top of page

Boş arama ile 229 sonuç bulundu

  • Antakya’da yaz biterken: İncir, domates, biber, nar ekşisi zamanı!

    Yaz mevsimi dünyanın her yerinde olduğu gibi Hatay’da da sıcak ve şenlikli geçer. Farklı şehirler, hatta farklı ülkelerde yaşayan Antakyalı gurbetçiler bir araya gelerek özlem gidermek için Ağustos ayı itibariyle köylerine ziyarete gelirler. Kışları sakin olan memleketimiz gurbetçilerin gelmesi ve kavuşmanın neşesiyle cıvıl cıvıl olur. Havasının sıcaklığı kadar insanlarının sıcakkanlılığı da meşhur olan memleketimize biz de ziyaretlere başlarız. Bilenleriniz vardır, 15 Ağustos günü Arap Ortodokslar için Meryem Ana Yortusu olarak kutlanır. İşte bu bayram günü tüm gurbetçiler memlekete yetişmiş olurlar. Tam da bu günlerde insanın neşesine eşlik eden, Hatay’da bereketi meşhur toprak ana da bitkilerin dallarını lezzetli meyveler ve sebzelerle süslemeye başlar. Meryem Ana Yortusu’nu izleyen yaz günlerinin ikinci perdesi, bugün halen imece usulüyle devam eden hasat ve kışa hazırlık için üretim zamanıdır. Makineleşmeye rağmen köy sakinleri, geçmişten gelen imece kültürüyle eski usül hasat ve üretimlerini el ele gerçekleştirirler. Çoğunluğu kadın olan kümeler oluşturulup imece zinciri kurulur ve her bir katılımcı kendi günü için planlama yapar. Tabii, 1,5 ay uzun süreç, ailelerden gidenler oldukça yerine aynı aileden başka biri vekalet eder ve bu sayede sistemde aksaklık yaşanması engellenir. Foto: Janet Sert 1,5 aylık zaman diliminde, incir toplama, domates, biber salçaları, sebze-meyve kurutma, üzüm pekmezi çalışmaları yapılır. İncir, ekimi yapılmadan doğanın bize hediye ettiği ve kendiliğinden fidan olan bölgemizin en özel meyvelerinden biridir. Hava sıcaklığı yılın en yüksek seviyelerine geldiğinde, meşhur Antakya inciri balını bizlere göstermeye başlar. Çoğunlukla zeytin tarlalarında bulunan incir ağaçları hasat edilmeye başlanır. Toplanan incirler ortasından açılır ve damlarda güneşlenmeye bırakılır. Kurudukça altın gibi parlayan incirler imece ekibi tarafından kontrol edilir, çürükler ayrılır ve yıkanır. Mis kokulu defne yaprakları ve rezene taneleriyle istiflenir ve kış için zahradediğimiz gıda kilerlerine alınır. Leziz yemeklerimizin sırlarından biri olan salçalarımız da Ağustos ayında kızaran domates ve acısı meşhur biberimizle yapılır. Zeytin budamasından kalan odunlarla bakır kazanlarda pişirilen domates salçası güneşte kurumaya bırakılır. Fotoğrafı bile dil yakan biberler, ikiye ayrılıp damlara asılır. Diğer çalışmalar imece zinciri içinde devam ederken, yaz meyveleri-sebzeleri de damda buldukları boşluklarda safları sıklaştırır, güneşin altında kurumaya yatar. Eylül ayı ortalarına geldiğimizde de narlar artık rengini almaya ve soframıza renk katan nar ekşisi için toplanmaya başlar. Toplanan narlar ikiye bölünür ve imece ekibi tarafından sopa yardımıyla silkelenerek kabuklarından inci gibi dökülür. Mikserle püre haline getirilen nar, bez torbalarda sıkılır, zeytin odununun üstündeki bakır kazanlarda suyunu atması için 12 saatlik pekmezlenme süreci bırakılır. Toplaşan kalabalık, kazan kenarındaki ateşte çifte kavrulmuş kahvelerini pişirir, yemeklerini yapar, neşeyle narın kıvama gelmesini bekler. Kıvamını alan nar ekşisi, kazandan sürülerek saklama kaplarına aktarılır ve zahralarda yerini alır. Büyük bir ekip halinde yürütülen bu çalışmalar, sabırla evden eve, elden ele yapılırken toplaşan imece ekibi, nenelerinden kalma manilerle maziyi yad etmeyi de ihmal etmez. Hatırlarına düşen, yanlarında olamayan sevdiklerini anma fırsatı bulurlar. Antakya’da yaz böylece yerini sonbahara bırakır. Foto: Janet Sert

  • Dini Geleneklerimiz: Azizlerin Bayramı, 14 Ağustos ve Karnaval

    Değerli kardeşlerim hepinize esenlikler diler, Rabbin bereketi ve lütfunun üzerinizde olmasını temenni ederim. Bu yazıda da birlikte olmanın büyük heyecanı ve mutluluğu içerisindeyim. Daha önceki yazımda siz değerli okuyucularımıza eşsiz geleneklerimizden bahsedeceğimi iletmiştim. İmkanlar dahilinde öncelikle sizlere dini geleneklerimizin bir kısmını aktarmakla yetineceğim. Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi cemaatimizin en bilinen geleneklerinden birisi “Azizlerin Bayramı”dır. Örneğin, Aziz Yuhanna, Corc, İlyas, Mihayil vb. O gün hangi azizin yortusu kutlanıyorsa, azizin ismini taşıyan herkesin bayramı kutlanır ve cemaatin çoğu bayram sahibinin evine bayramlaşmaya gider. Bu gelenek bizlere iki önemli durumu öğretmektedir: Azizlerimize karşı olan saygı ve imanımızın önemi ve bu kutsal bayramlar vasıtası ile sosyal, dini ve kültürel diyaloğun önemi. Dileğimiz ve gayemiz bu dini ve sosyal olan geleneğimizi daha sonraki nesillere aktarmaktır. Diğer eşsiz geleneğimiz de 14 Ağustos akşamı kutladığımız “Meryem Ana’nın Ebediyete İntikal Edilişinin Bayramı”dır. Ortodoks inancına göre, azizlerin bayramları ölüm günlerinde kutlanır, çünkü insan ölümden sonra kutsallaşır ve ebediyete intikal eder. 14 Ağustos’ta dualar eşliğinde kutsal kominyon alındıktan sonra, iki haftalık oruç süreci sona erer, davul-zurna eşliğinde halaylar çekilir ve bayram büyük bir coşku içinde kutlanır. Yazın ortasına denk gelmesi ve gurbetçilerimizin çoğunun o tarihlerde burada olmaları da bu geleneğimize ayrı bir renk katmaktadır. Burada önemle şunu belirtmek isterim ki, kilisemizde 11. yüzyıla kadar Meryem Ana orucu yoktu, ancak imanlılar Meryem Ana’ya karşı sevgi, hürmet ve imanlarından ötürü onu bu oruçla onurlandırmışlardır. Son olarak da sevgili kardeşlerim, Samandağımızın meşhur “Karnaval” etkinliklerinden de bahsedelim. Karnaval, iki Pazar art arda gelen birinci ve ikinci karnaval Pazarları olarak adlandırılmaktadır. Bu Pazarlar büyük Paskalya orucunun hazırlık pazarlarıdır. Cemaatimiz, bahsettiğimiz bu iki Pazar gününde, ritüelimizde büyük ve kutsal sayılan Paskalya orucu, yöresel davul ve zurna eşliğinde halaylar çekerek ve şenlikler düzenleyerek karşılanır. Bu da bizlere orucun hüzün değil, tam aksine sevinç ve bereket olduğunu ifade etmektedir. Amacımız bu geleneklerimizi bizden sonraki nesillere aktarmaktır. Böylece, inancımız eşsiz geleneklerimizle yaşayacak ve varlığımız bu coğrafyada canlanacaktır.

