top of page
  • Arie Amaya-Akkermans

'Antakya Jeolojik ve Çevresel Olarak Karmaşık, Benzeri Olmayan Bir Şehir'

Güncelleme tarihi: 14 Kas 2023




Routledge tarafından 2021 yılında yayımlanan Andrea De Giorgi ve Asa Eger tarafından kaleme alınan Antioch: A History (Antakya: Bir Tarih) kitabı, arkeolojik bulguların yeni değerlendirmelerini de içererek, kentin uzun geçmişi hakkındaki bilgilerimizi güncelliyor. Bu kitap, kentin maddi tarihi hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma. Florida Eyalet Üniversitesi'nde Klasik Arkeoloji profesörü De Giorgi, kariyerine Locri gibi Güney İtalya'daki eski Yunan kolonilerinde kazılar yaparak başladı. Zamanla ilgi alanı Doğu Akdeniz'e, özellikle de modern Türkiye ve Suriye topraklarındaki Roma kolonilerine doğru kaydı. Şu anda Güneybatı Toskana'daki Cosa'da kazı direktörü olarak yapıyor.


De Giorgi uzun yıllarını Roma dönemi arkeolojisi ve kültürünü incelemeye adadı, Antakya ve çevresinin özelliklerine özel bir ilgi duydu. De Giorgi, Brepols Publishers ve diğer akademisyenlerin işbirliğiyle, Antiochene Studies serisinin bir parçası olarak, Antakya'nın uzun süreli mirasını keşfetmeye devam ediyor ve İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Antakya'daki Princeton kazılarından elde edilen bulguların yayınlanmasını tamamlamaya çalışıyor. Söyleşimizin ilk bölümünde De Giorgi’yle Princeton döneminde Antakya'da yapılan modern kazıların tarihi, Antakya mozaiklerinin bulunması ve dünyanın dört bir yanındaki müzelere dağıtılması ve modern arkeolojinin kentte karşılaştığı engeller hakkında konuştuk.


Röportaj: Arie Amaya-Akkermans


Princeton Asi Nehri Üzerindeki Antakya Kazı Komitesi'nin 1932-1939 yılları arasındaki çalışmaları, Antioch: A History adlı kitabınızda anlattığınız hikayenin önemli bir parçası. Ve orada kazıların oldukça ilginç bir dönemde, Antakya'nın Hatay vilayeti olarak Türkiye Cumhuriyeti'ne iltihakıyla aynı döneme denk geldiğini öğreniyoruz. Çok çalkantılı bir dönem. Bugün bizim için Princeton kazıları hakkında bilgi edinmek neden bu kadar önemli?


Princeton kazılarının tarihi, insanları bu arşivler üzerinde çalışmaya ikna etmeye çalışırken her zaman gündeme getirdiğim noktalardan biri. Sadece Antakya'ya ve onun gerçekliğine ışık tuttuğunu için değil, aynı zamanda komitenin büyüleyici tarihi de söz konusudur: Hatay'da inanılmaz derecede hırslı bir grup Amerikalı vardı ve bu muazzam projeyi gerçekleştirmek için bir bütçe oluşturmaya çalışıyorlardı. Ve sonra gerçekleşiyor. Ama o dönemi düşünün. Bu sadece Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yaşanan gerginlikler, Ortadoğu'da yükselen milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması gibi bölgede ölümcül bir parçalanmaya yol açan bir dönem değil. Büyük Buhran döneminde Amerika'da da olan buydu. Bu insanlar 1920'lerin sonunda Antakya için planlar yapıyorlardı ve sonra buhran oldu ve 2008'deki gibi piyasa çöktü ve kurumlar geri çekildi çünkü hiç paraları kalmamıştı.


Hunt Taban Mozaiği, Worcester Sanat Müzesi, MS 6. yüzyıl başları, 1936 yılında kazılmıştır


Charles Rufus Morey işin başındaki kişiydi, vizyon sahibi, gerçek bir entelektüeldi ve Antakya için bir vizyonu vardı. 1932'de Hatay'daki durumun karmaşık olduğunu bilerek, ancak Fransız Manda yetkililerinin projenin uygulanabilir olduğu konusunda kendilerine güvence vermesiyle operasyonu başlatmayı başardı. Princeton Üniversitesi, Dışişleri Bakanlığı'nın onayıyla Suriye'ye gidebileceklerini söyledi ve Manda yetkilileri de her şeyin yolunda olduğunu söyledi, böylece her şey bir başlamış oldu.


Bu sırada Fransız Mandası bir eski eserler müzesini geliştirme sürecindeydi.


