. Für alle wurde eine Suppe serviert. Da sich der Saal unserer Kirche im Erdgeschoss befindet und man davon ausging, dass er im Falle eines Nachbebens leicht zu evakuieren wäre, zogen es alle vor, in unserem Saal zu bleiben. Aufgrund der Stärke des Erdbebens herrschte unter den Menschen ein großes Gefühl der Angst und Panik, und es dauerte Tage, bis wir uns psychologisch von dem Schock des Ereignisses erholt hatten… Am Tag vor dem Erdbeben waren die Vorsitzenden und die Väter der orthodoxen Kirchen von Antakya, Iskenderun und Mersin nach Beirut gereist, um Seine Seligkeit Patriarch Johannes X., den Patriarchen von Antiochien und dem gesamten Osten, zu besuchen. Ihr Rückflug erfolgte am Tag des Erdbebens, drei Stunden vor dem Erdbeben… Nach dem Ereignis gab es ernsthafte Probleme bei dem Versuch, die Leiter der Gemeinden in Antakya und Iskenderun zu erreichen, die am stärksten von dem Erdbeben betroffen waren und große Zerstörungen erlitten. Diese Situation löste in der Gemeinde Mersin große Besorgnis aus. Von unseren Brüdern und Schwestern in Hatay konnten wir keine Informationen erhalten, da die Presse über andere Provinzen berichtete, z. B. wurde zwei Tage lang viel über die 20 eingestürzten Gebäude in Adana gesprochen, während Hatay fast nie erwähnt wurde. Damit soll der Schmerz über unsere Verluste in Adana nicht verharmlost werden. Jeder Verlust ist groß und irreparabel. Welche Arten von Hilfeleistungen hat die Griechisch-Orthodoxe Kirche von Mersin geleistet? Waren es nur Christen die von diesen Hilfen profitiert haben? Aufgrund der Informationen, die wir aus den Regionen, die wir erreichen konnten, und aus den Nachrichten erhielten, dachten wir, dass wir auf die Hilferufe reagieren und die Regionen, die große Zerstörungen erleben, unterstützen sollten, und wir wurden aktiv, einschließlich der Frauengruppe und des Jugendausschusses der Gemeinde. Die griechisch-orthodoxe Gemeinde von Mersin mobilisierte sich sofort und eilte zu ihren Brüdern und Schwestern in Hatay, egal ob es sich um Kinder, Jugendliche, Erwachsene oder ältere Menschen handelte. Noch bevor wir als Gemeinde dazu aufgerufen hatten, strömten die Mitglieder unserer Kirche mit Hilfsgütern, materieller und moralischer Hilfe herbei, als gäbe es kein Morgen. Auch unsere Nachbarn und das Volk in Mersin hat solidarität mit Antakya, İskenderun, Samandağ, Altınözü, Tokaçlı und Vakıflı bekundet und uns unterstützt, egal welcher Glaubensrichtung sie entstammten. Das schöne Mersin war das beste Beispiel für Solidarität und stand uns mit seiner Stadtverwaltung, seinen zivilen Organisationen und anderen Einrichtungen zur Seite. Es war Zeit für Solidarität, und das haben wir in Mersin erreicht. Trotz der Gerüchte über Plünderungen gingen wir das Risiko ein und fuhren 15-16 Stunden mit unseren Privatwagen, eine Strecke die eigentlich 3-4 Stunden dauert. Wir füllten die Spenden aus unserer Gemeinde in unsere Autos und lieferten sie an die Hilfsbedürftigen. Unsere Priorität waren Grundnahrungsmittel wie Wasser und Brot. Die ersten 2-3 Tage vergingen auf diese Weise. Später, als der Notstand ausgerufen wurde, beantragten wir mit mir als Vorstandsvorsitzendem und İsa Şengül, dem stellvertretenden Vorstandsvorsitzenden, beim Gouverneursamt die Genehmigung für die Durchfahrt der Fahrzeuge. Die Beamten des Gouverneursamtes empfingen uns sehr herzlich und wohlwollend und erteilten uns die notwendigen Genehmigungen für die Hilfe. Das Verfahren wurde sowohl mit unseren eigenen Fahrzeugen als auch mit den von uns gemieteten Kleinbussen fortgesetzt. Der Grund, warum wir Vans und Minibusse bevorzugten, war, dass sie die Hilfstransporter auf der Straße leichter und schneller passieren konnten. Die Lastwagen blockierten die Straßen, es bildeten sich lange LKW-Schlangen. In der Zwischenzeit gingen die Spenden in Form von gebrauchter, sauberer Kleidung, allen Arten von Lebensmitteln und Reinigungsmitteln weiter, aber das reichte nicht aus. Plötzlich kamen Spenden von unseren Freunden und zivilen Organisationen aus dem Ausland. Diese Spenden veränderten die Art und Weise, wie wir in den betroffenen Gebieten helfen konnten. Die Spenden aus dem In- und Ausland, die auf unsere offiziellen Bankkonten eingingen, brachten unsere begrenzte Hilfskraft an einen relativ wichtigen Punkt. Als wir an Finanzkraft gewannen, auch wenn diese begrenzt war, nahm unsere Hilfsvielfalt zu: Vor allem nach dem dritten Tag begannen wir, nicht nur Brot und Wasser, sondern auch Trocken- und Konservennahrung, Diesel, Benzin, Medikamente, medizinische Hilfsgüter, Campingkocher, Heizgeräte und sogar mobile Generatoren für die Leichenhalle zu schicken. Zusätzlich wurden 20 Zelte verschickt. Wir schickten sie in die Gebiete, in denen wir orthodoxe und katholische Kirchen in Hatay haben. Alle unsere Kirchen in der Region waren zerstört worden, und nur unsere älteste Kirche, Saint Pierre, die ein Museum ist, hatte keinen Schaden genommen. Als die Lieferungen eintrafen, änderte sich die Art der Hilferufe. Die Menschen, die dort lebten, waren in Panik und baten um Hilfe, um aus dem Gebiet gerettet zu werden. Vater Pavlos wurde am zweiten Tag des Erdbebens vom Patriarchat in die Region entsandt. Obwohl seine Familie noch unter Trümmern lag, half er den Menschen, Angehörige aus den Trümmern zu bergen und bestattete die verstorbenen nach christlichem Ritus, um ihnen die letzte Ehre zu erweisen. Um mit ihm in Kontakt bleiben zu können haben wir ihm mehrere „Powerbänke“ mitgegeben, da es in dem betroffenen Gebiet immer noch keinen Strom gab. Während die, mit Genehmigung des Gouvernements, entsandten Fahrzeuge die Hilfsgüter lieferten, begannen wir, die Menschen in unsere Region, in Sicherheit zu bringen. Wir leisteten überall in Hatay Hilfe, nach Antakya und Samandağ begannen wir, Menschen aus Iskenderun, Altinozu, Sarilar und Tokacli nach Mersin zu ihren Brüdern und Schwestern zu verlegen. Zunächst nannten wir es eine Rettungsaktion. Ja, das war die Wahrheit, aber später korrigierten wir diesen Satz in Transfer. Zunächst verwandelten wir den Versammlungssaal unserer Kirche in ein Wohnheim. Doch nach einer Weile reichte der Platz nicht mehr aus. Wir waren zu einem Stützpunkt geworden. Wir schickten die Menschen zur Behandlung ins Krankenhaus, schickten sie zum Baden in die Therme. Wir versorgten sie mit ihren persönlichen Bedürfnissen wie Kleidung, Unterwäsche, Trainingsanzügen und Badesachen, die wir gerade für sie gekauft hatten. Außerdem sortierten wir gebrauchte Kleidung von unseren wohlwollenden Freunden und Gemeindemitgliedern aus und sortierten die sauberen und schönen Kleidungsstücke nach Geschlecht und Größe. Daraus wählten wir einfach die Materialien aus, die sie brauchten, und boten sie ihnen an. Dieser Prozess dauerte natürlich zwei oder drei Tage für jede Person. Auf Vorschlag des Gemeindevorstands und mit der Zustimmung unseres Priesters verwandelten wir das Gotteshaus in einen Schlafsaal, indem wir zusätzliche Betten, Kissen und Decken bereitstellten. Während wir insgesamt mit 50-100 Personen gerechnet hatten, meldeten sich an dem von uns eingerichteten Anmeldeschalter 750-800 Personen an…. So diente unsere Kirche sowohl als Schlafsaal als auch als Lagerraum. Da die Tatsache, dass wir unsere Kirche geschlossen und in ein Wohnheim umgewandelt hatten, für Schlagzeilen sorgte, wurden wir in der türkischen und internationalen Presse als “Die griechisch-orthodoxe Kirche von Mersin öffnete ihre Türen für die Erdbebenopfer” bezeichnet, und zwar nicht nur für unsere christlichen Brüder und Schwestern, die Opfer des Erdbebens waren, sondern auch für unser Volk, mit dem wir dieselbe Heimat teilen Wir wollten unseren Brüdern und Schwestern im Angesicht Gottes, nicht im Angesicht der Religion helfen. Ohne Diskriminierung schliefen und aßen Christen, Muslime, Katholiken, Aleviten, Menschen verschiedener Religionen gemeinsam an einem Ort. Wir haben sie nicht fotografiert, um ihre Persönlichkeitsrechte nicht zu verletzen. Ihre Namen werden in unseren Herzen und Erinnerungen bleiben. Parallel zu den Nachrichten in der Presse erhielten wir weiterhin viele telefonische Hilfsanfragen. Sogar die persönliche Telefonnummer des Vorstandvorsitzenden der Gemeinde wurde als “derjenige, der die Hilfe organisiert hat” verwendet. Rufen Sie ihn an und finden Sie eine Lösung” wurde landesweit in den sozialen Medien veröffentlicht, andere Mitglieder des Vorstands begannen, seine Anrufe zu beantworten, und es war sehr schwierig zu erklären, dass unsere Mittel begrenzt waren…. Gab es während dieses Prozesses Unterstützung von anderen Institutionen und Personen? Als Kirche haben wir mit der Genehmigung und Unterstützung des Mersin System Medical Hospital kostenlose medizinische Untersuchungen für die Erdbebenopfer durchgeführt. Gleichzeitig hat das Spa Centre, das sich gegenüber unserer Kirche befindet, den Erdbebenopfern, die in unserer Kirche untergebracht sind, kostenlose Bademöglichkeiten zur Verfügung gestellt. Dafür sind wir sehr dankbar. In der Zwischenzeit haben wir durch die Suche nach Sponsoren einige der Menschen, die in unserer Kirche untergebracht sind, in Hotels und viele in Schulen untergebracht. Es gibt viele Helden: über welche soll ich schreiben? Jugendgruppen, Frauengruppen, der Besitzer des kleinen Marktes neben der Kirche, unsere Nachbarn im Nachbarhaus….Herr N.F., Herr Vedi Okur, der mit dem Flugzeug aus Deutschland kam, Herr Razik Kocamahul, der auch aus Deutschland kam…Herr Mihail Kocamahul und Herr Jason Öztoprak die aus Deutschland anriefen, Herr Fuat Demir, der aus Deutschland anrief und versuchte, Hilfe zu organisieren, indem er mich als Vorsitzenden mit 40 Personen auf dem Bildschirm zusammenbrachte, Herr Laki Vingas, der in vielen sozialen Projekten aktiv ist, A DEMAND FOR ACTION (ADFA) aus Schweden und viele weitere Helden und hilfreiche Menschen, die ich nicht aufzählen kann. Sie haben ihren Platz in der Geschichte der Menschlichkeit eingenommen. Besondere Erwähnung möchten wir auch Seiner Eminenz Metropolit Seyedna Costa und Seiner Eminenz Metropolit Seyedna Arsanyon schenken, die uns vom ersten Moment an zur Seite standen. Unsere größte Unterstützung ist natürlich Seine Heiligkeit Patriarch Johannes X., Patriarch von Antiochien und dem gesamten Osten. Er hat uns unterstützt und gesegnet. Wie viele Erdbebenopfer haben derzeit von den Hilfsmaßnahmen der Griechisch-Orthodoxen Kirche von Mersin profitiert? Wie lange wird, Ihrer Meinung nach, dieser Bedarf anhalten? Die Zahl der bei uns registrierten Personen liegt derzeit bei 750, aber wir schätzen, dass diese Zahl 1000 erreichen wird. Es gibt immer noch Menschen in Bezirken, die wir nicht erreichen konnten und von denen wir hören, dass sie Opfer sind. Der Prozess ist noch nicht abgeschlossen. Wir befinden uns noch in der ersten Phase der Krise. Wir haben wahrscheinlich noch ein paar Jahre vor uns. Möge Jesus Christus unseren Weg erleuchten, möge unsere Gemeinschaft, unsere Gesellschaft und unser Staat stark sein, und mögen unsere Verwalter den Prozess meistern. Mit der Zeit wird sich dieses Problem entspannen. Bis es so weit ist, sollten Sie Ihre Unterstützung für die Erdbebenopfer nicht zurückhalten.
- Geri döneceğiz Antakya!
6 Şubat’ta meydana gelen Antakya, Maraş, Diyarbakır ve Adıyaman’da büyük hasarlar bırakan ve bölgedeki birçok ili etkileyen deprem sonrası birçok Antakyalının dilinde, kalbinde aynı cümle var. “Geri döneceğiz!” Bu noktada Nehna olarak yaşadıklarımızı, hissettiklerimizi anlatmaya nereden başlamalı? Karar vermek zor, ama geri dönebilmek ve Antakya’yı, kültürel mirasını, insanı ve kültürüyle tekrar Antakya yapabilmek için yapılabileceğimiz, atmamız gereken çok adım var daha… Nehna hepinizin de bildiği gibi Antakya ve çevresindeki Ortodoksları, onlara dair kültürel öğeleri ve güncel sorunlarını anlama ve anlatma isteğinin bir sonucu olarak 15 Ekim 2021 yılında yayına girdi. Bu anlama ve anlatma çabası için belirlediğimiz yöntem Antakyalı Ortodokslara ve onların ilişkisellik içinde oldukları toplumlara dair yazılar yayınlamaktı. Bir araya gelen 6 kişi ve zaman içinde genişleyen yazar ağı için Antakyalı olmak önemli bir kimlik meselesiydi ve bu kimliği korumak ve altını çizmek için kendi bildiğimiz yöntemlerle hep beraber yola koyulduk. Kısa süre içerisinde sadece kendi toplumlarımızdan değil, belki kendi toplumlarımızdan daha çok geniş toplumdan oldukça büyük bir ilgi gördük. Bu ilgi sosyal medya hesaplarımız üzerinden ya da farklı şekillerde aldığımız geri dönüşlerle bize sıkça aktarıldı, aktarıldıkça daha çok motive olduk. Gönüllülük ilkesi çerçevesinde kısıtlı emek gücümüze rağmen bir yol alabilmiştik sanıyorum. Ama depremle birlikte başka bir rol üstlenir halde bulduk kendimizi. Deprem gecesi 6 Şubat sabaha karşı İskenderun’da yaşayan kurucu üyelerimizden Mişel Uyar’ın 04:49’da whatsapp’tan attığı mesajla uyandık. “Arkadaşlar çok büyük deprem oldu, biz iyiyiz ama durum iyi değil” diyordu mesajda. Depremle birlikle önce hepimiz yıkıldık, sevdiklerimizin telaşına düştük. Bazılarına ulaşamadık, sonraki süreçte yakınlarımızı yitirdiğimiz haberleri de geldi maalesef. Sabahında ekibimizden iki kişi ailelerinin yanlarına İskenderun ve Samandağ’a doğru yola düşmüşlerdi bile. Onlardan duyduklarımızı, durumun vahametini yüzümüze çarptı. Arkadaşlarımızın ilk ulaştığı İskenderun’da henüz kimsecikler yoktu. Uzun süre de enkaza müdahale edilemediği bilgisini aldık. Ne yapılabilir, insanlara nasıl yardım edilebilir diye düşünürken önümüzde bir yol haritası beliriverdi. Kilise bahçelerine aşevi kurulmasına vesile olduk O gün öğleden sonra Dünya Gıda Programı’ndan arkadaşım Yalçın İnam’ın çağrısıyla internet üzerinden bir toplantıya katıldım ve kendimi sonradan Acil Gıda Kolektifi ismi verilen akademisyen, özel sektör profesyonelleri, şeflerden oluşan gönüllülerin Afad, Kızılay ve yerel yönetimlerle işbirliği içerisinde yürüttükleri kolektif grubun içerisinde buldum. Bir akademisyen olarak ben de ne yapabileceğimi kestiremiyordum o sırada ama mevzu bahis Antakya’ydı ve bir şeyler yapmalıydım. Kendimi içerisinde bulduğum bu ekiple ilk toplantımızda da altı çizilen noktalardan biri de depremin boyutları gözler önüne serildikçe bir gıda kriziyle karşı karşıya olduğumuzdu. O sebeple bölgede aşevleri kurmak gerekiyordu. İlk hedef İskenderun olmak üzere o gece yola çıktı grup. Grup yola çıkmadan önce Mişel Uyar İskenderun’dan arayıp Mar Circos Kilisesi’nin durumunun iyi olduğunu burada bir mutfak kurmak istediklerini ama ne ekipmanları ne de böyle bir adım atacak insan güçleri olduğunu söyleyince o biraz önce bahsettiğim yol haritası şekilleniverdi önümüzde. Şef dayanışmasından arkadaşlar İskenderun’da başka istasyonlar düşünse de gittiklerinde Mişel’in yönlendirmesi ve kilisedeki diğer gençlerimizin de desteğiyle kilisenin bahçesine kurdular aşevini ve bu sayede depremden 18 saat sonrasında burada sıcak yemek çıkmaya başladı. İki gün kadar önce kilisede oluşmuş olan hasar tehlikeli hale gelince aşevi başka bir noktaya taşınmak durumunda kaldı ama yine de başlangıç olarak hızla kurulabilmesi tüm ekibe motivasyon oldu diye düşünüyorum. İskenderun Mar Circos Kilisesi bahçesinde kurulan aşevi Sonra Ketrin Köprü Samandağ’a geçti. Orada durum daha da içler acısıydı. Her şeyin üzerine bir de telefon birkaç nokta dışında çekmediği için iletişim imkanımız da yok denecek kadar azdı. “Burası çok kötü Anna” dediğini hatırlıyorum Ketrin’in. Ketrinlerin evleri yıkılmıştı. Ama oraya gider gitmez Samandağ Dayanışma Ağı’ndan arkadaşlarıyla Jan ve Suphi Beyluni Lisesi ve Samandağ Rum Ortodoks kilisesi arasında yardımlaşma için mekikler dokuyordu. Bir akşam telefonun çektiği bir noktada konuştuğumuzda “herkese yardıma koşuyorum ama artık burada bir evimiz yok Anna” deyince içime o günlerdir çöken acı canımı bir kere daha acıtıyordu. Ketrin’in Samandağ’da olduğunu bildiğimden Acil Gıda Kolektif’inden arkadaşlara Samandağ’ın oldukça kötü durumda olduğu ve oraya da acilen bir mutfak kurulmasına ihtiyaç olduğu çağrımı ısrarla yeniliyordum ancak kolektif ekip öncelikle varolan mutfakları güçlendirmek istiyordu, ayrıca Samandağ’a gitmek isteyen pek de şef yoktu. Ben kolektif ekibin ana beyinlerinden biri olan Yalçın İnam’ı oraya gidecek hazır pişmiş gıdaya ikna etmiş ve buna dair görüşmeleri yaparken, Şef Serra Beklen gruba “ben Samandağ’a gidiyorum” diye yazıverince tüm tablo değişti. Tüm zorluklar içerisinde Ketrin ve Serra Şefi bir araya getirdik, birçok zorluğu aşarak (kiliseye giden yolları enkazlar kaplamış durumdaydı) ve sonunda orada da mutfak kurulabileceği müjdesini aldık. Karataş'tan yola çıkıp Çevlik'e ulaştırılan gıdalar Ancak ekipman ve gıda sorunu vardı. Bulunduğumuz gıda kolektifi tüm çabalarına rağmen ulaştırabilecek mi soru işaretleri sürüyordu. Serra Şef’ten, ‘en azından yiyecek gelirse yemek pişirmeye başlayabiliriz’ mesajı gelmesi üzerine Nehna sosyal medya hesaplarından bir ihtiyaç listesi duyurduk. Ve bu çağrımıza yurtdışında bir grup akademisyenin Adana’daki bağlantılarıyla ortak bir çağrı üzerine topladığı paralarla bölgeye Karataş’tan Çevlik’e gelecek bir gemiyle ilaç desteği getireceği ve bu gemiye istediklerimizi de yükleyeceği bilgisini aldık. Tek