  • Antakyalı Ortodokslar kendini anlatıyor: nehna

    Nehna.org Antakyalı Ortodoksların tarihini, kültürünü araştırmak ve yaşatmak için kuruldu. 15 Ekim’de faaliyete geçen platformda Antakyalı Ortodoksların güncel toplumsal sorunlarının yanı sıra yemek kültürü, müziği, dini yaşantısı ve tarihi üzerine yazılar ve röportajlar yer alacak. Altı kişilik bir ekip tarafından kurulan platformun kurucularından Anna Maria Beylunioğlu ve Emre Can Dağlıoğlu ile Antakyalı Ortodoksları ve nehna.org’u konuştuk. Röportaj: İşhan Erdinç Öncelikle ‘Nehna’ ne demek? Emre Can Dağlıoğlu (E.C.D.): ‘Nehna’ Antakya, Suriye ve Lübnan’da konuşulan Arapçanın Şam lehçesinde ‘biz’ demek. Bizim toplumumuza çok çeşitli isimler veriliyor biz de kendimizi çok farklı şekilde anıyoruz. Bu konuda uzlaşı yok. Antakyalı Ortodokslar, Antakyalı Rum Ortodokslar, Arap dilli Rum Ortodokslar veya çeşitli Arapça tabirler olan ‘Mesihi’, ‘Nasrani’ gibi isimler bizim toplumumuza atfediliyor. Biz bu isimleri aşarak herkesi kapsayan bir platform kurmak istedik. Bunun için de kendimize belirli bir çerçeve çizmeyen bir isim olarak ‘biz’ yani ‘nehna’ demeyi tercih ettik. Anna Maria Beylunioğlu (A.M.B.): Derdimiz bizi anlatmak. O yüzden biz kelimesi de bize oturuyordu. Onun için bunu seçtik. Platformun kuruluş fikri nasıl ortaya çıktı? A.M.B.: Dünyada, Türkiye’de ve İstanbul’da “biz kimiz” tartışması yer yer gündeme geliyor. İstanbul’a gelen ve İstanbul Rumları ile karşılaşan Antakyalı Ortodokslar kendilerini kimlik kargaşası içinde buldukları için bu tartışma daha da anlamlı hale geliyor. Bu sorgulama sürecinde Rum Ortodoks, Arap Ortodoks gibi dışarıdan bize atfedilen tanımlar var. Bu, kendi aramızda da bir bölünmeye yol açıyor ve bir tanım üzerine anlaşamıyoruz. Kilisenin ismi Rum Ortodoks Kilisesi; bu tartışmaya açık değil. Antakya Patrikhanesi’ne bağlıyız. Antakyalı Rum Ortodoks demek daha doğru ama sosyolojik olarak baktığımızda özellikle Arapçanın da hâkim olduğu toplum olduğu için kendisini Arap Ortodoks hisseden de var. Bu tartışma çok önemli ama bir yandan da bu kimlik karmaşasında bizi biz yapan güçlü kimlik öğelerini arka plana atıyoruz. Bu sebeple bütün cepheleşmeleri aşarak kapsayıcı bir şekilde “biz kimiz”i anlatan, kültürümüzü, dilimizi, yeri geldiğinde dinimizi anlatan bir platform kurmak uzun zamandır aramızda konuştuğumuz bir konuydu. Ekibimizde yer alan Ferit Tekbaş iki yıl kadar önce bu konuda harekete geçmemiz konusunda ısrarcı olunca çalışmalara başladık. Anna Maria Beylunioğlu ve Emre Can Dağlıoğlu (FOTO: Berge Arabian) Antakyalı Ortodokslar, Türkiye’de pek bilinen bir toplum değil. Bunun üzerine çıkmış yayınlar da az sayıda. Hatta internet üzerinde yazılmış makale de fazla yok. Bu bilinmezliğin sebebi nedir? E.C.D.: Bizim kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı; kültürümüzü tanıtma veya insanlara anlatma derdimizin olmamasının bir sebebi Antakya merkezli yaşamak. Birincisi Antakya, tarihsel olarak kozmopolit bir şehir olduğu için orada yaşamanın Türkiye’nin başka yerlerinde yaşamaktan daha kolay olduğunu biliyoruz. Bu anlamda gündelik hayatta ciddi sorunlar yaşayan bir cemaat değil. İkincisi, Antakya belirli bir şekilde merkezden uzak bir şehir. O anlamda da İstanbul’da olmamanın, İstanbul’da kilisesinin, kurumunun, kuruluşunun olmamasının görülmeme ve bilinmemeye etkisi var. Üçüncüsü, Antakya’nın Türkiye’ye 1939’da katılması ve bundan önce doğmuş olan çeşitli azınlık gruplarına dair sorunlarının yansımasının yaşanmamış olması Antakya Hıristiyanlarının sorunlar anlamında gündeme gelmemesine sebep olmuş olabilir. Bunları geçerek bir yandan da azınlıklar deyince, Hıristiyan deyince sadece İstanbul’a odaklanan bir bakış olduğunu da söyleyebiliriz. İstanbul dışındaki Hıristiyan kültürü, yaşamı, varlığı sadece oraları terk edenler, terk etmek zorunda kalanlar veya öldürülerek yok olanlardan kalanlar olarak anlatıldığı için görülmüyoruz. Bence tüm bu sebeplerin bir araya gelişi çok bilinmiyor oluşumuzun sebepleri. A.M.B.: Kendimizi anlatmak derken eklemek isterim, homojen bir yapıdan bahsetmiyoruz. Türkiye’de yaşayan her azınlık toplumu gibi görüş ve yaşayış anlamında heterojen bir yapıya sahibiz. Dolayısıyla temsiliyet içine giren gruplar zaman zaman oluyor ve bu da cepheleşmeye yol açıyor. Bu tartışmalardan ve cepheleşmelerden sıyrılıp kendimizi daha bütüncül bir yaklaşımla anlatmaya vakit bulamamışız sanıyorum. ‘Nehna’ ile bu boşluğu doldurmayı hedefliyoruz. Nehna’da içerik olarak neler olacak? A.M.B.: Nehna’nın öncelikli amacı toplumun sahip olduğu güçlü kimlik öğelerine dair bir külliyat oluşturmak. Yazılar ve röportajlar üzerinden oluşturacağımız bu külliyatın içerisinde bölgede azalarak da olsa konuşulan dilimiz, dini bazı ritüellerimizle de kesişen ancak bunun da ötesine geçen yemek pratiklerimiz, geçmişten bugüne dinlediğimiz müzik giriyor. Geçmişten bugüne yaşantımızın bölgedeki mimaride bıraktığı izler de irdeleyeceğimiz konulardan. Bir de fotoğraf okumaları olacak; elimizde toplumumuzdan insanların verdiği geçmişe dair fotoğraflar var, bu fotoğraflara dair anlatılar bulabilecek okuyucular Nehna’da. Tabii bu bahsettiğim külliyatı oluştururken kaçınamayacağımız mesele biz kimiz sorusu. Arap mıyız? Rum muyuz? O nedenle kim olduğumuzu anlatma derdimiz var. Tabii Türkiye Cumhuriyeti ve bunun öncesine giden ve yine biz kimiz sorusuna cevap alacağımız tarihimize dair meseleler de yer alacak.  1939’da Antakya’nın Türkiye’ye katılımı belki de en önemlisi. Buna bağlı olarak neden Hatay değil de Antakya kelimesine vurgu yaptığımız da konuşulması gereken bir konu. Bir de genel azınlık sorunları içerisinde Antakya bölgesinin çok gündeme gelmeyen sorunları var. Örnek olarak, Varlık Vergisi Antakya’yı nasıl etkilediği. Antakya ve çevresindeki Hıristiyanları, Antakya’daki Ortodoksları nasıl etkiledi? Son olarak güncel sorunları da gündeme getirme niyetimiz olduğunu ve bu çerçevede vakıf başkanlarımız ve dini önderlerimizle yapacağımız röportajlara yer vereceğimizi söyleyebilirim. E.C.D.: Bizim kültürümüz sadece Antakya’da ya da Türkiye’nin belirli şehirlerinde yaşamıyor. 19. yüzyılın sonundan itibaren dünyanın her yerine ciddi anlamda göç veren bir toplum olduğu için özellikle Avrupa’da hatırı sayılır büyüklükte bir cemaat yaşıyor. Onların da yaşamlarını ve kültürlerini Avrupa’da nasıl yaşattığını da anlatmayı amaçlıyoruz. Kurucularımızdan Ferit Tekbaş Almanya’da yaşıyor ve oradaki toplumu anlatacak yazılar ve röportajlarla siteye büyük katkı sağlayacak. Antakya Ortodokslarının nüfusu nedir? A.M.B.: Her azınlık toplumunda olduğu gibi bizim de sayı sorunumuz var. Antakya ve bölgesi için yedi bin kişiden söz ediliyor. Avrupa’dakilerle birlikte 20 bin kişiden bahsediliyor. Sayı meselesi aslında oldukça önemli çünkü bir yandan Arap mıyız Rum muyuz tartışması sürerken bugün İstanbul Rum toplumu içerisindeki varlığımız gittikçe artıyor, ancak bunu net sayılarla maalesef ifade edemiyoruz. İnternet sayfanızda içerik olarak toplumun güncel sorunlarına da yer vereceğinizi söylediniz. Peki Antakya Ortodoks cemaatinin yaşadığı sorunlar neler? E.C.D.: Türkiye’deki her azınlık toplumunun yaşadığı sorunların büyük bir kısmını Antakyalı Ortodokslar da yaşıyor. Öncelik olarak toplumun bir tüzel kişilik sorunu var. Kilise vakıflarının mülk edinememesi ve geçmişte mülklerine el konulmasından doğan haksızlığın giderilmesi dair sorunlar yaşanıyor. Kilise vakıflarının gelirlerinin düşük olduğu durumda devletten bir yardım alamamaları nedeniyle kendi din adamlarına ve çalışanlarına yeterli maddi desteği sağlayamama sorununu yaşıyor. İstanbul’da yaşayan azınlıklardan farklı olarak bir de anadil problemimiz var. Çünkü Lozan Barış Antlaşması’nda tanınmış olmasına rağmen -Lozan Antlaşması bizim için geçerli olup olmadığı Antakya antlaşmadan sonra katıldığı için tartışmalı bir konu- belirli bir bölgede yaşayan azınlıkların kendi okullarını, kendi dillerinde eğitim görebilecekleri okullar açma hakkını cemaat bir türlü kullanamıyor. Kullanamadığı için kendi anadilini kaybediyor. Arapçayı konuşamaz, devam ettiremez, bu kültürle yaşayamaz hale gelmesi gibi bir problem de cemaatin gündeminde yer alıyor. Platformu kurarken nasıl tepkilerle karşılaştınız? E.C.D.: Bu toplum tarafından çok istenen ama bir türlü yapılmayan bir şeydi. Kurucularımızdan Ferit Tekbaş’ın inisiyatifiyle biz bir ekip olarak bir araya geldik. Kuruluş sürecinden bölgeden insanlardan da hep olumlu geri dönüş aldık. Kendimizi anlamaya ve anlatmaya dönük büyük bir ihtiyacı karşılayacağımızı düşünüyoruz. Ayrıca, bir platform olarak toplumda süregelen tartışmaların içerisinde bir tavır almayacağız. Fakat bu tartışmaları daha fazla ertelemeden ve bunları konuşmaktan kaçınmadan yüksek temsiliyetle yapmamız gerektiğine inanıyoruz. Bu anlamda kapımız nefret söylemi içermeyen tüm görüşlere ve fikirlere açık. A.M.B.: Bu tartışmayı gündeme getirmek, Araplık, Rumluk tartışmalarını söylemeyi zikretmek bazı insanları rahatsız ediyor ve içimizden bazı insanlar tarafından bölücülük olarak algılanabiliyor. Böyle bir platformun kurulması ile ilgili birlikte büyük bir heyecan var; bunu hissediyoruz ama Araplık, Rumluk meselesini dile getiririz diye çekinceler de mevcut. Bu çekincelerin farkında olarak biz de bunun üzerine gitmek istiyoruz çünkü bunun toplumun ana meselesi olduğunu ve buradan çıkacak herhangi bir sonucun bu toplumu bölmek yerine varlığını ortaya koymasına vesile olacağını düşünüyoruz. Ekip kimlerden oluşuyor? A.M.B.: Biz altı kişilik bir ekip olarak ortaya çıktık. Aramızda Ferit Tekbaş var; kendisi daha önce Oryental Hıristiyanların Merkez Konseyi‘nde (ZOCD) yönetim kurul üyesi olarak görev almış ve Köln’de Antakya Rum Ortodoks Hıristiyanlarının Kültürünü Geliştirme ve Koruma Merkez Konseyi’nde (kısa biçim = ZeROChA e. V.) yönetim kurulu üyesi olarak yer aldı ve aynı zamanda bu konseyin kurucularından. Emre Can Dağlıoğlu ve ben varım. İstanbul’da avukatlık yapan, İskenderun’dan Can Terbiyeli var; tarihimize dair konular ve göç meseleleri üzerine düşünmeyi seven bir arkadaşımız. Mişel Uyar var; Karagözyan Okulu’nda öğretmenlik yapmış şimdi İskenderun’a taşındı. O da aynı şekilde kültürümüz ve tarihimiz üzerine çalışmalar yapıyor. Bir de Ketrin Köprü var, Uluslararası Göç Örgütü’nde çalışıyor. Ekibimizin dışında yazar kadromuz daha geniş. Toplumdan bize kültürel, tarihi ve güncel sorunlarımıza dair yazılarla katkı sunmak isteyen herkese kapımız açık. Genişlemeye de başladık bile. E.C.D.: Şunu da eklemek gerek. Kurucu ekip bu olsa da yazar kadromuz sadece Hıristiyanlardan oluşmuyor. Bizim toplumumuza dair yazı yazmak isteyen veya başka tür katkılar sunmak isteyen herkese kapımız açık. Bu röportaj ilk olarak 21.10.2021 tarihinde Agos Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

