Boş arama ile 230 sonuç bulundu
- Cemaat vakıfları yeni yönetmelikten umutlu ama buruk
Foto: www.cemaatvakiflaritemsilcisi.com Beklenen azınlık vakıfları seçim yönetmeliği nihayet 18 Haziran 2022’de Resmi Gazete’de yayınlandı. 2013 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) tarafından seçim yönetmeliğinin askıya alınmasının ardından başlayan “yeni yönetmelik” arayışı 9 yıl sonra nihayete erdi. Yeni yönetmelik, vakıfların 2011 yılından beri yapamadıkları seçimlerin 2022 yılının sonuna kadar tamamlanmasını öngörüyor. Bu yeni yönetmeliği nasıl bulduklarını VGM Cemaat Vakıfları Temsilcisi S. Can Ustabaşı, VGM’de iki dönem Cemaat Vakıfları Temsilciliği yapan ve seçim yönetmeliği meselesinin çözümü için büyük çaba sarf eden Laki Vingas ve Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Fadi Hurigil’e sorduk. Can Ustabaşı, seçim yapılmasının önünü açan ve üzerinde konuşulabilecek bir metin ortaya çıktığı için mutlu olduğunu dile getirirken, Fadi Hurigil de yıllardır beklenen yönetmeliğin çıkmasının bir an önce seçimleri yapmak ve yenilenmek için çok önemli bir adım olduğu görüşünde. Laki Vingas ise bu yönetmeliği şöyle değerlendiriyor: “Eski yönetmelikteki sıkıntılar giderilecek diye bekledik. Bazıları düzeldi ama yeni sorunlar ortaya çıktı. Bugün tüm bunlara rağmen bir seçime ve yenilenmeye ihtiyacı var cemaatlerin. 10 yıllık seçimsizliğin yarattığı tahribatı ve kutuplaşmayı durdurmak için bir imkan ortaya çıktı.” Bir yönetmelik için dokuz sene beklemeyi gerektiren ne vardı? Fakat Ustabaşı, “‘Bir yönetmelik için dokuz sene beklemeyi gerektiren ne vardı?’ diye de kendi kendine sormadan edemediğini” ekliyor. Yönetmelik, belirli noktalarda soru işaretleri oluşmasına yol açarken, Ustabaşı bu sorunların vakıflar ile VGM yetkililerinin karşılıklı diyaloğuyla çözüleceğini düşünüyor. Aynı şekilde, Laki Vingas da “yönetmelikte eksik görülen ve ihtiyaçları karşılamayan konular için müzakerelere devam edilmesi gerektiğini” vurguluyor. Fadi Hurigil ise sorularını masaya getirecekleri böyle bir toplantıyı kısa süre içinde Antakya ve çevresindeki vakıflar ile VGM bölge temsilciliğinin bir araya getirerek yapacaklarını söyledi. Vingas, yeni yönetmelikte “açık ve vakıfları memnun etmeyen bazı noktalar var” derken, ilk başta hastane vakıflarının bu yönetmelikten ayrı tutulmasından ve 2023 sonuna kadar yapılması öngörülen seçim için farklı bir yönetmelik yayınlanmasını kastediyor. Ustabaşı, bu konuda Sağlık Bakanlığı’nda görüş alınması yönünde bir karar olduğunu söylerken, bakanlık görüşünün bu konuda neden önemli olduğunu bilmediğini dile getiriyor. Tüm vakıfların bir aile olduğunu ve ayrı görülmemesi gerektiğinin altını çizen Vingas, hastane vakıflarının farklı ele alınması konusunda “250 yıllık hastane cemaat ilişkisinin tarihsel sürecinin geleceği açısından endişe ettiklerini” dile getiriyor ve ekliyor: “Çok çaba sarf etmemize rağmen yetkilileri ihtiyaçlarımıza ikna edemedik.” Laki Vingas Hastane vakıflarının ayrı tutulması Lozan’a aykırı Bu uygulama, cemaat vakıflarının üzerinde var olan VGM denetimine ek olarak Sağlık Bakanlığı’nı da yeni bir vesayet makamı olarak karşılarına çıkarıyor. Bunun yanı sıra, hastanesi olan cemaat vakfı ile hastanesi olmayan vakıfların yasal olarak birbirinden ayrı tanımlanmamış olması 2762 sayılı ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’na aykırı bir uygulama. Vingas söz konusu seçim yönetmeliğinin “ana faaliyeti ve varlık konusu hastaneler olan vakıfların yetkisini sınırladığı ve iradelerine müdahale ettiği için Anayasa’ya ve Lozan Antlaşması’na da aykırılık oluşturduğunu” özellikle vurguluyor. Yeni yönetmeliğin özellikle İstanbul vakıfları için yol açtığı bir diğer sorun, bu şehirdeki vakıflar için milletvekili seçimlerini esas alan “bölgesel seçim sistemi” getirmesi. Seçim yapacak her bir vakfa toplamda 7 yönetim kurulu üyesi seçilmesi şartını getiren yönetmelik, seçmenlerin ve yönetim kuruluna aday olacaklara “seçim bölgelerinde en az 6 aydan beri” ikamet etme şartı koyuyor. Vingas’a göre, özellikle İstanbul’daki Rum vakıfları için İstanbul’a getirilen şartlar seçimleri neredeyse imkansız kılıyor. Rum toplumu için tarihi önem taşıyan Adalar’daki 6 ve Fatih’teki 14 vakfı örnek veren Vingas, bu vakıfların her biri için o seçim bölgesinde en az 6 aydır yaşayan yönetici adayı bulmanın çok zor olduğunu vurguluyor. Benzer bir sorun, Beyoğlu’nda bulunan Süryani Kadim Meryemana Kilisesi Vakfı için de geçerli. İstanbul seçim bölgelerine göre II. Bölge’de bulunan Beyoğlu’ndaki vakfın seçmenlerinin büyük çoğunluğu III. Bölge sınırlarındaki Bakırköy’de yaşıyor. Ustabaşı, bu soruna, İstanbul’da bulunan cemaat vakıflarının seçim çevrelerini genişletme taleplerine VGM’nin kolaylık göstermesiyle çözüm bulunacağını umduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Aksi olursa, birçok vakfın seçim yapamaz hale gelecek ama zaten VGM’nin amacının da cemaat vakıflarına seçim yaptırmak.” Antakya’da seçimler Ekim veya Kasım’da HDP Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan, yönetmeliğin açıklanmasının ardından attığı tvitte yeni yönetmeliğin yol açtığı bir başka soruna işaret etmişti. Bu tvitte, Paylan yönetmeliğin seçimle ilgili tüm hazırlıkları mevcut vakıf yönetimlerine bırakılmasının anti-demokratik bir uygulama olduğunu dile getirirken, Vingas “seçim kurulunun tespiti konusunda toplumlarımızın istekleri farklıydı” diyor. Ustabaşı da seçim tertip heyetlerinin bu şekilde oluşturulmasına itiraz ettiğini belirtiyor: “Seçim tertip heyetinin daha demokratik bir şekilde oluşması için çabaladık ama öyle takdir görmedi”. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Fadi Hurigil ise seçime dair tüm detayların VGM onayından geçmesinin ardından seçim yapılması zorunluluğunun sürece VGM’nin daha müdahil olduğu bir sistem getirdiğini belirtken, bunun insan kaynakları kısıtlı vakıflar için sorun oluşturabileceğini dile getiriyor. Yönetmeliğin öngördüğü takvime göre hastane vakıfları dışındaki tüm vakıfların bu yıl içerisinde seçimleri tamamlamaları gerekiyor. Vingas, vakıfların zaten yönetmeliğin çıkmasını beklerken buna hazırlandıklarını ve öngörülen takvimde seçimleri tamamlayabileceklerini söylerken, Hurigil ise Antakya ve çevresindeki vakıfların Ekim veya Kasım ayında seçimleri yapabileceklerini belirtiyor.
- 100 yıl sonra gelen buluşma: İskenderun’dan Sao Paulo’ya bir göç hikayesi
Çocukluğumdan itibaren geniş ailede sık sık Brezilya’daki amcalardan bahsedildiğini duymaya başlamıştım. Brezilya dizileri ve Brezilya’nın futboldaki popülaritesi sebebiyle bu akrabalarımı hep futbolcu ya da bir malikânede yaşayan zengin kahve tüccarları olarak hayal ederdim. Yaş hafiften kemale erip de bu akrabaların gerçek hayatlarını merak etmeye başlayınca tuhaf bir gerçeklikle karşılaştım. Babamın amcaları olan bu kişilerle ailede hiç kimsenin iletişimi yoktu. Dedem İlyas (Dib) Terbiyeli 1967 yılında vefat edene kadar Brezilya’daki kardeşleriyle mektuplaşmıştı. Ancak dedemin vefatından sonra birkaç mektuplaşma daha olmuş ve ardından iletişim tamamen kopmuştu. Burada kaseti geri sarıp ailemin tarihini kısaca paylaşayım. Babamın babası İlyas Dib, resmi nüfus kayıtlarına göre 1 Temmuz 1901’de Osmanlı İskenderunu’nda doğuyor. Babasının adı Rızkallah Şammas (Şammas ailenin lakabı), annesinin ise Adla. İlyas Dib’in kendisinden küçük dört erkek bir de kız kardeşi olur. Şammas ailesinin büyük bir kısmı 1939’a kadar İskenderun’da yaşar, fakat Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının ardından bir kısmı Suriye’ye bir kısmı ise Lübnan’a yerleşir. Aileden sadece dedem İlyas Dib, İskenderun’da kalır ve daha sonra babaannem Bercuni’yle evlenir. Bu evlilikten beş erkek çocuk dünyaya gelir. Dedem, bunların en büyüğüne babasının ismi Rızkallah’ı, sonra gelen dördüne sırasıyla uzaktaki kardeşlerinin isimleri verir: Corc, Jozef, Filip ve Fuat. Dib soyadını da Türkiye’ye iltihakın ardından Terbiyeli olarak değiştirir. “Dib” isminin Türkçedeki karşılığı olan “Terbiyeli” artık onun ve onun soyundan gelen bizlerin soyadı olur. İlyas Dib Benim akrabaları bulma merakım ise göç konusunda okumaya başlamam ve yıllar sonra buluşan ailelerin hikayelerini dinlememle depreşti. Fakat akrabaları bulmam için önümde kocaman bir engel vardı. Babamın amcalarının isimlerini biliyorduk ama soyadlarını bilmiyorduk. Dedem İlyas Dib’in okuma yazması olmadığından gelen mektupları okuması için yakın akrabası olan gazeteci Suphi Levent’e götürürmüş. Fakat Suphi Levent’in de vefatının ardından söz konusu mektupların akıbeti bilinmiyordu. Bu nedenle nereden başlayacağımı bilmeden araştırmaya başladım. Bu araştırmalarım sırasında Güney Amerika ve özellikle Brezilya’da Antakya, İskenderun, Suriye ve Lübnan’dan göç eden büyük bir nüfus olduğunu ve bu nüfusun kimi şehirlerde dernekler kurarak kültürlerini yaşatmaya çalıştıklarını öğrendim. Bu derneklerden birkaçıyla yazıştım ama büyük amcalarımın izine bir türlü ulaşamadım. Ta ki yine geniş aile sohbetinde bu konudan bahsederken Corc amcamın arşivinde bir evrak olduğunu hatırlamasına kadar. Tozlu fotoğrafların ve evrakların arasından çıkan 1953 tarihli evrak tüm soru işaretlerini gideriyordu. 13 Ağustos 1953 tarihli ve aslı Portekizce olan bu belge kardeşleri tarafından düzenlenmiş ve İlyas (Dib) Terbiyeli’ye gönderilmiş bir satış vekaletiydi. Büyük ihtimalle ailenin eski evinin -İskenderun’da şimdiki Ulu Cami yakınlarındaki Ayakkabıcılar Çarşısı’nda yer alan taşınmaz- satışı için düzenlenmişti. Bu vekaletname, Sao Paulo eyaletinin Sorocaba şehrinin Renato Dairesi İkinci Noteri tarafından düzenlenmiş ve Rio De Janeiro’ya gönderilmiş. Burada Portekizceden Fransızcaya tercüme edilmiş ve nihayet 1955 yılında İskenderun’a ulaşmış. Burada da Fransızcadan Türkçeye tercüme edilmişti. İlyas (Dib) Terbiyeli'ye gönderilen satış vekaletinin Türkçe tercümesi Tabii, benim için belgede en dikkat çekici şey akrabalarımın soyadlarıydı. İlyas (Dib) Terbiyeli’nin Brezilya’daki kardeşlerinin soyadı Chammas Dib olarak geçiyordu. Onca yol ve yıl sonra aile fertleri kendi babalarının adını (lakabını) kullanmaya devam ediyorlardı. Oysa kendi vatanında kalmayı tercih eden dedeme Türkçe bir soyad uygun görülmüştü. Bu bilgilerle hemen bir internet taraması yaptım ve bir hastanenin sitesinde Brezilya’da yaşayan ve soyadı Chammas Dib olan bir doktorun ismine ulaştım. Bu kişi Joao Edison Dib Chammas’tı. Hemen hastaneyi aradım, fakat Dr. Dib Chammas’ın bir süre önce emekli olarak ayrıldığını söylediler. Ben kısaca derdimi anlatınca bana yardımcı olmaya çalıştılar ve kısa süre sonra babamın kuzeni olduğunu sonradan öğrendiğim Joao Edison’un mail adresine ulaşmıştım. Hemen kısaca kendimi tanıtan bir mail gönderdim. Çok kısa bir sürede yanıt geldi. Joao Edison da benden haber aldığına hem çok sevinmiş hem de şaşırmıştı. Bir süre mail üzerinden yazışmaya devam ettik. Tabii ki tahmin ettiğimiz gibi İlyas Dib’in kardeşlerinin hepsi vefat etmişti. Geriye babamın kuzenleri kalmıştı. Brezilya’daki akrabalarımızdan birine ulaşmış olmam ailede büyük bir heyecan yarattı. Bir yandan da ailemizin Facebook ekibi de devreye girmişti. Facebook’ta soyadı Chammas Dib ya da Dib Chammas olan herkesle mesajlaşmalar başladı. Kısa sürede ailedeki hemen hemen herkesi tanımaya başlamıştık. Hatta internet üzerinden bir de soyağacı oluşturuldu. Böylece herkes kimin kim olduğunu anlamaya başlamıştı. Aradaki dil sorunu da tercüme sitelerinin yardımıyla giderilmişti. Bir anda yepyeni akrabalarımız olmuştu ve onların hayatları da artık aile sohbetlerinin konusu haline gelmişti. Bu sırada ailenin göç hikayesinin detayları da ortaya çıkmaya başlamıştı. Ailenin ikinci oğlu Corc Dib Chammas henüz 1920’lerin başında Brezilya’ya göç etmiş ve orada bir hayat kurmaya çalışmış. 1939’dan sonra ise Suriye ve Lübnan’a yerleşen aile fertlerinden önce Joseph (Jozef) Dib Chammas abisinin yanına gitmiş. Orada çeşitli işlerde çalıştıktan sonra kardeşlerini ve annesini yanına çağırmış. 10 yıl içinde ailenin bütün fertleri Brezilya’ya yerleşmiş. Son olarak dedem İlyas Dib’e mektup yazarak Brezilya’ya davet etmişler. Fakat dedem gitmek istememiş. Neden gitmek istemediğini ise kimse tam olarak bilmiyor. Uzun bir süre birbirinden haber alamayan aile fertleri yıllar sonra sanal alemde de olsa buluşmuşlardı. Artık hemen hemen her gün mesajlaşılıyor, bayramlar ve özel günler kutlanıyordu. 2014 yılında amcam Yusuf Terbiyeli ve Los Angeles’ta yaşayan kuzenim Edip Terbiyeli Brezilya’ya gitmeye karar verdiler. Brezilyadakiler bu duruma çok sevindiler ve 2014 yılının Temmuz ayında buluşma gerçekleşti. Yusuf Terbiyeli hayatında hiç görmemiş olduğu amcalarının çocuklarıyla bir araya geldi. Aile büyükleri yad edildi. Ardından Yusuf Terbiyeli hiç görmemiş olduğu babaannesi, halası ve amcalarının mezarlarını ziyaret etti. Onların mezarlarına İskenderun mezarlığında yatan babası İlyas Dib’in mezarından götürdüğü toprağı serpti. Böylece yıllarca ayrı kalan anne ve oğul ile kardeşlerin en azından toprakları birbirine kavuşmuş oldu. İlişkiler bu kadarla kalmadı. O dönemde Katar’da çalışan kuzenim Corç (Cevdet) Terbiyeli, internet üzerinden tanıştığımız Brezilya’daki aile fertlerinden Daniela Chammas’la bir birliktelik yaşamaya başlıyor. Daniela 2014 yılında Katar’a gitti ve bir süre sonra evlenmeye karar verdiler. Corç, büyük amcalarından yaklaşık 80 yıl sonra 2015 yılının Nisan ayında evlenmek ve aile kurmak amacıyla Brezilya’nın Porongaba şehrine yerleşti. Aile ağacının Brezilya’daki dallarına dahil oldu böylece. Her ne kadar bu evlilik uzun sürmese de Corç halen Sorocaba şehrinde yaşamaya ve aile fertlerinden bir kısmıyla görüşmeye devam ediyor. Toplumsal anlamda baktığımızda, dünyamızdaki göç etme hali bir çark gibi kimi zaman yavaş, kimi zaman daha hızlı bir şekilde dönmeye devam ediyor. Ve bu şekilde uygarlıklar şekilleniyor. Bireysel olarak ise bir kişinin vermiş olduğu kararlar sadece kendisinin değil, kendisinden sonra gelen nesillerin de kaderini çiziyor. Sebebini bilmesek de tüm ailesi göç etmişken bu topraklarda kalmayı tercih eden dedem İlyas Dib’in bu kararı sayesinde bu satırları yazmak ve paylaşmak benim kaderim haline geliyor.