Evet, aynen öyle. O dönemde dünyanın o bölgesinde arkeoloji büyük ölçüde Fransızların elindeydi ve bu alanda anıtsal figürler vardı. Amerikalılar için tek muhatap onlardı ve Amerikalılar da bir ekip oluşturdular. Louvre'u da işin içine katmayı başardılar, her şey yolunda görünüyordu. Sorun şu ki, o dönemde bu işe onay veren hiç kimse Antakya'yı ziyaret etmemiş, en ufak bir keşif yapmamıştı ve neyle karşı karşıya olduklarına dair hiçbir fikirleri yoktu.


Gerçeğin farkına varmaları çok uzun sürmedi ve daha ilk zamanlarda işler çok karmaşık bir hal almaya başladı. O zamanlar kolonyal kazılar hala önemli bir şeydi. Antakya belki de kolonyal dönemin son büyük kazısıydı. Bu yüzden beyazlar giymiş, fötr şapkalı, elinde bir sopa ve yüzlerce işçiyle ortaya çıkıyorlardı. Hala milyonlarca işçi tutma ve belirli bir alana odaklanmadan kazı yapma fikri vardı, hepsi tam 1920'lerden kalma hallerdi.


Ancak Antakya benzeri olmayan bir şehir, jeolojik ve çevresel olarak çok karmaşık. Ancak birilerinin neyin nerede olduğuna dair bir fikri varsa, bunu başarabilirsiniz. Ama ev ödevlerini yapmamışlardı ya da en azından yeterince etüt yapmamışlardı. Bunun yanı sıra, yerel halkla gerçek bir ilişki kurmamışlardı, bu yüzden her zaman sözleşmelerin bozulması, ihlal edilmesi, insanların çekilmesi ya da kira sözleşmesinin sona ermesi gibi artık kazı yapamayacakları durumlar oluştu. Yerel paydaşlarla gerçek bir diyalog yoktu.


Princeton Komitesi 1939'da İkinci Dünya Savaşı sırasında durduruldu ve sonra ne oldu?


Aslında 1939'da tüm dünya çılgına döndü ve bölgenin en önemli isimlerinden biri olan Fransız arkeolog Lassus bile orduya katılmak için Fransa'ya geri dönmek zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı, tüm dehşetiyle başlamıştı. Lassus ve William Alexander Campbell savaştan sonra kazılara devam edeceklerine dair birbirlerine söz vermişlerdi, ancak savaş sona erdiğinde dayanma gücü kaybolmuştu ve kimse Türk yetkililerle yeni bir izin almak için yüzleşmeye hevesli ya da istekli değildi.


Doğrusunu söylemek gerekirse, Türk yetkililer, özellikle 1939'da, Hatay'daki darbeden sonra, Fransız-Amerikan ekibiyle çalışmaya istekli olduklarını gösterdiler. Ancak bu ekibin Türk yetkililer hakkında her zaman çekinceleri olmuştur. Notlarında, o dönemde bölgede olup bitenlerle ilgili düşüncelerini kaydediyorlar ve bunu bir trajedi olarak görüyorlar. Gözlerinin önünde cereyan eden bu askeri darbenin yasal bir zemini olmadığını düşünüyorlar ve durumdan memnun değiller. Onların gözünde Antakya'da çoğunlukla Araplar yaşıyor ve Türkiye'nin milisler ve orduyla birlikte burayı ele geçirmesi hiç de iyiye alamet değil.


Olaylar gerçekleşmeden önce bile, 1938'de İskenderun'dan Arap ve Ermenilerin sürülmesi söz konusuydu. Eminim, bu durum Amerikalıların gözünde çok tehditkâr görünmüştür.


Kesinlikle. Lassus ve Campbell günlüklerinde sadece kazı notları yazmakla kalmıyor, aynı zamanda son olaylar hakkında da yorumlarda bulunuyorlar ve onlardan şehirde sürekli ayaklanmalar olduğunu, insanların kovalandığını veya linç edildiğini biliyoruz. Bir noktada, bir dizi mermer parçası hakkında yazarken, Türkler tarafından kovalanan ve sonunda güvenli bir yere ulaşan, ancak hayatını kurtarmak için Asi Nehri'ne atlamak zorunda kalan bir Ermeni'nin hikayesini de anlatıyorlar. O zamanların akıl almazlığı iyi kaydedilmiştir. Birkaç kez kampı boşaltmak, eşyalarını toplamak ve Beyrut'a gitmek zorunda kaldılar. O zamanlar orada hala aktif olan sadece Campbell ve Lassus'tu. Morey ve diğerleri ise az çok pes etmiş ya da ilgilerini kaybetmişlerdi. Donald Wilber ise bir ajan provokatördü, CIA için çalışıyordu.


