top of page

Boş arama ile 230 sonuç bulundu

  • Meryem Ana Bayramı: Kaybettiğimiz şehre adanan adaklar

    Geceden kalmış titrek bir kandil alevi aydınlatıyor yaklaşan gün doğumuyla kızıla çalan karanlığı. Yandığı iki haftanın ardından gece son bir defa yakılmış ama artık yağı tükenmiş fitilin, yanarken cızırtıları eşlik ediyor ucundaki titrek alevin dansına. Bir nefeste sonlanıyor fitilin ucundaki alevin dansı ve iki parmak arasında son buluyor fitilin ucundaki son çırpınışları. Son bir defa dumanı yükseliyor kandilin ve son bir defa ardına koyulmuş ikonanın üzerinden süzülüyor. Süzülürken ardında çiğ taneleri bırakan sis bulutları gibi kandildeki yağın isini bırakıyor ardından ikonanın üstünde. Söndürürken fitilin ucundaki son zeytinyağının bulaştığı parmaklar, uzanıyor ikonaya doğru; parmaklar hafifçe sürülürken ikonanın üstünde, ucundaki zeytinyağı da kavuşuyor on beş gündür süzülen isle beraber ikonanın üzerinde birikmiş yağ izlerine. “Ya Meryem al Adra” yani “Ey Ulu Meryem” zikri yayılıyor odanın içinde. Dudaklara doğru giderken yağ bulanmış parmaklar, sonra “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına” diye devam ediyor haç çıkararak. İkona karşısındaki bu küçük ritüelin ardından geçmiş günün sayfasını yırtmak için duvardaki takvime uzanıyor bir el ve yeni günün sayfası açılıyor henüz güneş açmadan.15 Ağustos günü Eid al Seydi günüdür: Hanımefendimizin, Meryem Ana’nın Bayramı. Bu bayram gününde Meryem Ana’nın sonsuz uykuya yatışı ve ebediyete intikal edişi, yani ölümü anılır çünkü Ortodoks inancına göre insan ancak ölümden sonra kutsala erer ve ebediyete intikal eder. Ölümün hüznü ardından gelen bu kutlu son gibi on dört günlük bir perhiz döneminin ardından gelir bayram günü. On dört gün boyunca hiçbir kan akıtılmaz, hayvansal gıda tüketilmez ve Sawm al Sayde (Meryem Ana Orucu) için diğer bayram oruçlarından farklı olarak zeytinyağı dahi tüketilmez. On dört gün boyunca kandiller yanar Meryem Ana ikonaları önünde ve dualar edilir Ulu Meryem’e. On dört günün sonunda bayram ayininde alınan komünyonun ardından bayram günüyle beraber bayram sofralarında açılır oruçlar ve son defa yanar kandiller. Takvimler 15 Ağustos’u gösterdi mi henüz güneş doğmadan gün doğar evlerde, son kez oruç niyetlenmiştir kalplerde ve son kez kandiller söner şehrin her bir köşesinde. Şehrin her bir köşesinde sönerken kandiller, Meryem Ana’nın mucizesini gösterdiği, insanlara göründüğü üç yerde hala yanar kandiller. Meryem Ana adeta şehrin üç yerinde oturmuş makamına gelecek insanlarını ve kutlanacak olan ebediyeti bekler. Meryem Ana’nın makamının bulunduğu, mucizesini gösterdiği şehrin üç yerindeki efsaneleri dinledim. Üç kadın oturup anlattılar zamanın acımasız hafızasında henüz kaybolmamış, dilden dile aktarılmış, kitaplarda yazılması gereken anılarını. Üçü de “Oğlum” diyerek başladılar sözlerine. Bu üç makamdan artık göz önünde olmayan sadece hafızalarda yer eden, Arsuz’un Hacıahmetli köyünün sınırları içerisinde kalan Seydi Makamını anlatmaya başladı. İnanışa göre Meryem Ana Efes yolundayken buraya ayak basmış, orucunu on dördüncü günün sonunda göletten çıkan bir balıkla burada açmış ve üç gün dinlenip suyundan içtikten ve yıkandıktan sonra yoluna devam etmiş. “Tante” diyorum, “nasıl kutlanırdı orada bayramlar?” Tante anlatmaya başladıkça zamanda geriye gitmeye başlıyoruz ve anılarının hayali canlanmaya başlıyor etrafımızda: Yıllar öncesinin bir 14 Ağustos sabahına gidiyoruz, benim daha önce hiç şahitlik etmediğim bir bayram heyecanı bir tatlı telaş başlıyor etrafımızda, tıpkı Meryem Ana’nın yaptığı gibi oruçlarını orada açmak, bayramı orada karşılamak için orucun on dördüncü gününde, 14 Ağustos’ta yola çıkıyor aileler. Meryem Ana’dan kendilerine kalan bir gelenekmişçesine devam ettiriyorlar nesiller boyunca. 14 Ağustos günü yola çıkmadan önce başlamış hazırlıklar, khavacalar (toprak ve iş sahiplerine verilen yöresel Arapça unvan, ağa) günler öncesinden ırgatlarını yollamışlar, bir yıl içinde etrafta büyüyen otları temizletmiş, her ailenin kendi hasırını sereceği alanları setler halinde bir tribün gibi düzenletmiş; adeta bir bayram evi gibi ailelerin gidişine, bayram gününe hazırlatmışlar. Evlerde de bir o kadar yoğun bir hazırlık sürüyor yola çıkılacağı zamana kadar: evin hanımları bayramlıkları hazırlıyorlar günlerce, çuvallarla bulgurlar, unlar, meyve-sebzeler ve üç gün bütün aileye, diğer ailelerle paylaşmaya yetecek kadar erzaklar hazırlanıyor. Evlerde bu hazırlıklar devam ederken bahçelerde bekleyen koyunların sesleri geliyor kulağımıza. Her biri farklı niyetlerle Meryem Ana’ya adanmış, Meryem Ana’ya kurban edilecekleri bayram sabahını bekliyorlar bizim kadar heyecanlı olmasalar da. Bir yandan hazırlıklar tamamlanırken, bir yandan da ellerinde atlarla seyisler geliyorlar ahırlardan. Atları gören evlerinde heyecan artıyor, bir yandan erzakları atlara yüklerken bir yandan da atlara binmeye başlıyorlar, artık vakti gelen yolculuk için. Kıvrımlı patikaları, bir ucu uçurum olan dağ yollarını izleyerek varacakları ormanın içindeki bu saklı kalmış makam için yürümek ya da ata binmek en güvenilir ve tek çare. Her evden birbirlerine katılarak yola çıkıp her adımda daha da kalabalıklaşıyorlar. Katılan her aileyle beraber kimisi yürüyerek kimisi atlı konvoy daha da uzuyor. Yedi davul yedi zurna eşlik ediyor bu gittikçe uzayan gittikçe kalabalıklaşan konvoya. Konvoyun başını ise her yıl olduğu gibi aralarındaki en güzel Arapçasıyla, manileriyle dizmeleriyle Tante’ın annesi çekiyor. O bir dize söyledikçe en önden, konvoydakiler de tekrar ediyorlar yedi davul yedi zurnayla birlikte. Ben de kulak veriyorum en baştan gelen bu sese: – Şemiyi ceyi min el şem (Şamlı geldi Şamdan) Nışram ceyi min şemiyi (Şam şamlıdan geldi) – Ya khduda, khdudu el rımmen (Yanakları nar gibi) Ena fesfis bi iydeyyi (Ellerimle ayıklarım) Türküler, maniler eşliğinde patika yolları geçerek varıyoruz Meryem Ana Makamı’na. Burası ağaçların arasında gizli kalmış, zaman içinde bayram kutlamaları için setler halinde tribünler yapılmış büyük bir alan. Bu alanın hemen aşağısında ise Meryem Ana’nın yıkandığına inanılan gölet duruyor buz tertemiz gibi suyuyla. Göletin ortasında ise bir mucize gibi bir koca kaya asılı kalmış yüzüyor suyun üstünde. Anlatılan inanışla beraber Meryem Ana canlanıyor hayalimde. Belki de yıkandığı sudan çıkmış bu kayanın üstüne oturmuş saçlarını tarıyor ama o inse de oturduğu o kaya havada asılı kalmaya devam ediyor. Ben bu mucizeyi hayalimde canlandırmaya çalışırken her aile de tribün halindeki toprak düzlükler üzerinde her yıl yerleştiği yerlerine kendi elleriyle dokudukları hasır ve kilimlerini serip yerleşmişler. Bir yandan da büyük bir ateş yakılıyor meydanda, daha bayram gelmeden coşkusu gelmiş gençlere, ateş etrafında şarkılar eşliğinde halaylar tutmaya başlıyorlar. Evin ahalisi de son oruç gününün yemeklerini yapıyorlar hasırlarının üstünde. Halaydaki coşku ve birliktelik, sofralarda da devam ediyor. Herkes bir araya geliyor kim ne hazırlamışsa paylaşmaya başlıyorlar, kimi evden zeytinyağlı kerebiçler, kahkeler getirmiş, kimi hemen oracıkta bulgurla köfte yoğurmuş. Paylaştıkça bereketlenen bu sofrada neşeyle vakit geçiyorlar. Gece boyunca hep beraber şarkılarla, oyunlarla, halaylarla bayram sabahını ediyorlar. Kilimlerin üzerinde bulgur çuvallarına yastık niyetine yattıkları uykularından, yüzlerine vuran güneşin ilk ışıklarıyla bayram sabahına uyanıyorlar. Geceden sabaha yanan, tıpkı insanlardaki bayram coşkusu, birliktelik ve kalplerindeki iyilik gibi hiç sönmeyen ateşin etrafında bir araya geliyorlar. Dualarının kabulünü ve Seydi’nin müjdesini göstermesini dileyerek kurbanlarını adıyorlar. Bayramın coşkusuyla yanan bu koca ateşin közüyle bahurlar yakıp dumanların yükseldiği gökyüzünün altında, gölgesi düşen ağaçların arasında bayramı kutlamaya başlıyorlar. Kuşların, rüzgârda hışırdayan yaprakların, göletten gelen suların sesine neşeyle söylenen şarkılar karışıyor. Bir yandan davula vurulan tokmakların diğer yandan et döven ve hırise karıştıran tokmakların ritmi eşlik ediyor şarkılara. Herkes, tavanı gökkubeye kadar varan sadece hasır üzerine serilmiş evlerinde komşularıyla yemekler hazırlarken, annesine yardım etmekten kaçabilmiş gençler yürüyüşler yapıp sohbetler ediyor. Bir yandan çocuklar da göletin içinde yüzüp oyunlar oynayıp güneşin altında serin suların tadını çıkarıyorlar. Dördüncü günün sabahında artık üç gün üç gece yanan ateş sönüyor. Aileler toplanıyor ve geldiğimiz gibi yine atlara biniyor, “her sene bugünlere” dileyerek gelecek sene de görüşmek üzere vedalaşıyoruz Seydi’yle. “Peki ne oldu da gidilmez oldu, Tante?” “Al Adra bizi istemez oldu, oğlum.” Bütün bu şenlikler boyunca herkes gönlünce eğleniyor ama asla Al-Adra’ya saygısızlık etmeye, makamın anlamına aykırı davranmaya izin verilmiyor. Böyle kişiler hemen aileler tarafından uyarılıyor devam edilirse khavacalar onları makamdan gönderiyor, hiç kimse Al-Adra’ya yapılan bir saygısızlığa müsamaha göstermiyor. Bir sabah uyanıyorlar ki Meryem Ana’nın göründüğüne inanılan göletin üstündeki o berrak sular çekilmiş bütün göletin üstü kayalarla kaplanmış, bunu görenler bunun Meryem Ana’nın bir uyarısı olduğunu söylüyorlar. Kuruttuğu sularını insanlardan uzaklaştırıp daha farklı bir yerde beliriyor gölet. Şelalelerden gelip gölette birikirken suların değdiği her bir taşta ikonaların şekilleri belirmiş, göleti ortasında havada asılı kalmış bir taşın üzerinde Meryem Ana oturmuş saçlarını tararken insanlarına görünüyor. Bu mucize karşısında artık Meryem Ana’ya saygısızlık etmekten tedirgin oluyorlar. Bir zaman sonra Meryem Ana Makamı’nın yakınında bir maden bulunuyor, atlarla gittikleri o patika, dağlık yollar değişerek madene giden araç yollarına dönüyor. Onlar da ilk defa atlarla gitmek yerine arabayla gitmeye karar veriyorlar, önden bir pikap arkadan da içi insan dolu üstü onların eşyalarıyla dolu bir otobüsle çıkıyorlar yola ama ilk defa arabayla çıktıkları yol tahmin edemeyecekleri kadar tehlikeli. Önden giden pikap otobüsün onlara yetişebilmesi için yolda durup beklerken otobüs anormal bir şekilde pikaba doğru yaklaşıyor. Herkes uçuruma düşmekten korkarken koca otobüs pikaba çarpınca sanki bir kayaya toslamış gibi duruyor, kimsenin burnu bile kanamadan kurtuluyorlar. “Anlatsalar inanmazdım ama gözlerimle gördüm” diyor Tante. “Anladık ki Al Adra artık bizi istemiyor ama merhametini de bizden esirgemeden canımızı kurtardı” diyor büyükler ve bir daha hiç gitmiyorlar Seydi’ye. Madenle beraber doğası, mahremiyeti ve huzur ortamı da bozulan makamına rahatsızlık vermemek bu uğruna bu gelenekten vazgeçiyorlar. Yıllar sonra o zamanın küçükleri, hatıralarındaki o makamı teslim olduğu otların, ağaçların, doğanın içinden bulup geçmiş zamanların anısına belki de geçmişlerini affettirmek adına bir dua yeri, minber yaptırıyorlar. Papazlarla beraber ziyaret edip sembolik ayinler yapılsa da hiçbir zaman eskisi gibi coşkulu olamıyor. “O günleri yaşamayan bu dünyada hiçbir şey yaşamamıştır oğlum” diyerek bitiriyor sözlerini Tante. Arsuz’dan uzakta, bir zamanların Kuseyr’inin Cneydo köyünde zeytin ağaçları arasında görünen Meryem Ana’nın makamında benzer bayram kutlamalarına gidiyoruz. Günümüzün Altınözü’nde Tokaçlı köyünde zeytinliklerin arasında halk arasında Sıtt Al-Seydi denilen bir kilisede ve bahçesinde hala devam ediyor. Annenannem anlatıyor orada yapılan kutlamaları. Yine bir 14 Ağustos gününe gidiyoruz Cneydo köyünde. İnsanlar adaklarını almış yanlarına sırtlarında yastıklarıyla, kilimleriyle çıkıyorlar zeytinliklerin arasından geçen toprak yolları. Papazlar çıkıyor onların ardından, orucun son gününde güneş battıktan sonra yapılacak akşam ayini için. Akşam duasından sonra yataklarını birer zeytin gölgesine serip geçiriyorlar o geceyi makamın bahçesinde. Yüzlerine vuran ilk güneş ışıklarıyla kalkıp adaklarıyla karşılıyorlar bayram sabahını. Adağı olanlar, isminin bayramını tutanlar hazırlıklarına başlıyorlar, adaklarını, ikramlarını, kıddeslerini, hazırlamaya başlıyorlar. Adanmış hıriseler, mercimekli pilavlar, tatlılarla beraber kilisenin bahçesi de günler önce bayram hazırlıklarının başladığı evler gibi bayram evine dönüşüyor; insanlar Seydi’nin evinde, onun bayramını kutluyor tutulan dabkeler (halaylar) eşliğinde. Benim annem de böyle bir günün sabahında doğuyor, bir yandan bayram coşkusu yaşanırken büyükler “İsmiyle geldi” diyerek annemin adını Seydi koyuyor. Bu bayram aynı zamanda bu ismi taşıyan herkesin isim günüdür. Bu ismi taşıyan kişilerin evlerinde masalar açılarak kete, kömbe, kerebiç, ceviz, patlıcan ve turunç reçelleri ve ev yapımı likörlerle misafirler ağırlanır. Halk arasında ‘bayram tutmak’ denilen bu gelenek tüm Aziz ve Azize isimlerinde sürdürülür ve bu günler şehrin tüm farklı inançları tarafından kutlanır. Babaannem bu geleneklerle beraber anılarını da aktarırdı bizlere. O anlattıkça Antakya ve Affan mahallesi anılarında canlanırdı. O anlattıkça yürümeye başlıyoruz anılarındaki Eski Antakya sokaklarında. Evlerin arasında dar sokaklarda yürürken bir Antakya evinin önünde duruyoruz: Pedro Amca’nın evi… Yıllar önce bir sabah yağlar süzülmeye başlıyor evdeki Meryem Ana’nın resminden. Ev halkı toplanmış, evin hanımının vefatından sonra artık Yeni Antakya’ya taşınmaya hazırlanırlarken karşılaşıyorlar süzülen yağ damlalarıyla. Şaşkınlık karışıyor hüzünlerine ama yağın kaynağını arasalar da bulamıyorlar. “Bu bir mucize.” diyor Pedro Amca, kiliseye gidip papazlara haber veriyor. Bir telaş başlıyor etrafımızda. Papazlar geçip gidiyorlar yanımızdan; duvarın ardına, resmin arkasına bakıyorlar ama yağın kaynağını bulamıyorlar. Şehirde haberi duyan diğer din adamları da gelip hayretle bakakalıyorlar bu olay karşısında ve onların kararıyla, Pedro Amca’nın da rızasıyla duvarın altı kazılıyor, yağın kaynağına bakılıyor ama hiçbir iz bulamıyorlar. “Bu bir mucize” diyor papazlar, “Meryem Ana’nın mucizesi.” Mucizeyi duyan şehrin insanları da geliyorlar bu mucizeye tanıklık etmeye, mumlar yakıp dualar etmeye. Meryem Ana’nın mucizesini gösterdiği bu ev, bayram evi oluyor her Meryem Ana Bayramında: ayinler yapılıyor, mumlar yakılıyor, dualar edip adıyor insanlar. Zaman içinde bahur dumanı gibi etrafa dağılan insanlarla beraber anılarda kalıyor artık bu kutlamalar ama kandiller hala yanıyor, yaşlar hala akıyor Meryem Ana’nın gözlerinden. “Sanki evlerinden gitmelerini istemiyormuş gibi ağlıyordu Meryem Ana” diyerek susardı babannem, anıları da onunla beraber susup silinirdi etrafımızdan. O ev depremde yıkıldı, ikonanın da yandığı söyleniyor ama mucizenin akıbetini bilen yok ama her ne haldeyse şehrinden giden insanlarının ardından akıyordur mucizevi gözyaşları. Gözlerinden süzülen yağda şifa bulan her insan gibi gözyaşlarının aktığı yerden şehrimiz de şifa bulup yeniden ayağa kalkacak çünkü bu toprakların insanı Meryem Ana’nın şifasına inanır. Hasta yatağında şifa bekleyen bir kadına rüyasında Meryem Ana görünmüş. Kadın artık öleceğini düşünüp son duasını ederken Meryem Ana “Şükret kızım, seni iyileştireceğim.” demiş. Rüyadan uyandığında yastığının altında bir haç bulmuş. Bunun nereden geldiğini anlamaya çalışırken ağrılarının dindiğini hissedince kendisini Meryem Ana’nın iyileştirdiğine inanmış. Meryem Ana mucizesinin bu toprakların kadınları elinden devam etmesi için yıllar sonra kendisine emanet edilen haçı babaanneme bırakmış. Babaannem de kız kardeşim doğduğunda haçın kadınlar eliyle devam edeceğinden emin olunca bu haçı anneme emanet etmiş. Bir şifa bekleyişinde bu sefer Meryem Ana anneme görünerek “Ben seni iyileştireceğim, sen de orucumu tut.” diye buyuruyor. Bu yüzden de bu oruç ve bayram evimizin en önemli geleneklerinden oluyor. Bugün 15 Ağustos 2023. Benim dinleyip anlattığım, hatıraların ve efsanaelerin tüm güzellikleriyle beraber canlanıp insanlarla yürüdüğü yollarda yürüyor mahzun bir şehrin insanları bugün; belki de ayakta kalan tek Seydi Makamı’nda, Cneydo’da yapılacak bayram ayini için. Tıpkı hatıralardan canlandığı gibi birer ikişer kalabalıklaşarak katılıyorlar birbirlerine. Kucaklaşmalarımızdaki hasretlik sevincin yerini acılı bir şükür alıyor: ölümün içinden çıkmış insanların birbirini dünya gözüyle görmesinin şükrü. Bugün şehrin insanları bir gece karanlığında kaybettikleri şehirlerinin tekrar kuruluşunun ve şehirlerine kavuşacakları günün uğruna adaklar adayarak çıkıyorlar yolları. Bayram ayini başlıyor bahurlar ve mumlar eşliğinde ve şu pasajlar okunuyor İncil’den: “Petrus gözyaşları içinde sana şöyle dedi: ‘Lekesiz Bakire, herkesin yaşamı olan seni burada uzanmış yatarken görüyorum ve hayrete düşüyorum. Çünkü gelecek yaşamın mutluluğu sende konut kurmuş. Şehrinin tehlikelerden korunması için Oğlun ve Tanrına gayretle yalvar’.” Binyıllık bu sözler şehrin ayakta kalan tek kilisesi St. Pierre Kilisesi’nin Meryem Ana Kilisesi’ne yakarışları misali yankılanıyor şehrin semalarında. Onun mucizelerini ve bu topraklardaki hikayelerini anlattığım, Meryem Ana’nın kutsala erdiği bu bayram gününde sesleniyorum ona kendi dileklerimle: “Şehrinin tehlikelerden korunması için Oğlun ve Tanrına gayretle yalvar. Sen ki Theotokos Meryem Validemiz; doğumunla, ölümün içinden dirilişi müjdeledin. Bir anne doğurganlığı kadar bereketli ve kucağı kadar kardeşçe yaşanan bu kadim şehirde de yeniden dirilişi müjdele.”

