top of page
  • Anna Maria Beylunioğlu

Humusçu İbrahim: ‘Antakya’ya yine insanlar gelecek, yemek yiyecek, yine gezecekler’

Güncelleme tarihi: 4 Eyl 2023



İbrahim Ketremizgil, daha çok bilinen ismiyle Humusçu İbrahim, deprem sonrası en çok merak edilen Antakya esnaflarındandı. Deprem sonrası önce Mersin’e geçti, şimdi de geçici de olsa İstanbul’da bir yaşam kurma telaşında. İbrahim Abiyle depremi nasıl yaşadığını, humus ve bakla yaptığı dükkanının onun için önemini ve Antakya’ya geri dönüş ihtimalini konuştuk.


Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu


İbrahim Abi, deprem sonrası en çok merak edilen Antakya esnaflarından oldun. Deprem anını nasıl yaşadın?

Ben depremden önce, normal günlerde bile, her zaman gece uyanan bir insandım. Uyanıp ertesi günün planını yaparım hep. Deprem olduğu gün, gece saat 2 de uyandım. İçimde bir sıkıntı vardı. Ne yapacağımı şaşırıyordum, içime bir sıkıntı çökmüştü. Saat 2’de uyandım, kahve yapıp mutfakta oturdum. Mutfaktaki masada oturup günlük yapacağım işleri etüd ediyordum. Yağmur yağıyordu, hava da çok soğuktu. Sonra bir ara saat 3’e doğru pencereyi nefes almak için açayım dedim, baktım ki sıcak bir hava esiyor. İlk kalktığımda hava buz gibiydi, sonra korkunç bir sıcak hava esmeye başlamıştı. Saat 4 gibi sallanmaya başladık. Öyle bir sallandı ki, nasıl gök gürültüsü olur, ondan daha da kötü bir ses. Işıklar kesildi. Dua etmeye başladım. Hemen kapının eşiğine girdim. Eşime bağırdım, eşim uyanmıştı zaten. Bizim ev 700m2 çok büyük. Hem yeni tarafı yani beton tarafı var, hem de eski tarafı var. Eski tarafı belki 250 yaşında belki de daha fazla. Kaldığımız taraf ise iki katlı bir betonarme, orada çatlaklıklar oluştu. Kolonlara bir şey olmadı, sıvalar düştü. Dolaplar birbirine çöktü. Ev haşat oldu. Bir deprem daha oldu o depremde de masada oturuyor olsaydım, masanın üzerinde içi cam dolu bir dolap vardı, hepsi üzerime yıkılacak, belki de ben de ölecektim. Eşime seslendim, deprem durunca pijamalarımı çıkartıp giyindim. Aşağıda kayınvalidem bağırıp çağırıyordu. Etrafa baktım her taraf yerle bir olmuş. Benim çatım çökmüş, kiler odamın üzerine komşunun duvarı çökmüş, açıklık oluşmuştu. Sonra çatının üzerinde güneş enerjisi kurduğumuz bir kulübe vardı, o yan yatmıştı. Çevreye baktım bağıran çağıranlar vardı. Yaşadığım yerde her yer eski yapıydı çünkü. Ben Livan Otel’in bulunduğu sokakta yaşıyordum. Otele baktım, otel yıkılmış ve molozları sokağı kapatmıştı. Arabam evim hemen yanındaydı üzerine molozlar düşmüştü, sakız gibi olmuştu. Karşımda eski bir bina vardı, 3 katlı eski bir ahşap bina, o binada depom vardı ilk girişte, o yerle bir olmuştu. Deponun içerisinde bir sürü tahin, nohut ve bakla var, belki de 500bin tl değerinde, hepsi yok oldu. Kısacası şükürler olsun Allah’a canımıza bir şey olmadı ama malımıza oldu. Mal gider gelir, önemli değil, canımıza bir şey olmadı.


