Boş arama ile 230 sonuç bulundu
- Özgür: ‘Antakya’yı bir sorun olarak gören bir bakış vardı, depremde ihmal edilmesi tesadüf değil’
Şubat ayı depremlerinin ardından Antakya’nın yüzde 50’si yıkıldı ve şehirdeki binaların yüzde 89’u yaşanmaz hale geldi. Bu korkunç sayıların nasıl ortaya çıktığı herkesin kafasında büyük bir soru işareti olarak duruyor. Bu süreçte Twitter hesabından bu durumun örneklerini paylaşan gazeteci Bahadır Özgür’le böyle bir yıkımın nasıl ortaya çıktığını konuştuk. Kent suçlarını yakından takip eden Özgür’e depremde pisti kırılan Hatay Havalimanı’nın inşaat sürecini, Türkiye’nin inşaat ekonomisinin nasıl işlediğini, Antakya’nın deprem sürecinde neden ihmal edildiğini ve yeniden inşa sürecinde Antakya’yı bekleyen tehlikeleri sorduk. Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu ‘Hatay’daki binaların neredeyse üçte ikisinin riskliydi’ 6 Şubat depreminden en çok etkilenen il Hatay oldu. Deprem öncesine gidersek, bunun sebepleri nelerdi? Yani hiç önlem alınmamış ve sürekli ihmal edilen şehir mi? Bu kentlerin deprem kuşağında olduğunu Türkiye’deki pek çok bilim insanı yıllardır söylüyor. Tabii, burada esas sorun bunun bilinmesi değil. Buralara uygun yapılaşmanın yapılmadığı Hatay özelinde resmi raporlar da doğruluyor. Hatay’daki binaların neredeyse üçte ikisinin bir şekilde riskli olduğuna dair raporlar ve çalışmalar yapılmıştı. Sadece Antakya değil, Maraş’ta da öyle. Gaziantep’in bütün ilçelerinde öyle, tamamen yıkıldı. Bu yapılar uygun yapılmamış. İlk çıkan raporlarda bunu gösterdi. İkincisi, asla yapı yapılmaması gereken, resmi olarak da işaret edilmiş her yere yapı yapılmış. Dolayısıyla, afetin felakete dönmesi aslında bundan. Yıkılan binalar için daha çok Deprem Yönetmeliği’nden önce yapılan eski binalar olduğuna dair bir söylem var. Bu çok söyleniyor. ‘Bu yapılar çok eskiydi. Yapı stoku aslında deprem yönetmelikleri çıkmadan önce yapılmış yapılardı ve dönüşmesi gerekiyordu’. Ama buradaki yapılara baktığımız zaman, yani resmi TÜİK dağılımına bakıyoruz, yıkılan binaların yaklaşık yüzde 55’i 2000 yılından sonra yapılmış yapılar. Gözünüzle gidip yıkıntılara baktığınız zaman bile bunu görüyorsunuz, derinlemesine bir araştırmaya gerek yok. Pek çok yapı, birkaç yıl önce yapılmış veya altı ay önce yapılmış yapılar da var yıkılanlar arasında. Dolayısıyla yani eski-yeni yapı gibi bir bahanenin kabul edilebilir bir tarafı yok. Nurdağı ve İslahiye için daha depremden 40 gün önce Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün raporu var. Binaların depremde yıkılacağını ve dolayısıyla acil tedbir alması gerektiğine dair resmi rapor var. O raporu yazan kişi de pasif göreve alınmış. Mesela, Nurdağı için özellikle belirtilmiş. Birinci derece deprem bölgesi, toprak ve zemin uygun değil denmiş. Kamu yapılarının yüzde 50 ve daha üstünde güçlendirilmiş yapılması lazım denmiş. Konutların da bitişik yapılmaması lazım denmiş. 3-4 katı aşmaması lazım denmiş. Bu rapor, belediye imar planı hazırlarken ona sunulmuş. Burada bu yazdığı halde, tarım ve hayvancılıkla geçinen bir küçük ilçede 15-16 katlı binalar yapıldığını görüyoruz. Depremde yeni inşa edilen kamu binaları da ciddi hasar aldı. Evet, kamu kurumu binaları da yıkıldı, hastaneler de yıkıldı. Dolayısıyla burada ihmalden öte bile isteye genişletilen bir imar rantı var. Bunun getirdiği siyasi ve iktisadi avantajlardan yararlanmak için pek çok riskin göz ardı edildiği bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’de 99 depremlerinden sonra çıkan pek çok yasa var. Aslında kağıt üzerinde pek çoğu asgari düzeyde gerçeğe uygun tedbir öngören şeyler. Mesela, en son 2018’de değiştirilen bir yönetmelik var. O yönetmeliğe göre, şimdi yapılar üç bölüme ayrılıyordu. Bunlardan birincisi, öncelikli yapılar, yani hastane, karakol, deprem olsa dahi ayakta kalması gereken binalar. Depremden sonra altyapın sağlıklı işlemesi ve insanların sığınabileceği yerlerin olması için ayakta kalması gereken yapılar. İkinci öncelikli binalar ise altyapıyı sağlayan havalimanı, sanayi tesisi, elektrik santrali gibi yapılar. Üçüncüsü ise konut. Bunlar için deprem riskine göre bir katsayıyla çarpılarak binanın ne kadar sağlam gerektiğine dair bir oran bulunuyor. Yani şöyle söyleyeyim, mesela hastanelerin normal bir yapıdan yüzde 50 daha dayanıklı olması lazım. Şimdi böyle bir yasa var. Bu yasaya göre eğer bu binalar yıkılmışsa bunu yapanlar ve bunu imzalayanların işlediği açık bir suç vardır. Çünkü yasa ‘bunları yıkılmayacak şekilde yap’ diyor. Diyelim ki, insanlar kurallara uymuyor veya rant peşindeler, o yüzden konutlar düzgün yapılmadı. Ama hastanenin ve havalimanının yıkılmasının açıklanacak bir tarafı yok. Belediye binasının yıkılmasının açıklanabilir bir tarafı yok. Dolayısıyla, kamu kendi koyduğu kurala kendisi uymamış zaten. Deprem sonrası Hatay Havalimanı pisti ‘Hava Kuvvetleri, DSİ ve Kandilli Rasathanesi havalimanına ‘hayır’ demişti’ Bu noktada Hatay Havaalanı’nı sorayım size. Yapılmadan önce şehirde de genel kamuoyunda da ciddi itirazlar yükselmişti burası için. Tüm bunlara rağmen neden oraya yapıldı havaalanı? Raporlara bakmadan bile Antakya’da kime sorsanız orasının en riskli bölge olduğu söyler. Eski Amik Ovası olduğu için normalden çok daha fazla yağış alıyor ve su baskınları daha sık oluyor. Bakın, şurası veya burası değil, tam olarak havalimanının yapıldığı yer en riskli yer. Raporlara göre de böyle. O bölgede pek çok yer riskli ama özel olarak havaalanının yapıldığı yerin toprak analizlerinde sürekli toprağın yer değiştirdiği yazıyor. 2009’da Mustafa Kemal Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nden Emre Özşahin, kendi uzmanlık alanından da yola çıkıp tek tek arazilerin profilini çıkartmış. ‘Her yer riskli ama burası en riskli yer’ diyor. İkincisi, bu havalimanı 99 depremlerinden sonra gündeme geldi. İşin en acıklı olan bu, yani 99 depremi olmuş ve buna rağmen ülkedeki en büyük yatırımlardan birisi olan bu havalimanı projesi Hatay’da deprem bölgesine yapılıyor. Bülent Ecevit hükümeti bu projeyi başlatıyor ama para yetmiyor. O zaman Kamu İhale Kanunu olmadığından ihalelerde bu tür yatırımları genellikle valilikler ya da il özel idareleri yürütüyor. Bu projeye bütçeleri yetmiyor. AKP iktidarı geliyor. AKP bakıyor, kentte o dönem bir inşaat furyası başlamış, havalimanı yapma, duble yol yapma, ihtiyaç nedir bakmadan bir vaatte bulunuyor. Bu havalimanı projesini Ulaştırma Bakanlığı’nın bünyesine alıyorlar. Ecevit hükümeti sırasında bu projeye karşı çıkanlar var mı? Bu iş ilk başta yapılırken ilgili kurumlara soruluyor ve ilgili kurumlar ‘burası olmaz’ diyor. Şimdi bunu kimler demiş? Hava Kuvvetleri’ne sormuşlar. ‘Burada kuş göç yolu ve kuş cenneti var, olmaz’ demiş. Devlet Su İşleri’ne sormuşlar, onlar demiş ki: ‘Burada sel olur’. Kandilli’ye sormuşlar, ‘deprem bölgesi, yapmayın’ demiş. O zaman daha bağımsız hareket edebildiği için bürokratlar, Çevre Bakanlığı içindeki bir büro da ‘yapmayın’ demiş. Ama proje yapılmış. 2007 yılında projeye başlanırken bu kurumlara sorulmamış mı? ‘Yapmayın’ diyen kurumların hiçbirine sorulmuyor. Çünkü yasa değişti. Çevre Bakanlığı’na soruluyor. Onlar da bir ÇED raporu hazırlatıyor. Bu raporda hiç bunlar yer almıyor, gayet yapılabilir görünüyor. Özşahin, yaptığı araştırmada bu ÇED raporunda kullanılan bilgilerin yanlış olduğunu söylüyor. Devletin öbür kurumlarının verilerinin çarpıtıldığını yazıyor. Mesela ÇED raporunda ‘Evet, burayı sel basmış ama bunun nedeni Suriye’de barajı açılması’ diyor. Raporda verilen yağış miktarları meteoroloji verilerine göre yanlış ve çarpıtılmış. Özşahin’in araştırmasında diyor ki, ‘burayı her seferinde sel basacak’ ve her seferinde sel basıyor. Araştırmada aslında ‘yapılacaksa buranın inşaatının ve drenaj sisteminin çok özel olması lazım’ diyor. Bu da yapılmamış. 2012’de sel basıyor. 2014’te sel basıyor. 2018’de sel basıyor. Pandemide de sel bastı. Yani tamamen su altında kaldı. Bunun üzerine dönüp tekrar aynı şirkete bu sefer drenaj sistemi yapması için ihale veriliyor. Yani, havalimanını hatalı yapan YDA Grup’a bu sefer düzeltmesi için ihale veriliyor. Bu şirket yüklenici olarak alıyor. Havalimanının pistinin ve apronlarının mühendisliğini Ermit Mühendislik yapıyor. Akkuyu’dan pek çok yere kamu ihalelerinden mühendislik hizmetini alan bir firma. İnşaat kısmını yapansa Hataylı İNTAŞ. İNTAŞ da yine kamu ihaleleri alarak ya da bu tür büyük yüklenicilerin taşeronluğunu yaparak büyüyen bir şirket. Havalimanını parça parça yapan bu şirketlere tekrar ihale veriliyor düzeltsinler diye. Buranın riskli yapı olduğuna dair bir rapor yok mu bu süreçte? Sayıştay 2015 ve 2017 raporlarında pek çok havalimanını inceliyor. Hatay Havalimanı için de şunu söylüyor: ‘Terminal binası dökülüyor. Çatısından su duvarlar kabarmış. Gözle bakıldığında dahi bu yapı uygun yapılmamış’. Şimdi Kamu İhale Kanunu’ndaki şartnameye göre, Sayıştay’ın bu yapıları incelemesi gerekiyor zaten. Buralar kurallara uygun yapılmadığında bir kamu zararı doğuyorsa, yapılan bu işten dolayı, yüklenici direkt cezai sorumluluğa tabi. Yani, mahkemeye gitmeniz, bilirkişi atayıp incelemeniz ve suçlu bulunursa cezalandırmanız lazım. Bir daha kamu ihalesi vermemeniz lazım. Sayıştay o yüzden inceliyor ve hata buluyor burada. İşin özeti, depreme gelene kadar, bu havalimanının her aşamasına çeşitli kurumlar ve insanlar itiraz ettiği halde bu yapıyı en yanlış yere yapıyorsunuz. Oraya uygun da yapmıyorsunuz. Sonra dönüp tekrar düzgün yapamayan aynı şirkete ihale veriyorsunuz. Hiçbir soruşturma ve inceleme yok. Dolayısıyla, yine herhangi bir depremde orası yıkılacak. Yine orayı sel basacak. ‘Türkiye’de her şey inşaat etrafında örülüyor’ Kamunun inşaat görevinden sivil alana geldiğimizde de tüm kalkınma planını inşaat yapmak üzerine kurmuş bir iktidardan bahsediyoruz. Bu alanı da kurallara uygun bir şekilde yürütemediğini görüyoruz. Bu gelişim neden kurallara uygun başarılamadı? Şimdi biz inşaata odaklı deyince sadece inşaat sektörü olarak anlıyoruz. Öyle değil. İnşaata odaklı ekonomi dediğimiz zaman aslında bütün bir kaynağın nasıl kullanıldığını, yani Türkiye ekonomisini, Türkiye’deki geçimi, istihdamı ve hatta tüm sektörleri bunun etrafında örüyorsunuz demektir. Aslında sorunu bu Türkiye’nin. İnşaata odaklı demek, inşaatı merkeze alıp kaynakların nereye aktarıldığının rotasını buna göre belirliyorsunuz demek. O rota oraya aktığı için geri kalan her şey onun etrafında ve onun ihtiyacına göre şekilleniyor. Türkiye tüm sektörleriyle neden bu noktaya evrildi? Aslında eskiden beri inşaat odaklıdır Türkiye, çünkü kolay sermaye birikimi yapıyorsunuz, kolay kar ediyorsunuz, kolay servet ediniyorsunuz. Siyasetle, bürokrasiyle kolay iç içe geçirebiliyorsunuz bu kaynağı. Yani siyasetin finansmanına çevirebiliyorsunuz, kolayca kendinize yakın sermaye grupları, şirketler yaratabiliyorsunuz. Bunun için bize eğitim, birikim, deneyim, teknoloji gerekmiyor. Şu anda bile iktidara yakın olsak, hiç sermayemiz olmadan bir kamu ihalesi alıp oradan edindiğimiz sermayeyle tekrar tekrar konut yapımına girişebiliriz. 