top of page
Emre Can Dağlıoğlu

Mübadele’nin istenmeyenleri: Mersin’deki “Arap Ortodokslar”•

Güncelleme tarihi: 28 Ağu 2023

Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde resmiyet kazanan zorunlu nüfus değişimini kontrol etmek için kurulan alt birimlerden biri olan Mersin Tali Komisyonu’nun Şubat 1924 tarihli raporunda sözünü ettiği “şehirde toplanan belirli sayıda Arapdilli Rum Ortodoks”un, Milletler Cemiyeti adına Mübadele’nin idaresini üstlenen Muhtelit (Karma) Komisyon’un gündemini neredeyse 4 yıl işgal edeceğini o sırada kimse bilemezdi. I. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmış ülkelerden üç üye ile Türkiye ve Yunanistan’ın dörder kişilik heyetlerinden oluşan komisyon, hatırısayılır bir süre boyunca sözleşmenin maddelerini yeniden tartışmaya açacak, devletlerin homojen kimlik arayışlarını ortaya koyacak ve nihayetinde uluslararası hukuk nezdinde “Rum” kavramının sınırlarını çizecek bir mücadeleye sahne olacaktı.[1]

Rapora göre, anadili Arapça olan bu topluluk “mübadil addedilmek istemiyordu.” Uluslararası kurumların ve ulus-devletlerin dayattığı bu göçle yerinden olmak istemeyen binlerce insandan farklı olarak bu topluluk, imzalanan sözleşmenin mübadil tanımlarına tam anlamıyla uymuyordu. Zira bu protokolün ilk üç maddesinde, belirli bir dönemden sonraki sınır esas alınarak, Batı Trakya’daki Müslümanları ve İstanbul’daki Rumları dışarıda bırakacak şekilde, Türk topraklarında yerleşik Rum Ortodoks dininden Türk uyrukluları ile Yunan topraklarında yerleşik Müslüman dininden Yunan uyrukluların karşılıklı göç ettirilmesi zorunlu kılınmıştı. Her iki devlet de “kurtulmak istediği” insan sayısını azami düzeyde tutmak için kimliğin esas etmeninin din olduğunu ve değişimin temel kriteri olduğunu kabul etmişti, fakat bu doğrudan kurulan kimlik tanımının dışında kalan topluluklar vardı. Yunanca konuşan Giritli Müslümanlar (Turkokritiki), Makedonya’daki Yunandilli Müslümanlar (Vallahadesler), Türkçe konuşan Doğu Ortodoksları (Karamanlılar), Ermenidilli Rum Ortodokslar (Hayhurumlar) ve bir şekilde mübadeleye tabi kılınsa da, Mersin’deki Arapdilli Ortodoksların kaderi büyük bir soru işareti oluşturuyordu.[2] Bu konuda kesin olan tek şey, Türkiye’nin de Yunanistan’ın da bu toplumu kendi ülkelerinde istemediğiydi.

Mübadil kriterlerine sığmayanlar

Lozan Antlaşması imzalayan devlet yetkilileri (Kaynak: Derso ve Kelen Koleksiyonu, The Lausanne Project)

Sözleşmede belirtilen Rum Ortodoks ve Müslüman ifadelerinin belirli grupları mübadil addetmekte yeterli olmayacağı, karşılıklı sevklerin başlamasından yalnızca sekiz ay sonra net olarak ortaya çıktı. 29 Ocak 1924’te, Yunanistan’da ikamet eden Romanların mübadele kapsamında kabul edilip edilmeyeceği konusu Muhtelit Komisyon’a taşınırken bu tartışmayı aynı yıl içerisinde Rum Katolikler ve Protestanların istisna kabul edilmesi ve Ermeniler, Bulgarlar, Ulahlar ile Müslüman ve Ortodoks Arnavutların statüsünün tartışılması takip edecekti.[3]Romanlara dair tartışmadan yaklaşık iki hafta sonra ise komisyonun gündem maddelerinden biri Mersin’deki Arap Ortodoksların durumu olacaktı.

Komisyon bu meseleyi ele almadan birkaç ay önce, Kasım 1923’te Mersin’de ikamet eden Arap Ortodoksların mübadil addedilip addedilmeyecekleri Türkiye bürokrasisinin gündemiydi. Mübadele, İmar ve İskan Vekaleti bu topluluğun mübadil sayılacağını bir mütalaayla açıklamıştı. Aralık 1923’te, artık lağvedilmiş olan bu bakanlığın hukuk müşavirliği bu toplumun Mübadele’deki durumuna dair sorulan bir soruya aynı cevabı vermişti.[4] Aynı şekilde, mesele Muhtelit Komisyon’un gündemine geldiğinde, Türk heyeti başkanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey, “700 kişilik bir grubun bu durumundan haberdar olduğunu ve bu insanların da mübadeleye tabi olduklarını düşündüklerini” belirtmişti.[5]

“Rum Ortodoks ne demek?” tartışması

Muhtelit Komisyon'daki Türk Heyeti Başkanı (1923-1925) ve Dışişleri Bakanı (1925-1938) Tevfik Rüştü (Aras) Bey