Bazen insanlar bunun sadece komik hikayeler olduğunu düşünse de, casus olmak Orta Doğu'daki Batı arkeoloji tarihinin bir parçasıdır.


Kesinlikle. İnsanlar pek çok arkeolog ya da arkeolojik çalışmalarla bağlantılı kişinin aslında Amerikan hükümetinin resmi ajanları olduğunu bilmiyorlar.


1939'dan sonra Princeton Komitesi artık yok, ancak ara dönemde Antakya mozaikleri Princeton'a ve daha sonra neredeyse her yere, diğer birçok müzeye dağılıyor. Bu nasıl oldu? Bulunan mozaikleri bölüşmek için yetkililerle herhangi bir anlaşma yaptılar mı ya da mozaikler nasıl dünyanın dört bir yanına dağıldı?


Her şey Princeton, Louvre ya da Baltimore Müzesi gibi kazıda büyük pay sahibi olan ana kurumlarla başlıyor. Meşhur paylaşım anlaşmaları var, bunlara yağma anlaşmaları da diyebilirsiniz. Bazı şeylerı kazıp çıkartıyoruz, bir araya getiriyoruz, fotoğraflarını çekiyoruz, inceliyoruz ve sonra da alıyoruz. Suriye'deki Fransız Mandası'nda, temelde istedikleri her şeyi yapabiliyorlardı. Bu anlaşmalar, her şeyden çok kendi aralarında bir tartışmaydı. Tartışmalar genellikle buluntuların kalitesi etrafında dönüyordu.


Paris'in Yargısı gibi önemli parçalar var, 1932'de Antakya'da keşfedilen MS 2. yüzyıla ait önemli bir mozaik. Louvre'a gitti ve sonra kurumlar Louvre'a soruyor, "Tamam, şimdi Paris'in Yargısı'nı aldınız, peki biz ne alacağız?" diye. İşte her şey böyle başladı. Sponsor kurumlar bu keşif gezilerini sadece bilim sevgisi nedeniyle finanse etmiyorlardı; belli ki bu hazineleri istiyorlardı. 1930'larda koleksiyonlar bu şekilde oluşturuluyordu.


Antakya kazıları, Bizans Stadyumu, 1932, Princeton Antakya Kazı Komitesi


Sorun, taban mozaiklerinin sayısının bu kurumların kapasitesini aştığı anda başlıyor. Elbette bazı muhteşem taban mozaikleri var ama aynı zamanda daha ortalama şeyleriniz de var. Aslında sorun, Massachusetts'teki Worcester Sanat Müzesi'nde başladı. 1936 civarında müzenin deposunda Antik Antakya'nın tarihiyle ilgili ilk sergiyi oluşturmaya yetecek kadar malzeme vardı ve daha sonra aynı zamanda müzenin müdürü olan ana küratör, bu talihsiz taban mozaiklerini başka kurumlara satmaya başladı. Bu durum 50'li ve 60'lı yıllara kadar devam etti. Örneğin, Florida'daki Saint Petersburg'ta yerel bir müzenin üç panel satın aldığını biliyorum. Bu dönemde, Princeton'dakiler de kazılardan sonra korkunç bir mali açık içindeydiler ve 1960'lara gelindiğinde hala bütçelerindeki açıkları kapatmaya çalışıyorlardı ve taban mozaiklerinin satışı tüm sorunların ilacı oldu. Amerika'da 1960'larda aktif olan müze ve kurumlar böyleydiler, her biri Antakya'dan bir parça aldı ve Antakya'dan eserler bulunduran tüm müzelerin haritasına bakarsanız şaşırırsınız, akıllara durgunluk verir.


Bence Amerikan müzelerinde, özellikle 1960'lardan sonra, klasik sanatın tüm önemli dönemlerinin zaten toplandığı bir dönem var ve daha sonra Kiklad mermerleri, Antakya döşemeleri veya Asur terrakottaları gibi daha yeni şeylere sahip olmak için ikinci bir satın alma dalgası başlıyor. Trendlere ayak uydurmaları gerekiyor.


Kesinlikle. Aynen öyle. Kazılardan elde edilen mozaik koleksiyonu temelde bu şekilde dağıldı, öyle ki, Küba'daki bir müzede bile Antakya'dan birkaç taban mozaiği var. Orada Amerikalı misyonerler tarafından kurulmuş bir Cizvit üniversitesi vardı ve birkaç tane çok iyi taban mozaiği satın aldılar.


Türkiye onları geri almaya ve iadelerini talep etmeye çalıştı mı?


Türkiye Kültür Bakanlığı, Harvard veya Baltimore gibi çeşitli kurumlara mektuplar gönderdi.