  • “Ev” bir anlamda kadının yalnız ve güçsüz kılınmasına bir tepki

    Talin Azar kökleri Arsuz’a uzanan bir yazar. 2017 yılında yayınlanan Kuklacı’nın ardından bugün istos Yayın tarafından “Ev: İskenderun Sancağı, 1934” adlı romanıyla karşımızda. Kitabın Antakya ve çevresinde hem fiziksel hem de psikolojik bir yıkım yaratan Şubat 2023 depremlerinin ardından yayınlanması oldukça anlamlı. Şehrin tekrar inşası üzerine endişelerimizin dinmediği bu dönemde bizi eski İskenderun’a getirerek şehrin toplumsal hafızasını ayakta tutmak adına çok değerli bir çalışma. Talin Azar’la depreme dair düşüncelerini, kitaplarını ve son romanı “Ev”i konuştuk. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Öncelikle yeni romanınız için sizi tebrik etmek isterim. Bu sizin ikinci romanınız. Yazar kimliğinizi ve kitaplarınızı röportajın kalanında konuşacağız ama sizin birden fazla şapkanız var. Peyzaj mimarlığı ve çevre yönetimi alanında uzmanlığınız var. Buradan yazarlığa doğru evirilen hikayenizi dinlemek isterim. Ben mesleğimin akademik kısmında aktiftim. Akademik yazım ve edebi yazım bence birbirine çok paralel süreçler. Merak etmek, soru üretmek ve bu sorular karşısında bulgular ortaya koymak… Yaratıcı bir kurgu dahilinde bu bulguları sunmak… Kullanılan materyal ve metotlar… Mekan araştırmaları için kullandığım eski haritalar, arşivler, sözlü, yazılı tarih anlatıları, biyografi çalışmaları benim için her zaman hikaye zenginliği içeren unsurlar oldular. Bu zenginliğin içinde hayal kurmak ve hayali büyütmek ancak romanda istediğim türde bir tatmini yaşatıyordu. Bu yüzden bir alandan diğerine geçiş aslında çok doğal ve kendiliğinden bir şekilde oldu. Biyografi oldum olası okumaktan ve yazmaktan keyif aldığım bir alan. Genelde romanlarımı biyografik yapılar üzerine kurup geliştiriyorum. Bunun haricinde yaptığım biyografi yazım işleri var. Onlar da bir şekilde yazdığım romanlara karakter olarak sızabiliyor. İlk romanınızda da şimdi yeni yayınlanan kitabınızda da tema olarak gayrimüslimleri ve yaşadığı coğrafyalardaki sorunlara değindiğinizi görüyoruz. 2017’de yayınlanan Kuklacı romanınızdaki temalardan biri de bu. Bu vesileyle biraz Kuklacı’dan bahsedebilir misiniz? Belli dönemlerdeki yaşantılara odaklanmayı seviyorum. Enine boyuna… Bunlar bazen korkular, bazen tutkular olabiliyor. Sadece sorunlara değil o kültürün tamamına dair yazmayı deniyorum. Kuklacı yirminci yüzyılın sonunda İstanbullu Rumların yaşantısına eğilen bir roman. Tatavla’dan Kurtuluş’a alınmış zamansal bir kesit. 1920’lerden 1990’lara Tatavla’da, Beyoğlu’nda, İstanbul’da yitmekte olana, yozlaşan kültüre sahip çıkmanın bir ifadesi. Aynı şekilde büyük aşklara, büyük hayal kırıklıklarına ve büyük tedirginliklere kendimce gösterdiğim bir duyarlılığın ürünü. Gene gerçek bir aile hikayesinden yola çıkarak kurgulamıştım. Tema, Titina, Koço ve Stavro’nun aidiyet ve kimlik sorunlarının yanı sıra imkansız bir aşktı. Türkiye’nin ilk sinema sanatçılarından Cahide Sonku’nun hayat hikayesini de bu vesileyle ortaya koymak istedim. Çalıştığım dönem içinde Rum toplumuna ait kültürü, tarihi, gastronomiyi, kentsel yapıyı, endişeleri ve Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, mübadele, zorunlu göç gibi hadiseleri atlamamaya gayret ettim. Ev romanı 1930’larda İskenderun Sancağı’nda geçiyor, İskenderun aynı zamanda sizin de eviniz. Bildiğim kadarıyla anne tarafınız Arsuzlu, baba tarafınız İstanbullu ama Adana’da da yaşıyorsunuz. Siz kendinizi nereye ait hissediyorsunuz? Babam İstanbullu yarı Rum yarı Ermeni bir aileden geliyor. Annemse Arap dilli ve Frankofon olan Rum Ortodoks bir aileden. Çocukluğum ve gençliğim Adana ve Arsuz’da geçti. İstanbul sonradan köklenebildiğim bir şehir. Çocuklarımı yetiştirdiğim yer. Çok özel. Ama Arsuz başka. En basitinden önünüze gelen bir yemekte bile öyle çok medeniyetten iz sürebilirsiniz ki… Anadolu, Bizans, Helenistik, Levanten, Arap, Fransız, Rum, Ermeni, Alevi ve nicesi…  İstanbul da benzer yapıda fakat daha izole ve kapalı bir çok kültürlülük içinde. İskenderun ve Arsuz’da yaşadığımız toplumsallık apayrı bir boyutta. Mesela kiliseye gitseniz topluluktakilerin hepsini bir şekilde tanırsınız. Çok sosyaldir kentimiz. Bu cevabınıza istinaden, yeni kitabınıza değinmeden önce ister istemez depremde hissettiklerinizi sormak istiyorum. Sonrasında bölgedeki yardım çalışmalarında da oldukça aktif olduğunuzu biliyorum. Arsuz Kadınları adlı bir oluşumun da içindesiniz. Burada yaptıklarınızı da dinlemek isterim. Deprem çok karanlıktı. Sonra karanlık yerini umutsuz bir boşluğa bıraktı. İlk günden itibaren Füsun Sayek Derneği ve diğer platformlarla dayanışma içinde kalarak depremzedeler ve yardım eli uzatan kuruluşlar arasında köprü olmaya çalıştık. Arsuz Kadınlarıyla ne yapsak yetersiz diye hissettik. İhtiyaçlara göre şekillenen yardımlarımız genelde kadın ve çocuk odaklı oldu. Arsuz, İskenderun, Samandağ ve Antakya hala yaralı ve bakıma muhtaç. Hasarlı binaların yıkımı ve yeniden inşa süreci kontrolsüzce devam ediyor. Bildiğimiz yer değişiyor, dönüşüyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Ancak eskiyi de unutmamalıyız, yaşatmalıyız. Bu amaçla Yeniden Antakya Platformu bünyesinde Antakya’yla ilgili bir bellek çalışmasına destek veriyorum. Bölgenin kültürü, tarihi, mimarisi, gastronomisi açısından bunu çok önemli buluyorum. Tüm bu çalışmaların sonrasında “Ev” tam da kaybettiklerimizin üzerine bizi İskenderun’a götürüyor. Romanın bu yaz yayına girmesi bence oldukça anlamlı. Ama romanın hazırlık sürecinin oldukça geriye dayandığını biliyorum. “Ev” in yazım sürecini bize anlatır mısınız? Ev’i Nazım Hikmet Kültür Merkezinin ‘Türkiye Hikayelerini Anlatıyor’ projesi için kısa hikaye formunda yazmıştım. Aile büyükleri ve Arsuz’da olayı hatırlayanlar kaba hatlarıyla aktarmışlardı. Hikayeyi romanlaştırmaya karar verince detay arayışına girdim. Uçak kazasını belgelemek istiyordum ama bir türlü kayıt bulamıyordum. İkinci bir kanaldan da Maryse Hilsz’in hayatını araştırmaya koyuldum. Bir süre sonra bir aydınlanma yaşayarak neden hiçbir gazete haberi bulamadığımı fark ettim. Çünkü hikaye bana anlatılandan daha eski tarihliydi ve o yıllarda Arsuz Fransız mandası altında ve Suriye’de Halep Eyaletinin sınırları içindeydi. Haberler Arapça harflerle yazılmış olmalıydı. Hikayenin 1934 yılında gerçekleştiğini keşfettikten sonra uzun süredir anlamak ve anlatmak istediğim manda dönemine ve ilhak sürecine girme fırsatı bulmuştum. İskenderun ve Arsuz için hazırlanmış olan Fransız kadastro haritalarına, nüfus kayıtlarına ulaşmaya çalıştım. Eski fotoğraflar, kartpostallar, sokak isimleri bile birer hikayeydi aslında. Bunun ötesinde dönemin muğlaklığı da tam bana göreydi. Çünkü arada kalma teması etrafında yazmak istediğimi biliyordum. Karakterlerin her birinin arada kaldığı faktörleri belirledim. Ve karşılarına her daim ne yapmak istediğini bilen demir gibi kararlı ‘Maryse Hilsz’i geçirdim. Uçmak uğruna ölmeye bile hazır, direnişçi bir kadın pilot. Muğlak bir dönemi anlatmak için biçilmiş kaftandı. Ayrıca öyle kritik bir dönemde neden Arsuz’a gelmişti? Bu merak da içimi kemiriyordu. Araştırmamın ölçeğini değiştirmeliydim. Hatay’la yetinemeyeceğim aşikardı. 2. Dünya Savaşı ve yükselen faşizm romanımın zamanıyla paraleldi. Ayrıca Fransa da çok çalkantılı bir dönemden geçiyordu. Öğrenci hareketleri, direniş ağları, devrilen hükümetler… 1934 ile 1946 yılları arasında araştırmam gereken tarihi olaylar benim için hayli yüksek bir çıtaydı. Panikle araştırdım. Araştırdıkça daha çok panikledim. Ve yazdıkça rahatladım. Ama hala endişelerim bitmiş değil. Benim de kitapta dikkatimi çeken noktalardan biriydi “Maryse Hilsz”  ve savaşta kadın bir karakteri ön plana çıkarmanız. Bu tercihin özel bir sebebi var mı? Güçlü olanın bir kadın olması ve bu kadının dünyanın tarihini değiştirebilecek kararlılıkta ve cesarette olması İskenderun Sancağı’ndaki muğlaklığı anlatmak için bir fırsattı. Kadın arzusunu ve genel olarak arzuyu yazmayı da şahsen seviyorum. Bunu kişisel bir isyan olarak düşünebilirsiniz. Kadının gücünün azımsanmadığı ve kadının özgürce dile hükmettiği yapıları kurmayı önemsiyorum. Kadının ya da herhangi minör grupların yalnız ve güçsüz kılındığı her türlü ayrımcılığa bir tepki bu belki de. Maryse Hilsz havacılıkta halen rekorları olan dünyaca ünlü bir kadın pilot. Onun gelişi Arsuz’da bir çok dengeyi değiştirmiş olmalı. Buna yürekten inanıyorum. Kitap Paris’ten Beyrut’a uzanan bir coğrafyayı kapsıyor. Bir aile hikayesini anlatıyor bize ancak bir yandan da 1930’ların siyasi konjonktürünü ve İskenderun Sancağı’nın Hatay’a dönüşümünü aktarıyor. Bu dönemdeki çokkültürlü İskenderun’u adeta resmediyor. Bu anlamda nasıl bir İskenderun’dan bahsediyoruz o dönemde? İskenderun liman kent olmasıyla, ticaretiyle ve gerek doğu gerekse batıyla kurduğu ilişkileriyle her zaman çok sayıda kültüre ev sahipliği yapmış, zamanının ötesinde modernliğe sahip bir sahil kenti. Meyankökü ticareti 19. Yüzyılın sonlarından itibaren kente ekonomik katkı getiriyordu. Bunun dışında verimli Amik Ovasının sunduğu tarım imkanları Fransızların da teşvikleriyle daha da umut verici hale geliyordu. Antakya’nın Hıristiyanlık açısından önemi ve çeşitli medeniyetlere ait tarihi zenginlikleri de eklendiği zaman arkeolojik ve turistik değeri büyük. Asi Nehrinden dolayı taşımacılık, ipekçilik, baharatçılık gibi canlı bir ekonomi içinde. Çeşitli misyonların ibadethaneleri ve bu komplekslerin okulları bölgede çok sayıda mevcut. Çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir mozaiği var. Romanda ele aldığım dönemde kent de sosyal olarak çok renkli bir yapıda. Aslında yaklaşan on yıllarda şimdiye dek pek yazılmamış bir belle époque (güzel çağ) da var. Sanırım o nostalji biraz romantik yaklaşmama sebep olmuş olabilir. Genelde gümrük ve liman bölgesinde olan otellerin anlattığım ölçüde şaşaalı olduğunu zannetmiyorum. Fakat tarih okumalarında Fransız ve Ermeni menülerinin çok iddialı olduğu restoranlara, otellere rastladım. İskenderun cemiyet hayatı her zaman çok renkli. Yakın dönemde yaşanan ‘büyük bunalım’ düşünülünce fakirlik de hat safhada. Konsolosluklardaki kutlamalar, tenis turnuvaları, sinemalar, balolar, gemilerde partiler, özel terziler, şıklık var ama yalın ayaklık, başı kabaklık ve sefalet de var. Arapça ifadeler de yer alıyor romanda. Arapçanın İskenderun sosyal yaşamındaki rolü nedir o dönemde? Eğitimin bir bölümü Arapça sürdürülüyor. Etnik kimliğe göre Arapça bazı ailelerde ana dil olarak kullanılıyor ve bu alışkanlık günümüzde de devam ettiriliyor. Genelde toprakla uğraşan Alevi kesim Arapça konuşuyor. Çocuklar ve gençler İstanbul ve Ankara’ya olduğu kadar Suriye, Lübnan gibi ülkelere tahsil amaçlı gönderilebiliyor. Ortodoks Kilisesinde ayinler çoğunlukla Arapça. Arapça çarşı dili olarak da etkin diye tahmin ediyorum. En azından bugünden bakarak bu tahminin doğruluğu yüksek ihtimal. Plebisit sırasında çok tartışılan konulardan biri de bu. Lisan üzerinden azınlık çoğunluk tartışmaları bu dönemde hep canlı. Konuşulan Arapça giderek Türkçeden kelimeler devşiren bir yapıda. ‘Kulaktan dolma’ denebilir bence. Romanda buna özel yer ayırmamın sebeplerinden biri de dilin yarattığı kimlik kargaşasının altını çizmekti. Khavacalar’dan da bahsediyorsunuz kitapta. Hristiyan, varlıklı erkeklere verilen ad diye de tanımlıyorsunuz. Kitapta Malikler bunun bir örneği, gerçek hayata dönersek, İskenderun’da geçmişten bugüne hangi ailelerden bahsedebiliriz ve bugün bu aileler varlıklarını sürdürüyorlar mı bölgede? Khavaca günlük dilde ekonomik ya da eğitsel anlamda üst sınıf erkeğe hitaben kullanılan Bey anlamındaki söz. Saygı içeriyor. Aynı şekilde toprak sahibi, malik ya da eşraftan olan kadına da benzer bir hitap şekli var. Evet, bölgede tezlere konu olmuş halen varlığını sürdüren şehrin ileri gelen armatör, çiftçi ve sanayici aileleri var. Burada aile isimleri olarak sayarsak bazılarını atlama riski var. Kimsenin gönlü kalmasın. Kitapta bahsettiğiniz Malikler, bugün de İskenderun’un önemli ailelerinden biri olan Sayekler’e bir gönderme mi? Malikler roman için oluşturulmuş bir prototip. Kurgusal bir aile oldukları için gerçekte belli bir aileyle birebir örtüşmeyebilirler. Nitekim aynı çatı altında kökten fikir ayrılıkları içinde olan bireyleri var. Bu, genelde bölgedeki aileleri tanımlayan bir yapı olmayabilir. Malik kelimesini kullanmamın sebebi mülkiyet ve hak sahipliği anlamları. Roman için kurguladığım aile de eski medeniyetlerden beri mala sahip çıkmak güdüsünde. Hatta bir bölümde Maryse onları kralcı olmakla tenkit ediyor. Kelimenin bu anlamı içermesini de seviyorum. Gene anıştırdığı melkani, melkâiyye kelimeleriyle Hıristiyanlıkta Bizans ritine işaret etmesi ve kraliyete dair, kral taraftarı anlamına gelen, Sâmî dillerde kral anlamına gelen ‘mlk’ kökü nedeniyle Arsuz’da yiten Bizans kültürüne atıfla bu ismi yaşatmak istedim. Benim de mensubu bulunduğum Sayek ailesi Maryse Hilsz’i 1934 yılında ağırlamış. Zaten kitapta görselleri de var. Bana hikayeyi ve fotoğrafları aktaranlar da kuzenlerim ve aile büyüklerim. Ev gerçek ve halen Arsuz’da ayakta. Benim de çocukluğumdan beri sıklıkla bulunduğum özel bir mekan. Ancak roman tür itibariyle dramatik unsurlara ihtiyaç duyan bir form. Uzun soluklu bir koşu ve bu koşuyu sürdürmek için iniş, çıkışlar, düzlükler, virajlar şart… Dolayısıyla gerçeklerden sıklıkla sapmayı gerektiriyor. Zaten bunun için yazmıyor muyuz? Kurduğumuz hayallere kendimizi kaptırıp gerçeklerden fersah fersah uzak düşmek için… Kitapta bir yandan da şehre olan aşkı okuyoruz. Buranın sizin de eviniz olduğunun altını tekrar çizerek sormak istiyorum İskenderun, Arsuz, İskenderunlular için ne ifade ediyor? Aileyi… Köklerimizi… Koşulsuz sevgiyi… Beraber anlamlı olduğumuzu bilmeyi… Verebilmeyi ve alabilmeyi… Son bir soru daha sormak istiyorum. Bir röportajınızda metnin tek başına varolabilen ayrı bir beden olduğunu ifade ediyorsunuz. Bunu saylayabilmek kuşkusuz ki bir yazar için başarı. Peki bunun zorlukları var mıdır? Özellikle Türkiyeli bir gayrimüslim olarak, azınlık konularını da işlediğiniz romanlarda bu zorluğu hissettiniz mi? Gayrimüslim olmadan önce kadın olmak yeteri kadar minör hissettiriyor öncelikle. Bu arada bana bu ikisi neredeyse eş anlamlı gibi geliyor. Evet Helene Cixous’un dediği gibi metin bedendir. Onu yazandan ayrı bir varlıktır. Çünkü var olmanın ilk şartı tek ve eşsiz bir bedene sahip olmaktır. Bunu sağlayabilmek içten ve cesur olmayı, kendini ortaya koyarken utanmamayı gerektirir. Arzularından konuşmaktan kaçınmamayı gerektirir. Bir nevi çıplaklık aslında. Kendini ifşa… Bir kadın olarak bedenimi ortaya koymadığım halde yazdıklarım nasıl bir kadın sesine sahip olabilir ki? Esas kafamı kurcalayan soru işte bu! Rum kimliğini sahiplenmeyen bir Rum hikayesi ne kadar içtenlikli yazılabilir ki? Kendinden ayrılıp sadece o parçanla bütünleşmeyi kastediyorum. Arzuları yazmak haliyle politik bir mesele. Tabii ki zorlandığım noktalar hep var ve olacak. Çok konuşan çok yanılırmış. Yanılgılara meydan vermeyecek şekilde özenmek, sabırla metni tekrar tekrar şekillendirmek gerekiyor. Dokuz köyden kovulmamak için de… Başarabildiğimden emin değilim ama her metnin kendine özgü olması için elimden geleni yapıyorum. Araştırma etabını derinleştirebildiğim ölçüde yazdığım dönemle ilgili daha gerçekçi bir temsile ulaşabileceğime inanıyorum. Çok teşekkür ediyorum bu güzel röportaj için. Kitabın bugün itibariyle istos Yayın’ın internet sitesinden, 21 Temmuz Cuma gününden itibaren de kitapçılardan temin edilebileceği bilgisini ilgili okuyucuya buradan iletmiş olalım. Talin Azar