1-2 gün denebilecek hızda olabiliyor bu. 2000’lerden sonra bu süreç nasıl gelişti? Dünyada 2000’li yıllar para akımının yoğun olduğu bir dönem. Dışarıdan büyük sermaye girişi oldu dolayısıyla. Bu sermaye girişleri, bizim gibi pek çok ülkede de oldu ve bu ülkelere baktığımız zaman hepsinde inşaat sektörü patladı, özellikle de kamu inşaatları, kamu altyapıları işlerinde. Çünkü bu paranın değerlendirilmesi en pratik alan olarak bizim gibi ülkelere inşaatı gördü. Sanayi yatırımı zaman gerektiren bir iş. Bunu beklemek yerine hızlı bir şekilde parayı çekebileceğim şey nedir? Bol bol havalimanı, yol ve konut yapmak. Bu para bankalar aracılığıyla gelsin. Bankalar şirketlere ve şahsa kredi versin. Şirketler inşaat sektöründe iş yapsın. Şahıslar konut alsın, istihdam edilsin. Bankalar kredilerden kazansın. Böylece yeni bir sermaye birikim modeline evrildi. İnşaatı döndürebilmek için inşaatın hammaddesi arazidir. Dolayısıyla, bu model için sürekli yeni imar planları yapmak ve yeni araziler açmak mecburiyetindesiniz. Açmadığınız an inşaat durur. Dolayısıyla para gelmesi durur. Dolayısıyla sermaye birikimi durur, krize girersiniz. Bunu sürdürebilmek için sürekli ve sürekli yeni alanlar, yeni projeler yaratmak zorundasınız. Şimdi kamu eliyle bir sürü şey yaratıldığını biliyoruz. Gerekli gereksiz havalimanları ve otoyollar yapıldı. Marmara’da daire çizmek için köprüler yapıldı. Sağlık, yeni yapılan şehir hastanelerine kaydı. Okullar TOKİ’ye verildi. Devasa bir ekonomiden bahsediyoruz. Ampulünden, prizinden, çelikçisinden, kerestecisinden mobilyacısına kadar hepsini düşündüğünüzde, onlarca yan sektörü canlandıran bir yer. Bir de istihdam sağlıyorsunuz. Türkiye yirmi yıl önce buraya oturdu. Bu yüzden bu kadar konut yapmak zorundasınız. Dolayısıyla, araziyi arsaya çevirmeniz lazım. Dolayısıyla, yasalar da buna göre düzenlendi. Evet, 2008’den sonra imar yasaları ve ruhsat işleri değişmeye başladı. Belediyeler ile merkezi idare arasında görev bölüşümleri oldu. Önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve şimdi de Cumhurbaşkanı ülkenin genelinde istediği araziye istediği statüyü verme yetkisine sahip oldu. Dolayısıyla, istediği yeri kentsel dönüşüme sokma, istemediği yeri sokmama yetkisine sahip oldu. Tepede bunu yapıyorsunuz, sonra aşağı dönüp belediyelere ‘siz de buna uygun imar planları yapın’ diyorsunuz. Yani, ‘Ben şu bölgeyi imara açtım. Sen de sana ait etrafındaki yerleri de düzenle artık. Oralara ne yaptırıyorsan, yaptır’ diyor. Bahadır Özgür ‘Türkiye bir inşaat oligarşisi tarafından yönetiliyor’ Şehirler de bu modele göre yeniden şekillendi. Şöyle söyleyeyim. Bütün kentler merkezi iktidardan bağımsız olarak ekonomisini inşaata oturdu. Yani, onlar da inşaat olmadan kentin ekonomisini çeviremez oldular. İstihdam yaratamıyorlar, para bulunamıyor, yerel siyaseti finanse edemiyorlar. Türkiye’de siz ilçe örgütlerinin bu kadar güçlü olduğuna daha önce tanık oldunuz mu yani? Kimin müteahhit, kimin inşaatçı, kimin denetmen, kimin plancı, kimin uygulayıcı olduğunun karıştığı bir yapı ortaya çıktı. Karar verici, denetleyici ve uygulayıcının iç içe geçtiği bir yapı oluştu. Ben buna inşaat oligarşisi diyorum. Türkiye bir inşaat oligarşisi tarafından yönetiliyor. Çünkü oligarşi, yönetici elitle servet sahiplerinin iç içe geçtiği bir sistemdir. Örneğin, İslahiye’de belediye başkanı müteahhit. Ama belediye başkanı, yani imar komisyonu başkanı. Şimdi bunlar oturuyorlar, şehrin planını yapıyorlar. Şehrin planını yapanlar şehri inşa ediyorlar aynı zamanda. Peki kim denetliyor? O da aynı partiden meclis üyesi. Yani bu abartı değil. Daha önceki sistem de bu muydu? Eskiden böyle değildi. Yine vardı. Yine müteahhitler denetlenmedi. Yasalar sorunluydu. Pek çok şey vardı. Siyaset göz yumuyordu ama bu seferkiler göz yumma, ihmalkarlık, iş bilmemek, liyakatsizlik değil. Bu bir sistem. Bu sistem işlediği müddetçe o kentlerin ekonomisi dönüyor. O kentlerin ekonomisi döndüğü müddetçe o kentin siyasetçileri oy alabiliyor. Oy aldıkça da bunu sürdürmek zorunda kalıyorlar. Bu modelde iş döndükçe kredi mekanizması da işliyor ve bankalar büyük karlar ediyor. İnsanları borçlandırıyorsunuz. Borçlanmış insanlar istikrar adına o borcu sürdürebileceği faiz oranı istiyor. Şimdi Erdoğan neden bu kadar ısrarla faizi düşük tutuyor? Yani cahilliğinden yapmıyor. Bir kere bu sistemin sürmesi için faizi düşük tutması lazım, bunu biliyor. Bu sistemi sürdürmeye çalışıyor. O yüzden, bu depremin yıkıntısına bakarken aslında görmemiz gereken şey, bu durumun yirmi yıllık işleyişin ürünü olduğu. Türkiye, eğitiminden bürokrasisine ve liyakat sistemine kadar buraya oturdu. Kimsenin istifa etmemesinin nedeni budur. Zaten bu iç içe geçmiş bir yapı. ‘Kentsel dönüşüm, bir tür el koyma, bir tür sermaye transferidir’ Depremden sonra ortaya çıkan bir diğer söylem de ‘kentsel dönüşüme direnildiği için bu kadar yıkım’ olduğuydu. Kentsel dönüşüm şehirlerin depreme dayanıklı bir şekilde dönüştürülmesi mi demek? Bu konuda mevzu TOKİ’nin yaptığı konutlarsa, doğru, sağlam yapılıyor. Ama bu konutların yıkılmaması demek, onun doğru bir şehirciliğin ürünü olduğu anlamına gelmiyor. Kaldı ki yıkılanı da var. Karadeniz’de sel felaketlerini de gördük. Bunun yanında, insanların ihtiyaçlarını karşılamayan konutlar bunlar. Birincisi, küçükler, kalabalık ailelere çok uymuyor. İkincisi, hayatın merkezinden uzaklar. İnsanlar, tarlasından, mahallesinden, sokağından uzaklaşmak istemiyor. Üçüncüsü, TOKİ yapılan yerde eğitim, sağlık, yol, parklar, oyun alanlarıyla hayat kuracak imkanlar verilmiyor, inşaatlar böyle bir bütün olarak düşünülmüyor. Dolayısıyla, insanlar yerinde dönüşüm istiyor ve dönüşüm yapılırken hayatını sürdürebileceği bir ekonomik yardım talep ediyor. Ama kira yardımları çok düşük. İstanbul’da bile 1500 liraydı. Üstüne üstlük bir de yeni yaptıkları evi, insanlara eski eve göre fiyatlandırararak veriyorlar. Yani diyor ki: ‘Senin eski evin şu kadar eder, bu yeni ev ise bu kadar. Bu aradaki farkı bana 20 yıl ödeyeceksin.’ 3+1 evinizi veriyorsunuz, karşılığında devlet size 1+1 ev veriyor. Yine 3+1 istiyorsanız, borçlanmak zorundasınız. Eğer halktan bir direniş varsa, esas nedenler bunlar. İnsanların elindeki mülk gidecek, yerine ne geleceğini bilmiyor. Bir de bunun soylulaştırma boyutu var. Evet, dünyadaki bu akım Türkiye’de 2000’lerden sonra başladı. Cihangir, Tarlabaşı, Sulukule gibi kent merkezinde kalmış değerli yerlerin yenilenmesi ve dolayısıyla sahiplerinin el değiştirmesine yol açan bir akım. Bunun ardından 2013’te çıkan Afet Yasası, afet bölgesi ilan edilen yerleri mecburi kentsel dönüşüme tabi tutma hakkını devlete verildi. Bunu herkes ilk başta çok olumlu buldu, çünkü devlet gidecek, riskli bölgelerdeki binaları dönüştürecekti. Karşılığında da onlara geçici olarak hayatlarını idame ettirilecek bir yerler sağlanacak. Yasada bu var. Ama öyle olmadı mı? AKP, bu yasayı AVM yapmak için kullandı mesela. Örneğin İstanbul’da Mall of İstanbul. Buranın statüsü eğitim arazisiydi. Burayı birinci derece deprem bölgesi olduğu gerekçesiyle afet bölgesi ilan ettiler. Neden? Çünkü afet bölgesi ilan ettikten sonra oraya kentsel dönüşüm yapılması mecburiyeti doğuyor. Bu olunca, şahıslar bir yere kadar devletle anlaşmak zorunda kalıyor, çünkü anlaşmazsanız zorla kamulaştırma hakkı var devletin. Çünkü devlet bunu teorik olarak sizin sağlığınız ve hayatınız için yapıyor. Bu yüzden, Mall of İstanbul’un olduğu arazinin sahipleri orayı vermek istemeyince ilk başta, orası afet bölgesi ilan edildi. Afet bölgesi ilan edilince, deprem riski olmadığı halde kentsel dönüşüm otomatikman devreye girdi. Dolayısıyla kamulaştırma devreye girdi ve çok ucuza satmak zorunda kaldılar. Peki, sonra ne oldu? İmar Yasası devreye girdi bu noktada. İmar planları hazırlanırken burası eğitim ve kısmen ticari alan olduğu halde hemen statüsünü değiştirip konuta çevirdiler. Konuta çevirirken kat sınırını kaldırıp 15 kata kadar izni verdiler. Yetmedi, AVM ve otel yapma izni verirler. Zeytinburnu veya Mecidiyeköy’deki eski Ali Sami Yen Stadı bu şekilde dönüştürüldü. İşte Türkiye’deki kentsel dönüşümün hikayesi bu. Yani, kentsel dönüşüm insanların eski mahallelerinden gönderilmelerini devlet eliyle sağlayan bir mekanizma mı? Bu bir tür ortadan kaldırma, insanların hayatını kurtaracak bir dönüşüm değil. Başka bir projenin parçası olarak o insanlara evlerine almaya giriş yapıyorsunuz. Ve onlara önerdiğiniz paralar o yeni yapılan evleri alabilecek güçte olmuyor. Çünkü rezidans dikiyorsunuz. O zaman sana diyor ki, ‘ben Halkalı’da diyor ev yaptım’. Çok iyi takas edelim. Hayatı burada olan insanlar, kalkıp Halkalı’nın bilmem neresine gidecekler, yeni bir hayat kuracaklar. Sulukule’deki Romanlar böyle gitti mesela ama yaşayamadılar. Bu kentsel dönüşüm, bir tür el koyma, bir tür sermaye transferidir. Çok azı gerçekten kentsel dönüşüm. ‘126 sayılı Kararname tartışmalı yasaları dahi askıya alan bir şey’ Antakya için böyle bir örnek var mı? Emek ve Aksaray Mahallesi’ydi yanılmıyorsam. Eski Antakya’nın merkezindeki mahalleler dönüştürülmek istendi. Suriye Savaşı’nın göçlerinden dolayı biraz gecekondulaşma da vardı, büyümüştü. Sağlıksızdı, dönüşmesi lazımdı. 2013’te bir proje başlattılar. Buraya önerilen proje, oradaki insanların ihtiyacını karşılayacak bir proje değildi. Mahkemeden bile ‘Siz kentsel dönüşüm yapmıyorsunuz. Kat artışı yapıyorsunuz. 13-14 katlı gökdelenler dikiyorsunuz. Yeterli sosyal alan bırakmıyorsunuz ve eğitim alanları yetersiz. Bu insanın ihtiyacını karşılayacak proje değil‘ diye karar çıktı. İptal etti. Yani, yalnızca halkın tek başına direnişiyle değil, mahkeme kararıyla iptal edildi. Bu iptal edilen projede ilginç olan ortada dev gibi bir Çamlıca camisi gibi bir cami vardı. Şimdi bu, buradaki insanların dini kültürlerini ve kimliklerini göz ardı eden bir tür mahalle baskısı demektir. Şimdi o mahalle de yıkıldı, ‘kentsel dönüşüme karşı oldukları için oldu’ dediler ama kentsel dönüşüm yoktu ortada. Yalan söylüyorlar. Anlattıklarınızdan zaten belirli yasaların zincirleme çalıştığında ‘kentsel dönüşüm’ planlarının sorunsuzca uygulandığını anlıyorum. Peki, 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi tüm bu yasaları bir çatı altında topluyor ve süreci hızlandırıyor diyebilir miyiz? Evet. Orada 126 sayılı Kararname’den önce yasaları uygulamak zorundaydınız. Kararname onları da rafa kaldırdı. Yani, zaten o yasalardan dertliydik, evet. Ama en azından planlar bazen idare mahkemesinden dönüyordu. En azından halk toplantısı yapmak zorundalardı ÇED’i alırken. Zorla veya gönüllü de olsa halkı ikna etmek zorundalardı. 