Komisyonda meselenin karşılıklı olarak tartışılmasından bir ay önce, Tevfik Rüştü Bey, Ankara’ya meseleyi özetleyen bir telgraf gönderecekti. Bu telgrafa göre, oturumların dışında yapılan konuşmalarda, Yunan heyeti başkanı İoannis (Jean) Papas, Yunanca bilmeyenlerin mübadil sayılmaması gerektiğini söylüyor ve bu türlü karmaşık durumlarda göç ettirilecek kişilerin “rızasının alınması”nı savunuyordu. Tevfik Rüştü Bey, komisyonun tarafsız üyelerinden Karl Widding’in bu düşüncelere katılmaya meyilli olduğunu düşündüğünden, Mersin’deki Arap Ortodoksları mübadeleye tabi kılmayı başaramayacaklarını düşünüyordu. Fakat bunu başarmak için bir planı vardı. Öncelikle, sevk edilmek üzere Mersin’e getirilmiş Rumlar ve Mersin’e gelen Müslüman mübadillere mesken olması için, Arap Ortodokslara ait gayrimenkullere devletin vereceği bir kira kontratıyla el konulmasını öneriyordu. Böylece Arap Ortodokslar, bu durumu komisyona şikayet edecek ve Türkiye de bu sorunun çözülmesine öncelikle Arap Ortodoksları mübadil addetmeyi şart koşabilecekti. Nihayetinde, sürecin bu çıkmazından dolayı mağdur olacak Arap Ortodokslar “kendi rızaları”yla mübadele kapsamında Yunanistan’a sevk edilmek isteyeceklerdi.[6]

Haziran 1924’e gelindiğinde ise Mübadele Sözleşmesi’nin kriterleri tartışmaya açılacaktı. Yunan delegasyonu, sözleşmede geçen Rum Ortodoks ibaresinin ikili bir kıstas içerdiğini savunuyordu. Buna göre bu tabir, dinen Ortodoks ve etnik olarak Rum olanları kastediyordu, zira aksi takdirde yalnızca Ortodoks tabirinin kullanılması yeterli olurdu.[7] Türkiye tarafına göreyse, bu şekilde bir kullanım dini kritere bir de ırksal bir kıstas ekliyordu. Halbuki, Rum Ortodoks ibaresi sözleşmede Müslüman tabirinin karşılığı olarak kullanılmıştı ve yalnızca dini bir tanım yapılması amaçlanmıştı. Bu sebeple de Rum Ortodoks’tan kastın İstanbul Rum Patrikhanesi’ni ruhani merkez olarak gören herkes olduğu konusunda ısrarcıydı.[8] Bunun üzerine, Yunan heyetinden Nikolopoulos, söz konusu Arapların Rumlarla aynı mezhepten olduğunu ama kendi patriklerini seçtikleri ayrı bir dini makam olan Antakya Patrikhanesi’ne bağlı bulunduklarını ve İstanbul Rum Patrikhanesi’yle yalnızca ruhani bağları olduğunu hatırlattı. Tevfik Rüştü Bey ise Türkiye kanunlarına göre, iki patrikhanenin resmi ilişkileri olduğunun altını çiziyordu.[9] Ayrıca, daha sonraki tartışmalarda sıkça ortaya çıkacak bir argümanı ortaya atarak, nüfus değişiminin arkasındaki siyasi amaçları masaya getirdi. Tevfik Rüştü Bey bunu yaparken, Mersin’deki nüfusun Mübadele’ye dahil olmayan bir ülkeye gönderilmesi teklifini de ortaya koydu:

Nitekim sayısı bini bulmayan bu küçük toplum Yunanca konuşuyor ve Elen davası için kendilerini ortaya koymuş durumdalar. Bu yüzden, Yunanistan tarafından reddedilmeyeceklerdir. Fakat eğer, aralarında Suriye tabiiyetini seçmek isteyen ve Suriye’ye gitmek niyetinde olan varsa, Türk heyeti, Türk hükümetiyle birlikte, kendilerine ve müstakbel Rum tebaasına misalen mülklerini tasfiye etmelerine imkan tanıyacak izinler bahşederek bu duruma müdahil olmaya hazırdır.[10]

Mersinli “Bayan Şatır” Arap mı?

Haziran ayındaki tartışmaya Yunan delegasyonunun meseleyle ilgili komisyona bir rapor sunma talebinin kabul edilmesiyle birlikte üç yıl kadar ara verilirken, Mersin’deki Arap Ortodokslar meselesi, Haziran 1926’da bu kez kişisel düzeyde bir sorunla komisyon gündemine gelecekti. Bu anlamda, İstanbul Tali Komisyonu’ndan gelen rapor, Mersinli Bayan Şatır, Bayan Tahinci, Andon Yusuf Nassir, Eleni Yorgiou ve Bayan Efpraksia’nın mübadil olarak kabul edilerek İstanbul’a gönderildiğini bildiriyordu. Yunan heyeti, komisyonun henüz bu konuda resmi bir kararı olmadığı için böyle bir işlem yapılmasına itiraz ederken, Türk delegasyonundan Senieddin Bey, “yalnızca Bayan Şatır’ın durumuyla ilgili bilgisi olduğunu ve daha önce Arap Ortodoks olduğunu belirten Şatır’ın Rum Ortodoks olduğunu itiraf ettiği için İstanbul’a gönderildiğini” belirtiyordu. Buna göre, Şatır ve kocası Kayseri doğumlu Rumlardı. Şatır, Mübadele’yle Yunanistan’a gönderilmemek için ilk başta Arap Ortodoks olduğunu beyan etmiş, fakat daha sonra bu durum ortaya çıkınca Arapça bilmediğini itiraf etmişti. Şatır’ın mülklerini devletten kaçırmak için bu oyuna başvurduğu düşünülüyordu, zira Mübadele’yle Mersin’e gelen birçok aileye verilebilecek on odalı büyük bir evi vardı. Bu yüzden de “gayrihukuki hareketi” ve “güvenlik gerekçesi”yle İstanbul’a gönderilmişti. Yine de Şatır’ın en azından kıymetli menkullerini geri alması için Mersin’e dönmesine izin verilmesi konusunda Yunan heyeti ısrarcıydı. Bunun üzerine, Türkiye tarafı “içişlerine müdahale kartı”nı oynamayı tercih etmesine rağmen, komisyonun Türk heyetinden meselenin detaylı incelenmesi için gerekli belgeleri sunması talebiyle tartışma sona erdi.[11]