  • Perhiz dönemi ve Ka’ak Tannur (Tandır Kahkesi)

    Antakya’da evlere bayram vakti geldi mi sofralarıyla beraber gelir. Şehrin insanları kadar çeşitli, kültürleri kadar renkli sofralar kurulur evlerde. Şüphesiz ki bu bayram sofralarına koyulan her tabak Antakya Mutfağına katılan bir zenginliktir ama bayram sofraları kadar bu mutfağı zenginleştiren tabaklar vardır ki onlar da Antakyalı Ortodoksların oruç sofralarına koyduğu tabaklardır. Evet oruç sofrası çünkü iftar sofrası değil, oruç sofrası kurulur biz Hristiyanların oruç döneminde çünkü oruç denilince akla gelen ilk şekliyle gün doğumundan gün batımına kadar hiçbir şey yiyip-içemeyerek iftar saatiyle beraber bir sonraki gün doğumuna kadar yiyip-içebilerek tutulan bir oruç değildir bu. Bu yüzdendir ki bizim iftar soframız bayram soframızdır çünkü bayramın gelişiyle beraber bayram sofralarında açılır oruçlar. Bayram gününe kadar da hiçbir kan akıtılmaz, hiçbir hayvanın eti yenilmez, süt ve süt ürünleri tüketilmez kısacası her türlü hayvansal üründen uzak durulur ve bitkisel beslenilir (hatta bu yemeklerin de herhangi bir hayvansal ürünle temasından kaçınılır hayvansal bir şeyde kullanılmış hiçbir mutfak eşyası bu yemeklere sürülmez). Tutulan oruçlar, oruçtan sonra gelen bayramlar komşudan komşuya değişse de her komşunun orucu muhakkak bayramlarla, anmalarla sonlanır. Antakyalı Ortodoksların da üç büyük bayramla sonlanan üç büyük oruç dönemi vardır, bu oruç dönemlerinin yanında aynı Mesih İsa’ya çarşamba günü ihanet edilmesi ve cuma günü dilişinden önceki vefat etmesi inancından dolayı çarşamba ve cuma günleri de oruç günleridir. Üç büyük oruç döneminin yaklaşık yüz günlük sürecine çarşamba, cuma ve diğer özel günleri de ekleyip bir Antakyalı Ortodoks’un yılın yarısından fazlasını oruç tutarak geçirdiğini düşündüğümüzde oruç sofralarının Antakya mutfağını ne kadar zenginleştirdiğini anlayabiliriz. Antakya, İskenderun, Samandağ, Altınözü, Arsuz sofralarına göre çeşitlenen her tabak, bu toprakların bereketiyle, insanlarının toprağı işlemesiyle ve kutsal kitapların, efsanelerin ve sofraların ortak kutsalı zeytin ve zeytinyağının da eklenmesiyle daha da derinleşerek Antakya Mutfağına en zengin sofralardan birini katar. Bereketli toprakların kokusunu, tadını yine topraktan gelen otlarla, baharatlarla, tohumlarla tabaklarımızı taşıyan; kitapların, efsanelerin kutsalını zeytinyağıyla sofralara damıtan mutfaklardan biri de bizim için Altınözü, büyüklerimiz ise Kuseyr’idir. “Kuseyr ne demek?” diye sorduğumda “Noksan olmayan” der anneannem. Bu tanım tarihsel anlamıyla örtüşmese de doğal zenginlikleriyle, tarımsal verimiyle, coğrafi özellikleriyle, tarihsel birikimiyle, barındırdığı kültürel çeşitliliğiyle ve bunların mutfak yansımaları bakımından tam anlamını karşılayan bir tanım. Noksanın yani eksikliğin olmadığı bu bölgenin zenginliklerinden en biricik olanları da Türkiye’nin günümüze kadar varlığını sürdüren tek Arap Ortodoks köyleri ve insanları. Tarımın ve toprak işleyişinin merkezi yerlerden daha yoğun şekilde olması sebebiyle mutfak kültürü de merkezden kırsala göre değişiklik gösteren bu bölgelerin bitkisel beslenilen oruç sofralarında çeşitlilik ve yaratıcılık da doğal olarak zenginleşiyor. Merkezden kırsala giderek artan tarımsal işleyişin yansıra artan dini bağlılığın yıl içerisindeki oruç günleri ve dönemleri üzerindeki etkisiyle beraber artan düzenli oruç tutan nüfus da bu sofra kültürünün gelişmesinde göz ardı edilemeyecek etkenlerden. Yaratıcılık ve çeşitlilik zenginliği olan bu oruç sofralarından zamanın hafızasına ve nesiller arası aktarıma yenik düşerek eksilen tabaklar olsa da sofralardaki yerini koruyan tabaklar günümüze kadar ulaşıyor. Bölge genelinde birincil olarak işlenen buğday, zeytin ve bu iki ürünün türevleri her daim sofranın başında yer alırken, kırsal kesimlerde sebzelerin ve otların zeytinyağıyla birlikte çeşitlendiği tabaklar da sofranın başını paylaşıyor. Bu tabaklardan birinde ise yemek sofralarının yardımcı, tatlı bir dokunuşla çay ve kahve sofralarının ise baş kahramanı “tandır kahkesi” yer alıyor. Geçtiğiniz duvarın ardından toprak kokusu sinmiş dumanla beraber yanan zeytin çalılarının tütsüsünü hissediyorsanız o duvarın ardında tandır yandığını anlayabilirsiniz ve bu herhangi bir zaman gerçekleşebilir ama bu tütsülü dumana, zeytinyağının ateşle beraber kattığı isli kokusuyla beraber mahlep ve rezene kokuları da alıyorsanız o duvarın ardında tandır kahkesi yapılıyordur ve herhangi bir zaman değil yaklaşan bir oruç zamanıdır. Tamamen topraktan gelen malzemelerin suyla birleşerek yine topraktan tandırlarda pişmesiyle tatlı veya tuzlu olarak da sofralara konulan bu lezzet, Altınözü insanı için oruç zamanlarının vazgeçilmezi. Sofraya koyulduğu zamandan günümüze kadar kentleşen kırsalla beraber geleneksel tarifinde de kentleşmeler yaşansa da günümüzde hala iki koldan varlığını sürdürüyor. Malzemelerinden pişirim anına kadar geleneksel yollarla yapılan bu tarif, her sofrada aranacak kadar sevildiğinden olsa gerek en büyük ama en iyi niyetli değişimini yaşayarak fırınlarda pişerek sofraya da koyulabiliyor. ”O zaman tandır kahkesi olmuyor.” dediğinizi duyar gibiyim ama köyden kente, bahçesinde tandır olan evlerden mutfağında fırın olan apartman dairelerine ve geleneksel yaşamdan modern teknoloji çağına geçerken devraldığımız sofradaki bu tabağı geride bırakmaktansa değişen zamana adapte ederek sofrada tutmanın iyi niyetli bir çabası olarak görebiliriz. İşinin ehli büyüklerimiz dururken bu tarifi vermek bana düşmez ama tandırda anneannesiyle, fırında da annesiyle beraber yaparak bu iki neslin ve nesilleri arası aktarımla değişen mutfak kültürlerinin öğretisi arasında kalmış bir üçüncü nesil olarak bu geleneksel kahkenin tarifini hem sizlere hem de gelecek nesillere aktarabilmek adına mutfaklarınıza misafir oluyorum: Malzemeler 1 kase zeytinyağı 1 kase sıvıyağ 1.5 kase su 1 paket maya 1 paket kabartma tozu 1 paket vanilya 5 kaşık baharat karışımı Aldığı kadar un *Baharat karışımı için: Rezene Mahlep Çörekotu Beyaz Susam Soyulmamış Kahverengi Susam İlk olarak tüm sıvı malzemeler genişçe bir yoğurma kabının içerisine alınarak maya, kabartma tozu, vanilin ve baharatları da eklenerek karıştırılmaya başlanıyor. Her aşamasıyla büyükannelerimizin yaptığı gibi yapmak isterseniz elinizi pençe şekline getirip parmak uçlarınızı bir çırpıcı gibi kullanarak maya tamamen çözülene kadar malzemeleri karıştırıyoruz. Maya ve baharatlar sıvı içerisinde iyice dağılana kadar karıştırılıyor ki un eklenmeye başladığında baharatların hamur içinde eşit bir şekilde dağılması zorlaşmasın. Bu işlemi kolaylaştırmak için de bir elden unu eklenirken bir elden de parmak ucu çırpıcıları ile henüz kıvam almaya başlayan bu karışım karıştırılıyor. Kıvam almaya başladığı andan itibaren de hepimizin bildiği şekilde yoğrulmaya başlanıyor ve kıvamı kontrol edilerek daha yavaş bir şekilde un eklenmeye devam ediliyor. Burada da ben devreye giriyorum, annemin, anneannemin önüme koyduğu un çuvalından onlar “tamam” diyene kadar un koymaya yardım ediyorum. Eğer ayarını kaçırırsam da ellerinin temiz kısmıyla elimdeki ölçü kabına alttan bir uyarı vuruşuyla uyarılıyorum. Kıvamı “tamam” olana kadar un eklenmeye ve yoğrulmaya devam ediliyor. “Tamam” olduğunu nasıl anlayacağımızı sorunca da “işte hamur olunca” diye cevaplanıyorum. Onlar da böyle öğrenmişler çünkü: anneleri başlarında onlara “tamam” diyene kadar yoğurmuşlar ve “tamam” dedikleri andaki o kıvamı, o oranı el hafızasına almışlar. Geleneksel tariflerin sanırım yazıya dökülmesindeki en büyük zorluklardan biri de nesilden nesille öğretilirken aktarılan bu “tamam” hissiyatı ve edinilen el hafızası. Ne çok sert ne de çok yumuşak, klasik “kulak memesi kıvamında” bir hamur elde edildiğinde ise artık hamur mayalanmak üzere dinlenmeye alınıyor. Büyüklerimizden öğretildiği gibi bereketi bol olsun diye üzerine elin yan sırtı ile haç olacak şekilde iki oluk açılıyor ve üzerine biraz daha zeytinyağı ve baharat karışımı serpilerek 45 dakika ile 1 saat arası mayalanmaya bırakılıyor. Mayalanan hamur, küçük bezeler haline getiriliyor ve bu bezelerden küçük simitler yapılarak geleneksel kahke şekli veriliyor. Çay ve kahve sofralarına misafir olacak o tatlı dokunuş içinse tam bu aşamada simit şekli verilen hamurun bir kısmına tozşekere batırılıyor. Bu son dokunuştan sonra ise artık zamanın getirdiği nesiller arası yol ayrımına geliyoruz. Anneannem tepsisini alıp bahçede tandır başına geçerken annem ise mutfakta fırının karşısına geçiyor. O duman kokusuna karışmış zeytin isini ve baharatların kokularını almak, pişerken kahkeye nüfuz eden o toprak tadını yaşamak için anneannemin peşine düşüyorum. Tandırın içine yığdığımız zeytin çalılarını yakıp her ne kadar kokusunu sevsek de bu duman ve isten uzaklaşıyoruz. Ateş köze düşene ve tandır duvarları iyice ısınana kadar bekliyoruz. Duvarların soğuk kalmaması iyice ısınması önemli, biz de bekliyoruz ki kahkeler pişerken duvara yapışmasın, pişince duvardan ayrılabilsinler. Ateş köze düşünce sac bir levhayı tandırın dibine közün üstüne koyuyoruz ki kahkelerimizin yüksek sıcaklıkta dışı pişip içi çiğ kalmasın. Tüm bu hazırlıkları da tamamladıktan sonra bu iş için yaptığımız kalın kumaş eldiveni elimize geçirip teker teker kahkelerimizi tandır duvarına yapıştırıyoruz. Kahkeler piştikçe bir maşa yardımıyla altına tuttuğumuz uzun saplı bir tavanın içerisine düşürüp soğuması için hasır tabakların üzerine alıyoruz. Tandırın duvarı soğuduğunda ikinci kere yakarak ısıtmak için verdiğimiz küçük bir molada ise komşulardan birinin evinden getirdiği kahve eşliğinde soğuyan ilk kahkelerin tadına bakıp “her sene bugünlere” diliyoruz. Diliyoruz ki yılın bu zamanlarını ve bu tatlı telaşa düştüğümüz bu günleri görmek her sene hepimize kısmet olsun. Tandırın topraktan gelen bütün lezzetleri ve kokuları bir araya getirirken insanları da bir araya getiriyor; hep bir elden imece usulü yapılıyor. Bir komşuda tandır yandı mı bütün komşular da yardıma geliyorlar. Bir elden şekil verilirken, diğer el tandıra yapıştırıp pişiriyor ve biri de pişen kahkeleri tandırdan alarak elden ele geçen yardımlaşmayı sonlandırıyor. Günün sonunda ise katılan her komşuya birer tabak götürüyoruz ki bizim evimizde el verdikleri bereket onların evine de girsin, evlerini bereketlesin. Ertesi gün ise komşuda tandır yanıyor bu sefer de biz gidiyoruz. Bizlere kahke yaparken yardım edenler kendileri olmasına rağmen bize de bir tabak kahke gönderiyorlar, kendi evlerinde yardım ettiğimiz bereketin bizim evlerimize de girmesi, evimizi bereketlemesi için. Üzerimize sinen duman kokularını geride bırakıp mutfağımıza fırınımızın başına geçerek hepimizin evlerinde pişirip sofrasına koyabileceği usulde yapmaya annemizin peşine gidiyoruz. Tepsiye dizdiğimiz kahkelerimizi pişerken çok kabarmamaları için küçük bir ip makarasının oluklu tabanıyla hamurlarımızın üstüne bastırıyoruz hem de böylece tandır duvarının dokusunu vermiş oluyoruz ama bu işlemi elinizle veya bir çatal yardımıyla da yapabilirsiniz. Son şeklini de verdiğimiz kahkelerimizi, önceden ısıtılmış 180 derece fırında 20 dakikadan sonra kontrol ederek istediğimiz kızarıklığa gelince çıkarıyoruz ve kahve eşliğinde ilk kahkelerimizle tadarak yorgunluğumuzu atıyoruz. Her mevsim yapılan kahkemizin yanındaki eşlikçileri ve lezzetinin tamamlayıcıları da mevsime göre değişirken içinde bulunduğumuz Meryem Ana orucunda yeni yeni olgunlaşmaya başlayan taze incirler yazın en güzel tamamlayıcısı. Paskalya dönem ise oruç döneminden kalan kahkelerin en güzel eşlikçisi ise her ne kadar oruçla bağdaşmış olsa da yumurta ve peynirdir, bir kere denerseniz kahvaltı sofralarınızın ve çay-kahve masalarınızın vazgeçilmezi olacağına eminim. Şimdiden afiyet olsun. Her sene bugünlere.