- Antakyalı ve İstanbullu Ortodokslara dair bir “saha”dan notlar
“Hıristiyan mısınız? Neden bu konuları konuşmak istiyorsunuz?” Bu sorular, “dışarıdan” bir araştırmacı olarak -geniş anlamıyla- Rum cemaatinin içişlerine “burnumu soktuğumda” duyduklarımdan bazıları. Araştırma sahasında böyle dirençlerle karşılaşmak, elbette işimi zorlaştırdı. Buna karşın, karşılaştığım bu zorlukların üzerinde hem geçmişin yükü hem de ülkenin boğucu siyasi iklimin izleri olduğunu fark ettiğimde bütün bu süreç benim için daha da anlamlı bir hâle büründü. 2020 yılında yazdığım, Türkiye siyasi atmosferinin Antakyalı ve İstanbullu Ortodokslar arasındaki ilişkiyi nasıl şekillendirdiğini inceleyen yüksek lisans tezim, benim için çok boyutlu bir öğrenme süreci oldu. Literatürde kendine yer daha yeni yeni yer bulan Arapdilli Ortodokslara odaklanmayı seçmem çok da tesadüfi değil. Bu deneyimimi anlatabilmem için biraz gerilere gitmem gerekiyor. Üniversite döneminde yaşadığım politik aydınlanmayla birlikte, kendimi resmi tarih anlatısını sorgularken buldum. Bu anlatının vazgeçilmez “öteki” unsurlarından biri olan Rum cemaati hakkında daha fazla bilgi edinmek ve beraberinde etimolojiye karşı olan merakımı bir nebze olsun tatmin etmek adına, Yunanistan İstanbul Konsolosluğu bünyesinde Yunanca dersleri almaya başladım. Başlangıçta bu uğraşı, bireysel bir maceraydı. Ancak bu yolculuk derinleştikçe, “öteki” halkların bu topraklardaki deneyimlerini daha çok merak etmeye, onlar hakkında daha ciddi okumalar yapmaya başladım. Bu dönemde yolum Agos’la kesişti ve kısa bir dönem de olsa burada yazdım. Lisans döneminde yaşadığım kırılmalardan biri de bir Arap Aleviyle tanışmam oldu. Önceden, tamamen Sünni İslam’la özdeşleştirdiğim Arap dünyası hakkındaki algım böylece değişti, fakat bana bu konuda en büyük şoku yaşatan sanırım Arapça kilise müziğiyle karşılaşmam oldu. Her ne kadar konsolosluğun Yunanca kursuna gitsem ve az da olsa Rum cemaatinin sosyal ağlarına temas etsem de bu müziği Türkiye’de de icra eden Antakyalı Ortodoksların varlığından habersizdim. Okuduğum kitaplarda da buna ilişkin bir iz yoktu, ta ki sevgili dostum Yılmaz beni aydınlatana kadar. Azınlık içinde azınlık olan bu grup, aidiyetleriyle birlikte bana çok ilgi çekici geldi ve bu grup üzerine çalışmaya karar verdim. Mühendislik kariyerimden istifa edip siyaset bilimi okumak üzere Fransa’ya gittim. Fransızca literatürde “la minorité grecque d’Istanbul” (the Greek minority of Istanbul, İstanbullu Yunan azınlığı) olarak geçen İstanbullu Rum cemaati üzerinde bir çalışma yapmanın metodolojik zorluğu, diğer bir deyişle Fransızcada Rum/Yunan ayrımının olmaması, daha tez süreci başlamadan neyle karşılaşacağımın habercisi oldu. Yaptığım okumaları derinleştirsem de hem “dışarıdan” olan hem de hiç saha tecrübesi olmayan biri olarak bu çalışmanın altından kalkıp kalkamayacağım konusunda büyük endişelere kapıldım. Peki, “dışarıdan” biri olmanın getirdiği zorluklar nelerdi? Kilisenin kapısını çalınca… Eğer “dışarıdan” biriyseniz, böyle bir çalışmaya kalkışmanın en zor yanı sizinle mülakat yapmayı kabul edecek birilerini bulmak. O hep kapalı duran -sebepleri malumunuz elbette- kilisenin zilini çalıp en sempatik halinizle durumunuzu ifade etmek, çok da işe yarar bir yöntem olmayabilir. Evet, bunu yaptım. Balat’ta gözüme bir kilise kestirdim. İlk mülakat deneyimim olacaktı. Ne kadar heyecanlı olduğumu tahmin edebilirsiniz. Tabii, o ilk bariyeri aşmak için kendimi en kısa sürede en doğru şekilde ifade etmem gerekiyordu, bundan dolayı stresliydim. Herhalde zararlı biri olmadığım dışarıdan anlaşılıyordur diye düşündüm. Zili çaldım. Açan olmadı. Bir iki kez daha ısrarlı bir şekilde çalınca, görevli nihayet geldi. Derdimi anlattığımda, yetkili birinin olmadığını, yardımcı olamayacağını söyledi. “Ben”, dedim sesim içime kaçarak, “sizinle de konuşabilirim”. Duymazlıktan geldi. Ben zararlı görünmekten neden bu kadar korktum? “Karşı taraf” neden talebimi geri çevirdi? Bu, basit bir kabalık mıydı, yoksa ben yüzyıllar içinde örülen, halkları birbirinden ayıran o görünen o soğuk, görünmez duvara mı çarpmıştım? Bu işin böyle olmayacağını, sadece “Ümit” olarak böyle bir sahada çırpınmaktan çok da öteye geçemeyeceğimi anladım. Adımın önüne başka sıfatlar eklemem gerekiyordu. “Agos’ta yazmış aynı zamanda Avlaremoz’da da yazısı çıkmış Ümit”, “Yunanca bilen Ümit”, “Rum cemaatinden Yorgo’nun ama aynı zamanda Ermeni cemaatinden de Hagop’un arkadaşı Ümit”. Güven gerçekten ilk bariyerdi ve benim bunu aşabilmek için güven ağlarını halihazırda kurmuş kişilerin referansıyla harekete etmem gerekiyordu. Hal böyle olunca, ben de bağlantılarımı kullandım -bu vesileyle de yardımlarını esirgemeyen herkese teşekkür ederim. Mülakat yaptığım diğer kişilere de mülakat yaptığım kişilerin referanslarıyla ulaştım. Belirtmem gerekir ki, sosyo-ekonomik olarak daha üst sınıfa mensup Antakyalı Ortodokslara ulaşmakla ilgili herhangi bir zorluk yaşamadım. Bu kişilerle ağırlıklı olarak sosyal medya üzerinden iletişime geçtim ve mülakat, tahmin ettiğimden daha iyi ritimle ilerledi. Sınıfsal olarak bu kişilerden ayrışan diğer Antakyalı Ortodokslarla tecrübem ise çok heterojen oldu. Beni güleryüzle karşılayanlar olduğu gibi, bana kuşkuyla bakanlar da vardı. Daha mülakat başlamadan Hıristiyan olup olmadığım, ne yapmak istediğim ve Rum cemaatiyle olan ilişkim sorgulandı. Bu kuşkunun bana kalırsa birkaç sebebi var. Öncelikle, literatürde bu topluluk hakkında çok az çalışma var. Yani bir araştırmacıyla karşılaşmaları, yeni bir şey. İkinci olarak, Rum cemaatin de facto bir parçası olmalarına rağmen bazı Antakyalılar kendilerini, o cemaatin asli unsuru olarak görmüyorlar. Dolayısıyla “Neden İstanbullu Rumlar değil de kendileri muhatap alınıyor?” sorusuna cevap veremiyorlar. Üçüncüsü ise, verecekleri cevaplarla başlarının ağrımasını istemiyorlar. Bir tweetle insanların gözaltına alındığı bu ülkede, bir azınlık grubu mensubunun başına neler gelmez ki? Tezimin örneklemi sadece Antakyalı Ortodokslardan değil, aynı zamanda İstanbullu Rumlardan da oluşuyordu. Onlara da hem Rum hem Ermeni cemaatinden tanıdığım kişiler vasıtasıyla ulaştım. Eğer bu kişilere yazılı olarak iletişime geçtiysem, Türkçe yerine Yunanca yazmayı güven bağlarını önceden oluşturabilmek adına tercih ettim. Geri dönüşler bazen Yunanca, bazen Türkçe oldu. Neden altı sene boyunca bu dili öğrenmek için çabaladığımın biraz sorgulandı. Ben de daha 10’lu yaşlarda, dedemin annesiyle, yaşadıkları o eski Rum köyünün tarihi hakkında yaptığım konuşmaların bende nasıl bir iz bıraktığını keyifle anlattım. Bu dile karşı olan tutkumun genellikle takdirle karşılandığını ve bu samimi paylaşımların da mülakatın ilerleyişine olumlu bir katkı sağladığını söyleyebilirim. Nerede buluşalım? Mülakat yeri seçimini genellikle görüşmeciye bıraktım. Kolay ulaşılabilecek bir yerde bulaşabileceğimizi söyleyenlere, kabul ederlerse onların mekânına gelebileceğimi söyledim. Böylece mülakatları, konsolosluk, ev, kilise, mezarlık, işyeri, istos Kafe gibi görüşmecilerimin daha rahat hissedecekleri yerlerde yaptım. Bu, etnografik gözlem yapabilme fırsatı tanıdı. Bu sayede, birçok spontane diyaloğa şahit oldum. Bu spontane diyaloglar, sorularımı çeşitlendirmemi sağladı ve mülakatı derinleştirdi. Örneğin, literatürde de tartışmaya açılan Arapdilli Ortodoksların kendilerini kimliklendirme meselesi üzerine mülakat yaparken, görüşmecimin çocuğu geldi. Annesi de şu anda mülakat verdiğini söyleyince konu ilgisini çekti ve bizi dinlemek istedi. Spontane gelişen diyaloglar neticesinde, sonradan Rum lisesinde okuduğunu öğrendiğim bu genç, kendisini “Ortodoks Rum” olarak gördüğünü ve annesinin “Arap Ortodoks” tanımlamasına kesinlikle katılmadığını belirtti. Bu kırılmanın aynı ev içinde bile yaşanabileceğini görmek, bakış açımı derinleştirdi diyebilirim. Mülakat yeri seçimi kaynaklı, bahsetmeye değer iki olay yaşadım Bunlardan ilki, Şişli Rum Ortodoks Mezarlığı önünde gerçekleşti. Üniformalı bir polis, mezarlığın önünde beklediğimi görünce yanıma yaklaştı. Ben en fazla “Saat kaç?” gibi bir soru beklerken, o bana neden mezarlık önünde beklediğimi sordu ve kimliğimi kontrol etti. Bu olayın arka planda ne ifade ettiğini hemen anlayamadığımı itiraf etmem lazım, zira geniş toplumun mezarlıkları, saldırılma potansiyeli olan dolayısıyla kalın demir kapılar ve yüksek duvarla korunması gereken mekânlar değil. Polise elbette güven içinde mülakat yapacağımı söylemek yerine arkadaşımla buluşacağımı söyledim. Bu cevap üzerine beni rahat bıraktı. Ne garip değil mi? Herkesin birbirinden korktuğu ilginç bir memleket burası. Mülakat esnasında öğrendim ki, o bölgede bazen güvenlik sorunları çıkabiliyormuş. Bu da bazı kilise görevlilerinin de vurguladığı güvenlik sıkıntısını anlamama yardımcı oldu. İkincisi ise Balat’ta, İslamcı grupların yoğun olduğu bir yerde bulunan kilise önünde gerçekleşti. Kiliseyi ziyaret etmek için gelen bir Yunan turist kafilesi, bir grup sarıklı-cübbeli gencin içinde “gavur” kelimesi geçen sözlü tacizine uğradı. Ya grupta Türkçe bilen yoktu ya da sineye çektiler. Onu bilemiyorum. Özellikle o bölgede bulunan kiliselerde nadiren de olsa, bu tip olayların gerçekleştiğini öğrendim. “Bugün”ü konuşmanın zorluğu Mülakat esnasında en önem verdiğim şey, güven bağlarını daha en başta yaratmaya çalışmak oldu. Bu bağlamda, mülakata başlamadan önce yaptığım “muhabbette” özel hayatım (dini kimliğim, etnik kimliğim, yaptığım işler vb.) hakkında olabildiğince çok bilgi paylaştım. Bu, birçok mülakatı olumlu etkilese de “dışarıdan” biri olarak neden bu konuya eğildim sorusu, en çok aldığım soru oldu. Sosyoekonomik olarak daha alt sınıfa mensup bazı Antakyalı Ortodokslardan, mülakatın başında aldığım diğer soruysa Hıristiyan olup olmayışımdı. Mülakata başlamadan önce üzerinde durduğum başka bir nokta ise eğitimimi Fransa’da alıyor ve tezimi Fransızca yazacak oluşumdu. Dolayısıyla tezimin Türkiye’den ulaşılabilirliği sorgulamasını ortadan kaldırmış oldum. Bu süreçte, iki grup arasında gözlemlediğim en büyük fark, görüştüğüm bütün İstanbullu Rumların daha önce mülakat tecrübesinin olmasıydı. Hatta öyle ki, bir görüşmeci mülakatı yaptığımız hafta iki mülakat daha verdiğini belirtti. Özellikle, Varlık Vergisi, 1955 Pogromu, 1964 Sürgünü gibi literatürde de ele alınan, cemaatin demografik yapısını kökten değiştiren olayları anlatma pratiğini önceden edindikleri belliydi. Buna karşın, bugünün siyasi konjonktürünün cemaat içi ilişkileri şekillendirmedeki rolü hakkında sorduğum sorulara, ülkenin de siyasi atmosferi sebebiyle, çoğu zaman çekimser yanıt aldım, hatta öyle ki konuşmacıların bir bölümü, paylaştıkları bazı bilgileri yayınlamamamı rica ettiler. İstanbullu Rumların aksine, Antakyalı Ortodoksların böyle bir mülakat pratiği olmadığını, dolayısıyla mülakatların daha doğal bir şekilde ilerlediğini söyleyebilirim. Bu grubun kendini İstanbul Rum cemaatinin organik bir parçası olarak görüp görmemesi meselesi, bu bağlamda İstanbullu Rumlarla olan pozitif ya da negatif deneyimleri, cemaat içi ilişki dinamikleri hakkında bir fikir verse de ülkenin siyasi atmosferinin bunların üzerindeki etkisini irdeleyen sorulara İstanbullu Rumlara kıyasla daha net ancak yine de çekimser cevaplar aldığımı söyleyebilirim. Özellikle Aya Sofya’nın camiye çevrilmesinden sonra yaptığım mülakatlarda, ülkenin içine girdiği siyasi iklim daha net ama ölçülü bir dille eleştirildi. Tüm bu süreç, “dışarıdan” biri olarak benim için sadece entelektüel açıdan değil, duygudaşlık ve empati anlamında da öğretici bir süreç oldu. Peki, bu sürecin sonunda ortaya çıkan tezimin konusu olan Türkiye siyasetinin cemaat içi ilişkilere nasıl etkilediği meselesi? Dilerseniz, o da bir sonraki yazının konusu olsun.