Şatır’ın Rum mu Arap mı olduğunu bilmiyorum, fakat hatırısayılır bir mülke sahip olması, İstanbul’a gönderilmesinin Tevfik Rüştü Bey’in 1924’te Ankara’ya önerdiği mülklere el koyarak bezdirme planını andıran bir durum olabileceğini düşündürüyor. Bu konu tartışmalı olsa da, şurası kesin ki, Türkiye bu bezdirme planını Mersin’deki Ortodokslara hiçbir zaman sistematik bir şekilde uygulamadı. Fakat öte yandan, Yunanistan mübadil kabul edilip edilmeyeceği tartışmalı bir diğer grup olan Müslüman Çam Arnavutlarına uzun süre baskıcı politikalar uygulamaktan vazgeçmedi. Komisyonun 1924 yılında Çamların mübadil olmadığına hükmetmesine rağmen Yunanistan, 1926’ya kadar iki yıl boyunca bu toplumdan insanları Türkiye’ye sevk etmeye devam etmişti.[12]

Muhtelit Komisyon belgeleri arasında bir aile fotoğrafı (Kaynak: Birleşmiş Milletler Kütüphanesi ve Arşivi)

“Mübadele Yunan yayılmacılığını bastırmak için yapıldı”

Mayıs 1927’de, Arap Ortodoksların mübadil sayılıp sayılmayacağı meselesi, komisyonda bu kez Mübadele’ye tabi olup olmayacakları tartışmalı tüm grupların durumunda kesin bir karara varmak için açıldı. Heyetlerdeki isimler değişse de bu tartışmada da pozisyonlar aynı kalacaktı. Yunan delegasyonunda başkan Papas yerini Aristide Fokas’a (Phocas), Türk heyetinde ise Tevfik Rüştü Bey, başkanlık koltuğunu Şükrü (Saraçoğlu) Bey’e bırakmıştı. Yine de esas mesele, “Rum Ortodoks” tabirindeki Rum’un ne anlama geldiğini tayin etme mücadelesine dönüşürken, mübadelenin fikrinin siyasi amacını açık eden tartışmalar yaşanacaktı.

Komisyonun 26 Mayıs’taki oturumu, Fokas’ın meseleye dair uzun sunumuyla açılıyordu. Buna göre, Türk tarafının tezi uyarınca, hiçbir ırk ayırt etmeksizin Türkiye vatandaşı olan tüm Ortodoksları, yani Rusları, Vlahları ve Arnavutları nüfus değişimine dahil etmek gerekirdi. Bunun yapılmamasının nedeni, Rum Ortodoks tabirinin ırksal olarak Rum, dinsel olarak Ortodoks olanları kastetmesiydi. “Sözleşme yapılırken bu tabire karşılık Müslüman ibaresi kullanılmıştı, çünkü Türkiye o sırada şeri idareyle yönetilen bir din devletiydi” diyen Fokas, Arap Ortodoksları neden istemediklerini açıklarken, Mübadele’yle hedefledikleri milliyetçi tahayyüllerinin bir nüfus homojenleştirmesi olduğunu açık ediyordu:

Nüfus değişiminin etkilerini Yunan nüfusuyla ilgili olarak bile sınırlamak için mücadele ederken, Yunanistan’ın hiçbir bağı veya ahlaki sorumluluğu bulunmayan gayri-Yunan nüfusu kendi topraklarına almak istemesi düşünülemez.

Fokas’a göre, Lozan’daki Türk delegasyonunun mübadele tartışılırken, “Türkiye vatandaşı Rumları” kapsamasını istemişti çünkü delegasyondan Rıza Nur’un belirttiği gibi, esas amaçları “Türkiye’deki Yunan yayılmacılığını bastırmak”tı. Dolayısıyla, Rum olmayan Ortodoks nüfusun mübadil sayılmasına gerek yoktu, zira onlardan gelen bir “Yunan yayılmacılığı tehdidi” olmayacaktı.[13]

Yunan delegasyonunun kabullendiği Anadolu Rumlarının Yunan milliyetçiliğinin ve yayılmacılığının uzantısı olduğu argümanıyla Şükrü Bey elbette ki hemfikirdi. Bu fikrin pratik sonuçlar doğurması için, Rum Ortodoks tabirinin kapsadığı tüm unsurların ülkeden gönderilmesi gerektiğini dile getiren Şükrü Bey’e göre, bu ibareye yalnızca dini bir anlam yüklenebilirdi ve bunun dışında kalan hiçbir dilsel ve ırksal kriter komisyonda tartışılabilecek şeyler değildi. Senieddin Bey de “tarihsel ve kiliseye dair önemi haiz bu tabir”in ne anlama geldiğinin şüphe götürmediğini bir kez daha dillendirse de, komisyonun Avrupalı üyelerinin kafası çok karışmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoks kiliselerin sınıflandırılması araştırılırken, Yunan heyeti bu konunun cevabının akademide olduğunu söylüyordu. Şükrü Bey ise yalnızca şu sorunun basitçe cevaplandırılması konusunda ısrarcıydı: “Rum Ortodoks kelimesinin dini bir anlamı mı var, etnik bir anlamı mı var?”[14]

“Rum Ortodokslar mı, Ortodoks Rumlar mı?”