  • Antakyamızdan Vazgeçmeyeceğiz

    Foto: Bora Selim Gül Bir süre sonra evimi yıkacaklar ve ben buna hazır mıyım, hiç bilmiyorum. Benim evim o kadar güzeldi ki. Yerde parıl parıl parlayan gri beyaz karoları, tavanda lamine parkeleri vardı. Üç katlıydı benim evim, üçüncü kata iki buçuk yıl önce taşınmıştık. Her gelen hayran kalırdı. Her şeyiyle biz ilgilenmiştik, ağırlık olmasın diye çatı yaptık, gelen işçiler çatıya bağlanan ve benim odamda ve salonda görünen direkleri görüntü açısından kesebileceklerini söylediler. Babam tereddütsüz "hayır" cevabını verdi. Ben de tüm o direkleri boyayıp güzel hale getirmiştim. Biz üçüncü kata taşınmadan önce binayı sağlamlaştırmak için aylarca uğraştı. Babam sayesinde evimiz başımıza yıkılmadı. Ben biliyordum ama bir gün çok büyük bir deprem olursa evimizin yıkılmayacağını. Evimizde uyandığım ilk sabah anneme "Anne burası dağ evi gibi, harika!" diye sevinçle çığlık atmıştım. Cam balkonlu terasımız vardı, cam balkonu gören herkes "Ay çok zor olmuyor mu bunları silmek?" diye sorduğunda annemle birbirimize bakar, aynı anda "Yooo, daha kolay hatta, açılabiliyor bunlar" diyip kıkırdardık. Camın hemen yanında bir kanepe vardı. Kışları terasa kuruyorduk sobamızı. Sobadaki odunların takırdama seslerini dinleyerek, camdan gökyüzünü izleyerek uyurdum ben her gece. Terasa açılan bir mutfağımız vardı. Bulaşık yıkarken penceresinden İncir'i, Attun'u, Tarçın'ı ve diğer bütün kedilerimi izleyip seslenirdim. Yukarı bakarlar ve hızla kapıya doğru koşarlardı. Aşağıya indiğim gibi yirmisi de orada olurdu, sesimi duymayanlar diğer kedilerin koştuğunu görünce kapıda biterlerdi hemen. Miyavlamalar eşliğinde mama koyardım önlerine, hayranlıkla nasıl yediklerini seyrederdim. Bahçemiz vardı küçük. Patlıcan, domates, biber, pazı, roka, zahter, fesleğen yetiştirirdik, bahçe kapısı aralandığı gibi kedi misafirlerimiz girerdi. Gölgelik bir alan bulup altında uzanırlar, bizi izlerlerdi. Kavurucu yaz sıcaklarında da suladığımız toprağın üstüne yatıp keyif çıkartırlardı. İncir hanım prenses olduğu için diğer kedilerle asla yemek yemezdi, benimle üçüncü kata çıkar, özel kabında yemeğini yerdi. Hatta bazen ben evdeyken annem kapıdan bana "Bir misafirimiz var!" diye seslenirdi bana. Sokağın başından evime gidene kadar on beş kişiye selam verirdim, bazen komşularımız bahçelerinde oturup dedikodu yaparlarken "Ooo hanımlar, nabersiniz bakalım?" diye takılırdım onlara. Güzel bir yemek piştiği zaman evlerde birbirimize bir tabak götürürdük. Kek yapacağız kabartma tozu mu bitmiş evde? Bir koşu karşı komşuma gider oradan alırdım. Bahçede mangalımızı yakar, patlıcan, biber, domatesleri közlerdik. Közlenince bir yandan onları soyup doğrardık, bir çırpıda abagannucu yapardık etler pişerken. İlk kedi beslemeye başladığımız zamanlar ben et vermek isteyince kızan annem ve babam her mangal yaptığımızda her birine bir iki parça verirdi. Yemeklerinden kısar, "Arttı bunlar yaaaaaa. Çocuklara verelim" bahanesiyle hemen aşağıya inip yedirmeye başlamışlardı. Her sıkıldığımızda eski Antakya sokaklarını gezer, kafelerden gelen "Habbeytek bessayf"i dinlerdik. Habbeytek bessayf, habbeytek bişşiti. Ben lisedeyken Sade diye bir kafe vardı, okuldan kaçar kendi yaptıkları buzlu çaylarını içmeye giderdik. Oranın sahibi abi bir ara yanımıza gelmiş ve ilişkilerle ilgili hala hatırladığım bir konuşma yapmıştı. Bir sonbahar akşamı eski sevgilimle el ele Antakya'yı karış karış gezmiştik. Her cuma dershane çıkışı Keyfo'ya gider acılı, yeşil süs biberli tavuk dürümümü yer, kendi yaptıkları mayonezi direkt ağzıma sıkmamak için büyük savaş verirdim. Kuzenlerimden “acaba Döver'e kahvaltıya mı gitsek?” lafını duyan halam "Yeşim'in yeri daha iyi, çok lezzetli" deyip bizi o parayı koymaktan vazgeçirir, kendi hazırladığı kahvaltıyı yedirirdi bize. Yaz geceleri bizim evin salonunda iki kocaman masa açardık, tüm aileyi çağırıp ziyafet çekerdik. Humusları, taratorları, abagannucları açar, kebapları masaya dizerdik. Boğma rakıları kadehlere doldurup aynı anda içerdik. En yakın arkadaşım, Saray Caddesi’ni gezerken "Abdo daha iyi kanka" dediğimde "Saçmalama, Çağlayan daha güzel tabii ki" diye çıkışırdı. Normalde Abdocu olan annem bir gün "Kızım Çağlayan daha güzel galiba ya, eti daha fazla koyuyorlar" demesiyle o ihaneti iliklerime kadar hissetmiştim. Öğrenciyiz tabii, kitap fiyatları da malum, tüm öğretim yılı boyunca Sayar Fotokopi'nin önündeki sıralarla geçerdi günlerimiz. Bazen Cemil Meriç Kütüphanesi'nde sabaha kadar ders çalışırız diye kendimizi gaza getirip en fazla saat gece ikiye kadar çalışır, sonra da sabahı getirene kadar canımız çıkardı, ilk gelen dolmuşla evlere dağılırdık. Antakya Anadolu Lisesi'nde okudum ben. Çok farklıydı benim okulum. Sınıftan çıktığın an direkt dışarıya çıkmış olurdun. Koridorlar dışarıya açılırdı, kapalı değildi. Avlumuz vardı. Eğer kendimizi ödüllendirmek istiyorsak La Mistik'e giderdik, güzel atmosferiyle ruhumuzu, yemekleriyle de midemizi doyururduk. Yazın kavurucu sıcaklarında canımız künefeden çok haytalı çekerdi, eski Antakya'dan girip Affan'a çıkardık. Arka bahçede soğuk haytalılarımızı yerdik. Antakya'ya gelen herkesin ruhu da midesi de çok iyi doyardı. Hıdırbey’e gider, sanki önceden onlarca kez okumamış gibi Musa Ağacı’nın hikayesini okur, buz gibi suyuyla ferahlardık. Kiliseleri gezer, ezan sesiyle çan sesinin aynı anda sesini duyardık. Düğünlerde de çok iyi bilirdik eğlenmesini. Arapça şarkılar vazgeçilmezimiz olurdu, kokteylli düğünlerde kendi yaptıkları bir litrelik boğma rakıyı koyarlardı her masaya. Sandığınız gibi sarhoş olmazdı kimse, zaten hep içildiği için herkes bilirdi içmenin adabını. Evi temizlerken dinlemek için oluşturduğum bir playlistim vardı. Evimi süpürür, Antakya kahvesini yapar, süvari bardaklara doldurur, müzik dinlerken evi silmeye başlardım. Normalde on beş dakikada silinebilecek evi keyifle, dans ede ede yarım saatte silerdim. Bazı yaz geceleri kulaklığı takıp sahnede ünlü bir şarkıcıymış gibi dans ederdim. Bazen de salondaki koltuğumda sabaha kadar dizi izler, günün aydınlanmasını yavaş yavaş içeri giren ışık huzmeleriyle anlardım. Biri bize kahvaltıya mı gelecek? Zeytin salatamız, çökeleklerimiz, humusumuz, bahçeden kopardığımız domates, biber, rokalarla sofrayı donatırdık. Tüm yaz kuzenlerimle sabaha kadar oyun oynardık, sohbet eder, özlemimizi giderirdik. Hatta deprem olduğu gün bizde toplanmış, gece 2’de Antakya köftesi sipariş etmiştik. Notlarımda hala en son “bir normal az acılı, bir kaşarlı acısız, bir normal acısız mayonezsiz, bir kaşarlı acısız, bir sadece kaşarlı” yazıyor. Meğer o gece evdeki son yemeğimizmiş. Onlar depremden on dakika önce evlerine gitmişti, ben de tam uyumaya giderken yakalanmıştım depreme. On dakika önce haykıra haykıra gülen kuzenim elinde kanla bağırarak ağlıyordu. On dakika önce oyun oynayan biz ölümü bekliyorduk. On dakika önce deli mutlu olan biz sağanak yağmurda bağıra çağıra ıslanıyorduk. Eğer bir eviniz varsa onu çok sevin, olur mu? Temizlik yapmaya çok üşendiğiniz evlerinizi bıkıp usanmadan keyif ala ala temizleyin. Güzel mutfaklarınızda güzel yemeklerinizi pişirin. Mahallenizi sevin, sokak hayvanlarını besleyin. Çünkü evsiz ve memleketsiz kalırsanız bu kadar basit şeyleri yapamadığınız için bile çok acı çekiyorsunuz. Bir eviniz, bir memleketiniz olduğu için; tüm anılarınız yıkık binalar altında kalmadığı için; memleketiniz tanınmaz halde olmadığı ve kokmadığı için; “Memleket neresi?” diye sorulunca “Antakya” cevabını duyulunca "Geçmiş olsun, Antakya dümdüz olmuş" cümlelerini duymadığınız için; artık işe yaramayacağını bildiğiniz halde cüzdanınızdan çıkaramadığınız bir anahtarınız olmadığı için; biri "Eve gidiyorum" deyince kalbinize bir ağrı saplanmadığı için; bayramlarda, tatillerde dönebileceğiniz bir memleketiniz olduğu için; gece boyunca deprem rüyaları görmediğiniz için çok şanslısınız. Bütün bunları yaşayan, evsiz kalan bizler için bunların değerini bilin, olur mu? Antakya çok kez yerle bir oldu, tekrar inşa ettiler. Biz de Antakya’yı tekrar inşa edeceğiz. Bu ne memleket sevdası diyorsanız Antakya’yı, Antakyalıları hiç tanımamışsınız demektir. Çünkü Antakya birçok kültürün, Arap’ın, Türk’ün, Alevi’nin, Ermeni’nin Yahudi’nin, Hıristiyan’ın kardeşçe yaşadığı bir yerdi, kültürel mirasından beslenen, şehrin ve insanın iç içe geçtiği, ayrılmaz bir bütün olduğu bir yerdi. Biz hep kendimizi çok şanslı hissettik buralı olduğumuz için. O nedenle bizlere başka şehirlerde altın tepside tüm güzellikleri sunsanız da biz Antakyamızdan vazgeçmeyiz, vazgeçmeyeceğiz. Depremden sonra evimiz. Elimdeki yenidünyalar bizim bahçemizde bu yıla kadar meyve vermeyen ağacımızdan

  • Enkaz Altında Kalan Geçmiş ve Roş Aşana

    Foto: Barış Yapar Yahudilerin Anadolu’daki varlıkları M.Ö 4. Yüzyıla dayanırken dünyanın bilinen en eski cemaatlerinden bir olan Antakya Yahudi cemaatinin yaklaşık 2200 yılı aşkın bir tarihi bulunuyor. Antakya Yahudi cemaati, İsrailoğulları’nın başta Halep olmak üzere Suriye’de ve Lübnan’da yaşayanlarının bir bölümünün Antakya’ya yerleşmesiyle oluşmuş köklü bir cemaattır. Maalesef 6 şubatta yaşanan Maraş merkezli depremde yaşanan kayıplarla bir tarih sona erdi. Senelerdir cemaati ayakta tutmak için çabalayan, topluma büyük katkıları olan Antakya Yahudi Cemaati başkanı Saul Cenudioğlu’nun ve eşi Tuna Cenudioğlu’nun vefat etmesi ve depremden sağ kurtulan yahudilerin de şehirden ayrılmalarıyla tarihin bir sayfası daha kapandı. Cemaatlerin karşı karşıya kaldığı demografik azalma (ölüm oranının doğumlardan fazla olması, karma evlilikler vs) ve hızlanan göç nedeniyle iki elin parmağı kadar kalanlar artık yok. Bugün yaklaşık 15.000 kişiden oluşan Yahudi toplumu çoğunlukla İstanbul, İzmir ve Ankara’da yaşıyor. Ülkenin dört bir yanında binlerce senedir yaşayan insanları tanımanın, anlamanın ve geleneklerini öğrenmenin iki yolu var ; okumak ve birinci ağızdan dinlemek. Antakya Yahudi cemaatinin geçmişini birinci ağızdan dinlemek zamanla daha uzak bir hayale dönüşürken, yazılı kaynaklar bırakmak önem kazanıyor. "çan, ezan, hazan " deyimiyle özdeşleşmiş Antakya’da yaşayan herkes komşunun bayramlarından, pişen yemeklerden, paylaşılan sofralardan, ibadethanelerden sokaklara ve caddelere taşan kutlamalardan büyük bir mutluluk duyarak bahseder. Kimisi bayramı inandığı için, kimisi de kültürel ve geleneksel yapısını sevdiği için kutlar. Bayramlar, gelenekler, bayram sofraları için özenle hazırlanan yemeklerin dinsel ve kültürel boyutları bireylerin kimliklerinin en dışarıya açabildikleri ve görünür kıldıkları parçalarıdır. Yahudilik inancı, bayramları ve ritüelleri içinde, yemeğin son derece önemli bir yeri olduğu açıktır. Roş Aşana (רֹאשׁ הַשָּׁנָה), Yahudi takvimine göre yılın başıdır. Bu bayram hem yeni yılı hem de kefaret günü olan Yom Kippur’a kadar olan 10 pişmanlık gününün başlangıcını temsil eder. Roş Aşana da İbranı takvimindeki Tisri ayının ilk gününde, günümüzde ona tekabül eden tarihte kutlanıyor. Yahudi yeni yılı bu sene 15 eylül Cuma ve 16 eylül Cumartesi akşamları kutlanıyor. Yeni yılı takiben Yom Kipur yani kefaret günü geliyor. Bu 10 günlük süre zarfında inananlar geçirmiş oldukları yılı, bu süre zarfındaki davranışlarını, tutumlarını ve hareketlerini sorgular « nasıl daha bir insan olabilirim ? » diye düşünürler. Roş Aşana için hazırlanan sofrada sembolik anlamı olan yiyecekler bulunur. Bu yiyecekler elma tatlısı, pirasa, pazı, hurma, kabak, balık, balık ya da kuzu başı ve nardan oluşur. Elma tatlısı tatlı bir seneye başlamayı, pirasa ve pazı düşmanları uzak tutmayı temsil eder. Sofranın ama yemeği, bolluk ve bereketin simgesi olan başıyla birlikte pişirilen ve masaya başıyla birlikte getirilen balıktır. Nar, ikinci gece yenir ve sevapların nar taneleri gibi çoğalması dilenir. Simgesel yiyeceklerin dualarından sonra bayram yemeğine başlanır. Antakya’da Sünni, Alevi, Ermeni, Yahudi ve Ortodoks toplumları yüz yıllar boyunca yardımlaşma ve dayanışma içerisinde yaşadılar. Antakya Yahudileri de bu toplum mozağinin bir parçası olarak hem kendilerinden kattılar hem de zaman içerisinde bölgenin kültürune entegre oldular. Bunun bir göstergesi ise mutfak kültürlerinin iç içe geçmesidir. Antakya’da Şabat günlerinde yapılan sebzeli, köfteli ve ekşi bir yemek olan “hamid” (Arapça eksi demektir) ve Antakyalı Yahudi Liza Cemel’in Nenha’daki yazısında bahsettiği Roş Aşana’ya özel Kibbe bil Fırın (tepside içli köfte) tarifi kültürel ve gastronomik entegrasyonun göstergesidir. Bu sene 5784’u Antakya’da karşılayacak, Roş Aşana sederini hazırlayacak kimse kalmadı, 5785’e nasip olsun dilerim. Her şeye rağmen, Şana tova umetuka!

  • Sen, Ben, Biz ve Onlar

    Zaman, her ne kadar çizgisel akışa sahip olsa da, kendi içinde döngüsel olaylar barındırır. Benzer olayları, farklı zamanlarda geri döndremez bir biçimde, yeniden ve yeniden yaşarız. Geçmişe müdahale etme şansımız olmamakla birlikte, geleceğe dair bir şeyler yapabilmeyi, döngüyü değiştiremesek de gelecekte daha dirençli kalabilmeyi becerebiliriz. Ancak çoğu zaman, bu ihtimali gerçekleştirme olanağını göz ardı ederiz. 6 Şubat ve peşi sıra gelen depremlerin ardından, çizgisel ve döngüsel kavramlarını eğer Antakya üzerinden okumak istersek; bu kent, M.Ö. 300’lerdeki kuruluşundan bu yana çizgisel bir biçimde akan zaman içinde, döngüsel olarak 150 yılda bir tekrar eden 7 ve üzeri şiddetli depremler silsilesinin etkileriyle defalarca karşı karşıya kalmış. Şimdi, gelecekteki gerçekleşme ihtimali bir hayli yüksek olan döngüyü kıramasak da, süreçten doğru dersler çıkartarak, yazgıya daha dirençli karşılık verebilme şansına sahibiz. Öncelikle dünya tarihi içerisinde bu kentin hayat hikâyesi ile kişisel hikâyelerimizi zamanın akışı içerisinde birbiriyle çakıştırmaya çalışalım. Bir önceki yıkıcı depremin 1872 yılında meydana geldiği gerçeğinden hareketle, bu depremin bir benzerini 2012 doğumlu olan oğlumun yaşadığı gibi, onun dedesinin dedesi de tam 140 yıl önce yaşadı. Eğer oğlum ve ailesi hayatının geri kalanında Antakya’da yaşamaya devam edecek olursa ve döngü bu şekilde sürerse, oğlumun oğlu ve oğlumun torunu benzer bir durumla karşı karşıya kalmayacak. Ama oğlumun torunun torunu, bir sonraki depremi, eğer bizler şimdiden dersler çıkartıp, önlemler almazsak, tüm soğukluğu ve çıplaklığıyla yaşayacaktır. Babam, ben ve oğlum -150 yıllık döngü- yani beş kuşak içerisinde yer alan bu üç kuşak, bu depremi ve sonrasını tüm gerçekliğiyle yaşadık, sonuçlarına katlanmaya çalışıyoruz ve katlanmaya da devam edeceğiz. Bu şiddetteki bir depremi hiç yaşamamasını umduğumuz, bir veya iki kuşağa, bir daha aynı yıkımları ve aynı kayıpları yaşamamak adına, bildiklerimizi ya da henüz öğrenmediklerimizi aktarmak durumundayız. Yoksa bizden sonraki dördüncü ve beşinci kuşaklar da yaşadıklarımızın bir benzerini yaşama talihsizliğinden kendilerini kurtaramayacaklar. Tüm bu yaşananları Nevzat Sayın, “bu bir doğal felaket değil, bir beşerî felaket” olarak tanımlıyorken, şu andan itibaren, tarihin bize vermiş olduğu sorumluluğun ciddiyeti içerisinde kalarak, bu kısır döngüyü kırmak, beşeri uyararak, üzerimize düşen sorumlulukları muhakkak yerine getirmek durumundayız. Tarih sahnesinde kendimizi ve neslimizi konumlandırmanın ardından, sonraki kuşaklara bu deneyimi ve bize öğrettiklerini aktarabilmemiz adına, bu kentin özellikle tarihi kent merkezinin yaşadığı en son yıkımı sağlıklı bir biçimde algılamak ve irdelemek gerekir. Karşımızda, bir kentin %85’inin yıkımından oluşmuş; sorgulanmayı, çözümlenmeyi bekleyen, hiçbir biçimde enkaz ya da moloz olarak değerlendirilmemesi gereken bir bilgi yığını duruyor. Benim ve benim gibi birçok kişinin de ortak düşüncesi, bu yıkım ve bilgi kümelenmesinin, cerrah titizliğinde bir müdahaleyi hak ettiği yönündedir. Antakya, kaçıncı defa olduğunu kesin olarak bilmediğimiz bir yıkım ve yeniden yapım süreci içerisinde, sedye üzerinde komadan çıkmayı beklerken, masanın başındaki uzmanlar, müdahale biçiminin ne şekilde olması gerektiğine yönelik şu üç yöntemi tartışmaktalar: 1. Şehrimizi ölmüş kabul edip, Antakya’yı yeni bir yerde, yeniden inşa etmek. 2. Genetik kodlar ve kültürel bağlam göz önünde bulundurularak, hastayı diriltip, rehabilite edip, dağarcığı nesiller boyu aktarmaya devam etmek. 3. Genetik kodların aktarıldığı, her şeyiyle yeni bir şehir inşa ve ihya etmek. Mezarlıklar şehirlerin birer parçasıdır. “Dünya”yı bir şehir olarak kabul edecek olursak, tarih boyunca birçok kentin mezarlığa döndüğüne, yıkılıp yok olduğuna, ortadan kaybolduğuna şahitlik etmişizdir. “Şehir mezarlığı” tabiri alışık olduğumuz bir tabir iken “yok kentler” den müteşekkil “mezar şehirler” aslında bizler için çok da alışık olmadığımız bir kavramdır. Persepolis, Kartaca, Machu Picchu, Babil gibi her biri bir sebeple, anlı şanlı geçmişleri olmasına rağmen, tarih sahnesinden birer birer silinip, mezar şehirler tarihine adlarını yazdırmışlardır. Bu bizler için düşük bir ihtimal olsa da biz de artık gerçeği kabullenip, son temsilcileri olarak deneyimlediğimiz bu şehrimizi, tarihin en üst katmanı olarak kabul edip, bırakıp gitmeli miyiz? Bu yaklaşım, bir kısım yerbilimci ve mimar tarafından ortaya konulan bir görüşe ait. Bir diğer görüş de, içerisinde mimar, şehir plancısı, arkeolog, koruma uzmanı, sosyolog, antropoloğun bulunduğu, Antakya’nın tarihi, kültürel, kentsel ve demografik sürekliliğini savunan ve daha geniş bir tabana yayılan görüş. Çünkü Antakya yukarıda sayılan mezar şehirlerden farklı olarak, yangına, istilaya açık, doğal afetlere karşı dirençsiz ama hayata tutunmaya azimli ve dirençli kentlerden biridir. Böyle bir yaşama azmi varken, hastayı sedyede kendi kaderine bırakmak ya da tüm yaşamsal bağlamından koparmak düşünülebilir mi? Peki, bu kentin belleğinde yıkım, genetiğinde enkaz altında kalma bilgisi yer almışken, neden yeniden burada yaşamı kurma ve yaşama isteği tekrar ve tekrar tezahür ediyor? Bunun nedeni, 2350 yıl önce temeli atılan bu kentin, Tuğçe Tezer’in sürekli dile getirdiği “Ova, Nehir ve Dağ” bağlamından kaynaklanıyor olabilir. Bu üçlü yaşamsal açıdan öyle bir ortam ve imkân yaratıyor ki, adeta ana rahmi gibi bereketli. Her doğumda olduğu gibi sancılı geçen her süreçte, coğrafyayı, depremi, inşa etme kültürünü iyi bellemiş olan bu doğurgan anne, her zaman gürbüz bir bebe veya bilge bir dede vermiştir, dünya kentler tarihinin kucağına. Ne zaman ki “Ova”, “Nehir” ve “Dağ” üçlüsünden biri yahut ikisi birden yadsındı veya görmezden gelindi, o zaman düşük riski ortaya çıktı ya da ölü doğum gerçekleşti. İşte biz o zaman, bebeği kaybettik. Bu kente ve kentin tarihine olan borcumuz gereği, dünya medeniyet tarihi içerisinde yerini almış bir kültürün sürekliliğini depremin kesintiye uğratmasına müsaade etmemeliyiz. 150 yılda bir 7 ve üzeri şiddette bir depreme ve büyük yıkımlara maruz kalan bir kentin fiziksel ve kültürel sürekliliğinin devamı, şu anda enkaz görünümünde olsa dahi yine de elimizde olan bu çok kırılgan veri bütününü koruduğumuz müddetçe gerçekleşecektir. Ki bu veri, içerisinde yüzümüze bir tokat gibi çarpan hatalarımızı içeriyor olsa da; bu öğretici kümenin, hızlı bir şekilde olay mahallinden kaldırılmasına izin vermemeliyiz. Kentimizle, kendimizle, geçmişimizle, hatalarımızla yüz yüze gelmeli, hesaplaşmalı ve helalleşmeliyiz. Yoksa ya terk-i diyar edeceğiz ya da yeni doğacak olan bebeğin, sadece genetik kodlarıyla değil kültürel kodlarıyla da yaşama tutunmasına olanak tanıyacağız. Hastanın başında görüş bildiren ve eyleme geçen bir diğer grup da, çoğunlukla bürokratlardan, vakıf mütevelli heyetlerinden, özellikle Antakya’yı tanımayan ve yeni yeni tanıma edimi içerisine girmiş olan mimar, yüklenici, şehir plancısı, sanat tarihçisi, arkeolog ve akademisyenlerden oluşan görkemli bir uzman grubu. %85’i harap olmuş bu kentten öğrenilebilecek ve kurtarılabilecek birçok şey varken hastaya müdahale biçiminin de ne olduğu, gerçekleştirilen eylemlerden sonra yavaş yavaş anlaşılmıştır. Tescilli kültür varlığı ya da değil, ağır hasarlı veya yıkık durumdaki her yapının, sadece yeniden yapımı amaçlı gerçekleştirilen enkaz kaldırma işlemi, koruma ve mimarlık açısından doğru bir yaklaşım olmadığı gibi adeta ana rahminin içindeki fetüsü kazıyıp almak anlamına da gelir. Teşhis aşamasında, Antakya Tarihi Kent Merkezi içerisindeki yapıların hasar tespitinin az, orta, ağır ve yıkık olarak derecelendirilmiş olması, hasarın mahiyetini tam olarak anlatmakta yeterli olmamıştır. Yapılar “Tescilli Kültür Varlığı” ya da “Çevre Uyumlu Geleneksel Yapı” olarak ayrı ayrı değerlendirilmemeliydi. Çünkü Antakya tarihi kent merkezi içindeki her yapı, tarihi dokuyu tamamlayan bir unsurdur. Yapıdan çok dokuyu koruyan bir yaklaşım içerisinde olunmalıydı. Tedavi aşamasında, her yapı için ayrı ayrı değerlendirmeler yapılmalı, hasar durumunun ağır olmasına göre topyekûn enkaz kaldırılmamalıydı. Mümkün olduğunca parsel sınırları içerisinde ayrıştırma yoluna gidilmeliydi. Alanda çalışan ağır iş makinalarının, toprak üstünde olduğu kadar, toprak altındaki arkeolojik yapılara ve bu yapıların alt kotlarındaki uzantılarına zarar vermesine müsaade edilmemeliydi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kamu yapıları ve vakıf eserleri için hasar tespitinden, enkazın korunmasından, molozun ayrıştırılmasına kadarki süreçte göstermiş olduğu hassasiyeti ve özeni, alan içerisindeki diğer şahıs mülkleri, sivil yapılar için de göstermesi gerekirdi. Sonuç olarak, yakın bir zaman içerisinde içimizi çok acıtacak bir “Eski Antakya” portresiyle karşı karşıya kalmamız muhtemel. Şehrinizi ne kadar iyi tanıyor olsanız dahi, boşluk içerisinde kaybolacaksınız. O kadar ki, keşke enkazıyla birlikte yıkık bir biçimde kalsaydı da bu bomboş alanı görmeseydik diyeceksiniz. Bu belki sizin kente dönüş isteğinizi, yeniden bir ihtimal yaşama tutunma arzunuzu tüketecek. Ama vazgeçmeyin. Sahiplenin. Sen, ben, biz olmasak, “onlar” olacak. Uzun bir zaman içerisinde de -belki bir ihtimal- belleğinizdeki anı noktalarına temas ederek kendini hatırlatacak, alana tek tük serpiştirilmiş yapılarla karşılaşacak, ama bağ kurduğunuz esas mekânlar artık orada olmadığı için, anılarınızı tümden yâd edemeyeceksiniz. Her zaman “ahh o eski günler” diye iç geçireceksiniz. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ama yine de vazgeçmeyin. Sahiplenin. Sen, ben, biz olmasak “onlar” olacak. Merkezi otoritenin, “Yerinde Yeniden İhya” ve “Aslına Uygun Restore Edeceğiz” diyerek, Antakya Tarihi Kent Merkezi içerisinde gerçekleştirdiği çalışmaları anlatan bir örnek: Hatay İli Antakya İlçesi 3. Mıntıka 115 parseldeki, farklı dönemlerde müdahalelere maruz kalmış bir “Çevre Uyumlu Geleneksel Yapı”dır. 2021 yılında yapının rölöve projeleri, ilgili idare olan Antakya Belediyesi’ne sunulmuş ve onaylanmıştır. Yapının restorasyon projeleri de onaylanmak üzere Hatay Koruma Bölge Kurulu’na havale edilmiştir. Hatay Koruma Bölge Kurulu 23.12.2020 ve 1025 sayılı kararı ile yapının tescillenmesine ve projelerin tescilli yapılarda talep edilen düzenden yeniden çizilmesine karar vermiştir. 2021 yılında Hatay Koruma Bölge Kurulu’nun onayının ardından rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerine göre yapıda uygulamalara başlanmıştır. Yapının restorasyonunun tamamlanmasına yakın bir zamanda, restorasyon tadilat projesi hazırlanmış ve ilgili belediyeye havale edilmek üzere sunulmuştur. Ancak 6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinden sonra yapı hasar görmüş olsa da, çevresinde hiçbir sağlam yapı olmamasına rağmen ayakta kalmayı başarmıştır. Hasar tespit çalışmaları sonucunda hasar durumu “Ağır Hasarlı” olarak belirlenmiş, ancak yürütmeyi durdurma istemi ile dava açılmış ve ara karar çıkmıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen, yapı yıkılmadan yerinde tespitler yapılıp güçlendirilebilecekken, müellifin ve mülk sahiplerinin haberi olmadan, 30 Ağustos 2023 günü tamamen yıkılmıştır. Deprem öncesi ve sonrasına dair hava fotoğraflarında, yapı gayet net bir biçimde görünmektedir. Ancak depremin yıkamadığı, ayakta olan “Tescilli Kültür Varlığı Yapı”, kepçeler yardımıyla yerle bir edilmiştir. Yapıya ait alanda bir tek kuyu ağzı bırakılmıştır. Peki, ağaçlardan ne istediniz; onlar da mı ağır hasarlıydı? Halbuki, depremde 3. Mıntıka 115 parseldeki “Tescilli Kültür Varlığı Yapı”dan daha çok hasar görmüş olan 3. Mıntıka 1441 parseldeki kültür varlığı yapı, proje müellifinin girişimi ve yapı malikinin bedelini karşılaması sonucuyla yerinde ayrıştırılmıştır. Bu konuda koruma bölge kurulundan izinler alınmış, alandaki Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın uzmanlarıyla mutabakatlara varılmış, gerçekleştirilen yerinde ayrıştırma uygulamasıyla yapıya ait birçok malzeme, detay korunmuş, yapının neden yıkıldığına ya da bazı bölümlerinin neden ayakta kaldığına dair birçok veri, tespit yapılabilecek bir biçimde ortaya çıkarılmıştır. Yapıyı ayakta tutan taşıyıcı sistem ve elemanlar zarar görmüş ve bir daha kullanılamayacak olsa dahi, yerine konması çok zor hatta imkânsız olan bazı yapı elemanları, yerinde muhafaza edilmiştir. Bunlar arasında bulunan kiremitler, karo mozaik zemin kaplamaları, ahşap kornişler, dolaplar, pervazlar, mahmel ve yüklükler, kesme taş malzemeler, aşık, mertek ve alınlıklar, ferforje korkuluklar, yapının avlusunda korunmuştur. İlk aşamada yapı sahibi adına külfetli bir iş olsa da, yapının kepçelerle yıkılıp, kamyonlarla ayrıştırma merkezine götürülmesi, orada ayrıştırılması, restorasyon aşamasında malzemenin yapı alanına yeniden getirilmesi, eksilen malzemelerin yerine yenilerinin konulmasının maliyeti, bu ilk aşamadaki maliyetin, kat be kat daha üzerinde olacaktır. Ekonomik açıdan bir darboğazda olan bir ülkenin, depremden dolayı tüm varlığını kaybetmiş olan bir şehrinin insanlarının “tek atımlık barutları” varken, kaynaklarımızı bu biçimde harcamamız pek mantıklı görünmemektedir. Bunun yanında belki de ekonomik değer kaybından çok, kültürel değerlerimizin bu muameleye maruz kalıp, geri dönmesi zor bir ihtimal ortaya koyan bir seçenekle kaldırılması nedeniyle oluşan esas değer kaybımızın kültürel alanda olduğu, su götürmez bir gerçektir. Vatandaşın yapabildiğini, devletimizin de yapabileceği ise bir diğer gerçekliktir; yeter ki bu yönde bir irade ortaya koymak istesin. Eminiz ki vatandaş da, devletinin yanında durup onu destekler pozisyonda olacaktır. * Y. Mimar