yapmamız gereken Çevlik’ten gelen yiyecekleri aldırabilmekti. Yapılan planlar tutmadığı ve Ketrin’e telefonla ulaşamadığımız için son saatlere kadar bu getirilecek gıdaları alabileceğimizi kesinleştiremediğimizden ekipçe yaşadığımız stres neyse ki mutlu sonla bitti. Ketrin önce araç sonra mazot bulduktan sonra arkadaşlarıyla limana inebildi. O akşam olmasa da ekipman desteğinin de gelmesiyle ertesi gün çorba kilisede kaynamaya başlamıştı. Bu bütün acı tablonun içerisinde içimize bu dünyada iyi insanlar da olduğuna dair umut veren bir anı olarak hep kalacak benim aklımda. Samandağ Aziz İlyas Kilisesi'nde kurulan aşevinde çıkan ilk çorba Nehna üzerinden yürüyen bir dayanışma Tabii bu süreçte sosyal medya hesaplarımıza yardım çağrıları yağmaya devam ediyordu. Kişisel networklerimizle tanıdığımız bazı insanlardan da destek alarak bir kısmına aracı olabildik sanıyorum. Bir arama kurtarma ekibinin parçası olan iki arkadaşım bana ulaştılar, gelen çağrıları böylece doğru yerlere kanalize edebildik. Enkazda gönüllü çalışan akademik dünyadan tanıdığım bir dost da bana bu süreçte ulaştı. Bazı dostlar da belediyelerden direkt ulaşabileceğimiz kontaklarla bizi buluşturdular. İlaç sıkıntısı çektiğimiz anda bize verilen telefon numaraları sayesinde Samandağ’a ihtiyaç olan ilaçları yetiştirebildik; bize ulaştırılan bizim kendi Hristiyan cemaatimizden yolunu kaybetmiş insanları kiliselerle buluşturabildik. Bunlar aklımda kalanlar… Sahada Mişel Uyar ve Ketrin Köprü, uzakta da hem ana ekipten arkadaşlar, hem de yazar çevremiz sürekli iletişim halinde, sanıyorum günde en fazla 2-3 saat uyuyarak bilgisayar ve telefon başında bir 10 gün geçirdik. Bazılarımız uzakta olsa da sahadan sürekli bilgi aldığımız için kendimizi orada gibi hissettik her an. Uyuyakaldığımız için suçlu hissettik. Enkaz altında olan ya da kaybettiklerimizin acısı bir yanda öncelikle Nehna ekibiyle ve bize destek olan herkesle dayanışma içerisinde geçen bir süreçti. Yetemediğimizin farkındaydık ama, küçücük de olsa faydamız dokunabilir düşüncesiyle hareket ettik. Enkaz altında bıraktığımız akrabalarımızın, arkadaşlarımızın ve yakınlarımızın yanında Antakya için de üzüntümüz büyüktü. Yok olan binalarla büyük bir tarih ve insanlarıyla beraber de büyük bir kültürdü sonuçta. Biz de Nehna olarak bu kültürü bu tarihi tanıma ve tanıtmak için yola çıkmıştık ne de olsa. Hepimizin teker teker kurduğu Antakyalı Ortodoks ya da Antakyalı kimliği yok olma düzeyinde zedelenmişti. Peki şimdi ne yapmalı? Peki ne yapmalıydı? Depremin ilk günlerinde Patrik Hazretlerinin düzenlediği dua sonrası bir toplantıya davet edildik. Orada İstanbul’da yaşayan Antakyalı Ortodokslardan bazılarıyla bir araya geldik. O toplantı sırasında ekibimizden Can Terbiyeli’nin de ifade ettiği gibi kısa, orta ve uzun vadede planlara ihtiyacımız var. Mesela Mersin Ortodoks Kilisesi yönetimi, gençleri ve pederi Abuna İspir Teymur ilk etapta bölgedeki Hristiyanlar için kısa süreli barınma ve acil ihtiyaçlarına dair çok emek verdi. Ama unutmamamız gereken şey şu ki kiliselerin de kapasitesi sınırlı. Önce acil ihtiyaçlar ama orta vadede konteyner kentler (Mişel Uyar ve İskenderun Rum Ortodoks Cemaati yönetimi ve gençleri kilise bahçesine konteyner kent yapmaya başladılar bile) ya da depremzedelere barınma ve iş imkanlarını yaratabilmek ve uzun vadede de Antakya’ya dönebilmeleri için güvenli koşulları sağlayabilmek gerekiyor. Tüm bunları yaparken Antakya dokusunu olabildiğince geri getirmeye çalışarak… Yeri gelmişken zikredeyim, Almanya Stuttgart’taki St. Johannes Rum Ortodoks Kilisesi aralarında Nehna’nın da bulunduğu birçok paydaşla beraber Antakya ve civarı ile Suriye’deki depremzedeler bir yardım kampanyası düzenledi. Bu yardım kampanyasına destek verenler arasında Samandağ kökenli Mitri Şirin’de vardı. Yardım kampanyasında toplanan paralar bölgenin tekrar yapılandırılması sürecinde kullanılacak. Tabii unutmamız gereken bir nokta da depremzedelerin yaşadığı korku ve psikolojilerinin ciddi oranda zarar görmüş olması, özellikle de çocukların. Oraya yardım için giden arkadaşlarımızın bile çok ciddi psikolojik yardıma ihtiyacı var. Dolayısıyla burada bu insanların duygusal olarak kendilerini yeniden inşa etme sürecine de katkı sunmamız gerekiyor. Depremzedelere her türlü yardıma ulaşmaları konusunda danışmanlık yapmak gerekiyor. Çünkü barınma ihtiyaçları karşılandıktan sonra daha birçok konuda desteğe ihtiyaçları olacak. Son olarak bu süreç bize resmi kurumlarımızın (buna kiliselerimiz de dahil) sivil toplum kuruluşlarıyla koordineli çalıştıkları takdirde daha hızlı hareket edebildiklerini gösterdi. Ayrıca depremin yarattığı tahribat o kadar büyük ki sivil toplumun desteği ve yarattığı akıl olmadan yeniden inşanın zor olacağını, olsa bile Antakya’yı Antakya yapan insanları yedinden oraya döndürmede yetersiz kalacağı görüşündeyim. Dolayısıyla Nehna olarak da kendi rolümüzü gözden geçirme ihtiyacı hissettik. Tabii ki yazı yazmaya devam edeceğiz. Bu yazıdan sonra yazar arkadaşlarımız bu süreçte yaşadıklarını, hissettiklerini yazacak, röportajlar yapacağız ve bunları sayfalarımıza aktaracağız. Antakya’nın hafızasını korumaya devam edeceğiz. Ancak bölgede yaşamın yeniden inşası sürecinde aklımızla ve tüm gücümüzle daha fazla bulunabilmek adına dernek olma fikri ortaya çıktı. Bu süreç tamamlanır mı bilmemekle beraber, Antakya’nın yeniden inşası sürecinde elimizi taşın altına koymaya hazırız. Bu süreçte yanımızda olan tüm dostlara teşekkürlerimizle… Dün ben bu yazının taslak metnini hazırladığım sıralarda Samandağ ve Defne merkezli depremler gerçekleşmeye başladı ve bu durum bir kez daha hatırlattı ki önümüzde çok uzun bir süreç, atılması gereken birçok adım var. Nehna olarak da bu sürece katkı sunmak için elimizden geleni yapacağız. Ancak tüm bunlar bize destek olacak, yanımızda olacak insanlarla mümkün olabilecek. Liste uzun olacak ama üşenmeyeceğim: Öncelikle Nehna ekibimizden sahada canla başla yardım için çırpınan Mişel Uyar ve Ketrin Köprü’ye, Cem Terbiyeli’ye, Acil Gıda Kolektifi’nden başta Yalçın İnam, Betül Bildik, Yasmina Lokmanoğlu, Kübra Yüzüncüyıl, Nilhan Aras, Serra Beklen, Yaren Çapar olmak üzere tüm ekibe, Mersin Deniz Ticaret Odası’ndan Ezgi Biçer‘e, İskenderun Kilisesi’nden Corc Gulenay, Misel Gulenay, Janet Gulenay, Rita Gülenay, Simon Gözen, Jozef Gözen, Bünyamin Aytar, Dönis Aytar, Can Aytar, İlker Aytar, Rana Aytar, Abdullah Aytar, Katya Aytar, Can Ayrancıoğlu, Yusuf Ayrancıoğlu, Razık Boğusoğlu, Mişel Boğusoğlu, Cansu Tekvire, Mişel Tekvire, Abdullah Tuğrak, Milen Tuğrak, İlyas Emektaş, Abdullah Emektaş, Abdullah Kara başta olmak üzere tüm gençlerimize ve kilise yönetiminden Can Teymur, Ferit Baytar, Erol Karaçay, Bünyamin Aytar’a, Samandağ Dayanışma Ağı’ndan Salih Altungök’e, Samandağ Ortodoks cemaatimizden İlyas Uyar, Zekiye Uyar, Semir Uyar, İbrahim Küçükçay ve Mişel Atik’e, Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi vakfı yönetiminden Cem Akgül, Can Uyar başta olmak üzere tüm yönetime ve oradaki sürece destek olan tüm gençlerimize, Maraş’ta yitirdiği canların acısını yaşayamadan bize yardıma koşan Demet Ella’ya ve onun yönlendirmesiyle bizlere destek olan Özge Özpirinççi’ye, İstanbul Rum Cemaati’nden Laki Vingas, Mikail Hannutoğlu ve Dimitri Mayoğlu’na, ilk günden bizi arayıp desteklerini sunan dostlarımız olan başta Meltem Oral olmak üzere tüm istos ekibine, Tania Taşçıoğlu Baykal, Murad Yurttaş, Nilgün Koparan’a, Merve Kara ve Mehmet Çağlayan’a, haksız yere hapiste tutulmasına rağmen bizlere her zaman desteğini ileten Çiğdem Mater’e, sesimizi duyurmamıza vesile olan Yetvart Danzinkyan ve Menekşe Tokyay’a ve yurtdışından bize destek olan Mehmet Uğur, Sema Uğur, Ali İstanbullu’ya, yardım ricalarımızı kırmayan Ahmet Saymadi, Hasan Turunç ve Hasan Sivri’ye, Evrim Binbaş, Mehmetcan Akpınar ve bize yolladıkları yardımları organize eden ve ulaştıran Ersin Akpınar’a, Tolga Mert Can’a, İBB Hatay Koordinasyon’dan Ozan Şakrak’a, Anadolu Kültür ekibi ve Yasemin Bektaş’a, Berken Döner’e, Stuttgart’ta başlatılan yardım kampanyasına verdiği destek için Mitri Şirin’e, başta Arie Akkermans ve Barış Yapar olmak üzere tüm Nehna destekçilerine, yazarlar grubumuzda tüm varlıklarıyla bizimle olan Ümit Yıldız, Özgür Kaymak, Şule Can, Rafael Coelho, Can Şakırgil, Abdulla Sert, Bora Selim Gül, Işıl Türkmen, Esen Ergin, Liza Cemel’e, bu süreçte benim gibi uzaktan çare olmaya çalışan Almanya’daki kurucu üyemiz Ferit Tekbaş ve İstanbul’dan Can Terbiyeli ve Emre Can Dağlıoğlu’na ve tabii bu süreçteki yoğun çalışmamızda bize destek olan eşlerimize, ailemize ve ismini istemeden de olsa unutmuş olabileceğim tüm güzel insanlara teşekkürle… Hepimizin çabalarıyla Antakya’ya geri döneceğiz!
- Mübadele’nin istenmeyenleri: Mersin’deki “Arap Ortodokslar”•
Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde resmiyet kazanan zorunlu nüfus değişimini kontrol etmek için kurulan alt birimlerden biri olan Mersin Tali Komisyonu’nun Şubat 1924 tarihli raporunda sözünü ettiği “şehirde toplanan belirli sayıda Arapdilli Rum Ortodoks”un, Milletler Cemiyeti adına Mübadele’nin idaresini üstlenen Muhtelit (Karma) Komisyon’un gündemini neredeyse 4 yıl işgal edeceğini o sırada kimse bilemezdi. I. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmış ülkelerden üç üye ile Türkiye ve Yunanistan’ın dörder kişilik heyetlerinden oluşan komisyon, hatırısayılır bir süre boyunca sözleşmenin maddelerini yeniden tartışmaya açacak, devletlerin homojen kimlik arayışlarını ortaya koyacak ve nihayetinde uluslararası hukuk nezdinde “Rum” kavramının sınırlarını çizecek bir mücadeleye sahne olacaktı.[1] Rapora göre, anadili Arapça olan bu topluluk “mübadil addedilmek istemiyordu.” Uluslararası kurumların ve ulus-devletlerin dayattığı bu göçle yerinden olmak istemeyen binlerce insandan farklı olarak bu topluluk, imzalanan sözleşmenin mübadil tanımlarına tam anlamıyla uymuyordu. Zira bu protokolün ilk üç maddesinde, belirli bir dönemden sonraki sınır esas alınarak, Batı Trakya’daki Müslümanları ve İstanbul’daki Rumları dışarıda bırakacak şekilde, Türk topraklarında yerleşik Rum Ortodoks dininden Türk uyrukluları ile Yunan topraklarında yerleşik Müslüman dininden Yunan uyrukluların karşılıklı göç ettirilmesi zorunlu kılınmıştı. Her iki devlet de “kurtulmak istediği” insan sayısını azami düzeyde tutmak için kimliğin esas etmeninin din olduğunu ve değişimin temel kriteri olduğunu kabul etmişti, fakat bu doğrudan kurulan kimlik tanımının dışında kalan topluluklar vardı. Yunanca konuşan Giritli Müslümanlar (Turkokritiki), Makedonya’daki Yunandilli Müslümanlar (Vallahadesler), Türkçe konuşan Doğu Ortodoksları (Karamanlılar), Ermenidilli Rum Ortodokslar (Hayhurumlar) ve bir şekilde mübadeleye tabi kılınsa da, Mersin’deki Arapdilli Ortodoksların kaderi büyük bir soru işareti oluşturuyordu.[2] Bu konuda kesin olan tek şey, Türkiye’nin de Yunanistan’ın da bu toplumu kendi ülkelerinde istemediğiydi. Mübadil kriterlerine sığmayanlar Lozan Antlaşması imzalayan devlet yetkilileri (Kaynak: Derso ve Kelen Koleksiyonu, The Lausanne Project) Sözleşmede belirtilen Rum Ortodoks ve Müslüman ifadelerinin belirli grupları mübadil addetmekte yeterli olmayacağı, karşılıklı sevklerin başlamasından yalnızca sekiz ay sonra net olarak ortaya çıktı. 29 Ocak 1924’te, Yunanistan’da ikamet eden Romanların mübadele kapsamında kabul edilip edilmeyeceği konusu Muhtelit Komisyon’a taşınırken bu tartışmayı aynı yıl içerisinde Rum Katolikler ve Protestanların istisna kabul edilmesi ve Ermeniler, Bulgarlar, Ulahlar ile Müslüman ve Ortodoks Arnavutların statüsünün tartışılması takip edecekti.[3]Romanlara dair tartışmadan yaklaşık iki hafta sonra ise komisyonun gündem maddelerinden biri Mersin’deki Arap Ortodoksların durumu olacaktı. Komisyon bu meseleyi ele almadan birkaç ay önce, Kasım 1923’te Mersin’de ikamet eden Arap Ortodoksların mübadil addedilip addedilmeyecekleri Türkiye bürokrasisinin gündemiydi. Mübadele, İmar ve İskan Vekaleti bu topluluğun mübadil sayılacağını bir mütalaayla açıklamıştı. Aralık 1923’te, artık lağvedilmiş olan bu bakanlığın hukuk müşavirliği bu toplumun Mübadele’deki durumuna dair sorulan bir soruya aynı cevabı vermişti.[4] Aynı şekilde, mesele Muhtelit Komisyon’un gündemine geldiğinde, Türk heyeti başkanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey, “700 kişilik bir grubun bu durumundan haberdar olduğunu ve bu insanların da mübadeleye tabi olduklarını düşündüklerini” belirtmişti.[5] “Rum Ortodoks ne demek?” tartışması Muhtelit Komisyon'daki Türk Heyeti Başkanı (1923-1925) ve Dışişleri Bakanı (1925-1938) Tevfik Rüştü (Aras) Bey Komisyonda meselenin karşılıklı olarak tartışılmasından bir ay önce, Tevfik Rüştü Bey, Ankara’ya meseleyi özetleyen bir telgraf gönderecekti. Bu telgrafa göre, oturumların dışında yapılan konuşmalarda, Yunan heyeti başkanı İoannis (Jean) Papas, Yunanca bilmeyenlerin mübadil sayılmaması gerektiğini söylüyor ve bu türlü karmaşık durumlarda göç ettirilecek kişilerin “rızasının alınması”nı savunuyordu. Tevfik Rüştü Bey, komisyonun tarafsız üyelerinden Karl Widding’in bu düşüncelere katılmaya meyilli olduğunu düşündüğünden, Mersin’deki Arap Ortodoksları mübadeleye tabi kılmayı başaramayacaklarını düşünüyordu. Fakat bunu başarmak için bir planı vardı. Öncelikle, sevk edilmek üzere Mersin’e getirilmiş Rumlar ve Mersin’e gelen Müslüman mübadillere mesken olması için, Arap Ortodokslara ait gayrimenkullere devletin vereceği bir kira kontratıyla el konulmasını öneriyordu. Böylece Arap Ortodokslar, bu durumu komisyona şikayet edecek ve Türkiye de bu sorunun çözülmesine öncelikle Arap Ortodoksları mübadil addetmeyi şart koşabilecekti. Nihayetinde, sürecin bu çıkmazından dolayı mağdur olacak Arap Ortodokslar “kendi rızaları”yla mübadele kapsamında Yunanistan’a sevk edilmek isteyeceklerdi.[6] Haziran 1924’e gelindiğinde ise Mübadele Sözleşmesi’nin kriterleri tartışmaya açılacaktı. Yunan delegasyonu, sözleşmede geçen Rum Ortodoks ibaresinin ikili bir kıstas içerdiğini savunuyordu. Buna göre bu tabir, dinen Ortodoks ve etnik olarak Rum olanları kastediyordu, zira aksi takdirde yalnızca Ortodoks tabirinin kullanılması yeterli olurdu.[7] Türkiye tarafına göreyse, bu şekilde bir kullanım dini kritere bir de ırksal bir kıstas ekliyordu. Halbuki, Rum Ortodoks ibaresi sözleşmede Müslüman tabirinin karşılığı olarak kullanılmıştı ve yalnızca dini bir tanım yapılması amaçlanmıştı. Bu sebeple de Rum Ortodoks’tan kastın İstanbul Rum Patrikhanesi’ni ruhani merkez olarak gören herkes olduğu konusunda ısrarcıydı.[8] Bunun üzerine, Yunan heyetinden Nikolopoulos, söz konusu Arapların Rumlarla aynı mezhepten olduğunu ama kendi patriklerini seçtikleri ayrı bir dini makam olan Antakya Patrikhanesi’ne bağlı bulunduklarını ve İstanbul Rum Patrikhanesi’yle yalnızca ruhani bağları olduğunu hatırlattı. Tevfik Rüştü Bey ise Türkiye kanunlarına göre, iki patrikhanenin resmi ilişkileri olduğunun altını çiziyordu.[9] Ayrıca, daha sonraki tartışmalarda sıkça ortaya çıkacak bir argümanı ortaya atarak, nüfus değişiminin arkasındaki siyasi amaçları masaya getirdi. Tevfik Rüştü Bey bunu yaparken, Mersin’deki nüfusun Mübadele’ye dahil olmayan bir ülkeye gönderilmesi teklifini de ortaya koydu: Nitekim sayısı bini bulmayan bu küçük toplum Yunanca konuşuyor ve Elen davası için kendilerini ortaya koymuş durumdalar. Bu yüzden, Yunanistan tarafından reddedilmeyeceklerdir. Fakat eğer, aralarında Suriye tabiiyetini seçmek isteyen ve Suriye’ye gitmek niyetinde olan varsa, Türk heyeti, Türk hükümetiyle birlikte, kendilerine ve müstakbel Rum tebaasına misalen mülklerini tasfiye etmelerine imkan tanıyacak izinler bahşederek bu duruma müdahil olmaya hazırdır.[10] Mersinli “Bayan Şatır” Arap mı? Haziran ayındaki tartışmaya Yunan delegasyonunun meseleyle ilgili komisyona bir rapor sunma talebinin kabul edilmesiyle birlikte üç yıl kadar ara verilirken, Mersin’deki Arap Ortodokslar meselesi, Haziran 1926’da bu kez kişisel düzeyde bir sorunla komisyon gündemine gelecekti. Bu anlamda, İstanbul Tali Komisyonu’ndan gelen rapor, Mersinli Bayan Şatır, Bayan Tahinci, Andon Yusuf Nassir, Eleni Yorgiou ve Bayan Efpraksia’nın mübadil olarak kabul edilerek İstanbul’a gönderildiğini bildiriyordu. Yunan heyeti, komisyonun henüz bu konuda resmi bir kararı olmadığı için böyle bir işlem yapılmasına itiraz ederken, Türk delegasyonundan Senieddin Bey, “yalnızca Bayan Şatır’ın durumuyla ilgili bilgisi olduğunu ve daha önce Arap Ortodoks olduğunu belirten Şatır’ın Rum Ortodoks olduğunu itiraf ettiği için İstanbul’a gönderildiğini” belirtiyordu. Buna göre, Şatır ve kocası Kayseri doğumlu Rumlardı. Şatır, Mübadele’yle Yunanistan’a gönderilmemek için ilk başta Arap Ortodoks olduğunu beyan etmiş, fakat daha sonra bu durum ortaya çıkınca Arapça bilmediğini itiraf etmişti. Şatır’ın mülklerini devletten kaçırmak için bu oyuna başvurduğu düşünülüyordu, zira Mübadele’yle Mersin’e gelen birçok aileye verilebilecek on odalı büyük bir evi vardı. Bu yüzden de “gayrihukuki hareketi” ve “güvenlik gerekçesi”yle İstanbul’a gönderilmişti. Yine de Şatır’ın en azından kıymetli menkullerini geri alması için Mersin’e dönmesine izin verilmesi konusunda Yunan heyeti ısrarcıydı. Bunun üzerine, Türkiye tarafı “içişlerine müdahale kartı”nı oynamayı tercih etmesine rağmen, komisyonun Türk heyetinden meselenin detaylı incelenmesi için gerekli belgeleri sunması talebiyle tartışma sona erdi.