28 Mayıs’taki oturum, Ortodoks teriminin ne anlama geldiğine dair farklı yorumlarla açıldı. Yunan heyeti, British Encyclopedia’ya atıf yaparak Ortodoks Kilisesi’nin ırksal bir ayrım yapmadan tüm “Doğu Kiliseleri”ni kapsadığını iddia ederken, Senieddin Bey, “Ortodoks”un gerçek kelime anlamının “doğru inanç” olduğunu ve Katoliklerin de bu anlamda Ortodoks kabul edilebileceğini öne sürerek meseleye yeni bir boyut katıyordu. Giderek detaylara inilen tartışmada, Yunanistan delegasyonuna göre, Lozan’dan Ortodoks tabirine Rum kelimesinin eklenmesinin bir anlamı vardı, yani “Rum olmayan Ortodokslar” mübadil sayılamazdı. Şükrü Bey ise “sözleşmede Ortodoks Rumlar tabirinin değil Rum Ortodoks tabirinin kullanılması”nın tamamen dinsel kimliğe bir gönderme olduğunu düşünüyordu. Yunan heyetinden Diamantopoulos’un Türk delegasyonunun “Arap Ortodoks Kilisesi’nin Rum Ortodoks Kilisesi’nden farklı olduğunu” dile getirmesi üzerine Şükrü Bey’in verdiği cevap netti: “Rum Ortodoks Kilisesi’nden farklı bir Arap Ortodoks Kilisesi’nin varlığından haberdar değilim.”

Ardından, Şükrü Bey’in şu açıklaması, meseleyi Ortodoks Kilisesi hiyerarşisinin detaylarına çekiyordu: “Eğer Türkiye, tüm Ortodokslardan kurtulmak isteseydi, daha genel bir formül uygulardı. Eğer Türkiye tüm Rumlardan kurtulmak isteseydi, etnik bir terim kullanırdı, nokta! Dolayısıyla, sözleşmede ne tüm Ortodokslar ne de tüm Rumlar kastediliyor. Bu yüzden, örneğin, Rus Kilisesi’ne bağlı olanlar mübadil sayılmıyorlar, yalnızca Rum Ortodoks dininden Türk vatandaşları mübadele edilmeliler.” Buna cevaben Fokas “Rum Ortodoks diye bir dinin olmadığını ve Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Rumları tanımlayan etno-dinsel bir niteleme” olduğunu ısrarla dile getiriyordu. Avrupalı tarafsız heyet bu çıkmaz üzerine oturumu yine tatil etti.

30 Mayıs’ta geri dönülen tartışmada artık söz, tarafsız heyetteydi. İlk başta söz alan Hans Holstad, Fokas’ın öne sürdüğü Rum kelimesinin Ortodoks ibaresine etnik bir anlam yüklemek için eklendiği tezine katılmadığını dile getiriyor ve Doğu Kiliseleri’nden Kudüs, İskenderiye, Antakya ve İstanbul’un arasında nasıl bir bağ olduğuna dair daha fazla şey öğrenmek istiyordu. “Meseleye vücuttaki hasta parçayı almaya çalışan bir cerrah gibi yaklaşmak gerektiğini” söyleyen de Lara’nın savunduğu çözüm milli bilinç bağına bakılmasıydı. Ona göre, “Yunan vatandaşı olan Müslümanlar, Osmanlı tebaası olduğundan yüzyıllar ve nesiller boyunca Türk milli bilinciyle yaşamışlardı.” Öte yandan, “Kilikya’daki Arap Ortodoksların ise Yunan milli bilinciyle hiçbir ilişkisi olmamıştı.” Komisyon Başkanı Karl Widding ise “meselenin çözümünün komisyonun yetkinliğini aştığı için akademik yayınlara başvurmak gerektiğini” savunuyordu ve yine British Encyclopedia’ya dönerek Doğu Ortodoks Kiliseleri’nin ilişkilerini çözümlemeye çalışıyordu. Widding, çatısı altında toplamda 14 farklı kilisenin bulunduğu bu “federasyon”un içindeki İstanbul Rum Kilisesi’ne bağlı olanlara Rum Ortodoks denmesinin uygun olduğunu düşünüyordu.[15] Yunan ve Türk delegasyonlarının daha önceki görüşlerini tekrarladıkları uzun bir tartışmanın ardından, komisyon meseleyle ilgili ilk kararını bir gün sonra açıklayacaktı. 31 Mayıs 1927’de Muhtelit Komisyon, Mübadele Sözleşmesi’nin 1. maddesinin yalnızca dini esas alan ibarelerden oluştuğunu onaylarken, bu maddedeki “Rum Ortodoks kelimesinin tüm Doğu Kiliselerini tanımlayan bir kavram olmadığı” kararını verdi. Şükrü Bey’in bu kararın sorunu çözmediğini ve mübadeledeki uygulamalara bir netlik getirmek için hangi kiliselerin “Rum Ortodoks tabirinin dışında kaldığının belirlenmesi gerektiğini” dile getirmesi üzerine komisyon bu konu üzerine çalışmaya devam edecekti.[16]