Martyrion, Seleucia Pieria (Çevlik), 1938, Princeton Antakya Kazıları Komitesi


MET'ten Shelby White ve Leon Levy koleksiyonundan Kilia idolü gibi bazı geri dönüşler olduğu için, sanırım Türkiye şimdi cesaretlendi.


Ülkeye geri dönüş talepleri elbette gücünü göstermekle ilgili, fakat tarihsel ve yasal olarak, 1932-1939 bağlamının tamamını düşünürseniz, bunun Türk kültürünün izinsiz olarak ülke dışına çıkarılmış bir parçası olduğuna dair gösterilebilecek en ufak bir kanıt yok. Dünyanın en iyi avukatı bile böyle bir davayı kazanamaz.


Kitabınızda benim için çok çarpıcı olan bir şey vardı. Eğer depremlerden önce Antakya'ya gittiyseniz ve kimse size buranın Antakya olduğunu söylemediyse, nerede olduğunuzu bilmenizin hiçbir yolu yok. Bu anlamda bölgenin gerçekten eşsiz olduğunu düşünüyorum. Beyrut'ta bile tüm savaş yıkımlarından sonra geçmişe dair fiziksel bir his var. Antakya'nın arkeolojik kayıtları ile Antakya'nın bugünü (artık geçmişi) arasında büyük bir kopukluk var. Antakya'nın klasik dünyadaki edebi izi o kadar büyük ki, Yeni Ahit'ten Antakya’dan duygusal ve entellektüel olarak çok uzakta geçen Anna Komnene'nin Alexiad'ına kadar her yerde var, ve yine de Antakya tüm bölümleri kaplıyor. Ama sonra Antakya'ya gidiyorsunuz ve görecek neredeyse hiçbir şey yok. Bu çok garip.


Garip bir şey. Sanırım bu da şehrin gizeminin bir parçası. Bölgedeki Beyrut ya da İstanbul gibi diğer şehirler Antakya'yla kıyaslanamaz. İstanbul ne kadar aşırı inşa edilmiş olursa olsun, Ayasofya'nın yanındaysanız, mekansal olarak bir şeyleri görselleştirebilirsiniz. Antakya bambaşka bir yer ve geçmişte antik kentin bazı bölümlerini yeniden canlandırmak için büyük fırsatlar doğmasına rağmen bunların tam olarak değerlendirilememiş olması çok talihsiz bir durum.


1930'ların tamamı arkeolojik açıdan büyük bir fiyaskoydu. Elbette, birkaç yüz mozaik bulundu ve bu harika, ama bunlar nereden? Bağlamları nedir? Harbiye'nin ne olduğunu, taban mozaiklerinin çoğunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyorsunuz ve o planlara baktığınızda akıllara durgunluk veriyor, hiçbir şey kalmamış, her şey kelimenin tam anlamıyla yerle bir edilmiş.


Çevlik gibi yerlere gittiğinizde, Vespasian Titus tünellerine girip yukarı çıktığınızda, şu anda Hatay Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Martyrium'un alındığı yeri tam olarak görebiliyorsunuz ve bir tesisatçının yaptığı bir iş gibi görünüyor. Sadece alanın tamamlanmamışlığını, çok şiddetli bir şekilde kazıldığını değil, aynı zamanda aceleyle yapıldığını da hissediyorsunuz. Kitabınızda ayrıca, geçmişte birçok kez denenmiş olan Antakya'daki Bizans kiliselerinin araştırılması ve neredeyse hiçbir şey bulunamadığı hakkında da çok şey öğreniyoruz. Ama sonra bölgenin Tunç Çağı arkeolojisini ve Tell Kurdu, Tell Atchana ve Tell Tayinat gibi yerlerin arkeologlar için tarihsel ve maddi olarak Roma ve Bizans geçmişinden nasıl daha şeffaf olduğunu düşünüyorum ve bunu akıllara durgunluk veren bir şey olarak görüyorum.


Tabii ki. Şöyle söyleyelim, Antakya'da herhangi bir çalışmanın yapılabileceği tek yer Küçükdalyan'daki eski adadır. Belki de gerçek Antakya'nın resmini ortaya çıkarabileceğiniz yer orasıdır ama şu ana kadar pek bir şey yapılmadı. Size gerçekten büyük resmi vermeyen parçalar ve zaten kazılmış olanın bakımının yapılması dışında hiçbir şey yapılmadı. Belki dağın yamacında kazı yapabilirsiniz, ancak İslami katmanlara ulaşmadan önce 10 veya 12 metre kazı yapmanız gerekir. Tortulaşma yüzyıllardır orada birikmiş.


Andrea De Giorgi



1.026 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page