[11] Şatır’ın Rum mu Arap mı olduğunu bilmiyorum, fakat hatırısayılır bir mülke sahip olması, İstanbul’a gönderilmesinin Tevfik Rüştü Bey’in 1924’te Ankara’ya önerdiği mülklere el koyarak bezdirme planını andıran bir durum olabileceğini düşündürüyor. Bu konu tartışmalı olsa da, şurası kesin ki, Türkiye bu bezdirme planını Mersin’deki Ortodokslara hiçbir zaman sistematik bir şekilde uygulamadı. Fakat öte yandan, Yunanistan mübadil kabul edilip edilmeyeceği tartışmalı bir diğer grup olan Müslüman Çam Arnavutlarına uzun süre baskıcı politikalar uygulamaktan vazgeçmedi. Komisyonun 1924 yılında Çamların mübadil olmadığına hükmetmesine rağmen Yunanistan, 1926’ya kadar iki yıl boyunca bu toplumdan insanları Türkiye’ye sevk etmeye devam etmişti.[12] Muhtelit Komisyon belgeleri arasında bir aile fotoğrafı (Kaynak: Birleşmiş Milletler Kütüphanesi ve Arşivi) “Mübadele Yunan yayılmacılığını bastırmak için yapıldı” Mayıs 1927’de, Arap Ortodoksların mübadil sayılıp sayılmayacağı meselesi, komisyonda bu kez Mübadele’ye tabi olup olmayacakları tartışmalı tüm grupların durumunda kesin bir karara varmak için açıldı. Heyetlerdeki isimler değişse de bu tartışmada da pozisyonlar aynı kalacaktı. Yunan delegasyonunda başkan Papas yerini Aristide Fokas’a (Phocas), Türk heyetinde ise Tevfik Rüştü Bey, başkanlık koltuğunu Şükrü (Saraçoğlu) Bey’e bırakmıştı. Yine de esas mesele, “Rum Ortodoks” tabirindeki Rum’un ne anlama geldiğini tayin etme mücadelesine dönüşürken, mübadelenin fikrinin siyasi amacını açık eden tartışmalar yaşanacaktı. Komisyonun 26 Mayıs’taki oturumu, Fokas’ın meseleye dair uzun sunumuyla açılıyordu. Buna göre, Türk tarafının tezi uyarınca, hiçbir ırk ayırt etmeksizin Türkiye vatandaşı olan tüm Ortodoksları, yani Rusları, Vlahları ve Arnavutları nüfus değişimine dahil etmek gerekirdi. Bunun yapılmamasının nedeni, Rum Ortodoks tabirinin ırksal olarak Rum, dinsel olarak Ortodoks olanları kastetmesiydi. “Sözleşme yapılırken bu tabire karşılık Müslüman ibaresi kullanılmıştı, çünkü Türkiye o sırada şeri idareyle yönetilen bir din devletiydi” diyen Fokas, Arap Ortodoksları neden istemediklerini açıklarken, Mübadele’yle hedefledikleri milliyetçi tahayyüllerinin bir nüfus homojenleştirmesi olduğunu açık ediyordu: Nüfus değişiminin etkilerini Yunan nüfusuyla ilgili olarak bile sınırlamak için mücadele ederken, Yunanistan’ın hiçbir bağı veya ahlaki sorumluluğu bulunmayan gayri-Yunan nüfusu kendi topraklarına almak istemesi düşünülemez. Fokas’a göre, Lozan’daki Türk delegasyonunun mübadele tartışılırken, “Türkiye vatandaşı Rumları” kapsamasını istemişti çünkü delegasyondan Rıza Nur’un belirttiği gibi, esas amaçları “Türkiye’deki Yunan yayılmacılığını bastırmak”tı. Dolayısıyla, Rum olmayan Ortodoks nüfusun mübadil sayılmasına gerek yoktu, zira onlardan gelen bir “Yunan yayılmacılığı tehdidi” olmayacaktı.[13] Yunan delegasyonunun kabullendiği Anadolu Rumlarının Yunan milliyetçiliğinin ve yayılmacılığının uzantısı olduğu argümanıyla Şükrü Bey elbette ki hemfikirdi. Bu fikrin pratik sonuçlar doğurması için, Rum Ortodoks tabirinin kapsadığı tüm unsurların ülkeden gönderilmesi gerektiğini dile getiren Şükrü Bey’e göre, bu ibareye yalnızca dini bir anlam yüklenebilirdi ve bunun dışında kalan hiçbir dilsel ve ırksal kriter komisyonda tartışılabilecek şeyler değildi. Senieddin Bey de “tarihsel ve kiliseye dair önemi haiz bu tabir”in ne anlama geldiğinin şüphe götürmediğini bir kez daha dillendirse de, komisyonun Avrupalı üyelerinin kafası çok karışmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoks kiliselerin sınıflandırılması araştırılırken, Yunan heyeti bu konunun cevabının akademide olduğunu söylüyordu. Şükrü Bey ise yalnızca şu sorunun basitçe cevaplandırılması konusunda ısrarcıydı: “Rum Ortodoks kelimesinin dini bir anlamı mı var, etnik bir anlamı mı var?”[14] “Rum Ortodokslar mı, Ortodoks Rumlar mı?” 28 Mayıs’taki oturum, Ortodoks teriminin ne anlama geldiğine dair farklı yorumlarla açıldı. Yunan heyeti, British Encyclopedia’ya atıf yaparak Ortodoks Kilisesi’nin ırksal bir ayrım yapmadan tüm “Doğu Kiliseleri”ni kapsadığını iddia ederken, Senieddin Bey, “Ortodoks”un gerçek kelime anlamının “doğru inanç” olduğunu ve Katoliklerin de bu anlamda Ortodoks kabul edilebileceğini öne sürerek meseleye yeni bir boyut katıyordu. Giderek detaylara inilen tartışmada, Yunanistan delegasyonuna göre, Lozan’dan Ortodoks tabirine Rum kelimesinin eklenmesinin bir anlamı vardı, yani “Rum olmayan Ortodokslar” mübadil sayılamazdı. Şükrü Bey ise “sözleşmede Ortodoks Rumlar tabirinin değil Rum Ortodoks tabirinin kullanılması”nın tamamen dinsel kimliğe bir gönderme olduğunu düşünüyordu. Yunan heyetinden Diamantopoulos’un Türk delegasyonunun “Arap Ortodoks Kilisesi’nin Rum Ortodoks Kilisesi’nden farklı olduğunu” dile getirmesi üzerine Şükrü Bey’in verdiği cevap netti: “Rum Ortodoks Kilisesi’nden farklı bir Arap Ortodoks Kilisesi’nin varlığından haberdar değilim.” Ardından, Şükrü Bey’in şu açıklaması, meseleyi Ortodoks Kilisesi hiyerarşisinin detaylarına çekiyordu: “Eğer Türkiye, tüm Ortodokslardan kurtulmak isteseydi, daha genel bir formül uygulardı. Eğer Türkiye tüm Rumlardan kurtulmak isteseydi, etnik bir terim kullanırdı, nokta! Dolayısıyla, sözleşmede ne tüm Ortodokslar ne de tüm Rumlar kastediliyor. Bu yüzden, örneğin, Rus Kilisesi’ne bağlı olanlar mübadil sayılmıyorlar, yalnızca Rum Ortodoks dininden Türk vatandaşları mübadele edilmeliler.” Buna cevaben Fokas “Rum Ortodoks diye bir dinin olmadığını ve Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Rumları tanımlayan etno-dinsel bir niteleme” olduğunu ısrarla dile getiriyordu. Avrupalı tarafsız heyet bu çıkmaz üzerine oturumu yine tatil etti. 30 Mayıs’ta geri dönülen tartışmada artık söz, tarafsız heyetteydi. İlk başta söz alan Hans Holstad, Fokas’ın öne sürdüğü Rum kelimesinin Ortodoks ibaresine etnik bir anlam yüklemek için eklendiği tezine katılmadığını dile getiriyor ve Doğu Kiliseleri’nden Kudüs, İskenderiye, Antakya ve İstanbul’un arasında nasıl bir bağ olduğuna dair daha fazla şey öğrenmek istiyordu. “Meseleye vücuttaki hasta parçayı almaya çalışan bir cerrah gibi yaklaşmak gerektiğini” söyleyen de Lara’nın savunduğu çözüm milli bilinç bağına bakılmasıydı. Ona göre, “Yunan vatandaşı olan Müslümanlar, Osmanlı tebaası olduğundan yüzyıllar ve nesiller boyunca Türk milli bilinciyle yaşamışlardı.” Öte yandan, “Kilikya’daki Arap Ortodoksların ise Yunan milli bilinciyle hiçbir ilişkisi olmamıştı.” Komisyon Başkanı Karl Widding ise “meselenin çözümünün komisyonun yetkinliğini aştığı için akademik yayınlara başvurmak gerektiğini” savunuyordu ve yine British Encyclopedia’ya dönerek Doğu Ortodoks Kiliseleri’nin ilişkilerini çözümlemeye çalışıyordu. Widding, çatısı altında toplamda 14 farklı kilisenin bulunduğu bu “federasyon”un içindeki İstanbul Rum Kilisesi’ne bağlı olanlara Rum Ortodoks denmesinin uygun olduğunu düşünüyordu.[15] Yunan ve Türk delegasyonlarının daha önceki görüşlerini tekrarladıkları uzun bir tartışmanın ardından, komisyon meseleyle ilgili ilk kararını bir gün sonra açıklayacaktı. 31 Mayıs 1927’de Muhtelit Komisyon, Mübadele Sözleşmesi’nin 1. maddesinin yalnızca dini esas alan ibarelerden oluştuğunu onaylarken, bu maddedeki “Rum Ortodoks kelimesinin tüm Doğu Kiliselerini tanımlayan bir kavram olmadığı” kararını verdi. Şükrü Bey’in bu kararın sorunu çözmediğini ve mübadeledeki uygulamalara bir netlik getirmek için hangi kiliselerin “Rum Ortodoks tabirinin dışında kaldığının belirlenmesi gerektiğini” dile getirmesi üzerine komisyon bu konu üzerine çalışmaya devam edecekti.[16] “Yalnızca İstanbul Kilisesi’ne bağlı olanlara Rum Ortodoks denir” Aralık 1927’de komisyon meseleye dair nihai kararını vermeden önce, Mısır’da yayınlanan Al-Mukattam gazetesi, Türkiye’nin bir şekilde Mersin’deki Arap Ortodoksları göndereceği fikrindeydi. 1 Temmuz 1927’de yayınlanan yazıda, Türkiye’nin bu insanların durumunu “daha yumuşak” ve “adalet duygusu” içerisinde değerlendirmesini umuyordu: Suriyeli ve Lübnanlı Rum Ortodokslar, Rum değiller ve Türkiye’ye karşı Rumlar gibi hareket etmediler. Onlarca yıldır Kilikya’ya yerleşmiş olan ve Mübadele’ye dahil edilmelerinin ciddi ekonomik zarar getireceği birkaç bin insandan bahsediyoruz.[17] İtalya’da çıkan Oriente Moderno dergisi de Temmuz 1927 sayısında Yunan heyetinin sunduğu Ortodoks Kilisesi hiyerarşisi listesiyle komisyon gündemine gelen meselenin Mersinli Arap Ortodoksların mübadil sayılmasıyla nihayete ereceğini yazıyordu.[18] 15 Eylül’de komisyon, artık Rum Ortodoks ibaresinden kastın kimler olduğunu karara bağlamak için toplandığında, Yunan heyetinden Diamantopoulos, tartışmanın odağı olacak öneriyi yapacaktı: “Mübadele Sözleşmesi, dini bakış açısıyla Fener’deki Ekümenik Patrikhane’ye bağlı olanlar dışındakileri kapsayamaz.” Yunan delegasyonunun bu önerisine göre, Antakya, Kudüs ve İskenderiye Patrikhanelerine bağlı olanların dışında otosefal (bağımsız) kiliselerin mensuplarına da Rum Ortodoks denemezdi ve bu yüzden Mübadele’den azade kılınmaları gerekiyordu. Bu kiliselere mensup olanların Rum Ortodoks değillerse ne olduklarını sorma gereği hisseden Şükrü Bey, Yunan heyetini “dini bir doktrini bölgesel sınırlarla karıştırmakla” suçladı. Zira ona göre, “Bu patrikhaneleri birbirlerinden tamamıyla ayrı dini yapılar olarak kabul etmek çok hatalıydı. Öyle olsalardı, önceki İstanbul Patriği Meletios, İskenderiye Patriği seçilemezdi.” Şükrü Bey’in şu sorusu, komisyondakilerin kafasını iyice karıştıracaktı: “Esasen İskenderiyeli olan ama 40 yıldır İzmir’de yaşayan Türk vatandaşı bir Rum Ortodoks mübadil midir, değil midir?” Komisyonun Avrupalı üyeleri saatlerce süren tartışmadan yine yeterince fikir sahibi olarak ayrılmamışlardı ve meselenin çözümü yine ertelenecekti.[19] Kamuoyu, Yunan delegasyonunun bu tartışmadan istediğini elde edemeyeceğini düşünmeye başlamıştı. İstanbul’da Fransızca yayınlanan Stamboul gazetesine göre, “Mersin’de ikamet eden Ortodoks Araplar, ülkeyi terk etmek için hazırlanmaya başlamışlardı.”[20] Fakat netice kamuoyunun beklediği gibi olmayacaktı. 27 Aralık 1927’de bir kez daha toplanan komisyon, tarafsız üyelerden Widding ve komisyon dönem başkanı General Manuel de Lara’nın “evet” oyu ve Holstad’ın karşı oyuyla, Antakya Patrikhanesi’ne bağlı Ortodoksları mübadelenin dışında bıraktı.[21] Komisyonun kararına göre, Antakya Patrikhanesi’ne mensup Ortodokslar Rum Ortodoks olarak tanımlanamazdı. Yalnızca Antakya Patrikhanesi’ne değil, Kudüs ve İskenderiye Patrikhaneleri ile otosefal Kıbrıs, Romanya, Sırp, Karadağ, Rus, Arnavut kiliseleri ve Bulgar Eksarhlığı’na bağlı kişiler de mübadil addedilmeyecekti. Bu karar, bir anlamda Rumluk kimliğinin sınırlarını net olarak İstanbul Rum Patrikhanesi’nin sınırları dahilinde tutmuş ve bu kimliğin Yunanlıkla doğrudan bağı olduğunu uluslararası hukuk nezdinde kurmuştu.[22] "Muhtelit Mübadele Komisyonu bitaraf değil mi?" Dün ittihaz edilen bir karar bundan şüphe ettirmektedir. Komisyonun dün Arab Ortodoksların mübadeleye tabi olmadıkları hakkında ittihaz ettiği karar şayan-ı dikkattir, bitaraf aza bu vaziyeti izah etmelidirler. Sağda: Arab Ortodokslar hakkında tarafgirane bir karar ittihaz eden komisyonun reisi General “dö Lara” Solda: Heyet-i murahhasamızın reyine iştirak eden bitaraf azadan Mösyö “Holştad” Cumhuriyet, 28 Aralık 1927, s. 1 Bu karara en çok tepki gösteren Türkiye kamuoyu ve basını oldu. Türkiye’nin Şubat 1924’e kadar Mersin’den aralarında birçok din görevlisinin de bulunduğu 5 bin 340 Arap Ortodoks’u Yunanistan’a sevk ettiğini iddia eden Cumhuriyet gazetesi, Mersin’deki Arap Ortodoksların gayrimübadil ilan edilmesi kararının tüm bu icraatın reddi anlamına geldiğini ve Lozan Antlaşması’na da aykırı olduğunu belirtiyordu. Gazeteye göre “Hıristiyanlık zihniyetiyle hareket eden” Avrupalı üyelerin tarafsızlığına bu kararla gölge düşmüştü.[23] Aynı gazete, iki gün sonra konunun merkezindeki de Lara’yla bir röportaj yapacaktı. Komisyonun o dönemki başkanı olan de Lara, meseleye ırksal anlamda değil vicdani açıdan yaklaştığını belirtmiş ve “Yunanlıkla alakaları olmayan Arap Ortodoksların büsbütün yabancı bir muhite atılmalarını uygun görmediğinin” altını çizmişti. Bu kararı “kişisel kanaati ve vicdanı”yla verdiğini savunan de Lara, “Türklükle alakası olmayan gruplar”ın da mübadil kabul edilmesine karşı çıktığını vurgulamıştı.[24] Türkiye delegasyonunun büyük tepkisi sonucunda komisyon, 3 Ocak 1928 tarihinde Mersin Tali Komisyonu’nun kurulduğu 1 Şubat 1924’e kadar Yunanistan’a sevk edilen Arap Ortodoksların mübadeleye tabi kabul edilmesine karar verdi.[25] Cumhuriyet gazetesine göre, bu kararı tarafsız üyeler “evvelce vermiş oldukları manasız kararı tamir etmek” için almışlardı.[26] Fakat komisyonun tarafsız üyelerinden Widding’in de belirttiği gibi, ne son karar ne de de Lara’nın açıklamaları kamuoyunun tarafsız üyelere yönelttiği tepkiyi azaltabilmişti. Widding, Türkiye basınında “dini fanatik” ilan edildiklerini not düşmüş ve eklemişti: Komisyonda Türkler aslanlar gibi savaşmıştı, şimdi de basın yoluyla bu savaşı devam ettiriyorlar, Fransızlara meseleyi onların lehine bir karara bağlayacağımıza söz verdiğimizi yazmaktan imtina etmiyorlar.[27] Arapların yakın olduğu Fransa’nın bu meselede devreye girerek İspanyol hükümetine General de Lara’yı etkilemesi için baskı yaptığı söylentisi başka kaynaklara da yansımıştı.[28] 18 Ocak 1928 tarihli Yeni Adanagazetesinde yayınlanan bir haber de benzeri bir iddiayı dile getiriyordu. Fakat gazeteye göre, Fransa’yı harekete geçiren “şimdi Araplık iddiasında bulunan ve Adana Fransızların işgalinde iken Türklerin imhası yolunda düşmanlarla en sıkı fıkı bir surette birleşmiş olan bu Hıristiyan ekalliyetin” Suriye’deki bağlantılarının kurduğu ve Türkiye’de de faaliyet gösteren “Rum Ortodoksları Himaye Komitesi”ydi. Gazetenin bu iddiası, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey’in dikkatini çekecek ve meseleyi Başbakan İsmet (İnönü) Paşa’nın takdirlerine sunacaktı.[29] Komisyonun tarafsız üyelerinden Holstad da bu tepkinin basınla sınırlı kalmadığını düşünüyordu. 17 Ocak 1928’de yazdığı bir mektuba, Yunanistan’ın her zaman Muhtelit Komisyon’u lağvetmeyi istediğini ve “bu karardan sonra artık Türklerin de bunu desteklediğini” yazacaktı.[30] Bitirirken Peki bu karar, Türkiye’de bu kadar gürültü koparsa da yerelde, ülke çapında veya uluslararası düzeyde önemli bir sonuç doğurdu mu? Bu soru tartışmaya açık. Yerelden başlayarak bakalım. Elbette ki, Tevfik Rüştü Bey’in 700 kişi dediği Arapdilli bu topluluğun 2022 itibariyle yapılan tahminlere göre Mersin’deki nüfusu 1.150.[31] Mersin’deki toplumun dini önderi Peder İspir Coşkun Teymur’un belirttiğine göre, bu nüfusun yalnızca yüzde 10’unu Mersin’in yerlisi olan Ortodokslar oluşturuyor.[32] Yani, 1924’ten bugüne Mersinli Ortodokslar neredeyse yüzde 85 oranında küçülmüş. Dolayısıyla, Protestan Rumlar örneğinde olduğu gibi, Mübadele’nin dışında bırakılmaları nüfusun neredeyse tamamen erimesine engel olamamış.[33] Ekonomik ve sosyal sebeplerin yanı sıra bu nüfus kaybının en büyük sebeplerinden birisi, nüfusun homojenleştirilmesi politikasının Türkiye’deki çeşitli iktidarlar tarafından bazı dönemlerde agresifçe uygulanması. 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi’nin şehirdeki yükünü nüfusunun yüzde 1’ini bile oluşturmayan gayrimüslimler ile Suriye ve Lübnan göçmenleri çekerken, 6-7 Eylül Pogromu’nun yarattığı korku iklimi ve Kıbrıs meselesi ile 12 Eylül Darbesi’nin doğurduğu politikalar, toplumun şehirden göçünü hızlandıran faktörler oldu.[34]Milletler Cemiyeti’nin inşa etmeyi amaçladığı “azınlıklar sistemi”nin bir parçası olarak görülen Lozan Anlaşması’ndan doğan medeni, dini ve eğitim haklarının pratiğe geçirilmesine ise hiçbir zaman tam anlamıyla izin verilmedi. Bu homojenleştirme politikasının özellikle II. Dünya Savaşı sonrasına kadar uluslararası camia tarafından kabul gördüğünü de eklemem gerekir.[35] Bir yandan “azınlıkların korunması”nı öngören Milletler Cemiyeti’nin ırkçı altyapısının diğer yandan ulus-devletin standardı olarak “homojen nüfusu” görmesinin, “azınlık meselesi”nin farklı yollardan halledilmesine kapı araladığını söylemek yanlış olmaz.[36] Bu farklı yolların başında ise nüfus değişimi geliyor. Evet, belki 700 Arap Ortodoks mübadil kabul edilmedi ve Mersin’de kaldı, fakat bu uluslararası zeminde icra edilen Mübadele, milyonlarca insanı yerinden yurdundan etti. Bu yöntemin “başarı”sından duyulan memnuniyet, Türkiye’nin Romanya ve Yugoslavya Krallığı’yla nüfus değişimi anlaşmaları imzalamasına zemin hazırladı.[37] Bu büyük göçün arkasında yatan “insanların değiş-tokuş edilebilir bir şey” olarak uluslararası camia tarafından kabul görmesi, yalnızca iki ülkedeki ulus inşasına katkı sunmakla kalmadı. Uluslararası camia tarafından Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin “azınlık meselesi”nin başarılı bir örneği olarak gösterilmesi, maalesef ki Hindistan’ın bölünmesinde olduğu gibi çok daha büyük çaplı trajedilere kapı araladı.