  • Deprem, Antakya ve Sokak Hayvanları

    6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen Kahramanmaraş depremi, Antakya’yı derinden etkileyen yıkımın en büyük tanığı oldu. Şu an itibariyle, bölgedeki insanlar temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta büyük zorluklar yaşıyorlar. Zorlu hava koşullarında saatlerce su sırası beklemek, sağlık ve hijyen gibi basit gereksinimleri bile karşılamak mümkün değil. İnsanlar, bu zorlu koşullar altında temel gereksinimlerini dahi giderme mücadelesi veriyorlar. Buna ek olarak, bölgedeki sokaklarda, enkaz aralarında aç, yaralı ve hastalıklı şekilde hayatını sürdüren hayvanların sayısı, hayatta kalan insanların sayısına eşit, hatta onlardan daha fazla olabilir. Bundan aylar öncesinde, yani deprem anına ve kurtarma çalışmalarının devam ettiği günlerde de hayvanlar ciddi zorluklar yaşadı. Deprem sırasında bazı insanlar, hayvanlarıyla birlikte enkaz altında mahsur kaldılar ve bazı hayvanlar deprem anında aşırı korktukları için sahipleriyle birlikte evlerinden çıkamadılar. Sokaklarda enkazlara giren çıkan veya saklanan hayvanlar ve bu hayvanları arayan insanlar nedeniyle karmaşık bir durum oluştu. İnsanlar, şoku atlattıktan sonra hayvanlarını güvende tutmak için güvenli bölgeler aramaya başladılar. Kurtarma ekipleri, gönüllü sivil toplum kuruluşları ve veteriner hekimler sayesinde hayvan kurtarma çalışmaları başladı, ancak bu imkansızlıklarla dolu ortamda bu çalışmalar yetersiz kaldı. Bir yandan kurtarma çalışmaları devam ederken bir yandan içlerinde kurtarılmayı bekleyen hayvanların olduğu ağır veya orta hasarlı binalar göz göre göre hayvanların üstüne yıkılmaya çalışıldı. Bazı durumlar gönüllülerin çabaları sonucu durduruldu. Bazı binalarda içerde canlı izine rastlanmadığı öne sürülerek maalesef yıkım durdurulamadı ve hayvanların içeride kaldığını söyleyen insanların olmasına rağmen yıkım işlemi gerçekleşti. Kurtarılan hayvanlar ise bölgenin imkansızlıklarından dolayı uzun süre tam bir sağlık hizmeti alamadılar. Hayatta kalan insanlar, hayvanlarıyla birlikte kalabilecekleri bir yer bulmakta da zorlandılar. Hatta sırf bu nedenle bazı insanlar, hayvanlarını sahiplendirmek zorunda kaldılar. Bu felaketi yaşayan insanlar için, evlerinde veya sokaklarında hayatlarına eşlik eden hayvanları kaybetmek ve onları şu an bu durumda görmek bunca şeyi yaşamış herkes için oldukça yıpratıcı. Deprem öncesinde de Antakya'da sokak hayvanlarının refah seviyesi oldukça düşüktü. Şehrin hızla gelişmesi, sokak hayvanlarının yiyecek ve güvenli barınma bulma çabalarını daha da zorlaştırmıştı, bu da hem hayvanların sokakta yaşayabilmesini hem de sağlık sorunlarını beraberinde getiriyordu. Zaten dünya genelinde, hayvanların temel haklarına saygı duyulan ve iyi bir yaşam sürdürdükleri ülkeler oldukça az ve Türkiye genel olarak bu konuda sınıfta kalan ülkelerden biri. Ancak, bu durumu değiştirmeye çalışan hak savunucuları ve gönüllülerin çabaları sayesinde, en azından sokak hayvanlarının yaşam alanları, beslenmeleri ve sağlık durumları için verilen mücadelenin seneler içinde arttığını görebiliyoruz. Tabii, bu çabaları gösterenler, çevre sakinleri, belediyeler ve barınaklar türlü zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor. Deprem sonrası sokak hayvanlarını bekleyen ciddi tehlikeler Yine deprem öncesinde Antakya’da gönüllü ağının bölgede büyümesiyle birlikte, sokak hayvanlarını beslemeye ve güvenli barınakları artırmaya yönelik çalışmalar başlamıştı, en azından sorunun görünürlüğü artmıştı. Ancak, maalesef yaşanan depremle birlikte işler tamamen tersine döndü ve hatta sokakta yaşayan hayvanların yanı sıra 'ev hayvanları' da bu zor durumda hayatta kalmaya çalışıyor. Bu, uzun vadede bölgedeki tüm hayvanların sağlığını ve çevre sağlığını ciddi şekilde tehdit edecektir. Çünkü bölge şu an herhangi bir canlının yaşaması için uygun bir yer değil. Hayvanlar, sokaklarda kalan enkazlardan buldukları yiyeceklerle veya gönüllü insanlar tarafından beslenerek hayatta kalmaya çalışıyorlar. Beslenme yetersizlikleri ve çevrenin sağlıksız durumu her canlı gibi hayvanları da etkiliyor. Bu durum hayvanlarda doğrudan sağlık sorunlarına yol açarken insanlar için zoonoz, yani hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalıklar açısından bir tehdit oluşturuyor. Tüm bu hijyenden uzak ve sağlıksız ortamda hayvanlar parazitlerle, vucutlarında enkaz aralarında gezerken oluşan yaralarla, beslenme yetersizliğinden oluşan bir dizi problemle hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ne yazık ki, şu an bölgede tam teşekküllü bir veteriner kliniği bulmak neredeyse imkansız. Var olan veteriner klinikleri ise ağır hasar görmüş, cihazlarını ve hekimlerini kaybetmiş durumda. Açık olan klinikler büyük bir özveriyle işlerine devam etmeye çalışsa da hayvanların kapsamlı bir sağlık hizmeti alabilmeleri için çevre illere sevk edilmeleri gerekiyor, bu da kurtarma çalışmaları yapan gönüllüler için zorluklar doğuruyor ve bu canlıların temel hakları ellerinden alınmış oluyor. Bu hastalıklarla ve sağlıksız durumla mücadele edilmediği takdirde, zoonoz hastalıkların insanlara bulaşma riski de ciddi şekilde artıyor. Şu an bölgede hem hayvanlar hem insanlar paraziter mücadele vermeye çalışıyor. Ayrıca açlık ve hastalık nedeniyle hayatını kaybeden hayvanların bedenleri, uygun şekilde ortadan kaldırılmadığı için çevrenin doğal dengesini bozan etkenlerinden biri haline geliyor. Bu durum, dünya genelindeki felaket durumlarının hayvanlar açısından hiçbir şeyi değiştirmediğini, hatta daha da kötüleştiğini gösteriyor. Bölgenin doğal dengesinin bu kadar bozulması, orada yaşayan vahşi hayvanların ve doğal yaşam alanlarının da zarar görmesine neden oluyor. Antakya, birçok canlıya ev sahipliği yapan bir coğrafyadır. Örneğin, birçok kuş türü göç zamanında bu bölgeyi tercih eder ve bir süre burada yaşar. Burayı tercih etmelerinin doğal yaşantıda birçok sebebi var. Bu sorunlar, bölgenin doğal denge sistemini bozacağı için bu çeşitliliği kaybetmemize sebep olabilir. Bu kadar zengin bir yaşam döngüsünü içeren bir bölgenin korunmaması ve çözüm önerilerinin sunulmaması, Antakya'nın güzelliklerinden birini daha kaybetmemize neden olacaktır. Bu durumun görmezden gelinmesi, Antakya halkı için büyük bir kayıp olacağını düşünüyorum. Çünkü şehir tamamen yıkılmış olsa bile değerlerini korumak için herkes ciddi bir dayanışma içinde. Doğanın, sokaklarda yaşayan hayvanların ve diğer canlıların, insanlar kadar yaşama hakkına sahip olduğu ve bu hoşgörülü toplumun temel bir parçası olduğunu unutmamak önemlidir. Sokak hayvanları Antakya’yı Antakya yapan unsurlardan biri Çok fazla acı yaşadığımız hepimizin ayrı ayrı derin yaralar aldığı şehrimizi, çocukluğumuzu, ailelerimizi ve arkadaşlarımızı bir anda kaybettiğimiz bir olay yaşadık. Hoşgörüsüyle bilinen bir toplumun yaşadığı coğrafyada insan kadar yaşama hakkına sahip olan diğer canlıların ve doğanın bugün getirildiği nokta tüm değer yargılarımıza tamamen ters düşen insanlarda oraya dair umudu körelten bir noktadadır. Bölgeden yolu geçmiş herkes bölgenin yaşama sevincini bilir. Bu deprem bize bu yaşama sevincinin güç aldığı çok fazla değer olduğunu gösterdi. Şehrin kendisi,sokağında yaşayan hayvanları, insanları, kültürleri, yemekleri, doğası, bölgeye dönemsel gelen kuşları, dilleri, dinleri orayı Antakya yapan temel taşlardır. Bunlardan birinin zarar görmesi Antakya’nın hep bir eksik kalmasına sebep olacaktır. Yani kısaca Antakya’da büyük parkta neşeyle peşinize takılan köpekler, kiliselerin bahçesinde uçuşan kuşlar, uzun çarşıda peynircilerin önünde bekleyen kediler, baharla gelen yaz bitiminde herkesin el sallayarak uğurladığı leylekler de Antakya’yı Antakya yapan parçalar. Bugün bunların kaybolmasını görmezden gelirsek yarın yeniden kurduğumuz Antakya eski Antakya'nın yaralı ve eksik bir taklidi olmaktan öteye gidemeyecek. Tüm canlılarıyla Antakya’nın tekrar tanıdığımız Antakya olması dileğiyle…

  • Everyday Politics of an Earthquake

    What happens when a government prioritises its own image over the people affected following a major earthquake? Micromanagement of pain, micromanagement of outburst, and micromanagement of despair. How does the government manifest this micromanagement? By controlling what goes on in the region in the aftermath of the earthquake through its channels that it has sent there. One of the most prominent of these channels was the National Medical Rescue Team (UMKE in Turkish acronym), which is the governmental emergency service organisation for medical assistance in natural disasters and accidents that consist of specialised health care personnel. In the earthquake-affected region, the situation was tense, the area was destroyed, and the people were left helpless. People came to the hospital either on foot or hitchhiking, and the hospital was located on the outskirts of the city. That is why when people arrived, we knew they came for the hospital. People came because they had complaints, but also because they did not know what to do with all the grief, stress, and anxiety. Therefore, when we were to give the news to the people that the field hospital was shutting down, all everyone asked was “What are we going to do? Where are we going to go?” This was the very question I asked the UMKE personnel when, one day, they appeared at our field hospital out of thin air and stayed until it closed. They responded with a dry “I do not know.” I asked “Then, what are we going to tell the people?” and they said, “Tell them you do not know; that, too, is an answer.” To me, that was not an answer, that was adding insult to injury. According to UMKE, what they were doing at the field hospital was “reporting the shortcomings they observe” and not answering questions. Yet, UMKE sought answers to their own questions, including whether we volunteered at the field hospital on our own will or were directed by an organisation. Even a foreign emergency volunteer asked me “I understand everything, but what exactly is UMKE doing?” Their presence was puzzling to the foreigners as well as for us, as we did not know their exact purpose, except that they were the tentacles of the government. However, UMKE’s questions continued. Much like these questions, despite the government’s attempts to micromanage, what was missing in the earthquake-stricken region was way too many. First, although there were many hospitals, established by various foreign governments, municipalities, and other organisations, nobody knew exactly what the other hospital had to offer to patients. One said they have tomography, the other refused. The other said they have cardiology services, only for another to point to the third hospital. On top of that, there was a shortage of medication, broken machines or monitors, and an urgent need to coordinate with city hospitals for transferring patients. Hence, the major shortcoming to report was the government’s inability and incapacity to establish a safe and sustainable information network. Therefore, rather than micromanaging, the government should have concentrated on coordinating the information flow among the established hospitals through its existing tentacles. Second, even though the government should have been well-prepared for such disasters, it became evident in the first week of the earthquake that they were entirely ill-equipped, particularly due to the severe shortage of tents. Most of the patients arriving at the hospital also emphasised this urgent need. Therefore, when our field hospital was getting ready to leave, the government, through UMKE, was inquiring whether they would consider leaving behind their tents, medications, and any other available supplies. This approach could have made sense if the government adopted a macro-level coordination strategy to collect necessary supplies and then distribute them to those in need. However, the government was collecting whatever they could that would be given by foreign teams through individual incentives left to the UMKE personnel’s discretion. The government's approach to disaster management that prioritises micromanaging and controlling the ongoing efforts over coming up with higher-level long-term plans for providing more sustainable living conditions manifested itself in the field as a lack of organisation, planning, and coordination. The behaviour of UMKE personnel emphasises this very point. While the UMKE personnel were assigned to "monitor" the ongoing activities and seemingly to show off, there did not seem to be anyone or any teams in charge of replacing the foreign field hospitals with UMKE-operated hospitals once the foreign field hospitals left. As word of mouth was a major source of communication among people in the region under these conditions, and the hospitals’ location had become widely known; an immediate transition to UMKE-operated hospitals at the same sites was a pivotal step that was apparently not taken by the government. With these untaken steps, over six months have passed since the earthquake struck, and many areas in the region still lack access to clean water, let alone proper information provision, tents, and medication. We still do not know exactly how many people died, how many buildings collapsed, or what are the future service provisions for the earthquake-affected region. But, what we definitely know was the micromanagement of everyday politics of an earthquake by the government at the expense of its own people. *Based on my observations during my volunteer work as a translator at a foreign field hospital in the earthquake-stricken region in March 2023.