“Yalnızca İstanbul Kilisesi’ne bağlı olanlara Rum Ortodoks denir”

Aralık 1927’de komisyon meseleye dair nihai kararını vermeden önce, Mısır’da yayınlanan Al-Mukattam gazetesi, Türkiye’nin bir şekilde Mersin’deki Arap Ortodoksları göndereceği fikrindeydi. 1 Temmuz 1927’de yayınlanan yazıda, Türkiye’nin bu insanların durumunu “daha yumuşak” ve “adalet duygusu” içerisinde değerlendirmesini umuyordu:

Suriyeli ve Lübnanlı Rum Ortodokslar, Rum değiller ve Türkiye’ye karşı Rumlar gibi hareket etmediler. Onlarca yıldır Kilikya’ya yerleşmiş olan ve Mübadele’ye dahil edilmelerinin ciddi ekonomik zarar getireceği birkaç bin insandan bahsediyoruz.[17]

İtalya’da çıkan Oriente Moderno dergisi de Temmuz 1927 sayısında Yunan heyetinin sunduğu Ortodoks Kilisesi hiyerarşisi listesiyle komisyon gündemine gelen meselenin Mersinli Arap Ortodoksların mübadil sayılmasıyla nihayete ereceğini yazıyordu.[18]

15 Eylül’de komisyon, artık Rum Ortodoks ibaresinden kastın kimler olduğunu karara bağlamak için toplandığında, Yunan heyetinden Diamantopoulos, tartışmanın odağı olacak öneriyi yapacaktı: “Mübadele Sözleşmesi, dini bakış açısıyla Fener’deki Ekümenik Patrikhane’ye bağlı olanlar dışındakileri kapsayamaz.” Yunan delegasyonunun bu önerisine göre, Antakya, Kudüs ve İskenderiye Patrikhanelerine bağlı olanların dışında otosefal (bağımsız) kiliselerin mensuplarına da Rum Ortodoks denemezdi ve bu yüzden Mübadele’den azade kılınmaları gerekiyordu. Bu kiliselere mensup olanların Rum Ortodoks değillerse ne olduklarını sorma gereği hisseden Şükrü Bey, Yunan heyetini “dini bir doktrini bölgesel sınırlarla karıştırmakla” suçladı. Zira ona göre, “Bu patrikhaneleri birbirlerinden tamamıyla ayrı dini yapılar olarak kabul etmek çok hatalıydı. Öyle olsalardı, önceki İstanbul Patriği Meletios, İskenderiye Patriği seçilemezdi.” Şükrü Bey’in şu sorusu, komisyondakilerin kafasını iyice karıştıracaktı: “Esasen İskenderiyeli olan ama 40 yıldır İzmir’de yaşayan Türk vatandaşı bir Rum Ortodoks mübadil midir, değil midir?” Komisyonun Avrupalı üyeleri saatlerce süren tartışmadan yine yeterince fikir sahibi olarak ayrılmamışlardı ve meselenin çözümü yine ertelenecekti.[19] Kamuoyu, Yunan delegasyonunun bu tartışmadan istediğini elde edemeyeceğini düşünmeye başlamıştı. İstanbul’da Fransızca yayınlanan Stamboul gazetesine göre, “Mersin’de ikamet eden Ortodoks Araplar, ülkeyi terk etmek için hazırlanmaya başlamışlardı.”[20]

Fakat netice kamuoyunun beklediği gibi olmayacaktı. 27 Aralık 1927’de bir kez daha toplanan komisyon, tarafsız üyelerden Widding ve komisyon dönem başkanı General Manuel de Lara’nın “evet” oyu ve Holstad’ın karşı oyuyla, Antakya Patrikhanesi’ne bağlı Ortodoksları mübadelenin dışında bıraktı.[21] Komisyonun kararına göre, Antakya Patrikhanesi’ne mensup Ortodokslar Rum Ortodoks olarak tanımlanamazdı. Yalnızca Antakya Patrikhanesi’ne değil, Kudüs ve İskenderiye Patrikhaneleri ile otosefal Kıbrıs, Romanya, Sırp, Karadağ, Rus, Arnavut kiliseleri ve Bulgar Eksarhlığı’na bağlı kişiler de mübadil addedilmeyecekti. Bu karar, bir anlamda Rumluk kimliğinin sınırlarını net olarak İstanbul Rum Patrikhanesi’nin sınırları dahilinde tutmuş ve bu kimliğin Yunanlıkla doğrudan bağı olduğunu uluslararası hukuk nezdinde kurmuştu.[22]

"Muhtelit Mübadele Komisyonu bitaraf değil mi?" Dün ittihaz edilen bir karar bundan şüphe ettirmektedir. Komisyonun dün Arab Ortodoksların mübadeleye tabi olmadıkları hakkında ittihaz ettiği karar şayan-ı dikkattir, bitaraf aza bu vaziyeti izah etmelidirler. Sağda: Arab Ortodokslar hakkında tarafgirane bir karar ittihaz eden komisyonun reisi General “dö Lara” Solda: Heyet-i murahhasamızın reyine iştirak eden bitaraf azadan Mösyö “Holştad” Cumhuriyet, 28 Aralık 1927, s. 1