[38] Milletler Cemiyeti’nin siyasi tutarsızlığı, Arapdilli Ortodokslar nezdinde yaklaşık on yıl sonra bir kez daha kendini gösterdi. Antakya ve İskenderun’u kapsayan Sancak’ın siyasi kaderini tayin etmek amacıyla çalışan Milletler Cemiyeti Uzmanlar Komitesi’nin raporu doğrultusunda Kasım 1937’de oluşturulan anayasa ve statü, Sancak’ta yaşayan nüfusu ırk ve mezhebe göre yediye bölecekti. Bu kategorilerden biri ise “Rum Ortodoks”tu. Yani, 1927’de Antakya Patrikhanesi’ne bağlı Ortodoksların “Rum Ortodoks” olmadığına karar veren Milletler Cemiyeti’ne bağlı farklı uzmanlar, bu kez Sancak’taki toplum için bu ibareyi kullanmaktan imtina etmemişti. Bu bölümün başında sorduğum soruya geri dönecek olursak, bu karar uzun vadede hiçbir açıdan önemli bir sonuç doğurmadı diyebiliriz. Yine de yüz yıl önce bugün atılan imzaların doğurduğu büyük trajediye baktığımızda, en azından bu karar bir avuç insanın bu altüst oluştan kurtulmuş olmasını sağladı. Öne çıkan görsel: Yunanistan’ın Kerkira Limanı’na varan Kayseri ve Kilikyalı Rum Ortodoks mübadiller (16 Ekim 1924). Kaynak: Refugee Greece: Photographs From the Archive of the Centre for Asia Minor Studies, ed. Georgios A. Yiannakopoulos, Centre for Asia Minor Studies, Atina, 1992, s. 58 (Toplumsal Tarih Dergisi Arşivi) Bu yazıyı kıymetli yardım, eleştiri ve yorumlarıyla geliştirmemi sağlayan Aytek Soner Alpan, Anna Maria Beylunioğlu, Can Terbiyeli ve Serdar Korucu’ya çok teşekkür ederim. Yazıda kullanılan görseli kullanmama izin veren Toplumsal Tarih Yayın Yönetmeni Erhan Keleşoğlu’na minnettarım. Son olarak, bu yazının her aşamasında beni sabırla dinleyerek ve fikirlerini açıklıkla benimle paylaşan Tamar Nalcı’ya müteşekkirim. [1] Komisyonun ilk tarafsız üyeleri, İsveç’ten Erik Ekstrand, İspanya’dan Don Manuel Manrique de Lara ve Danimarka’dan Karl Manius Widding’ti. 1926’da Ekstrand’ın yerini Norveç’ten Hans Holstad alırken, 1929’da Widding koltuğunu Şili’den Manuel de Rivas Sperlier’e, de Lara ise Danimarka’dan Holger Andersen’e bıraktı, Stephen Ladas (1932), The Exchange of Minorities: Bulgaria, Greece and Turkey, New York: Macmillan, s. 354-356. Komisyon hakkında daha fazla bilgi için bkz. Onur Yıldırım (2006), Diplomacy and Displacement: Reconsidering the Turco-Greek Exchange of Populations, 1922-1934, New York ve Londra: Routledge, s. 158-164. [2] Aytek Soner Alpan (2023), “‘Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlamıyorum!’: Mübadele Fikrinin Doğuşu, Hayata Geçişi ve Kaçırılmakta olan bir Fırsat Üzerine,” Toplumsal Tarih 349, s. 29. [3] Mehmed Esad Atuner, der. (1937), Mübadeleye dair Türkiye ve Yunanistan arasında imza olunan mukavelenameler: Muhtelit Mübadele Komisyonu kararları, Bitaraf azaların hakem kararları, Ankara: Damga Matbaası, s. 237; Elçin Macar (2004), Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 139. [4] Cumhurbaşkanlığı Cumhuriyet Arşivi (BCA), 271.11.16.70.11, 15 Aralık 1923. [5] United Nations Library and Archives [Birleşmiş Milletler Kütüphanesi ve Arşivi] (UNLA), C2777/84/2, Verbal Proceedings of the Mixed Commission [Muhtelit Komisyon Sözlü Tutanakları] Cilt II, 13 Şubat 1924, 36. Oturum, s. 178-9. [6] BCA, 272.12.41.48.22, 11 Mayıs 1924. [7] UNLA, C2777/84/4, VPoMC, Cilt IV, 12 Haziran 1924, 56. Oturum, s. 143. [8] a.g.y., s. 142. [9] a.g.y., s. 143. [10] a.g.y., s. 142. [11] UNLA, C2777/84/10, VPoMC, Cilt X, 5 Haziran 1926, 109. Oturum, s. 2-12. [12] Alpan (2023), “‘Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlamıyorum!’”, s. 29. [13] UNLA, C2777/84/12, VPoMC, Cilt XII, 26 Mayıs 1927, 124. Oturum, s. 7-8. [14] a.g.y., s. 12-20. [15] a.g.y., s. 42-52. [16] a.g.y., s. 65. [17] E.R. (1927), “I Siriani greco-ortodossi in Turchia saranno soggetti allo scambio,” Oriente Moderno 7 (7), s. 320. [18] a.g.y. [19] UNLA, C2777/84/14, VPoMC, Cilt XIV, 15 Eylül 1927, 128. Oturum, s. 16-22. [20] “Les Arabes orthodoxes de Mersine soumis a l’échange”, Stamboul, 2 Kasım 1927, 2. [21] “Les Arabes Orthodoxes”, Stamboul, 30 Aralık 1927, 2; E.R. (1928), “Gli Arabi greco-ortodossi in Turchia non saranno soggetti allo scambio delle popolazioni,” Oriente Moderno 8 (1), s. 6-7. [22] Foti Benlisoy ve Stefo Benlisoy (2016), Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol: ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim, İstanbul: istos Yayın, s. 164. [23] “Muhtelit Mübadele Komisyonu bitaraf değil mi?”, Cumhuriyet, 28 Aralık 1927, s. 3. [24] “Mübadele işleri: General Dö Lara ne diyor?”, Cumhuriyet, 29 Aralık 1927, s. 2. [25] “A la C.M.E.”, Stamboul, 4 Ocak 1928, 1. [26] “Baş başa verdiler, çare arıyorlar! Muhtelit Mübadele Komisyonu çıkmaza girdi!,” Cumhuriyet, 4 Ocak 1928, s. 1 [27] UNLA, S359/24/2, Widding’ten Colban’a, 3 Ocak 1928. [28] UK Foreign Office Archives [FO] (Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı Arşivi), 424/268/E129/129/44, No. 6, Sir George Clerk’ten Sir Austen Chamberlain’e, 4 Ocak 1928, s. 6. [29] BCA, 30.10.109.725.5, 21 Ocak 1928. [30] UNLA, S359/24/2, Holstad’dan Colban’a, 17 Ocak 1928. [31] Anna Maria Beylunioğlu (2021), “Antakya Vakıf Başkanı Hurigil: ‘Anadil yoksa kültür yok olur’,” Nehna, https://nehna.org/antakya-vakif-baskani-hurigil-anadil-yoksa-kultur-yok-olur, 15 Ekim 2021. [32] Teymur’la Mersinli Hıristiyanlarla ilgili mülakatı içeren ve Onur Erdoğan’ın +90 için hazırladığı haber için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=9iceROioxZI. [33] Gülen Göktürk Baltas (2023), “‘Anadolu’nun Protestan Rumları ve Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Karşısındaki Durumları,” Toplumsal Tarih 349, s. 44-49. [34] Emre Can Dağlıoğlu ve Mişel Uyar (2021), “Çoraklaşan Topraklar: Antakya, İskenderun ve Mersin’de Varlık Vergisi,” Nehna, https://nehna.org/coraklasan-topraklar-antakya-iskenderun-ve-mersinde-varlik-vergisi/, 11 Kasım 2021. [36] Carolin Liebisch-Gümüş (2020), “Embedded Turkification: Nation Building and Violence within the Framework of the League of Nations 1919–1937,” IJMES 52, s. 229-244. [36] Umut Ozsu (2015), Formalizing Displacement: International Law and Population Transfers, Oxford: Oxford University Press; Sarah D. Shields (2016), “Forced Migration as Nation-Building: The League of Nations, Minority Protection, and the Greek-Turkish Population Exchange,” Journal of the History of International Law 18, s. 120–145. [37] Leyla Amzi-Erdoğdular (2023), “Serbs, Croats, Slovenes…and Muslims?”, The Lausanne Project, https://thelausanneproject.com/2023/01/27/amzi-erdogdular , 27 Ocak 2023. [38] Alpan (2023), “‘Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlamıyorum!’” s. 30.
- “Has Adana Kebap” diye bir şey var mı?
Yemeğin “mutfağından” gelen birisi olarak araştırma konusu seçmem hiç kolay olmadı. Ucu yemeğe dokunan her konu ilgimi çekiyor, bu konularda nasıl bir çalışma yapacağımı tasarlıyordum. Tam bu noktada belirtmem gerekir ki, “yemekten kastım yalnızca pişip önümüze gelen, tabağın üstünde gördüğümüz nihai ürün değil. Daha çok “gıda çalışmaları” olarak adlandırılan ve gıda güvenliği, yemek kültürü, gıda tedarik zinciri, alternatif gıda ağları ve bunun gibi pek çok konuyu kapsamına alan bir disiplinden bahsediyorum. Gıdanın politik ekonomi, etnik yapı, toplumsal cinsiyet, din ve milliyetçilik gibi temalarla beraber düşünebilmesinden ötürü yemek, sosyal bilimlerde “disiplinlerarası” bir konsept olarak kabul ediliyor. Günün sonunda benim tüm bu çalışmalar içerisinde kendi yolumu çizmem için çok uzağa gitmem gerekmedi. Adana’da doğup büyüdüm ve Arap Aleviyim. Dolayısıyla, evde pişen yemekler “Orta Doğu mutfağı” olarak adlandırılan, bulgurun, yağın (özellikle kuyruk yağı!), baklagillerin ve etin yoğun olarak kullanıldığı yemeklerden oluşuyor. Humus, teretür·, mutabbel, zahter salatası gibi mezelerin sıkça yapıldığı, salça ve ekşinin eksik olmadığı lezzetleri gözünüzün önüne getirdiğinizde evimizin mutfağına varıyorsunuz. Yemeği yemek kadar yapmayı da sevdiğim için gastronomi okumaya karar verdim. Çeşitli mutfaklarda edindiğim tecrübelerden sonra yemeği yalnızca pişirmekle sınırlı kalmayıp araştırmaya başladım. Bu merakım beni bir yandan yüksek lisans yapmaya iterken, diğer yandan “farklı” mutfakları ve kültürleri keşfetme istediğimi artırdı. Yine aynı merak, imkanlar dahilinde gezmek için mümkün olan her fırsatı değerlendirmeme vesile oldu. Yıllar önce babamla beraber yaptığımız Lübnan seyahati sırasında, herhangi bir mahalle arasında rastladığımız mezecideki diyaloglar yolumu aydınlattı. Pek çok meze çeşidi olan bu dükkanda lahana ve yaprak sarmalarının tadına baktıktan sonra babamla bakışmaya başladık. Türkiye’de oldukça farklı çeşitlerine rastladığımız bu yemeklerin Beyrut’taki sıradan bir meze dükkanında bizim evdekiyle aynı şekilde pişirilmiş olması bizi etkilemiş olmalıydı. Baharatları, kullanılan yağ miktarı, sarma ve pişirme şeklini göz önünde bulundurduğumuzda evde annemin yaptığı tencereden yediğime inanabilirdim. Madem “başka bir ülke”nin yemeği bana bu kadar tanıdık geliyor, neden yemekleri ülke sınırlarıyla kısıtlayarak kategorileştiriyoruz? Yiyecekler bir ulusa, bir grup insana ve/ya bir coğrafyaya ait olabilir mi? Aklımda bu sorularla yemek kitaplarını kurcalamaya başladım. Bu kitaplardaki yemek tariflerinin bir ülkeyi/coğrafi bölgeyi/etnik yapıyı temsil ettiğini keşfetmem uzun sürmedi. Örneğin, piyasada sıkça bulunan “Akdeniz Mutfağı” yemek kitaplarını ele alalım. Akdeniz dediğimizde zihnimizde şüphesiz olarak beliren çeşitli simgeler oluşuyor: Zeytinyağı, domates, peynir, yeşillik ve taze meyve-sebzeler. Bu malzemeleri düşünmemiz yanlış değil, fakat eksik. Akdeniz ülkelerini ele aldığımızda çok geniş bir coğrafyadan bahsediyoruz ve bu ülkeleri yalnızca Akdeniz iklimine indirgeyemeyiz. Yıllarca sömürgeci politikalar izlemiş İspanya da, Akdeniz romantizminden daha çok Orta Doğu gerilimiyle tanınan Suriye de coğrafi olarak Akdeniz’de bulunuyor. Bu ülkelerin mutfaklarını tarihselliğinden kopararak tek potada eritmek doğru olmayacaktır. Dolayısıyla, yemek kitaplarının sağladığı tarifler kadar, göstermediklerini de düşünmemiz gerekiyor. Mikro düzeydeki farklılıkları görmezden gelmek yerine, yereli yeniden düşünme fikri tam bu noktada ortaya çıktı. Peki, bunu nasıl yapacaktım? “Standart” Adana kebabı Cevap basit: Adana kebap. Adana dışında tanıştığım tüm insanlar memleketimi öğrendiklerinde sordukları ilk sorulardan biri şudur: “Gerçek Adana kebabı nasıl oluyor?” Gastronomik zevklerle sorulmuş masum bir soru görünmesine rağmen bir yemeğin gerçekliğini/orijinalliğini/aidiyetini düşünmek benim için önemli bir konu haline geldi. Ayrıca, Adanalı olduğumu söylediğim ilk anda konunun kebaba ulaşması da bu yemeğin ülkedeki temsiliyeti hakkındaki merakımı körükledi. Bu çerçevede “gıda kimliği” kavramını Adana kebap üzerinden yeniden düşünmeye karar verdim. Adana kebabını Adanalı yapan nedir? Bu yemek yerelde ve ulusalda karşımıza nasıl çıkıyor? Kebap yapmak bir zanaat midir? Kebap yapma ve yeme pratikleri geçmişten günümüze nasıl değişti? Bu değişimleri tetikleyen unsurlar neler oldu? Cebimde bu sorularla yola çıktım ve Adana’ya giderek saha araştırmama başladım. Yaptığım saha çalışması bana bu konunun pek çok dinamiği olduğunu gösterdi. Bu yazıda ise yalnızca birini ele alacağım: Standartlaştırma. Bana sıkça “gerçek Adana kebap”ın nasıl olduğunu sorduklarından bahsetmiştim. Aslında bu gerçeklik meselesi yalnızca kebapla veya yemekle kısıtlı değil. Toplumun her alanında normlaştırdığımız ve belirli tanımlarla çerçevelerini çizdiğimiz pek çok nesne var. Bu nesnelerin gerçekliklerini tanımlar üzerinden düşünüp “ne kadar gerçek” olduklarını sorguluyoruz. Örneğin, Adana kebap bulgur pilavıyla servis edildiğinde kesinlikle gerçek Adana kebap olamaz. Çünkü orijinal kebap bu şekilde servis edilmez. Son zamanlarda yereldeki “orijinallik” meselesini daha çok meştulaştıran konseptlerden biri de coğrafi işaretli ürünler oldu. Bir yemeğin ve/ya ürünün herhangi bir yöreyle bağdaştırılması ve coğrafi yapı üzerinden aidiyet oluşturulmasıyla kurulan bu sistem, ürünlerin üretim, pişirme ve tüketim şekillerini standartlaştırıyor. Bu standartlaştırma ise ürünün üretim ve tüketim pratiklerini kontrol etmeyi kolaylaştırıyor. Ayrıca, ürünü ulusal ve uluslararası pazara dahil etmeyi amaçlıyor. Ülkenin popüler kültüründe genişçe yer edinmiş Adana kebabın da Adana’nın coğrafi işaretli ürünlerinden biri olduğunu belirtmem kimseyi şaşırtmaz sanırım. Türk Patent ve Marka Kurumu’nun 2003 senesinde çerçevesini çizdiği üzere Adana kebabın ayırt edici özelliklerinden bazıları şu şekilde: “etin doğal ortamda ve kendine has bir floraya sahip bölge yaylalarında yetiştirilmiş erkek koyunlardan elde edilmesi”, zırhla kıyılması, etin içinde bulunan kuyruk yağı miktarı, 1 porsiyon kebabın 120 gram olması, kebap içinde kullanılan baharatlar ve kebapla servis edilen yan lezzetler.·· Bu tanımın dışında kalan Adana kebaplar “orijinallik” konusunda sınıfta kalıyor. Peki durum sahada nasıl? Farklı ustaların farklı Adanaları Kebap ustaları ve kasaplardan oluşan (bazı görüşmeciler hem kebap ustası hem de kasaptı) 26 kişiyle yaptığım derinlemesine görüşmeler ve şehirdeki deneyimlerime dayanarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, tek tip bir kebap tarifi veya kebap tüketim biçimi yok. Konu özellikle kullanılan et ve baharata geldiğinde kebap ustaları birbirinden tamamen ayrışıyor. Kimisi kıymaya dana eti karıştırıyor, kimisi ise dana eti karıştırmanın “amatörce” olduğunu söylüyor. Görüşmecilerden biri şöyle dedi: “Koyun eti ve kuyruk yağının oranını iyi ayarlarsanız dana eti karıştırmaya gerek kalmaz. Dana etini büyük miktarlarda üretim yapanlar karıştırıyor ki, kıymayı zırhta değil, makinede kıyarken et dağılmasın ve şişlendiğinde ateşe düşmesin. Ben bu işi 30 yıldan fazladır yapıyorum ve günde 10-15 kilogram kıyma işliyorum. Bu miktarı zırhta çekmek ve eti layığıyla işlemek mümkün oluyor. Bu yüzden seri üretim yapar gibi kebap yapan yerlerle üretim şeklimiz aynı değil.” Dolayısıyla, kebabın tarifinin pek çok etkene bağlı olarak değiştiğini hatırlatmak isterim. Üretimin büyüklüğü bu etkenler arasında belirleyici bir rol oynuyor. Şehirde öğle vaktinden başlayıp gece geç saatlere kadar çalışan ve birden fazla şubesi olan kebapçıların günlük işlediği kebap kıyması miktarı 300 kilogramı aşıyor. Diğer yandan, yalnızca öğle vaktinde servis veren ve tek şubesi olan kebapçıların işlediği kıyma miktarı haliyle çok daha az miktarda. Ayrıca, kebapçıların konseptleri de birbirinden farklı. Akşam servisi olanlar, alkol servis eden ve etmeyen olarak ayrışıyor. Alkollü mekanlarda kebabın yanında mezeler ve salatalar da tercih edilebiliyor. Yalnızca gündüz servis edenlerin çoğunlukla alkolsüz servisi oluyor ve kebap ön plana çıkıyor. Bir de şehrin vazgeçilmezi olan tablacılar var. Tablacılardaki yan lezzetler ise kebabın yanında veya dürümün içerisinde servis edilen tablacı salatasıyla sınırlı ve şehirdeki birçok insan bunun “has kebap” olduğunu belirtiyor. Aynı şekilde, kıymada kullanılan baharatlar konusunda da bir fikir birliği yok. Temel olarak kullanılan ürünler toz biber, pul biber, taze kapya biberi ve tuz olarak sabit olsa da ustaların tarifleri birbirinden farklı. Bir usta yalnızca toz biber ve tuz kullanırken, diğer usta pul biber koymadan kebabın istediği lezzete ulaşamayacağını söylüyor. Bir ustaya göre, kapya biber kıyma harcına kebap şişlenmeden hemen önce eklenir. Eğer öncesinde eklenirse kapya biber suyunu bırakır ve bu da kıyma harcını istenmeyen bir kıvama getirir, sulandırır. Usta tam bu noktada büyük operasyonları eleştirerek, “kebapçıların Burger King’i” konumuna gelen operasyonların işi zanaatkarlıktan seri üretime taşıdıklarını ve dolayısıyla kapya biberi kebabı ateşe koymadan hemen önce eklemek gibi ince nüansları kaçırdıklarını düşünüyor. Ustaların birbirlerini eleştirmeyi bırakacaklarını hiç sanmıyorum. Aynı şekilde, hangi kebapçının “daha iyi” kebap yaptığıyla da ilgilenmiyorum. Yukarıdaki örnekleri düşündüğümüzün aksine tek tip bir kebap üretme şekli olmadığını göstermek için verdim. Bu örnekler pek çok konuda çoğaltılabilir. Örneğin, kebabın yanında servis edilen mezeler ve yemeğin alkolle tüketilip tüketilemeyeceği de ustalar arasında büyük tartışma konusu. Ben bu noktada durarak parmak basmak istediğim asıl konuya geri dönmek istiyorum. Birçok konuda olduğu gibi kebabın da tek bir doğru tarifi, üretim ve tüketim şekli yok. Bu sebeple Adanalıların sıkça duyduğu “En iyi kebap nerede yenir?” sorusunun da bir yanıtı yok. Belki de sorumuzu en iyi, en gerçek ve en orijinal kebabı bulmak üzerine sormak yerine çoğulculuklarına odaklanmalıyız. Yani, günlük hayatımızda bize sürekli dayatılan standartlaşma ve tekilliğin aksine, bir yemeği yapmanın, bir tartışmayı yürütmenin, bir ürünü işlemenin birden fazla yolu olduğunu hatırlayıp hatırlatabiliriz. Bunu yaptığımızda mutlak bir “öz”e ulaşmak yerine, hayatımızı ve yediğimiz yemekleri daha lezzetli hale getireceğimize inanıyorum. Hayır, taratordan bahsetmiyorum. Aynı zamanda “tahin salatası” olarak adlandırılan, temel olarak tahin, limon, maydonoz ve/ya marul, tuz ve sarımsaktan oluşan bir mezeden bahsediyorum. Türkiye’de kendisine şimdiye kadar yalnızca Adana, Mersin ve Antakya’da rastladım. · Daha ayrıntılı incelemek isteyenler için: https://ci.turkpatent.gov.tr/cografi-isaretler/detay/37930.