  • Hafıza, Anma ve Antakya

    Kasım 2022’de Diyarbakır’a gitmek için İstanbul’daki havaalimanında beklerken nereleri gezip göreceğim, kimlere uğrayacağım, hangi yemekleri nerede yiyeceğim belliydi. Diyarbakır’dan karayoluyla sırasıyla Mardin, Şanlıurfa, Gaziantep’e gidecektim. Planımın son günlerine doğru Zeugma’da büyülenmiş şekilde gezerken öğrendim ki Zeugma’daki eserlerin ustaları aslında bu işçiliğini zamanında Antakya’daki ustalardan öğrenmişler. “Zeugma yeterince kusursuzken Antakya’da neler sergileniyordur kimbilir?” diye söylenmeden edemedim. Günler sonra artık planımın tamamlandığı sabah Antep’ten İstanbul’a gitmek üzere yola çıktım. Yol arkadaşımla arabadaydık, Adana’yı geçip Pozantı’da yemek molası vermiştik. Bir olmamışlık vardı içimizde, ama tarif edilecek türden bir his değildi. “Acaba” dedik, “bir yere daha mı gitseydik eve dönmeden önce?” Onun aklında zaten varmış, ama ben dönüş için çok uzak kalacağını, başka zaman gidebileceğimizi söylemiştim. Beni dinlemedi, iyi ki de dinlememiş. O gün Pozantı’da yemek yedikten sonra geldiğimiz onca yolu bir anda geri döndük ve Antakya’ya doğru yola çıktık. Antakya’ya gitmek, en çok da müzelerini gezmek yıllardır hayalimdi ama o gezinin bir planı olmadığı için yaptığımızın delilik olduğunu düşünmüştüm. Meğerse kendimize hediye vermişiz. Yol boyu merkezdeki tüm otelleri tek tek aradım ama hiçbiri müsait değildi. “Vay” dedim, “Demek Antakya kalabalık ve bol şenlikli olacak.” Eski bir taş oteli çok beğendiğimi, yer ayırmaları için yalvardığımı hatırlıyorum. Bana “Bir dahaki gelişinizde sözümüz olsun, bugün yerimiz yok, affedin.” demişlerdi. Bilmiyordum aynı otelin enkazında bir tanıdığımızı aramak için sosyal medyada yardım arayacağımı. Neyse, o gün Defne’de yer bulabilmiştim. Antakya’ya giden inişli çıkışlı yol beni çok düşündürmüştü. Yukarıdan İskenderun Limanı’na bakmak da benim için heyecan vericiydi çünkü hep merak etmiştim. Annemi arayıp yolda haber verdiğimde, “Dağları aşıp vardık buraya!” dedim kendime bile inanamayarak. Aynı dağlara Mozaik Müzesi’ne girmeden önce arkamı dönüp baktığımda şunu söylediğimi çok net hatırlıyorum; “Düşünsene eski insanlar bu ihtişamlı dağa baktıkça korkmamış olabilir mi? İnsan Tanrı’yı bu dağlarda sanar tabii. Şimşek çaksa, deprem olsa şu koca dağdan bilirsin.” Sonrası zaten malum, her şanslı ziyaretçinin Antakya’ya adım atar atmaz başına geldiği gibi müzeler, Uzun Çarşı, künefe, kahve, pöç, kabak tatlısı ve daha sıralamaya gücümün yetmediği onlarca zenginlik… Ben bunları hatırlarken, deprem tatbikatı gününü de hatırlıyorum. Çınar ağacının altında oturup meşhur tatlıyı yedikten sonra, acı bir kahve içtiğim ana denk gelmişti. Ulu Cami minaresinden duyulan belli belirsiz bir ses, kısa süreli saniyelik sessizlik, sonra da hayatın sıradan akışında pek de bir şeyi değiştirmeyen bir tatbikat… İstanbul’da ben minicikken yaşadığımız o depremden kalma korkuyla her an aklında deprem ile yaşayan biri olarak, o tatbikat anını da hiç unutamıyorum, çünkü sadece gelip geçen bir dakikadan ibaretti o “önlem”. “Burada deprem olsa ne olacak kim bilir?” dediğimi hatırlıyorum. Keşke bunun cevabını hiç bilmeseydim. Antakya güzeldi, sıcaktı, zengindi, insanı hoşsohbetti. Bir tanecik kömbenin, simidin tadına bakmak isteyince misafire ikram ederlerdi, eskicilerde dolaşırken bir anda gelip Antakya ve cam ustalarının tarihini anlatırlardı, adres sorunca “beni takip et” derlerdi, dakikalarca yolda hiç tanımadığın birinin ardına takılır giderdin. Çarşıda duyduğun Arapça, Türkçe, Süryanice ve nicesi birbirine karışırdı. İlk kilise oradaydı, Anadolu’nun ilk camisi oradaydı, müzeleri dünya çapındaydı, mutfağı zengindi tıpkı dili gibi gönlü gibi kültürü ve hafızası gibi zengindi. Antakya benim kişisel tarihimin ve belleğimin de önemli bir parçası olmuştu. Doğu’nun Kraliçesi hakkında –di’li geçmiş zamanda konuşmayı hala kabullenemiyorum, kabullenmeye de niyetimiz olmadığını biliyorum. Peki onu nasıl ve ne şekilde hatırlayacağız? Yeniden yaşamı nasıl yeşerteceğiz? Aleida Assmann’a göre, semantik bellek kavramı zihnimizin depolama kapasitesinin görevlerini üstlenir ve genel bilgileri bizlere öğrenir. Bu öğreti, nereye ait olduğumuzu, hatırladığımız sosyal anıları, ortak travma veya kültürel birliktelikleri de besler. Öte yandan, Assmann’ın önerdiği epizodik bellek kavramı ise kişisel olaylarımızı, geçmişimizi ve zihnimizde gerçekleşen deneyimlerimizi içerir. Bizler, semantik ve epizodik belleklerimizde taşıdıklarımıza göre “bir şeylere” anlamlar yükler ve anımsarız.[1] James Wertch ise toplumların da tıpkı insanlar gibi DNA kodlarına sahip olduğunu düşünür.[2] Wertch’e göre, toplumsal anlatılar oldukça önemlidir çünkü bu kodlar (bu anlatılar) kültürel sınırlar çizer ve nasıl düşündüğümüzü şekillendirirler. Kuşkusuz bizler de Antakya’ya dair anılarımızı, bildiklerimizi, hislerimizi anlatarak bu kadim şehrin yeniden yeşermesine katkıda bulunacak ve şehrin hafızasını koruyacağız. Başka bir toplumsal hafıza türü ise ilginç bir şekilde “anma”dır. Anmadan ne anladığımız ve neyi nasıl andığımız aynı zamanda gelecekte oluşacak olan şimdiye dair hafızamızın ve andığımız şeyin ileride okunacak tarihine katkıda bulunur. Antakya’nın “eski” ruhunu ve kimliğini kaybetmeden “yeni” haline bürünüp bir kez daha doğacağı önümüzdeki süreçte bizlerin onu nasıl andığı da önemli olacaktır. Kalbimizi ağırlaştıran kayıplarımızı, eskiden soluklandığımız Antakya kahvehanelerini, pazarlık yaptığımız çarşı esnafını, dudaklarımızdan hangi ibadethanede hangi dilde duaların döküldüğünü, şabatı-noeli-kandili nasıl kutladığımızı, danslarımızı, yemeklerimizi, komşularımızı anarak bu doğum sürecine başlamalıyız. Gelecek nesillerin de Antakya’nın havasını solurken gerçekten de orada; Antakya’da olduğunu hissetmesini sağlamalıyız. Peki, şimdilik “fiziken terk edilmiş” gözüken Antakya’ya kimler geri dönecek? Nasıl geri dönecek? Anmanın siyaseti öyle ki burada da önemli görevleri üstlenecek. Bir insanın bir mekândan, evinden göç etmesi o an veya geleceği için daha iyi şartlar aradığına dair bir işarettir. Peki varılan yerden geri dönüşün gayesi bundan farkı olabilir mi? Bence mutlaka farklılıklar içerir. Bir kere, geri dönülen yer tanınmış, bilinmiş, aşina olunmuş yerdir. Geri dönülen yer, büyük oranda evdir. Bana kalırsa, insanın terk ettiği –etmek zorunda kaldığı- bir yere geri dönme kararı alması bireysel faydasından çok öncelikle “aidiyet duygusu” ilgili bir karardır, bu aidiyet de hafıza ile doğrudan bağlantılıdır. Ya döndüğümüz yeri bıraktığımızla aynı bulamaz ve aidiyetimizi hissedemezsek? İşte bu sebeple en çok da Antakya özelinde şehrin karakterinde olan biricik parçalar hayati önem taşıyor. Bu parçaları yerine koyup geliştirmekte hafızamızın rolünü küçümsememeliyiz. Pekâla, mekânın/evin fiziken terk edilme sebebi bir doğal afetse, bu durum bazı karar koşullarını farklılaştırabilir. İşte bu yüzden Antakya’yı hak ettiği gibi anmalıyız diye düşünüyorum. Nerede kimin hatalı veya doğru kararlar verdiği, kimin hangi kurala ne kadar uyduğu ya da uymadığı, kimin hangi mirasa nasıl sahip çıktığı, nelerin doğru nelerin vicdana, bilime, Antakya’ya aykırı olduğu ve neden bugün bu felaketin yaşandığı en çok da Antakyalıların anma pratiklerinde yer almalı. Böylece Antakya’nın yeniden doğumunda halkın doğru talepleri eşliğinde, doğru yanıtlara ulaşabildiği ve bu değerler üzerinde yükseldiği bir ortamda öncelikle barınma konusu güven temelinde çözümlenmeye başlar. Barınmanın, Antakya’nın gerek merkezinde gerek köylerinde dokusuna uygun bir işçilikle inşası yine hafızamız ile alakalı olacak. Ve elbette bunu takip edecek olan ekonomik planlar, kamusal haklardan yararlanma, diyaloğa açık yöneticiler, sivil toplum, çeşitli disiplinlerden yerli yabancı uzmanlar, halk ve diğer paydaşların bir arada olacağı şeffaf bir planlama süreci “eve geri dönüş” için mutlaka önem arz edecektir. İşte bu sebeple hafızaya ve anmaya sahip çıkmak, bugün yazılmaya başlanan geleceğin tarihi için bir umut ışığı olacaktır. Antakya, çocuklarını ve misafirlerini sarıp sarmalamaya her dönemde hazır olduğunu defalarca insanlığa öğretmiş ve kanıtlamış özel bir yer. Onu hak ettiği bu yeni doğumuna hazırlamak, ona hizmet etmek, neler olduğunu unutmamak (iyi ve maalesef acı haliyle de), onu çocuklarıyla yeniden buluşturmak daha önce olduğu gibi bir şekilde yeniden, fakat bu kez bizim dönemimiz insanlığına, yüklenmiş bir sorumluluk… Milattan önce 106’da doğan Cicero, “Antakya eskinin şanlı ve varlıklı kenti, eğitilmiş insanların ve özgür bilimlerin yurdu.” demişti. Bu önermeyi, “eski”den çıkarıp geniş zamanda kabul görmesini sağlamak da bizlerin elinde olacak. Yeter ki Antakya’ya dair hafızamızı, kişisel ve toplumsal olarak yaşatalım ve doğru anabilelim. Janina Bauman, otobiyografiler ve hafızalar için “tarihin boşluklarını dolduruyorlar”[3] tabirini kullanır. Eğer neler yaşadığımızı unutmaz ve hepsine sahip çıkarsak, her daim anlatarak ve birbirimizi anlayarak “eski bilimler yurdu” Antakya’nın geleceğimizin de Antakyası olması için çalışabiliriz. Yeniden Kurtuluş Caddesi’ni aydınlatıp, Antakya yeniden hepimize ev olana dek… [1] Assmann, A. (2008). Transformations between history and memory. Social Research: An International Quarterly, 75(1), 49-72. [2] Wertsch, J. V. (2012). Deep memory and narrative templates: Conservative forces in collective memory. In Memory and political change (pp. 173-185). Palgrave Macmillan, London. [3] Bauman, J. (2002). Memory and imagination: Truth in autobiography. Thesis Eleven, 70(1), 26-35.

  • Antakya’ya Mektup

    Sana bir mektup yazacağım aklımın ucundan geçmezdi. Seni sevdiklerimle birlikte kaybedeceğimi hiç düşünmezdim. Ben nereye gidersem gideyim seni de yanımda götürürdüm. Ben neredeysem sen de oradaydın. Ben sendim, sen de ben. Senin binlerce hikayen vardı, ben onlardan sadece biriydim. Eski hikayelerin içinde kaybolurdum. Hep döneceğimi bilerek uzun yolculuklara çıkardım. Bazen 3 ay, bazen 6 ay, bazen 1 yıl. Ama hep döndüm sana. Senden uzak olduğum zamanlarda varlığın içimi ısıtırdı.“Antakya hep orada, sevdiklerim, evim orada” derdim. Seni özlediğimde bir sokağını hayal ederdim. Bir bayram sofrası kurardım kafamda. Hep aynıydın ki sen. Her günün aynıydı. Bu yüzden sıkılırdım senden. Ara vermek isterdim. Hayatımda ilk defa senden uzakken sıcaklığını hissetmiyorum Antakya. Kalbimin sen olan köşesi buz gibi. Çünkü sen yoksun artık. Sana 6 Şubat’a kadar hep aşkla seslendim ama artık acı ve öfkeyle sesleniyorum. “Ey Antakya” derdim artık “Ah Antakya” diyorum. Ah Antakya ah… Bizi bırakmak istedin belki ama giderken sevdiklerimizi de aldın yanına. Önceden “Ey Antakya, senin ruhunu katlettiler” diyip kızardım. Şimdi “Ah Antakya, ruhumuzu katlettin” diyebiliyorum sadece. Geçtiğimiz Temmuz her zamanki gibi sana döndüm. Çok kalmayacağımı, ilk fırsatta gideceğimi söyledim. Günler, aylar geçti. Beni tüketene kadar kaldım sende. Senden gitmek istedim ama böyle değil. Büyük bir parçamdın. Sadece biraz uzaklaşmak istedim. Beni ben yapanlardandın. Anneannem seni terk edemeyişlerim hakkında “hayırlısı şekerim” derdi. Meğer öyleymiş. Beni tutabildiğin kadar tutmuşsun içinde. Biliyordun belki de, seni ve sevdiklerimi uzun zaman görmeden böyle bir şey yaşasaydım çok daha kötü olurdum. Şubat ayı geldi, bir iş için çıktım gittim. Bu sefer sen beni bıraktın. Olabilecek en kötü şekilde. Meğer seni son görüşümmüş. “Beni ve sevdiklerini görebildiğin kadar gör” demişsin. Çıktığım her macerada “En kötü Antakya’ya dönerim” dedim. İşler yolunda gitmediğinde beni her zaman aynı samimiyetle karşıladığın ve kabul ettiğin için minnettarım. Ne kadar değişirsen değiş, sen bensin ve ben de sen. Ah güzel aynam. Ah paramparça aynam. Seni kalbimin en özel köşesine koymuştum, orada sakladım, ben büyürken orada sen de büyüdün. O köşede artık hiç kapanmayacak bir yara var ve her parçan sensiz geçen her gün daha derine saplanıyor. Ah defne kokulum. Ölü koktuğunu söylüyor bana. Sana bunu nasıl yakıştırayım? Ah küçük vatanım, ah dünyalara sığdıramayacak kadar sevdiğim. Bana varlığınla da yokluğunla da öğrettiğin onca değeri kazıdım zihnime. Senin olan her şey zihnimde, aktaracağım nesilden nesile. Feyruz’un Beyrut’a söylediklerini sana söylüyorum. Vatanım, ey yitik zamanların altını. Vatanım, kasidelerin parıltılarından doğup çıkan. Kapında bir şiirim ben, inatçı rüzgarın yazdığı. Bir taşım ben, bir menekşeyim, ey vatanım. Senin toprağının ağacı benim ailemin elleriyle dikildi. Ve sınırlarımızın taşı atalarımın yüzleriyle imar edildi. 100 sene, 1000 sene, dünyanın başlangıcından beri sende yaşadılar. Vatanım, senin ve aşkın üzerine yemin ederim. Bana neler oluyor? Ben büyüyorum ve ben büyüdükçe kalbimde de sen büyüyorsun. Geliyor içinde güneşin sakladığı gelecek günler. Sen güçlüsün, zenginsin… Dünya sensin, ey vatanım. Senden sağ kurtulan bir arkadaşımdan bir defne dalı istedim. Senden kalanlara sımsıkı sarılıyorum, ilaç gibi geliyor yokluğunda. O defne dalını geri uzatıyorum sana, bırakmayacağım seni, ama bir umut ver bana. Bu mektubu yazarken gözlerim çeşme gibi akıyor. İyi ki vardın. İyi ki sende doğdum, büyüdüm. Keşke daha fazla zamanımız olsaydı. Birlikte yazdığımız hikaye yarım kaldı. Sana ve kaybettiklerime borçlu hissediyorum ve huzurunda yemin ediyorum. Küllerinden doğacaksın ve sana geri döneceğim. Seni tekrar kurmak için elimden geleni yapacağım. Sen bensin, ben de sen. 6 Şubat’ta kaybettiğim anneanneme, halama, arkadaşlarıma, ailelerine ve canımız, ruhumuz, toprağımız Antakya’ya… Sana böyle baktım St. Pierre! Arkamda “Orta Doğu’da Barış” yazıyordu. Bizde ne barış kaldı ne huzur. Galiba bize bir tek sen kaldın. Tepeden Antakya’yı izliyorsun hala. Sen de kahroluyorsun binlerce yıl göz kulak olduğun şehrin haline. Seni bir Noel gecesinde sen başındaki haçla Saray Caddesi’ni aydınlatırken böyle çekmiştim. (Antakya Protestan Kilisesi) “Etrafımdaki evler kafeye çevrilmiş olabilir ama ben hala buradayım diyordun” burada. (Antakya Rum Ortodoks Kilisesi)