126 sayılı Kararname bütün bunları askıya aldı. Planları görmemizi engelliyor. Plan görüyorduk eskiden. Artık ‘Arazimi satıyorum, satmıyorum, ikna oldum’ falan yok, devlet isterse seni alıyor, başka yere taşıyor. ‘Burada oturacaksın’ diyor. Artık itiraz hakkın yok. Yani korkunç bir şey. Yirmi yıllık tartışmalı yasaları dahi askıya alan bir şey. Yani artık ortada yasa yok. Tamamen kapalı devre, kimin ne yaptıklarını bilmediğimiz bir süreç. Dolayısıyla, 126 sayılı Kararname’nin, yani bu iktidar sürerse, oralarda çok fazla mülkiyet değişimine ve transferine yol açma potansiyeli çok yüksek. ‘Antakya’yı bir turizm destinasyonu gibi planlıyorlar’ Bu kapsamda nasıl bir Antakya planlıyorlar sizce? İstanbul’da Beyoğlu Kültür Yolu diye bir şey yaptılar, biliyorsunuz. Hiç kimsenin halkın ihtiyacını ciddiye almayan bir işti. Bu sefer tuttular Antakya’nın merkezini buna çevirmeye çalışıyorlar. ‘Evet, biz kiliseyi de yapacağız, camiyi de onaracağız’ diyorlar. Burayı bir turizm destinasyonu gibi planlıyorlar. O insanlar orada yaşıyor halbuki. Yani turizm destinasyona çevirip o insanları siz yerlerinden etmeye başlayacaklar. Zaten 1400 küçük işletmenin 1200’ü yıkılmış. İnsanlar dükkanlarını da kaybetmişler. Burada yaşayanları başka bir yere taşıdığınız zaman o dükkanları yeniden yapıp sahiplerine verseniz de bu insanlar iş yapamayacak. Ayrıca, yeni planlanan konutlar tarım arazilerinden uzak kalıyor. Oraya gitmek zorunda kalan insanlar arazisini ekemeyecek. Dolayısıyla, mülklerini elden çıkartmak zorunda kalacaklar. Antakya için tehlike aynı zamanda sınıfsal bir değişim tehlike. Bir tür mülkiyetin el değiştirmesine neden olacak bir kentleşme planı yapılıyor burada. Bir yıl içinde insanların ihtiyacı olan konutları inşa edeceğiz gibi bir söylem var. Sizce bu, seçime yönelik bir söylem mi? Beş yüz bine yakın konut yapmaya çalışıyor. Olanaksız bir şey yetiştirmesi, daha 1-2 yıl önce, söz verdiği TOKİ konutlarını yetiştirememiş bir iktidardan bahsediyoruz. Ama ne yapıyor? Antakya’yı yapmıyor da, gidiyor Nurdağı, İslahiye gibi küçük ilçelerde seçime dönük propaganda kapsamında ‘hızla inşa ediyoruz’ demek için bir bölümünü yapmaya çalışıyor. Bu propagandası işin. Bu yeni kentleşme planında hız insanların ihtiyaçlarının karşılanmaması endişesini de doğuruyor. Burayı planlarken kime soruyorlar? Birtakım star mimarlık ofislerine danışıyorlar. Onlar da buradaki insanların ne ihtiyacı olduğuna bakmıyorlar. Bunlar zaten kent yaşamını planlayan insanlar değil. Binayı güzel yapma ihtiyacını gözetiyorlar yalnızca. Hatta ben duyduğumu söyleyeyim. ‘Antakya muhafazakar bir yer. Ebeveyn banyosuna gerek yok’ veya ‘Yatak odasının salonu görmesine ters bakarlar’ gibi şeyler tartışarak planlar yapılıyor. Dolayısıyla o insanın sosyal, kültürel, iktisadi, dini, etnik hiçbir ihtiyacını gözetmeden, onların o bütünlüğünü düşünmeden çiziliyor planlar. Hükümet de böylece ‘Yandaşa vermedim. Ünlü mimarlık bürosuna verdim’ diye savunacak kendisini. Ama bunların yaptığı işlere bakıyorsunuz, mesela, Bodrum’da zenginler için özel bir yapı tasarlamış. Yani hiçbir zaman oradaki halkın iktisadi gücüne veya ihtiyaçlarına yönelik bir şey tasarlamamış. Böyle düşünüldüğü zaman Türkiye’de çok vahim bir şey yapılıyor. Bütünlüklü bir planlamayla yeniden yapılması gerekiyor o kentlerin. ‘Hızlıca inşaat yapayım’ işine girildiği için, bu kentlerin artık hiçbir karakter taşımama riski var. Eski demografik özelliklerini, kültürel özelliklerini taşımayacak bir şey ortaya çıkacak. Görünen maalesef bu. ‘Hatay’ı en başından beri bir sorun olarak gören bir bakış vardı’ Bu risk en çok Antakya’yı tehdit ediyor diyebilir miyiz? Diyebiliriz ama Hatay’ı en başından beri bir sorun olarak gören ve bunu hep yeniden üreten bir bakış vardı zaten. Bu bakış nerede kendini somutladı? Suriye’deki vekalet savaşlarında, Hatay bir anda kendini savaşın cephesi olarak bulunca somutladı. Reyhanlı patlaması oldu. Buradan neredeyse sınır kalmadı. Cihatçısı da giriyor, çıkıyor. Silah giriyor, çıkıyor. Uyuşturucu giriyor, çıkıyor. Şehirde kaynağı belirsiz bir sermaye birikmeye başladı. Örneğin, depremde İskenderun’da yarısı yırtılan MCG Tower’ın sahibi Muhammet Coşkun Gökkan uyuşturucu ticaretinden aranan bir isim. O yüzden, zaten Hatay 2010’lardan sonra bir karışıklık içindeydi ve devlet oraya bir güvenlik sorunu olarak bakıyordu hep. Biraz önce anlattığım Antakya’ya dönük bir kentsel dönüşüm projesinin aynı zamanda başlaması tesadüf değildi. Aynı şekilde, 2014’te çıkarılan Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun Hatay’da özel olarak uygulanmasının eşzamanlı olması da tesadüf değil. Etno-dinsel sınırları gözeterek ilçeleri bölerek İskenderun ve Antakya belediyelerini AKP’nin almasını sağladılar. Bunu Orta Doğu’da kolonyalistlerin sınır çizmesi gibi harita üzerinde sınır çizerek yaptılar. Deprem sürecindeki ihmalleri de buna bağlayabilir miyiz? Bunu bütün tanıklıklar aktarıyor. Deprem gecesinden başlayaraktan arama-kurtarma çalışmalarının neredeyse yapılmadığı, resmi olarak yapılmasının engellendiği anlatılıyor. O kadar çok anlatıldı ki, tekrarlamak istemiyor ama buraya özel bir şey oldu. Şimdi yardımların azlığı konusunda da özel bir şey oluyor. Yani, bütün kentin yıkıldığı bir yere siz günlerce yardım götürmediniz, çabalamadınız bile. Demek ki, eskisi gibi olması istenmeyen bir Hatay var ve yeni bir Antakyalı yaratma iradesi var. Ben bu aklın yeni ortaya çıkmadığını düşünüyorum. O yüzden geçmişe giderek söyledim. Hep böyle bir bakış vardı. Bir beka sorunu olarak, bir özel sınır bölgesi olarak bakılıyordu. Şimdi bu bir fırsata dönüştü bu. Yeni bir Antakya ve yeni bir Antakyalı yaratmanın bütün koşulları bir araya gelmiş oldu. ‘Felaketler dünyanın her yerinde değişim için bir fırsattır’ Dolayısıyla, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik bir değişim yaşanması tehlikesi gayet büyük. İnsanlar bunu çok tahayyül edemiyor ama Maraş’a ve Adıyaman’a gittiğim zaman, devletin oradan göçü engellemek için uğraştığını bizzat gördüm. Ama Antakya için uğraşmıyor. Güvenlik meselesinde uğraşmadı. Öbür taraftan, Antakyalıların geçim aracı olan tarım tarım arazilerine moloz döküyorlar veya çadır ve konteyner kentleri tarım arazilerinin yanına kurmuyorlar. Başka bir yeri gösteriyorsunuz. İnsanlara yeni konut olarak başka bir merkez gösteriyorsunuz. Bu sadece ev meselesi değil, sizin söylediğiniz gibi bir kültürel bir doku var orada. Antakya çok zengin bir yer değil ama farklı dini, etnik, kültürel kimliğe sahip bir orta sınıfın hakim olduğu bir şehir. Kentin kültürel dokusunu da siyasi düşüncesini de günlük hayatını da üreten insanlar bunlar. Ne kadar haritayı değiştirseniz de bunu kıramıyordunuz. O yüzden şu anda ilk hedef burası. Türkiye tarihinden biliyoruz bunu. Bu sadece tek adam rejimiyle de ilgili değil. Yaşanan katliamlar, cinayetler, mülksüzleştirmelerin ardından Mardin’den Süryaniler, Maraş’tan Aleviler, İstanbul’dan Ermeniler ve Rumlar gittiler. Çünkü yaşananlardan sonra gitmesinler diye kimse özellikle uğraşmadı. Dünyada da felaketlerin ardından gördük bunlar. Bir bölgenin kültürel değişimini en kolay mekansal değişimle sağlarsınız. 2005’teki Katrina Kasırgası’nın ardından New Orleans’ta siyahlar aylarca çadırlarda kaldılar, yardım yapılmadı. Sonra yaşanan mülksüzleşmenin ardından sermaye akın etti, çok lüks yerler inşa ettiler ve oradaki nüfus değişti. 2004’te Sri Lanka’daki tsunami felaketine kadar okyanus kıyısındaki en güzel ormanlık alanda yerli halklar yaşıyordu. Onları ‘size yer yapacağız, tekrar döneceksiniz’ diye taşıdılar. Geri döndüklerinde orada beş yıldızlı otelleri gördüler. Yani felaketler dünyanın her yerinde sermaye için de, iktidarlar için de değişim için bir fırsattır. Türkiye’deki ‘inşaat oligarşisi’ için de büyük bir fırsat. Şunu söyleyeyim, bu kadar büyük bir alan inşa etmek, AKP’nin kalıp kalmamasından bağımsız olarak uzun süreç alacak bir şey. Deprem ekonomiyi çökertti, evet. 50-60 milyar dolarlık zarardan bahsediliyor. Ama uluslararası finans kurumlarının raporlarına bakıyoruz. Türkiye ekonomisinin deprem dolayısıyla 1-2 puan daha fazla büyüyeceğini öngörüyorlar. Niye? Çünkü 500 bin konut demek ülkede ne kadar hafriyat kamyonu varsa o alana sürülmesi demek. Ne kadar çimentocu, ne kadar demirci varsa, hatta ülkede üretilen ampulün belki bir yıllık stoku tamamen oraya gidecek. Dolayısıyla bunu aynı zamanda bir zor durumdaki ekonominin yeniden kaynak çekmesi ve yeniden çarkları hızlandırması için bir fırsat olarak görüyorlar. Sermaye de hükümet de böyle görüyor. Bundan sonraki iktidar da öyle görecek.
- İskenderun’da 6-7 Eylül’ün izleri: Kiliseye dinamitli saldırı
6-7 Eylül 1955 Pogromu deyince, aklımıza elbette ki İstanbul ve İzmir’de binlerce insanın Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve yabancılara ait ev ve işyerlerinin yağmalaması, kilise, okul ve mezarlıkların tahrip etmesi ve onlarca insana cinsel saldırıda bulunması ve katletmesi gelir. Bu dehşetin, 7 Eylül sabahında polis güçlerinin en hafif tabirle pasif kalması/bırakılmasına karşı askerin durumu ele alması ve sıkıyönetim ilan edilmesiyle sona erdiği söylenir. Fakat Dilek Güven’in 6-7 Eylül Olayları kitabında belirttiği gibi, bu büyük yıkımı hatırı sayılır bir süre boyunca artçı saldırılar takip eder. 9 Eylül’de İzmir’de Aya Vuklin Kilisesi ateşe verilir, ertesi gün Balıklı Rum Hastanesi’nin yakmak isteyenleri polis engeller ve 25 Eylül’de Kadıköy’de bir kiliseye saldırı olur. Hıristiyanlara yönelik sözlü tacizleri, Çanakkale’deki antisemit bildiriler ve İstanbul’da Yahudilere ait evlere gamalı haçlar çizilmesi izler. Bu artçı saldırılardan biri de 8 Eylül’ü 9 Eylül’e bağlayan gece İskenderun’da yapılır. Saldırgan(lar) Aziz Nikola Kilisesi’ne girerek iki dinamit yerleştirir. Biri infilak eden bu dinamitler, can kaybına neden olmazken, Vatan gazetesine göre, yalnızca kilisenin duvarları zarar görür. İskenderun gazetesi ise, emniyetin bu patlama üzerine derhal kiliseye intikal ederek gerekli tahkikatı başlattığını ve dönemin İskenderun Kaymakamı Hakkı Albayrakoğlu da durumla yakından alakadar olur. Aynı haberde, suçluların “bugün ya da yarın meydana çıkarılacağı tahmin ediliyor” dense de, İstanbul ve İzmir’deki pogromun failleri gibi bu saldırganlar da hiçbir zaman bulunamaz veya tutarlı işleyen bir hukuki sürece tabi tutulmaz. Vatan-10 Eylül 1955 Vatan-10 Eylül 1955 Vatan-10 Eylül 1955 İskenderun-10 Eylül 1955 Bu saldırının toplum üzerindeki etkisine gazetelerde yer verilmezken, olaya bir şekilde tanıklık etmiş olabilecek kimseden de buna dair bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Nitekim, Nehna’dan Can Terbiyeli, İskenderunlu Ortodokslardan bu geceyi yaşamış olanlarla bu saldırıyı konuşmaya çalıştığında, aldığı cevap genellikle “Evet, öyle bir şey oldu”dan ileri gitmedi. Bu suskunluğun bizim toplumun genel olarak takındığı “Aman Ali Rıza Bey, ağzımızın tadı kaçmasın” tavrından kaynaklandığını düşünürken, bir yandan da büyük tahribat yaratmayan bir saldırı olmasının hafızada pek de iz bırakmayacağı ihtimalini de düşünmeye başlamıştım. Fakat tam o sıralarda, Nehna yazarlarından Bora Selim Gül, Twitter’da Antakya’nın klasik bir avlulu evinin önüne yer alan bir plakayı paylaştı. Bu plakada, 1942 yılında Suriyeli Mitri Haberiti tarafından yaptırılan bu evde yaşayan varisi İlyas Bey ve ailesinin 6-7 Eylül Pogromu’ndan korkarak Suriye’ye kaçtığını ve bir tane geri dönmediğini yazıyordu. Dolayısıyla, İlyas Bey ve ailesinin yaşadıkları, bizim toplum hatırlamak istemese de İstanbul ve İzmir’deki pogromun dehşetinin ve saçtığı korkunun bu şehirlerle sınırlı kalmadığını ve Antakya ve çevresini de etkilediğini gösteriyor.
- Kırkıncı günde bir şehrin yasını tutmak