Bu karara en çok tepki gösteren Türkiye kamuoyu ve basını oldu. Türkiye’nin Şubat 1924’e kadar Mersin’den aralarında birçok din görevlisinin de bulunduğu 5 bin 340 Arap Ortodoks’u Yunanistan’a sevk ettiğini iddia eden Cumhuriyet gazetesi, Mersin’deki Arap Ortodoksların gayrimübadil ilan edilmesi kararının tüm bu icraatın reddi anlamına geldiğini ve Lozan Antlaşması’na da aykırı olduğunu belirtiyordu. Gazeteye göre “Hıristiyanlık zihniyetiyle hareket eden” Avrupalı üyelerin tarafsızlığına bu kararla gölge düşmüştü.[23] Aynı gazete, iki gün sonra konunun merkezindeki de Lara’yla bir röportaj yapacaktı. Komisyonun o dönemki başkanı olan de Lara, meseleye ırksal anlamda değil vicdani açıdan yaklaştığını belirtmiş ve “Yunanlıkla alakaları olmayan Arap Ortodoksların büsbütün yabancı bir muhite atılmalarını uygun görmediğinin” altını çizmişti. Bu kararı “kişisel kanaati ve vicdanı”yla verdiğini savunan de Lara, “Türklükle alakası olmayan gruplar”ın da mübadil kabul edilmesine karşı çıktığını vurgulamıştı.[24]

Türkiye delegasyonunun büyük tepkisi sonucunda komisyon, 3 Ocak 1928 tarihinde Mersin Tali Komisyonu’nun kurulduğu 1 Şubat 1924’e kadar Yunanistan’a sevk edilen Arap Ortodoksların mübadeleye tabi kabul edilmesine karar verdi.[25] Cumhuriyet gazetesine göre, bu kararı tarafsız üyeler “evvelce vermiş oldukları manasız kararı tamir etmek” için almışlardı.[26] Fakat komisyonun tarafsız üyelerinden Widding’in de belirttiği gibi, ne son karar ne de de Lara’nın açıklamaları kamuoyunun tarafsız üyelere yönelttiği tepkiyi azaltabilmişti. Widding, Türkiye basınında “dini fanatik” ilan edildiklerini not düşmüş ve eklemişti:

Komisyonda Türkler aslanlar gibi savaşmıştı, şimdi de basın yoluyla bu savaşı devam ettiriyorlar, Fransızlara meseleyi onların lehine bir karara bağlayacağımıza söz verdiğimizi yazmaktan imtina etmiyorlar.[27]

Arapların yakın olduğu Fransa’nın bu meselede devreye girerek İspanyol hükümetine General de Lara’yı etkilemesi için baskı yaptığı söylentisi başka kaynaklara da yansımıştı.[28] 18 Ocak 1928 tarihli Yeni Adanagazetesinde yayınlanan bir haber de benzeri bir iddiayı dile getiriyordu. Fakat gazeteye göre, Fransa’yı harekete geçiren “şimdi Araplık iddiasında bulunan ve Adana Fransızların işgalinde iken Türklerin imhası yolunda düşmanlarla en sıkı fıkı bir surette birleşmiş olan bu Hıristiyan ekalliyetin” Suriye’deki bağlantılarının kurduğu ve Türkiye’de de faaliyet gösteren “Rum Ortodoksları Himaye Komitesi”ydi. Gazetenin bu iddiası, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey’in dikkatini çekecek ve meseleyi Başbakan İsmet (İnönü) Paşa’nın takdirlerine sunacaktı.[29] Komisyonun tarafsız üyelerinden Holstad da bu tepkinin basınla sınırlı kalmadığını düşünüyordu. 17 Ocak 1928’de yazdığı bir mektuba, Yunanistan’ın her zaman Muhtelit Komisyon’u lağvetmeyi istediğini ve “bu karardan sonra artık Türklerin de bunu desteklediğini” yazacaktı.[30]

Bitirirken

Peki bu karar, Türkiye’de bu kadar gürültü koparsa da yerelde, ülke çapında veya uluslararası düzeyde önemli bir sonuç doğurdu mu? Bu soru tartışmaya açık. Yerelden başlayarak bakalım. Elbette ki, Tevfik Rüştü Bey’in 700 kişi dediği Arapdilli bu topluluğun 2022 itibariyle yapılan tahminlere göre Mersin’deki nüfusu 1.150.[31] Mersin’deki toplumun dini önderi Peder İspir Coşkun Teymur’un belirttiğine göre, bu nüfusun yalnızca yüzde 10’unu Mersin’in yerlisi olan Ortodokslar oluşturuyor.[32] Yani, 1924’ten bugüne Mersinli Ortodokslar neredeyse yüzde 85 oranında küçülmüş. Dolayısıyla, Protestan Rumlar örneğinde olduğu gibi, Mübadele’nin dışında bırakılmaları nüfusun neredeyse tamamen erimesine engel olamamış.[33]

Ekonomik ve sosyal sebeplerin yanı sıra bu nüfus kaybının en büyük sebeplerinden birisi, nüfusun homojenleştirilmesi politikasının Türkiye’deki çeşitli iktidarlar tarafından bazı dönemlerde agresifçe uygulanması. 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi’nin şehirdeki yükünü nüfusunun yüzde 1’ini bile oluşturmayan gayrimüslimler ile Suriye ve Lübnan göçmenleri çekerken, 6-7 Eylül Pogromu’nun yarattığı korku iklimi ve Kıbrıs meselesi ile 12 Eylül Darbesi’nin doğurduğu politikalar, toplumun şehirden göçünü hızlandıran faktörler oldu.[34]Milletler Cemiyeti’nin inşa etmeyi amaçladığı “azınlıklar sistemi”nin bir parçası olarak görülen Lozan Anlaşması’ndan doğan medeni, dini ve eğitim haklarının pratiğe geçirilmesine ise hiçbir zaman tam anlamıyla izin verilmedi.