- Ermeni Soykırımı’na Arap Coğrafyasından Bakmak
Ermeni Soykırımı’nın, bir akademik çalışma sahası olarak izdüşümü, soykırım terimini irdeleme boyutunu çoktan aştı ve soykırımın iç ve dış dayanaklarını temellendirme noktasına geldi. Yaşanan felaketin failleri, kurbanları, süresi, işleyişi, sebep ve sonuçları üzerine yapılan araştırmalar; günbegün irdeleme alanlarını genişleterek farklı odak noktaları belirlemeye olanak sağladı. İletişim Yayınları’ndan çıkan, Emre Can Dağlıoğlu’nun derlediği Arapların 1915’i ise bu meseleyi coğrafya unsurunu merkeze alarak inceleyen faal bir çalışma. Arapların 1915’i, soykırımın aktif mecrası olarak görülen İstanbul ve Anadolu’nun dışına çıkarak Arap coğrafyasında olup biteni, coğrafyanın ev sahiplerinin bakış açısına dayanarak analiz ediyor. Dört bölüme ayrılan ve on makaleden oluşan kitapta, Ermeni Soykırımı’nın Arap dünyasındaki yankıları sosyokültürel, politik, cinsiyet çalışmaları gibi belirli yönlerden sunulurken gazete ve hatıratlar aracılığıyla da elde edilen çıkarımlar somutlaştırılıyor. Yiğit Akın da kitaba yazdığı önsözde, çalışmanın özgünlüğünü, çeşitliliğini, coğrafi ve zamansal çerçevede düşünmeye davetini ve de sonraki araştırmalara bir çağrı olma niteliklerini vurguluyor. Birinci bölüm, Hamit Bozarslan’ın “İttihatçılık, Arap Vilayetlerini ve Kürdistan’ı Seviyor Muydu?” ana başlıklı makalesinden ibaret. Bozarslan, Osmanlı ve Arap ilişkisinin tarihçesini inceliyor ve bu ilişkinin bilinmedik boyutunu gün yüzüne çıkararak, arada yüzyıllardır süregelen sıkı bir dostluğun bulunduğu tahayyülünü yok ediyor. Makalenin dayanağını oluşturan “İttihatçıların ‘vatan’ tasavvurunda Arap âleminin, hatta Kürdistan’ın önemli bir yer tutmadığı” hipotezi İttihatçıların vazgeçmediği Turan projesi bağlamında ele alınıyor. İttihatçılara göre, özünde Osmanlı’nın bir imparatorluk mertebesine erişmesinde etkili olan Arap ve Kürt vilayetleri, çoktan ele geçirilmiş “boş arazi” konumundaydılar ve Orta Asya ve Kafkasya bölgesi kadar önem arz etmiyorlardı. Bozarslan “İttihatçılık neden güneye yönelmedi?” sorusunu da bu bağlamda inceliyor ve onların asıl odak noktasını oluşturan bölgenin Turan projesi kapsamına giren coğrafya olduğunu yineliyor. Bu çıkarım, Ermenilerin, Arapların, hatta Kürtlerin gözden çıkarıldığını; Türklük kimliği altında diğer etnik topluluklara uygulandığı verilerle sunulan sistematik şiddetin varlığını kanıtlıyor. Öte yandan, bu zihniyetin vatan ve Türklük algılarının beraberinde Ermenilere karşı oluşan bir “aşağılık kompleksi” olgusunu soykırım temasının ana unsuru olarak hesaba katılıyor. Konuya bu açıdan bakmak, küçümsenmeyecek bir polemik değeri taşıyor kuşkusuz. Ermeni Soykırımı yörüngesine yeni bir soluk getiren bu çalışmaya iddialı bir başlangıç. Kitabın ikinci bölümü Nora Arissian’ın “Arapça Gazetelerde Ermeni Soykırımı”, Emre Can Dağlıoğlu’nun “Korku Propagandası: Ermeni Soykırımını Bir Bedevi Asilzadesinin Kaleminden Okumak” ve Samuel Dolbee’nin “İmparatorluğun Sonundaki Çöl: Ermeni Soykırımının Çevre Tarihi” başlıklı makalelerinden meydana geliyor. Arissian, soykırımın Araplar ve Arap coğrafyası üzerindeki etkilerini gazete haberleri aracılığıyla somutlaştırırken, yaşanan felaketin trajik ama bir o kadar da gerçekçi boyutlarını algılayabilme olanağı sağlıyor. Arapça gazetelerde soykırım kelimesine eşdeğer güçlü sıfatların kullanımına değinerek, soykırımın Arap camiasının tansiyonunu yükselten, toplumda korku uyandıran bir trajedi olduğunu vurguluyor. Dağlıoğlu ise Bedevi asilzadesi Faiz el Ğüseyn’in Madabih fi Erminya [Ermenistan’daki Katliamlar] eseri aracılığıyla soykırıma tanıklıkların oluşturduğu dinamizmi açığa çıkarıyor. Faiz’in yazdığı metin, 1915-16’da özellikle Diyarbakır’da şâhit olduğu Ermeni katliamlarını ihtiva ediyor. Faiz, temelde metnini “Ermenilerin mutlak kurban, Türklerinse barbar katil olduğu” ana fikrine dayandırıyor. Dağlıoğlu ise bu fikri besleyen etkenin geçmişten gelen Osmanlı-Arap ilişkileri doğrultusunda canlandığı kanısıyla, metni daha açık ve anlaşılır bir hâle getirebilmek amacıyla Şerifi propagandayı inceliyor. Aradaki İslami birliğin de onarmaya yetmediği incinmiş bu bağ, Bozarslan’ın da değindiği Turancılık çabasının etkileri kapsamında inceleniyor: Faiz’in İttihatçıların beslendiği aşırı milliyetçiliği soykırımın gerekçesi olarak ele almasının Şerifi propaganda analitiğiyle de uyuştuğu görülüyor. Buna bağlı olarak, iki makalenin de değindiği noktalarda oluşan bu çok yönlü paralellik, vardıkları kanıları pekiştiriyor. Bölümün son makalesinde Dolbee, odağı tekrar coğrafi konuma getirerek “çöl” kavramını Ermenilerin tehcir sonrası ölüm kalım savaşı verdiği simgesel bir inceleme noktası olarak irdeliyor. Dolbee, Ermenilerin gönderildiği Cezire’nin coğrafi tahlilini sunarken, onlar için zor da olsa bir yaşam alanı hâline gelen çöllerle arasında sembolik bir bağ kuruyor. Ulus-coğrafya arasındaki bu bağla, ıssız ve boş çöllerin keyfiyeti Ermenilere verilen değerden azade görülmüyor. Böylece Ermenilerin çöl şartlarında hayatta kalsa bile asimilasyon ve köleleştirme politikalarıyla baş başa kalışı temellendiriliyor. Üçüncü bölümde yer alan Anna Aleksanyan’ın “Soykırım Süresince Araplarla Zorla Evlendirilen Ermeni Kadınların Özgürleştirilmesi Meselesi” adlı makalesi, soykırım özelinde kadın çalışmaları ve cinsiyet araştırmalarına yeni bir soluk kazandırırken, kadınların maruz kaldığı asimilasyon ve köleleştirilme meselesine değiniyor. Araplaştırılan Ermeni kadınların birçoğunun soykırım sonrası yaşamını kökleri ve evinden uzakta geçirmesi, bunun sonucunda dönme cesareti gösteremeyecek ölçüde asimile oluşları inceleniyor. Halbuki soykırıma maruz kalmış bir milletin yeniden doğuşunun mucizesi kadınlar ve çocuklarında saklı. Kitapta, Ermeniliğe karşı yürütülen bu olumsuz çabaların ardından, elde kalan derme çatma yuvaya dönme cesaretine sahip olan kadınların motivasyonu değerlendirilmemesi, bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Fakat bu durum, kadın çalışmalarına, farklı bir perspektiften bu konuya yönelme konusunda esin kaynağı oluşturuyor. Narine Margaryan’ın “Emir Faysal Bin Hüseyin’in 1918-1928’de Ermeni Mültecilere Dair Siyaseti”, Keith David Watenpaugh’un “Cihan Harbi’ni Hatırlamak: Alegori, Yurttaşlık Erdemi ve Muhafazakâr Tepki” ve Victoria Abrahamyan’ın “Harici Vatandaşlar: Fransız Mandası Suriyesi’nde Kimlik Etiketleme ve Kimlik Söylemi (1920-1932)” adlı makaleleri bölümün devamında yer alıyor. Margaryan, Suriye’de Emir Faysal yönetimi sırasında yürütülen Arap-Ermeni ilişkilerini inceliyor. Watenpaugh yine Faysal dönemi Suriyesi yörüngesinde Tabbakh ve Ğazzi’nin tarihsel çalışmaları üzerinden tarihyazımına katkıda bulunuyor. Buraya kadar yapılan çıkarımlar ışığında, Arap-Ermeni ilişkilerinin daima müspet ve yapıcı bir seviyede ilerlediği varsayımı yapılabilir. Ancak Abrahamyan ise konuya tamamen farklı bir perspektiften yaklaşıyor ve bu ilişkiyi Fransız mandası altındaki Suriye’de zuhur eden milliyetçilik akımı üzerinden değerlendiriyor. Böylece farklı dinamikler odağında gelişen ilişkinin ters ve olumsuz bir yüzü de okura nakledilmiş oluyor. Çoğunlukla yapıcı bir irtibatın yansıtıldığı makalelerden müstakil bir biçimde, ilişkinin kopma noktasına geldiği belirli olayların aktarımına dair noksanlık bir nevi giderilmiş oluyor. Kitabın son ve dördüncü bölümünde Şule Can’ın “Musa Dağı Ermeni Direnişi, 1939 Göçü ve Araplar” makalesi ve Rashid Khalidi’nin “Birinci Dünya Savaşı’nın İyileşmeyen Yaraları: Ermenistan, Kürdistan ve Filistin” adlı makalesi yer alıyor. Can, Musa Dağı Direnişi’nden 1939’a değin uzanan süreçte Ermenilerin yaşadığı umarsızlık anları ve geliştirilmeye çalışan savunma stratejilerini, Arap Alevilerin ettiği tanıklıklar aracılığıyla kayda geçiriyor ve soykırım literatürüne çarpıcı bir katkıda bulunuyor. Son olarak Khalidi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Orta Doğu’da güdülen siyasal politikaların Filistin, Kürt ve Ermeni halklarına yaşattığı ulusal travmalar üzerinde duruyor ve bu halklar arasında milli bağımsızlık trajedisi bağlamı üzerinden bir okuma yöntemi sunuyor. Arapların 1915’i, Ermeni Soykırımı’nı alışılagelmiş Türk ve Ermeni perspektiflerini bir kenara koyarak, Arapların gözünden inceliyor ve analiz edilecek yeni bir alternatif saha yaratıyor. Bu yeni bakış açısı, soykırımı belirli bir zaman dilimi ve coğrafya içinde meydana gelmiş olaylar sürüsü olarak ele almak yerine, başta politik ve coğrafi olmak üzere diğer unsurlar üzerinden irdeleyerek, soykırım kavramını yeniden üretiyor ve biçimlendiriyor. Bunu yaparken Arapları olumlu ya da olumsuz yönde bir niteleme veya etiketleme amacı gütmüyor, yalnızca mesele çeşitli açılardan okura sunuluyor ve okurun kendine has bir değerlendirme yapması arzu ediliyor. Bu alanda bir ilk olma mertebesi kitabı belirli unsurları incelemede kimi açıdan toy bırakabilir, ancak bu sahayı ve de keşfedilmemiş diğer alanları araştırmada esin kaynağı olması açısından bu kitap bir meydan okuma. * Bu yazı, ilk olarak Toplumsal Tarih dergisinin Mart 2022 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
- Antakya’dan İstanbul’a “eski usul” mezeci: Mezme
Mezme tam da pandeminin başladığı ve evlere kapandığımız günlere denk gelen kuruluşundan bugüne takip ettiğim, bulduğum ilk vakitte de yemeklerini tatmaya koştuğum ve bugün artık gitmekten vazgeçemediğim bir mekan. Öyle ki, ne zaman evden kendimi dışarı atsam, bir arkadaşımla da buluşacaksam, kendimi o gün illa ki Kurtuluş’ta Mezme’de buluveriyorum. Mezme’yi benim için özel kılan İstanbul’un etno-kültürel azınlığının kültürel mirasını yemeklerine yansıtmaları. Tabii, bundan da önemlisi İstanbul’un azınlığının içerisinde Antakyalıları da unutmuyor olmaları. Bugün Mezme mutfağında Antakya’nın bence ayrı bir yeri var. Bunun belki de bir sebebi, belki de en önemlisi, kurucularından Sasun Estukyan’ın annesinin Vakıflılı olması, birçok ürününün Antakya’dan tedarik edilmesi. Bir sebebi de belki de tesadüfen yolları kesişse de mutfakta Samandağlı Elizabet’in olması. Son olarak tesadüf bu ya, Sasun’un ortağı Burak Sarıgül de benim aşçılık stajı yaptığım mekanlardan bir tanesinde tanıştığım ve çok sevdiğim bir arkadaşım. Anlayacağınız beni Mezme’ye çeken birçok sebep var. Sasun’la beraber mutfağa girip yemek yapmayı uzun süredir konuşuyorduk. Sasun’un bir tarafı Antakyalı olmasına rağmen martadella yemeğini hiç duymamıştı, daha doğrusu duymuş ama yapmamış ve tatmamıştı. Martadella yapmak üzere mutfakta bir araya gelelim hem biraz da sohbet edelim istedik. Mezme’nin mutfağına girmek benim için çok özeldi ve hep beraber çok keyifli bir gün geçirdik. Sonunda Sasun ve Burak’la yaptığım küçük çaplı röportajda, Mezme’nin hikayesinden, İstanbul’un yemek kültürüne, Antakya mutfağına değindik. Bir de martadella tarifi çıktı ortaya. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Yemeğe ilgin nasıl doğdu? Biraz senin hikayeni dinleyerek başlayabilir miyiz? S: Yemeğe ilgim çocukken doğdu işte, çocukluğumdan beri girerdim mutfağa. Okul bitince çalışıyordum ama bir meslek bulmam gerekiyordu, aşçı olmam gerekiyordu. Epey sevdiğim işti. Biraz araştırdım, Mutfak Sanatları Akademisi’ni buldum. 2007-2008 mezunuyum. O tarihten sonra profesyonelleşti hobim. 2008’den beri de profesyonel olarak aşçılık yapıyorum. Birçok yerde çalıştım, 2019’da Mezme’ye gelene kadar mutfaklardaydım. Ortağın Burak’la nerede yollarınız kesişti? S: Çalıştığım mekanlardan tanışıyoruz. Tanışıklığımız ortak arkadaş çevremizden ama yine sektörel bir tanışıklıktı. Aynı yerlerde çalıştık, öyle pekişti. Etno-kültürel bir mutfak üzerine bir mekan açma fikri nasıl gelişti? S: En iyi bildiğimiz alan buydu. Ayrıca epey zengin bir kültür. Benim için iki taraftan da, hem Antakya mutfağı ayağı, hem İstanbul mutfağı ayağı. İkisinin de tarihsel birikimi var. Ama bugün yeterince yansıtılmıyor bence. Kurtuluş’ta da birçok mezeci var ama o tarifler artık günümüze fazla uyarlanmış. Patlıcan salatası dediğiniz zaman onun içine girenler ve girmesi gerekenler farklı durumdaydı. Kremadan mayoneze, yoğurda bir sürü şey katılıyordu. Ömrünü uzatmak, kesilmesini önlemek, mevsiminde değilse onu toparlamak için. Ama patlıcan salatasının içine girecekler bellidir, zeytinyağıdır, bir de patlıcanın kendisidir, bir de tuzdur. Bu fazla yoktu ortalıkta. En azından bugün için, 40 yıl öncesindeki Kurtuluş’un mezecilerinde muhakkak vardır. Hem Antakya hem de İstanbul var Mezme’de. Farkı bu herhalde Kurtuluş’taki diğer mezecilerden. S: Evet, iki kültürü aynı dolapta birleştirmek diyebiliriz. Bu iki kültür aslında Sasun’un ailesinden geliyor. Peki Burak, sen nasıl bulaştın bu işe? Azınlık mutfaklarına ilgin var mıydı Sasun ile tanışmadan önce? B.: Spesifik olarak bir azınlık mutfağına alakam yoktu tabii. Ama sektörde çalışan biri olarak, restoranlarda otellerde çeşitli pozisyonlarda görev yapan biri olarak mutfakla hep daha alakalıydım. İtalyan restoranında çalışıyorsam, o mutfağa hakim olmaya çalışıyordum. Sasun’la tanıştıktan sonra biraz da “doğru bildiğimiz yanlışlar” gibi bir şey oldu bende ve onun bahsettiği örnekler üzerinden biraz daha alakadar olmaya başladım. Mezme’nin fikir olarak ortaya çıkışında da zaten bu etkili oldu. Mezme mutfağında martadella pişiriyoruz. Hanginizin aklına geldi Mezme gibi bir mekan açmak? S: Burak’ın. B: Ben tabiri caizse piyasa diye tabir edeceğimiz yerleri işim dolayısıyla görüyor ve dolaşıyor olmuştum o zaman. Şunu farkettim. Doğma büyüme Kurtuluşlu değilim belki ama 15 senedir buradayım. Sasun’la arkadaşlığımız eskiye dayanıyor. Ve biz burada işimiz dolayısıyla kalabalık arkadaş sofraları kuruyoruz, bazen buradaki mezecilerden de alışveriş yapıyoruz. Ben de dışarıda dolaşırken, yapılan yemekler, işletilen yerler, işletmecilik anlayışı, bunların hepsini bir arada düşününce, işte yeni nesil meyhane fikrinin ortaya çıkmasını katalım, insanların, işletmenin bir yemeği olması gerektiği gibi yapmadan, bir şeye uyarlamaya çalışıyor olması fikri beni rahatsız etti. Bir şey yapma fikri de ortaya çıktığında, biraz da stratejik olarak diyeyim, söyle düşündüm: Biz niye geçmişe dönüp klasik tarifleri uyarlamıyoruz? Aslında biraz da basit olanı ama bazı açılardan da zor olanı uygulayalım. Hem aradan sıyrılalım hem de doğru bildiğimizi yapalım. Özellikle Sasun’un nezdinde kültürel bir şey bunun devam ediyor olması. Sadece de onun nezdinde değil, Kurtuluş’ta yaşayan, İstanbul’da yaşayan bir sürü insan için bu yemeklere ulaşamamak gibi bir durum ortaya çıkmaya başladı. Bunu da bir süredir konuşuyorduk. Aslında yapacağımız şey basitti, klasik tarifleri uygulamak, bulabildiğimiz reçeteleri ortaya çıkartmak, özellikle aileden bunlara ulaşmaya çalıştık. Böylece bir İstanbul mutfağını -doğru bir tanım mı bilmemekle birlikte-, burada 50-60 senedir yapılan yemekleri biz de bir mezeci anlayışıyla yapalım. Amacınız bir koltuk meyhanesi değil, bir üretim mutfağı kurmaktı diye biliyorum. Zaten evden üretime başladınız. Mekana