- Karanlıktan Işığa: Antakya’da Hanuka ve Kerebiç
İbrani takvimine göre her yıl Kislev’in 25’ine denk gelen Hanuka bayramı bu sene tüm dünyada 18-26 Aralık 2022 tarihleri arasında kutlanıyor. Sizlerle Işıklar Bayramı Hanuka vesilesiyle bu bayramın tarihçesini, anlamını ve olmazsa olmaz tariflerimizi paylaşmaktan büyük bir keyif duyuyorum. Etimolojik olarak Hanuka’nın İbranice’de kelime anlamı adamak, ithaf etmek, kutsamak (לַחֲנוֹך/חנך) anlamına geliyor. Neyi adamak diye içinizden düşünüyorsunuzdur; gerek İbranice dilinin derinliği ve kendi içindeki bağlantıları gerekse bayramların dil ile etkileşimi oldum olası beni etkilemiş, ilgimi çekmiştir. Tarihsel olarak andığımız ve kutladığımız olay, dini ve kültürel gereksinimlerini baskı altında yaşamak zorunda kalan Yahudilerin milattan önce 2. yüzyılda Seleukos (Seleucid) İmparatorluğu’na karşı başarıyla sonuçlanmış başkaldırısıdır. Yunan ve Helenistik uygarlığının başlamasıyla Suriye toprakları bu medeniyetten etkilenmiştir. İkinci Tapınak zamanında bulunan altın Menora (7 kollu şamdan) her gün Kohen HaGadol (İkinci Tapınak dönemi Yahudiliğin baş dini görevlisi) tarafından yakılırdı. Yeruşalayim’i ele geçiren Yunanlılar putlar aracılığıyla tapınağın kutsallığına zarar vererek Tevrat öğrenme ve Şabat’a bakmanın yanı sıra, Menora yakımına da izin vermediler. Yahudiliğin sözü edilen başlıca gerekliliklerinden bir başkası olan erkek çocukların sünnetleri de ölümle cezalandırılacaktı. Zamanında Seleukos İmparatorluğuna bağlı Judea’yı geri almayı başaran Yahudi ordusu Makabiler başkaldırının sonunda yendiler. Tapınağı geri aldıklarında Menora’yı yakmak için temiz yağ yalnızca bir günlük vardı. Hanuka’nın mucizesi ile 1 günlük yağ, 8 gün dayandı. Günümüzde dünyanın her yerindeki Yahudiler Hanukiya’da (9 kollu şamdan) yakarlar. Hanukiya’nın ortasındaki, diğerlerine göre daha yukarıda bulunan kola Şamaş (שמש, “Görevli”) ismi verilir ve bu kol her gün yanar ve diğer sekiz mumun yakılması için kullanılır. Bu yazıdaki kapak fotoğrafında daha az belirgin olan Şamaş genellikle öne çıkar. Hanuka bayramına özgü bir oyun da var: Sevivon. Topaca benzer ve her yüzünde bir İbranice harf bulunur. Bu harfler diasporada, נ (Nun), ג (Gimel), ה (Hei), ש (Shin)’dir; İsrail’de ise ש (Shin)’in yerini פ (Pei) alır. Bu mucizenin gerçekleştirdiği İsrail topraklarına atıfta bulunur, פ yani “Burada (פה)”. Bir inanışa göre Yahudi öğrenimini kısıtlayan halk çalışmak için daha ıssız yerlere, mağaralara geçerler. Yakalanmamak için de sevivon oynamaya başlamışlardır. Bir diğer adı da Dreidel (Yidiş) idir. Başka bir anlatıya göre, dreidel Ortaçağ Avrupa’sına dayanan “teetotum” kumar oyununun Yahudi versiyonudur. Kullanımının antik döneme de dayandığı söylenir. Diğer versiyonda aynı harfler bu sefer; נישט; nisht-hiçbir şey, גאַנץ; gants-tamamı, האַלב; halb-yarısı, שטעל אַרײַן ;shtel arayn-koymak [bu durumda para] anlamına gelir. Hem Dreidel hem de Sevivon, bahsedilen dillerde “dönmek”ten gelir. Kaynak: https://www.israel21c.org/everything-you-ever-wanted-to-know-about-the-hanukkah-dreidel/?fbclid=IwAR0lji3zRhSARAv7z0LPSyd0gvVF-yYSKLE4_0RS9CczKtZOOGq-QrA_QvI Hanuka hikâyesinden çıkarabileceğimiz birçok öğreti var. Bunları günümüz dünyasıyla ilişki kurmak için mevcut araçlar olarak görüyorum. Aynı zamanda etrafımızda gerçekleşen sosyal; kültürel; dini; siyasal vb. birçok olaya bakış açımıza da yansıyabilen öğretiler olarak değerli bir yer taşıyor.“Öteki”nin hem günümüzde hem de tarih boyunca değişmesi gereken olarak görüldüğü durumlara atıfta bulunan çeşitli örnekler bulunuyor. Hanuka hikâyesinde, çevresine benzemeye zorlanan bir halkın hayatta kalma mücadelesini ve “kendi” olma uğruna direncini görüyoruz. Tasarımı Asher Kalderon’a ait olan posta pulu Judah Makabi’yi elindeki zeytinyağı testisiyle resmediyor. Görsel kamuya aittir. Sanatçının diğer pullarına buradan ulaşabilirsiniz: https://www.akalderon-arts.com/stamps--coins Hanuka’da yapılan tatlılar Tarihçe ve felsefe kısmından tarif kısmına hızlı bir geçiş yapalım, biraz da ağzımız tatlansın. Hanukah genellikle Sufganiyot’la özdeşleştirilir. En sadesinden en gösterişli Sufganiyot’a kadar fazlasıyla seçenek bulabileceğimiz oldukça lezzetli bir tatlı Sufganiyot. Hanuka’nın gelişiyle benim de bayramın en can attığım kısımlarından biri. Şalom ArtıOnsekiz’den ekip arkadaşım Orli Güner’in tarifiyle “Genç Mutfak” köşemizde yayımlanan Sufganiyot tarifi de var ama burada da güzel bir Sufganiyot tarifi vermiş olalım: Sufganiyot Malzemeler: Ilık su |2 ajda (büyük boy) çay bardağı Kuru maya| 12 gr Şeker| 2 yemek kaşığı Sıvı yağ|1 kahve fincanı Yumurta|1 Adet Vanilya|1 paket Limon kabuğu rendesi|İsteğe göre Un (elenmiş)|4,5 - 5 su bardağı Sıvı yağ| kızartmak için Tercih ettiğiniz marmeladı kullanabilirsiniz|İç dolgusu için Pudra şekeri|üzeri için Tarif: 1. Kuru maya, ılık su ve şeker ile açılır. 2. İçerisine yağ, yumurta ve limon kabuğu katılır, karıştırılır. 3. Homojen hale geldikten sonra vanilya eklenir. 4. Bu aşamada un kontrollü şekilde ilave edilmelidir. 5.Hamur kıvam alana kadar yoğurulur, yuvarlanır. 6. Üzerine un serpilir ve hava almayacak şekilde örtülerek (1 saat) mayalanmaya bırakılır. 7. Dinlenen hamur, unlanmış tezgâha alınır. Oklava yardımıyla açılır. 8. Bardak veya kalıp kullanılarak kesilir, şekillendirdikten sonra ikinci mayalama gerçekleştirilir. (30 dakika) 9. Kızartılmış derin yağ içerisinde renk alana kadar pişirilir. 10.Kâğıt havlu üzerine alınarak fazla yağından arındırılır. 11. Soğuduktan sonra, içleri istenilen marmelat ile doldurulur. 12. Pudra şekeri serpilerek servis edilir. Bu tariften 30 adet Sufganiyot elde edebilirsiniz Görsel kaynakları (1-2, soldan sağa): 1) https://chicago.eater.com/maps/best-sufganiyot-hanukkah-jelly-doughnuts 2) https://debbestfood.com/2020/12/05/israel-sufganiyot-guide-hanukah-2020/ Sufganiyot Antakya’da pek yapılmaz. Onun yerine Antakya Yahudi geleneği olarak Hanuka’da Kerebiç tatlısı yapılır. Yazıyı Kerebiç tarifini vererek bitirelim: Kerebiç Malzemeler: Tereyağı|2 bardak Su| 1 Bardak Tuz| 1 çimdik Toz Şeker|2 yemek kaşığı Un|aldığı kadar Kabartma tozu|1 paket Ceviz|iç malzemesi için Tarçın|iç malzemesi için Tarif: 1.Bu malzeme ceviz büyüklüğünde parçalara ayrılır ve içli köfte yapar gibi incecik açılır. 2. İnce doğranmış ceviz ve tarçın karıştırılır. 3.Hamurun içine minik doğranmış ceviz tarçın harcından doldurulur ve kapatılır. 4. Tüm hamur bu şekilde yapılır 180 derece fırında yüzü pembeleşene kadar pişirilir 5.Antakya’ya özgü köpük (natef) denilen beyaz köpüğe batırılarak yenilir. Afiyet olsun, Hag Hanuka Sameah! Hanuka’nın ışıkları tüm dünyayı aydınlatsın ki biz de bir başka bayramda görüşelim… Tarihsel ve dini bilgiler için yararlanılan kaynaklar: https://www.myjewishlearning.com/article/the-maccabean-revolt/ https://www.chabad.org/holidays/chanukah/article_cdo/aid/603267/jewish/What-Is-a-Dreidel-Sevivon.htm
- Pascale Azar Chane: ‘Antakya’da bir Vilyam Azaroğlu Caddesi olması gerekir’
Geçtiğimiz aylarda “Modern Antakya’nın Mimarı” Vilyam Azaroğlu’nun mesleki hayatı ve Antakya’ya katkıları üzerine Şerif Süveydan imzalı iki bölümden oluşan bir yazı yayınlamıştık. Bugün de Vilyam Azaroğlu’nun kızı, kendisi de babası gibi mimar olan Pascale Azar Chane’le, babasıyla hatıralarını, Antakya’ya katkılarını konuştuğumuz, bizi Vilyam Azaroğlu’nun düşünce dünyasında gezintiye çıkaran bu röportajı sizlerle buluşturuyoruz. Röportaj: Can Terbiyeli Vilyam Azaroğlu nehna okuyucularının aşina olduğu bir isim. Ama biz bu röportajda Vilyam Bey’in hayatıyla ilgili detaylara inmek istiyoruz. Bu sebeple öncelikle sizi ve ailenizi kısaca tanıyabilir miyiz? Merhaba! Her şeyden önce, babama gösterdiğiniz bu ilgi için çok teşekkürler. Onunla ilgili sorularınıza cevap vermek çok gurur verici. Babam, 1927 yılında Antakya’da doğdu ve üç erkek kardeşin (Vedat ve Dimitri) en küçüğüydü. Gençliğinin büyük bir kısmını yurt dışında geçirdikten sonra 1955’te Antakya’ya döndü ve annem Siham Huri ile 1967’de Lübnan’da evlendi. Annem, o zamanlar ailesiyle Halep’te yaşıyordu. O da babam gibi Arapça ve Fransızca konuştuğu için Antakya’ya geldiği zaman Türkçe bilmiyordu. Ben, ablam Pauline ve kardeşim Pia Antakya’da doğduk. İlkokula başlayıncaya kadar sadece Arapça konuşuyorduk. Liseyi Antakya’da bitirdikten sonra, Fransa’ya, Fransızca öğrenmeye gittik, sonra da okumak için orada kaldık. Ben Paris’te mimarlık okuduktan sonra evleninceye kadar orda yaşadım ve mimarlık bürolarında çalıştım. On yedi senedir New York’tayım, iki çocuğum var. New York’ta kendi kurduğum mimarlık şirketimde baba mesleğini sürdürüyorum. Ablam Pauline hala Paris’te ve kardeşim Pia Cenevre’ye taşındı. Annem de Antakya’da… Ailemizin fertleri faklı ülkelere dağıldı. Bu yüzden her yaz mutlaka Arsuz’da bütün aile bir araya geliyoruz. Babanızın çocukluğu ailesine ait olan eski bir Antakya evinde geçiyor. Daha sonra bu bina Antakya Katolik Kilisesi’ne dönüşüyor. Bu evin kiliseye dönüşmesi hangi tarihlerde ve nasıl gerçekleşiyor? Babamın çocukluğu 12 yaşına kadar bugün Katolik kilisesine dönüşen çok güzel bir Antakya evinde geçti. Taş döşemeli bu evin büyük avlusunda kardeşlerimle ve kuzenlerimle çok güzel hatıralarım var. Bu iki katlı evin, iki salonu, portakal ağaçlarıyla dolu bahçeleri vardı. Etrafı kesme taştan yapılan duvarlarla çevriliydi. O zamanlarda inşa edilen evler gibi mutfağı karanlıktı fakat avluya açılan pencereleri salonu ve yatak odalarını çok güzel bir güneş ışığıyla aydınlatıyordu. Babam 1963 yılında kendi tasarladığı Grek Katolik kilise projesinin durdurulmasıyla büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ve bu yüzden çocukluğunun bir simgesi olan bu evin bir ibadet evi olmasını istedi. 1977’de Katolik kilisesine dönüştürülen bu evde daha sonra büyük restorasyon çalışmaları oldu. Bugün bu kilisede 18 yataktan oluşan dokuz odalı ve dört banyolu bir misafirhane de bulunmaktadır. Kiliseye en son babam, çocuklarım ve eşimle gittim. Çocuklarımın bu evi keşfetmesi, babamın heyecanla paylaştığı anılar hepimizi çok duygulandırmış, bu hikâyenin bir parçası olmaktan çok gurur duymuştuk. Vilyam Bey’in hayatı aslında Antakya’nın 1939’da Türkiye’ye katılmasıyla büyük bir değişikliğe uğruyor ve Vilyam Bey eğitimine devam etmek için Beyrut’a gidiyor. Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı Vilyam Bey’i ve ailesini nasıl etkiliyor? Babanızın bu döneme ilişkin paylaştığı anıları var mıdır Babam 1927 yılında, Antakya Fransız işgali altında, Suriye’ye bağlı iken doğdu. St. Pierre İlkokulunu bitirdikten sonra, 12 yaşında eğitimine kardeşleriyle birlikte Lübnan’da College de la Sagesse yatılı okulunda devam etti. Ne yazık ki Lübnan’daki savaş yüzünden dört sene ailesini ziyaret edememişti. Küçüklüğünden beri Fransız hayranı olmasının yansıra, Beyrut’ta aldığı Fransız eğitim babamı Fransız kültürüne daha da bağlamıştı. Abisi Vedat Amcam, yaşantısına Beyrut’ta devam etmiş, diğer abisi Dimitri Amcam, diş hekimliğini okuduktan sonra Antakya’ya yerleşmişti. Babam tahsiline devam etmek için 1946’da Fransa’ya giderek ailesinden daha da uzaklaşmış. Mimarlık eğitimini Paris’te Ecole des Beaux Art’da beş senede tamamladıktan sonra İsviçre’de Fribourg üniversitesinde şehircilik üzerine yüksek lisans derecesini almış. 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı, ailesinde çok büyük bir etki yaratmasa da babam için durum farklı olmuş. Lübnan ve Avrupa’da aldığı eğitim sırasında uzun yıllar ayrı düştüğü Antakya’ya döndüğünde, bambaşka bir şehirle karşılaşmıştır. Caddelerde konuşulan dili anlayamamak en büyük zorluklardan biri olmuş. Fakat girişimciliği, mesleğine olan tutkusu ve başarısı onun bu şehre uyum sağlamasına çok yardımcı olmuş. Babam Fransa’ya olan zaafına rağmen, tarih ve kültürüyle eşsiz bir zenginliğe sahip olan bu şehri zamanla herkesten daha çok benimsemiş, seneler boyunca Antakyalı olmaktan çok gurur duymuştur. Yükseköğrenimini Fransa ardından da İsviçre’de yapıyor. Belki de hayatının geri kalanını Avrupa’da geçirmeyi planlarken, beklenmedik bir şekilde Antakya’ya yerleşmeye karar veriyor. Bu kararın sebebi nedir? Eğitimini tamamladıktan sonra Paris’te çalışmaya başlıyor. Babaannem senelerdir göremediği oğlunun hasretiyle yaşadığı için, babamın Antakya’ya geri dönmesi için ısrar ediyor. Bir ziyareti esnasında dedem ona ilk projesini buluyor. Bu vesileyle babam Ahmet Rıza Eryılmaz’ın villasını çiziyor. Tasarımı beğenen Antakyalılar, ondan başka projeler istiyor. Büyük pencereleri geniş balkonları, ışıklı salonları ve kullandığı kaliteli malzemelerle, Antakyalılar yaptığı villalara bayılıyor. İçinde bir sıkıntı hissetmesine rağmen Antakya’da kalmaya karar veriyor. O zamanlar şehirde kentleşme başlamamıştı, Antakya’da sadece iki katlı bahçeli evler vardı. Babam Avrupa’nın da etkisiyle Antakya’ya ilk apartmanı inşa etmek için belediyeden izin ister. Fakat bu durum büyük tepkilere yol açar. İnsanlar “yabancılarla birlikte yaşamamızı isteyen bu deli Fransız mimar da kim?” gibi tepkiler verir. Birçok prosedürden sonra ilk binasını inşa etmek için belediyeden izin alır. Apartmanında daha önce kullanılmamış olan “A la Franga” tuvalet kullanır. Bize meraklıların tuvaleti seyretmek için apartmanın önünde bir kuyruk oluşturduklarını anlatırdı. Antakya’daki ilk asansörlü apartmanı da kendisi inşa etmiştir. Zamanla caddeler onun inşaatlarıyla dolar. Okul, cami, otel ve yüzlerce apartmanla Hatay’ın her yerine eserlerini bırakır. Babanız hayatının geri kalanını Antakya’da geçiriyor. Bir anlamda buranın hayatına ayak uyduruyor diyebilir miyiz? Yoksa kafasında hep Avrupa hayatı var mı demeliyiz? Uzun bir ayrılıktan sonra babam da, Türkiye sınırlarının içine dahil edilen Antakya kadar çok değişmişti. Ama dönme kararının en büyük faktörü olan projeleri, yeni hayatına uyum sağlamasına çok yardımcı oldu. İnşa ettiği apartmanlara olan ilgi artıkça sosyal çevresi genişliyordu. Arapça konuşan müşterilerinin yansıra, kısa zamanda tercüman eşliğinde Türk asıllı Antakyalılara da evlerini satmaya başladı. Kısa zamanda “Mösyö Vilyam’ı” herkes tanır oldu. Aynı anda iki üç apartmanın inşaatını yürüttüğü dönemler oldu. İş hayatının yansıra, ailesinin de Antakya ve İskenderun’da olması adaptasyonuna çok yardımı olmuştur. Gene de kalbi Fransa için atmaya devam etmektedir. Bu boşluğu telafi etmek için Fransa’nın güneyinde deniz kıyısında hasret giderebileceği çok güzel bir yazlık ev alır. Ben ve kardeşlerim liseden sonra Fransızca öğrenmek için bu evde yaşadık sonra da üniversite hayatına Fransa’da devam etmeye karar verdik. Bu karar babamı ziyadesiyle mutlu etmişti. Bize Avrupa’nın kapılarını açmakla belki de kendisi için yapamadıklarını kızları gerçekleştirmiş olacaktı. Neticeye bakılırsa istediği de oldu. Pascale Azar Chane ve Can Terbiyeli Şerif Süveydan’ın babanız hakkında Nehna’ya yazmış olduğu yazının başlığı ‘Modern Antakya’nın Mimarı’. Siz de bu süreçte Antakya’da doğdunuz ve çocukluğunuz Antakya’da geçti. Siz bir mimar olarak bugünden geçmişe doğru bakınca Antakya’daki bu değişimi nasıl yorumlarsınız? Şerif Bey’le iki sene önce tanıştım ve babamla ilgili yaptığı araştırmalarda ona yardımcı olmaya çalıştım. Yaptığı inanılmaz derecede başarılı çalışmaları için ona ve eşi Evrim Hanım’a tekrar teşekkür etmek istiyorum. Ben Antakya’da doğdum ve hayatımın ilk 16 yılını bu şehirde geçirdim. O zamanlar Antakya’da binalar daha seyrek, araba sayısı daha az olduğu için, bana caddeler daha geniş ve şehir daha düzenli görünürdü. Seneler geçtikçe, kırdan kente göçlerin artması, Antakya’nın nüfusunu ve hayat şeklini çok değiştirdi. Bu göç, sanayinin yoğunlaşmasına, restoran, alışveriş merkezlerinin çoğalmasına ve yüzlerce yeni apartmanın inşa edilip Antakya’nın genişlemesine sebep oldu. Halkı tatmin etmek için yapılan bu hızlı değişimler, ne yazık ki şehirde plansız bir kentleşmeye, mekânsal ve yaşamsal sorunların oluşmasına sebep oldu diye düşünüyorum. Fakat hızlı kentleşmenin yansıra, Antakya’nın kimliğini korumak, tarih, kültür ve mimarisini yaşatmak amacıyla belediyenin yaptığı çalışmalar çok başarılı. Saray caddesinin trafiğe kapanışı, eski taş evlerin restorasyon çalışmaları Antakya’ya bambaşka bir zenginlik sağladı. Dar sokakları içinde yer alan havuzlu avlularıyla restore edilen taş evler, kafe ve butik oteller eski Antakya’mıza yepyeni bir hayat verdi. Aslında günümüzde de tüm Türkiye’de olduğu gibi Antakya ve çevresinde de büyük bir ‘kentsel dönüşüm’ yaşanıyor. Maalesef bu dönüşümün mağdurları arasında babanızın yapmış olduğu binalar var. Bu binaların birer birer yıkılması size ne hissettiriyor? Bu durumun beni çok üzdüğünü söylememe gerek yok. Çocukken babamın apartmanları bizim pusulamızdı. Mozaikli cepheleriyle, ferforje korkuluklu ahşap küpeşte balkonlarıyla, geniş pencereli cepheleriyle onları rahatlıkla ayırt eder, bize yönümüzü gösterirlerdi. Arkadaşlarımız da bu apartmanlarda yaşadığı için dışarıdan olduğu gibi içlerindeki, asansörlerini, geniş ve güneşli salonlarını, çok iyi bilirdik. Babam çok iyi bir kent plancısıydı. İnşa ettiği binaları etraftaki çerçeveye uydurmasını çok iyi bilirdi. Antakya’ya her geldiğimde, yüzlerce yeni binanın inşa edildiğini, yeni yolların eklenip yön değiştirdiklerini ve onun binalarının eksildiğini görüyorum. Çocukluğumdaki Antakya’yı tanıyamıyorum. Antakya’da da her şehirde olduğu gibi bir kentsel dönüşüm yaşanıyor. 