Musa Ağacı'nın heybetli gövdesinin gölgesinde gözlerimi açtım. Neden ve niye buradayım fikrim yok, olmasına gerek de yok. Güneş ışığı yaprakların arasından süzülerek yere düşüyor ve sanki altın bir halı sermiş gibi. Hava serin ve nemli, denizin kokusu burnuma kadar geliyor. Gözlerimi kapatıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Tarihin ve efsanelerin kokusu ciğerlerime doluyor.
Efsaneye göre, Hz. Musa, Mısır'dan kaçarken bu topraklara gelmiş. Yorgun ve bitkin düşmüş bir şekilde bu ağacın altında dinlenmiş. Asasını yere saplamış ve bir mucize gerçekleşmiş: Asadan büyülü yapraklar filizlenmiş ve bu dev çınar ağacı oluşmuş. Samandağ halkı öyle bilir, öyle anlatır.
Ağacın gövdesine bakıyorum. Yüzyılların izlerini taşıyor. Kabuğu pürüzlü ve çatlaklarla dolu. Dokunuyorum ve sanki boyut değiştiriyorum. Artık başka bir yerdeyim. Rüya gibi, ama değil.
Kendime gelince ayağa kalkıyorum ve hala Samandağ’da olduğumu anlamam pek de uzun sürmüyor. Karşımda bütün heybetiyle St. Simon Manastırı. Yürümeye başlıyorum. Yol yokuş yukarı gidiyor ve her adımda manzara daha da güzelleşiyor. Sonunda manastıra ulaşıyorum ve tepeden baktığımda nefesim kesiliyor. Samandağ'ın tüm güzelliği ayaklarımın altında uzanıyor.
Deniz masmavi ve pırıl pırıl. Güneş ışığı suyun üzerinde parıldıyor. Sahiller altın kumlarla kaplı. Uzakta, Antakya'nın siluetini görebiliyorum. Öyle kalacak olmasını dilerdim. Dileklerimin dehlizlerinde dolanırken yine kendimden geçiyorum. Rüya gibi, ama değil.
Güzel, hala Samandağ’dayım demek. Zira Hz. Hıdır Türbesi'nin mavi-yeşil çinileriyle süslü kubbesini nerde görsem tanırım. Denizin maviliğinde parıldıyor. Dalgaların sesi, bir ninni gibi kulaklarımda yankılanıyor.
Kapıdan içeri girerken, Hz. Hıdır'ın bereketini ve korumasını hissediyorum. Türbenin içinde, Hz. Hıdır'ın sandukası ve duvarlarda çeşitli ayetler ve dualar yazılı.
Bir an için sessizliğe gömülüyorum ve dua ediyorum. Hz. Hıdır'ın yardımını ve korumasını diliyorum. Duanın içinde kayboluyorum. Rüya gibi, ama değil.
Bu kez merkezdeyim, Antakya’da. St. Pierre Kilisesi'nin gizemli avlusunda, Hz. İsa'nın havarilerinin ayak izlerini takip ediyorum. Dünyanın ilk kilisesi burası. Her adımda, sanki yüzyıllar geriye gidiyor, o ilk vaazları dinleyen kalabalığın coşkusunu hissediyorum. Duvarlardan yükselen sessizlik, tarihi fısıldıyor. Bir an için gözlerimi kapatıyorum ve o kutsal atmosferi içime çekiyorum. Çektikçe yine başka bir kapı açılıyor önümde. Rüya gibi, ama değil.
Habib-i Neccar Camii'nin minaresine tırmanıyorum, şehrin panoramik manzarası gözlerimin önüne seriliyor. Minare sanki bir gemi gibi, beni tarihin ve kültürün dalgalı denizinde yüzdürüyor. Avluda, Hz. Habib-i Neccar'ın kabri ve bir anıt ağaç var. Anıt ağacın dalları gökyüzüne uzanıyor ve gölgesi tüm avluyu kaplıyor. Sanki bu ağaç, Hz. Habib-i Neccar'ın manevi varlığının bir simgesi gibi. Daha önceki boyut değişimini ağaç gövdesine dokunarak yapmıştım, yine öyle yapıyorum. Rüya gibi, ama değil.
Antakya'nın taş sokaklarındayım. Adımımı attığım her taş, binlerce yıl öncesine ait bir hikayenin anlatıcısı gibi. Antakya'nın tarih kokan duvarları arasında kaybolurken, zamanın akışı kayboluyor ve geçmişle günümüz arasında bir köprü beliriyor sanki. Yürümeye devam ediyorum.
Bu yolun sonu nereye çıkar fikrim yok.
Ağzımda güzel bir tat belirdi, bu bizim en sevdiğimiz mezemiz Humus mu?
Hayır hayır. Kağıt kebabı.
Döner mi yoksa?
Yemek düşünmenin vakti değil gibi. Devam etmeliyim.
Orda ilerde bir grup insan var. Mutlu görünüyorlar. Tanıdık bir dil konuşuyor gibiler. Sesleri epey gürmüş. Anlamaya çalışıyorum.
Her dinden liderler el ele tutuşup ‘’nehna’’ mı dediler az önce?
Kafam çok karışık. Neden bu kadar şeyi görüyorum?
Uyan artık. Uyan. Uyan. Uyan.
Başım çatlayacak gibi. Ne garip bir rüyaydı. Aslında rüya gibiydi ama hepsi de gerçekti bir yandan. Ben bu gördüklerimin hepsini gördüm ve tecrübe ettim, o yüzden bilinçaltıma yerleşmesi normal.
Saat kaç olmuş? Gece 4.16.
Bir ses mi duydum ben? Yatak gidip gelmeye mi başladı? Yoksa uyanamadım diye mi saçmalıyorum.
Hayır bu, bu çok kötü bir şey. Çığlıklar duyuyorum. Yıkıntı ve çaresizlik. Umutsuzluğa kapılıyorum. Bu his bilindik bir his.
Kabus gibi, ama değil.
Öne çıkan görsel: Barış Yapar