Deprem bitince üstümü giyinip önemli eşyalarımı topladım birinci kata kaynanamın yanına indim. Saat beşe doğru geliyordu. Eski taraf yerle bir olunca bahçe açıldı, otelden 15 kişi bizim bahçeye sığındı, yabancı yazık, kimisi Stuttgart’tan bile gelmişti. Bahçede odun yaktık ısınabilmek için. Karşıda enkaz var, yaralılar var, bağırıp çağırıyorlar bir şey yapamıyorsun. 15 kişinin içinde benden daha güçlüler vardı, onlar çıkardılar bir oğul ve bir babayı, ama kadın enkaz altında kaldı, öldü galiba o kadın. Sonra yavaş yavaş aydınlık oldu, molozların üstünden geçip caddeye bir bakayım dedim. Aklıma dükkan geldi, çünkü dükkanım çok yakındı. Molozlara bastım, caddeye ulaştım. Biryandan da korkuyorum bir çivi batsa, araba yok gelen giden yok, caddeye indiğimde her taraf yerle bir olmuştu. Ne ambulans geliyor, ne afad geliyor, ne itfaiye geliyor. Gelemiyorlar çünkü geçemiyorlar. Benim işyerimin üzerinde Waxwing otel diye bir otel var, baktım otel çalışıyor. Işıkları açmış, jeneratör var çünkü. Çocuklarım çırpınıyor bana ulaşabilmek için. Telefonun fişini taktım orada, haber vereyim diye. Haber verdim konuştum onlarla, rahat ettiler. Sonra dükkanıma baktım, çatlaklıklar oluşmuştu. Bu tabii 6’sında olan deprem, baktım herkes orada lobide oturuyor, geri gidip kaynanam, baldızım, kaynım, eşime haber verdim. Otele gideceğim gelir misiniz dedim, dediler ki nasıl gideceğiz? 75 yaşında kadını nasıl taşıyacaksın molozların üzerinde? Bir şekilde kaldırdım onları, kapılarımızı kitledik ve otelin lobisine yavaş yavaş geçtik. Orada akşam saat 6’ya kadar kaldık. Bu arada şakır şakır yağmur yağıyor, hava çok soğuk, dışarıda hiç durulmuyor. Tabii bu arada sarsıntılar tekrar başladı. Sabah 6’da tekrar deprem oldu, deprem olunca otel sahibi dedi ki, bize emniyetten emir geldi kapalı yerde olmayacaksınız açık yere gidin diye. Ama yağmur yağıyor nereye gideceksin? Aklıma valilik binası geldi, bize çok yakındı. Açık bir alandı valiliğin bulunduğu bahçe. İyi de, yağmur yağıyor, üstümüz ıslanıyor. Bir arkadaşım geldi, Maksim çay bahçesi var, bütün millet oraya sığınmış, oraya gidin, dedi. Biz oraya gittik, 100 kişilik sığacak bir bahçede 1000 kişi var. Biz de durduk orada. Sabaha kadar orada kaldık.


Tabii gündüz herkes enkazının derdine düşmüş. Ölen ölmüş, kalanlar bağırıp çağırıyor. Tanıdığım bir taksici gördüm. Bizi Mersin’e götürür müsün dedim, depremin ikinci günüydü. Belli bir ücret istedi, ben de verdim kendisine. Ablam var Mersin’de yaşıyordu, evi geniş. Oraya sığındık. İlk çıkanlar belki de bizdik.


Kilisenin durumunu görme şansın oldu mu Mersin’e gitmeden?

Kilise yıkılmıştı. Kilise işyerime çok yakın zaten, oraları gezdim depremden sonra. Kilisenin yarısı gitmişti, çan kulesi düşmüştü. Bir tane aşçı arkadaşımı gördüm. Bana dedi ki, git Habibi Neccar Camisini gör, bahçesi ölülerle dolu. Habibi Neccar’ın yarısı yıkılmıştı. Ulu cami de öyle. O dönercilerin bulunduğu alan, kilise vakfının dükkanları, künefeciler, uzun çarşı, her taraf yerlebir olmuştu.