geçme fikri hacimle mi doğdu? S: Potansiyelle oldu. Oturduk çok konuştuk, çok düşündük, çok araştırdık. Hesap yaptık, kitap yaptık, ne olur, ne biter. Çünkü bir de pandeminin ortasında verdik bu kararı. Evden başladığımızda güzel başlamıştık, güzel ivmelenmişti. Memnunduk ama Şubat’ın sonunda pandemi Türkiye’ye geldiğinde kestik her şeyi. Zaten o dönem Burak’ın kendi işi, benim kendi işim vardı. Farklı yerlerde çalışıyorduk ikimiz de. Hayatta bir sürü şey değişti pandemiyle birlikte. Evden yapma işini durdurduk. Bir altı ay geçti bunun üstünden, Burak’la beraber konuştuk. Yapılabilir bir şey bu, yapılmayacak bir şey değil, çünkü paket servisin hacmi artmıştı. O süreçte hesaplamaların sonunda tamam dedik açabiliriz. Evden üretim ne zaman başlamıştı? S: 2019 Kasım’da. 2020 Kasım gibi de burayı açtık. İki kere tadilat sürecinden geçti burası. Aslında başından beri bu ön kısmı açabiliriz fikri vardı. İlerisi için ne olur ne olmaz diye düşünmüştük. Ama iki tadilattan geçti. Burası mutfak kurmaya müsait değildi biz kiraladığımızda dükkan olarak. Önce onun bir altyapısı yapıldı. Ondan sonra ikinci tadilat da ön tarafı açmak için yapıldı. Yani burada sadece satış yapmak için değil, insanları ağırlama kısmı için bir tadilat daha geçirdik. Şu anda Mezme’nin bilerek ya da bilmeyerek üstlendiği bir misyon var gibi geliyor bana. Azınlık kültürlerini yemekler üzerinden yaşatmak. Baştan bir fikir vardı ama bu boyuta geleceğini düşünüyor muydunuz? B: Başladığımızda aslında paketlememize kadar her şeyi düşünmüştük. Hani Amerikan filmlerinde vardır ya garajda başlarsınız. Biz de o mutfakta (Sasun’un annesinin) başladık. Romantize ettiğimiz şeyler vardı gerçekten, evler çok eski Kurtuluş’ta ama iyi bir planlama yaptık açıkçası. Logomuzu bir arkadaşımız tasarladı. İsmi de düşünüyorduk, Sasun’un kardeşi Vartan önerdi. Çok hoşumuza gitti. Fonetik olarak mezeyi çağrıştırıyor ve Ermenice “bizden” diyor olmak hoşumuza gitti. Bazen soran oluyor Ermeni mezeleri mi diye ama diyoruz bir milliyeti yok, bu çok kültürel ve geçişken bir şey. Bizden, sadece Ermenilerden demek değil. Ermenice bir kelime ama kapsayıcı bir “bizden”. Mesela, Sefarad mutfağından bir yemeğimiz var, o da “bizden”. S: Planlamamızda başta sadece Ermeni mutfağı yada benim ailemde yapılan yemeklerin olmayacağı başta konuştuğumuz ve karar verdiğimiz bir şeydi. Aile yemekleri en bildiğimiz kısmıydı, yola çıkış sebebimizdi ama biliyorduk süreç içinde daha kapsayıcı olacağımızı. B: İşletme olarak evrim geçirmiş bir yer aslında burası, vitrin dolabı bile kurgulamadık burayı açarken. Geçmişe dönük bir şeyler yapalım diyorduk ama klasik mezeci olmak gibi bir derdimiz de yoktu. İnsanların talebi doğrultusunda ona evrildik. Sonra koltuk meyhanesi ortaya çıktı. Ama menümüzün yüzde doksanı en başta tasarladığımız menümüz. Mezme’de koltuk diye bir konsept oluşturdunuz. Bilmeyenler için, nedir Mezme Koltuk? S: Mezme Koltuk, Mezme’nin ön tarafında bulunan boşluğa verdiğimiz isimdir. Bu ismi de meyhane geleneklerinden biri olan koltuk meyhanesinden hareketle verdik. Tıpkı bu meyhanelerde olduğu gibi, mahalle arasında bulunan, ayak üstü uğrayacağınız, oturup iki tek atıp kalkacağınız bir mekandır. Sasun, peki senin bir tarafın Antakya, annenden dolayı ama ne kadar vardı bu kimlik sende? Antakya’ya gider misin mesela sık sık? Yoksa yemekle mi girdi hayatına bu kimlik? S: Turistik olarak vardı Antakya benim için. Biliyordum bizimkilerin memleketi, köyü, orada akrabalarımın yarısı var ama ben çocukluğumdan beri bayramdan bayrama birkaç senede bir Ağustos ayında giderdim, beş gün, bir hafta kalırdım. Böyle bir anlamı vardı. Antakya’nın kalanında çevrem yoktu ama Vakıflı’ya gittiğimde dolaşırdım ilginç tarihi, gastronomik bir sebep mutlaka olurdu. 2010 senesinde ben Antakya’ya çalışmaya gittim Antakya mutfağını öğrenmek için. Tamam aile Antakyalı ama böyle bambaşka bir kültür var Antakya mutfağı diye. Benim parçam olmasa dahi orada bir aşçı olarak araştırmaya öğrenmeye değer bir birikim var. Orada bir tanıdığımın restoranında işe girdim. Kış sezonuydu, otel aktif değildi ama restoran çalışıyordu. Antakya mutfağını orada deneyimledim, biraz şekillendi, anladım biraz ne, nasıl, niye böyle, tahinin, zeytinyağının yeri ne mutfakta gibi şeyler orada oturdu. Çünkü Antakya’nın ev içi mutfağı, yöresel malzemelerden yapılan tarhanalar, çorbalar çok özel ama gastronomik bir karşılığı yok çok fazla. Mesela humus nasıl yapılır bildiğim bir şey değildi. Humus bizim evde günlük hayatın bir parçası değildi. Peki mutfağınızda bir de Samandağlı var, Elizabet. Onunla yollarınız nasıl kesişti, tesadüf mü oldu? S: Tesadüf oldu diyebiliriz. Ortak çevremizin tavsiyesi ve birbirimizi bağımsız olarak duymamız. Ama tanıştıktan sonra kaçınılmaz bir durum oluştu. Burada ihtiyaç oluşur oluşmaz ilk aklımıza gelen isim o oldu. Mutfaktaki malzemelerinizi sormak istiyorum bir de. Antakya’dan getirdiğinizi biliyorum birçok malzemeyi. Zeytinyağı üzerine çok düşünürüm ben mesela, güzel olmakla birlikte standardizasyonu sağlanamıyor bölgedeki zeytinyağının. Sizin için de problemli bir konu mu bu? S: Çok problemli bir konu tabii ki. Hele bugün çok daha fazla problemli, malum televizyonlarda sürekli yağ konuşuluyor. Biz de bunlarla var oluyoruz, bunları işliyoruz, satıyoruz. Sadece fiyatı değil, tedariği de problem. Aynı ürünü aynı kalitede aynı tedarikçiden bulmakta zorluk yaşıyoruz. Zeytinyağı hem Ege’den geliyor hem de Antakya’dan alıyoruz. Ama tedarik edebilene kadar etkileniyoruz. Aynı üreticiden ikinci parti malzeme farklı kalitede geliyor. Tahinde de aynı sorun oluyor, zeytinde de. Bugün salça, zeytinyağı, nar ekşisi, her şey oradan geliyor mutfakta. Peki Mezme için gelecekte nasıl bir vizyonunuz var? B: Standardımızı ve kaliteyi bozmadan eski İstanbul ve Antakya mutfaklarından ürünleri sunabilme iddiamızı sürdürmek. Martadella Malzemeler (yaklaşık 10 parça için): çiğ köftelik et (tercihen 3-4 kez karbonatla çekilmiş)⎮1 kg kuyruk yağı (tercihe bağlı) ⎮250 gr ceviz ⎮60 gr yumurta ⎮2 adet galeta unu ⎮150 gr sarımsak ⎮1-2 baş (büyüklüğüne göre karar verin) kırmızı şarap ⎮2 su bardağı Domates püresi⎮200gr sirke ⎮1 su bardağı tane karabiber ⎮10 adet tane yenibahar ⎮10 adet kabuk tarçın ⎮1 adet tereyağı ⎮50 gr toz karabiber, tuz sıvı yağ (kızartma için) Tarif: Eğer çiğ köftelik eti kasaptan çekilmiş almadıysanız evde iyi ve büyük bir mutfak robotunda karbonatla birlikte iyice çekmeniz gerekir. Çektiyseniz eti robottan çıkarın. Cevizi çekin ve bir kaseye alın. Sonra sarımsağı çekin ve üzerine kullanacaksanız kuyruk yağını ekleyin. Kenara koyduğunuz çekilmiş cevizi, eti, yumurtaları ve galeta ununu etkileyerek karışım bütünleşene kadar rondoda karıştırmaya devam edin. Elinizin altına bir kase su hazırlayın. Önce karışımı eşit parçalara bölün. Sonra elinizi su ile sürekli ıslatarak ince uzun bir şekil verin. Sonra derin bir kızartma tavasında bu parçaları renkleri koyulaşana kadar kızartın. Kızaran parçaları derin bir tencereye yerleştirin. 2 bardak şarap ve 1 bardak sirkeyi üzerlerinde gezdirerek tencereye dökün. Tereyağı, domates püresi, kabuk tarçın, tane karabiber ve yeni baharları ekleyip kaynayana kadar yüksek ateşte pişirin. Daha sonra ocağın altını kısın ve martedellalar şarap ve sirkeyi iyice içine çekene kadar ve arada bir dikkatlice çevirerek pişirin. Piştikten sonra hemen kullanmayacaksanız buzluğa kaldırabilirsiniz. Hemen kullanacaksanız halka halka keserek ılık ya da soğuk olarak servis edebilirsiniz.
- Kocamahhul: “Dinimizi gelecek nesile yaklaştırmak için ayinlerde Almancayı kullanmak istiyoruz.”
Avrupa’daki kiliselerin başkanlarıyla yaptığımız röportajlar Almanya’daki Pforzheim Rum Ortodoks Kilisesi Başkanı Michael Kocamahhul ile devam ediyor. Kocamahhul bu röportajda bizlere cemaatin yapısını, gençlerin yönetimde aldığı önemli rolü, göç ile Almanya’ya gelen Suriyeliler ile kilise çatısı altındaki ilişkilerini ve ayin dilinin Almanca olarak tercih edilmesinin nedenlerini anlatıyor. Röportaj: Ferit Tekbaş Kendini ve yönetici olduğun cemaatimizi okuyucularımıza tanımlar mısın? Ne kadar zamandır cemaat başkanlığını yürütüyorsun, kaç kişilik ve kaç haneli bir cemaatten bahsediyoruz? Ben 1986 Antakya doğumluyum. Evli ve üç çocuk babasıyım. 2016’dan beri Pforzheim’daki kiliseye başkanlık ediyorum ve ondan önce bir gençlik temsilcisi olarak aktiftim. Pforzheim’ın 150 aktif üyesi ve yaklaşık 50 ailesi var. En büyük kısmı Antakya’dan gelmektedir. Yıllarca metropolitliğimizin kilise çatı örgütünün başkanlığını yaptın. Bu çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Ne gibi bir görevi var bu örgütün? Metropolitimize yönetici direktör olarak hizmet ettim ve piskoposumuza çeşitli projelerde yardımcı oldum. Bu projeleri kısaca sayacak olursak, üye cemaatleri bir araya getirmek ve onları aktif olarak desteklemektir. Misal finans sorunlarını çözmek, sosyal aktiviteleri desteklemek ve bütün idari sorunlarına beraberce çözüm getirmek görevimizdir. Gelecekte daha iyi çalışma garantisi sağlamak için gençlerimizin cemaat yönetimlerinde aktif olması gerekmektedir. Bunu mutlaka başarmalıyız aksi takdirde cemaatlerimizin Almanya’da başarılı ve kalıcı olması garantisi kalmayacaktır maalesef. Suriye’deki savaştan bu yana birçok Ortodoks Hıristiyanın Almanya’ya yerleştiğini biliyoruz. Pforzheim’deki kilise cemaatimizin Suriyeli Rum Ortodoks Hıristiyanlarla entegrasyon çalışmaları ne durumda ve oranı ne kadar? 2015 yılında Suriyeli kardeşlerimizi kilisemizde ağırlamaya başladık. Onlara çeşitli konularda destek olduk. Kilisede üye olarak 10 aile faaliyet gösteriyor. Üye olmayanların ve kilisemize devamlı gelen Suriyeli kardeşlerimizin sayısı çok daha yüksek. Ayrıca yönetim kurulunda iki Suriyeli kardeşimize görev verdik. Bu bizi çok memnun ediyor. Şu anda Rusya – Ukrayna savaşı nedeni ile Almanya’ya gelen Ukraynalı mülteci kardeşlerimize de kapılarımızı açık tutmuşuz. Şimdiye kadar kendinizi nasıl finanse ettiniz, Alman devleti veya patrikliğimiz size maddi yardımda bulunabildi mi? Kendimizi üyelerimizin bağışlarıyla ve düzenlediğimiz etkinliklerle finanse ediyoruz. Pforzheim şehri bizi çeşitli proje ve konularda destekliyor sağolsunlar. Geleceğe çok ümitle bakıyoruz ve bu nedenle üyelere bize desteklerinden dolayı teşekkür ediyoruz. Almanya’da bulunan diğer kilise cemaatlerimiz ile, örneğin buraya uzak olmayan Stuttgart’taki cemaatimiz ile çalışmalarınız veya bağlantınız var mı? Daha önce de belirtildiği gibi, odak noktam cemaat kiliseleri arasındaki işbirliğiydi. Genişletilebilecek iyi bir temel ilişki var. Cemaatlerin arası Stuttgart dahil iyi ilişkilerimiz mevcut lakin, bu ilişkilerin derin olduğunu söyleyemem ama daha derinleşmesi için Cemaat yönetim kurularının bu konuda çok aktif rol almaları gerekir ve beraber sosyal projeler ile bizi yakınlaştıracak adımlar atılması gerekir. Pforzheim ve Stuttgart’ta kiliselerimiz birbirinden 25 kilometre uzaklıktadır. O zamanlar neden Pforzheim’da bir cemiyet kurmak zorundaydınız, ne de olsa Stuttgart cemiyetimize katılabilirdiniz ve mevcut olan maliyetler bu kadar da yüksek olmazdı? Başlangıçta Karlsruhe’deki kiliseyle birlikteydik. O zamanki yönetim kurulu 2001 yılında kendi kiliselerini kurmaya karar verdi. Bu doğru bir hamle olmuştu. Karlsruhe’deki kiliseye bizi desteklediği için çok teşekkür ederiz. Birbirimizi çeşitli bayram ve festivallerde ziyaret ediyoruz ve bu bizim ortak bir kilise olduğumuzu gösteriyor. Stuttgart Kilisesi ile birleşme projelerimiz şimdiye kadar yoktu hatta düşünce olarak da yoktu. Pforzheim’da bizim üyelerimizin takriben yarısı kiliseden 3 km uzaklıkta kalıyor. Bu yakınlık da bizlerin kilisede daha aktif olmamamızı da sağlıyor. Malum Antakyalı Ortodokslar Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumdalar. Bugün annelerinden babalarından öğrendikleri Arapçayı da giderek daha az konuştuklarını görüyoruz. Pforzheim cemaati özelinde bu durum nasıl? Arapça, Türkçe ya da Almanca konuşuyorlar mı? Arapçayı (ya da Türkçeyi) öğretmek gibi bir projeniz var mı? Burada Almanya’da 4. kuşakta yaşıyoruz, anadil fiilen yok oluyor ve normal hayatta ve kilise ayinlerinde Almanca konuşuyoruz. Şu anda proje olarak bir dil okulu düşünülmemektedir. Ama bu Arapça ve Türkçeyi unuttuğumuz veya konuşmadığımız anlamına gelmez. Cemaatimizde bulunan üyelerimiz sadece Antakyalı Ortodokslardan ulaşmamaktadır. Üyelerimizin arasında sayısı yüksek olan diğer milletlerden ulaşan Ortodokslar bulunmaktadır. Dolayısıyla ortak dilimiz Almancadır ve bu durum ağırlıklı olarak Almancayı kullanmayı gerektiriyor. Peki cemaatten Türkçe, Almanca ya da Arapça olsun gibi bir talep var mı? Bu konudaki görüşüm çok net. Dinimizi gelecek nesle yaklaştırmak için kilise ayinlerinde Almancayı kullanmak istiyoruz. Teoloji zor bir alandır ve burada geniş bir kelime dağarcığına ihtiyacınız var. Birçoğunun Almanya’da çok iyi bir eğitim aldığını ve kilisede herhangi bir dil engeli ile karşılaşmamaları gerektiğini söyleyebilirim. Pforzheim’da o kadar ilerideyiz ki, hizmetin yarısı Almanca olarak yapılıyor. Çok zaman ve çaba gerektirdi ama doğru yoldayız. Gençlerimize yönelik ne gibi sosyal faaliyetleriniz var? Kurulumuz gençlerden oluşuyor. Bu değişiklik 2016 yılında yürürlüğe girmiştir. Çeşitli etkinlikler yapan bir gençlik grubu ve bir gençlik korosu var. Yönetimin büyük kısmı gençlerden ulaşmaktadır. Gençlerimize güvenimizi günden güne artırıyoruz. Neticenin şu an için çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Kilise ve cemaatinizin geleceği için, ne gibi projeleriniz var? Şu anda küçük bir kilisemiz var. Bir sonraki proje, kendi salonu olan daha büyük bir kilise olacak. Toplum yaşamını geliştirmek için daha fazla çaba sarfetmeliyiz. Maalesef şu an ve gelecekte Almanya’da birçok kilise boş ve kapatılma tehlikesi altındadır. Mutlaka bizim etrafımızda boş ve bize uygun bir kilise alma imkanımız doğacaktır. Dolayısıyla biz cemaat olarak yeni bir kilise inşaat etmeği gerekli bulmuyoruz. Cemiyetinizin en büyük sorunları nelerdir? En büyük sorun Korona kriziydi. Kilise ayinlerine çok az kişinin girmesine izin verildi. Çok şey öğrendik ve birlikte üstesinden gelmeyi başardık. Korona nedeni ile bütün cemaatlerimizin yaşadığı finansal sorunu biz de küçük cemaat olarak ağırlıklı yaşadık. Buna rağmen bu şartlar altında şu an devamlı olarak bir pederimizi bizde ayin yapması için Pforzheim’a getirmeyi de başardık. Antakyalı Rum Ortodokslara dair ara ara gündeme gelen cemaatin etnik kökeninin Rum ya da Arap olduğuna dair bir tartışma var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Evet, bu konuda çok fazla tartışma var. Benim tavsiyem, yetkin insanlar ve tarihçiler bir masaya oturup bu konuyu tartışsın. Bu keyifli söyleşi için Nehna ve okuyucularımız adına size teşekkür ediyorum. Daha ilk adımlarını atan Nehna’nın okurları için eklemek istedikleriniz var mı? Güzel röportaj için size Ferit Bey teşekkür eder, Nehna ailesine başarılar dilerim.