  • Antakyalı bir çocuk kilisenin yasını tutuyor

    1985’in bir Mayıs ayı. Ortalık taptaze bahar. Şehrin meşhur kırlangıçları gökyüzünde bağırıyor. Abuna Sami papaz olalı üç yıl olmuş. Orta yaşı geçmiş ama hala dinç. O olağanüstü güzel ve gür sesiyle kilisenin kubbesini yankılatıyor: Behtimedek ya Rabb fi Nahr’ıl Urdun (Ya Rab sen Ürdün Nehrin’de vaftiz oluyorsun). Elinde bir yaşına gelmemiş bir bebeği vaftiz ediyor. Sonra aileyle beraber bebeğe ilk komünyonunu veriyorlar. O yıllarda herkes kilisenin önceki papazı Abuna Butros’u özlüyor ama artık tek bir abunaları var. Zamanla çok seviyorlar bu abunayı. Hatta uzun süre kilisenin tek papazı Abuna Sami oluyor. Kilise 80 yaşını aşmış. Vaftiz olan bebeğin babası da, dedesi de, büyük dedesi de aynı taş kurnada vaftiz olmuşlar. Her şey olduğu gibi. Kilise sapasağlam duruyor. 1990’lar – Meraklı küçük bir çocuk. Sabahın beşinde uyandırılıp Paskalya ayinine sürüklenmiş. Gözleri uykulu ama uzaktan papazın elinde ikonaya kapıyı vurmasını izliyor – İftahu abwawakon – Yethol Melek’il Mejd (Açın kapıları, Göklerin Kralı Girsin!) Bir şeyler oluyor. Ama anlamıyor. O dev kapılar niye kapalı? İçerinde kim var? Kuzeninin dedesi mi acaba o bağıran? Zihnine bu anı kazıyor, kendine bir söz veriyor: Seneye annemin elinden kaçıp içeride kalacağım. Acaba ne oluyor içeride? Kilise mi? Kilise sapasağlam duruyor. 1990’lar – Meraklı küçük çocuk bu defa bir yaş daha büyük. Herkes elinde mumlarla dışarı çıkarken o geride kalıp içeride duruyor. Dışarıda önceki sene duyduğu aynı sesler, aynı ilahiler – Masih Kam min bayn’ıl emwat (Mesih ölüler arasından dirildi). Kilisenin o masif ahşap kapıları kapanıyor. Çocuk da içeride. Aa evet kuzeninin dedesi Ammo Bedro – içeriden Abuna Sami’ye cevap veriyor – Min hede Melek’ik Mejd? (Kim bu Göklerin Kralı?) Çocuk bu ana tanıklık ettiği için çok mutlu. Çok sevinçli. Sonra o da dışarı çıkıp arkadaşlarıyla geleneksel Paskalya çatapatlarını patlatıyor. Kilise sapasağlam duruyor. 1990’lar – Küçük çocuk kilisenin hemen arkasında bahçeli bir evde yaşayan halalarına gidiyor. Her hafta üç farklı yoldan birini kullanıyor. Ya eski karakolun sokağından geçiyor ya da kilisenin hemen sağındaki duvarın arkasındaki dolambaçlı ara sokaklardan. Ama en çok üçüncü yolu seviyor. Önce kilisenin ana kapısından sonra büyük ön bahçeden geçerek kilisenin dibinde olan sokak. Zaman içinde aşınmış kesme taşların içine doldurulan çimentolar üzerinde taşlara basmadan zıplayarak kendince bir oyun yaparak halalarının evine gidiyor. Bu sokağın sonundaki dev ahşap kapıların akşamları kapanıyor olmasına çok şaşırıyor. Orada kocaman 1. Kilise Sokak diyorlar – kapılar niye kapalı ki diye kendince düşünüyor. Pazar günü Kındtleft (Zangoç) Ammo Nikola slika dağıtıyor. Hem çok disiplinli hem de çok sevecen bir adam Ammo Nikola. Bayramlarda Abuna Sami’yle evlerine gelmelerinden çok mutlu oluyor. Geçen hafta Ammo Nikola’yı mum dökerken gördü. O acayip kasvetli karanlık odalarda. Neyse ki kilisenin içi aydınlık -ışıl ışıl kristal avizelerde bir sürü lamba var hem de kilise sapasağlam duruyor. 1990’lar– Büyük halası aniden ölüyor. Cenaze kiliseden kalkacak. Cenazelerin nasıl olduğunu çok merak ediyor. Ama annesi gitmesini engelliyor. Yaşlılar bir bir ölüyor ama kilise sapasağlam duruyor. 1997 – Of o nasıl depremdi! Annesine sarılıyor. 5.5 muymuş şiddeti? Antakya’da zaten hep deprem olurmuş. Herkes kiliseye gidiyor. Haftalarca vakıf odasında ve salonlarda oturuyorlar. Çocuk yerde yatıyor. Abuna Sami’nin abisi Ammo Behçet kara kaplı büyük bir defter çıkarıp 1872’de olan depremi, o depremde basit ahşap bir bina olan kilisenin devrilen mumların aleviyle tutuşup yanmasını, genç bir kızın enkazdan kurtarılmasını anlatan yazıları Arapça okuyor. İlgi ve biraz da korkuyla dinliyor. Tüm cemaat kiliseye sığınmış. İki üç hafta sonra hayat normale dönüyor. Kilisede uyuduğu zaman eski bir hatıra olarak zihninde yer ediyor. Deprem oldu ama kilise sapasağlam duruyor. 1998 – Paskalyalarda içeride kalmayı adet ediniyor. Bazı yıllar ahşap kapıların hemen sağındaki boşlukta dışarıda durup papazlarla beraber içeri ilk girenlerden oluyor. Böyle kadim gelenekleri çok sevmeye başlıyor. Hele Büyük Cuma – Büyük Cuma ayini ayrı bir özel oluyor. Kilisenin yıl boyunca hiçbir zaman açılmayan üst galerileri Büyük Cuma ayini çok kalabalık olduğu için açılıyor. O da tüm ayini yukarıdan, hatta kimsenin çıkmadığı taş değil ahşap olan bir üst galeriden seyretmeyi çok seviyor. Kilisenin bu ikinci katı yıllar içinde kullanılmayan eşyaların atıldığı bir depo haline de gelmiş. Tek kişilik uzun ve geniş tahtlara benzeyen kilise sandalyelerine bakıyor. Her biri bir şekil bu sandalyeler hiç aşağıda duvar dibindeki sandalyelere benzemiyor, bazılarının üstüne adlar kazınmış. Kulağa ilginç gelen bir adı zihnine kazıyor, Paskalya ayininden sonra ailesiyle halasına bayram ziyaretine giderken babasına soruyor, “Baba, Vasila Yatros kim?” babası gülüyor: “Dayımın karısının dayısının karısı – e sen bu adı nereden biliyorsun? Bu kadın öleli çok oldu”. “Kilisenin üst katındaki sandalyede okudum” diye cevap veriyor. “Haa,” diyor babası, “doğru ya, eskiden kilisede kişiye özel yerler olurdu, bazılarının kendine özel sandalyeleri vardı, hatta çok kalabalık olduğumuz için biz erkekler alt katta, kadınlar da üst katta otururdu”. Yeni bir bilgi öğrenmenin hazzını o yaşlarda anlayan çocuk bu bilgilerle mest oluyor. İzleyen yıllarda Büyük Cuma ayininin İsa’nın ölümünü ilan eden 33’lük çanının çalacağı sıra Kındleft Razık Abi’yle çan kulesine çıkmaya başlıyor. Kilise sapasağlam duruyor. 1999 – Artık o kadar da küçük değil. Babasından ısrarla Paskalya için takım elbise istiyor. E iyi de babası gömlek terzisi, hadi pantolonu yapar da ceketi arkadaşına yaptırıyor. “Al giy bak kahverengi güzel oldu, hem gelecek ay abin evlenecek, hem düğüne hem Şağnini’ye hem de Paskalya’ya giyersin” diyor. Abisinin düğünü çok güzel geçiyor. On yıl sonra kendi düğünü çok tantanayla olmuyor. Tantanalı şeyleri çok sevmiyor zaten ama kilisenin o dev kubbelerine bakıp hayran olmadan da duramıyor. Kilise sapasağlam duruyor. 2000’ler – Kilise tadilatta. Meğer beyaz yağlı boyanın altında kesme taşlar varmış. Katolik kilisenin rahibi Padri Domenico ona tadilattan bahsediyor. Seneler önce yağlı boyayı sütunlara sürmeden önce sütunlardaki o güzelim taşlara boya tutsun diye yüzlerce küçük çentikler atmışlar. Padri buna üzülmüş ama yine kilisenin saf taş hali beyaz boyalı halinden daha güzel diyor. Kilise açıldığında ilk önce sütunlara bakıyor. Evet yüzlerce çentik var. Seneler boyunca bu çentikleri ne zaman görse aklına Padri’yle olan sohbeti geliyor. Bir de avizeler tabii – Kilise kesme kristal avizeleri eski bulup camilere bağışlıyor. Yerine dövme demir modern avizeler getiriyorlar. Halk bu avizeleri sevmiyor. Halk yeni hiçbir şeyi başlarda sevmiyor ama sonra çok çabuk alışıyor. Kristal avizelerden bahseden kimse kalmıyor. Kilisenin ahşap kapıları sökülüp yerine Petrus ve Pavlus kabartmalı kapılar konulunca da üzülüyorlar. Eski düz kapıyı özlüyorlar. Fakat sonra bu kapılara da alışılıyor. Kilise 100 yaşında – sapasağlam duruyor. 2000’ler – Kilisede herkes her an meşgul. 2000 yılı kutlamaları için bütün patrikler şehre gelecek. Sürekli bir koşuşturma var. Kilise görevlilerden biriyle çan kulesinde sohbet ederken görevli veryansın ediyor: “Kiliseye temizlik şirketi tuttuk, köşe bucak temizlediler, Şamdaki Patrikhane’den gelen kadın beğenmedi ‘eyş heş nişh, eyş heş nişh‘ (bu ne pislik)” deyip durdu. Buna kahkaha atıyor. Ermeni Patriği, Rum Patriği İstanbul’dan gelecekler, şehrin adını taşıyan Patrik ve Süryani Patrik Şam’dan gelecek. Vatikan da önemli bir kardinalini yolluyor. Tabii, bu liderler maiyetleriyle geldikleri için her yerden bir episkopos, bir papaz çıkıyor. Eskinin mum dökülmekte kullanılan odaları son tadilatta yenilenmiş, cemaate ev sahipliği yapan kabul odalarına dönmüş. Herkes patriklerin elini öpmek istiyor. O da o kargaşada bazı patriklerin elini öpüyor. Ama İstanbul’dan gelen patriğin elini hala öpemediği için hayıflanıyor. Ertesi günkü ayinde kilisenin mukaddes bölümüne, İl Heykel’e giriyor. Patrik orada oturmuş. Çevresinde de doğru dürüst kimse yok. Farkında olmadan Patrikle Arapça konuşuyor, halbuki Patrik Gökçeadalı, Türkçe cevap veriyor. Elini öptükten sonra da mutlu mutlu uzaklaşıyor. Kilise sapasağlam duruyor. 2001 – O cuma babası onu çarşıya çağırmış. Köyden gelen sütü ekşimeden eve götürmesi lazım. Buna pek öfkeleniyor ama bir şey de diyemiyor. Çarşıdan elinde sütle eve koşarken 33’lük çanın çaldığını duyuyor. Kaç yıldır ilk defa çan kulesine çıkamadığı için çok sinirleniyor. Eve gittikten sonra kiliseye koşuyor. Büyük Cuma’nın sonuna yetişiyor. Kilise sapasağlam duruyor. 2000’ler – Artık başka şehirde olduğu için kilisesine pek gelemiyor. Noel’i ve Paskalya’yı içinde cemaati bulunmayan kiliseleri olan üniversite şehrinde yabancı arkadaşlarıyla geçirmeyi tercih ediyor. Seneler sonra gittiği bir Noel’de o müthiş Noel kutlamalarına çok şaşırıyor. Biz çocukken bunların hiçbiri yoktu. Ne güzel yeni adetler getirmişler deyip seviniyor. Kilise sapasağlam duruyor. 2009 – Bir Nisan ayında kilisesinde evleniyor. Abuna Sami çok yaşlanmış ama yine de düğününü diğer iki ve daha yeni olan abunayla beraber yapıyor. Eşi yabancı olduğu için Protestan bir pastör ve çocukluğunun bir parçası olduğu için de Padri Domenico’yu da düğünü kılmaları için çağırıyor. Düğününde beş papaz var. Karısıyla ele ele masanın etrafında evli olarak ilk adımlarını atıyor. Başlarında şehrin 1940’lardaki ünlü Hıristiyan kuyumcusunun kızı evlendiği zaman kiliseye armağan ettiği telkari gümüş taçlarla. Cemaat aslında kilisenin inşa edilmeye başlandığı ilk yıllardan beri kiliseye hep bir şeyler bağışlıyor. 1872’de yıkılan kiliselerini bitirmeleri yirmi yıldan fazla sürmüştü. Şimdi o nesilden kimse yok ama kilise hala cemaatin evi, bayramlar, vaftizler, cenazeler, düğünler… Bizans ve Rus kiliselerini andıran herkesin bir araya geldiği müthiş bir mabet. Kilise sapasağlam duruyor. 2011 – Anneannesi ölüyor. Cenazenin anma ayinlerinden birinde babasıyla yan yana oturuyor. Kilisede sadece aile var. Arka sıralarda bir yerdeler. Babası kilisenin kubbesini işaret ediyor. “Nasıl yapmışlar sence?” diye soruyor. Adam bu soruya çok şaşırıyor. Babasının kendisinin aksine çok konuşkan biri olmadığı biliyor. “Haçı mı diyorsunuz baba?” diyerek İl Heykel’in tepesinde en büyük haçı işaret ediyor. “Evet, bir tarafı kopmuş, umarım restore ederler” diyor. “Hayır,” diyor ihtiyar adam, “kubbeyi söylüyorum. Nasıl yapmışlar sence?” “Bilmem baba” diyor. “Ahşap iskele kurup taşları öyle örmüşlerdir”. Babasının mimariye ilgi duymasına şaşırıyor. “Sizin de dedeniz bahçede taş ustası olarak çalışmıştı değil mi?” diyor. Babası başını sallıyor. Sonra babasının dedesini, kilisenin duvar inşaatında çalışan annesinin dedesini düşünüyor. Tüm bu insanlar artık yok, 1872 depremi şehri çok sarsmış. Herkes elinden geldiğince kilise inşaatına el atmış. Cemaatten o kadar ölen olmuş ki, insanlar Suriye’nin İdlib kentinden şehre yeni göçler olmuş. Bunları düşünüyor. Bugünden tam iki ay sonra da babası ölüyor. Bu defa kubbeye ve haça bakarken babasıyla yaptığı son sohbeti düşünüyor. İnsanlar ölüyor ama kilise sapasağlam duruyor. 2013 – Kilisede ilk doğan kızının vaftizi olacağı için çok sevinçli. Kendisinin vaftiz olduğu kurnada şimdi de çocuğu vaftiz olacak. Abuna Sami çok yaşlı olduğu için artık evinden çıkamıyor. Fakat Abuna Dimitri ve Abuna Jan’ı da çok seviyor. Zaten kilisenin ana papazları artık onlar. Bir asırdır bir sürü insan kiliseye sevgiyle hizmet ediyor, sonra yerlerine başkaları geliyor. Ammo Bedro, ihtişamlı sesiyle İbrahım Bıtı, Kindleft Nikola ya hastalar ya ölmüşler ama yerlerine yine güzel sesli ilahiciler geliyor. Kişiler terki dünya etse de gelenekler hep sürüyor. Kilise sapasağlam duruyor. 2016 – Batı dünyasına temelli taşınacağı için içi buruk. Taşınmadan bir hafta önce diğer iki çocuğunu mutlaka vaftiz ettirmek istiyor. Kızını ve oğlunu yine sevinçle vaftiz ettiriyor. Adlarının kendi adının, babasının, dedesinin adlarının olduğu vaftiz defterine kayıt edilmesini gurur ve sevinçle izliyor. Birkaç ay önce Paskalya ayinine de katılmıştı. Hatta Büyük Cuma’da galerideyken Kındleft Razık Abi’yle karşılaşıyor. Razık Abi ona “Hatırlar mısın? Çocukken yıllarca büyük çanda hep benimle kuleye gelirdin” diye soruyor. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle “Hatırlamaz mıyım hiç?” diyor. Çocuklarını ve eşini alıp kilisesinden ve memleketinden ayrılıyor. Çocukluğunu, kentini, ilk gençlik yıllarını arkasında bırakıyor – gitmeden de fermanların altında sergilensin diye eski bir Yunanca İncil’i kiliseye veriyor. Kilise sapasağlam duruyor. 2022 – Her yıl Paskalya ayinini Facebook’tan canlı izliyor. Hatta bazen ekranda Büyük Cuma’da kilisedeki hemen hemen her üye gibi hep aynı yerde oturan annesini görüyor. Kilisede adettir, herkes hep aynı yerde oturur, erkekler babalarının kadınlar ise kaynanalarının oturduğu yeri kendi yerleri olarak görürler diye yıllardır tekrarlanan bu adetleri düşünerek gülümsüyor. Artık koltuklara kimse isim yazmasa da herkesin yeri bellidir. Kilisesini Kuzey Amerika’nın bazen can sıkıcı ve sürekli kar kaplı bir şehrinden Facebook aracılığıyla takip ediyor. Bir gün heyecanla eşine üç dakikalık bir video gösteriyor. “Baksana! Bütün ikonaları restore etmişler. Hepsine yeni çerçeveler yapmışlar. Yılların mum ve buhur dumanından kararan o güzel sanat eserlerinin hakiki renkleri ortaya çıkmış, İl Heykel’in ahşap bölümlerini de restore etmişler. Vay be! Ne güzel olmuş. Bir dahaki gidişimizde bunlara mutlaka yakında bakayım” diyor. Kilise sapasağlam duruyor. 2023 – Soğuk bir Şubat akşamı. Ülkesinde deprem olmuş. Aslında depremin merkezi uzak bir şehir. “Bizimkiler biraz sallanmışlardır. Eğer çok kötüyse kiliseye sığınmışlardır” diye içinden saf düşünceler geçiyor. Almanya’daki kuzeni de kendi ailesine ulaşamadığı için içinde hala küçük bir çocuk olan bu adamı arıyor. “Abi kiliseye sığınmışlardır” diye teselli ediyor. Ertesi gün depremin şiddetini anlıyor. “Hep acaba kilise nasıldır?” diye öğrenmeye çalışıyor. Herkes “yıkıldı” diyor ama buna inanmak istemiyor. “Hasarlıdır ya” diye düşünüyor. Sonra çan kulesinin yere yan yatmış bir halde olan fotoğrafını görüyor. Gözleri doluyor. Birkaç gün sonra da bazı kanallar dronela kilisenin üstünden geçerek bir video yayınlıyor. Ağlıyor. Elinden ağlamaktan başka hiçbir şey gelmiyor. Gözünü kapatıp çocukluğuna, çan kulesine, bayramlara, vaftizlere, cenazelere gidiyor, çocukken her Pazar gidip arkadaşlarıyla oynadığı bahçeyi, kilise görevlilerinden ders aldığı talim saatlerini hayal ediyor. İkonaları, İl Heykel’i, gür sesli ilahicileri, mumları, bahhur kokularını düşünüyor. Elinde büyük nenesinin ikonasıyla devrede tur atmasını. Şağnini’deki balonları hayal ediyor. Paskalya’da herkes gittikten sonra son İncil okumasına kalıp elimde mumla papazın önünde durduğu anları düşünüyor. Lakin tüm bu hatıralara rağmen ağzından yıkım, ölüm, acı ve keder kelimelerinden başka kelam çıkmıyor. Bu kelimeleri yazan adamın çocukluk kilisesi artık yok. Bu adam yıllar önce çok küçük bir çocukken kilisenin bahçesinde bulduğu bardak altlığına bakarak hüzünleniyor. Bu çocuk yas tutuyor. Antakyalı yüz binlerce insan gibi…

  • Soyukaya: “Sur’daki süreçlerin tarihi Antakya’da uygulanmasına izin verilmemeli”

