İskenderun…
Yaşadığım, bildiğim İskenderun rengarenkti. Ferahlatan yeşili, ışıl ışıl güneşi, masmavi göğü, denizi, cıvıl cıvıl insanı ve şen sofralarıyla…
İskenderun’a girdiğimde şehre doğrudan bakamadım. Bir süre telefonumla oyalanmaya çalıştım. Penceremi açar açmaz sızan koku dehşete sürükleyecek cinsten. Telefonuna bakma diyordu, artık sadece bana bakabilirsin. Benden kalan enkaza.
Sokaklar boş. Yürüyen tek tük insan normalde olduğundan sessiz. Fransızlardan kalan saatli adliye binasının karşısında, meydandaki tatlıcıda çaylarını yudumluyorlar. Her zamanki taşkınlıklarından eser yok.
İlk gördüğüm enkazda yüzleştim olanla. Apartmanın koca gövdesi yaşlı bir vücut nasıl iflas ederse öyle yığılmış olduğu yere. Her yer gri. Rengi kaçmış şehrin. Sular göllenmiş ana caddede. Sokaklar köpük köpük, lağım kokulu…
Fener Caddesi’nde bir apartmanın isminin olduğu alınlık caddenin seviyesine inmiş. İlk katlar hiç yok. Çöken binalarda kat aralıkları sıfırlanmış. Üst üste binen katları saymak neredeyse imkansız. İnsan hayal edemiyor arada yok olmuş yaşantıların kapladığı yerleri. Sanki onlar da hiç var olmamışlar. Sadece koca bir boşluklarmış meğer.
Arsuz’a doğru yol alıyorum. Moloz taşıyan kamyonlar konvoy… Şehrin cenazesi defin alanına taşınıyor. Dağın yamacına yığılan molozlardan yükselen toz duman… Bu toz artık hayatımızın bir parçası.
Arsuz…
Bazı mahalleler fena. Yatık binalar, çökük binalar, binaların içinden bedenlerin çıkartıldığı karanlık tünellerin girişlerinde paslı demirler, uçuşan kirli perdeler, eğri duran bir dolap, yerinden fırlamış bir klima…
Arsuz… Her yer soğuk, her yer gri ve tozlu. Ağzımda, boğazımda tozun tahrişi, yavanlığı, bulantısı. Karanlık çöküyor. Depodaki depremzede gönüllüye takılıyor gözüm. Cüzzamlı gibi. Rengi sarıdan siyaha. Çok zayıf, çok uzun, çok esmer, biraz da aklı uçmuş gibi. Yavaş konuşuyor, gereksiz gülümsüyor.
Bütün halk biraz aklını kaybetmiş gibi. Bakışlar boş. Keder duruşlarına yansımış. Her zamanki halk değil onlar. Gürültülü, neşeli ve girişken halk gitmiş; yerine şehrine bombalar yağmış, paramparça olmuş enkazın ortasındaki bu hayaletler gelmiş. Savaştan çıkmış gibi derbederler. Soykırıma uğramış gibi şaşkınlar. Yüzleri, tenleri, kokuları bile depremli. Bakışları değişmiş. Hastalıklı gibiler. Her şey tozlu. Toz ağzıma doluyor, boğazımı kurutuyor, yutkunamıyorum, hazmedemiyorum. Küçücük Arsuz’da yönümü bulamıyorum.
Hırdavatçının binasının enkazını görünce hatırlıyorum ufak tefek adamın efendi yüzündeki gülüşü. Yüzler silinmiş. Bakkalın enkazında Arapça Türkçe karışık konuşan sesini duyar gibiyim. Sesler silinmiş. Gün batımına yakın hatırlıyorum denizi… Gelincikleri, limon bahçelerini, portakal çiçeği kokusunu unutmuşum. Renkler silinmiş. Nehir fırtına çıkmaya yakın denize doğru dalgalanmaya başlayınca hatırlıyorum, bir zamanlar burada aldığım ferah nefesleri. Artık Arsuz başka bir yer.
Çocukluğumdan beri ezbere bisiklet sürdüğüm yollar bile başkalar. Daha geniş, daha asfalt, daha şehir, daha enkaz. Yolda bombalanmış başka siteler… Çaprazlamasına çatlamış, patlamış, yıkılmış, duvarlar, camlar. Boş binalar. İçlerinde hayata dair bir şeyler görmek istiyorum, alıştığım yaşamlara dair umut besleyebilmek için. Bomboşlar… Hiç var olmamış sanki o hayatlar. Eşyalar nerede peki? Nasıl girmişler almışlar ki enkazdan? Nasıl cesaret edebilmişler? Nasıl bir çaresizlik içinde halk? Fakru zaruret ne demek?
Hatırlıyorum…
Sonra hep geliyorlar. Ruh gibiler, akılları da enkaz altında kalmış gibi. Tanınmazlar. Bir hayalet geliyor! Saçı aklaşmış, sakalları çok uzamış, gözleri küçülmüş. Zayıflamış. Kebapçı? Konuşana dek o o mu bilemiyorum. Bir türlü kim kim, burası orası mı emin olamıyorum. Yüzlerden silinen gözler kaşlar gibi, sokaklarda silinen hayatlar var.