Bu homojenleştirme politikasının özellikle II. Dünya Savaşı sonrasına kadar uluslararası camia tarafından kabul gördüğünü de eklemem gerekir.[35] Bir yandan “azınlıkların korunması”nı öngören Milletler Cemiyeti’nin ırkçı altyapısının diğer yandan ulus-devletin standardı olarak “homojen nüfusu” görmesinin, “azınlık meselesi”nin farklı yollardan halledilmesine kapı araladığını söylemek yanlış olmaz.[36] Bu farklı yolların başında ise nüfus değişimi geliyor. Evet, belki 700 Arap Ortodoks mübadil kabul edilmedi ve Mersin’de kaldı, fakat bu uluslararası zeminde icra edilen Mübadele, milyonlarca insanı yerinden yurdundan etti. Bu yöntemin “başarı”sından duyulan memnuniyet, Türkiye’nin Romanya ve Yugoslavya Krallığı’yla nüfus değişimi anlaşmaları imzalamasına zemin hazırladı.[37] Bu büyük göçün arkasında yatan “insanların değiş-tokuş edilebilir bir şey” olarak uluslararası camia tarafından kabul görmesi, yalnızca iki ülkedeki ulus inşasına katkı sunmakla kalmadı. Uluslararası camia tarafından Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin “azınlık meselesi”nin başarılı bir örneği olarak gösterilmesi, maalesef ki Hindistan’ın bölünmesinde olduğu gibi çok daha büyük çaplı trajedilere kapı araladı.[38]

Milletler Cemiyeti’nin siyasi tutarsızlığı, Arapdilli Ortodokslar nezdinde yaklaşık on yıl sonra bir kez daha kendini gösterdi. Antakya ve İskenderun’u kapsayan Sancak’ın siyasi kaderini tayin etmek amacıyla çalışan Milletler Cemiyeti Uzmanlar Komitesi’nin raporu doğrultusunda Kasım 1937’de oluşturulan anayasa ve statü, Sancak’ta yaşayan nüfusu ırk ve mezhebe göre yediye bölecekti. Bu kategorilerden biri ise “Rum Ortodoks”tu. Yani, 1927’de Antakya Patrikhanesi’ne bağlı Ortodoksların “Rum Ortodoks” olmadığına karar veren Milletler Cemiyeti’ne bağlı farklı uzmanlar, bu kez Sancak’taki toplum için bu ibareyi kullanmaktan imtina etmemişti.

Bu bölümün başında sorduğum soruya geri dönecek olursak, bu karar uzun vadede hiçbir açıdan önemli bir sonuç doğurmadı diyebiliriz. Yine de yüz yıl önce bugün atılan imzaların doğurduğu büyük trajediye baktığımızda, en azından bu karar bir avuç insanın bu altüst oluştan kurtulmuş olmasını sağladı.

Öne çıkan görsel: Yunanistan’ın Kerkira Limanı’na varan Kayseri ve Kilikyalı Rum Ortodoks mübadiller (16 Ekim 1924). Kaynak: Refugee Greece: Photographs From the Archive of the Centre for Asia Minor Studies, ed. Georgios A. Yiannakopoulos, Centre for Asia Minor Studies, Atina, 1992, s. 58 (Toplumsal Tarih Dergisi Arşivi)

  1. Bu yazıyı kıymetli yardım, eleştiri ve yorumlarıyla geliştirmemi sağlayan Aytek Soner Alpan, Anna Maria Beylunioğlu, Can Terbiyeli ve Serdar Korucu’ya çok teşekkür ederim. Yazıda kullanılan görseli kullanmama izin veren Toplumsal Tarih Yayın Yönetmeni Erhan Keleşoğlu’na minnettarım. Son olarak, bu yazının her aşamasında beni sabırla dinleyerek ve fikirlerini açıklıkla benimle paylaşan Tamar Nalcı’ya müteşekkirim.

[1] Komisyonun ilk tarafsız üyeleri, İsveç’ten Erik Ekstrand, İspanya’dan Don Manuel Manrique de Lara ve Danimarka’dan Karl Manius Widding’ti. 1926’da Ekstrand’ın yerini Norveç’ten Hans Holstad alırken, 1929’da Widding koltuğunu Şili’den Manuel de Rivas Sperlier’e, de Lara ise Danimarka’dan Holger Andersen’e bıraktı, Stephen Ladas (1932), The Exchange of Minorities: Bulgaria, Greece and Turkey, New York: Macmillan, s. 354-356. Komisyon hakkında daha fazla bilgi için bkz. Onur Yıldırım (2006), Diplomacy and Displacement: Reconsidering the Turco-Greek Exchange of Populations, 1922-1934, New York ve Londra: Routledge, s. 158-164.

[2] Aytek Soner Alpan (2023), “‘Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlamıyorum!’: Mübadele Fikrinin Doğuşu, Hayata Geçişi ve Kaçırılmakta olan bir Fırsat Üzerine,” Toplumsal Tarih 349, s. 29.