50 yıllık beton inşaatların yerini yenileri alıyor. Babam inşaatlarında her zaman en kaliteli malzemeleri kullanırdı. Buna ve apartmanların sağlamlığına rağmen insanımız eskiyen evlerine tadilat yapmak yerine onları yeniden inşa etmeyi tercih ediyor ve oturdukları evlerden kolayca vazgeçiyorlar. Babamın inşa ettiği ve beş sene önce yıkılan Ceylan apartmanının resimleri yakın zamanda elime geçti. Buldozerler duvarların içinden çıkan, ağ şekline dönüşmüş demirleri yıkabilmek için günlerce uğraşmışlardı. Tek umudumuz yeni mimarların, babamın inşa ettiği binalarından bir şeyler öğrenebilmesi ve en azından onunkiler kadar sağlam apartmanlar inşa etmeleridir. Seneler zarfında eksilen bu binaların telafisi için, babamın Antakya’ya bıraktığı bu güzel hizmetin bir gün ödüllendirilmesi ve yürüdüğümüz yollardan birine “VİLYAM AZAROĞLU CADDESİ” isminin verilmesi en büyük temennimdir. Bir de Katolik Kilisesi meselesi var. Babanız Antakya’da bir Katolik Kilisesi projesine başlıyor. Hatta bu proje oldukça ilerleme kaydediyor ama devletle yaşanan mülkiyet ihtilafı sebebiyle proje neticelendirilemiyor. Bu projede babanızın bir hayal kırıklığı yaşadığına şahit oldunuz mu? Bu olay 1968’lerde yaşanıyor, o zamanlar ben doğmamışım. Bildiğim kadarıyla Papa St. Paul VI bu projeyi onaylıyor, Vatikan’dan finansman sağlıyor ve bugün vergi dairesi olan arazide temel atma çalışmalarına başlanıyor. Zemin katta büyük bir ilerleme kaydedilmesine rağmen, proje belediye tarafından durduruluyor. Bunun babam için çok büyük bir hayal kırıklığı olduğu aşikâr, özellikle kilise gibi önemsediği bir projeyi gerçekleştirmeyi ve Antakya’ya bir Katolik kilisesi kazandırmayı çok isterdi. Çocukluğunu geçirdiği, ailesinden kalan evin kiliseye bağışlamasının bir sebebi de budur. Biraz Antakya merkezin dışına çıkarsak Vilyam Bey’in 1960’ların başında Arsuz Oteli’ni ve yine Arsuz’un ilk apartmanlarını yaptığını biliyoruz. Azaroğlu’nun Arsuz’a olan bu özel ilgisinin kişisel sebebi var mıydı? Babam Antakya’ya gelmeden önce Lübnan ve Fransa’da tatillerinin bir kısmını deniz kıyısında geçiriyordu. Deniz kıyısında tatil yapmak o zamanlar Hatay’da çok alışılmış bir durum değildi. Genellikle insanlar tatillerini Batıayaz gibi yaylalarda geçirirlerdi. Rahmetli Alaattin Mıstıkoğlu babamdan Arsuz’da bir otel tasarlamasını istediği zaman bu küçük köyün bugün bu duruma gelebileceğini hayal etmemişti ama tanıdıklarımızla birlikte tatil yapabileceğimiz en uygun yerin burası olacağını düşünmüş, ilk 2 apartmanı oraya inşa etmişti. Arsuz Oteli, Arsuz Çayı’nın Akdeniz’e döküldüğü noktada yer alır. Babam konumuyla kendine çok has özelikleri olan bu otelin ilk binasını 1962’de, hizmet kapasitesini genişletmek için, ikinci binasını 1980’de inşa etti. Bu otel, lokanta, bar, büfe, toplantı salonu, voleybol, masa tenisi, bilardo imkanları olan ve en önemlisi senelerdir müdavim olan müşterilerini bir araya getiren çok eşsiz bir yerdir. Otel projesinden sonra, babam apartmanların inşaatına başladı. Deniz manzaralı beş katlı bu modern apartmanların dairelerini satmakta hiç güçlük çekmedi. Bugün bu binalar, cepheleri, farklı korkulukları, kapatılmış balkonları ve gelişi güzel serpiştirilmiş klimalarıyla özgünlüğünü tam olarak korumamış olmalarına rağmen, ailemiz gibi olan kırk yıllık komşularımızla yaz tatillerimizi geçirdiğimiz en keyifli yerlerdir. Siz de ‘baba mesleği’ olan mimarlık mesleğiyle uğraşıyorsunuz. Bu mesleği seçmenizde şüphesiz ki babanızın etkisi vardır. Size göre babanızın önemli eserleri hangileri olarak sayılabilir? Babam hiçbir zaman bize ne okumamız gerektiğini söylemedi. Kendi fikir ve kararlarımıza çok saygı gösterirdi. Buna rağmen meslek seçimimde babamın çok etkisinin olduğu aşikâr. Çocukluğumuzda annem Türkçe bilmediği için okuldan sonra ödevlerimizi yapmak için babamın mimarlık bürosuna giderdik. O zamanlar bürosunda çalışan Ferhan Kuseyri ve Muzzeyen Haytoğlu’nun üzerimizde çok emeği vardır. Her gün ödevler bittikten sonra babamın projelerini seyreder, maketlerine yardımcı olurdum. O zamandan beri mesleğimi seçmiştim. Babamın bütün binalarını çok beğenirim. Favorim, çocukluğumu geçirdiğim 1970 yılında inşa ettiği Çiçek apartmanıdır. Annem hala orda yaşıyor. Bu bina benim Antakya’daki en önemli röperimdir. Manevi öneminin yansıra bu apartman, ebatları ve hafif arondi formuyla konumuna tamamıyla entegre olup, üzerinde yer aldığı arazinin şeklini çok ustaca biçimlendiriyor. Mozaik cephesi, geniş pencereleri, kendine has korkuluk tasarımıyla bence çok başarılı bir eser. Vilyam Bey’in bir de Antakya Ortodoks Kilisesi Vakıf Başkanlığı süreci var. Bu süreç nasıl yaşandı? O döneme ait hatıralarınız nedir? 1960’larda Ortodoks Kilisesinin Vakıf Başkanı seçiliyor, her dönemi beş sene süren bu başkanlığı iki dönem üst üste yapıyor. O zamanlar daha doğmamışım, neticesiyle hiç hatıram yok. Bu on sene süren başkanlığın yansıra evlendikten sonra Belediye Meclis Üyesi olarak da görev alıyor. Belediyedeki imar planlarını inceleyip, çevre düzen planlarının oluşturulmasına yardımcı oluyordu. Biraz da Vilyam Bey’in karakterini sormak istiyorum. Nasıl bir insandı? Dahası nasıl bir babaydı? Yoğun bir çalışma temposu olması lazım. Size vakit ayırabiliyor muydu örneğin? Babam o neslin babaları gibi, çocukken bizimle biraz mesafeliydi. Ona çok saygı duyar, hiç üzmemeye çalışırdık, açıkçası biraz da çekinirdik. Vaktinin büyük kısmını bürosunda projeleriyle geçirirdi. Mösyö Vilyam kendine özen gösterir, haftanın yedi günü kravat takardı ve yırtık kotlardan nefret ederdi. Davranışlarıyla, yemek masasında çatal bıçak kullanışıyla bize eşsiz bir örnekti. Çok klasik bir tarzı olmasına rağmen, fikirleriyle çok ileriye dönük ve modern bir babaydı. Çocukluğumuzda babamla genellikle aile programlarında, bürosunda ve akşam yemeklerinde beraber olurduk. Onunla ilk defa 16 yaşında Fransa’ya tatile gittiğimde baş başa vakit geçirdim. Bu yolculuk yakınlaşmamıza ve onu çok daha iyi tanımama vesile oldu. Beni Fransa’yla, geçmişinin anılarıyla tanıştırdığı için çok mutluydu. Onun aslında ne kadar hassas ve yumuşak biri olduğunu keşfedip çekinmem için hiçbir sebep olmadığını anladım. Babam çok yaratıcı, mükemmeliyetçi, çalışkan ve herkese karşı çok dürüst bir insandı. Haksızlığa gelemezdi. Çok açık sözlü olduğu için, içinden gelen her şeyi söyleyebilir, kimse ona darılmazdı. Onunla tavla oynamayı, gençliğinde öğrendiği ve hayatının sonuna kadar unutmadığı Fransızca şiirleri dinlemeyi çok severdim. Babam ruhunu Fransa’da bırakıp Antakya’ya yerleşen fakat Antakya’yı da bir o kadar seven, çok başarılı bir mimar ve eşsiz bir babaydı. Son olarak sizin babanızla ilgili hislerinizi merak ediyorum. Antakya gibi bir şehre iz bırakmış bir mimarın kızı olmak nasıl bir duygu? Babamı iki sene önce pandeminin en zor döneminde kaybettik. Yaşından da ötürü uzun zamandır rahatsızdı. Büyük bir şans eseri, vefatından iki gün önce Amerika’dan bir uçak bulup onu görmeye yetiştim. Elini tutup ona veda edebildiğim için çok şanslıydım. Bu dünyayı terk etmeden önce, çocuklarından birini beklemiş gibiydi. Babamın, üzerinde binlerce saat harcadığı projeler, birçok şehirde inşa ettiği okul, otel, cami ve sayısı yüzleri aşan apartmanlar, Hatay’a ve Hataylıların yaşam tarzına getirdiği yenilikler çok ender kişilerin ulaşabileceği bir başarıdır. Uzun yıllar ondan uzak yaşamama rağmen, babam kişiliği ve profesyonel kariyeriyle bana hep örnek olmuş, paylaştığımız ortak meslek tutkusu aramızda güçlü bir bağ oluşturmuştu. Bana bıraktığı en güzel miras, mesleğine duyduğu tutkuyu aşılamaktı. Vefatından beri kardeşlerimle devamlı onun söylediği sözleri tekrarlayıp, onu sık sık anıyoruz. Yanımızda olmasa da devamlı kalbimizde yasayan bu eşsiz insanın kızları olmaktan üçümüz de çok gurur duyuyoruz. Öne çıkan görsel: Vilyam Azaroğlu şimdiki Katolik Kilisesi olan babasının evinde, kızı Pascale ve torunları Sarah ve Theodore-William Chane’le birlikte…
- Antakya ve çevresinde isim günü kutlamaları
Antakya, farklı etnik, dini ve kültürel kimliklere yüzyıllardır ev sahipliği yapmış toplumsal değerleri korumuş, bu konularda sadece Türkiye’de değil Orta Doğu coğrafyasında önlerde yer almış ve almaya da devam eden bir kenttir. Antakya’nın yanı sıra İskenderun, Samandağ, Arsuz ve Altınözü de bu çoğulcu ev sahipliğinin gereğini yerine getirmeye devam eden yerler. Hatta bence bu ev sahipliği halkasını biraz daha büyütebiliriz. Adana, Mersin ve Tarsus da etnik, dini, sosyal ve kültürel açıdan geleneklerini korumaya çalışan farklı kimliklere kucak açıyor. Bugün bu geleneklerden birini, özellikle Ortodoks Hıristiyanların hala kutladığı “isim günü”nü anlatmak istiyorum. Önce bu konuda mevcut ansiklopedik bilgilere bir göz atalım. Vikipedia’da aşağıdaki bilgiler yer alıyor. İsim günleri geleneksel olarak insan isimlerini yılın her bir gününe yayarak o adı koyanlarla birlikte kutlanmasıdır. Katolik ve Doğu Ortodoks ülkelerinde daha yaygın olmasıyla birlikte İsveç, Norveç ve Finlandiya‘da da uygulanmaktadır. Örneğin, İsveç’te 28 Ocak’ta Karl (bazen Carl şeklinde de yazılır) ismi vardır; ve İsveçliler Kral Carl Gustaf‘ı ve adı Karl olan herkesi bu günde kutlar. Aynı siteden indirdiğim fotoğrafta, İsveç’te 1712 yılına ait isim günleri listesini görüyoruz. Başka bir sitede ise isim günü için aşağıdaki bilgiler yer alıyor. İsim günü kutlamaları temel olarak kişinin ismi eğer Hristiyan inancında bir Aziz adı ile aynı ise kutlanmaktadır. Özellikle de Ortodoks ve Katolik inanca sahip olan Avrupa ülkelerindeki toplumlarda yeni doğan bebeklere Hristiyan Azizlerinin isimleri verilmektedir. Önemli toplumsal bir gelenek olan bu uygulama yüzlerce yıla yayılmaktadır. Hristiyan inancına göre Aziz olarak kabul edilmiş olan aynı isimdeki kişilerin(Azizlerin) doğum günü isim günü olarak kutlanmaktadır. Hristiyan Azizleri ile aynı adı taşıyan kişiler, her yıl bu Azizlerin doğum gününü isim günü olarak kutlamaktadır. Bu şekilde hem kendi ismini hem de ismini taşıdığı Azizi onurlandırmayı amaçlamaktadır. Bu kutlamalar ağırlıklı olarak aile bireylerinin bir araya gelerek, vakit geçirdiği etkinlikler şeklinde gerçekleştirilmektedir. İsim günü kutlamaları her yıl gerçekleştirilen ve ağırlıklı olarak Avrupa kıtasındaki Hristiyan toplumlar tarafından kutlanmaktadır. Her insanın isim günü, doğum gününden farklı bir günde kutlanmaktadır. Orta Çağ dönemindeki Ortodoks ve Katolik Hristiyan inancına sahip toplumlar tarafından yaygın şekilde kutlanmakta olan özel bir gün kutlama geleneğidir. Yazımın başında belirttiğim Antakya, İskenderun, Samandağ, Arsuz ve Altınözü ve Mersin’i bu anlamda “bizim yöreler” olarak adlandırarak konuya devam etmek istiyorum. Bizim yörelerde yaşayan Ortodoks Hıristiyan inancına sahip vatandaşlarımız isim günlerine önem verip kutlamaya devam ediyorlar. Antakya Patrikliği’nin tasarımı ile her yıl bastırılıp inananlara dağıtılan bir takvimden de söz etmeden bu konuya devam etmem doğru olmaz. Takvim aylık olarak hazırlanıyor ve gün kutularında önemli günler için not düşülüyor. Örnek olarak, Ocak ve Nisan 2022 sayfasını aşağıda göreceğiniz takvim sayfalarında, Ortodoks inancına sahip insanlar için önemli bayram ve kutlamaların, oruçların ve isim günlerinin yer alıyor. Aynı takvim sayfalarını dikkatli incelediğinizde, dini perhiz günleri ve bu günlerde tüketilebilecek besinlerin bile yazı veya sembollerle gösterildiğini görürsünüz. Bu takvimin tüm sayfalarının tümünü taradığımda, bizim yörelerde Ortodoks Hıristiyanlar tarafından kutlanan isim günü sayısının bir yılda 27 olduğunu görüyorum. Bu isim günlerinden en çok ön plana çıkanların, 7 Ocak’ta Yuhanna, Hanna, Can, Yanni ismine sahip olanların kutladığı 7 Ocak ve Antonius, Antuvan, Antun isimlilerin günü olan 17 Ocak diyebiliriz. Özellikle 7 Ocak’ta kutlanan Vaftizci Aziz Yuhanna’yı Anma Günü, Ortodoks dünyasında en önemli günlerden birisi. Bu yüzden de kiliselerde görkemli bir şekilde kutlanır. Kutlama, İsa’nın vaftizinin sembolik olarak suyun kutsanarak ayine katılanlara dağıtılması biter. İstanbul’da ve Atina’da da denize haç atma töreni de yapılır. Ocak soğuğunda denizden haçı ilk çıkarıp karaya ulaştırana ödül verilir. Aynı gün Hanna, Can, Yanni adlarına sahip olanlar isim günlerini evlerinde dost ve akrabalarıyla yemek yiyerek ya da ikramlarda bulunarak kutlarlar. Yöremizde evlerde bir sembolik vaftiz töreni daha yapılır, bugün için saklanmış kışlık kavun dualar eşliğinde suda vaftiz edilir ve dilimlenerek beraberce yenir. İsim günü kutlayan aileler, akşam yemeklerini en yakınlarıyla beraber evde veya dışarıda yiyerek isim günü sahibi kişiyi onurlandırırlar. İsim günlerinde, öğleden sonraları özellikle kadınlar en şık elbiselerini giyerek isim günü kutlaması yapılan evlere giderler. Ev ve isim günü sahipleri konuklara illaki likör, kahve ve yanında ev yapımı özel pasta ve çörek ikram ederler. Bu kutlama şekli sayısal olarak azalsa da günümüzde hala ediyor. İsim günü kutlaması, çocukluğumda farkına ilk vardığım ve mutlu olduğum sosyal etkinliklerden birisi benim için. Şöyle ki, isim günleri orta halli bir ailenin çocukları olarak benim ve kardeşlerim için çikolata, pasta ve kurabiye bolluğu demekti. O zamanlar oturması, kalkması ve ikramıyla hane başına yarım saati bulan isim günü kutlamaları için ev ziyaretlerinde bulunan annelerimiz, birkaç evden sonra, ikramları orada tüketemeyip özellikle pasta, çörek ve çikolataları çantalarındaki bir torbaya koyarlardı. Biz çocuklar, -eminim yaşıtlarım da anımsar- isim günü tebriklerine giden annelerimizin eve dönmelerini ve çantalarında taşıdıkları ikramlık pasta, çikolataları bizlere payetmesini heyecanla beklerdik. Torbada biriktirdiklerini bizlerle paylaştıkları anlar mutluluğumuz katlanırdı. Eskileri andıkça isim günlerinin bana mutluluk vermiş olduğunu bir daha görüyor ve bundan sonra da bu geleneğin korunması için özellikle her geçen gün teknolojik nedenlerle yalnızlaşan genç kuşaklara isim günlerinin önemini aktarmayı çok önemsiyorum. Şimdilerde isim günleri kutlamaları, hem ekonomik hem de sosyolojik şartlar nedeniyle daha az yapılır hale geldiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ancak, sizlerle paylaştığım anılarıma benzer anıların bizden sonraki kuşakların da biriktirmesi umudumu hala koruyorum.