  • Nehna Ekibini Tanıyalım – Ketrin Köprü

    Bu bölümde yapılan röportajlarla Nehna ekibini tanıtmayı amaçlıyoruz. İlk olarak kurucu ekibin içerisinde yer alan Ketrin Köprü’yü tanıyacağız.Bu röportajda Nehna ekibine katılma sürecinden bahseden Ketrin, “Hayatımdaki dönüm noktalarından biri” diye tasvir ettiği, Arapça öğrenmek için gittiği Beyrut tecrübesini de bizlerle paylaşıyor. Ayrıca Uluslararası Göç Örgütü’ndeki (IOM) çalışmalarından ve gözlemlerinden bahsederken göç ve sığınmacılarla ilgili doğru bildiğimiz yanlışların altını çiziyor. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Sevgili Ketrin, okuyucularımıza kendini tanıtır mısın? Tabii ki, 1988 Antakya doğumluyum. İlköğretim ve lise eğitimimi Antakya’da tamamladıktan sonra, üniversite eğitimim için ilk önce İskenderun’a geçtim. 2010 senesinde İstanbul’a gazetecilik alanında iş bulmak ümidiyle geldim. Agos gazetesinde 6 ay kadar çalıştım, daha sonra İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Gazetecilik Bölümü’nü bitirdim. Ayrıca okurken Birgün gazetesi ve NTVMSNBC‘de kısa dönemli stajlarım ve çalışmalarım oldu. Suriye’de çıkan savaşın üzerinden iki yıl geçtikten sonra, Gezi olaylarının yaşandığı 2013 senesinde, Lübnan Balamand Üniversitesi’ne 1,5 yıllığına Arapça öğrenmeye gittim. Çok kolay öğrenebileceğimi düşündüğüm, anadilim diye tanımladığım dili, okuyup yazmayı ve tam anlamıyla konuşmayı öğrenmek beni epey bir yordu. Yani, Arapçanın ne kadar zor ve geniş bir sözcük dağarcığına sahip değerli bir dil olduğunu oradayken anladım. Çünkü çocukluğumdan beri Arapçaya karşı içimde bir direnç vardı. Malum ilkokulda düzgün Türkçe konuşmamız gerekiyordu. Bu yüzden, annem benimle Arapça konuştuğunda hep Türkçe karşılık verdiğimi hatırlıyorum. Gerçekten bir gün bu dili öğrenme isteğim olacağını tahmin etmiyordum açıkçası. Şu an dönüp baktığımda “iyi ki yaptım” dediğim şeylerin başında gelir. Lübnan’dan dönüp kısa bir süre iş aradıktan sonra, gazetecilik tutkum, hiçbir yerde iş bulamadığım için yavaş yavaş başka bir şeye dönüştü. Sivil topluma yöneldim. Türkiye’de yükselen mülteci kriziyle birlikte, mültecilere çeşitli yardım ve destekler sağlayan sivil toplum kuruluşlarından CARITAS’ta işe başladım. Orada bir süre çalıştıktan sonra, şu an hala çalışmaya devam ettiğim Uluslararası Göç Örgütü’nde (IOM) 2015 yılından beri çalışıyorum. Lübnan’a Arapça öğrenmeye gittiğinden ve çocukluğunda Arapçaya direnişinden bahsettin. Bu noktayı biraz açabilir misin? Arapça öğrendikten sonra senin için neler değişti? Bildiğim kadarıyla Lübnan’da manastırda da kaldın. Nasıl bir tecrübeydi? Lübnan‘da Arapça eğitimi almak hayatımdaki ikinci dönüm noktası diye adlandırdığım bir serüvendi. Çünkü mezun olmanın verdiği telaşla ve ne yapacağımı bilememe hali beni oralara kadar götürdü. Tabii, bu öyle kolay olmadı. Bunu buradan da belirtmek isterim -çünkü kendisine buradan da bu vesile ile teşekkür etmiş olacağım bir kez daha- Seyiddna (Arapçada Metropolit) Elpidophoros, o zamanlar İstanbul Rum Patrikhanesi’ndeydi, o bana çok yardımcı oldu oraya gidip Arapça eğitimi almam konusunda. Benim için Balamand Üniversitesi‘ne bağlı Ruhban Okulu’yla bir takım yazışmalar yaptı ve aldığım kabul sonrası oraya yaklaşık 1,5 sene burslu Arapça öğrenmeye gittim. Tabii, tam olarak beni orada neyin beklediğini bilmiyordum. Yani, nerede kalacaktım? Yurtta mı, yoksa manastırda mı? Seyiddna Elpidophoros bana sadece orada teoloji okuyan öğrencilerle birlikte Arapça öğreneceğimi söyledi. Beyrut Havalimanı’na vardığımda beni orada okuyan teoloji öğrencilerinden Türkiyeli hatta Altınözlü Bayram karşıladı. Sonra, Trablus’a varmadan baya tepelerde bir yere yaklaşık bir saat yol giderek çıktık. Gecenin bir vakti varmıştım. Beni Seyyidna Ghattas karşıladı. Manastırda misafirlerin kaldığı bir yer vermişlerdi bana, yaklaşık bir ay o odada kaldım. Sonra üniversitenin hemen yanında bir yurt ayarlandı, oraya geçtim. Yani, aslında ilk günden itibaren daha önce hayatımda görmediğim kadar dini lider ve teoloji öğrencisiyle birlikte tek kadın olarak ilk kahvaltımı etmiştim. Çok ilginç bir deneyimdi gerçekten. Çeşitli ülkelerden gelen yaklaşık 80 erkek öğrenci, çeşitli branşlarda eğitim veren papazlar, eğitmenler ve ben… Tabii, zamanla hepsiyle tanıştım arkadaş oldum. Aralarından bazılarıyla hala haberleşirim. Arapçaya direncim aslında hep okulda iyi Türkçe konuşabilmek içindi. Çünkü maalesef bizim oralardaki okullarda da dille ilgili bir baskı vardı. Ama tabii ki, çoğunluğun Arapça konuştuğu bir evde büyüyünce dili konuşmamaya o kadar da direnemiyorsunuz. İyi ki maruz kalmışım diyorum, yoksa 1,5 senede gerçekten bu dili konuşmayı ayrı, okuma yazmayı ayrı öğrenmek gerçekten zor. Ben ilk etapta bildiğimi zannedip sadece okuma yazma öğrenmeye gidiyorum diyordum, altı ay yeter bana diyordum. Fakat öyle olmadı tabii ki. Ben konuşmayı hiç sevmediğim, zorla öğrendiğim – abartmıyorum ilk başlarda yapamadığım için ağlıyordum- dili Lübnan’da zamanla sevdiğimi farkettim. Tabii, bu hep oradaki arkadaşlarımla mümkün oldu. Üç öğün yemeğimi onlarla yiyor, ders aralarında hep onlarla sohbet ediyordum. Hatta her gün kilise ayinlerine bile katılıyordum, ilginç bir şekilde dille birlikte din de ilgimi çekmeye başlamıştı. Bulduğum herkese merak ettiğim her soruyu soruyordum. Çok şey öğrendim onlardan. Beni aralarına almışlardı artık, onlardan biri gibi hissediyordum kendimi zaman zaman. Yani, sanki ben de oraya dini keşfetmeye gitmiş gibiydim. Arapça hayatıma çok şey kattı diyebilirim ama Arapçayı Lübnan‘da bir ruhban okulunda öğrenmek beni zenginleştirdi her anlamda. Bu kadar din insanı tanımak, bayramlarda bazen Antakya Kürsüsü‘ne bağlı birçok önemli din liderle tanışmak, sohbet etmek, hayatımın o döneminde bana çok iyi geldi. Döndükten sonra ailede en kötü Arapça konuşan insandan bir anda en iyiye dönüşmüştüm. Hatta baya ileri gidip ilk geldiğim zamanlar annemi, babamı Arapça konuşurlarken düzeltiyordum. Bizim evde Arapça her yerde vardı. Dedemlerle yaşadığımız için televizyonda izlenen her şey Arapça idi. Sığınmacılar