Uyanıyorum bir gece yarısı. Kaç gündür aynı dizeler dolanıyor aklımda:
“Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın…”
Dönüp dolaşıp zihnimde Antakya sokaklarına geliyorum yine. Sümerler’deydi evimiz. Okul yarım gün, Antakya hep sıcaktı. Tek katlı evler, bazı bazı apartmanlar ve aralarında tarlalar, bahçeler … Otlar, sebzeler ve ağaçlar… Tüm gününü sokakta geçiren sokak oyunları oynayan son çocuklar. Bazen Habib-i Neccar’a çıkar, bazen Asi kenarındaki patikadan yürürdük. Yeni bahçeler, yeni ağaçlar keşfederdik. En çok erik toplardık ya, ara sıra sahibi kızar kovalar, çoğunlukla da ses çıkarmazdı erik yememize. Biz büyüdükçe oyunlarımız da değişti. Bahçeler de azaldı bize küsüp, ağaçlar da. Tek evler bile yenik düştü zamana, çoğu apartman oldu sonunda.
Bazen çok net, bazen belli belirsiz siluetlerle hatırladığım çocukluğum. Belki de eksiklerini zihnimin tamamladığı bir yanılsama. Doğrulamak da mümkün değil ya, devasa bir tarla oldu şimdi Antakya. Demanslı bir insan gibi. Tek tük binalar duruyor hafızasında, sokaklar, mahalleler, yollar silinmiş. Zarar görmüş beyin hücreleri birleştiremiyor, parça parça izler gibi duran birkaç binayı.
Zarar gören köprülere rağmen Asi etkilenmemiş gibi. Kaç büyük deprem gördü bu şehir? Her şeye rağmen devam mı etti Asi akmaya her seferinde? Ya da zamanı geri döndürmek için mi isyan edip başladı ters akmaya? Ve bizim gibi mi o da, devam ediyor acılarını içinde taşıyarak yaşamaya?
Tam 1 yıl önce 30 Temmuz 2022’de paylaşmışım Asi’yi instagramda
Yıkılan evimizin camından mutlu görünmüş renkli ışıklar içinde parıldayarak. Bense farkında değilmişim o balkondan baktığım son gece olduğunun...
Bu ara çok fazla Antakya videosu paylaşımına denk geldim ya sosyal medyada, Antakya’da geçen öykü var mı hiç, düşünüyorum hatırlayamıyorum. Paris’i anlatan en az 10 kitabı ezbere sayabilirim. Paris yıkılsa, sokak sokak dijital kopyası yaratılabilir kitaplardaki anlatımlardan. İstanbul da şanslı bu konuda. Ne çok hikaye, ne çok roman yazılmış İstanbul’da geçen. Kaybedilince değeri anlaşılan klişesi geçerli mi Antakya için? Değil bence, halen bilinmiyor değeri. Annemin kitapları arasından bir öykü hatırlıyorum sonra Antakya'da geçen. Sen de gitme Triyandafilis. Ne de çok kitap vardı evimizde. Ve dergiler, çiçekler, porselenler, resimler, süsler... Çok özenirdi annem hayata… Acım derinleşiyor birden. Bir fil oturuyor sanki kalbimdeki bıçağa ve bastırıyor tüm ağırlığıyla göğsüme:
“Hani körkütük sarhoş gençliğimizden
Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken
Eskidendi, eskidendi, ah eskiden”
Annemin ve babamın ölümünü kabullendim artık galiba. Bu iyi mi bilmiyorum. Bazen uyanıyorum kabustan ve bütün bunların gerçek olmadığını söylüyorum kendime. Geceleri konuşuyorum onlarla. Sonra hayaller kuruyorum. Keşke ömür paylaşılabilseydi diyorum ve günlerimizin istediğimiz kadarını hediye edebilseydik.
Çok uzun sürmüyor hayalim, zira olası kötü senaryolar geliyor aklıma: Önce çok ucuza satılırdı hayatlar. Sonra artar fiyatlar, borsası oluşurdu yılların. Belki matrix filmindeki insan tarlaları gibi insanlar yetiştirilirdi "ayrıcalıklı" olanların hayatını uzatmak için. Daha çok çocuk yapardı bazıları. Çocuk yaşta kızını gelin edenler, yıllarını satardı kızlarının. Peki Azrail razı gelir miydi, rızası olmayan çocuğun yıllarını çalmaya?
Yazılar da hayatlar gibi...
Bazen bir olay oluyor ve değişiyor hikayenin yönü...
Bazen bir felaket yarım bırakıyor binlerce güzel hikayeyi...
Öne çıkan görsel: foto_great1/Unsplash
Comments