2500 yaşında bir kraliçe oturmuş ağlıyor güneşin doğduğu topraklarda. Görkemli tacını kaldırmış defne yapraklarıyla süslü, fulya kokulu saçlarının üstünden. İpekten siyah bir eşarp örtmüş saçlarının üstüne, her motifine bir milletin gizemini işlediği kenar dantelleri düşmüş gözlerinin önüne; göz yaşlarını gizlemek istercesine. Tam kırk gün oldu Doğu’nun Kraliçesi siyah matem eşarbını başına örteli. Kırk gün oldu bir gece karanlığında üzerimize matemin karanlığı çökeli ve kırk gün oldu gecenin karanlığına güneş doğsa da matemin karanlığına hiçbir güneş yetişmeyeli. Büyük bir mozaikti kraliçenin krallığı; bereketli toprakların üzerine kendi elleriyle dizmişti. Bir ucu denizden alırdı özgürlüğünü ve medeniyetini; bir ucu yalçın kayalık dağlardan alırdı asaletini ve dik duruşunu. Zeytin dallarında ve defne yapraklarında saklıydı zarafeti ve denize dökülen Asi’nin sularında durulurdu saf güzelliği. Özenle seçilmişti her bir taşı tacının üstüne işlenecek birer mücevherat gibi ve şefkatle yerleştirilmişti bir bebeği kundağına yerleştirir gibi. Aynı annenin kucağına doğmuş kardeşti her bir taş, hepsi farklı dillerde seslenirdi annelerine, hepsi farklı günlerde farklı şekillerde dua ederlerdi anneleri için tanrılarına. Bir bir bakıldığında hepsi farklı kardeşlerdi ama bir annedenlerdi, farklı taşlardı ama bir mozaiktelerdi ve hepsi farklı milletlerlerdendi ama hepsi bir halktı… Annelerinin kucağından üç ses yükselirdi gökyüzüne. Her biri farklı bir yerden farklı bir dilden yükselirdi ama gökyüzüne ulaştığında bir olur tek bir yaratıcıya giderdi. Ezan sesi yükselirdi minarelerden göklere ve kardeşlerden biri eğerdi alnını secdeye. Çan vurulurdu kiliselerden ve kardeşlerden biri “baba” derdi elini alnına götürüp sonra karnına götürüp “oğul” ve omuzlarında tamamlayıp “kutsal ruh adına” diyerek tamamlardı. Hazzan sesi duyulurdu havralardan ve kardeşlerden biri eğerdi başını yakarmak için Tanrı’ya. Kırk gün oldu artık üçünün de sesi yok göklerde; sadece kalplerde ve kımıldayan dudak aralarında kaldı seslerimiz. Kırk günde beş cuma geçti camilerde namaz kılınmayalı; beş şabat geçti sofralar kurulmayalı, dualar edilmeyeli ve beş pazar geçti kiliselerde mumlar yanmayalı, bahurlar tütmeyeli. Bütün kardeşler kaybettik renklerimizi kırk günde; gidenlerin ardından hepimizin tek renk, tek yürek olduğumuzu göstermek istercesine başına örttüğü gibi siyah bir eşarpla örttü üstümüzü Doğu’nun o mahzun kraliçesi. Gidenin ardından kırk gün ruhunun yanında kaldığına inanır bu toprakların insanı. Yaşadığı bu toprakları çok sevse de sevdiğini öylece koyamaz bu toprakların içine. Bu yüzdendir ki kırk gün çok önemlidir gidenin ardından. Kırk gün evden çıkmaz belki de kaybettiğinin evine döneceğini düşünerek; kırk gün televizyon izlemez, müzik dinlemez onun anılarından başka bir şey gözünün önüne düşmesin diye ve onun sesinden başka bir ses işitmesin diye kulaklarında. Yaşlılarımız kırk gün banyo yapmaz, kıyafetlerini değiştirmezmiş belki de kaybettiklerinin teni üstlerine sinmiştir diye. Kırk gün geleni eksik olmaz, gelenler de gitmek için kırk günün geçmesini bekler ve her gelenin bir anısında bir kez daha bulurlar kaybettiklerini. Bir fotoğraf çıkar bir yerden yaşlar dolar gözlere ve hatıralar dökülür dillere. Sevenleri gelir bir hatıra eşyasını isterler, her eşyasında teninin sıcaklığını hissederler. Kırk gün geçmez teninin sıcaklığı gidenin. Belki ruhu etrafta dolaşmaz ama toprağa da girmemiştir kırk gün boyunca. Kırkıncı gün geldi mi buğdaylar kaynatılır ocaklarda. Buğdayın bereketine inanır bu toprakların insanı ve toprağa gideni topraktan gelenle anarlar. Kaynayan buğday hrise olur kazanlarda. Hrise bu toprakların yemeğidir: buğdayı bu topraklarda yeşerir, eti bu toprakların otuyla beslenir ve dini fark etmeksizin bu toprakların insanını bir araya getirir. Kimi zaman bir kilise bahçesinde dağıtılır kimi zaman bir ziyaretin bahçesinde… Veyahut kaynayan buğday slika (hedik) olur kiliselerde, çiçeklerle donatılmış bir resmin önünde ve yanan iki mum eşliğinde. Slikanın bir farkı vardır ki sadece bu toprakların değil tüm dünyanın insanlarını özetler: bir insanın hayatında iki kere slika yapılır kendisi için: ilki doğduğunda ilk dişi çıkardığında ikincisi ise öldüğü zaman kırkında. Kırkında iseinsanlara dağıtıldıktan sonra ölen kişinin mezarına da serpilir buğday taneleri. Toprağa kavuşur her buğday tanesi tıpkı topraktan gelen insan evladının toprağa kavuşması gibi. Belki bir güvercin gelir beslenir o buğday taneleriyle ve buğday tanesi barış için uçan bir güvercine can olur tıpkı kardeşçe yaşayıp barışa can veren bu toprakların insanı gibi… Meğer ne zormuş bir şehrin yasını tutmak, böyle yaşarken matemimizi… Bir sevdiğimizin hayalini bulurduk da onun yürüdüğü bir sokakta ya yürüdüğü sokakları da kaybetmişsek; hangi şehirde bulunur bir başka şehrin sokakları? Dualar etmek için kiliselere, camilere, havralara giderdik de ya tüm bunları da kaybetmişsek; hangi mabetten kalkar bir mabedin cenazesi? Kaybettiğimizi fotoğraflarda, eşyalarında anarız da ya fotoğrafları da eşyaları da beraber gitmişse ?.. Son sıcaklığıyla ısıtırdık hüzünle üşüyen kalbimizi de ya kaybettiklerimiz de üşüyorsa son sıcaklığında; hangi güneş ısıtır yüreklerimizi? Kimimiz kırk gün mezarına gider kaybettiklerinin, ya bir mezarı bile yoksa kaybettiklerimizin; söyleyin bana mezara girer mi hiç şehirler? Acımızı paylaşmak için bir araya gelir teselli olurduk da ya bu acı her birimizi bir yere savurmuşsa? Kırkında resmi çiçeklerle çevrilir de ya çiçekler de açmaz olmuşsa hangi çiçek yeter bir şehrin etrafını çevrelemeye? Anısına mumlar, kandiller yakılır da hangi mum dayanır bir şehrin anıları için yanmaya? Ölümünün üstünden kırk gün sayardık da ya öldüğü gün belli değilse, kaç günde kalkar bir şehrin cenazesi ? Söyler misiniz bana, bize, bu toprakların insanına: bir şehrin yası nasıl tutulur? Savrulduk hepimiz kırkıncı gün mezarın üzerine serpilen slikanın buğday taneleri gibi: kimimiz zeytin dalıyla gelen bir güvercinin bedeninde sonsuz huzura ve göklere yükseldi kimimiz ise kaldı bu toprakların üstünde, mezarların başında; yine bu topraklara tohum olup yeniden ayağa kalkmayı umut ederek… Umut var oldukça tekrar yeşerecek bu topraklarda buğday filizleri: tohumun yere düşmesi filizlenip ayağa kalkmak içindir. Babaannem anlatırdı- ki benim için Antakya demek babaannem demektir-: Yedi kere yıkılmış, yedi kere tekrar kurulmuş Antakya ve bu şehir. Yedi kere örtmüş siyah eşarbını başına Doğu’nun Kraliçesi, yedi kere de doğrulup eşarbını boynuna indirerek tekrar takmış ihtişamlı tacını başına: bu toprakların kadını başından indirdi mi eşarbını, boynuna takar gidenlerin hatırasını yaşatmanın boynunun borcu olduğunu gösterircesine. Yedi kere dağılmış mozaiği bu toprakların, dağılmış taşları ama yedi kere de tekrar dizilmiş yerlerine, kaybolan taşların yerini koruyarak. Ve yedi kere susmuş beşikteki kardeşler, yedi kere sessiz kalmış ezan, çan, hazzan ve yedi kere tekrar yankılanmış göklerde sesleri. Şimdi sekizinciye yıkıldı Antakya ve bu şehir, sekizinci kere örttü başına siyah eşarbını Doğu’nun Kraliçesi, sekizinci kere dağıldı taşları mozaiğin ve sekizinci kere sustu kundaktaki kardeşler. Şimdi bizler tekrar takacağız kraliçenin tacını başına ama bu sefer daha ihtişamlı, tekrar dizeceğiz mozaiğin taşlarını ama bu sefer daha sağlam ve tekrar yükselecek kardeşlerin sesi hem de bu sefer daha yüksek: önce ağıtlar yakacağız gidenlerin ardından, sonra şiirler, şarkılar yazacağız onlar için ve boynumuza indireceğiz siyah eşarbı onların hatırasını yaşatmayı boynumuza borç belleyerek. Bizler ki bir eski şehrin efsanesiyle yaşamış bir halkız. Şimdi ise nesiller sonra anlatılacak bir eski şehrin efsanesi olduk ve bu efsanenin anlatılacağı yeni şehri kuracak olanlar da biziz. Selam olsun eskiye, yeniye ve şimdiye. Selam olsun size ey Doğu’nun Kraliçesi’ne ve onun yaralı evlatlarına. Selam olsun kalbimden sizlere, Feyruz’un efsunlu turkuaz sesiyle… Fotoğraf: Ümit Bektaş/Reuters
- Peder Corderio: ‘Katolik Kilisesi’nde hiçbir ayrım yapmadan 65 depremzedeye barınma sağladık’
Peder Roshan Corderio Hindistanlı ve dört yıldır Mersin Katolik Kilisesi’nde hizmet veriyor. Deprem’den sonra depremzedelere kapılarını açan kurumlardan biri olan kilise halen barınma dahil her türlü desteği vermek için büyük çaba harcıyor. Peder Corderio’yla deprem sonraki yaşadıkları süreci ve sürdürdükleri yardım organizasyonunu konuştuk. Röportaj: Abdulla Sert Çoğunluğu Hatay yöresinden gelip Kiliseniz Misafirhanesinde kalmakta olan depremzedelere sağlamakta olduğunuz barınma, yiyecek, sosyal ve psikolojik hizmetleri gözlemleme fırsatı buldum. Dikkatimi çeken, tüm bu hizmetlerin düzenli ve bir kurallar bütününe uyularak verilmesi ve depremzedelerin de hizmetlerin yürütülmesinde aktif rol almakta olduğuydu. Bu dikkatimi çeken düzeni sağlamak için nasıl bir yaklaşımınız var? Gözleminiz ve ilginiz için teşekkür ederim. İhtiyacı olan ve kilisemize sığınan 7 den 70 e depremzedeye etnik, inanç ve diğer yönlerden ayrım yapmadan, koşulsuz “karşılıksız sevgi” temelinde yaklaşıyoruz. Kilisemizin mevcut olanaklarını, insani eşitlik temelinde gelenlerle paylaşıyoruz. Ancak, 80 kişilik barınma kapasitesi olan misafirhanemizde kalanların “ortak yaşam” kültürüne uymasını sağlayacak kuralları da kilise pederi olarak ben belirliyor ve gelenlere baştan itibaren sevgi temelli yaklaşımla ikna yöntemini uyguluyorum. Zamanımın tümünü burada geçiriyor ve koyduğum kurallara uyulması için elimden geleni yapıyorum. Burada kalan depremzedelerin de yapılması gereken işlerde doğrudan katılımcı olmalarını sağlıyorum. Böylece, gözleminizde belirttiğiniz düzenin devamını hep beraber sağlıyoruz. Sonuçta burada kalan herkes diğerlerinin haklarına saygı temelinde davranıyor, ortak alanların temizliği, düzeni için üzerlerine düşeni yapmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Şüphesiz bu hizmetleri maddi ve manevi yönden sürdürülebilir kılmak önemli. Bu anlamda misafirhanenizi ne zamana kadar bu işlevler için sorunsuz kullanabileceğini düşünüyorsunuz? Türkiye deprem nedeniyle hepimiz zor durumdayız bu büyük felaketle karşı karşıya geldik, bu nedenle sivil toplum kuruluşları dahil hepimiz, deprem yaralarını sarmada katkıda bulunmalıyız. Ancak o zaman toplam yük hafifler. Bu anlamda yardımcı olduğumuz insanların gülümsemesi benim için tarifi imkansız bir mutluluk kaynağı olmaktadır. Şu anda burada kalan 65 depremzede var ve onlara gerekli olan her şeyi sağlıyoruz. Şüphesiz bu işin bir maliyeti var. Mevcut olanaklarımızla hizmetlerimizi 3 ay daha sağlayabileceğimizi öngörüyorum. 3 ay sonra gelir gider, bağış durumumuza bakarak hizmetlerimizin devam mı edeceğini ya da sonlanacağını kararlaştıracağız. Kilise kompleksi içinde dinlendirici güzel bir bahçe bulunuyor Yaptığınız çalışmaları özetleyebilir misiniz? Her kişiye üç öğün yemek, çay kahve, duş, çamaşır yıkama ve yatma hizmetini, karşılıksız beklemeden ama kişilerin de doğrudan katılımıyla veriyoruz. Yemekhane ve çay salonu İlk günden başlayarak buraya gelen her depremzede için bir dosya oluşturdum. Bir liste yaptım ve her depremzedenin adı ve soyadından başlayıp nereden ne zaman geldiği vb. mevcut durumunu kayıt altına aldım. Herkesi tek tek çağırarak görevler almalarını istedim ki biraz şoktan çıkabilsinler. Misafirhanenin mevcut 3 katının çalışır durumda olmasını sağladım ve düzenli kontrol ettim. Genel temizliğin herkes tarafından paylaşılmasını sağladım. Depremzedeler için çamaşır kurutma terası Çamaşırhane 7 kişinin bir arada kalabildiği misafirhane odası Misafirhanede minik dostlarla beraber kalınabiliyor Çocuklar için üçüncü katta bir odayı oyuncak odası yaptık. Her dileyen çocuğun orada mevcut oyuncaklar ile oynamasını ve sonrasında oyuncakları eski yerlerine koyma sorumluluğunu verdim. Çocuklar için yeterli sayıda oyuncaklar mevcut Burada kalan gençlere de sorumluluk vererek onların Mersin’de mevcut AVM’lere gidip kafa dağıtmalarını sağlamaya çalışıyorum. Buna ek olarak yerel resmi kuruluşların destekleriyle doktorluk ve sağlık hizmetlerinin kesintisiz verilmesini sağladık. Bir başka önemli desteğimiz ise depremzedelere travmalarını aşmaya yardımcı olacak psikolojik danışma ve tedavidir. Bunun için, çağrımıza yanıt vererek yurtdışından gelip çalışan gönüllü psikologlar aramıza katıldı. Arkadaşlar sağ olsunlar, her gün dileyene psikolojik yardımı veriyorlar. Kilise bahçesinde vakit geçiren depremzedelere psikolojik destek veriliyor Sürdürülebilirlik açısından baktığımızda mevcut hizmetlerin 3 ay ve sonrasında devamı için düzenli gelir kaynaklarınız nelerdir. Gelir kaynaklarımızı ikiye ayırabiliriz. Birisi, yerel cemaatimizden gelen yiyecek, gıda ve giyecek gibi maddi kaynak, diğeri ise Vatikan’ın destek verdiği gönüllü yardım kuruluşu CARİTAS’ın düzenli yardımlarıdır. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? 10 ili kapsayan deprem sonrasında imkanı olan kişi ve sivil toplum kuruluşları, ilgili devlet kurumları deprem yaralarını sarmaya devam ediyorlar ve etmeliler diye düşünüyorum. Hala, ölülerini enkaz altından çıkaramayan insanlar görüyoruz. Bu büyük trajediye maddi olanaklarımızı, gelmesinin devam edeceğini ümit ettiğimiz bağışlarla sunmaya devam edeceğiz. Ayrıca Katolik inancın buradaki temsilcisi olarak depremden hem yitirdiklerimiz hem de sağ kalanlar için dualarıma devam edeceğim.