arasında bile bazen telefonda konuşurken, bazen yüz yüze gördüklerinde, “Sen Lübnanlı mısın, Suriyeli misin?” diyen var. Çok mutluyum açıkçası bu seviyeye geldiğim ve anadilimi yaşattığım için. Ferit Tekbaş ve Ketrin Köprü Sığınmacılardan bahsettin… Halihazırda bir göç örgütünde çalışıyorsun. Bu sivil toplum işinde, görevin tam olarak nedir ve göçmenlerin güncel durumları hakkında bize bilgiler verebilir misin? Yaklaşık 6 yıldır Uluslararası Göç Örgütü’ndeyim. Burası Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında, göç alanında çalışmalar yürüten bir kurum. IOM olarak biz, burada Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne kayıtlı olan geçici koruma ve uluslararası koruma altındaki sığınmacıları, kabul gördükleri üçüncü ülkelere yerleştirme görevini üstleniyoruz. Ben operasyon departmanında çalışıyorum. Bir sene öncesine kadar Arapça bildiğim için saha görevlerinde yer alıyordum. Yani, sığınmacıların kabul gördükleri ülkelerin Türkiye’deki konsolosluklarında yapılan mülakatlara katılıyor, onlara tercümanlık yapıyor ve havalimanına kadar eşlik edip oradaki işlemleriyle ilgili yardımcı oluyorum. Ofisteyken de ulaşabildikleri neredeyse tek kurum biz olduğumuzdan, çok sıklıkla çalan telefonları cevaplayıp sığınmacıların sorularını elimizden geldiğince yanıtlıyoruz. Onların dosyaları hakkında herhangi bir gelişme varsa aktarıyoruz. Son bir yıldır ise saha görevinden bilgisayar başı bir işe geçtim, yani üçüncü ülkelerdeki misyonlarımızdan gelen yazışmaları ve talepler doğrultusunda sığınmacılarımızın uçuş planlamasını yapıyoruz. Kültürel oryantasyon, sağlık kontrolleri ve uçuş detaylarını bizler hazırlayıp bir takvim oluşturuyoruz. Maalesef konuyla ilgili doğru bilinen çok fazla yanlış bilgi var. Suriyeli mültecilere vatandaşlık verildiğine, mültecilerin istediği üniversitede sınavsız okuyabildiği, Suriyeli esnafların vergi vermediği gibi birçok yanlış bilgi var. Türkiye’de bulunan Suriyeliler, geçici koruma statüsüne sahip. Geçici koruma kapsamındaki insanların diğer Türkiye vatandaşı olmayanlar gibi 5 yıl ikamet yoluyla Türk vatandaşı olma hakları yok. Eğer öyle olsaydı, 2015 yılının sonuna kadar gelmiş olan yaklaşık 2,5 milyon Suriyeli’nin tamamının Türk vatandaşı olması gerekiyordu. Fakat son açıklanan sayıya göre, Türk vatandaşı olan Suriyelilerin sayısı yalnızca 110 bin. Benzer şekilde geçici koruma altında bulunan Suriyelilerin bir Türk vatandaşıyla evlilik yoluyla Türk vatandaşı olma hakkı da yok. Öğrencilik mevzusuna gelince, Türk vatandaşı olmayan her öğrenci yabancı öğrenci statüsünde. Suriyelilerin ne devlet üniversitelerinde ne de vakıf üniversitelerinde diğer yabancı uyruklu öğrencilere göre bir avantajı yok. Bir yabancı öğrencinin devlet üniversitesine girmesi için Yabancı Öğrenci Sınavı’na (YÖS) girmesi gerekiyor. Yani, sınava girmeden istedikleri üniversitede okudukları iddiası uydurma. Vakıf üniversitesine girmek istediğinde ise sığınmacılar o üniversitenin belirlemiş olduğu kriterlere uymak zorundalar. Nehna ekibinin en genci sensin. Peki, seni bu online platformda yer almaya motive eden neydi? Açıkçası ,sanırım ilk önce okumuş olduğum bölümle ilgili küçücük bile olsa bir katkı sunmak beni heyecanlandırdı. Çünkü ben gazeteciliği gerçekten büyük bir keyifle okudum ve okurken de kendimce işe yarar şeyler yaptığımı düşünüyordum. Okulumuzun bir dergisi vardı ve iki yıl boyunca çeşitli konularda ayda bir kez yazılar yazıyordum. Yani, bu platform fikri için beni ilk aradığında çok heyecanlanmıştım. Açıkçası, yeniden bir şeyler karalamak ve araştırmak ve bir ağ oluşturmak şahane olacak diye düşünüyorum. Ama tabii ki, zaman zaman da gözüm korkmuyor değil, çünkü ekip çok sağlam ve birçoğunun da işi yazmak ve araştırmak. Kendimi yazı işinden biraz uzaklaşmış hissediyorum bazen, çünkü dışarıdan her ne kadar basit gibi görünse de, aslında işin içine birazcık girince öyle basit olmadığını anlıyorsunuz. Umarım hepimizin hedeflediği gibi güzel ve kaliteli içeriklerle dolu bir platform olur. Ve ilerleyen zamanlarda daha çok insanın söz söyleyebileceği, katkı sunabileceği bir platforma dönüşür. İnternet gazeteciliği okudun ve Agos, Birgün ve NTVMSNBC gibi gazete ve platformlarda çalıştın. Peki, bu tecrübenle Nehna’da hangi konular üzerinden çalışmayı hedefliyorsun? Açıkçası, başlarda özellikle yazmayı düşündüğüm bir konu yoktu. Ve çok aktif bir şekilde yer alacağımı düşünmüyordum. Ben sadece arada dışarıdan katkı sunarım diye düşünmüştüm ama yaptığımız toplantılar ve çıkan fikirler beni Nehna’nın bir parçası olmaya sürükledi. Açıkça söylemek gerekirse, iş yoğunluğumdan dolayı, birkaç kez “çok benlik değil sanki” diye düşündüğüm zamanlar da oldu. Ama yavaş yavaş sevmeye başladım Nehna’yı ve merak etmeye başladım nasıl bir platforma dönüşeceğimizi, çünkü ekip gerçekten çok sağlam ve ben de bu ekibin bir parçası olduğum için çok şanslı hissediyorum. Zamanla güzel şeyler ortaya koyacağımıza inanıyorum. Yazmaya da ilk önce doğduğum evle başlamak istedim. Avlu evlerini işlemeyi düşünüyorum ilk etapta. Kendi hikayemle başlayıp başka hikayelere doğru bir serüven planlıyorum. Zaman içerisinde hangi konulara yöneleceğimi ben de henüz bilmiyorum açıkçası. Online platformun geleceği için beklentilerin nelerdir? Online platformun geleceği için öncelikli beklentim aslında geniş bir kitleye hitap edebileceğimiz içerikte olması. Yani istiyorum ki, her yaştan, dinden, etnik kökenden ve kesimden insanın içinde bir şeyler bulabileceği içerikler olsun. Bizi ayrıştırmaktan ziyade, farklı fikirleri birlikte tartışmayı hedeflemesini, gelecekte bu platformun bir derneğe ya da bir vakfa dönüşmesini ve belki içerikte çeşitli kısa filmlerin, belgesellerin yer almasını diliyorum. Tabii, bütün bunlar zamanla olabilecek şeyler, bu yüzden, sabır ve emek en önemli şey ilk etapta. Son olarak, bu mülakat için sana, diğer arkadaşlar ve okuyucularımız adına çok teşekkür ederim. Gönüllü ve diğer işlerinde başarılar dilerim. Ben teşekkür ederim, ayrı ayrı hepimizi bir araya getirip böyle bir platform da buluşturduğun için.