- Brezilya’daki Antakyalılar: Çok Eski Bir Fotoğraftan Güzel Bir Hayale Doğru!
1980’lerin sonlarına doğru bir yaz günü, Antakya’da babamları görmeye gitmiştik eşimle. Babam o sıralar Antakya’nın, 1970’lerde yeni apartman yaşamına geçen “Zenginler Mahallesi”nde dürüstlüğü ve işindeki kalite anlayışı ile tanınan bir inşaat boyacısı idi. Biz oradayken, bir gün akşama doğru eve döndüğünde gazeteye sarılmış büyükçe bir paket vardı elinde. Sordum bu ne diye. Yanıtı “Evini boyamakta olduğum Madam Elen, bu eski çerçeveyi al götür boyayıp evinde içine bir fotoğraf koyup asabilirsin, ben de kıramadım Madamı aldım getirdim eve” oldu. Merakımı gidermek için babam paketi açtı. Ortaya cam çerçeveli 45 e 40 santimlik düz geçmeli ahşap eski bir çerçevenin içinde 23 e 20 ebatlarında eskimiş bir siyah beyaz fotoğraf çıktı. Geçmeli çivisiz düz ahşap geniş çıtalardan imal edilmiş dikdörtgen çerçevenin içindeki siyah beyaz fotoğrafı dikkatle inceledim. Fotoğrafta bir tiyatro sahnesinde özel kıyafetlerle poz vermiş kadın ve erkekler yer alıyordu. Fotoğrafın arkasında da heyecanımı arttıran bir baskı yazı yer alıyordu. Arapça ve Portekizce dilllerinde “Fondada em 11-10-1925, “Sociedade Uniao Antiochia” (11.11.1925 yılında kurulmuş Antakyalılar Derneği) ve Santos –Brasil notlarını görünce çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. O anda ilk aklıma gelen şey bu fotoğrafı koruma altına almaktı. Babam heyecanımı görüp de “Al oğlum fotoğraf sende kalabilir” deyince çok sevinmiştim. Fotoğrafa baktıkça, babam yaşındaki komşu ve tanıdıkların 1970’lerdeki eski sohbetlerini hatırladım. Sohbetlerde söz gurbetten açıldığında “Benim Brezilya’da (bu Arjantin veya Venezuella da olurdu) çok önceden Antakya’dan göç eden kardeşlerim, yeğenlerim yaşıyor, onlardan ancak mektuplaşarak haberleşebiliyoruz” dedikleri geldi aklıma.Ve dedim ki “Bu fotoğrafa bakınca boşuna heyecan duymuyorum yukarıdaki bana bir mesaj iletiyor herhalde! Antakyalı olma sorumluluğumu yerine getirmemi şart koşuyor!” Bu fotoğraf, böylece bir belgesel projesi hazırlamam için esin kaynağı oldu. Projemin hedefini Antakya’da yaşayıp hala Brezilya’da akrabası, tanıdığı olanlarla buluşup (fotoğrafta yer alan soyadlarından başlayarak) bu fotoğraf üzerine düşüncelerini almak, söyleşmek ve röportajları kayıt altına almak, izinlerini alarak onları şimdiki halleri ile fotoğraflamak. Bu belge ve fotoğraflarla belli bir lojistik hazırlık yaptıktan sonra Brezilya’da Santos ve Sao Paolo’ya gidip buradaki akrabalarının fotoğraf ve söyleşilerini onlarla paylaşarak benzer söyleşi ve belgesel çalışmaları orada sürdürmek oluşturuyor. Bunu yapabilirsem, hem Antakyalı olmanın sorumluluğunu yerine getirmenin hem de belgesel fotoğrafçılığımın hazzını yaşamış ve gelecek nesillerin de bu buluşmadan haberdar olmalarını sağlamanın sevincini yaşayabileceğim. Pandemiden hemen önce Mersin Brezilya Fahri Konsolosu C.S ile bu konuda hedeflerimi ve proje detaylarımı paylaşma imkanı buldum. Konsolosun söyledikleri hala kulağımda. “Brezilyadaki Antakyalılar kadar kendime yakın hissettiğim başka topluluk yok neredeyse. Oralara ne zaman gitsem Antakyalılar misafirperverlikleri ile künefe, içli köfte gibi geleneksel yiyeceklerden beni mahrum bırakmazlar ve gönüllerini açarlar bana!” Konsolos, bu proje hayalimi gerçeğe çevirmemde bana yardımcı olacağını söyledi, ama pandemi koşulları nedeniyle hala bir şey yapılamıyor maalesef! Buluşma Projesine ben manen hazırım, maddi destek bulduğum anda da önemli bir aşamaya gelmiş olacağımı ve Brezilya’da yapacaklarımı hayal etmeye devam ediyorum ve bu hayalimle ilgili destek verecek, fotoğraf ve anı paylaşacakların katkıları için şimdiden teşekkür ederim. Notlar: Fotoğraf ön yüzündeki yazıların çevirisi: 1928 yılının 23 Eylül akşamı, Colizo Tiyatrosunda Antakyalılar Birliği Derneği’nin (Antiochenes Union Association) destekleri ile Salah Aldin’in tiyatro oyununda rol alan erkek ve kadınlar Soldan sağa adları: Oturanlar: Elie Aboud Kabarity, Gerjy Abdul hak, Amin Wakil, Ms. Adele Najeeb Khoury, Ms. Mariana Rahmoush, Ms. Salma Najeeb Khoury, Hanna Najeeb Khoury, Elias Arab, Alexy Abdul hak. Ayaktakiler: Rizk Allah Kassis, Nicholas Obeida, Hanna Aydah, Salim Najeeb Khoury, Saba Abdul Maseeh Saba, Ebrahim Tadheesh, Elie Abdullah Dardakiye, Rizk Allah Najeeb Khoury, Hanna Kassis, Noury Shehadeh, Zakrouz Bsharah Mashta, Amin Hosh, Salim Afira, Gerjy Abdo, Hanna Abdullah Dardakiye. Saygıdeğer babanıza ve kızkardeşlerinize sevgilerimle, Amin & Iskandar
- Antakya’da Paskalya’nın yemek hali: Yumurta, Lebeniye, Kak-ıl Hışn
Ortodoks Kiliseleri bugün Paskalya’yı, yani Diriliş Bayramı’nı kutluyor. Bugün de birçok dini bayramda olduğu gibi, -dindar olsun olmasın- birçok Türkiyeli Hıristiyanın köklerine, benliklerine yakın hissedecekleri, sevdikleriyle geçirmeyi tercih edecekleri, özel yemekler yapacakları günlerden biri. Aslında Hıristiyanların önemli bir kısmı, Paskalya’yı geçen hafta (17 Nisan) kutladı. Malum Batı ve Ermeni Apostolik Kiliseleri, Gregoryen takvimi temel alır ve Paskalya’yı 21 Mart’tan sonra ilk dolunayın ertesindeki pazar günü kutlarlar. Doğu Kiliseleri ise bugünü Jülyen takvime göre ayarlar ve ayrıca Yahudilerin Pesah -diğer isimleriyle Fısıh ya da Hamursuz- Bayramı’nın geçmesini beklerler. Takvimler bazen denk düşse de bu sene bir hafta arayla kutlanıyor Hıristiyan aleminde Paskalya. Farklı dini/etnik ritüellerde yumurta simgesi Paskalya denince ilk akla gelen yumurta ve tavşan simgeleri. Yumurtanın simge olarak kullanılması aslında tek tanrılı dinlerden çok daha gerilere uzanıyor. Pagan kültürlerde yumurta doğanın uyanışını, bereketin gelmesini simgeliyor. Levon Bağış Agos’taki yazısında, Paskalya’nın kutlana geldiği tarihler aslında pagan tanrı Babilli İştar’ın doğaya bereket getirdiğine inanılan tarihlerlerle denk düştüğünü ve Antik Anadolu’da Fenikelilerin de bu bayramı tavşan ve yumurta simgeleri üzerinden kutladığını hatırlatıyor. Yahudiler yumurta boyamasa da, yumurta Paskalya’yla yakın bir döneme denk gelen Pesah’ta kurdukları sofralarında bulundurdukları önemli unsurlarından biri. Seder sofralarındaki yumurta, Yahudiler için yuvarlak şeklinden dolayı yaşamın döngüsü, doğum ve yenilenmek anlamına gelir. Aşkenaz Yahudiler, İsrailoğullarının gözyaşlarını ve tapınağın yıkımını anmak için katı yumurtaları tuzlu suya batırıp yerken, Seferadlar soğan kabukları ve kahveyle uzun süre pişirdikleri “huevos haminados” denen kahverengi renkli yumurtaları Seder sofrasına koyarlar. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kutlanan, Hızır ile İlyas peygamberin yeryüzünde buluştuğuna inanılan günü anmak için düzenlenen Hıdırellez şenliklerinde de yumurta boyanır ya da haşlanır ve yiyenlere güç ve sağlık getireceğine inanılır. Antakya’daki Arap Aleviler de yılda iki kez yumurta boyarlar. Bunlardan bir tanesi Sabağtaş Bayramı. Bu bayram, İsa’nın yeryüzüne geri geleceğine ve Arap Alevilerin inancında kıyametin onyedisinde (Sabağtaş Arapça 17 demektir) kopacağına olan inançla ilgilidir. Bir diğeri ise Fransız İhtilali’nin yıldönümüne denk gelmesi sebebiyle yıllarca yasaklanan ama aslında Hıristiyan havarilerin Antakya’ya gelmesi ve putperestlerin imana gelmesinin anıldığı 14 Temmuz’da kutlanan Evveltemmuz’dur. Bu bayramda genç kızların yumurta boyayıp hoşlandıkları erkeklere verme gibi bir ritüel de yaşatılır. Antakya’daki Hristiyanlar da Paskalya’da tokuşturmak üzere yumurta boyarlar. Tokuşturulan ve kırılan yumurtalar dirilişi sembolize etmektedir. Günümüzde birçok yerde yumurta boyamak için gıda boyası kullanılsa da, bugün Antakya’nın köylerinde soğan kabuklarıyla yumurta boyanmaktadır. Antakya-Mersin-İskenderun bölgesindeki Paskalyalar, geleneksel olarak kilisede sabaha karşı kurulan sofralar, Paskalya öncesi bu bayram için bulma yarışına girişilen firavun tavuğu yumurtaları ve tokuşturma esnasında insanların tatlı tartışmalarına sahne olması açısından adeta bir şenliğe dönüşür. Çocukluğumda gece kilisede ayin sonrası kurulan bu sofraları iple çekerdim. Masaya boyum yetmese de benden büyüklerin yumurta tokuşturması, yumurtası kırılanın kıranı hile yapmakla suçladığı tatlı çekişmeleri izlemek beni heyecanlandırırdı. İstanbul’da Paskalya Çöreği, Antakya’da Kahk’ıl Hışn Bir zamanlar Türkiye’nin dört bir yanında kalabalıklar içerisinde kutlanabilen Paskalyalar bugün azal(tıl)an nüfuslarla kalabalıklardan uzak kutlanıyor. Öyle olsa bile, Paskalya gibi birçok dini/etnik ritüel bugün kimliğin önemli bir unsuru olmaya devam ediyor. Hatta bugün gayrimüslimlerin kimliklerine dini/kültürel ritüeller üzerinden daha fazla tutunmaya çalıştıklarını görüyoruz. Özgür Kaymak’la yazdığımız, istos Yayınları’ndan 2021 başında çıkan Kısmet Tabii… adlı kitapta belirttiğimiz gibi, kendini dindar olarak tanımlamasalar da karma evlilik yapan gayrimüslimler dini/kültürel kimliklerine ve kimliğin en önemli unsuru olan ritüellerine daha sıkı sarılıyorlar. Hal böyle olunca, Paskalyalar sadece bir dini bayram olmanın ötesine geçiyor. Paskalya’da tokuşturulan yumurta ve ona eşlik eden diğer yemeklerin özenle hazırlanması, dini/kültürel kimliği ve gayrimüslim belleği yeniden üretmenin ya da onu korumanın bir yolu haline geliyor. Yöreden yöreye değişen yemek ritüellerine günümüzden bir örnek de ben vereyim. Malumunuz Paskalya’nın olmazsa olmazı, rengarenk boyanan, yapıştırmalarla süslenen ve tokuşturulan yumurtalar ve birçok Paskalya süslemesinde karşımıza çıkan tavşan figürüdür. Fakat buna özellikle İstanbul’daki Hıristiyan toplumların yaptığı ve pastanelerde dönem dönem rastladığımız Paskalya çöreği eklenir. Öyle ki, Paskalya dendiğinde İstanbul’da yaşayan birçok insanın aklına bu çörek gelir herhalde. Ne ilginçtir ki, İstanbul’a üniversite okumaya gelene kadar Mersin doğumlu Rum Kilisesi’ne bağlı bir Arap Ortodoks olan benim çok yabancı olduğum bir adettir bu. Oysa İstanbul’daki varlıkları 1940’lara dayanan Antakyalı Ortodoksların ritüelleri pek bilinmez. Yemek dışına taşan diğer akademik çalışmalarda da altını çizmeye çalıştığım gibi gayrimüslim toplumlar sanıldığının aksine homojen yapılar değildir, içerisinde çok farklı anlayışlar, ritüeller barındırır. Bunun bir örneği, İstanbul Rumlarından farklı olarak Antakyalı Ortodoksların evlerinde Paskalya günleri gıda boyası ya da geleneksel olarak soğan kabuklarıyla boyanan yumurtalara kahk’ıl hışn (kalın kahke) ve lebeniye çorbasının eşlik etmesidir. Birazdan tarifini vererek yazıyı bitireceğim Kak’ıl Hışn Arapçada kalın kahke anlamına gelir ve Antakya, Mersin, İskenderun bölgesinden olan bugün İstanbul’da da yoğun bir şekilde var olan Arap Ortodokslara özgü bir Paskalya ritüelidir. Benim çocukluğumda en çok sevdiğim ve yapılsın diye gün saydığım lezzetlerden. Mutlu Paskalyalar! Bizim oralarda dendiği şekliyle, Mesih Kam! Hakkan Kam! Kak'ıl Hışn İçindekiler ● Beyaz un ⎮1 kg ● Tereyağı ⎮200 gr (eritilmiş) ● Yaş maya ⎮1 adet ● Su⎮alabildiği kadar ● Ekmek baharatı (ilaç) ⎮5-6 çorba kaşığı (Antakya bölgesine özgü bir baharattır, tarifi için tıklayınız. ● Ayçiçek yağı⎮hamurun olduğu kabı yağlayacak kadar ● Tuz⎮2 tatlı kaşığı ● Şeker⎮1 tatlı kaşığı Tarif 1. Mayayı ve yaklaşık yarım bardak ılık suyu hamur yoğuracağınız kapta eritin, içine şekeri ekleyin, 10 dakika kadar bekleyin. Un ve ekmek baharatını hamuru yoğuracağınız kaba koyun. 2. Unu ekleyin, yavaş yavaş su ekleyin. Yaklaşık 300ml kadar daha su ekleyeceksiniz ancak kullanılan una göre değişebiliyor. 3. Hamuru hafif unlanmış tezgaha alın, biraz da orada yoğurun. 4. Hamuru bekleteceğiniz kabı sıvı yağla yağlayın, hamuru yerleştirin, üzerini bir bezle kapatıp en az yarım saat kadar oda sıcaklığında dinlendirin. 5. Kabaran hamurunuzu yine hafif unladığınız tezgahta olabildiğince ince açın. 6. Ekmek baharatını ve eritilmiş tereyağını açtığınız hamurun her yerine gelecek şekilde yayın. 7. Hamuru sağdan soldan yuvarlayarak bir rulo haline getirin, porsiyonlayın. Yaklaşık 10 adet çıkacaktır. 8. Fırını 200 dereceye ayarlayın. 9. Her bir parçayı yatay şekilde ince uzun açın. elinizle hafif yağlayın, kaldıysa bir tutam baharat ekleyin. İkiye katlayın. 10. İkiye katladıktan sonra yine aynı şekilde uzunlamasına açın. Her bir elinizin orta üç parmağını kullanarak yatay şeritler oluşturun. Sonrasında hamurun uzun kısımlarından tutarak büzüştürün ve simit şeklini verip yağlı kağıda yerleştirin. 11. Üstü ve altı kızarana kadar, yaklaşık 40 dk kadar pişirin. 12. Fırından çıkar çıkmaz üzerlerine eritilmiş tereyağ sürün ve bir tel üzerinde soğumaya bırakın.