- ‘Öncelik toplumların hayatlarına destek olmak olmalı’
Muteber Yılmazcan Simonetti beş dönemdir Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi Genel Koordinatörlüğünü yürütüyor. Yakın zamanda aralarında depremde kaybettiğimizi Antakya Yahudi Toplumu lideri Şaul Cenudioğlu’nun da olduğu birçok otokton azınlık toplumunun liderleriyle yaptığı röportajların yer aldığı “Az” adlı kitabı yayınlandı. Kendisiyle yeni kitabı, azınlık toplumlarının sorunları ve deprem sonrası bu sorunların nereye evrildiği konusunda söyleştik. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Muteber sen de Mersinlisin. Mersin’de yıkım olmasa da Mersin hem depremden hem de deprem sonrası süreçten oldukça etkilenmiş bir şehir. Sen depremi nasıl haber aldın? Ailen etkilendi mi? Evet Anna, aynı şehirde doğup büyümüşüz seninle… Benim küçük bebeğim olduğu için geceleri haliyle sık sık uyanıyorum. Dolayısıyla deprem haberi bana anında sabahın o saatinde ulaştı ama hiç kimse gibi ben de o an işin ciddiyetinin boyutlarını anlamamıştım. Yine de o saatte Mersin’deki akrabalarıma, yakın arkadaşlarıma, Hatay’daki, Mardin-Midyat’taki tüm vakıf başkanlarımıza ve cemaatlerden dostlarıma, Adıyaman’daki metropolitliğe, kısacası depremi hisseden bölgelerdeki tüm tanıdığım insanlara anında mesaj attım. Ertesi gün işin vahametinin boyutlarını idrak etmeye başladım. Mersin’de yıkım olmamıştı ama çok büyük korku vardı. Hatay’da mesajımın ulaştığı dostlardan gelen haberler ise beni İstanbul’da alarma geçirdi çünkü o noktada hala ne sosyal medyaya ne basına tablonun acı boyutu yansımamıştı. Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisinin Genel Koordinatörlüğü görevini uzun yıllardır sürdürüyorsun. Öncelikle bilmeyen okuyucularımız için Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi nedir bize kısaca anlatabilir misin? 2008’de çıkan Vakıflar Kanunu hükmünce Cemaat Vakıfları üç yılda bir olmak üzere vakıflarını Ankara’da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Vakıflar Meclisi’nde meclis üyesi olarak temsil etmesi üzerine bir temsilci seçiyor. Bu görevi cemaatler arasındaki centilmenlik anlaşması gereğince en çok vakfı olan Rum cemaatinden başlayarak Ermeni, Yahudi cemaatlerinden seçilen temsilciler yürüttüler. Şu anda da Süryani cemaatinden seçilen temsilcimiz bu meşakkatli görevi yürütüyor. Ben ise ilk temsilciden bugüne çalışmaktayım. Muteber Yılmazcan, Cemaat Vakıfları Temsilcisi Can Ustabaşı ve Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Fadi Hurigil'le birlikte Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, 2021 Görevin sebebiyle birçok vakıf başkanıyla da uzun yıllardır temastasın. Deprem haberi geldiğinde onlarla hemen temas kurabildiniz mi? Cemaat Vakıfları ofisinin bu konuda temasları oldu mu depremin ilk günlerinde? Evet, elbette ki! Dediğim gibi ben sabahın o saatinde beklemeksizin hemen herkese yazdım. Oradakilere nasıl olduklarını sordum, buradakileri duruma dair bilgilendirdim. İstanbul başkanlarımızın olduğu whatsapp grubunda hızla ‘nasıl yardımcı olabiliriz’ konuşulmaya başlandı. Her cemaat ayrı ayrı hızla yardımlarını organize ederek gerçekleştirdiler. Depremden sonraki birkaç gün tahmin edemeyeceğin bir telefon trafiğim oldu. Sabahtan akşama kadar onlarca kişiyle telefondaydım. Gerçekten herkes canla başla çalıştı. Son kitabın cemaat vakıf başkanlarıyla görüşmelerden oluşuyor. Aslında sen bu liderlerle uzun yıllardır temastasın. Depremde Antakya Yahudi cemaat başkanı Şaul Cenudioğlu’nu ve eşini kaybettiğimizi düşündüğümüzde burada gerçekleştirdiğin röportajlar da tarihe bir not niteliğinde. Öncelikle bu kitap fikrinin nasıl ortaya çıktığını sorayım? Hangi tarihler arasında yaptın röportajları? Kitabı bu vesileyle konuşacağım hiç aklıma gelmezdi. Beni bu hadise o kadar yaraladı ki Anna! Şaul Başkan gerçekten çok kıymetli bir insandı. Hatay’daki o kadim toplumların geleceğini düşününce kalbim ayrıca bir acıyor… Söyleşileri 2021’de pandemi döneminde online olarak yaptık. Çok saygı duyduğum bazı cemaat büyüklerimiz tarafından bana sık sık Rum’undan, Gürcü’süne tüm bu kadim toplumlarla eşit seviyede yakınlığa sahip birkaç kişiden biri olduğum hatırlatılır olmuştu. 2020 yılı Cemaat Vakıfları Temsilci Ofisi yıllık raporu için birtakım vakıf başkanlarımızdan pandemi dönemine dair mülakatlar istemiştik. Bana gönderilen bu mülakatlar bende bu kitap fikrini oluşturdu. Türkiye’nin azınlık olarak adlandırılan toplumlarıyla ilgili birçok muteber çalışma mevcut ama tüm toplumların ileri gelen yöneticilerinin bir arada olduğu, kendilerini kendi ağızlarından anlattıkları herhangi bir çalışma bulunmuyor. Dolayısıyla, “Neden tarihlerini, yaşadıklarını, güncel durumlarını vs. kendi sözleriyle yazıya dökmüyoruz?” diye düşündüm ve bu fikrimi o dönemin temsilcisi ve önceki dönemler temsilcilerimizle paylaştım. Hepsi her zaman olduğu gibi beni kuvvetle desteklediler. Böylece bende bu işe giriştim ve ortaya senin de ifade ettiğin gibi tarihe not niteliğinde bir çalışma çıktı. Elbette ki bu çalışmayı değerli kılan ben değil, söyleşi yapmayı kabul eden, sorulara samimiyetle cevap veren başkanlarımız ve vakıf yöneticileridir. Zaten sanıyorum İlber Ortaylı Hoca’nın da büyük bir jest yaparak kitaba sunuş yazma nezaketini göstermesi bundandır. Her ne kadar görevin de olsa özellikle bazı vakıf başkanlarıyla konuşmak, onları açık bir şekilde sorunlarına dair konuşturmak kolay değil. Tabii bu durumu yaşadığımız coğrafya ve azlıkları düşünüldüğünde anlayabiliyorum ama röportajlar sırasında zorluk yaşadığın liderler oldu mu? Hiç! Söyleşiler boyunca tek bir kişiyle bile en ufak bir soruda tıkanıklık yaşamadım. Beni de zaten en çok mutlu eden husus bu oldu. Demek ki gerçekten yıllardır çalıştığım ve çok değer verdiğim bu isimlerin güvenini sağlamışım. Hiçbir soruyu sorarken, “Ya acaba beni yanlış anlar mı?” diye düşünmek durumunda kalmadığım gibi hiçbir cevapta da genel geçer ve yuvarlama bir yanıt almadım. Hatta ve hatta karşılıklı güven o dereceydi ki söyleşileri yazıya döktükten sonra kendilerinden teyit almak için mail atacağımı söylediğimde birçoğu gerek olmadığını söyledi. Ama tabi ben yine de hepsiyle teyitleştikten sonra kitabı baskıya gönderdim çünkü sen de sık sık söyleşi yapan ve de veren biri olarak iyi biliyorsun ki bazen sözlü ifade ettiklerimiz yazıya döküldüğünde aslında ima etmediğimiz bambaşka anlamlar kazanabiliyor. O yüzden ben her zaman sözlü ifadenin yazıda tam karşılığını bulduğundan emin olmak isterim. Bu konuda hassasiyet gösteririm. Antakya Musevi Havrası'nda Şaul Cenudioğlu ve Cemaat Vakıfları 4. dönem temsilcisi Moris Levi'yle birlikte, 15 Mayıs 2018 Şaul Bey ile yaptığın röportajda Şaul Bey Antakya’da ne kadar az sayıda kaldıklarından bu sayının geleneklerine göre ibadet yapmaları için yeterli olmadığından bahsediyor. Şaul Başkanı ve toplumdaki konumunu bize nasıl anlatırsın? Şaul Bey ile yıllar içinde birçok kez bir araya gelme şansına sahip oldum. Her şeyden önce onunla ilgili bir gözlemimi paylaşmak isterim ki kendisi daima güler yüzlü, herkesin sevdiği ve saydığı, “abi” diye hitap edilen tam bir eski toprak centilmendi. Şaul Bey’in kitapta yer alan söyleşisinde kendisinin de ifade ettiği üzere Antakya’daki Yahudiler Mizrahi olarak adlandırılan Arap Yahudiler idi. O bölgede 2500 yıllık bir geçmişe sahipler. Şaul Bey, değerli eşi ve orada bulunan diğer birkaç kişi bu kadim toplumun köklerinin bulunduğu topraklarda yaşayan son temsilcileri idiler. Uzmanı olmadığım konularda konuşmayı pek tercih etmemekle birlikte Şaul Bey’in kitapta aktardıklarını referans göstererek Musevilikte Tevrat’ın okunması için 10 yetişkin erkeğin olması şartı vardır. Antakya’da ise 7-8 erkek kaldıkları için pandemi dönemine kadar İstanbul Yahudi cemaati bayramlarda Antakya’ya insan desteği sağlıyordu. Fakat hoş bir tesadüfle sohbetimizi gerçekleştirdiğimiz 2021 yılı Roş Aşana Bayramı’nda ilk defa olarak Antakya’da bayramlarını sinagogda kutlayamamışlardı. O günü özel yapan başka bir durum ise Şaul Başkan söyleşimiz için Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin sekreteryasındaki bilgisayarı kullanmış, oradaki Rum çalışanlar kendisine bağlantı için teknik destek vermişlerdi. Herkesin daima ifade ettiği gibi Hatay böyle bir yerdi… Ben buna şahit oldum; gerçekten Yahudi, Hristiyan, Sünni, Alevi ayrımı olmayan herkesin birbiriyle dost olduğu örnek bir kentti. Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi'nde cemaat başkanı Dimyan Emektaş ve Cemaat Vakıfları Temsilcisi Can Ustabaşı'yla birlikte, 2021 Antakya ve çevresinden hangi cemaat başkanlarıyla görüştün? Tüm bu röportajlar ışığında Antakya ve çevresindeki “otokton azınlık toplumlarının” ana sorunları neler? Sence depremden sonra bu sorunlar nasıl bir boyut kazanacak? Hatay ve Mersin’de toplam 7 Rum Ortodoks, 1 Rum Katolik, 2 Yahudi, 3 Ermeni Ortodoks vakfı bulunmakta. Başta hepsiyle söyleşi yapmak istedim ama kitap sayfaca çok ağırlaştığı için kısıtlamaya gitmek gerekti. Kitapta Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı, Mersin Tomris Nadir Mutri Kilisesi Vakfı Başkanı, Samandağı Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı, Antakya Rum Katolik Kilisesi Vakfı Başkanı, Antakya ve İskenderun Musevi Havrası Vakıfları Başkanı, Altınözü Sarılar Mahallesi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı, Altınözü Tokaçlı Köyü Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkan Yardımcısı ile röportajlar bulunuyor. Tabii hatırlatmakta fayda var ki Cemaat Vakıfları uzun bir aradan sonra 2022 Haziran ayında yayımlanan yeni seçim yönetmeliği ile 2022 yılı sonuna kadar seçimlerini gerçekleştirdiler, yeni yönetim kurullarını oluşturdular. Dolayısıyla andığım bu vakıfların yönetimlerinin bazılarında kitap basımından sonra değişiklikler oldu. Yani söyleşiler son seçimlerden önceki başkanlarla yapılmış oldu. Sorunlara gelecek olursak; senin Antakya ve çevresi diye adlandırdığını ben Hatay olarak ifade edeceğim: Cemaat vakıflarının sorun ve ihtiyaçları açısından bu bölge depremden bağımsız apayrı bir duruma sahip. 2003 yılında AB uyum yasaları çerçevesinde 4771 ve 4778 sayılı kanunlar ile yapılan düzenleme ve ardından 2008 yılında yürürlüğe giren 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun Geçici 7. ve Geçici 11. maddeleri ile birçok vakfımız birçok gayrimenkulünü geri alabilme imkanı elde ederken Hatay Vakıfları Hatay ilinin 1939 yılında anavatana katılmış olması sebebi ile 36 beyannamelerinin olmaması dolayısıyla bu düzenlemelerden faydalanamadılar. Bunun dışında nüfus azlığı nedeniyle bölgedeki bazı vakıfların birleşme, aynı yönetimin çatısı altında olma istekleri var(dı). Bu iki önemli sorun ve ihtiyacın yanı sıra başka birtakım istekleri de mevcuttu ama 6 Şubat itibariyle bambaşka şeyler konuşur olduk. Sanıyorum şu anda öncelik oradaki kültürel mirası ayağa kaldırmak ve de toplumların hayatlarını yeni bir düzene oturtmalarına destek olmak yönünde olacaktır. Son olarak kitabında adlandırdığın şekliyle bu otokton toplulukların “azlık” halleri düşünüldüğünde bugün depremin yarattığı yıkımı, umutsuzluğu nasıl değerlendirirsin? Antakya’daki topluluklar sence Antakya’ya dönebilecek mi? Keşke bu soruyu sormasaydın… Mizaç olarak olumlu ve umutlu bir insan olmama rağmen maalesef ki ben tabloyu pozitif yorumlayanlardan değilim. Hatay’daki Müslüman olmayan kadim toplumlarımızın özelinde konuştuğumuzda elbette ki hayatta kalanlar kültürel miraslarını korumaya ve yaşatmaya çalışacaklardır ama ben önemli bir iç göç ve dış göç verileceğini öngörüyorum. Antakya Yahudi cemaati başkanını ve eşini depremde kaybettik. Kalan birkaç kişi de bildiğim kadarıyla İstanbul’a transfer edildi. Hatay’daki Ortodoks toplumlarının ise hemen hemen hepsinin Mersin’de, İstanbul’da ve birtakım Avrupa ülkelerinde çokça akrabaları bulunuyor. Gönülleri topraklarında kalmak olsa da nüfusun büyük bir bölümünün göç ile eriyeceğini düşünüyorum. Tüm kalbimle diliyorum ki yanılan ben olurum ve ‘Medeniyetler Şehrinde’ Çan, Hazzan, Ezan susmaz.
- Humusçu İbrahim: ‘Antakya’ya yine insanlar gelecek, yemek yiyecek, yine gezecekler’