  • Let insa ilsenek, let insa min eyn cina*

    Merhaba sevgili Nehna okuyucuları, bildiğiniz gibi sizlerle beraber oluşturduğumuz bu platformda kültürümüze dair konulara da değineceğiz. Kültürümüzü oluşturan en önemli konulardan biri de müzik. Bu yazıyı okuyan herkesin birbirinden farklı müzik beğenileri olduğu aşikar. Ancak benim müzik beğenimde anadilim Arapçanın etkisi epey fazla. Düğünlerimizde çalınan anonim müziklerden tutun da günümüzde daha çağdaş tarzda yapılan şarkılara kadar birçoğumuz Arapça müziklerle bir şekilde haşır neşir olmuşuzdur. Burada amacım, hem klasik anlamda toplumumuzda yer etmiş şarkı ve ses sanatçılarını anlatmaya çalışmak hem de bizler tarafından pek bilinmeyen ama Levant bölgesinde (Suriye, Lübnan, Ürdün) ve Mısır’da çağdaş müzik yapan kişi ve grupları incelemeye çalışmak. Çocukluğumda, Samandağ’daki ailem televizyon ve radyolarda sürekli Suriye kanalları izler ve dinlerdi. Zaten Türkçe olarak TRT dışında seçenek yoktu. O da çok kısıtlı olduğu için genelde Suriye ve Lübnan kanalları izlenirdi. Akşamları Ğuvvar el Taşhı’nın (Duraid Lahham) kısa skeçlerini izler, yarım yamalak Arapçamla anlamaya çalışırdım. Sonra müzik programları başlardı. Vedi el Safi ve Feyruz’un müzikal filmleri, Tony Hanna’nın artık bir parçası haline gelen bastonuyla çıktığı programlar, Sabah’ın (Şahrura/Türkçede Karatavuk) farklı tarzı ve burada ismini sayamadığım birçok şarkıcı akşamlarımıza konuk olurdu. Artık bugünlerde bu isimlerin birçoğunu kaybetmiş olsak da, bunlar özellikle 1970’li ve 80’li yıllara damga vuran isimlerdi. Hepimizin evinde Suriye ve Lübnan’a göç etmiş akrabalarımızdan gelen kasetler olurdu. Aile eğlencelerinin vazgeçilmezi olan şarkılar bu kasetlerden çalınırdı. Tabii ki sadece eğlence değil, hüzün de bu şarkılarda kendini bulurdu. Şarkılar bir toplumun duygularını yansımasıdır. Belki birçoğumuz Feyruz’un buğulu sesiyle kendimizden geçmişizdir. Ya da Vedi el Safi’nin mavallarında (muvvel/mawal) hüzünlenmişizdir. Bu konuda ufak bir anımı anlatmak isterim. Yine bir yaz tatilinde Samandağ’a gitmiştim. Sıtte (Nene) Margirit’te kalıyordum. Her gün öğleden sonra sıttem, Lübnan kanallarından müzik dinlerdi. Salona girdiğimde sıttemin gözyaşları içinde Vedi el Safi dinlediğini gördüm. Neneme niye ağladığını sorduğumda geçmiş günleri hatırladığını söyledi ve ekledi: “Ye ıbın bınti let ınse ilsenek, let insa min eyn cina” (Kızımın oğlu, dilini  unutma, nereden geldiğimizi unutma). Şarkılar her zaman insana farklı duygular verir. Arapça müzikler ise, ister çağdaş tarzda yorumlanmış olsun ister klasik olsun, bana hep toplumumuzu ve kültürümüzü hatırlatıyor. 2000’li yıllarda teknolojinin gelişmesiyle beraber çok kısıtlı olan Arapça müzik yelpazem de genişlemeye başladı. Önce Feyruz’un o devasa müzik dünyasına girdim. Sonra Marcel Khalifa’yla tanıştım. Sonra klasikleri dinlemeye devam ettim. Ve şunu fark ettim ki, Arapça müzik sadece Feyruz, Vedi el Safi, Sabah ya da Marcel Khalifa’dan ibaret değil. Özellikle Filistin mücadelesi ve Lübnan İç Savaşı Arapça müziği ziyadesiyle şekillendiriyor. Aşk, ayrılık, memleket özlemi gibi konular yerini daha politik konulara bırakmaya başlıyor. Bu değişim sadece şarkıların konularını değil biçimini de etkiliyor. Zaman her şeyi değiştirdiği gibi müziği de değiştiriyor. 60-70’lerin arabesk tarzı müzikleri, zamanla Batı enstrümanlarının dahil edilmesiyle farklı bir şekle girmeye başlıyor. Bu dönüşümde Rahbani Kardeşler ile Feyruz’un ve ayrıca Marcel Khalifa’nın etkisi çok büyük. 2000’li yıllarla beraber, müzik tarzı tamamen değişmeye başlayan Arap dünyası, Doğu ile Batı sentezini müzikal anlamda birleştirmeye başlıyor. Elektronik müziğin etkisinin artmasıyla birlikte, hem klasik anlamda Arap melodileri işleniyor hem de bunlar çağdaş Avrupa müziğiyle harmanlanıyordu. Tabii ki, bu müzisyenler, yine siyasal ve toplumsal zeminden besleniyordu. İnsan hakları, kadın hakları, LGBTİ hakları, din-mezhep savaşlarını işleyen şarkılar ve müzisyenler çok daha fazla ortaya çıkmaya başlıyordu. Ayrıca aniden patlak veren “Arap Baharı” müzisyenleri ve şarkılarını siyaseten daha aktif tutum almaya itmeye başladı. Sanatçılar, mitinglerde sahne almaya, ekonomik-siyasal eylemleri örgütlemeye başladılar. Bizde de benzerini Gezi Parkı eylemleriyle yaşadığımız süreç, Arap ülkelerinde aynı zamanda kültürel bir değişime de yol açtı. Bu değişimle beraber Emel Mathlouthi, Julia Butros, Mashrao Leila, Mouzanar, Soap Kills-Yasmin Hamden, Tania Saleh, Cairokee, Jadal, Apo&Apostles  Meryem Saleh, Ghazall, Akher Zapheer, Rima Khcheich, Autostrad gibi birçok müzisyen ve grup ortaya çıktı. Artık teknolojinin geldiği noktada tüm bu sanatçıların eserlerine ulaşmak çok daha kolay. Belki bizim topraklarımızda da gereken ilgiyi görmelerinin vakti gelmiştir. Zamanla sayfalarımızda özellikle yeni dönem sanatçı ve gruplarını tanıtmaya çalışacağız. * Dilini unutma, nereden geldiğimizi unutma.