Çardak Restoran, Köyiçi…
Gene de bir umut sarılıyoruz yardımlara. Eşyalar çığ gibi geliyor. İnsanlar arsızlaşıyor. Saygısızlaşıyor. Belki akılları sarsıntıda kaldığı için bilmiyorum, sakin kalmak zor. Yardımlar bile savaş kadar soğuk, gri ve tozlu. Bir yudum sevgi, anlayış olsun istiyorum içinde, zor. Yardım dilenmek zorunda kalmalarına isyan ediyorum. Utanıyorum hallerinden. Onların tarafında değil, bu tarafta olmaktan ayrıca utanıyorum. Bir devlet memuru gibi, ucuz bir mağazadaki vasıfsız bir tezgahtar gibi sabırsız ve tahammülsüz olmaktan, yeteri kadar sevememekten utanıyorum. Çünkü bazıları eşya uğruna onurlarından vaz geçmekten utanmıyorlar. Onlar unutmuşlar bile depremle eşyanın savaşında kimin kazandığını.
Antakya
Antakya bir şantiye. Tersinden bu şantiye. Her biri zamanında mutlaka bir kişilik olan apartmanların kapkara boşlukları var. Sarsıntının korkunçluğunu anlatan ve yıkılmayı bekleyen hilkat garibeleri var. Şiddetine yenik düşüp olduğu yere yığılmış olan devasa bedenler de var. Çok yaşlı, çok bitap, çok şişman, çökkün…
Şehir kimi zaman anlamsız boşlukların birleştiği devasa savaş meydanlarını andırıyor, kimi zaman uğradığı saldırının acımasızlığını anlatıyor, kimi zaman da hayatta hiçbir yaşanmışlığın değerinin olmadığını.
Şehir bir çöplük. Taşlar, beton bloklar, paslı demirler, çaputlar, yerli yersiz dalgalanan perdeler, ezilmiş arabalar, cam kırıkları ve yığınla kimliğini kaybetmiş eşya.
Kilise beyaz taşlardan bir dağ. Ne girişini canlandırabiliyorum gözümde ne de mimarisini. Kapısı neredeydi, avlusu ne taraftaydı, misafirhanesi, sosyal tesisi, morgu neredeydi, bir türlü mekanları anlamlandıramıyorum.
Çarşı da böyle. Yer de kalmamış yön de. Yollar aniden tıkanıyor molozlarla, geçit vermiyor. Oysa ki orada o enkazın arkasında her şey eskisi gibi renkli, hayat dolu gibi bir his var içimde. Bu enkazı da kaldırsalar, Antakya oradaymış gibi. Üstlerinde yürüyoruz. O heybetli koca Antakya artık sadece taşlardan oluşan dağlardan ibaret. O güzel halkın yürüdüğü sokaklarda dilsiz güvercinler, kediler ve kemirgenler…
Gerçeküstü ortalık. Siyah, tozlu, kıyameti andırır gibi. Gökten taş yağmış gibi şehrin başına. Önüne ne gelirse yıkmış geçmiş. Yenik düşmüş Antakya bir savaşta. Her savaş gibi haksızca alt olmuş halkı. Yok olmuş. Elinden her şeyi alınmış bir çocuk gibi halk çadır kentlerde. Nasılsınız sorusuna çoğu Hatay gibiyiz diyor. Acısına rağmen çadırına buyur ediyor, bir kadın: “Gelin bir kahve pişireyim size.” Ruh aynı kalmış.
Antakya bir öksürük artık boğazımda. Mültecilerin kaldığı çadırkentte nece konuştuklarını dahi anlamadığım küçük çocuklar sarılıyor bacağıma. Başları bitli. Gene de okşuyorum saçlarını. Çocuğum gibi sıvazlıyorum yorgun sırtlarını.
Kybele düşüyor aklıma. Toprak oldukça doğuracak, üretecek kadın, inanıyorum. Bu inancımın önüne kimse geçemez. Kadın!
Tike kurcalıyor hatıralarımı. Orontes’in üzerinde, başında Tanrı’nın Şehri Antakya’nın surlarından tacı, kentin talihini, refahını ve kaderini belirleyen şans tanrıçası. Yaldızlı tunçtan yapılmış heykeli hala Hatay Arkeoloji Müzesinde. Kadın!
Sonra neden burada olduğumu hatırlıyorum. Etrafımdaki onlarca yüzlerce güçlü kadını. Dayanışmalarını, hassasiyetlerini, dirayetlerini… Yardım uğruna verdikleri mücadeleyi. Kadın Bakkalı, Köy Çamaşırhanesi projeleriyle girdikleri çatıyı. Füsun Sayek Sağlık ve Eğitim Geliştirme Derneğindeki koruyucu, birleştirici değerli kadını… Kahramanım Füsun Sayek’i ve kadına, bu şehre verdiği değeri. Ve sahada çalışan kadın erkek yüzlerce, binlerce gönüllüyü. Mavi, kırmızı, haki, kamuflaj yelekleriyle, üniformalarıyla… Bir mücadelenin renkli ve ateşli müttefiklerini… Hatay’ın dışından hatta okyanus ötesinden gönül veren, destek ulaştıran herkesi. Belki de diyorum Okeanus’un kızı Tike hepimizizdir. Sonra fikir değiştiriyorum. Belki de dememeliyim, kesinlikle demeliyim. Tike hepimiziz! Biz biriz! Tike biziz!
İşte o zaman Doğu’nun Kraliçesi’nin üzerine gün doğuyor. Kuşandığı siyahlık hafiften dağılmaya başlıyor…