İbrahim Ketremizgil, daha çok bilinen ismiyle Humusçu İbrahim, deprem sonrası en çok merak edilen Antakya esnaflarındandı. Deprem sonrası önce Mersin’e geçti, şimdi de geçici de olsa İstanbul’da bir yaşam kurma telaşında. İbrahim Abiyle depremi nasıl yaşadığını, humus ve bakla yaptığı dükkanının onun için önemini ve Antakya’ya geri dönüş ihtimalini konuştuk. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu İbrahim Abi, deprem sonrası en çok merak edilen Antakya esnaflarından oldun. Deprem anını nasıl yaşadın? Ben depremden önce, normal günlerde bile, her zaman gece uyanan bir insandım. Uyanıp ertesi günün planını yaparım hep. Deprem olduğu gün, gece saat 2 de uyandım. İçimde bir sıkıntı vardı. Ne yapacağımı şaşırıyordum, içime bir sıkıntı çökmüştü. Saat 2’de uyandım, kahve yapıp mutfakta oturdum. Mutfaktaki masada oturup günlük yapacağım işleri etüd ediyordum. Yağmur yağıyordu, hava da çok soğuktu. Sonra bir ara saat 3’e doğru pencereyi nefes almak için açayım dedim, baktım ki sıcak bir hava esiyor. İlk kalktığımda hava buz gibiydi, sonra korkunç bir sıcak hava esmeye başlamıştı. Saat 4 gibi sallanmaya başladık. Öyle bir sallandı ki, nasıl gök gürültüsü olur, ondan daha da kötü bir ses. Işıklar kesildi. Dua etmeye başladım. Hemen kapının eşiğine girdim. Eşime bağırdım, eşim uyanmıştı zaten. Bizim ev 700m2 çok büyük. Hem yeni tarafı yani beton tarafı var, hem de eski tarafı var. Eski tarafı belki 250 yaşında belki de daha fazla. Kaldığımız taraf ise iki katlı bir betonarme, orada çatlaklıklar oluştu. Kolonlara bir şey olmadı, sıvalar düştü. Dolaplar birbirine çöktü. Ev haşat oldu. Bir deprem daha oldu o depremde de masada oturuyor olsaydım, masanın üzerinde içi cam dolu bir dolap vardı, hepsi üzerime yıkılacak, belki de ben de ölecektim. Eşime seslendim, deprem durunca pijamalarımı çıkartıp giyindim. Aşağıda kayınvalidem bağırıp çağırıyordu. Etrafa baktım her taraf yerle bir olmuş. Benim çatım çökmüş, kiler odamın üzerine komşunun duvarı çökmüş, açıklık oluşmuştu. Sonra çatının üzerinde güneş enerjisi kurduğumuz bir kulübe vardı, o yan yatmıştı. Çevreye baktım bağıran çağıranlar vardı. Yaşadığım yerde her yer eski yapıydı çünkü. Ben Livan Otel’in bulunduğu sokakta yaşıyordum. Otele baktım, otel yıkılmış ve molozları sokağı kapatmıştı. Arabam evim hemen yanındaydı üzerine molozlar düşmüştü, sakız gibi olmuştu. Karşımda eski bir bina vardı, 3 katlı eski bir ahşap bina, o binada depom vardı ilk girişte, o yerle bir olmuştu. Deponun içerisinde bir sürü tahin, nohut ve bakla var, belki de 500bin tl değerinde, hepsi yok oldu. Kısacası şükürler olsun Allah’a canımıza bir şey olmadı ama malımıza oldu. Mal gider gelir, önemli değil, canımıza bir şey olmadı. Deprem bitince üstümü giyinip önemli eşyalarımı topladım birinci kata kaynanamın yanına indim. Saat beşe doğru geliyordu. Eski taraf yerle bir olunca bahçe açıldı, otelden 15 kişi bizim bahçeye sığındı, yabancı yazık, kimisi Stuttgart’tan bile gelmişti. Bahçede odun yaktık ısınabilmek için. Karşıda enkaz var, yaralılar var, bağırıp çağırıyorlar bir şey yapamıyorsun. 15 kişinin içinde benden daha güçlüler vardı, onlar çıkardılar bir oğul ve bir babayı, ama kadın enkaz altında kaldı, öldü galiba o kadın. Sonra yavaş yavaş aydınlık oldu, molozların üstünden geçip caddeye bir bakayım dedim. Aklıma dükkan geldi, çünkü dükkanım çok yakındı. Molozlara bastım, caddeye ulaştım. Biryandan da korkuyorum bir çivi batsa, araba yok gelen giden yok, caddeye indiğimde her taraf yerle bir olmuştu. Ne ambulans geliyor, ne afad geliyor, ne itfaiye geliyor. Gelemiyorlar çünkü geçemiyorlar. Benim işyerimin üzerinde Waxwing otel diye bir otel var, baktım otel çalışıyor. Işıkları açmış, jeneratör var çünkü. Çocuklarım çırpınıyor bana ulaşabilmek için. Telefonun fişini taktım orada, haber vereyim diye. Haber verdim konuştum onlarla, rahat ettiler. Sonra dükkanıma baktım, çatlaklıklar oluşmuştu. Bu tabii 6’sında olan deprem, baktım herkes orada lobide oturuyor, geri gidip kaynanam, baldızım, kaynım, eşime haber verdim. Otele gideceğim gelir misiniz dedim, dediler ki nasıl gideceğiz? 75 yaşında kadını nasıl taşıyacaksın molozların üzerinde? Bir şekilde kaldırdım onları, kapılarımızı kitledik ve otelin lobisine yavaş yavaş geçtik. Orada akşam saat 6’ya kadar kaldık. Bu arada şakır şakır yağmur yağıyor, hava çok soğuk, dışarıda hiç durulmuyor. Tabii bu arada sarsıntılar tekrar başladı. Sabah 6’da tekrar deprem oldu, deprem olunca otel sahibi dedi ki, bize emniyetten emir geldi kapalı yerde olmayacaksınız açık yere gidin diye. Ama yağmur yağıyor nereye gideceksin? Aklıma valilik binası geldi, bize çok yakındı. Açık bir alandı valiliğin bulunduğu bahçe. İyi de, yağmur yağıyor, üstümüz ıslanıyor. Bir arkadaşım geldi, Maksim çay bahçesi var, bütün millet oraya sığınmış, oraya gidin, dedi. Biz oraya gittik, 100 kişilik sığacak bir bahçede 1000 kişi var. Biz de durduk orada. Sabaha kadar orada kaldık. Tabii gündüz herkes enkazının derdine düşmüş. Ölen ölmüş, kalanlar bağırıp çağırıyor. Tanıdığım bir taksici gördüm. Bizi Mersin’e götürür müsün dedim, depremin ikinci günüydü. Belli bir ücret istedi, ben de verdim kendisine. Ablam var Mersin’de yaşıyordu, evi geniş. Oraya sığındık. İlk çıkanlar belki de bizdik. Kilisenin durumunu görme şansın oldu mu Mersin’e gitmeden? Kilise yıkılmıştı. Kilise işyerime çok yakın zaten, oraları gezdim depremden sonra. Kilisenin yarısı gitmişti, çan kulesi düşmüştü. Bir tane aşçı arkadaşımı gördüm. Bana dedi ki, git Habibi Neccar Camisini gör, bahçesi ölülerle dolu. Habibi Neccar’ın yarısı yıkılmıştı. Ulu cami de öyle. O dönercilerin bulunduğu alan, kilise vakfının dükkanları, künefeciler, uzun çarşı, her taraf yerlebir olmuştu. 20 Şubattaki depremde Mersin’deydiniz… Evet. Biz Mersin’e gidince Ortodoks Kilisesi kapılarını açtı. Oraya gelen bütün depremzedeleri yedirdi, içirdi, elbise verdi. Kalacak yeri olmayanlar için kilisenin içinde yer yaptılar, yere battaniye bile serdiler. 2-3 gün sonra Hatay’daki bütün Hristiyan cemaati oraya geldi. Çoğunu getirdiler. Aradan bir buçuk ay geçti, halen kilise o insanlara yardım ediyor. Apart oteller tuttu, saunayı bile kiraladı insanlar yıkansın diye. Humusçu İbrahim'in deprem sonrası ailesiyle bulunduğu İstanbul'daki evde İbrahim Abi, birazdan geri dönebilir miyiz, dönersek nasıl dönerizi konuşacağız ama neyi kaybettiğimizi anlayabilmek adına soruyorum, senin dükkanının da bir hikayesi var, humusla olan ilişkini, dükkanının hikayesini anlatabilir misin? Aslında benim meslek hayatım 1979’da başladı. 10 sene Lübnan’da kaldım, bu mesleği orada öğrendim. Lübnan’a nasıl gittim? Ben birgün halamın oğlunun yanına gittim. Halam 1950’lerde evlenmiş, Lübnan’a gitmişti. Halamın yanına kötü günler geçirdiğim için gitmiştim. O zaman ben liseyi yeni bitirmiştim. Aslında tiyatrocu olacaktım ama moralim bozulmuş olamamışım. Oraya gittiğimde bir gün halamın oğlu bana, bir Ermeni usta var bakla humus yapıyor gel sana bakla humus yedireyim dedi. Gittim orada. Tabii ben arayış içerisindeydim o yıllarda, ne yapacağımı bilmiyordum. O Ermeni ustanın yanına geçtik. Adı Abu Hasan’dı. Öyle diyorlardı. İçeri geçtik, küçük bir dükkan, benim dükkanın aynısı. Tıklım tıklım, bakla humus yapıyorlar. Hoşuma gitti. Avanak avanak insanlara bakıyorum. Adam nakit çalışıyor. Hoşuma gitti çünkü babam tüccardı ve çek senetle uğraşırdı, her gün annemin kafasını şişiriyordu, bu borcunu ödemedi, şu borcunu ödemedi diye. Baktım herkes parasını nakit ödüyor, humus yiyor. Kendime bu işi yapabilir miyim diye sordum. Yaparım dedim, niye yapmayayım ki! Yanına yaklaştım, Arapçayla dedim ki, usta bana bu işi öğretir misin diye sordum. Git, ne öğretecem ki ben sana dedi. Beni Lübnanlı zannetti. Halamın oğlu dedi ki, Ermeniler Türkçe konuşuyor, git Türkçe konuş onunla dedi. Yanına tekrar yaklaştım. Türkçe konuştum. Adam 75 küsür yaşındaydı. Ne istiyorsun, nerelisin sen diye sordu. Hataylıyım dedim, Antakyalıyım. Ne yapmak istiyorsun diye sordu. Dedim ki bana bu işi öğret, ben bu işi Antakya’da yapayım. Baktı, git yarın sabah gel yanıma dedi. Sabah oldu, deli gibi koştum ben adamın yanına. Türkçeyi nereden bildiğini sordum. Ermeniler Türkçe konuşur burada dedi. 1915 olaylarında hepsi buraya göç etti, ben dördüncü kuşağım, hala biz Türkçe konuşmayı biliyoruz, okuma yazma bilmiyoruz dedi. Ağlamaya başladı. Niye ağlıyorsun diye sorduğumda, bizim Türklerle bir alıp veremediğimiz yok, devletler bizi birbirimize düşürdüler, düşman ettiler ve buraya gelmemize sebep oldular. Bana ne istediğimiz sordu, ben de bu işi bana öğretmesini, bu işi Antakya’da yapmak istediğimi söyledim. Kalacak yerin var mı diye sordu, halamın yanında kalacağımı söyledim. 10 sene kaldım orada. Bu adam bana birsürü yemek yapmayı öğretti. Tahin yapmayı, bakla, humus, herşeyi öğretti. Dükkanı Antakya’da açtın ama senin bir de İstanbul geçmişin var. Antakya’ya döndüğümde babama İstanbul’a gideceğimi dükkan açacağımı söyledim. Çünkü benim bütün hayatım İstanbul’da geçti. Hep Süryanilerle Ermenilerle… İstanbul’u çok iyi biliyordum. Benim babam Ortodokstu ama ben Katolik Kilisesi’nde büyüdüm. Hatta 1982’de çocukluk arkadaşımla Katolik papazı olma niyetiyle İtalya’ya yola çıktım ama babam istemedi. İtalya’dan döndüm ama papaz olmadım. İstanbul’da bir sürü arkadaşım vardı. O sebeple İstanbul’da yer açmayı istemiştim ama babam izin vermedi. Antakya’da dükkan açtım ve başladım bakla humus yapmaya. Yavaş yavaş büyümeye başladım. Nohutu, baklayı hamamda mı pişiriyordun? Evet, baklayı hamamda pişiriyordum. Daha lezzetli pişiyor. Bakırda pişiriyordum. Yine bakırda pişiyor. Bakırda pişen yemekler daha lezzetli pişer çünkü buharı içinde kalır. Lübnan’da ne öğrendimse Antakya’da yaptım. Antakya’da da vardı bu işi yapan ama ben en iyileri olmaya çalıştım. Bakla da vardı Antakya’da ama ben baklayı araştırdım, Çanakkale’nin Biga ilçesinden getirtmeye başladım. Tahini yerli susamdan kendim yapmaya başladım. Yerli susamın tahini daha lezzetli olur. Nohutu Çorum’dan getirtmeye başladım. 2012’de savaş patlak verince Suriye’de işler durdu, sınır kapandı. Daha önce otellerde yer bulamazdınız. Bizim bir valimiz vardı, Celalettin Lekesiz, kendi anlattı bize bunu, dedi ki, burası çok kültürlü bir şehir, herkes kardeş gibi, çok da güzel yemekleri var, gelin bir gastronomi festivali yapalım dedi. Şehir tamamıyla ölmüştü savaş nedeniyle. Festivale Vedat Milör, Mehmet Yaşin gibi isimler katıldı. 2014’te yapıldı festival. Beni de davet ettiler, pöç kasabını davet ettiler. Yusuf Ustayı davet ettiler. Açık alanda sunumumuzu yaptık. Sonrasında Vedat Milor tadı damağımda programıyla bana geldi. Antakya’yı tanıttı. Yeni bir festival yapılacaktı ama depremden dolayı iptal oldu. Depremden önce Antakya tıklım tıklımdı. Cuma günü insanlar sırf yemek yemeğe geliyorlardı. Vedat Milor’un sayesinde, onun programında çıktığım için, İstanbul’a ürün göndermeye de başladım. Mutfak Sanatları Akademisi’nde de sunum yaptım, başka ülkelerde de sunum yaptım. Ama tabii bu Antakya’ya gelen isimler sayesinde oldu, yoksa Antakya uyuyan şehirdi. Peki geri dönebilecek misin? Dönmeyi düşünüyor musun? Dönmek gerçekçi mi? Dönmek şu anda gerçekçi değil. Her yer yerle bir olmuş. O şehir ayağa kalkmadan tekrar düzelmesi mümkün değil diye düşünüyorum. Umarım ayağa kalkarsa biz de oraya döneceğiz, yine sahipleneceğiz, yine şehrimizi kalkındıracağız. Yine insanlar gelip yemek yiyecekler, yine gezecekler, tarihi yerleri görecekler, gönlümüz ondan yana… Humusçu İbrahim'in dükkanının önünde İbrahim Abiyle birlikte, Temmuz 2022'deki Antakya ziyaretimden
- Bir Şubat Gecesi
Zelzele uğramış bir gece vakti Uykuda yakalamış evlatlarını Yüreklere korlar düşmüş diyorlar Dağ taş duymuş çığlıklarını, İmdat seslerini, ağıtlarını. Ahalisi düşmüş can pazarına Sahipsiz çocuk gibi, yalnız, perişan Kimi kalmış, kimi gitmiş el diyarına, Kimisi imdat beklemiş enkaz başında, Saatler değil, günler boyu, ölüm koynunda. Havalar buz, şehirde zifir karanlık “Kabus belki, uyanırım” dedin bir anlık Yaşıyor olman bile zor geldi belki Bu nasıl uyanmaktır derin uykudan, Bu nasıl felaket, bu ne çelişki. Asırlarca aynı öykü tekerrür etmiş, Ecdadın da gördü, şimdi nasip sana, Ne Tanrı elinden, ne şer, ne yazgı, Doğanın kanunu dense de inanma Cellat tedbirsizlik oldu, gerisi safsata. Binalar kurulur, yollar yapılır, Tarlalar ekilir, bağlar bozulur, Ölmüşlerin yası elbet tutulur, Hayat girer akışına, gülersin, lâkin, Cellat ne affolur, ne unutulur. Saraylar, kaleler yıkılmadı mı? Dağlar, taşlar bile boyun bükmedi mi? Sil güzel yüzünden tozu dumanı, Paylaşmak zamanı şimdi umudu, rengi, Gönül sofrasında ekmek bölerek. Şubat 2023 Öne çıkan görsel: Usama Neal/Unsplash.com
- Deprem, mukavemet ve Hatay’a dair bir iç dökme