  • Antakya’da yemek sadece yemek değildir!

    Başlığı bu şekilde attım ama aslında yemek dünyanın hiçbir yerinde sadece yemek değildir! Dünyanın bugün her yerinde yemek, bir beslenme aracı olmanın dışında, bize kültürü, etnik, dini ve milli aidiyetleri, siyaseti ve ekonomiyi analiz etme fırsatı sunuyor. Bunun sanıyorum en yaygın örneği, günümüzde yemek ve kültür temalı festivallerin giderek artış göstermesidir. Bugün gastronomi bölümlerinde yemek ve kültür bağlantısını sıkça kuran dersler olduğunu da gözlemliyoruz. Yemeğin kültürel kodlarımızın içinde gömülü olması toplumsal aidiyetimizi algılama biçimlerimize de etki ediyor. Kebabın en iyisinden Adanalılar anlar; sebze ve otlardan yapılan yemekler deyince Ege, acı, çiğköfte, içli köfte deyince de Antakya akla gelir. Bölgenin yerlileri, bu yemek kodlamalarını içselleştirince, aynı yemeği sahiplenen diğer şehirlerle bir tartışma da kaçınılmaz hale geliyor. Tabii, bunun yerelle sınırlı kalmayarak ülkeler arası çatışmaların kaynağı olmaya başladığını da gözlemliyoruz. Anlayacağınız, yemek belirli bir tarih veremeyeceğimiz kadar uzun süredir etnik, dini, milli ve hatta toplumsal cinsiyet kimliklerimizin en önemli işaretlerindendir. Kendini Mersin’de doğmuş bir Antakyalı olarak tanımladığımdan mı bilmiyorum, bahsettiğim bu yemek-kimlik eşleşmesinin bizim memlekette hep daha güçlü bir şekilde kurulduğunu düşünmüşümdür. Paskalya zamanı yapılan tuzlu ve tatlı kurabiyeler, lebeniye çorbası ve boyanan yumurtalar, Paskalya’ya daha aylar kala Ferğun (Beç tavuğu) yumurtası elde etmek için gösterilen çaba, ayin sonrası kilise avlusunda sabaha karşı kurulan sofralar olmasa, Paskalya ne kadar Paskalya olurdu Antakyalı Ortodokslar için? Ya da Noel gecesi yapılan aile yemeği için hazırladığımız onlarca çeşit yemek olmasa Noel’in coşkusu tamamlanabilir miydi? Kahvaltılarda zahteri, sürkiyi aramaz mı memleketinden uzak yaşayan bir Antakyalı? Ya da evinden Arap kahvesini eksik eder mi? Ben hep memleketten uzak büyüdüm. Antakya’da yaşayanlar için eminim burada sayılabilecek yemeklere daha birçok örnek eklenebilir. Ama İstanbul’a taşındığım ilk zamanlar, annemlerin koli koli yolladığı malzemeler ve yemekler, bana o dönem angarya gelmiş olsa da, bugün anlıyorum İstanbul’da yediğim, yaptığım etli yemeklerin bana neden yavan geldiğini ve neden o yemek kolilerinin değerli olduğunu. Bugün benim gibi birçok Antakyalı -istisnalar elbette vardır- nereye giderse gitsin mümkünse zeytinyağını, nar ekşisini, biber salçasını, zahterini, peynirini hatta bazen etini bile Antakya’dan getirtmenin bir yolunu bulur. Antakyalı ya da Antakya kökenli iki kişi bir araya geldiğinde mutlaka konu bir şekilde yemeğe bağlanır. Çünkü bilhassa Antakyalılar için yemek, memleket ile kurulan en önemli bağdır. Şunu da eklemek gerekir ki, Antakyalı Hıristiyanlar için yemekle kurulan bu ilişki Antakyalılığın biraz ötesine geçer. Dini ritüellerinin de yemek öğeleriyle dolup taştığı Antakyalı Hıristiyanlar için yemek bir anlamda azınlık kimliğine tutunmak anlamına gelir aslında. Bu yemek pratiklerini kaybetmek dini-etnik belleğin de kaybı demektir. Yakın zamanda piyasaya çıkan, Dr. Özgür Kaymak ile birlikte kaleme aldığımız, İstanbul’un Rum, Yahudi ve Ermeni cemaatlerinde karma evlilikleri inceleyen Kısmet Tabii… kitabında da vurguladığımız gibi, kendi dini-etnik cemaati dışından yaptıkları evliliklerde, evlilik öncesi kendini dindar olarak tanımlamayan azınlık bireylerin, içine doğdukları kimliğe tutunmak için aktardıkları pratiklerden biri de geleneksel yemek ritüellerini devam ettirmektir. Bu açıdan bakınca, karma evlilik yapmış bir Antakyalı Ortodoks olarak benim, yemeği güçlü bir kimlik öğesi olarak içselleştirip bu işi üniversitede “Yemek, Toplum ve Siyaset” adlı bir ders vermeye kadar vardırmamın da şaşırtıcı olmadığını sanıyorum. Çünkü yemeği merkeze alan ve onunla çok güçlü kimlik etkileşimleri kuran bir toplumun parçasıyım ben. Yukarıda vurgulamaya çalıştığım tüm bu nedenlerle yemek, belki de Antakya’da biraz daha kalın bir vurguyla sadece yemek değildir. Bu durumun uzun yıllardır farkında olarak, yaklaşık beş yıldır Antakyalı Ortodoks mutfağı üzerine bir kitap yazmaya kafa yoruyordum. Yemek ile kimlik ilişkisinin Antakya’da (ve Mersin’de ve İskenderun’da) aldığı güçlü hale dair hafızamın çok yüzeysel kaldığının ve bu konuda benden önceki jenerasyonların hafızasının da anlatılmadıkça kaybolup gitmeye yüz tuttuğunun farkındaydım. Bunun için toplumumuzun üzerinde ortaklaştığı bazı yemek temalarına (acı, baharat, bulgur, et, balık vb.) biraz kafa yormaya çalışacağım. Yaşam tecrübesi bizden fazla olan büyüklerimizle sosyolojide sıkça başvurulan derinlemesine mülakat tekniği ile sohbetler gerçekleştirerek, yemek üzerinden aktarılan belleği kayda geçirmek gerekiyor. Aslında böyle bir kitabı yazmak için kolları sıvadım. Sıvadım ancak başka telaşlardan vakit bulamadım. Nehna projesi şekillenmeye başlayınca, kurucu ekibimizin de desteğiyle, şu an için bir kitap formunda olmasa bile kurduğumuz bu platformda yazılar ve röportajlar halinde bu temalara değinme fırsatımız olacak. Okuduğunuz bu yazı, bu kültürel bellek aktarımının ilk yazısı olma niyetini taşıyor. Nehna’nın yemek bölümünde biriktireceğimiz bu yazılar umuyorum ki, toplumumuzun çok önemli bir kimlik öğesi olan yemek ve mutfak pratiklerine dair önemli bir külliyat oluşturacak.