[3] Mehmed Esad Atuner, der. (1937), Mübadeleye dair Türkiye ve Yunanistan arasında imza olunan mukavelenameler: Muhtelit Mübadele Komisyonu kararları, Bitaraf azaların hakem kararları, Ankara: Damga Matbaası, s. 237; Elçin Macar (2004), Cumhuriyet Döneminde İstanbul Rum Patrikhanesi, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 139.

[4] Cumhurbaşkanlığı Cumhuriyet Arşivi (BCA), 271.11.16.70.11, 15 Aralık 1923.

[5] United Nations Library and Archives [Birleşmiş Milletler Kütüphanesi ve Arşivi] (UNLA), C2777/84/2, Verbal Proceedings of the Mixed Commission [Muhtelit Komisyon Sözlü Tutanakları] Cilt II, 13 Şubat 1924, 36. Oturum, s. 178-9.

[6] BCA, 272.12.41.48.22, 11 Mayıs 1924.

[7] UNLA, C2777/84/4, VPoMC, Cilt IV, 12 Haziran 1924, 56. Oturum, s. 143.

[8] a.g.y., s. 142.

[9] a.g.y., s. 143.

[10] a.g.y., s. 142.

[11] UNLA, C2777/84/10, VPoMC, Cilt X, 5 Haziran 1926, 109. Oturum, s. 2-12.

[12] Alpan (2023), “‘Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlamıyorum!’”, s. 29.

[13] UNLA, C2777/84/12, VPoMC, Cilt XII, 26 Mayıs 1927, 124. Oturum, s. 7-8.

[14] a.g.y., s. 12-20.

[15] a.g.y., s. 42-52.

[16] a.g.y., s. 65.

[17] E.R. (1927), “I Siriani greco-ortodossi in Turchia saranno soggetti allo scambio,” Oriente Moderno 7 (7), s. 320.

[18] a.g.y.

[19] UNLA, C2777/84/14, VPoMC, Cilt XIV, 15 Eylül 1927, 128. Oturum, s. 16-22.

[20] “Les Arabes orthodoxes de Mersine soumis a l’échange”, Stamboul, 2 Kasım 1927, 2.

[21] “Les Arabes Orthodoxes”, Stamboul, 30 Aralık 1927, 2; E.R. (1928), “Gli Arabi greco-ortodossi in Turchia non saranno soggetti allo scambio delle popolazioni,” Oriente Moderno 8 (1), s. 6-7.

[22] Foti Benlisoy ve Stefo Benlisoy (2016), Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol: ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim, İstanbul: istos Yayın, s. 164.

[23] “Muhtelit Mübadele Komisyonu bitaraf değil mi?”, Cumhuriyet, 28 Aralık 1927, s. 3.

[24] “Mübadele işleri: General Dö Lara ne diyor?”, Cumhuriyet, 29 Aralık 1927, s. 2.

[25] “A la C.M.E.”, Stamboul, 4 Ocak 1928, 1.

[26] “Baş başa verdiler, çare arıyorlar! Muhtelit Mübadele Komisyonu çıkmaza girdi!,” Cumhuriyet, 4 Ocak 1928, s. 1

[27] UNLA, S359/24/2, Widding’ten Colban’a, 3 Ocak 1928.

[28] UK Foreign Office Archives [FO] (Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı Arşivi), 424/268/E129/129/44, No. 6, Sir George Clerk’ten Sir Austen Chamberlain’e, 4 Ocak 1928, s. 6.

[29] BCA, 30.10.109.725.5, 21 Ocak 1928.

[30] UNLA, S359/24/2, Holstad’dan Colban’a, 17 Ocak 1928.

[31] Anna Maria Beylunioğlu (2021), “Antakya Vakıf Başkanı Hurigil: ‘Anadil yoksa kültür yok olur’,” Nehna, https://nehna.org/antakya-vakif-baskani-hurigil-anadil-yoksa-kultur-yok-olur, 15 Ekim 2021.

[32] Teymur’la Mersinli Hıristiyanlarla ilgili mülakatı içeren ve Onur Erdoğan’ın +90 için hazırladığı haber için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=9iceROioxZI.

[33] Gülen Göktürk Baltas (2023), “‘Anadolu’nun Protestan Rumları ve Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Karşısındaki Durumları,” Toplumsal Tarih 349, s. 44-49.

[34] Emre Can Dağlıoğlu ve Mişel Uyar (2021), “Çoraklaşan Topraklar: Antakya, İskenderun ve Mersin’de Varlık Vergisi,” Nehna, https://nehna.org/coraklasan-topraklar-antakya-iskenderun-ve-mersinde-varlik-vergisi/, 11 Kasım 2021.

[36] Carolin Liebisch-Gümüş (2020), “Embedded Turkification: Nation Building and Violence within the Framework of the League of Nations 1919–1937,” IJMES 52, s. 229-244.

[36] Umut Ozsu (2015), Formalizing Displacement: International Law and Population Transfers, Oxford: Oxford University Press; Sarah D. Shields (2016), “Forced Migration as Nation-Building: The League of Nations, Minority Protection, and the Greek-Turkish Population Exchange,” Journal of the History of International Law 18, s. 120–145.

[37] Leyla Amzi-Erdoğdular (2023), “Serbs, Croats, Slovenes…and Muslims?”, The Lausanne Project, https://thelausanneproject.com/2023/01/27/amzi-erdogdular , 27 Ocak 2023.

[38] Alpan (2023), “‘Böyle Bir Şey İnsanın Aklına Nasıl Gelir, Anlamıyorum!’” s. 30.

360 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page