Türkiye 6 Şubat’ta Maraş merkezli bir depremle uyandı. 11 ili etkileyen deprem, binlerce yapının yıkımına, bu da sayıları on binleri bulan insanın ölümüne, binlercesinin de yaralanmasına yol açtı. Dile kolay…binler… bu korkunç bilançonun elbette sayılarla ifade etmenin çok ötesinde bir anlamı var. Depremin vurduğu, en fazla etkilenen şehirlerden biri de Hatay’dı, özellikle tarihi kent merkezi olarak da bilinen Antakya, bunda büyük bir yara aldı. Hatay ile yolum, ilk defa 2008’in Eylül ayında inşaat mühendisliğini kazandığım Mustafa Kemal Üniversitesi’ne (şimdiki adıyla İskenderun Teknik Üniversitesi) kaydımı yapmaya giderken kesişti. Kayıt için Diyarbakır’dan 7 saatlik yolculuğun ardından, İskenderun otogarına vardığımızda hava aydınlanmıştı artık. Otobüsten iner inmez, iki şeyi hemen fark ediverdim; cildimi saran nemi ve daha sonra ismini öğreneceğim, güzel kokusuyla bizi karşılayan hanımeli çiçeğiydi… Zamanla bu kente dair daha çok şey tecrübe edecek, anılar biriktirecektik, bir günde dört mevsimi yaşamayı, Yarıkaya rüzgârını, meşhur odun közündeki dönerini, künefesi, biberli ekmeği, sürk peyniri, humusu ve daha nice lezzeti ile mutfağı ve gastronomisini keşfedecektik. Daha sonraları, doğasıyla insanı hayran bırakan Harbiye Şelalelerini, Roma İmparatoru Vespasian tarafından, şehri sel ve taşkınlardan korunmak amacıyla dağ içine oyulan Titus Tüneli’ni ve kentin hafızasında yer edinmiş, daha nice dini ve sivil mimari yapıları ve yerleri gezme ve görme fırsatımız olacaktı. Bazı şehirler vardır, ayak bastığınız ilk anda sarar sizi, Hatay’da böyle bir yerdi. Kayıt, yerleşme, ön hazırlıklar derken okul başladı, artık hepimiz birer mühendis adayıydık. Deprem ve mukavemet İnşaat mühendisliği eğitimi alıyorsanız ve bulunduğunuz ülke bir deprem kuşağındaysa eğitiminiz boyunca en fazla muhatap olduğunuz, tasarımlarınızda hesaba kattığınız bir olgudur artık deprem. Zemin mekaniğinden, mukavemete, yapı statiğinden, malzeme bilimi dersine kadar merkezinde hep deprem vardır. Deprem Yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yer yüzeyini sarsma olayına denir (Kandilli Rasathanesi). Bir doğa olayı olan depremi önleme, büyüklüğünü belirleme şansımız yok; fakat şiddetinin ne seviyede olacağı yapının tasarımıyla öngörülebilir. Hocalarımızın her fırsatta hatırlattığı bir şey vardı: deprem öldürmez! yapı öldürür diye. Bir doktorun hatası bir hastasının hayatına mal olabilirken sizin yapacağınız bir hata birçok insanın hayatına mal olabilir diye eklerlerdi. O an, ağır bir sorumluluk yükü binerdi omuzlarımıza. Mesleğimizin hakkını vermeliydik. Ne zamanki mezun olup sektöre atıldığımızda, işte o zaman teoride öğrendiklerimizin sahaya çoğu zaman uymayacağına şahit olacaktık. Bir anda çok aktörlü bir sistemin içinde buluverdik kendimizi. Zincirin sadece bir halkasıydık artık, bazen direnir, bazen de karşı koymaya güç yetiremezdik tek başımıza. Oysaki direnç, dayanma, karşı durma, karşı koyma, dayanırlık ile eş anlamlı olan mukavemet, demin bahsini ettiğim ana derslerimizden biriydi. Mühendislik eğitiminin ikinci yılında, mukavemet 1 ve mukavemet 2 olarak iki dönem okutulur. Malzemelerin dıştan gelen çeşitli etkiler ve bu dış etkilerin neden olduğu iç kuvvetler karşısında gösterdikleri davranışları inceleyen bilim dalıdır aynı zamanda. Mukavemette; kolon, kiriş, perde beton gibi taşıyıcı sistem elemanlarının boyutlandırılması, boyutu belli olan cisimlerin kesit taşıma kapasitesi, dış yükler etkisindeki yapı elemanlarının şekil ve yer değiştirme hesapları, yine bu alanın konusudur. Bir yapı için hayati bir önem taşır, deprem yükünü göğüsleyen yine mukavemetin kendisidir. İnşaat Mühendisliğinde 3E kuralı olarak da geçen; inşa edilecek bir yapının, Emniyet, Ekonomi ve Estetik koşullarını sağlamaya yönelik başlıca üç kuralı vardır. Burada ilk sıraya emniyetin yani yapı güvenliğinin konulması tesadüf değildir, zira inşa edeceğiniz yapının içindeki insan hayatı söz konusu olduğundan tasarımınız da evvela buna göre biçim almak zorunda. İnşa ettiğiniz yapı, üzerine gelen yükleri güvenli bir biçimde taşıyacak sistemlere sahip olmanın yanında deprem yükü, rüzgâr yükü ve toprak itkisi gibi yapı dışında gelen ve yapıya etki eden kuvvetleri de hesaba katmak zorundasınız. Yani burada doğayla uyum sağlamanız, ona göre bir tasarım yapmanız gerekiyor. Nasıl ki yüzlerce yıl evvel, Titus Tüneli’nde olduğu gibi sel ve taşkınlara karşı dönemin tekniğiyle şehri korumaya almışlarsa bugün de sahip olduğumuz teknik imkanlarla çok daha kolay doğaya adapte olabiliriz. Bir binanın peşine düşmek Öğrenciyken, Antakya’da 2005-2011 yılları arsında yürütülen, Deprem Tehlikesine Hazırlık, Hasar Görebilirlik ve Zarar Azaltma Master Planı (SERAMAR) projesinin bir aşamasında bir grup öğrenci arkadaşımla katılma imkânım oldu. Almanya’nin Bauhaus-Universität Weimar Üniversitesi’ne bağlı Deprem Hasarlarını Araştırma Enstitüsü (EDAC), Mustafa Kemal Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü, İnşaat Mühendisleri Odası Hatay Şubesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi gibi kurumlarca yürütülen SERAMAR projesinde amaç, Antakya-Kahramanmaraş bölgesinde deprem tehlikesine hazırlık, hasar görebilirlik ve zarar azaltma mastır planlarını kent için bir dönüşüm, iyileştirme projeleri için hazırlayıp ilgili kurumlara sunmaktı. Sabahın erken saatinde İskenderun’dan Antakya’ya doğru yola çıkmak için hocalarımız ve öğrenci arkadaşlarla buluştuk. Antakya’ya vardığımızda daha önce haritalara işlenen yapıları incelemek için ayrı ekipler kuruldu. Ben de başında Almanya’dan gelen bir akademisyenin olduğu ekipte yer aldım. Belirlenen adreslere gidip binalarla ilgili inceleme yaparak, verileri her yapı için hazırlanan formlara geçiriyorduk. Bunlar, içlerinde kagir yapı, ahşap yapı betonarme yapıların olduğu yapı stoklarıydı. Vakit öğleye yaklaştığında, açlığımızda bastırmaya başlamıştı. Diğer ekipler birinci kısım yapıların incelemesini bitirmiş bizi bekliyorlardı; biraz gecikecektik ekip olarak çünkü haritada işaretli bir yapımız eksikti. O yapı peşinde ne kadar zaman geçirmiştik tam olarak hatırlamıyorum; ama epey dolandığımızı hatırlıyorum, sonunda aradığımız binayı bulmuştuk. O an ilk defa daha önceleri çok duyduğumuz Alman disipliniyle de ilk kez sahada uygulamalı şahit oluyorduk. Ev sahibi hocalarımız yemek için Antakya tarihi Uzun Çarşısı’nı seçmişlerdi. Tepsi kebabıyla meşhur bir yere oturduk, siparişlerimizi verdik, bir kasaptı aynı zamanda oturduğumuz yer… Zırhla kıyılan eti, hazırladığı harçla ince ince tepsiye dağıtıyordu. Fırıncısı hemen yan komşusuydu, ona gönderip pişirme işini ona emanet ediyordu. Tadı çok iyiydi, belli ki uyumlu çalışıyorlardı esnaf komşular… Kim bilir ne zamandan beri yürütüyorlardı bu geleneği. Tas kebabından sonra Antakya’nın meşhur odun közünde pişen künefesine gelmişti sıra. Biraz sonra küçük tabaklara konmuş sıcacık künefe kondu önümüze, tadını peynirinde ve odun ateşindeki pişmesinden alan künefeyi masadaki herkes beğenmişti. Aynısı tas kebabı için de geçerliydi, mekânı öneren Hataylı hocalarımız da bunun haklı gururunu yaşıyorlardı. Çalışmalarımıza kaldığımız yerden devam etmek üzere uzun çarsıdan ayrıldık, Antakya’nın farklı bölgelerine dağılmış bu yapıları incelemeye öğleden sonra da devam ettik. Akşama doğru saha çalışmasını bitirip İskenderun’a doğru yola çıktık. Altı yıllık bir çalışmanın ürünü olan bu proje, sonradan öğrenecektik ki belediye ve valiliğe sunulmasına rağmen değerlendirmeye alınmamış. O peşine düştüğümüz ev ayakta mıdır bilinmez ama son depremde yıkılan binalar arasında projede riskli ilan edilen binaların olduğunu öğrenecektik. 6 Şubat 2023 tarihinde art arda meydana gelen iki büyük depremde en fazla yıkıma uğrayan kentlerin başında Hatay geliyor, özellikle tarihi kent merkezi Antakya’da. Gezip gördüğümüz yapıların çoğu yok artık, Habibi Neccar Camisi’nden, Hatay Protestan Kilisesine, Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, Antakya Ulu Camii, Tarihi Antakya Sinagogu, yemek yediğimiz Antakya tarihi Uzun Çarşısı gibi kent belleğinde yer edinen cami, kilise, havra gibi dini yapılar ve sivil mimari yapıların da olduğu yüzlerce tescilli kültür varlığı tamamen yıkıldı ya da büyük hasar gördü. Tarihte şehirler savaş, çatışma, doğal afetler gibi nedenlerle yıkım görmüş, sonrasında yeniden inşa edilip, tekrar ayağa kaldırılmıştır. Dünyanın farklı coğrafyalarında birçok örneği mevcuttur. Deprem sonrası şehirlerin yeniden inşasının tartışıldığı bu günlerde, yeniden inşaya muhtaç bir şey daha var, o da bu ağır bilançoya yol açan sistemin kendisidir. Liyakatin, bilim ve tekniğin esas alındığı, siyasi çıkar ve kaygılarla göz yumulmadığı, yanlış olana karşı gerekli mukavemetin gösterilebileceği bir sistemin inşasıdır gerekli olan. Bundan sonraki afet dirençli kentlerin inşası bu yeni yapılanmadan geçer, aksi halde, mevcut kısır döngüyle daha çok canımız yanacak…. Öne çıkan görsel: Çağlar Oskay/Unsplash
- Deprem, Ğıd el Sabatağsh, Yeniden Yaşam
Ğıd el Sabatağş, Hıristiyan kültüründen Arap Alevilere geçtiği düşünülen bayramlardan biri. Yumurta Bayramı da deniyor, Paskalya Bayramı da. Arap Aleviler, uzun yıllar kentlerden uzak yerleşkelerde yaşamış bir tarım toplumu. Tekçi, inkarcı, imhacı devlet politikalarının sistematik saldırılarının ezici basıncı altında baskı altında kalmış, katliama uğramış bir toplum. Böylesi bir tarihin içinde kadim halkların birbiriyle dayanışma deneyimlerinin oluşması gayet olağandır. Kültürlerin yan yana, iç içe yaşamalarından dolayı iç içe geçmiş etkileşimlerin olması son derece doğal. Yumurta yeniden dirilişi, yeniden doğuşu ve yeni hayatı simgeliyor. Kimi yorumlara göre, bu bayram İsa’nın ölüp yeniden dirilmesi olarak değerlendiriliyor. Ancak asıl vurgu bahar mevsimine. Bahara. Doğuma. Dirilişe. Baharla birlikte yaşam yeniden diriliyor, doğa uyanıyor. Baharın gelişi kutlanıyor. Bu bayramın doğayla ilişkisi de oldukça ilginçtir. Doğanın kendini yenilemesi bayram olarak görülüyor, insanın doğanın bir parçası olduğu hatırlatılıyor. İnsanın doğayla kurduğu ilişkinin sembolleşmesi, bu bayramın günümüze kadar taşınması, komünal değerlerin bir kısmının günümüzde hâlâ görünür olması, dini ritüellerinin bir kısmında eşitlikçi toplum ilkelerinin barınabilmesi oldukça önemlidir. *** Dut yapraklarına ve soğan kabuklarına sarılıp kaynatılarak renk verilen yumurtalar boyanır. Çocuklar, gençler, yaşlılar bir arada kutlarlar bayramı. O gün için adak adanır, gelenektir. O gün hırisiler pişer, komşulara, akrabalara, yoksullara dağıtılır. Dini ritüeller yerine getirilir. Yemekler birlikte yenir. Ortak sofra, ortak kaderin, ortak kederin, ortak umutların birleştiği yer olur. Bu Şehir Öldü Diyorlar. Öyle mi? “Eski Antakya sokakları yıkılmış Uzun Çarşı’da baharat kokuları yokmuş Bu şehir öldü diyorlar. Öyle mi? Az ileriye gitsin bu savda bulunanlar! Affan’da, o tarihi fırında hâlâ tarihi Antakya simidi pişiyor. Onun kokusunu içlerine çeksinler o zaman! *** Biz buradayız, bu taşları tek tek yerleştireceğiz duvarlara Aralarına derz niyetine dizelerimizi, mısralarımızı, notalarımızı yerleştireceğiz. Bu şehri yeniden hep birlikte inşa edeceğiz. Tarihsel birikimine sahip çıkarak, kültürel dokusuna sahip çıkarak, demografik zenginliğine sahip çıkarak…” diyor Hasan Özgün 6 Şubat depremlerinin ardından yaptığı konuşmasında. Bu konuşma, komünün içinden çıkıp gelen halk dayanışmasının dönüştürücü ve yaratıcı gücünü vurgular. “Her şeye rağmen buradayız” diyenlerin beyanıdır. Bu güç, kentin yeniden inşasında can suyu olacaktır. Bu yıl depreme, depremin yarattığı göz göre gelen devasa enkaza, siyasal ve toplumsal yıkıma, kentlerde yükselen ölüm kokusuna rağmen, onlarca mahallede sosyalistlerin organizasyonunda bayram için etkinlikler düzenlendi. Her sene olduğundan fazlaca katılımla gerçekleştirilen 3ıyd el Sabata3sh, bizlere çok şey anlatıyor. İçerik, tarihsel bütünlük ve kültürel değerlerle ele alınıp bugünkü koşullarda kutlanması, kutlamaları solcu, demokrat, sosyalist gençlerin organize etmesi, depreme rağmen hayata geçmesi epey önemliydi. Depremin ilk anından itibaren devletin bütün varlığı, halkı yerinden etme ve göçe zorlamaktı. Bu politika büyük oranda asimilasyon politikalarının uzantısıydı. Halkın bir arada yaşama kültürüne bir darbeydi. Halk ise bunun karşısında kültürüne sahip çıkma, kültürünü yaşatma iradesi göstermiş oldu. Depremle beraber kültürü, inancı ve tarihi hayli asimile edilmekle karşı karşıya olan Arap Aleviler yok olma tehlikesiyle karşı karşıyalar. Ancak, bu bayram kendi anlamını bir kere daha vurgularcasına yeniden yaşamı, yeniden dönüşü simgelemiş oldu. Nasıl bir yeni istediğimizi bizlere tekrar gösterdi. Bu kenti yeniden inşa edeceğiz. Tarihsel birikimine sahip çıkarak, kültürel dokusuna sahip çıkarak, demografik zenginliğine sahip çıkarak…
- Belki de Tike biziz!