- Karma Evlilikler Türkiye’de sosyo-politik ve kültürel yapıları sarsıyor
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren Müslüman olmayan vatandaşlar, seküler ulus-devletin vaat ettiği eşit vatandaşlığın gerçekleşemediği bir politik alanda, gündelik hayattaki ayrımcılıklarla mücadele etmek durumunda kaldılar. Cumhuriyet tarihi boyunca, hem devlet hem toplum tarafından maruz kaldıkları asimilasyon politikaları ve uygulamaları, üretilen ayrımcı pratik ve söylemler Müslüman olmayan toplumların nüfuslarının oldukça azalmasına sebep oldu. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geldiğinde, kurulan yeni hükümet uluslararası insan hakları söylemine bağlı kalacağını taahhüt etmiş ve Müslüman olmayan toplulukları da ilgilendiren birkaç reform paketinin meclisten geçmesinisağlamıştı. Ancak, bu politikalar Müslüman olmayan toplumları içine alan bir yaklaşım konusunda umut yaratmış olsa da son yıllarda artan otoriter eğilimler nedeniyle eşit vatandaşlığa dair umutlar ertelenmek durumunda kaldı. Yaklaşık son 10 yıldır, bir yandan hükümetin toplumun Sünni-Müslüman karakterine yaptığı vurgu ve kamusal ve kültürel alanda sekülerlik karşıtı uygulamalar yoğunlaştı. Bununla beraber yine aynı dönemde Türkiye’de Müslüman olmayan bireylerin gerek kendi aralarında gerekse de farklı mezheplerden Müslümanlarla yaptıkları karma evliliklerde bir artış gözlemlemek mümkün. Bu ironik durum, bizi 2020 yılında yayınlanan Kısmet Tabii adlı kitabımızda, özel alana ve etno-kültürel sınırları tekrardan yapılandıran bu evliliklere odaklanmaya yönlendirdi. Çünkü karma evlilikler, bize Türkiye toplumunda sosyo-politik, kültürel ve toplumsal cinsiyet yapılarının yapısökümüne uğradığı örnekleri gözlemlememiz için bir zemin ve fırsat yaratıyor. Karma evliliklerdeki artış, çoğunlukla Müslüman olmayan toplulukların tecrübe ettiği ölüm oranlarının artışı, doğum oranlarının düşüşü, nüfusun yaşlanması ve göç gibi demografik değişimlerden kaynaklanıyor. Türkiye’de yaşayan Müslüman olmayan nüfus azaldıkça bu toplumların bir arada yaşama pratiklerini devam ettirmeleri olanaksız hale geliyor. Çünkü bu topluluklara mensup bireyler, bundan yaklaşık 15 yıl öncesine kadar kent coğrafyasında geleneksel olarak bir arada yaşadıkları “azınlık mahalleleri”ni terk edip şehrin yeni oluşan yaşam alanlarına dağılıyorlar. Yakın zamanda yayınlanan bir araştırmaya göre, karma evlilikler bu geleneksel etnik kümelenmeleri zayıflatarak bu toplumların mekansal dağılımını da hızlandırıyor. Bu nedenlere bağlı olarak azınlıkların evlilik havuzu daralıyor ve kendi cemaatinden bir eş bulma ihtimali azalıyor. Bununla beraber, genç neslin daha prestijli iş pozisyonlarına sahip olmasını ve daha yüksek refah seviyelerine ulaşmasını sağlayan eğitim seviyesindeki artış ve artan sosyal mobilite faktörünü de dikkate almak gerekiyor. Bu durum, gençlerin kendi dini-etnik grupları dışından insanlarla tanışmalarının yolunu açarak farklı dini gruptan gelen insanlarla tanışmaları ihtimalini artırıyor. Son olarak, yaşanan toplumsal değişimlere paralel olarak, dinin yaşanma şeklinin değişmesi, Türkiyeli genç gayrimüslimlerin dini inançlarını kurumlara bağlı olmadan bireysel olarak yaşamayı tercih etmelerine ve daha seküler, kentli ve modern yaşam biçimlerini benimsemelerine yol açıyor. Böylelikle geniş topluma ebeveynlerinin neslinden daha entegre bir profil çiziyorlar. Karma evlilik oranlarındaki artış, azınlık toplumlarının sosyo-demografik yapılarında bu dönüştürücü değişimler yaşanırken, Müslüman olmayan toplumlar arasında karma evliliklere herhangi bir direnç gösterilmediği anlamına gelmiyor. Ebeveynlerin karma evliliklere çeşitli nedenlerle karşı çıktıklarını gözlemliyoruz: Toplum baskısı, “öteki”ni tanımama, bilmeme kaygısı, toplumun nicel olarak azalmasından dolayı oluşan korkular ve etno-dinsel kimliğin asimilasyonu. Unutmamak gerekir ki, son 100 yıldır Türkiye’deki Müslüman olmayan nüfus sayısı gittikçe azalıyor ve bu durum onları geniş toplumla arasına güçlü sınırlar çizerek kapalı hayatlar yaşamalarını beraberinde getiriyor. Azınlık karşıtı devlet politikalarını da göz önüne aldığımızda, Müslüman olmayan vatandaşlar devlete ve topluma karşı güvensiz, korku dolu ve rezervli bir tutum benimsemek durumunda bırakıldı. Özellikle 60 yaş ve üzeri gayrimüslim vatandaşların tecrübe ettiği ayrımcı pratik ve eşitsizlikler, ailelerin ve toplumların hafızalarına kültürel travmatik anılar olarak kazınmış durumda. Dolayısıyla, son 10-15 yıla kadar kendi toplumlarının dışından bireylerle yapılan evlilikler, azınlık toplumlarının bir kesimi tarafından ihanet olarak kabul görmüş ve bu tür evlilikler özel alanın kırmızı çizgisini oluşturarak tabulaşmışlardır. Bu mevzu söz konusu olduğunda akıllara gelen ilk ve en önemli soru karma evliliklerin, gayrimüslimlerin Türk toplumuna asimilasyonunu hızlandırıp hızlandırmadığıdır. İleri yaşlardaki gayrimüslim bireylerin deneyimlemek zorunda bırakıldıkları olumsuz vatandaşlık pratikleri dikkate alındığında, karma evliliklerin asimilasyonun önünü açtığı iddiasının geçerliliğini görmek de mümkündür; o kadar ki, gayrimüslimler arasında karma evliliğe itirazın arkasındaki temel algıyı bu oluşturmaktadır. Gayrimüslimlerin Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana asimilasyoncu ve ayrımcı politikalara maruz kaldıkları olgusal bir gerçektir. Ancak yaptığımız bu araştırma, karma evliliklerin asimilasyonun arkasındaki ana itici güç olduğunu iddia etmenin o kadar da kolay olmadığını gösteriyor. Araştırmamız, karma evliliklerin, asimilasyona neden olmaktan çok, geniş topluma asimilasyondan/entegrasyondan kaynaklanan demografik ve sosyo-mekansal değişikliklerin bir yansıması olduğunu gösterir. 2000 yılından sonra gerçekleşen karma evlilikleri incelediğimizde, evlilikbirlikteliğindeki gayrimüslim bireyin genellikle kendi kök dini veya kültürel ritüellerini uygulamaya niyetli/meyilli olduğunu gözlemledik. Gayrimüslimlerin, demografik açıdan giderek erimeleri ve asimilasyon tedirginliği nedeniyle varoluşsal bir krizle karşı karşıya olmalarına rağmen, evliliklerinden veya ilişkilerinden önce kendilerini daha az dindar, deist veya ateist olarak tanımlayan gayrimüslimlerin kültürel kökenlerine ve etnik kökenlerine daha fazla sahip çıktıklarını tespit ettik. Ayrıca, karma evliliklerdeki Müslüman eşin, karşı tarafın dini ve kültürel ritüellerini memnuniyetle karşılamaya meyilli olduğunu, çünkü bu gelenek-görenekleri ve ritüelleri bir tür sosyal prestij olarak sahiplendiklerini ve bu değerleri çocuklarına aktarmak için eşleriyle birlikte ortak hareket ettiklerini tespit ettik. Müslüman partnerin gayrimüslim partnere ait etno-kültürel mirasını koruma çabaları, karma evliliklerin genellikle gayrimüslim tarafın dini veya kültürel kimliğini korumaya yardımcı olduğunu da göstermesi açısından önemli. Karma evlilikler, gayrimüslim topluluklar için hayati önem teşkil eden asimilasyon gerçeğini engellemese de bu süreci hızlandırıyor. Bu tür evliliklerde etno-kültürel ritüelleri sürdürmek her zaman kolay bir iş değil. Din değiştirme konusu genellikle karma evlilik gerçekleşmeden önce veya sırasında gündeme geldiğinden bu tip evliliklerdeki ana müzakere alanını çiftlerin (gelecekteki) çocuklarıyla ilgili konu başlıkları -örneğin, çok yakın zamana kadar kimliklerde belirtilen din hanesi, evde çocuğa aktarılacak etno-dinsel kimlik ya da çocukların vaftiz/sünnet edilip edilmeyeceği veya bir sinagoga kaydedilip edilmeyeceği gibi- oluşturmaktadır. Ayrıca, Türkiye’de karma evli çiftlerin birlikte gömülebilecekleri “karma” mezarlıkların olmaması, evliliğin sonraki dönemlerinde bir sorun teşkil etmesinin yanı sıra, sözde laik Türkiye Cumhuriyeti’nde din-devlet ilişkisini anlamak açısından da çok şey ifade ediyor. Karma evlilikler gayrimüslimlerin kamusal alanda karşılaştıkları ayrımcı politikalarla başa çıkmak için özel alanı (yani evliliklerini) kullandığı bir müzakere alanı olarak karşımıza çıkıyor. Kitabımız için görüştüğümüz kişilerden bazıları evlilikleri boyunca karşılaştıkları etno-dinsel kimliklerinden kaynaklı ayrımcılıklarla yüzleşerek mücadele etmeye çalıştıklarını, bazıları ise sessiz kalmayı tercih ettiklerini belirttiler. Bazı eşler, azınlık toplumlarının eşitsiz konumu ve devletin ayrımcı/azınlık karşıtı politikaları nedeniyle kendilerini dışlanmış hissettiklerini, ilişkilerine en başından “mağlupmuş gibi” başladıklarını hissettiklerini itiraf ettiler. Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklarla ilgili literatür ağırlıklı olarak kamusal ve siyasi alana odaklansa da bu örnekler bize, çiftlerin özel alandaki deneyimlerinin, çoğunluk ve azınlık toplulukları arasındaki sosyal eşitsizliğin nasıl olduğunu anlamak adına genellikle bir turnusol testi görevi gördüğünü gösteriyor. Karma evlilikler, aynı zamanda Türkiye’de gayrimüslimlere yönelik ayrımcı uygulamalarla başa çıkmak adına, çiftlerin kullandığı stratejiler aracılığıyla sosyo-politik ve kültürel yapıların nasıl yeniden inşa edildiğine dair de ipuçları sunuyor. * Bu yazının İngilizce orijinali, 10 Mayıs 2021 tarihinde Berkley Center for Religion, Peace and World Affairs’ta yayınlanmıştır.