- Paskalya’nın Anlamı
Bugün Ortodoks alemi Paskalya’yı kutluyor. Bugün kiliselerimizde okunan bütün ilahiler ve terennümler, meydana gelen yeni bir olayın sevincini vurgular. Hiç kimsenin Tanrı sözünün yaşam saltanatına sahip ve bedensel ölümü yenecek bir güce sahip olduğuna inanma imkanı olmadığı zamanlarda gerçekleşen bir olaydır bu. Eski Ahit’te ve İsa Mesih döneminde onun vasıtasıyla gerçekleşen dirilişler, nefsin bedenine iadesi şeklindeydi. Çünkü bedenden ayrılışından birkaç saat sonra gerçekleşmişti. Ama dört günlük ölü olan Lazar’ın diriltilmesi gerçekten yeni bir anlam taşıyordu. O zamanlar kanaat şöyleydi: Beden üçüncü günden itibaren çözülmeye başlar. Dört gün sonra bir bedenin diriltilmesi, yaşam gücü bulunan bir bedene nefsin iade edilmesi anlamına gelemez. Aksine, bedenin tekrar toplanıp hayata iadesi anlamındadır, yani yaşamın ölüme karşı zaferi konusudur. Diriliş ümidi budur. Bugün seher vaktinde ve gün doğumunda iki sevinçli olay doğdu. Bu hafta içinde bütün Hıristiyanların yaşamaları, kazanmaları ve müjdelemeleri gereken yenilikler vardır. Nedir bu yenilikler? Bayramın anlamı nedir? İncil’in şu bölümü bize bu gizemi açıklıyor: “Nur karanlıkta ışık vermek için geldi ama karanlık onu anlamadı. Nur varoluştur, karanlık ise gerçekte sanal bir durumdur ve nurdan uzaktır. Eğer nuru karanlığa doğru tutarsak onu yok eder.” Bugün okunan İncil’in bu bölümü nurun zaferi önünde karanlığın yok oluşundan bahsediyor. Ve bu nur İncil yazarı Yuhanna’nın lisanında “Yaşam”dı ve yaşam insanların nuruydu. Hıristiyanlık bir din olmaktan ziyade bir yaşam kaynağıdır. Diğer bir deyişle, hayatın dinidir. Ama hangi ve nasıl bir hayattan bahsediyoruz? Bazıları için hayat bir tesadüf sonucu oluşmuştur. Kimine göre, kainatın zalim ve kör gücüdür. Kimine göre de gelip geçici bir durumdur. Bir başka kesim için hayat yaşamsal olan anlamındadır. Yani hareketli ve yenilenen bir durumdur. Yani bir canlılık belirtisidir. Yani içinde olan her şey yenilenir ve kalır. Öyleyse yenilenme onun özüdür ve cevheridir. İnsan canlıdır, çocukları ve nesli sayesinde canlı kalır veya arkasında bıraktığı ve onu ölümsüz kılan eylemleri vardır. Hıristiyanlık İsa Mesih’in dirilişine dayanarak gerçek ebedi hayatı keşfetmiştir. İsa Mesih’in ölümü ve dirilişi yaşam sınırlarının gerçekten bedensel ölümden daha uzakta olduğunu ortaya koymuştur. Bu konuda Doğu-Batı ayrımında üç farklı düşünce akımı vardır. Birincisi, sonsuzluğun korkunçluğunu vurgular ve şimdiki hayatla mukayese ettiğinde, gelecekteki yaşamın azameti ve yüceliği karşısında şimdiki yaşamın basitliğini, değişkenliğini, bozulmuşluğunu ve acılarını ortaya koyar. İkinci akım ise, şimdiki hayat ile gelecekteki hayat arasında büyük ayrım konusunda farklı bir görüşü olmayan akımdır. Bu görüş, Tanrı egemenliğine girişin Tanrı’nın karşılıksız bir hibesi olduğuna iman eder. Bunlara göre, geleceği eylemlerle değil, imanla kazanırız: “Yalnız iman et kurtulursun.” Bunun için şimdiki hayat İsa Mesih imanını yaymak ve sözlerle vaaz vermek eylemleriyle gayesine erişir. Ama bizim bu konuyla ilgili anlayışımız farklıdır. Üçüncü akım ise, yukarıda anlatılanların hepsi hayattan birer manzaradır. Bazen yanlıştır, bazen de gerçektir. Ama her halükarda İncil’de ve özellikle de Yuhanna İncili’nde okuduğumuz hayat bu değildir. Hayat, İncil’in tanıttığı gibi dünyaya gelen nurdur. Hayat, beden alan Tanrı sözüdür ve bu “söz” Allah’tır. Yaşam olan İsa Mesih’le kişisel ilişki deneyimi bir hayattır. Bu deneyimi, bu hayatta bilmeyene, ne kuruluşlar, ne iyilikler, ne nesiller, ne iman ve ne de müjde ve sağlık bunu verebilir. Aziz Pavlus misali haykırmak bir yaşamdır: “Ben değil, Mesih bende yaşıyor” ve “Rab hayatımdır, nurumdur ve kurtarıcımdır.” Bunun için kilise, Diriliş Bayramı gününden itibaren kiliselerde “Resullerin İşleri” bölümünün okunmasını düzenlemiştir. Çünkü kilisenin tesisi dirilişin bir ürünüydü. Zira daha önce havarilerin hepsi dağılmışlardı. Diriliş kilisenin sebebi ve gayesidir. Kilise dirilişten gelmiştir ve amacı onu müjdelemektir. Bu nedenle, Mesih dirilmemiş olsaydı, bütün imanımız batıl olacaktı. Mesih dirilmeseydi yaşam deneyimini kiminle yaşayacaktık? “El Mesih Kam, Hakkan Kam”.
- Antakya’da Dallar Bayramı (Şa’nini)
Önce Dallar Bayramı’nın Hıristiyanlık açısından ne olduğunu nereden geldiğini kısaca özetlemek istiyorum. Dallar Bayramı veya Mesih İsa’nın Kudüs’e Giriş Bayramı, Paskalya’dan önceki pazar gününe denk düşen bir Hıristiyan bayramıdır. Bayram, dört kanonik İncil‘in her birinde bahsedilen bir olay olan İsa‘nın Kudüs’e zaferle girişini anar. Mesih İsa’nın Kudüs’e Giriş Bayramı da Kutsal Hafta’nın ilk gününü işaret eder. Mesih İsa'nın Yeruşalem'e Girişini Sembolize Eden bir Tasvir Palmiye Dallarından örülen haçlar Palmiye dallarının, Hıristiyanlık öncesi Greko-Romen kültüründe zafer ve umudu sembolize ettiğini bunun yanında, Antik Mısır dinlerinde de cenaze törenlerinde sonsuz hayatı simgelediğini hatırlatalım. V. yüzyılda yaşamış İspanyol kökenli seyyah Hacı Egeria‘nın günlüğü bize, V. yüzyılın başında Kudüs’te oturan Hıristiyanların öğleden sonra Zeytin Dağı‘nda toplandıklarını ve daha sonra akşama doğru palmiye dalları ya da zeytin dallarıyla Kudüs’e geçit töreni yaparak gideceklerini anlatır. Yine Doğu Hıristiyan kilise kayıtlarına göre, cumartesi gününden palmiye dallarından haç örmeleri yapılır ve kilise içlerindeki ikonalar da genellikle yeşil renklerin ağır bastığı bezemelerle süslenirdi. Dallar Bayramı geleneğinin hızla Hıristiyan dünyasının geri kalanına yayıldığını, palmiye dallarıyla kutsama geleneğinin olduğunu, VIII. yüzyılın ortalarındaki kayıtlar teyit etmektedir. Palmiye yetişmeyen yerlerde ise zeytin dallarının kullanıldığını görmekteyiz. Ayinle ilgili Yunanca ve Latince metinlerde palmiye dallarının yaşamın, umudun ve zaferin sembolü olarak hizmet ettiğini görüyoruz. Fakat yakın zamanda Hıristiyanlığa dönen halklar, palmiye dallarına büyük bir güç ve hatta sihirli bir etki atfediliyorlar ve alayda taşınan dalları, evlere gelen tüm kötülükleri korumak için kullanıyorlardı. Tasvirlerde İsa’nın at değil de eşek üzerinde giriş yaparak gösterilmesi, Doğu geleneklerinde eşeğin barış sembolü olarak kabul edilmesiyle bağlantılıdır. Çok eski kayıtlarda, kralları atı savaş için, eşeği de barış kullandığından yola çıkılarak, İsa’nın Kudüs’e “Barışın Prensi” olarak giriş yaptığına inanılmaktadır. Antakya’da da Dallar Bayramı Hıristiyan cemaat tarafından, kendimi bildim bileli coşku ile kutlanır. Çocukluğumda en çok hatırladığım şeylerden birisi, ancak büyüklerin ve gençlerin taşıyabileceği büyüklükte yaygın yaprak ve küçük dallara sahip, kalın saplı zeytin dalı kümesinin, 1-2 gün öncesinden eve getirildiği ve bahçelerden koparılmış olan kokulu gül, karanfil ve şebboyla süslendiğidir. Ayrıca pazar sabahı üfleyerek şişirdiğimiz balonları da en yüksek dalların uçlarına ince iplerle bağladığımızı hatırlıyorum. Bu süslü, kokulu, balonlu dal topluluğuna biz “şa’nini” derdik. Her ailenin şa’ninisi imkanlarına göre farklı büyüklükte ve süs seviyesinde olurdu. Hali vakti daha iyi birkaç ailelerin özel bir yere yaptırdıkları yeşil ve temiz palmiye yapraklarından örülü ve kararında çiçeklerle bezeli şık “şa’nini”lere gıptayla baktığımızı hatırlıyorum. Bu özel günde en fazla mutlu olanlar her zaman çocuklardır. Ailecek en temiz elbiselerimizle gittiğimiz kilisede, emniyetli bir yere iliştirdiğimiz şa’ninileri koruma görevi biraz daha büyük çocuklarda olurdu. Bir yandan ayini izlerken, diğer taraftan da gözümüz yanımızda gizlice getirdiğimiz toplu iğnelerimize hedef olacak balonlu şa’ninilerin üzerinde olurdu. Ayinin bir yerinde, bütün baba veya ağabeyler ellerinde şa’ninilerle önlerinden şa’nini duası eşliğinde geçecek papaz ve heyetin peşine takılmaya hazırlanır. Bu konvoy kilisenin içinde turlar. Bu turlama sırasında ayin seslerine çocukların sevinç çığlıkları karışır, toplu iğnelerin gazabına uğrayan balonların patlama sesleri de şölene ayrı bir renk katar. Fotoğraflar: Abdulla Sert
- Seta Estukyan ve Iskuhi Demirbaş’ın anlatısıyla Vakıflı Mutfağı ve Paskalya tarifleri
Yemek röportajlarıma Türkiye’de bugün kalan son Ermeni köyü Vakıflı’nın yemek kültürüyle devam ediyorum. Bu röportaj fikri, önümüzdeki haftalarda yayınlayacağımız bir söyleşi için gittiğim ve aslında müdavimi olduğum Mezme’de doğdu. Menüsü İstanbul ve Antakya mutfaklarının klasiklerinden oluşan Mezme’nin ortaklarından ve şefi Sasun Estukyan’ın Vakıflılı annesi ve teyzesinin o gün orada olacağını öğrenince bu röportajı yapmadan edemedim. Her Samandağ’a gidişimde uğradığım Vakıflı’nın mutfağı hakkında bu iki kadının hafızası üzerinden sohbet etme imkanı bulduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi. Vakıflı’ya özel iki Paskalya simidini oracıkta pişirme inceliğini de gösterdikleri için de çok teşekkür ediyorum. O gün Mezme’de bulunma sebebim, aynı zamanda Antakyalı Ortodoksların Samandağ’da da sık yaptığı yemeklerden biri olan martadellayı beraberce yapmaktı. Bununla ilgili konuşurken, şöyle ilginç bir şey çıktı ortaya: Martadella Vakıflı’da, söyleşi sırasında yaptığımız ve en altta tarifleri bulunan simitler de Samandağ’da hiç bilinmiyor. Birbirimize bu kadar yakın olmamıza rağmen, hala bilmediğimiz ritüellerimiz olduğuna şaşırıyorum. Şaşkınlığıma ara verip öncelikle onlarla bu iki simidi şekillendirip fırına veriyoruz ve sohbete başlıyoruz. Seta Estukyan, yedi yaşında Vakıflı’dan ayrıldıktan sonra İstanbullu bir Ermeniyle, Agos yazarı Pakrat Estukyan’la evlenmiş, o yüzden “Vakıflı’ya dair çok az şey hatırlarım, hayal meyaldir” diyor. Kardeşi Iskuhi Demirtaş ise 22 yaşında gelmiş İstanbul’a. Onun hafızası Seta Hanım’ın da anılarını güçlendiriyor sohbetimiz sırasında. Anneleri çok güzel yemek yaparmış, Iskuhi Hanım içli köfte yapmayı ondan öğrenmiş. Ama “içliköfteyi de anneme kendi babası öğretmiş küçükken” diye ekliyor Seta Hanım. Erkeklerin yemek yapmasına şaşırmıyorum, ne de olsa bizim oralarda özellikle et yemeklerini erkekler yapmaya meraklıdır. Seta Hanım beni doğruluyor ve ekliyor: “Bizde erkekler daha çok mangal işini yapar. Et yemeklerini yapar. Et yemekleri dediğinde sadece mangaldır zaten.” Erkek demişken sohbet sırasında yanıbaşımızda oturan Seta Hanım’ın eşi Pakrat Abi’ye laf atıyorum: “Annenin yemeklerinden sonra eşinin mutfağı nasıl geldi sana, yadırgadın mı?” Pakrat Abi kaçamak cevap veriyor: “Ben sokak lezzetlerini çok severim. Değişik lezzetleri de çok severim. Gerçekten sokakta yapılan her şeyi evde yapılana tercih ederim. Eşimin mutfağını da yadırgamadım, çünkü eşim mutfakla ilgili bir şey bilmiyordu. O da İstanbul mutfağını öğrendi.” Seta Hanım doğruluyor eşini. “Midye dolmayı, topiği, yaprak dolmayı kayınvalidemden öğrendim. Kayınvalidem de Trabzon doğumludur, annesi ve babası ayrı yerlerdendir. Çart, yani soykırım döneminden kalanlardandır. 40 günlükken İstanbul’a gelmişti. İstanbul kültürüyle büyümüştü.” “Peki, Vakıflı’nın kültürünü nasıl devam ettirdiniz İstanbul’da?” diye soruyorum. Seta Hanım cevaplıyor: “Bizim evde toplandığımızda genellikle içli köfteyi mutlaka yapardık. Annemler bize geldiğinde kıymetli yemek olarak mutlaka olacaktı. İstanbullularda bu kültür yoktu ama sevdiler, biz hiç sorun yaşamadık. Biz ise midye dolmayla İstanbul’da tanıştık. Ama midye dolmayı yadırgadık. Bize biraz farklı geldi. Bizde bilinmezdi. Çok güzel karidesler çıkardı bizim orada ama biz karidesi tanımamışız. Ama balık yerdik. Yılan balığı yerdik.” Daha önceki yemek röportajında yılan balığının neslinin tükendiğinden bahsetmiştik. O nedenle buna dair anlatılar benim için ayrı bir kıymetli. Iskuhi Hanım biraz detay veriyor: “Ben yememişim ama derelerden yakalarlardı. Almanya’daki amcaoğlum var Ohannes, onlar girerlerdi gölün içine yakalarlardı. Kızartması yapılırdı. Sos kullanmazdık. Ben de amcamın oğluna ‘normal yılan olmadığını nereden biliyorsunuz, ya ısırırsa sizi?’ diye sorduğumu hatırlarım. Biz küçüktük, onlar daha büyüktü. Antakya merkezde tatlı su balıkları da olurdu.” Seta Hanım da balık yenilen bazı oruç dönemlerini anlatıyor: “Mesela burada iki büyük bayramın öncesinde khıtum (arife) deriz, balık yenirdi. Annem bizimle yaşadı uzun seneler, orada çok konuştururdum kendisini. ‘Khıtumlarda ne yapardınız?’ derdim. ‘Balık yenir’ derdi. ‘Leğen leğen balık kızartırdık’ dedi, ‘başka ne yapardınız?’ ‘İşte patates kızartırdık, kabak kızartırdık’ derdi. Bayram sofrasında balık varmış yani.” Balık konusu kendiliğinden açıldığına göre takıntılı olduğum bir diğer meseleyi, yani acı yeme konusunu soruyorum. ”Vakıflı’da yiyen de var yemeyen de, biz mesela acı yemeyenlerdeniz. Çok hafif bir lokma acı konur içli köftelere o kadar. Samandağ merkezde çok acı yerler” diyor Iskuhi Hanım. Seta Hanım ekliyor: “Bizde yok ama teyzem Bityas’da yaşardı, yemekleri korkunç acı yapardı.” Kafama takılan bir diğer konu da, İstanbul yemekleri ile Vakıflı yemek kültürü arasındaki fark. Seta Hanım “Çok farklıdır. Çünkü bizimki Anadolu yemeğidir” diyor. Iskuhi Hanım “Bizim o tarafın yemekleri salçalı ve yağlıdır” diye ekliyor. Seta Hanım, bulgurun Antakya yemeklerinde çok olduğunu, İstanbul’un sebze türleri çok farklı olduğunu söylüyor. Tam farkı soracakken, Iskuhi Hanım cevaplayıveriyor: “Kereviz, pırasa yoktu Hatay’da mesela”. O sırada Mezme’nin aşçılarından Samandağlı Elizabet odaya giriyor, bizi duymuş belli ki. “Domuz eti de vardır Vakıflı’da çok” diyor. Böylece Vakıflı’ya ait bazı tarifleri anlatmaya başlıyorlar bana. Seta Hanım, “domuz yabani, avlanıyor. Herkesin dipfrizi doludur. Ama o domuzu işleme kültürü yoktur mesela. Genellikle mangal yapılır. Normal şişlerimiz yoktur bizim. Defne dalları şiş şeklinde hazırlanır, pişerken onun tadı da geçiyor tabii ki, çok daha güzel oluyor” diye ekliyor. Iskuhi Hanım tepsi kebabının bile domuzdan yapılabileceğini hatırlatıyor. Ama balıktan kebap yapmıyorlarmış. “Vakıflı’da İstanbul’dan farklı olarak yapılan yemeklerden biri de ciğer yahnidir” diyor Iskuhi Hanım: “Beyazı ile siyahını beraber pişirirdi annem soğanlı. Ben yapmamışım ama annem yapardı lezzetli olurdu.” Seta Hanım da onu doğruluyor: “Mamam buradayken karaciğeri dilim dilim kestirirdi, onu yahni yapardı. Ben beyazını kullandığımızı hatırlamıyorum ama annem ciğer yahni bol soğanlı çok yapardı. Bizde Arnavut ciğeri kültürü yoktu mesela, daha sonra tanıştık. Bizde ciğer yahni yapılırdı.” Vakıflı’da yapılan bir diğer yemek de parça parça kesilen tavuktan yapılan soğanlı “dubbu”ymuş. Seta Hanım onun da İstanbul’da görmediği yemeklerden, Vakıflı’ya ait bir “misafir yemeği” olduğunu söylüyor. Gelelim sebze yemeklerine. Malum İstanbul ile Vakıflı’yı ayıran sebzelerin farklı olduğundan bahsettik. Sulak yerde ekilen glugus dedikleri sebzeden bahsediyor Iskuhi Hanım. Ben bizim kılkez dediğimiz Alanya taraflarında gölevez olarak bilinen sebzeden bahsettiğini düşünüyorum. “Türkçesi nedir bilmiyoruz, yer elmasına benzer. Elini yakar soyarken. Tüylü tüylüdür. Kök sebzedir, tatlı patatese benzer. Küçüktür. Zencefile benzer ama tüyleri vardır. Onu soyarken eldiven takacaksın eline. Küp küp kesip onu nohutlu parça etli yemeğini yaparsın. Onu da dedem, annemin babası, çok ekerdi.” diye tarif ediyor Iskuhi Hanım. Başka ne var diye soruyorum. “Oradaki otlar burada yok mesela. Orada bahçeden otlar toplardık.” diyor Seta Hanım. Iskuhi Hanım bu otlarla bazen kavurma ama çoğunlukla çorba yapıldığını söylüyor. Seta Hanım ise bunu bizim anladığımız çorbadan farklı olduğunu ana yemek olarak yendiğini hatırlatıyor. Çünkü diyor İskuhi Hanım “onun da içine bulgur atıyorlardı. Biraz özdeşleşsin diye. Bakliyat olurdu. Nohut, börülce konur.” Başka bir yemek daha çıkıyor anlatılarında Vakıflı’yı İstanbul yemek kültüründen farklılaştırdığını düşündükleri. Seta Hanım anlatıyor: “Bir de tarhana farklıdır bizde. Yoğurtla pişirilir ve yumak yumak yapılır. Malatya falan da galiba öyle yapıyor. O kurutulur, edilir. Tarhana çorbası dediğimizde o bir gece önceden ıslatılır. Ve ertesi günü pişirildiğinde onun içerisine sebze konulur. O da ana yemek gibidir. Kışın nohut, lahana gibi konur, yazın kabak, yeşil fasulye, patates gibi, domatesli öyle ana yemek gibi pişer, burada yoktur o.” Bulguru soruyorum bir de. Buğdayın toplu alınma ve evde aile fertleri tarafından işlenerek bulgur haline getirilmesi çoğu yerde yok olmuş bir kültür ne de olsa. İskuhi Hanım söze başlıyor “Ambarımız vardı. Buğday alırdık, haşlardık onu. Hasır derler sererdik, bizim oralar biliyorsun hep açık alanlar. Onun üzerine beyaz çarşaflar sererdik. Haşladığımız kazandan çıkan buğdayları onların üzerine kuruturduk. Ondan sonra da el değirmeniyle çekerdik. Şimdi artık her şey hazır.” Seta Hanım devam ediyor: “Eskiden köylülerin buğday tarlaları vardı, şimdi kalmadı artık. Hepsi satıldı.” “Peki ya zeytin? Zeytin ağaçları bir dolu Vakıflı’da? Kendi zeytinyağınızı yapıyor musunuz?” diye soruyorum. Cevabı dinlerken aralarındaki diyaloğun içerisinde kayboluyorum, olduğu gibi aktarıyorum: Seta Estukyan (SE): Zeytinyağını kendimiz çıkarırdık eskiden. Iskuhi Demirbaş (İD): Şimdi hepsi toplatıyor çalışanlarına fabrikaya gönderiyor. Teneke teneke alıyorlar. SE: Eskiden taş değirmende çekilirdi. Ben onu hayal meyal hatırlıyorum o kokuyu. Biz batöz deriz büyük değirmene. İD: Büyük taş değirmen. SE: 1980’lere kadar vardı o. Onun kokusu hala vardı. Burnuna gelirdi. Hatırladığım sıcak ekmeği yeni çıkan zeytinyağına batırıp yerdik. Ablam söyledi, biz banruhutz diyoruz ya sürkiyle yapılan ekmeğe. Sürkiyi bol soğanla hazırlayıp, ince lahmacundan biraz fazla kalın ekmeğin üstüne koyup pişiriyorlardı. İD: Tandırda pişiriyorlardı onu da. SE: Küspe mi denir? Hani zeytinyağını çıkarıyorsun arta kalanı. İD: “Cif” denir bizim dilimizde. Taş değirmende çekiyorsun ya zeytinleri. Onun çıkan posasından bile ekmeğin içine katılırdı. Çekirdeklerini ayıklardık, onu sürkili ekmek gibi yapardık ama bu zeytinin posasıyla yapılır. Soğanlı falan karışım yapardık, ekmeğin üstüne sürerdik, tandıra vururduk. Şimdi her şey fabrikaya gitti ve kalmadı onlar. Seta Hanım şaraplarını da evde yaptıklarını hatırlıyor. Iskuhi Hanım söze giriyor: “Bizim o zamanlar siyah üzüm asmamız vardı. Onu toplardık. Onun suyunu sıkardık, ondan şarap yapardı annem. Ve biz okula giderken biraz içirirdi annem bize üşümeyelim, vücudumuz sıcak olsun diye.” Seta Hanım ise köyde okula sadece bir sene gidebilmiş İstanbul’a gelmeden önce: “Sabah gitmeden önce biraz o şaraptan içip gittiğimi hatırlıyorum. Yani yedi yaşımda içiyorum (gülerek). Bunu söylüyorum buradakilere şaşırıp duruyorlar.” Üzümden sirke yaparlar mıydı peki diye sorunca “eskiden yapılırdı ancak artık her şey hazır alınıyor, ekmek bile yapmıyorlar” cevabını alıyorum. Biraz da bayram yemeklerinden bahsedelim. Malum bugün Paskalya. “Paskalya’ya, Noel’e özgü yemekler var mıdır?” diye soruyorum. “Mutlaka içli köfte olacak. İçli köfte yoksa tepside olacak. Tepside ama aynı içli köfte harcı. Mutlaka baklava olacak, ev baklavası” diyor Seta Hanım. Anneleri açarmış bayramlarda baklavayı. Noel’den bir gün önce çocuklar kapı kapı dolaşıp akşamüstü İsa’nın doğuşunu haber verirlermiş. Bir de Surp Sarkis’te (Ocak ayının son veya Şubat’ın ilk haftasonunda kutlanan yortu) yapılan, kumbudedikleri pekmezle yoğrulan bir çörekten bahsediyor Seta Hanım: “Surp Sarkis, isim günlerinin bayramıdır. Hazreti Hızır. Mutlaka bu çörek yapılır ve o çörek külde pişer. Hafif tatlımsıdır. Mutlaka o yapılır. Hazreti Hızır’ın, yani Surp Sarkis’in, nalının izi çıkartılır. Surp Sarkis aynı zamanda St. Valentine’a eşdeğerdir ve gençlerin hızırıdır o.” Ufak oğlunun adını koyarken esinlendikleri Vartanants’ta (Ermenilerin Perslere karşı kimliklerini korudukları savaşın anısına kutlanır) da mutlaka içli köfte yaptıklarını anlatıyor Seta Hanım. Bir de anısı var: “Biz ufak oğlumuzun adını Vartan koyacağız dediğimizde, anam ‘ben ölünceye kadar Vartanants nasıl kutlanırsa öyle kutlayacağız isim gününü’ dedi. Çünkü isim günleri kutlanır bizde. Ve Vartanants’ta bugüne kadar, annem öleli 11 yıl oluyor, mutlaka içli köfte yapılır tabii ki. Ve işte bayram yemekleri, köyde mutlaka etli dolma olurdu. Etli dolma misafir yemeği çünkü. Genelde patlıcan dolması olurdu.” Iskuhi Hanım bir de yaprak sarması yapıldığını hatırlatıyor. Ben yine duramıyorum, Samandağ’da tarhana ve etle yapılan içine içli köfte konan kişk çorbasını bilip bilmediklerini soruyorum, biraz da tarif ediyorum. Seta Hanım “bizde içli köfteyi pişmiş yoğurt çorbasının içine koyarlar.” diyor. Özellikle Paskalya öncesi yapılan ve tuzlu yoğurtla yapılan lebeniye çorbasına koyduğumuz içi soğanlı içli köftelerden bahsettiğimde de onu büyük oruç zamanında yaptıklarını öğreniyorum. Paskalya’ya özel ritüellerden bahsetmeden, Meryem Ana Bayramı ve bağ bozumunun bir arada kutlandığı güne (15 Ağustos’a en yakın pazar) dair konuşuyoruz biraz da. En son 2018 yılında gittiğimde kazan kazan hırisi yapıldığını gördüğümü söylüyorum. “7 kazan” diye haklı olarak düzeltiyor beni Seta Hanım, “7 köyü temsilen. 39’da gidip boşaltmışlar ya. Ondan önce Fransızların döneminde ‘haç’ta (Surp Haç Yortusu) yapılıyormuş, Eylül’ün üçüncü pazarında. Büyük bayramlardan biridir bizim. Ahali gittikten sonra, bağ bozumunu Asdvadzadzin’e (Meryem Ana’nın göğe yükselişi) almışlar. Aynı zamanda Vakıflı’daki kilisenin isim günü. Kiliselerin de isim günleri vardır. Bizde 15 Ağustos’a en yakın gelen pazar günü kutlanır. Rumlarda 15’idir.” Eğlenceler iki gün sürmüştü diye hatırlatıyorum. “O da medyatik bir köy olduktan sonra” diyor Seta Hanım, “Yoksa cumartesi akşamı olurdu eğlence. Çocukluğumdan yalnızca bir kutlamayı hatırlıyorum. Cumartesi akşamüstü olan bir şeydi. Kadınlar akşamüstü giderler buğdayı ayıklarlar, yıkarlar, hazırlarlar. Eskiden kurbanlar da orada kesilirdi. Şimdi güzel bir şey yaptılar, kurbanlar orada kesilmiyor. O akşam da orada hırisi pişerken eğlence yapılırdı, şarkılar söylenirdi, oynarlardı. Gece 12’den sonra falandı. Sabaha kadar başında beklerlerdi. harsi trak Paskalya arifesinde yumurtalar boyanıyor. “Yumurtalar Paskalya’da soğan kabuklarıyla boyanır. Paskalya sabahı kiliseye yumurtalarla gidilir, ayinden sonra kilisenin avlusunda çocuklar birbirlerinin yumurtalarını kırarlar. Bayramlaşırlar. Ayin pazar sabahıdır. Kazanan da karşısındakinin yumurtasını alır” diye aktarıyor Seta Hanım. Bayram sofrasında ise topik olurmuş ama bunu İstanbul’da öğrendiğini söylüyor Seta Hanım. “Topik Anadolu’da yok ama Adana’da var. Keşiş yemeği deniyor orada. Bir papazın gezi kitabında okudum.”Ayrıca içli köfte, baklava, banruhutz (sürkili ekmek) ve röportaj sırasında fırında pişmekte olan tsiti pigiğ (zeytinyağlı simit) ve gatni pigiğ (sütlü simit) mutlaka olurmuş sofrada. Bu arada, tsiti pigiğin başka bir özel hikayesi de var. Bu simidin hamuruyla yapılan ancak harsi trak denilen bir ekmek olduğunu öğreniyorum. Büyük Oruç döneminin ortasında damat tarafı nişanlı kızın ailesini ziyarete içi çeşitli yiyecek ve hediyeler dolu sepetle ziyarete gittiğinde, kız tarafı da karşılık olarak erkek tarafına hazırladığı çeşitli hediyelerle birlikte gelin ekmeği olarak da adlandırılan bu ekmeği takdim edermiş. Tsiti pigiğden farklı olarak harsi trak, yuvarlak ve düz bir hamur haline getiriliyor, kenarlarına şekil veriliyor ve üzerine haç izi çıkartılıyor. Röportaj sonuna geliyoruz, aynı anda fırından simitler çıkıyor. Biz tadına bakıyoruz. Tariflerini de burada sizlerle paylaşıyoruz. Mutlu Paskalyalar! Şnorhavor Surp Zadig! Gatni Pigiğ (Sütlü Simit) Malzemeler Un| 500 gr Tereyağı| 100gr eritilmiş Şeker| su bardağı şeker Maya | 10 gr toz maya Süt| 300ml (sıcağa yakın ılık) Rezene|1,5 tatlı kaşığı dövülmüş Mahlep|1,5 tatlı kaşığı Muskat| 1 çay kaşığı Tarif 1) Un, şeker, süt maya ve tereyağını, mahlep, muskat ve dövülmüş rezeneyi yoğurup hamur haline getirin. Yumuşak bir hamur olmalı. Bir saat mayalanmaya bırakın. 2) Yaklaşık 40 gramlık parçalara ayırın. Her parçayı uzun çubuk haline getirin, kenarlarından birleştirip simitten büyük, küçük simitlerden de büyük yuvarlak şekil verin. 3) 180 derecelik fırında altı kızarana kadar pişirin. Tsiti Pigiğ (Zeytinyağlı Simit) Malzemeler Un| 500gr Zeytinyağı|2 çay bardağı Su|aldığı kadar Maya | 10gr Tuz |1 tatlı kaşığı Çörekotu| içine serpmek için Tarif 1) Un, 1 çay bardağı zeytinyağı, maya, tuz ve aldığı kadar su ile bir hamur yapın, yaklaşık 1 saat mayalanmaya bırakın. 2) Hamuru eşit parçalara bölün ve yufka inceliğinde açın. Üzerine zeytinyağı sürün. Çörek otu serpin ve sarıp kenarlardan birleştirip simit şeklini verin. 3) Üzerine zeytinyağı sürün. Kenarları çatal ile ezin. 4) 180 derecelik fırında altı kızarana kadar pişirin.