    6 ve 20 Şubat depremleriyle birlikte Antakya’nın tarihi merkezi büyük ölçüde yıkıldı. Bu yıkım, tarihi ve kültürel yapıların yanı sıra bu bölgedeki yaşamı da vurdu ve yeniden inşa ve yerleşme tartışmalarını beraberinde getirdi. Yeniden inşa konusunda verilen ‘bir senelik’ süre ve 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin verdiği olağanüstü haklar, birçok insanın aklına Diyarbakır’ın tarihi merkezi Suriçi’nde 2015 yılındaki çatışmalı sürecin ve ardından izlenen yeniden yapım sürecini getirdi. Sur’daki sürecin nasıl yaşandığının birinci elden tanığı olan eski Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Mirası Alan Başkanı Arkeolog Nevin Soyukaya’yla bu bölgede neler yaşandığını, ‘Yeni Sur’un nasıl insansızlaştırıldığını, tahrip edilen kültürel mirası ve yaşananlardan Antakya için alınacak dersleri konuştuk. Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu ‘Sur’da 7 bin yıldır kesintisiz yaşam vardı’ Sur dönüştürülmeden önce nasıl bir yerdi? Diyarbakır, eski kent merkezinde yer alan Amida Höyük’te M.Ö. 5000’de kurulmuş ve kurulduğu yerde gelişip büyüyerek aralıksız bir yaşamın merkezinde yer almıştır.  Burası 7 bin yıldır farklı kültürleri, dinleri, dilleri bünyesinde barındırarak, kentsel tarihin gelişimini ve geçmiş birikimini tüm evreleriyle ve günümüze ulaşan kültürel değerleriyle izleme olanağını sunar. Tıpkı Antakya gibi derinlikli tarihi, kesintisiz yaşamı, çok kültürlü yapısıyla günümüze ulaşan ender kentlerden biri. Diyarbakır’ın tarihi merkezi olan Suriçi, 1988 yılında kentsel sit olarak tescillendi ve 147’si anıtsal, 452’si sivil mimarlık örneği olmak üzere toplam 599 adet tescilli taşınmaz kültür varlığına sahipti. Temmuz 2015’te Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı, UNESCO dünya mirası olarak tescillendi. Suriçi de dünya miras alanının tampon bölgesi olarak tescillenmiş oldu.l Yıkım süreci ne zaman gerçekleşti? Dünya mirası olarak tescillendikten iki ay sonra Suriçi’ndeki altı mahallede Eylül-Aralık 2015 tarihleri arasında toplam altı defa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bu mahalleler ablukaya alındı, burada ağır çatışmalar yaşandı. Mart 2016’da alanda operasyonların tamamlandığı kamuoyuna duyuruldu. Çatışmalar bitmiş olmasına rağmen alanda sokağa çıkma yasakları ve giriş-çıkışı engelleyen abluka 2021’e kadar sürdü. Operasyonların tamamlandığı duyurulmadan önce Şubat 2016’dan itibaren devlet kurumlarına ait ağır iş makinalarıyla yıkım ve hafriyat atım çalışmaları başlatılmıştı bile, alana ait hafriyatlar üniversite sahasında bir alana atıldı ve üzeri toprakla kapatıldı. ‘Sit alanı olmasına rağmen hafriyat gerekli çalışmalar yapılmadan kaldırıldı’ Bu derece tarihi değeri olan bir alanda hafriyatın kaldırılması için gerekli izinler alınmış mıydı? Hayır, yıkım ve hafriyat atım çalışmaları, Kentsel Sit Alanı ve Dünya Mirası Tampon Bölgesi olan alanda durum tespit çalışması yapılmadan, Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’ndan gerekli onay alınmadan başlatıldı. Hafriyatların kaldırılması konusunda gerekli izinler ise yaklaşık bir ay sonra alındı. Mart 2016’da Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun ilgili kararında sadece kapanmış yollardaki enkazların kaldırılmasına izin verilmiş olmasına rağmen, uçaktan çekilmiş görüntülerde ve uydu görüntülerinde karara hiçbir şekilde uyulmadığı, yüzlerce yapının yıkıldığı, geniş yolların ve meydanların açıldığını gördük. Yıkım faaliyetleri Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yereldeki il müdürlüklerinde görev yapan personelinin gözetiminde gerçekleştirilerek meşru bir durum yaratılmaya çalışıldı. Böyle bir planı yürütmekle yükümlü olan ilgili belediyeden herhangi bir izin alınmadı ve Alan Yönetimi Başkanlığı bilgilendirilmemiştir. Suriçi’nin kentsel sit olmasına rağmen, değil mi? Evet, Suriçi 2863 sayılı Kültür Varlıklarını Koruma Kanunu ve Dünya Miras Alanı tampon bölgesi olması nedeniyle de uluslararası yasalarla koruma altında bir kentsel sit alanıydı. Dolayısıyla, buradaki tescilli yapıların yıkımında Koruma Bölge Kurulu’nun ve belediye encümeninin kararı ve teknik rapor düzenlenmesi gerekiyordu. Ama bunların hiçbirisi yapılmadı. Yasaklı mahallelerde yıkımı yapılan tescilli yapılar için Koruma Kurulu ve ilgili belediye tarafından alanda çalışmalar yapılamadı ve gerekli izinler alınmadı. Bu durum alanda yıkımlar tamamlanıncaya kadar devam etti. Tescilli yapılara yönelik gerekli belgeleme çalışmaları yapılmadan, rölöveleri alınmadan, yapıya ait nitelikli yapı elemanları dahi ayıklanmadan konuyla ilgili hiçbir uzmanlığı ve çalışması olmayan kişiler tarafından yapı malzemeleri sur dışına atıldı ve bu durum uydu fotoğraflarından tek tek yapılara bakıldığında net bir şekilde görülüyor. Dolayısıyla, çatışmanın yarattığı yıkım kadar sonrasındaki çalışmaların da yıkımından söz edebilir miyiz? Suriçi’ndeki tahribatı, çatışma süreci ve sonrasındaki yıkım olarak ikiye ayırabiliriz. Çatışma sürecinde alanda büyük tahribatların oluştuğu bir gerçek. Çatışmaların yaşandığı sürede ağır silahlar, paletli tanklar, toplar, patlayıcılar kullanılmış ve alanda özellikle belli bölgelerde yapılara ağır tahribatlar verildi. Ancak bu tahribatın ne boyutta olduğu ne yazık ki tam olarak anlaşılamadı. Zira çatışma sonrasında alanda gerekli bilimsel ve teknik tespit ve belgeleme çalışmaları yapılmadı. Gerekli tespit çalışmalarının yapılabilmesi için ilgili diğer kurumlarla birlikte çalışma talebiyle Alan Yönetim Başkanlığı ve Büyükşehir Belediyesi birçok kez valilik makamına başvuruda bulundu. Ama her defasında alanın güvenli olmadığı gerekçesiyle izin verilmedi. Buna karşın alanda yıkım faaliyetlerinin başlamasından birkaç ay sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı elemanlarından oluşturulan ekiplerce alanda sadece gözleme dayalı tespitler yapılırken, eş zamanlı olarak yıkım çalışmaları da sürdürüldü. Bakanlık elemanlarının yerinde tespit ettiği bazı yapıların, daha sonra yıkım ekiplerince yıkıldığı da tespit edildi. ‘Sur’un büyük bir kısmı düz tarlaya dönüştürüldü’ Ne büyüklükte bir yıkımdan söz ediyoruz? Belediyelere Kasım 2016’da kayyum atanması sonrasında, UNESCO Alan Yönetim Birimi kapatıldı. KHK’yla personellerin ihracı sonucunda belediyede de çalışmalar yürütülemedi. Ancak, Aralık 2017 tarihinde Diyarbakır Türkiye Mimar ve Mühendisler Odalar Birliği (TMMOB) İl Koordinasyon Kurulu tarafından çalışma yapıldı ve Temmuz 2017 tarihli uydu fotoğrafı baz alınarak yıkımın ulaştığı boyut belgelendi. Buna göre, 75,3 hektar olan 6 mahallede, 46,3 hektarlık bir alanın yıkılarak düz tarlaya dönüştürüldüğünü görüyoruz. 6 mahallede bulunan toplam 4 bin 985 adet yapıdan 3 bin 569 adet yapının tamamen yıkıldığını tespit ettiler. 87 tescilli ve 247 çevresel değerde yapı yıkıldı toplamda. En büyük hasarı Hasırlı Mahallesi aldı. 20 hektarlık alana sahip mahallenin 19 hektarı tamamen yıkıldı. Dolayısıyla, Suriçi’nde resmi kurumlar tarafından, çatışma sonrası alanın durumuna ilişkin, teknik ve bilimsel ölçekte gerekli tespit çalışmaları yapılmadan, iş makineleriyle yapıların yıkımı ve hafriyatların alandan atılması gerçekleştirilerek alanın tarihi ve kültürel dokusunun bütünlüğü, otantikliği ve özgünlüğü bozuldu. Bu durum Suriçi’nde geri dönüşü imkansız tahribatlar yarattı. Tescilli, çevresel değerde yapılar ve tescilli olmayan binlerce yapının yıkımı sonucu alan düz bir araziye dönüştürülerek, sokak, ada, parsel sınırları silindi. Dünya mirası Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri kültürel peyzajının varlık nedeni olan tarihi kent büyük oranda yok edildi. Bu sürecin hukuki bir dayanağı var mıydı? Sur’daki yıkım faaliyetleri tamamlandıktan, alan düz bir araziye dönüştürüldükten sonra, Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı çalışma yürüten Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu Ekim 2017’de bir karar aldı. Bundan sonra Hatay’da yürütülecek faaliyetler için dayanak oluşturacağı için bu kararın tamamını zikretmekte fayda var. Bu karara göre, “Kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu ya da doğal afet yaşanan yerlerde; can ve mal güvenliği açısından ilgili Bakanlık veya Valilikçe tehlikeli, hasarlı, yıkılmaya yüz tutmuş veya yıkılmış olduğunun tespiti yapılan tescilli taşınmaz kültür varlığı kalıntılarının; hazırlanacak rölöve, restitüsyon, restorasyon ve rekonstrüksiyon projelerine esas olmak üzere, rölövesi için sayısal veri oluşturulacak, taşınmazın durumuna göre üç boyutlu lazer taramalarına yönelik işlemler ile fotoğraf, video gibi görsel belgelerin ilgili Koruma Bölge Kurulunca değerlendirilerek Kurulun uygun görüşü sonrasında ilgili idaresince kaldırılabileceği” kararıydı. Savaş veya afet durumlarında tahrip olan kültür varlıklarına yönelik yapılması gerekeni açıklayan bu karar, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından kentsel dönüşüm için yürütülen yıkım faaliyetleri tamamlandıktan sonra verilmiş oldu. Zira Yüksek Kurulun bu kararı alanda yapılması gerekendi ve bizim de sözlü ve yazılı olarak talep ettiğimiz bir çalışmaydı. Ancak her nedense yıkımlar tamamlandıktan sonra bu kararı almak akla gelmişti. Kaldı ki, bu karar alınmasa dahi tüm yıkım faaliyetleri 2863 sayılı Kültür Varlıklarını Koruma Kanununa aykırı bir şekilde gerçekleştirilmişti. ‘Suriçi’nin yüzde 82’si için kamulaştırma kararı alındı’ Bölge sakinlerinin durumu neydi bu süreçte? Çatışmaların başladığı Eylül 2015’ten itibaren halkın zorla evlerini boşaltmaları sağlanmıştı. En son Aralık 2015’te birkaç saatlik bir süre içerisinde sokağa çıkma yasağına ara verilerek alan tamamen boşaltıldı. Göç ettirilen binlerce insan, barınaksız ve diğer yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumdaydı. Çatışmaların yaşandığı ve zorla göçe tabi tutulan altı mahallenin nüfusu yaklaşık 22 bindi ve bu insanların tamamına yakını göç ettirildi. Bu sürecin sonunda bu mahalleler kamusallaştırıldı mı? 21 Mart 2016 tarihinde, Bakanlar Kurulu kararıyla 2942 sayılı Suriçi’nde bulunan 7 bin 714 parselden 6 bin 292 parselin kamulaştırma kararı çıktı. Yani, Suriçi’nin yüzde 82’si için kamulaştırma kararı alındı. Geriye kalan yüzde 18’lik kısmın büyük bölümü ise Toplu Konut İdaresi (TOKİ) ile Maliye Hazinesi mülkiyetinde bulunan parsellerdi. Dolayısıyla, bu kararla Suriçi’nin tamamı kamu mülkiyetine geçti. Uygulama da ise yıkılan alandaki yapıların kamulaştırma süreci başlatıldı. Mülk sahiplerinin büyük çoğunluğu konuyu mahkemeye taşıdı. Ancak yasa gereği kamulaştırmaya karşı değil, belirlenen kamulaştırma bedeline karşı dava açılabiliyordu. Böylece buranın sakinleri bu mahallelere geri dönemediler. Evet, kamulaştırma kararı, yıkım ve yeniden inşa süreciyle bu alanda yaşayanların geri dönüşü tamamen engellenmiş oldu. Yeni inşa edilen yapıların satış fiyatlarının da oldukça yüksek tutulması, Sur sakinlerinin geri dönüşünü imkansız kıldı ve kültürel hafızanın devamlılığını kesintiye uğrattı. ‘Kilise vakıflarının mülkleri de yıkılarak sokağa dahil edildi’ Bu süreçte Suriçi’nde bulunan kilise vakıflarının mülklerine ne oldu? Kamulaştırma kararında kilise vakıf mülkleri de vardı tabii. Bu süreçte, orijinal genişliği 7 metre olan Yenikapı Sokak yıkılarak 25 metrelik bir bulvara dönüştürüldü. Yenikapı Sokak, Dört Ayaklı Minare’yle başlayan, hemen ardında Mor Petyum Keldani Kilisesi, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, tescilli onlarca konutun, bir sinagog kalıntısının, tarihi bir hamamın olduğu, Diyarbakır’ın kültürel çeşitliliğinin görünür olduğu özgün sokaklardan biriydi. Sokakta yer alan her iki kilisenin avlu sınırını da oluşturan tescilli dükkanları Yenikapı Sokak’a cephe veriyordu ve sokağın genişletilmesi sürecinde kiliselerin vakfına ait bu dükkanlar ve kilise avlularının bir kısmı yıkılarak sokağa dahil edildi. Yine yıkımın ilk süreçlerinde Ermeni Katolik Kilisesi’ni ikiye ayıracak şekilde yıkılarak bir yol geçirilmişti. Bu yıkım esnasında, avluda yer alan bazı müştemilat yapıları yıkılmıştı. Ancak uydu görüntülerinde durum tespit edilerek UNESCO ya rapor edilmiş, hem de basına da görüntüler yansıyıp tepkiler alınınca, açılan yol kapatıldı ve ardından yıkılan müştemilat yapıları, kilisenin taç kapısı yeniden inşa edildi. Ancak yapının özgünlüğü zedelenmiş oldu. Ermeni Katolik Kilisesi, Sur Mahallenin yeniden yapımı da bu yıkıma katkı sundu sanıyorum. Öncelikle, bu mahallelerde yeni inşa edilen evler için yapılan altyapı çalışmalarında iş makinalarıyla derin ve çok sayıda kazılar yapıldı. Kentsel sit alanı bu kadar yoğun ve derin kazıların yapılması arkeolojik katmanları tamamen tahrip etti. Oysaki yıkım ve kentsel dönüşüm öncesinde, 8 bin yıllık arkeolojik katmanların zarar görmemesi için koruma kurulu onaylı altyapı projeleri kapsamında sınırlı kazılara izin verilmişti. Mevcut kanalizasyon kanallarının iyileştirilerek kullanılması sağlanmıştı. ‘Suriçi’nin gerçek sahiplerinin bu alanda yaşamasına izin verilmedi’ Yıkılan alanda tarihsel yapıları yeniden aslına uygun olarak mı yapıldı? Kentsel dönüşüm kapsamında yıkılıp düz araziye dönüştürülen alanda tarihi kent dokusu ve geleneksel Diyarbakır evleriyle uyuşmayan betonarme yapılar inşa edildi. Koruma Amaçlı İmar Planı’na aykırılık teşkil eden evlerin kütlesel konumları, avlu, duvar ölçüleri, sokak ve parsel büyüklükleriyle bağdaşmıyor. Ayrıca, bu yapılar geleneksel Diyarbakır mimarisiyle uyuşmayan, ince bazalt taş plakalarla kaplanmış yapılar. Dış cephe görüntüsüyle de bu evler, Diyarbakır’ın geleneksel sokak dokusuna aykırı. Ayrıca, alanın insansızlaştırılması, binlerce evin yıkılması, kamulaştırmalar ve yeni inşa edilen yapı fiyatlarının astronomik rakamlar olması, Suriçi’nin gerçek sahiplerinin artık bu alanda yaşamasına izin verilmeyeceğinin de göstergesiydi ve öyle de oldu. Nevin Soyukaya Dolayısıyla, Diyarbakır merkezinin de yapısı değişti. Evet, 2012 yılında Suriçi’nin “afet riskli alan” ilan edilmesinden sonra yapılması planlanan bir kentsel dönüşüm uygulaması vardı. Bu plan kapsamında, bu alanda yapılacak dönüşümle tahliye edilecek vatandaşların konut ihtiyacı giderilebilmesi için rezerv yapı alanları üretilmişti. Hevsel Bahçeleri’ni de içine alan Dicle Vadisi “rezerv yapı alanı” olarak belirlenmişti. Fakat Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı’nın UNESCO dünya mirası adaylık çalışmaları sürecinde, bu uygulamanın kentin özgün kültürel dokusunu zedeleyeceği gerekçesiyle mahkemeye taşınan kentsel dönüşüm kararı mahkemece iptal edilmişti. Ancak, alanda gerçekleştirilen yıkımın ve kamulaştırma kararlarının ardından hem kentsel dönüşüm projesi ve hem de Dicle Vadi Projesi yeniden uygulamaya sokuldu. Sur sakinleri bu alana mı taşındılar? Alanda yaşanan çatışmalar sonrasında yapılan uygulamalarla Sur bölgesindeki mülk sahiplerinin, mülkiyet hakları ve ikamet edecekleri yerleri özgürce seçme hakları ellerinden alındı. Çünkü kamulaştırma sürecinde ya belirlenen kamulaştırma bedeline razı olmaları veya Diyarbakır ya da başka bir şehirde bulunan TOKİ konutlarından borçlanarak konut sahibi olabilecekleri dışında bir seçenek sunulmadı. Kentsel dönüşüm alanında vatandaşın kendi evini yeniden inşa etme hakkından mahrum edildiler. Tahribatın tespitinde olduğu gibi alanın yeniden planlanması için katılımcılık ilkesi göz ardı edildi. Peki, Sur kültürel ve sosyal olarak neler kaybetti? Suriçi, Diyarbakır kentinin aynı zamanda yoğun ticaret alanlarından biriydi. Kırsal bölgelerden getirilen geleneksel ürünlerin satıldığı pazarların bulunduğu alan, aynı zamanda kuyumculuk, bakırcılık, demircilik, ipek dokumacılığı gibi el sanatları üretiminin de devam ettiği bir turistik merkezdi. Suriçi, Diyarbakır kentinin toplumsal belleğiydi. Fakat yaşanan süreçlerin ardından, özgün sokak dokusu geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde yitirildi. Ayrıca, zorunlu göç ve mülkiyetin el değiştirmesiyle demografik yapı da dönüştü. Kentin binlerce yılın birikimiyle oluşan toplumsal hafızası silindi ve kültürel süreklilik kesintiye uğradı. ‘Antakya’nın özgünlüğünü bozmamak için sabırla ve bilimsel verilere dayanan bir çalışma gerekir’ Depremden sonra Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Sur tecrübesine bakınca Antakya’yı bekleyen tehlikelerin neler olduğunu düşünüyorsunuz? Suriçi gibi kentsel sit alanı olan Antakya tarihi kent merkezi, çok kültürlü, çok inançlı ve çok dilli zengin kültürel birikimiyle önemli ve özgün bir kent. Bu kültürel çeşitliliği, mimari dokuda olduğu gibi, sosyal ve kültürel yaşamda da bütün canlılığını koruyordu. Ancak, depremde birçok önemli anıtsal yapıyla birlikte, çok sayıda sivil mimarlık örneklerinin de yıkıldığını veya farklı ölçeklerde hasar aldığını biliyoruz. Sur’daki süreçlerin tarihi Antakya’da da uygulanmasına izin verilmemeli. Özellikle hafriyat atımlarından önce tarihi alanda belgeleme ve tespitlerin yapılması önemli. Tespit çalışması sonrasında tek yapı ölçeğinde Koruma Amaçlı İmar Planı’na uygun ve ilgili kurulların onayı alınarak koruma biçimleri belirlenmeli. Yine hafriyatın, özellikle de nitelikli malzemenin alanın dışına çıkarılmadan ait olduğu yapı içerisinde korunması gerekir. Böylece restitüsyon veya restorasyonu yapılırken bu malzemelerin kullanımı sağlanabilir. Bu tabii ki uzun bir süreç. Ancak, tarihi kentlerimizin özgünlüğünü, otantikliğini ve bütünlüğünü bozmamak için sabırla ve bilimsel verilere dayanarak yeniden ayağı kaldırabiliriz. Antakya’nın tarihi merkezinin de insansızlaştırılması mümkün olabilir mi? Kentler yaşayan varlıklar ve tarihi Antakya da binlerce yıldır mimarisiyle, sosyo-kültürel çeşitliliğiyle aralıksız yaşam sürmüş bir kent. Başta Antakya olmak üzere ağır hasar alan kentlerden zorunlu göçler yaşanıyor. Bu durum, bölge kentlerinin demografisini, dolayısıyla kültürel çeşitliliğini etkileyecek ölçeğe varıyor. Göçleri teşvik etmek yerine şehirlerde hızlıca güvenli, sağlıklı ve insani yaşam alanlarının oluşturulması, çökmüş olan ekonominin yeniden canlandırılması, insanların kendi ayakları üzerinde durabilmelerini sağlayacak, yaralarını saracak ekonomik, sosyal önlemlerin alınması gerekiyor. Ancak bu şekilde kentler kültürel dokuları bütünlüklü olarak koruyabilir. Naçizane son önerim, tüm depremzedelerin başta mülkiyet hakları, konut hakları olmak üzere tüm haklarının korunması için alanda yapılacak her türlü uygulama ve alınan kararların sıkı bir şekilde takip edilmesi ve olası hak gasplarına karşı da hukuki süreçlerin başlatılması için güçlü dayanışma ağları kurulması olabilir.

bottom of page