- Brezilya’nın bağımsızlığının 200. yılı ve Arap Hıristiyanlar
7 Eylül’de Brezilya’nın İstanbul Başkonsolosluğu Brezilya’nın bağımsızlığının 200. yıldönümünü için bir kutlama düzenledi. Bu günde, dünyanın farklı coğrafyalarında 7 Eylül 1822’de Brezilya’nın Portekiz İmparatorluğu’ndan resmen ayrıldığını ilan eden Bağımsızlık Bildirgesi anılır. Brezilya’nın bağımsızlık ilanından tam 200 yıl sonra Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’nde düzenlenen etkinliğe ben de katıldım. Yurtdışında yaşayan Brezilyalıların da çeşitli STK’larla beraber yer aldığı etkinlikte, Brezilya İstanbul Başkonsolosu Regina Maria Cordeiro Dunlop’un konuşması dikkatimi çekti. Konuşmasında aynen şu sözleri söyledi: Brezilya-Türkiye İlişkileri, 1858’de ülkelerimizin Dostluk, İkamet, Ticaret ve Seyr-i Sefain Anlaşması’nı imzaladığı zamanlara kadar uzanır. O günlerde, tarihsel bir tesadüfle her iki ülke de bir imparatorluktu: Brezilya İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu. İkinci İmparatorumuz II. Dom Pedro 1876’da saygı ve hayranlık hisleriyle Sultan II. Abdülhamid’i ziyaret etmişti. Bu ilk adımları takip eden yıllarda, dostluk bağları ve ticari ilişkiler halklarımızı giderek daha da yakınlaştırdı. Konuşmasında Brezilya ve Osmanlı İmparatorlukları arasındaki tarihi ve diplomatik bağlarından bahsederek Brezilya ve Türkiye arasında onlarca yıldır süregelen ilişkilere dikkat çeken konsolos, konuşmasının devamında, iki ülke arasındaki ilişkilerin günümüzde daha da geliştirilmesi için THY’nin İstanbul-São Paulo arasında direkt uçuşlarının önem arz ettiğini vurguladı. THY’nin İstanbul-Rio de Janeiro direkt uçuşlarının açılmasının yeni bir adım olacağını söyleyerek konuşmasını sonlandırdı. THY’nin Brezilya rotası nispeten yeni olsa da, iki ülke arasındaki kıtalararası yollar, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Brezilya’ya yapılan kitlesel göçlerle şekillendi. Brezilya’nın bağımsızlığını ve Osmanlı İmparatorluğu’yla olan yakın ilişkisini anarken, özellikle Suriye ve Lübnan coğrafyasından Brezilya ve Güney Amerika’ya büyük göçten de bahsetmek gerekli. Buna yüzlerce Antakyalı ailenin göçü de dahil. Nehna’da Abdulla Sert, Can Terbiyeli ve Can Şakırgil, Brezilya’ya ve Güney Amerika’daki diğer ülkelere göç eden ailelerinden ve bu ailelerin izlerinden bahsetmişti. Gerçekten de 1880’lerden 1920’lere kadar Osmanlı Suriyesi’nden Güney Brezilya’ya yaklaşık üç milyon insan göç etti ve bugün bölge nüfusunun en az yüzde 6’sını bu göçmenler oluşturuyor. Osmanlı’ya bağlı Suriye coğrafyasında bu nüfus çeşitli etno-dilsel ve dini grupları (Arap, Süryani ve Ermeni Hıristiyanlar, Arap Müslümanlar -hem Sünni hem Alevi- ve Mizhrabi/Arap Yahudileri) içeriyorken, Brezilya’da halk arasında Portekizcede “Turcos” olarak bilinen tekil bir “Osmanlı” kimliğinin temsilcisi olarak algılanmaya başlandı. Daha yakın zamanlarda, bu insanlar Brezilya’da modern ulusal kimliğin ifadelerinde benzersiz bir yere sahip olan ”Suriye-Lübnan” topluluğu olarak da anılıyor. Brezilya’da Antakyalıların da bir parçası olduğu “Suriye-Lübnan” veya Arap Hıristiyan topluluğu, Brezilya ulusal kimliğinin bir bileşeni. Üyeleri, Brezilya toplumunun tüm katmanlarında etkilidir. Abdulla Sert’in yazısında ortaya çıkardığı “Sociedade Uniao Antiochia” (11 Kasım 1925 yılında kurulan Antakyalılar Derneği) logosu da bu bağlara bir örnek teşkil ediyor. Bu ilişkiyi temsil eden bir başka önemli bir figür ise Brezilya İmparatoru Dom Pedro’ydu. II. Dom Pedro, Güney Amerika’nın Osmanlı topraklarını gezen ilk imparatoru. İmparator, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine doğrudan katkıda bulunmak amacıyla 1875-6 yılında İstanbul, Suriye, Mısır ve Kudüs’ü ziyaret etti. II. Dom Pedro’nun Seyahatleri adlı kitapta Lübnan göçmeni Brezilyalı tarihçi Roberto Khatlab, Arapların göç etmek için Brezilya’yı tercih etmelerinde, Brezilya İmparatoru’nun Arapça bilmesinin ve Arap halklarına karşı dostane tutumunun önemli bir rolü olduğunu söyler. Gerçekten de, São Paulo’da bu toplulukların üyeleriyle tanışmak çok olağandır. Bu topluluk ülke çapında sadece yoğun olarak yaşadıkları belli başlı bazı mahallelerde şekilde ikamet eder. Ben de São Paulo’da Lübnan ve Suriye’de aile üyeleri olan Arap Hıristiyan topluluğundan arkadaşlarımla büyüdüm. Bugün hala arkadaşlarımın evlerini ziyaretlerimde Esfihas (Kaytaz Böreği) yediğimi hatırlıyorum. 2018’de Antakya’ya ilk ziyaretimden bu yana, Arap Hıristiyan topluluğun üyeleriyle her sohbette Brezilya’daki ailelerinden bahsettikleri için kendimi hiç yabancı gibi hissetmedim. Bazıları bana São Paulo’daki aile üyelerinin fotoğraflarını gösterdi, Facebook’ta nasıl iletişim kurduklarından ve farklı kıtalarda ulusötesi aile olmanın zorluklarından bahsettiler. Hatta bazıları Brezilya’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bile bahsetti. O sırada, São Paulo Üniversitesi’nde ders veren bilim insanı/politikacı Fernando Haddad, Cumhurbaşkanlığı seçimleri için yarışıyordu. Fernando’nun dedesi Habib, Antakya’daki Rum Ortodoks Kilisesi’nin baş rahibiydi. Dedesi ve ailesi 1947’de Lübnan’dan Brezilya’ya göç etmişti. Türkiye’de Haddad’la ilgili kaleme alınan birçok köşe gazete haberinde “Brezilya’nın başına Osmanlı torunu Fernando geçebilir “ gibi başlıklarla çıktığını hatırlıyorum. Hatta konuştuğum bazı aileler bana Habib ailesini tanıdıklarını söylediler. Kesin olan bir şey var, Haddad Brezilyalı ama aynı zamanda Antakya Rum Ortodoks cemaatinin bir torunu. Kendime her zaman üçüncü nesil bir Antakyalının nasıl Brezilya Cumhuriyeti başkanlığına aday olduğunu sormuşumdur. Son 13 yıldır Brezilya topluluğunun bir parçası olarak Türkiye’de yaşıyorum ve buradaki Brezilya doğumlu çocukların gelecek nesillerinin Türkiye’nin cumhurbaşkanlığına aday olabileceğini düşünemiyorum. Bu sorunun cevabı, pek çoğunun bilmediğinin aksine, Suriyelilerin, Lübnanlıların ve Antakyalıların göçünün, 1889’da Birinci Brezilya Cumhuriyeti tarafından yönetilen kitlesel bir göç projesinin parçası olduğudur. Birinci Brezilya Cumhuriyeti, 15 Kasım 1889’da gerçekleşen bir askeri darbe sonucunda ilan edildi. Bu darbe, Brezilya İmparatorluğu’nun anayasal monarşisini devirdi ve İmparator II. Pedro’nun saltanatını sona erdirdi. Brezilya İmparatorluğu’nun çöküşü ve köleliğin kaldırılması sırasında Brezilya Cumhuriyeti, kahve tarlalarında çalışmak üzere Avrupa, Asya ve Orta Doğu’dan binlerce insanın göçünü destekledi. Bu ekonomik politika aynı zamanda yeni bir Brezilya kimliği ve yeni bir nüfus inşa etmeyi da amaçladı. Antakya topluluğundan Haddad ve birçok aile bu şekilde bu yeni Brezilya’nın bir parçası haline geldi. Antakyalıların Brezilya’daki varlığının sosyo-ekonomik ve politik sebepleri bir başka yazıyla detaylandırmayı hak ediyor. Yine de şunu not etmek gerekir ki, yukarıda özetlemeye çalıştığım dinamikler sonucunda bugün Antakyalılar Brezilya toplumuyla kaynaşmış ve her yıl 7 Eylül’de onlar da benim gibi Brezilya’nın bağımsızlığının 200. gününü kutlar hale gelmişlerdir. Öne çıkan görsel: Bağımsızlık Günü İstanbul şehri tarafından da kutlandı. Fatih Sultan Mehmet (FSM) Köprüsü, Brezilya’nın bağımsızlığının 200. yılı anısına Brezilya bayrağının renkleri olan yeşil ve sarı ışıklarla aydınlatıldı. Fotoğraf: Mehmet Eser/AA
- Davul-zurnasız Samandağ düğünü olmaz
Bir topluluğu diğer topluluklardan ayıran ve diğer topluluklarla birleştiren en önemli unsurlardan biri kültürüdür. Kültür topluluğun doğum, ölüm, evlilik gibi önemli olaylarda gösterdiği tepkilerdir. Fakat değişim her şeyde olduğu gibi kültürde de kendini gösterir. Bu değişim kimi zaman hızlı kimi zaman ise daha yavaş olur. Düğünlerimiz de bu değişimden nasibini alan kültürümüzün önemli bir parçası. Samandağ’da düğün geleneği Geçmişte düğünlerimiz üç gün yapılırmış. Genelde cumartesi günleri çeyiz, pazar günleri kilise nikahı (ekelil), pazartesi günleri ise düğün eğlencesi (ızbeha) olurmuş. Çeyizde gelinin evinden hazırlanan çeyiz alınır, davul zurna eşliğinde oturacakları eve götürülürmüş. Çeyiz evde açılır, yerleştirilir ve gelen misafirlere de sofralar hazırlanırmış. İkinci gün (nikah günü) damadın ailesinin evinde erkek tarafının misafirleri toplanır, davul zurna eşliğinde gelinin evine yürüyerek gidilirmiş. Kafile yol boyunca ellerindeki içki şişelerini davulun ritmine uygun şekilde dans ettirerek yürürmüş. Kafilenin en önünde gençlerden biri tabak-bardak-çatal-bıçaktan yapılmış ve süsleniş bereket ve beraberlik sembolünü taşırmış. Kafile gelin evine varınca kız tarafı misafirlere ikramlarda bulunur, eğlence burada da devam edermiş. Kafilenin kiliseye gitme vakti geldiğinde “Yememi” şarkısı çalınır, bu sırada kız tarafı gelinle vedalaşmaya başlarmış. Sanırım bir düğünde yaşanacak en duygulu an burasıdır. Sonra erkek ve kız tarafı beraberce eğlenerek kiliseye gider ve kilise önünde de eğlence bir süre davul-zurna eşliğinde devam edermiş. Bu gelenek uzun yürüme kısımları hariç halen devam etmekte. Ancak artık çeyiz merasimleri eskisi kadar coşkulu yapılmıyor. Kilise nikahından (ekelil) sonra davetliler evlerine gider sadece kız ve erkek taraflarının yakın akrabaları beraber yemek yermiş. Düğün kısmı ise nikahtan bir gün sonra yapılırmış. Buna da Arapça da ızbeha denir. Öğleden sonra genelde damat ailesinin evinde toplanılır, geç saatlere kadar yine davul-zurna eşliğinde devam edermiş. Fakat artık ızbeha ikinci güne bırakılmıyor. Nikahtan sonra eğlenceye düğünle devam ediliyor. Düğün müzikleri Bu düğün merasimlerinin olmazsa olmazı yöresel davul ve zurna. Geçmişte bu eğlencelerin hepsi sadece davul ve zurnayla yapılırdı. Teknolojiyle beraber müzik gruplarının oluşması ve hoparlör-amfi sisteminin yaygınlaşmasıyla düğünlerde müzik yavaş yavaş gelenekselden moderne doğru değişmeye başladı. Her ne kadar düğün müzikleri modernleşse de özellikle Samandağ’da yöresel davul-zurnanın yeri hala başkadır. Nitekim düğünde modern müzik grubu -çoğunlukla Arapça ezgiler çalar, söyler- olsa bile davul-zurna seremonisi hala çok önemlidir. Düğünlerde davul-zurna ekibi müziğe ağır havalarla başlar. Kadınlar ve erkekler ellerinde mendilleriyle sahneye çıkar. Bu an düğünlerde herkes tarafından beklenen en duygulu bölümdür belki de. Yöreye özgü Arapça ağır havalar çalınır ve sahnedekiler müziğin ritmiyle mendillerini adeta bir pervane gibi döndürürler. Hiç yerinden kalkmayanlar ağır adımlarla sahneye çıkar, kendini müziğin efkarlı havasına bırakır. Sonra müzik hareketlenmeye başlar. Ağır havalardan hafif oyun havalarına geçilir. Son olarak ise insanlar hızlı ezgilerle halay çekmekten iyice yorulunca davul-zurnaya ara verilir. Bu anların duygu yoğunluğunu satırlara aktarmak çok zor, zira o anları yaşamadan anlamak imkansız. Samandağ bölgesi davul-zurna ekibi genelde dört kişiden oluşur: iki davulcu ve iki zurnacı. Burada kullanılan davullar günümüzde kullanılan davullardan biraz daha büyük ve deridendir. Deri olması, hem sesi daha tok vermesini hem de daha uzun ömürlü olmasını sağlar. Zurnalar ise iki çeşittir. Biri sürekli aynı notayı verirken (karar sesi), diğeri de ezgiyi çalar. Karar sesi veren zurnaya nehlı denir. Arapçada arı anlamına gelen nehlı, sürekli arı vızıldaması gibi ses verdiği için böyle bir isim konmuş. Yöresel Müzisyenler Samandağ’da benim bilgisine ulaşabildiğim en eski Hıristiyan müzisyenler, Davulcu Abdo Attalla ve Zurnacı Panos. Bu ikili muhtemelen 1900’lerin başından itibaren ölene kadar Samandağ’da düğün, bayram, vaftiz ve eğlencelerde müzik yapmışlar. Özellikle Panos’un zurnadaki yeteneği ve Abdo Attalla’nın davuldaki ritim tutuşu ve kuvveti hala yaşlılar tarafından anlatılır. Hatta anlatılana göre, Abdo Attalla’nın davulu normal davul boyutlarından epey büyükmüş. Davula vurduğunda ses karşı tepelerden yankı yaparmış. Abdo Attalla, Panos’tan daha erken hayatını kaybetmiş. Sonra Panos, zurnacılığa Tak Tak lakaplı davulcu Mihail Kocadağ ve amcasının oğlu zurnacı Haccı Kebrit lakaplı İlyas Kocadağ’la devam etmiş. Panos da hayatını kaybedince davulcu Tak Tak (Mihail Kocadağ) ve zurnacı Haccı Kebrit (İlyas Kocadağ), Zeytuniye’deki diğer müzisyenler Abdalla Huri (Abdullah Hurioğlu) ve Kula Haccı’yla (Nikola Kırılmaz) beraber müzik yapmaya devam ederler. Bu saydığımız kişilerle beraber 1980’lerden beri zurna çalan Il Vındı’yı (Süleyman Suadiye) da unutmamak gerekir. Kendisi Rum Ortodoks olmayan ama Zeytuniye müzisyenleriyle uzun yıllar çalan tek kişi. Bu isimler, sadece Samandağ’da değil Samandağlıların yoğun yaşadığı İskenderun ve Mersin’de de Rum Ortodoksların eğlencelerinde yer alırlar. Onların yaptığı sadece müzik değildi. Aynı zamanda bir geleneğin devam etmesinde de büyük rol oynadılar. Belki onlar buna devam etmeselerdi, bugün birçok ezgi yok olup gidecekti. Ayrıca onlar eğlencelerde neşeleriyle o düğünün, vaftizin, eğlencenin birer parçası oldular. Buraya kadar saydığımız isimlerin ne yazık ki artık hiçbiri hayatta değil. Bu isimler Samandağ’da Rum Ortodokslarının her eğlencesinin en önemli unsurları olmuşlardı. Samandağ’da onlar olmadan bir evden kız alma merasimi veya düğün düşünülemezdi. Fakat bugün hala bu güzel gelenek devam ediyor. Kula Haccı ve Abdalla Huri’nin çocukları ve torunları bu güzel geleneği devam ettiriyorlar. Baba ve dedelerinden öğrendikleri sanatı hala Samandağ eğlencelerinde toplumumuza sunuyorlar. Kula Haccı’nın çocukları Dimyan, Mitri ve Can Kırılmaz ile Abdalla Huri’nin çocukları Nuri ve Yusuf Hurioğlu, babalarından ve daha eskilerden öğrendikleri ezgilerle insanları eğlendiriyorlar. Mişel Hurioğlu ve İlyas Kırılmaz da toplumumuzun yöresel davul-zurnaya gönül vermiş genç üyeleri. Geçen yıllara ve müzik endüstrisine rağmen, yöresel davul-zurna kendini Samandağ’da hala var ediyor. Hala düğünlerimizde herkesin beklediği bölüm yöresel sanatçılarımızın sahneye çıkması. Belki de herkes kendinden bir parçayı ya da anıyı o davul ve zurnanın melodisinde buluyordur, kim bilir! Bu güzel geleneğin uzun yıllar devam etmesi dileğiyle… Öne çıkan görsel: Corc Bal arşivinden
- Hoş geldin 5783! Bir Antakya Tarifiyle Roş HaŞanah
Her bayram özeldir, ama bazılarını sanki daha özel, daha ayrı bir yere koyuyor, ayrı bir bağlılık ve mutlulukla kutluyoruz. Roş HaŞanah, yani Yahudi yeni yılı, da bence bu bayramlardan biri. Pesah bayramı için yazdığım yazıda da tanımlardan başlamıştım. Bir bayram klasiği olsun, bu sefer konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşacağım. TDK’nin “bayram”ı açıklamak için seçtiği tanımlardan biri “Özel olarak kutlanan gün”, diğeri ise “Sevinç, neşe.” Pesah bayramımızdan sonra ilk defa yeniden Roş HaŞanah’da yeniden Nehna için yazıyorum. Bayram seyran vesilesiyle ailecek bir araya geliyor, sevdiklerimizle aynı günün anlam ve önemi bilincinde en şık ve en yeni kıyafetlerimizi giyiyoruz. Tüm hazırlıklar bugün için. Oldum olası meraklı biri oldum, soru sormak, cevabını ne kadar çok “merak” etsem de cevaptan önemli oldu. Soruları daha çok Pesah’ta soruyorduk ama bu sefer Roş HaŞanah’da da şöyle bir soru sorayım: Bugünü diğer günlerden özel kılan neydi? Yahudi sözlü geleneklerinin toplandığı ve yazıya döküldüğü Mişna’da bahsedildiği gibi aslında antik zamanda Yahudilikte dört yeni yıl bulunuyor ve her biri farklı bir amaca hizmet ediyor. Roş HaŞanah da İbrani takvimindeki Tişri ayının ilk gününde, günümüzde ona tekabül eden tarihte, kutlanıyor. İlginçtir ki aslında Tişri, takvimin ilk ayı değil. Tevrat’ta bu ilk olarak Nisan 1 olarak tespit edilir. Tanrı’nın Moşe ve Aaron’a Mısır topraklarında dediği gibi: “Bu ay ayların başlangıcı olacak.” (Shemot/Exodus 12: 1-2). Aylık ve yıllık döngü de o zaman başlamıştır denir. Burada bahsedilen dönem İsrailoğullarının Mısır’dan özgürlüklerine kavuştukları zamandır. Öte yandan Tişri 1 insanlığın yaratılışıdır. (Tanrı’nın 25 Elul’da dünyayı yaratmasından 6 gün sonra!) Yahudi düşünce geleneği, benim Roş HaŞanah ve ilk insanın yaratılışı hakkında anlatmayı çok sevdiğim bir fikirden bahsediyor. Buna göre, ilk insan yani Adam (אָדָם), İbranice’de aynı zamanda Adama (אֲדָמָה) yani dünya ve toprakla da bağlantılıdır. Tanrı Adam’ı dünyadaki topraktan yaratmış, toprakla olan bu bağlantı adının da temelidir. Bu fikri biraz daha geliştirirsek, toprak ve dünya aslında potansiyel, üretim ve yeni bir hayatı temsil eder. Yaratılışımızı anlamlaştıran benliğimiz ve potansiyelimizi karşılamak adına yaptıklarımız da insan olmak aslında. Yeni yıla girerken olabildiğimizin en iyisi olmayı isteriz. Ürünümüzü toprakta beslediğimiz ve geliştirdiğimiz kadar ondan hayat ve verim alırız. Aynı şekilde insanın dünyayla bağlantısı onun en büyük potansiyeline işaret etmektedir. Özellikle günümüzde dünyada şahit olduğumuz onca kötülüğün, felaketin, çatışmanın olduğu bu zamanda dünyaya ve insanlığımıza en iyi bakmamız gereken zamanlardan biri olduğunun bilincindeyizdir. Ancak bu kadar kötülüğe, felakete, çatışmaya rağmen iyi bir hareket, iyi bir tohum ektiğimizde etrafımızı kuşatan güzellikleri de göz ardı etmememiz gerekir. Bir yaklaşıma göre, Tanrı insanı yaratırken meleklerine danıştı, tabii ki karşıt fikirler çıktı. Yaratılmamasını savunan meleğin düşüncesi aslında insanın bir o kadar da kötülüklerin mimarı ve bu dünyaya fazlasıyla zarar verebilecek kapasitede olduğunu düşünmesiydi. Bir diğer düşünce de aslında insanın o saf fiziksel yanın bize aşıladığı vahşi ve yıkıcı taraftan sıyrılıp potansiyelini geliştirme olanağına sahip olduğuydu. Adam’daki “dam”ın da kan anlamına gelmesi, fiziksel tarafımız için bir başka semboldür. Fiziksel yaşamı sürdürmek için kana ihtiyacımız vardır, ancak bu insanın aşağı yönlerini yansıtmaktadır. Dini Yahudi kaynaklarından edebiyata geçiş yapacak olursak, Marc Levy’nin “Sonsuzluk için Yedi Gün” (Seven Days for an Eternity) kitabı da biraz bundan bahsediyor. Tanrı ve Şeytan’ın arasındaki süregelen çekişme ve elçilerini yeryüzüne yollayan iki taraftan hangisinin dünyaya ve insanlığa hükmedeceği gibi hâlâ cevabını bulamadığımız sorular işleniyor. Ama buradaki ana fikirlerden biri de insanın özgür seçim hakkına sahip olması ve dünyada bırakmak istediği etki için potansiyelinde kontrolü olmasıdır. Yani dürtülerimizin egemenliğine tabi olmak yerine kontrol altında olmakla, Tanrı’nın suretinde yaratılmış biz de yaratana daha çok benzeriz. Yahudi Yeni Yılı bu sene 25 Eylül akşamı başlıyor ve 27’si akşamı bitiyor. Yeni yılı takiben Yom Kipur (10 Tişri), yani “Kefaret Günü” geliyor. 4 Ekim gece başlayan Kipur ile yeni yıl arasında neredeyse 10 gün kadar bir zaman var. Yeni yılı takiben geçirdiğimiz bu 10 gün aslında geçtiğimiz yıl içerişinde yaptığımız hâl ve hareketleri sorgulamamız ve gözlemlememiz, sonraki sene için af dilememiz ve “Nasıl daha iyi olabilirim?” diye düşünmeye ayırdığımız bir zaman. Her Şabat geleneksel olarak yediğimiz challah ekmeği biraz daha ince ve uzun örgülü şekildedir. Roş HaŞanah’da ise yuvarlaktır; hayatın döngüsünü temsil eder. Ekmek bu bayramda tatlı ve bal gibi bir yılın umuduyla bala batırılır. Aynısı elma için de geçerlidir, normalde tatlı olan bu meyveyi bala batırıyoruz, daha da tatlı olması dileğiyle… Tabii ki lezzetli yemeksiz de bayram seyran olmuyor. Bugüne özel olarak Antakya Yahudilerinin yaptığı bir tarifi sizlerle paylaşıyorum. Kibbe bıl Fırın (Tepside İçli Köfte) Malzemeler • İnce bulgur⎮ 2 su bardağıİrmik⎮1 su bardağı • Yumurta⎮1 adet • Un⎮2 çorba kaşığı • Biber salçası⎮1 çorba kaşığı İçi için • Dana Kıyma (Orta Yağlı)⎮300gr • Soğan (orta boy)⎮2 adet • Karabiber, tuz Tarif 1. Bulguru yıkayın ve süzün. 2. İçine irmik koyarak yarım saat bekletin. 3. Üzerine yumurta, biber salçası biraz kimyon koyup iyice yoğurun. 4. Bulgurun şişmesini beklerken kıymalı harç için tavada kıymayı pişirin, iyice suyunu salıp çektikten sonra içine küp küp doğranmış soğan ekleyin. 5. Soğan da iyice piştikten sonra altını kapatın; karabiber, yenibahar ve bol ceviz ekleyerek soğumaya bırakın. 6. Yoğrulmuş bulgurun yarısı yağlanmış tepsiye incecik açın, üstüne kıymalı harç her tarafı eşit olacak şekilde yayın. Kalan yarım köfte kıymanın üstüne açın ve şekil verin. 7. Baklava deseni verilerek kesin. Üstüne sıvı yağ koyarak fırında nar gibi kızarana kadar pişirin. Şimdiden afiyet olsun ve Şana tova umetuka! Kaynaklar: https://www.sefaria.org/Mishnah_Rosh_Hashanah.1.1?lang=bi https://www.sefaria.org/Exodus.12?lang=bi&aliyot=0 https://www.myjewishlearning.com/article/how-many-jewish-new-years/ https://www.myjewishlearning.com/article/how-rosh-hashanah-became-new-years-day/ https://www.myjewishlearning.com/article/rosh-hashanah-101/ https://aish.com/48956911/