- Kutsal Hafta’da neleri kutluyoruz?
Hıristiyan bayramlarından bahsedilince dünyada birçok kişinin aklına Batı toplumlarının ve yeni yıl kutlamalarının etkisiyle ilk önce Noel gelir. Noel, yeni yılla beraber kutlandığı için dini anlamını bir miktar yitirip daha dünyevi bir bayram haline gelmiştir desek pek de yanılmış olmayız. Noel Bayramı, hediye, ışıklar, ağaç ekseninde çok iyi tanınır ve Batı dünyasında büyük bir coşkuyla kutlanır. Fakat Hıristiyanların asıl büyük bayramı, inancın ve imanın temelini kutlayan Paskalya bayramıdır. Paskalya, Antakya ve civarında yaşayan Ortodokslar ve diğer Doğu Hıristiyanları tarafından oldukça coşkuyla kutlanan çok önemli bir bayram olarak karşımıza çıkar. Doğuda Paskalya’nın coşkusu birçok zengin ve geleneksel törenle halka hüznü ve sevinci derinden tattırarak kutlanır. Bu kutlamalar öyle yoğundur ki, sadece Paskalya Pazarı değil, Paskalya’ya hazırlık devresi boyunca kiliseler dolar, taşar. Bu durum sadece Antakya için değil, Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail gibi Arap dilli Rum Ortodoksluğun yoğun olduğu ülkelerde de benzer bir şekilde yaşanır. Paskalya kelimesinin anlamına baktığımızda, bu kelimenin İbranice Pesah, yani geçiş ve esirgeme/bağışlama anlamlarına geldiğini görürüz. Kelime Türkçeye Yunancadan geçmiştir. Pesah kelimesi aslında Arapça ve Aramiceden gelen fesih kelimesiyle aynı köktendir. Fesih bir şeyi ortadan kaldırmak demektir, İsa da dirilişiyle ölümü ortadan kaldırmıştır. Batı dünyasında ise bu bayram Anglo-Sakson diller bağlamında Easter olarak anılır. Easter kelimesinin ise güneşin doğudan doğuşuyla ilgili bir kökü vardır. Fakat Antakya’da konuşulan Arapça’ya baktığımızda, Paskalya Bayramı’nın Arapça adlarından birinin iyd el kebir, yani büyük bayram olduğunu görüyoruz. Noel’in adlarında biri iyd el ziğir yani küçük bayramken Paskalya daha yüce, daha muazzam bir bayram olduğunu ismiyle de belirtir. Paskalya’nın en önemli kutlamaları Lazar Cumartesisiyle başlar. İsa çarmıha gerilmeden bir süre önce Beytanya’ya dostu Lazar ve onun iki kız kardeşini görmeye gider, fakat arkadaşlarının evine ulaşamadan Lazar ölür. İsa, dostunun ölümüne çok üzülür ve İncil’in en kısa ayeti olan “İsa ağladı” ayetiyle hem Tanrı hem de insan olduğunu bizlere gösterir. İlahiyatçılar, İsa’nın niçin ağladığına dair çeşitli yorumlar getirmişlerdir. İsa’nın, ölümün insanoğlu üzerindeki tahakkümü sebebiyle öfkelendiğini ve tüm insanlara karşı şefkat, sevgi ve hüzünle dolduğuna dair yorumlar vardır. Ancak İsa Lazar’ı ölümden diriltir. Yüzlerce sene önce bestelenmiş Arapça bir ilahi olan İfrahi ya Beytanya (Sevin ey Beytanya) ilahisinin ilk dizeleri bunu çok iyi bir şekilde tasvir eder: İfrahi ya BeyTanya (Sevin ey Beytanya) Nahwaki wafa al’ilah (İlah sana geldi) Men bihi amwatu tahya (Ölüler onunla yaşam buluyor) Keyfe la wahwa’l hayat (Onun hayat olmaması mümkün müdür) Lazar Cumartesisi, Paskalya’dan bir hafta önceki İsa’nın Kudüs’e girişinin kutlandığı pazardan bir gün öncedir. İsa Lazar’ı dirilterek hem ölüm üzerindeki kudretini gösterir hem de kendi ölümüne doğru yol almaya başlar. Hıristiyanlık inancı İsa’nın tüm insanlık için ölümüne ve ölümden dirilerek hayat vermesi üzerine kurulmuştur. Bu da Paskalya’yı en önemli ve en yoğun kutlanan bayram yapar. Lazar’ın dirilişinin kutlanmasından hemen sonraki gün Kutsal Dallar Pazarı ya da İsa’nın Kudüs’e Girişi Bayramı, kutsal haftanın ilk günü olarak çok büyük bir coşkuyla kutlanır. Arapçası şa’nini olan bu bayram, çocukların çok sevdiği bir bayramdır. Bu bayramın töreni birçok ritüelle bezenmiştir. Çocuklar ellerinde üzerinde çiçekler ve eskiden bolca balon bulunan süslü zeytin ya da hurma dallarıyla kilisede ilahiler eşliğinde papaz ve ilahi okuyucularının eşliğinde adına Arapça dewre denilen turlar atarlar. Bu tören İsa’nın Kudüs’e girişini oldukça gerçekçi bir şekilde tasvir eder diyebiliriz. İsa Kudüs’e girdiği zaman halk tarafından coşkuyla karşılanmıştır. Ellerine hurma dallarını alan halk “Hozana! Rab’bin adıyla gelene, İsrail’in Kralı’na övgüler olsun!” diye bağırmışlardır. Her Şa’nini Bayramı’nda İsa’nın şehre girişi çocuklar tarafından bir daha yaşatılır. Artık bayram haftası başlamıştır. Sevinç ve aslında biraz da hüzün yaşanacaktır. İşte bu sebeple bu haftanın adı Arapça cimeet al hazina, yani Elem Haftası olarak adlandırılır. İsa bu hafta içinde son yemeğini yiyecek, otuz gümüş karşılığında havarisi tarafından ihanete uğrayacak ve idama mahkum edilip öldürülecektir. Ölüm olmazsa diriliş olmaz ama ölüm beraberinde hüzün getirir. Bu hafta boyunca hemen hemen her Arap Hıristiyan’ın evinde Lübnanlı Feyruz’un içli sesiyle 1960’larda kaydettiği ilahiler çalınır. Bu ilahi albümü Hüzün Haftası’na en uygun gelen sestir. Bu hafta boyunca kadınlar, evlerinde Paskalya tatlarını hazırken arka planda Feyruz ilahilerinde Yeruşalim Yolları’ndan bahseder, Meryem Ana’nın ağzından Ah Sevgilim diyerek ölüme yürüyen İsa’ya üzülür. Şa'nini, 1949 Kaynak: Can Şakırgil arşivi Artık hafta içi her akşam bir anma, bir dua vardır. Bunların en uzunlarından biri perşembe akşamı yapılan İsa’nın Son Yemek ayinidir. Kilise sanki gerçekten bir akşam yemeği varmışçasına akşam saatlerinde başlayıp uzun saatler sürer. Bu ayinde İncil’den on iki farklı bölüm okunur. Daha sonra ilahi okuyucuları ve papazlar büyük bir haçı sırtlayarak kilisede tur atarlar. Bu İsa’nın sırtına haçını alarak ölüme doğru yürümesine benzer. Bu esnada Ena’l Yom Ollika Ala Haşaba ilahisi okunur. Bu ilahi Ben Bugün Ağaca Çakıldımanlamına gelir. Bu ilahiyle beraber İsa’nın çarmıha gerilmesi tekrardan yaşanır. Cuma günü cinnez yani cenaze günüdür. İsa, işte bugün çarmıha gerilip öldürülecektir. Akşam ayini sırasında çanlar otuz üç kez çalar. Bu çan, art arda üç sesin on bir defa çalmasıdır. Ortodoks geleneğinde birinin öldüğünü bildiren çandır. Kilisenin ortasında, içi çiçeklerle işlemeli, metal çok büyük bir sanduka bulunur. Kapağı olmayan bir tabuta benzeyen bu sanduka halktan bazı kişilerin omuzlarında yine kilisede dolaştırılır. Bu ayin ilginç bir biçimde Paskalya ayininden daha kalabalık bir ayindir. Çünkü şehrin Alevi cemaatinden birçok kişi bu ayine katılmak için kiliseye erken saatlerde gelir. Halk İsa’nın cenaze törenine katılmak ister. Tabut omuzlarda dolaştırılırken herkes tabutun altından geçmeye çalışır. Ayin çıkışında da bu üstü açık tabutun içindeki çiçekler halka dağıtılır. Bu cenaze töreni oldukça hüzünlüdür. Ortodoks geleneğinde ibadet yeniden yaşanarak yapılıyor gibidir. Paskalya pazarından önceki cumartesi sabahı hüzünden arınmış, daha sevinçli bir bahar sabahıdır. Bu ayin çok sevilen bir ayindir. Papazlar ayin esnasında ellerindeki sepetten defne yaprakları saçarlar. Defne ağacının yaprakları tarihte kralların taçlarını süslemiştir, zafer anlamı yüklenmiş bir yapraktır. Sebt’il nur, yani Işık Cumartesisi olarak adlandırılan bu sabah, artık yavaş yavaş İsa’nın dirilişine hazırlanılır. Bu yapraklar, İsa’nın ölüm karşısındaki zaferini, yüceliği ve cehennemin kırılan zincirlerini simgeler. Pazar günü, yani asıl bayramın kutlanacağı Paskalya sabahı kiliseye çok erkenden gidilir. Gün doğmadan uyanılır ve sabaha karşı beş civarında henüz her yer hala karanlıkken kiliseye gidilir. Bu seher ayinin ayrıntı ve ritüellerle doludur. Bu ritüellerin en yoğun hislerle yaşananı papazların kilisenin ışıkları kapatıldıktan sonra çok derin bir ilahi söyleyerek ellerinde mumlarla kilisenin Kutsalların Kutsalı bölümünde çıkmalarıdır. Halktan herkes kendi mumunu yakmak için papazların mumuna doğru ilerler. Herkesin mumu yandıktan sonra karanlık kilisenin içi daha bir aydınlanmaya başlar. Bu ışık ritüeli İsa’nın dirilişinin ilan edilmesinin ilk adımıdır denebilir. Papazlar, ellerinde diriliş ikonası, mumlar, buhurdanlıklar ve arkalarında ilahicilerle beraber kilisenin içinde tur atmaya başlarlar. Bu esnada üç dilde Arapça, Yunanca ve Türkçe bir ilahi okunur: “Dirilişinle ey Mesih ilahımız, melekler göklerde söyler ilahi ama biz yerdeki kulların iman dolu kalplerimizle sana yücelik olsun.” Kilisede papazların ve ilahicilerin ardında tüm cemaatle beraber tur atıldıktan sonra kilisenin bahçesine çıkarlar ve kilisenin kapıları kapanır. İçeride birkaç kişi haricinde hiç kimse kalmaz. Güneşin ilk ışıklarını vermesinden hemen önce papazlar İncil’den İsa’nın dirilişini anlatan bölümü okurlar, günün doğmasıyla birlikte de Arapça mesih kam, yani “İsa dirildi” diyerek, İsa’nın dirişilini ve Paskalya’yı ilan ederler. Cemaat de hakkan kam, yani “gerçekten dirildi” diyerek cevap verir. Bundan hemen sonra, yüzyıllardır Arapça ve Rumca söylenen Paskalya Troparyon’u eşliğinde kiliseye doğru yürünür ve kilisenin kapalı kapılarının önüne gelinir. Artık herkes sessizdir. Papaz kapıyı çalarak aslında bir diyalog olan Mezmur 24’ten bir bölümü Arapça tekrarlar: Kaldırın başınızı, ey kapılar! Açılın, ey eski kapılar! Yüce Kral girsin içeri! İçeriden aynı ayetin devamı olan soru gelir: Kimdir bu Yüce Kral? Papaz cevap verir: O Rab’dir, güçlü ve yiğit, Savaşta yiğit olan RAB. Kaldırın başınızı, ey kapılar! Açılın, ey eski kapılar! Yüce Kral girsin içeri! İçeriden tekrar aynı soru sorulur: Kimdir bu Yüce Kral? Her Şeye Egemen Rab’dir bu Yüce Kral! Yüce Kral girsin içeri! Bu soru cevap şeklinde olan ritüel üç defa tekrarlandıktan sonra kapılar itilerek açılır ve kiliseye girilir. Cumartesi sabahı başlayan sevinç artık tamamlanmıştır. Paskalya coşkusu ellerde yanan mumları eve götürerek sürdürülür. Herkes birbirini mesih kam, hakkan kam diyerek selamlar. Soğan kabuklarıyla kırmızı boyanan yumurtalar tokuşturulur. Paskalya Antakya Ortodoksları için çok derin manalar içeren bir bayramdır. Baharın gelişiyle yeni yaşamın müjdelenmesidir. Nice Paskalyalara! El Mesih Kam!