20 Şubattaki depremde Mersin’deydiniz…

Evet. Biz Mersin’e gidince Ortodoks Kilisesi kapılarını açtı. Oraya gelen bütün depremzedeleri yedirdi, içirdi, elbise verdi. Kalacak yeri olmayanlar için kilisenin içinde yer yaptılar, yere battaniye bile serdiler. 2-3 gün sonra Hatay’daki bütün Hristiyan cemaati oraya geldi. Çoğunu getirdiler. Aradan bir buçuk ay geçti, halen kilise o insanlara yardım ediyor. Apart oteller tuttu, saunayı bile kiraladı insanlar yıkansın diye.

Humusçu İbrahim'in deprem sonrası ailesiyle bulunduğu İstanbul'daki evde


İbrahim Abi, birazdan geri dönebilir miyiz, dönersek nasıl dönerizi konuşacağız ama neyi kaybettiğimizi anlayabilmek adına soruyorum, senin dükkanının da bir hikayesi var, humusla olan ilişkini, dükkanının hikayesini anlatabilir misin?

Aslında benim meslek hayatım 1979’da başladı. 10 sene Lübnan’da kaldım, bu mesleği orada öğrendim. Lübnan’a nasıl gittim? Ben birgün halamın oğlunun yanına gittim. Halam 1950’lerde evlenmiş, Lübnan’a gitmişti. Halamın yanına kötü günler geçirdiğim için gitmiştim. O zaman ben liseyi yeni bitirmiştim. Aslında tiyatrocu olacaktım ama moralim bozulmuş olamamışım. Oraya gittiğimde bir gün halamın oğlu bana, bir Ermeni usta var bakla humus yapıyor gel sana bakla humus yedireyim dedi. Gittim orada. Tabii ben arayış içerisindeydim o yıllarda, ne yapacağımı bilmiyordum. O Ermeni ustanın yanına geçtik. Adı Abu Hasan’dı. Öyle diyorlardı. İçeri geçtik, küçük bir dükkan, benim dükkanın aynısı. Tıklım tıklım, bakla humus yapıyorlar. Hoşuma gitti. Avanak avanak insanlara bakıyorum. Adam nakit çalışıyor. Hoşuma gitti çünkü babam tüccardı ve çek senetle uğraşırdı, her gün annemin kafasını şişiriyordu, bu borcunu ödemedi, şu borcunu ödemedi diye. Baktım herkes parasını nakit ödüyor, humus yiyor. Kendime bu işi yapabilir miyim diye sordum. Yaparım dedim, niye yapmayayım ki! Yanına yaklaştım, Arapçayla dedim ki, usta bana bu işi öğretir misin diye sordum. Git, ne öğretecem ki ben sana dedi. Beni Lübnanlı zannetti. Halamın oğlu dedi ki, Ermeniler Türkçe konuşuyor, git Türkçe konuş onunla dedi. Yanına tekrar yaklaştım. Türkçe konuştum. Adam 75 küsür yaşındaydı. Ne istiyorsun, nerelisin sen diye sordu. Hataylıyım dedim, Antakyalıyım. Ne yapmak istiyorsun diye sordu. Dedim ki bana bu işi öğret, ben bu işi Antakya’da yapayım. Baktı, git yarın sabah gel yanıma dedi. Sabah oldu, deli gibi koştum ben adamın yanına. Türkçeyi nereden bildiğini sordum. Ermeniler Türkçe konuşur burada dedi. 1915 olaylarında hepsi buraya göç etti, ben dördüncü kuşağım, hala biz Türkçe konuşmayı biliyoruz, okuma yazma bilmiyoruz dedi. Ağlamaya başladı. Niye ağlıyorsun diye sorduğumda, bizim Türklerle bir alıp veremediğimiz yok, devletler bizi birbirimize düşürdüler, düşman ettiler ve buraya gelmemize sebep oldular. Bana ne istediğimiz sordu, ben de bu işi bana öğretmesini, bu işi Antakya’da yapmak istediğimi söyledim. Kalacak yerin var mı diye sordu, halamın yanında kalacağımı söyledim. 10 sene kaldım orada. Bu adam bana birsürü yemek yapmayı öğretti. Tahin yapmayı, bakla, humus, herşeyi öğretti.