İskenderun… Yaşadığım, bildiğim İskenderun rengarenkti. Ferahlatan yeşili, ışıl ışıl güneşi, masmavi göğü, denizi, cıvıl cıvıl insanı ve şen sofralarıyla… İskenderun’a girdiğimde şehre doğrudan bakamadım. Bir süre telefonumla oyalanmaya çalıştım. Penceremi açar açmaz sızan koku dehşete sürükleyecek cinsten. Telefonuna bakma diyordu, artık sadece bana bakabilirsin. Benden kalan enkaza. Sokaklar boş. Yürüyen tek tük insan normalde olduğundan sessiz. Fransızlardan kalan saatli adliye binasının karşısında, meydandaki tatlıcıda çaylarını yudumluyorlar. Her zamanki taşkınlıklarından eser yok. İlk gördüğüm enkazda yüzleştim olanla. Apartmanın koca gövdesi yaşlı bir vücut nasıl iflas ederse öyle yığılmış olduğu yere. Her yer gri. Rengi kaçmış şehrin. Sular göllenmiş ana caddede. Sokaklar köpük köpük, lağım kokulu… Fener Caddesi’nde bir apartmanın isminin olduğu alınlık caddenin seviyesine inmiş. İlk katlar hiç yok. Çöken binalarda kat aralıkları sıfırlanmış. Üst üste binen katları saymak neredeyse imkansız. İnsan hayal edemiyor arada yok olmuş yaşantıların kapladığı yerleri. Sanki onlar da hiç var olmamışlar. Sadece koca bir boşluklarmış meğer. Arsuz’a doğru yol alıyorum. Moloz taşıyan kamyonlar konvoy… Şehrin cenazesi defin alanına taşınıyor. Dağın yamacına yığılan molozlardan yükselen toz duman… Bu toz artık hayatımızın bir parçası. Arsuz… Bazı mahalleler fena. Yatık binalar, çökük binalar, binaların içinden bedenlerin çıkartıldığı karanlık tünellerin girişlerinde paslı demirler, uçuşan kirli perdeler, eğri duran bir dolap, yerinden fırlamış bir klima… Arsuz… Her yer soğuk, her yer gri ve tozlu. Ağzımda, boğazımda tozun tahrişi, yavanlığı, bulantısı. Karanlık çöküyor. Depodaki depremzede gönüllüye takılıyor gözüm. Cüzzamlı gibi. Rengi sarıdan siyaha. Çok zayıf, çok uzun, çok esmer, biraz da aklı uçmuş gibi. Yavaş konuşuyor, gereksiz gülümsüyor. Bütün halk biraz aklını kaybetmiş gibi. Bakışlar boş. Keder duruşlarına yansımış. Her zamanki halk değil onlar. Gürültülü, neşeli ve girişken halk gitmiş; yerine şehrine bombalar yağmış, paramparça olmuş enkazın ortasındaki bu hayaletler gelmiş. Savaştan çıkmış gibi derbederler. Soykırıma uğramış gibi şaşkınlar. Yüzleri, tenleri, kokuları bile depremli. Bakışları değişmiş. Hastalıklı gibiler. Her şey tozlu. Toz ağzıma doluyor, boğazımı kurutuyor, yutkunamıyorum, hazmedemiyorum. Küçücük Arsuz’da yönümü bulamıyorum. Hırdavatçının binasının enkazını görünce hatırlıyorum ufak tefek adamın efendi yüzündeki gülüşü. Yüzler silinmiş. Bakkalın enkazında Arapça Türkçe karışık konuşan sesini duyar gibiyim. Sesler silinmiş. Gün batımına yakın hatırlıyorum denizi… Gelincikleri, limon bahçelerini, portakal çiçeği kokusunu unutmuşum. Renkler silinmiş. Nehir fırtına çıkmaya yakın denize doğru dalgalanmaya başlayınca hatırlıyorum, bir zamanlar burada aldığım ferah nefesleri. Artık Arsuz başka bir yer. Çocukluğumdan beri ezbere bisiklet sürdüğüm yollar bile başkalar. Daha geniş, daha asfalt, daha şehir, daha enkaz. Yolda bombalanmış başka siteler… Çaprazlamasına çatlamış, patlamış, yıkılmış, duvarlar, camlar. Boş binalar. İçlerinde hayata dair bir şeyler görmek istiyorum, alıştığım yaşamlara dair umut besleyebilmek için. Bomboşlar… Hiç var olmamış sanki o hayatlar. Eşyalar nerede peki? Nasıl girmişler almışlar ki enkazdan? Nasıl cesaret edebilmişler? Nasıl bir çaresizlik içinde halk? Fakru zaruret ne demek? Hatırlıyorum… Sonra hep geliyorlar. Ruh gibiler, akılları da enkaz altında kalmış gibi. Tanınmazlar. Bir hayalet geliyor! Saçı aklaşmış, sakalları çok uzamış, gözleri küçülmüş. Zayıflamış. Kebapçı? Konuşana dek o o mu bilemiyorum. Bir türlü kim kim, burası orası mı emin olamıyorum. Yüzlerden silinen gözler kaşlar gibi, sokaklarda silinen hayatlar var. Çardak Restoran, Köyiçi… Gene de bir umut sarılıyoruz yardımlara. Eşyalar çığ gibi geliyor. İnsanlar arsızlaşıyor. Saygısızlaşıyor. Belki akılları sarsıntıda kaldığı için bilmiyorum, sakin kalmak zor. Yardımlar bile savaş kadar soğuk, gri ve tozlu. Bir yudum sevgi, anlayış olsun istiyorum içinde, zor. Yardım dilenmek zorunda kalmalarına isyan ediyorum. Utanıyorum hallerinden. Onların tarafında değil, bu tarafta olmaktan ayrıca utanıyorum. Bir devlet memuru gibi, ucuz bir mağazadaki vasıfsız bir tezgahtar gibi sabırsız ve tahammülsüz olmaktan, yeteri kadar sevememekten utanıyorum. Çünkü bazıları eşya uğruna onurlarından vaz geçmekten utanmıyorlar. Onlar unutmuşlar bile depremle eşyanın savaşında kimin kazandığını. Antakya Antakya bir şantiye. Tersinden bu şantiye. Her biri zamanında mutlaka bir kişilik olan apartmanların kapkara boşlukları var. Sarsıntının korkunçluğunu anlatan ve yıkılmayı bekleyen hilkat garibeleri var. Şiddetine yenik düşüp olduğu yere yığılmış olan devasa bedenler de var. Çok yaşlı, çok bitap, çok şişman, çökkün… Şehir kimi zaman anlamsız boşlukların birleştiği devasa savaş meydanlarını andırıyor, kimi zaman uğradığı saldırının acımasızlığını anlatıyor, kimi zaman da hayatta hiçbir yaşanmışlığın değerinin olmadığını. Şehir bir çöplük. Taşlar, beton bloklar, paslı demirler, çaputlar, yerli yersiz dalgalanan perdeler, ezilmiş arabalar, cam kırıkları ve yığınla kimliğini kaybetmiş eşya. Kilise beyaz taşlardan bir dağ. Ne girişini canlandırabiliyorum gözümde ne de mimarisini. Kapısı neredeydi, avlusu ne taraftaydı, misafirhanesi, sosyal tesisi, morgu neredeydi, bir türlü mekanları anlamlandıramıyorum. Çarşı da böyle. Yer de kalmamış yön de. Yollar aniden tıkanıyor molozlarla, geçit vermiyor. Oysa ki orada o enkazın arkasında her şey eskisi gibi renkli, hayat dolu gibi bir his var içimde. Bu enkazı da kaldırsalar, Antakya oradaymış gibi. Üstlerinde yürüyoruz. O heybetli koca Antakya artık sadece taşlardan oluşan dağlardan ibaret. O güzel halkın yürüdüğü sokaklarda dilsiz güvercinler, kediler ve kemirgenler… Gerçeküstü ortalık. Siyah, tozlu, kıyameti andırır gibi. Gökten taş yağmış gibi şehrin başına. Önüne ne gelirse yıkmış geçmiş. Yenik düşmüş Antakya bir savaşta. Her savaş gibi haksızca alt olmuş halkı. Yok olmuş. Elinden her şeyi alınmış bir çocuk gibi halk çadır kentlerde. Nasılsınız sorusuna çoğu Hatay gibiyiz diyor. Acısına rağmen çadırına buyur ediyor, bir kadın: “Gelin bir kahve pişireyim size.” Ruh aynı kalmış. Antakya bir öksürük artık boğazımda. Mültecilerin kaldığı çadırkentte nece konuştuklarını dahi anlamadığım küçük çocuklar sarılıyor bacağıma. Başları bitli. Gene de okşuyorum saçlarını. Çocuğum gibi sıvazlıyorum yorgun sırtlarını. Kybele düşüyor aklıma. Toprak oldukça doğuracak, üretecek kadın, inanıyorum. Bu inancımın önüne kimse geçemez. Kadın! Tike kurcalıyor hatıralarımı. Orontes’in üzerinde, başında Tanrı’nın Şehri Antakya’nın surlarından tacı, kentin talihini, refahını ve kaderini belirleyen şans tanrıçası. Yaldızlı tunçtan yapılmış heykeli hala Hatay Arkeoloji Müzesinde. Kadın! Sonra neden burada olduğumu hatırlıyorum. Etrafımdaki onlarca yüzlerce güçlü kadını. Dayanışmalarını, hassasiyetlerini, dirayetlerini… Yardım uğruna verdikleri mücadeleyi. Kadın Bakkalı, Köy Çamaşırhanesi projeleriyle girdikleri çatıyı. Füsun Sayek Sağlık ve Eğitim Geliştirme Derneğindeki koruyucu, birleştirici değerli kadını… Kahramanım Füsun Sayek’i ve kadına, bu şehre verdiği değeri. Ve sahada çalışan kadın erkek yüzlerce, binlerce gönüllüyü. Mavi, kırmızı, haki, kamuflaj yelekleriyle, üniformalarıyla… Bir mücadelenin renkli ve ateşli müttefiklerini… Hatay’ın dışından hatta okyanus ötesinden gönül veren, destek ulaştıran herkesi. Belki de diyorum Okeanus’un kızı Tike hepimizizdir. Sonra fikir değiştiriyorum. Belki de dememeliyim, kesinlikle demeliyim. Tike hepimiziz! Biz biriz! Tike biziz! İşte o zaman Doğu’nun Kraliçesi’nin üzerine gün doğuyor. Kuşandığı siyahlık hafiften dağılmaya başlıyor…
- A letter to Antioch
I never thought I would write you a letter. I never thought I would lose you with my loved ones. Wherever I went, I would take you with me. Where I was, you were there too. I was you, you were me. You had thousands of stories, I was just one of them. I would get lost in your old stories. I took long trips knowing that I would always return. Sometimes 3 months, sometimes 6 months, sometimes 1 year. But I always came back to you. When I was away from you, your presence warmed my heart. I used to say, “Antioch is always there, my loved ones and my home are there”. When I missed you, I used to dream of a street of you. I used to set up a feast table in my head. You were always the same. You were the same every day. That’s why I’d get bored of you. I would take a break from you. For the first time in my life, I don’t feel your warmth when I’m away from you, Antioch. The corner of my heart that is you is as cold as ice. Because you are gone now. I have always called out to you with love until February the 6th, but now I am calling out with pain and anger. I used to say “O Antioch”, now I say “Ah Antioch”. Ah Antioch ah… Maybe you wanted to leave us, but you took our loved ones with you when you left. I used to say, “O Antioch, they murdered your soul,” and would blush. Now I can only say, “Ah Antioch, you killed our souls”. Last July, I returned to you as usual. I said that I would not stay long, that I would leave as soon as possible. Days and months passed. I stayed with you until you drained me. I wanted to leave you but not like this. You were a big part of me. I just wanted to get away for a bit. You were the one who made me me. My grandmother used to say “May it be blessed, sweetie” about my inability to leave you. Turns out it was. You held me inside as long as you could. You knew, maybe, if I had gone through something like this without seeing you and my loved ones for a long time, I would have been much worse. February came, I went away for a job opportunity. This time you left me. In the worst possible way. Turns out it was the last time I saw you. You said, “See me and your loved ones as much as you can.” In every adventure I went on, I said “Worst case I’ll return to Antioch”. Thank you for always welcoming and accepting me with the same sincerity when things went wrong. No matter how much you change, you are me and I am you. Oh my beautiful mirror. Oh my shattered mirror. I put you in the most special corner of my heart, I hid you there, you grew up there as I grew up. There is a wound in that corner that will never heal, and every part of you is getting deeper with each passing day without you. Oh my laurel scent. They tell me you smell dead now. How can I make it fit you? Oh my little homeland, oh the one I love too much to fit into the world. I engraved all the values you taught me with your presence and absence. Everything that is yours is in my mind, I will pass it on from generation to generation. I’m telling you what Fairuz told Beirut. My homeland, O gold of lost times. My homeland, born out of the shine of eulogies. I am a poem at your door, written by the stubborn wind. I am a stone, a violet, my homeland. The tree of your land was planted by the hands of my family. And the stone of our borders is built with the faces of my ancestors. They have lived in you for 100 years, 1000 years, since the beginning of the world. My homeland, I swear on you and your love. What’s going on with me? I am growing and as I grow, you are also growing in my heart. The days to come, hidden by the sun, are coming. You are strong, you are rich… You are the world, my homeland. I asked a friend of mine who survived you for a laurel branch. I hold tight to what’s left of you, it feels like medicine in your absence. I extend that laurel branch back to you, I will not let you go, but give me hope. My eyes are watering like a fountain as I’m writing this letter. Good thing you existed. I’m glad I was born and grew up in you. I wish we had more time. The story we wrote together is unfinished. I feel indebted to you and to those I have lost, and I swear before you. You will rise from the ashes and I will return to you. I will do my best to rebuild you again. You are me, I am you. To my grandmother, to my aunt, my friends and their families, and our soul, our land, Antioch/Antakya, whom I lost on February 6th… This is how I looked at you St. Pierre! It read "Peace in the Middle East" on the back of my t-shirt. We no longer have neither peace nor tranquility. You’re the only one that’s left to us. You are still watching Antioch from the hill. You are also devastated by the state of the city you have been keeping an eye on for thousands of years. This is how I shot you on a Christmas night while you were lighting Saray Street with a cross on your head. (Antakya Protestant Church) You were saying, "The houses around me may have been turned into cafes, but I'm still here." (Greek Orthodox Church of Antioch)
- رسالة إلى أنطاكية
انا ابداً تخيلت اني رح اكتبلك رسالة ابداً فكرت اني رح اخسرك مع كل احبائي وين ما رحت، اخدتك معي وين ما كنت، انتي كمان كنتي أنا كنت أنتي أنتي كنتي أنا كان عندك الاف من القصص انا كنت بس واحد منن كنت ضيع بقصصك القديمة رحت برحلات طويلة، علماً اني دائماً رح ارجعلك احياناً ٣ اشهر احياناً ٦ اشهر و احياناً سنة بس دائماً رجعتلك لما كنت بعيد منك، وجودك دفى قلبي كنت قول “انطاكياً دائما موجودة، احبائي موجودين و بيتي موجود لما شتقتلك كنت احلم عن أحد من شوارعك كنت جهز طاولة عشاء بخيالي انتي دائماً كنتي متل العادة كنتي دائما متل العادة كل يوم مشان هيك كنت مل منك كنت أسترحي منك و لأول مرة بحياتي، ما عم حس بدفاكي اللي بحس لما ببعد عنك، انطاكية الزاوية من قلبي اللي بيكون أنتي ابرد من التلج لأنو منك بقيانة اكتر كنت دائماً ناديكي مع كل المحبة لحتى ٦ شباط بس هلق صرت ناديكي مع وجع و غضب كنت قول “يا انطاكية” صرت قول “اه يا انطاكية” اه يا انطاكية اه يمكن أنتي كنتي حابة تتركينا بس اخدتي كل احبائنا معك لما تركتي كنت قول ” يا انطاكية، قتلوا روحك” هلق صرت قول “يا انطاكية، قتلتي ارواحنا” شهر التموز الماضي، رجعتلك متل العادة قلت انو ما رح طول الزيارة و أني تارك على أقرب وقت ايام و أشهر مضت ضليت معك لحتى استنزفتيني كان بدي اتركك، بس مو هيك كنتي جزء أساسي مني أنا بس حتجت غيب شوي أنتي اللي خليتي أنا صير أنا تيتة كانت تقول “نشالله تتبارك يا حبيبي” عن عجزي لأتركك و هيك طلع الظاهر أنتي خليتيني ضل عندك قد ما قدرتي بتعرفي، يمكن لو مر عليي هاد الشي بدون ما شوفك و كل احبائي، كنت رح كون أسوى بكتير أجى شهر شباط، و انا سافرت مشان فرصة عمل هي المرة أنتي تركتيني بأسوى طريقة ممكن كان الظاهر اخر مرة شفتك كنتي تقولي “شوفني و كل احبائك قد ما بدك” بكل مغامراتي كنت قول “على أسوى حالة برجع عأنطاكية” شكراً لأنك دائماً رحبتيني و تقبلتيني مع كل صدقة متل لما كلشي كان يمشي غلط مهما تغيرتي، أنتي أنا و أنا أنتي با مرايتي الجميلة يا مرايتي المكسورة خليتك بأهم زاوية قلبي خبيتك هنيك أنتي كبرتي هنيك متل ما أنا كبرت في جرح بهديك الزاوية اللي ابداً رح تشفى و كل جزء منك عم يصير اغمى مع كل يوم بدونك يا ريحة الغار بقولولي صار ريحتك ميت هلق كيف بدي اربط هاد الشي معك؟ يا وطني الصغير، اللي بحب لدرجة انو ما بقدر خليه يوسع بالعالم نقشت كل المبادئ اللي علمتيني بوجودك و غيابك كلشي اللي ألك صار بعقلي و رح مرره من جيل لجيل رح قلك شو فيروز قالت لبيروت يا وطني يا دهب الزمان الضايع وطني من برق القصايد طالع أنا على بابك قصيدي كتبتها الريح العنيدي أنا حجرة أنا سوسني يا وطني شجر أراضيك سواعد أهلي شجروا و حجار حفافيك وجوه جدودي العمروا و عاشوا فيك من ميت سني من ألف سني من أول الدنيي وطني و حياتك و حياة المحبي شو بني عم أكبر و تكبر بقلبي و الأيام اللي جايي جايي فيها الشمس مخبايي أنت القوي أنت الغني و أنت الدني يا وطني سألت رفيقي الناجي منك عن غصن غار بمسك قوي على اللي بقى منك بحس أنو متل الدواء بغيابك برجعلك غصن الغار لألك ما رح أتخلى عنك بس عطيني أمل عيوني عم يدمعوا متل النافورة حتى لما عم اكتب هي الرسالة منيح انو وجدتي أنا فرحان أني ولدت و كبرت فيكي بتمنى كان عنى اكتر وقت القصة اللي كتبناها سوا لسا ما خلصت بحس أني ممنونك و ممنون كل اللي انا خسرت و بحلف قدامك أنتي رح ترتفعي من الانقاذ و انا رح ارجعلك انا رح اعمل كلشي بأيدي لعمرك مرة تانية أنتي أنا و أنا أنتي لتيتة، لعمتي، رفقاتي و عائلاتهن، و لروحنا، و أرضنا أنطاكية، اللي كلن خسرتن هيك أنا طلعت فيك، مار بيار! كان مكتوب ”السلام بشرق الأوسط” بكنزتي من ورا. ما عنا لا خير و لا سلام. يمكن أنتي الوحيدة بقيانة منا… لساتك عم تطلعي على أنطاكية من فوق التل. أنتي كمان مقهورة عن حالة المدينة اللي صرلك عم تراقبيها من ألاف سنوات. مع صليب فوق راسك (Saray Street) هيك أنا صورتك بالليل بوقت عيد الميلاد لما كنتي تضوي شارع القصر (كنتي تقولي ”يمكن البيوت حواليي صاروا كافيهات، بس أنا لساتني هون” (كنيسة أنطاكية للروم الأرثوذوكس