Dükkanı Antakya’da açtın ama senin bir de İstanbul geçmişin var.

Antakya’ya döndüğümde babama İstanbul’a gideceğimi dükkan açacağımı söyledim. Çünkü benim bütün hayatım İstanbul’da geçti. Hep Süryanilerle Ermenilerle…  İstanbul’u çok iyi biliyordum. Benim babam Ortodokstu ama ben Katolik Kilisesi’nde büyüdüm. Hatta 1982’de çocukluk arkadaşımla Katolik papazı olma niyetiyle İtalya’ya yola çıktım ama babam istemedi. İtalya’dan döndüm ama papaz olmadım. İstanbul’da bir sürü arkadaşım vardı. O sebeple İstanbul’da yer açmayı istemiştim ama babam izin vermedi. Antakya’da dükkan açtım ve başladım bakla humus yapmaya. Yavaş yavaş büyümeye başladım.


Nohutu, baklayı hamamda mı pişiriyordun?

Evet, baklayı hamamda pişiriyordum. Daha lezzetli pişiyor. Bakırda pişiriyordum. Yine bakırda pişiyor. Bakırda pişen yemekler daha lezzetli pişer çünkü buharı içinde kalır. Lübnan’da ne öğrendimse Antakya’da yaptım. Antakya’da da vardı bu işi yapan ama ben en iyileri olmaya çalıştım. Bakla da vardı Antakya’da ama ben baklayı araştırdım, Çanakkale’nin Biga ilçesinden getirtmeye başladım. Tahini yerli susamdan kendim yapmaya başladım. Yerli susamın tahini daha lezzetli olur. Nohutu Çorum’dan getirtmeye başladım.


2012’de savaş patlak verince Suriye’de işler durdu, sınır kapandı. Daha önce otellerde yer bulamazdınız. Bizim bir valimiz vardı, Celalettin Lekesiz, kendi anlattı bize bunu, dedi ki, burası çok kültürlü bir şehir, herkes kardeş gibi, çok da güzel yemekleri var, gelin bir gastronomi festivali yapalım dedi. Şehir tamamıyla ölmüştü savaş nedeniyle. Festivale Vedat Milör, Mehmet Yaşin gibi isimler katıldı. 2014’te yapıldı festival. Beni de davet ettiler, pöç kasabını davet ettiler. Yusuf Ustayı davet ettiler. Açık alanda sunumumuzu yaptık. Sonrasında Vedat Milor tadı damağımda programıyla bana geldi. Antakya’yı tanıttı. Yeni bir festival yapılacaktı ama depremden dolayı iptal oldu. Depremden önce Antakya tıklım tıklımdı. Cuma günü insanlar sırf yemek yemeğe geliyorlardı. Vedat Milor’un sayesinde, onun programında çıktığım için, İstanbul’a ürün göndermeye de başladım. Mutfak Sanatları Akademisi’nde de sunum yaptım, başka ülkelerde de sunum yaptım. Ama tabii bu Antakya’ya gelen isimler sayesinde oldu, yoksa Antakya uyuyan şehirdi.


Peki geri dönebilecek misin? Dönmeyi düşünüyor musun? Dönmek gerçekçi mi?

Dönmek şu anda gerçekçi değil. Her yer yerle bir olmuş. O şehir ayağa kalkmadan tekrar düzelmesi mümkün değil diye düşünüyorum. Umarım ayağa kalkarsa biz de oraya döneceğiz, yine sahipleneceğiz, yine şehrimizi kalkındıracağız. Yine insanlar gelip yemek yiyecekler, yine gezecekler, tarihi yerleri görecekler, gönlümüz ondan yana…

Humusçu İbrahim'in dükkanının önünde İbrahim Abiyle birlikte, Temmuz 2022'deki Antakya ziyaretimden



Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page