  • Antakya Vakıf Başkanı Hurigil: “Anadil yoksa kültür yok olur”

    Vakıf başkanlarımızla yapacağımız röportaj serisinin ilk konuğu Fadi Hurigil. Hurigil Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı. Kendisiyle Antakya cemaati ve kilisesini ve cemaatin Türkiye coğrafyasındaki dini özgürlüklerinin sınırlarını konuştuk. Kendisine cemaatin içerisinde tartışma konusu olan ‘Araplık-Rumluk’ meselesine dair görüşlerini de sordum. Biraz uzattık ama Fadi Hurigil’in verdiği samimi cevaplarla keyifli bir söyleşi oldu. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Öncelikle Nehna için böyle bir söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Halihazırda Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’nın başkanlığını sürdürüyorsunuz. Kendinizi ve yöneticisi olduğunuz cemaati tanımlar mısınız? Ne kadar zamandır cemaat başkanlığını yürütüyorsunuz? 1975 Antakya doğumluyum. 2002 yılının Ekim ayında kilisemizin vakıf yönetim kurulu üyeliğine seçildim. 5 yıl süresince vakfımızın sekreterliğini yürüttükten sonra, 2007 yılının Kasım ayında cemaatimiz tarafından vakıf başkanlığına seçildim. Cemaat vakıfları, Cumhuriyet öncesinde gayrimüslim Türk vatandaşlarının oluşturduğu hayır kurumları olup 1936 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki kütüğe düzenlenen beyannamelerle tescil edilmiştir ve kayıtları yapılmıştır. Böylece, cemaatlere ait bu hayır kurumları vakıf olarak kabul edilmiştir. Türkiye’de yaşayan Rum Ortodokslar, il ya da ilçe bazlı vakıf örgütlenmelerine sahiptir. Hatay bölgesindeki vakıfların kuruluş tarihi, Hatay’ın anavatana katılış tarihine istinaden 1939 olarak kabul edilmiştir. Vakıf heyeti, cemaat tarafından seçilen ve dört yılda bir yapılan seçimle 7 kişilik yönetim kurulu tarafından idare edilir. Türkiye’deki diğer vakıflar gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlıdır. Günümüzde Antakya kökenli Rum Ortodoks Hıristiyanların sayısı, Hatay ve Mersin civarında yaşayanlar ile birlikte ele alındığında toplam 9 bin kişi civarındadır. Bu nüfus Hatay bölgesinde Antakya merkez, İskenderun, Arsuz, Samandağı, Altınözü ilçesi Sarılar mahallesi, Altınözü ilçesi Tokaçlı köyü ile birlikte Mersin merkeze dağılmış durumdadır. Her kilisenin ayrı bir vakfı ve yönetim kurulu bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul’a göç eden birinci ve ikinci kuşak aile bireylerini kapsayan bu bölgede doğmuş yaklaşık 1.500-2.000 Rum Ortodoks Hıristiyan yaşamaktadır. Avrupa’nın değişik ülkelerine, çoğunluğu Almanya’ya göç etmiş birinci ve ikinci kuşak aile bireylerini kapsayan, bu bölgede doğmuş yaklaşık 20 bin Rum Ortodoks Hıristiyan yaşamaktadır. Cemaatin nüfusuna dair verdiğiniz bu rakamlar oldukça kıymetli. Peki, Antakya’da cemaatimize ait kaç kilise mevcut? Bu kilise binalarının özellikleri neler? Antakya merkezde Rum Ortodoks cemaatine ait bir kilise bulunmaktadır. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, Mısır Biladü’ş-Şam hükümdarlığı zamanında Mehmed Ali oğlu İbrahim Paşa’nın izni ile 1833 yılında inşa edildiğinde, junayne (bahçe) mevkiinde tahtadan yapılmış basit bir binaydı. İlk kilisemizin yapılışı ve mimarisi hakkında bir bilgi sahibi değiliz, fakat ahşaptan yapılan kilisemiz 1872 yılındaki depremle yıkılmış ve yanmıştır. Yanmasının nedeni yere dökülen yağ kandillerinin ahşap binayı tutuşturmasıdır. Şimdiki kilise, yanmış olan kilisenin yerine yapılmış, taş yontusu ustalığının Bizans mimari tarzının çok iyi bir örneğidir. Patrikhane merkezi olması dolayısıyla, Antakya Azizler Petrus ve Pavlus Katedrali, Doğu Ortodoks Kiliselerinin en büyük ve ihtişamlı yapılarından biridir. Bizans mimarisine uygun olarak inşa edilmiştir. Rus mühendislerin etkisi ve yardımıyla tekrar inşa edildiğinden biraz Rus imar tarzını almıştır. Kilisenin yapımı 1900’lü yıllara doğru tamamlanmıştır. Bu cemaatin geçmişi hakkında ne biliyoruz? Bildiğimiz kadarı ile Antakya ve İstanbul Patrikhaneleri arasında da bazı anlaşmazlıklar var. Öncelikli olarak patriklik olarak nereye bağlı? İki patriklik (İstanbul ve Antakya Patrikhaneleri) arası ilişkiler nasıl? MS 42-43 yıllarında havariler Petrus ve Pavlus’un Antakya’yı ziyaret etmesiyle bu şehir yeni bir inancın merkezi haline gelmiş ve havariler buradan dünya halklarına müjdeyi yaymaya başlamışlardır. Bu sebeple, haklı olarak Antakya, “Milletlerin Ana Kilisesi” ünvanını almıştır. Mesih imanlılarına ilk olarak Antakya’da “Hıristiyan” adı verilmiştir. Patrikhaneler hiyerarşisi içinde Konstantinopolis (İstanbul) ve İskenderiye (Mısır) Patrikhanelerinden sonra üçüncü sırada yer alır. Antakya Patrikhanesi günümüze kadar Ortodoks iman doktrinlerinin oluşmasında başrol oynamış ve kendi ilahiyat ekolünün çıkarmış olduğu büyük din alimleri ve ilahiyatçıları sayesinde evrenin ilahi düşünce yapısına etki etmiş, manastırlardaki rahiplik hayatıyla da Antakya’yı rahiplik ve Tanrı’ya adanmışlık merkezi haline getirmiştir. 451 yılında Kalkedonya (Kadıköy) topluluğu, “Milletlerin Ana Kilisesi” adını Antakya’ya vermesinin yanı sıra, I. Patriklik Kürsüsü’nü de Aziz Petrus’a vermiştir. Zira I. İlahiyat Nikya (İznik) Topluluğu ile II. İlahiyat Konstantinopolis Topluluğu ve bütün Maşrek (Doğu) rahipleri, Antakya Patrikliği’nin otoritesini ve üstünlüğünü itiraf ve tespit etmişlerdir. 526 yılında yaşanan büyük ve yıkıcı depremin ardında Kral Justinianos şehri ayağa kaldırmak için önemli mimari düzenlemeler gerçekleştirmiş ve sütun üzerinde yaşayan Aziz Simeon’un yönlendirmesiyle şehre “Tanrı’nın Yüce Şehri” unvanını vermiştir. Antakya, 1098 yılında Haçlı ordusu tarafından ele geçirildiğinde, orada prenseslik kurulmuş ve şehir yağmalanmış, eski görkemini yavaşça kaybetmeye başlamıştır. 1268 yılında Memluk Sultanı Zahir Baybars, Antakya’yı ve geniş bir bölgeyi Haçlıların elinden almış, bölgeye büyük zararlar vermiş ve ciddi yıkımlara sebep olmuştur. Hatta bu yıkımların neticesinde, Antakya Patrikhanesi’nin merkezi Antakya’dan taşınmak zorunda kalmıştır. Antakya Rum Ortodoks Patrikleri (5 Patrik) bu tarihi yıkımdan dolayı 1343 yılına kadar Konstantinopolis’te (İstanbul) ikamet ettiler. Kutsal Antakya Kürsüsü, Küçük Asya’da bir yerden bir yere dolanıyordu. Patrikhane, 1343 yılında şu anki merkezi olan Şam’a taşınmış ve II. İgnatios Şam’da ikamet eden ilk Antakya Patriği olmuştur. Patrikhanemizin ilk merkezi Antakya’dır. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, merkezi Şam’da bulunan patrikhanemize bağlıdır. Patrikhane tüm doğu kiliselerinin merkezidir. Patriğimizin ünvanı da “Antakya ve tüm Doğu Rum Ortodoks Patriği”dir. Bu cemaat iki bin yıllık geçmişi olan bir cemaattir. Dönemsel olarak nüfusunun artması ya da azalmasına rağmen Ortodoks Hıristiyanlar her zaman bu bölgenin bir parçası olmuştur. Patrikhanemiz İstanbul Rum Patrikhanesi’ni Ekümenik Patrikhane (eşitler arasında birinci) olarak tanımaktadır. İstanbul Rum Patrikhanesi ile ilişkilerimiz gayet iyidir. Saygıdeğer Kadasetli Patrik Hazretleri Bartholomeos ve geçmiş dönemki Vakıflar Meclisi Azınlıklar Temsilcisi Sayın Lakis Vingas Antakya ve civarından göç etmiş olan bu insanları İstanbul Rum toplumuna entegre edebilmek için samimi bir çaba içerisindeler. Sonuç itibariyle, Hatay bölgesinde zaman içerisinde nüfus anlamında kırılmalar olsa da dinsel ve kültürel geçmişi bugüne kadar yaşamaya ve yaşatmaya çalışan bir cemaatimiz mevcuttur. Antakyalı Rum Ortodokslara dair ara ara gündeme gelen tartışma var bir de tabii. Bu cemaat Rum mudur? Arap mıdır? Süryaniler ise Süryani olduğunu iddia ediyor bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu noktada çoğu cemaat mensubu kendi kökenini zaman zaman sorgulamaktadır. Zira Rum kelimesinin anlamı, Doğu Roma’nın, yani Bizans’ın mensubu, Anadolu kökenli Yunanlıdır. Cemaat mensuplarının özellikle son yüzyıllarda yoğun olarak Arapça konuşmaları, kimlikleri hakkında onları zaman zaman karmaşaya itmektedir ama Arap Ortodoks diye bir şey yoktur. Bu soruyu bana ya da benden yaşça büyük birine ya da bunun ilmini okumuş birine sorarsanız, kimlik olarak Rum Ortodoks olduğumuzu söylerler. Bu kesin bir tabirdir. Bu bilgilerden uzak olan kişiler bölgede konuşulan dilin etkisiyle kendini Arap Ortodoks da diyebilirler. Bugün ilkokul çağından üniversite sona kadar 10 gence sorsanız, belki bu 10 gencin 6-7’si kendini Türk Ortodoks olarak adlandırabilir. Çünkü niye? Konuşulan dili kaybettiler. Dili kaybettikleri için maalesef bu tip cevaplarla karşılaşabiliyoruz. Yaklaşık 2500 yıl bu topraklarda bir Yunanca hakimiyeti vardı. 1890 yılına kadar dünyadaki tüm Rum Ortodoksların ibadet dili tekti ve bu da eski Yunanca idi (Süryaniler Süryanice, Ermeniler Ermenice, Rum Ortodokslar –İstanbul Patrikhanesinin bugün hala ibadet ettiği gibi- eski Yunancada ibadet ediyordu). 1890 yılına kadar Antakya Patrikhanesi’ne Yunan tabiatından patriklerin seçilmesi zorunluydu. 1890 yılında bölgenin istekleri doğrultusunda bu kırıldı: “Biz Yunan değiliz, Yunanca konuşmuyoruz, Yunanca anlamıyoruz, biz kendi dilimizde konuşan patrik istiyoruz” dendi. Böylece 1890’da, yüzyıllar sonra ilk defa Yunan tebaasından olmayan bir patrik seçildi. Patrik Yunan tebaasından olmayınca ibadet dili yavaş yavaş Arapçaya dönmeye başladı ve Yunanca hakimiyeti kayboldu. Arap Ortodoks olduğumuz yanılgısının en büyük sebebi budur. Lakin 600-700 yıllık geçmişi olan Arapça da genç nesil arasında yok olmuş durumda. Şu anda Türkçe tam hakimiyetini sağlamıştır. Günümüzde genç nesil neredeyse Arapçayı hiç kullanmamaktadır. Halk anlamakta güçlük çekse de ritüel dili Arapçadır -kısmi olarak Yunanca- ama belki 50-100 yıl sonra bu dili de kaybedeceğiz. Türkçe ayin dili olma yolunda ilerlemektedir. Arap Ortodoks ibaresinin yanlışlığını göç edenler üzerinden de açıklayabilirim. Örneğin, Almanya’ya göç etmiş olanlar bugün ayinlerini Almanca yapıyorlar, Brezilya’da Portekizce yapılıyor. Arapça etkisini kaybetmeye başladı. Türkiye’de de böyle olacak. Ve bunlar kendilerini Rum Ortodoks olarak ifade ediyorlar, Alman Ortodoks değil! Çünkü Rum Ortodokslar! Sonuç olarak Arap Ortodoks ibaresi yanlıştır. Günümüzde Anadolu’da ve bazı Arap ülkelerinde tarihi ve eski halkların yerleşimleri mevcuttur. Bu halklar her ne kadar kendi kadim dillerini kaybetmiş olsalar da bu durum onları Araplaştırmaz. Bir Kıpti ya da Maruni ya da Süryani ya da biz Rum Ortodoksların Arapça konuşuyor olması bizleri Arap kılmıyor. Bir cemaatin zaman içerisinde tarihsel olaylardan mütevellit anadilini kaybetmiş olması, kültürünü veya kökenini kaybettiği anlamına gelmez. Tarih içinde birçok dili konuşmaya mecbur bırakılmış Antakya Rumları için aslında bu durum, dönemsel koşullar ve kozmopolit çevrede olmanın şartlarıyla alakalıdır. Tarih içinde tüm politik sorunlara rağmen, Hıristiyan Rum Ortodokslar imanlarını, kültürlerini korumayı ve günümüze nakletmeyi başarmışlardır. Rum kelimesinin anlamı, Anadolu’da yaşayan Ortodokslar anlamındadır. Rumluk bu topraklardan çıkmıştır. Suriye, Lübnan, Filistin, Anadolu toprakları da zamanında Osmanlı’ya aitti. Ondan önce de Bizans topraklarıydı. Tarihsel olarak Arap Ortodoks yoktur, Arapça lisanıyla ibadet eden Rum Ortodokslar vardır. Azizler Pavlus ve Aziz Petrus Rum Ortodoks Kilisesi - Fotoğraf: Fadi Hurigil Evet, dediğiniz gibi yeni nesil gün geçtikçe daha az Arapça konuşur olsa da, aslında “Arapça konuşan Rum Ortodoks” bu cemaatin bugün kendini tanımlaması gerektiğinde benimsediği tabirlerden bir tanesi. Peki, bugün cemaatimizin aktivitelerini düşündüğünüzde dini özgürlüklerini yaşayabiliyorlar mı? Geçmişle bugünü karşılaştırdığınızda bu anlamda dini özgürlüklerden faydalanabiliyor musunuz? Anayasa, vicdan, dini inanç, kanaat, ifade ve ibadet özgürlüğünü öngörmekte ve dini gerekçelerle ayrımcılığı yasaklamaktadır. Dini inanç, vicdan ve ibadet özgürlüğü anayasada güvence altına alınmıştır. Dini özgürlükler açısından geçmiş ile bugünü karşılaştırdığımızda tabii ki olumlu farklılıklar olmakla birlikte, Türkiye’de dini, dilsel veya etnik azınlık grupların sayısı söz konusu olduğunda, olması gerekenden hep daha az bir sayı gelir akla. Bunun sebepleri çeşitlidir. Türkiye’de azınlıkların statüsünü, bu statüyü din temelinde tanımlayan Lozan Antlaşması ve bu yönde uygulanan devlet politikaları belirlemektedir. Lozan Antlaşması, tüm gayrimüslimlere azınlık statüsü tanısa da Türkiye uygulamada antlaşmanın kapsamını Rumlar, Ermeniler ve Musevilerle sınırlandırmıştır.  Özellikle Lozan Antlaşması’nın yapıldığı tarihte Hatay’ın Türkiye sınırları içerisinde bulunmaması, 1936 Beyannamesi ile günümüze kadar yaşadığımız sıkıntılar, azınlıklar sorununun anayasada dahi dile getirilmemesi ve yıllar boyunca negatif yönde ayrıcalıklı vatandaş suçlamalarıyla birlikte, azınlıklar birçok baskıcı politikanın odağında olmuşlar. Çeşitli olaylar sonucunda da daha paranoyak ve içe dönük bir psikolojiyle hareket etmeye başlamışlardır. Bu durum özellikle Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan cemaatin uzun yıllar gerçek bir korku duvarının arkasında yaşamasına ve gittikçe de muhafazakar bir yapıya bürünmesine sebep olmuştur. Tüm bu gelişmeler veya gelişememeler ışığında, Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan cemaatin sayısı gittikçe azalmış ve bu demografi sorunundan kaynaklı birçok zorluk ortaya çıkmıştır. Etnik köken olarak İstanbul’da yaşayan Rumlarla aynı kökenden gelmemizden dolayı, anadili Arapça olan bölge halkının Rum Ortodoks olarak tanımlanması, 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi, 1955 yılında İstanbul’da ve diğer yerlerde yaşanan 6-7 Eylül Olayları, 1964 yılında Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşların sınır dışı edilmesi ve 1974 Kıbrıs Harekatı sırasında bu bölgede yaşayan Hıristiyanlar üzerinde ciddi baskılar oluşturmuştur. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8 Mayıs 1974 tarihli kararıyla cemaat vakıflarının yeni taşınmazlar edinmeleri engellenmiş, yüzyıllardan beri bu kadim topraklarda yaşadığımız ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumuz halde, cemaat üyelerimiz neredeyse nefes alamaz duruma gelmiştir. Geçmiş yıllarda toplumumuz azınlıkların hakları konusunda yeterli bilgiye sahip değildi. Bilgisizlik sadece toplumun kendisinden değil, devletin azınlık cemaat vakıflarında yapmış olduğu uygulamalardan da kaynaklanıyordu. Son yıllarda ise durum daha farklı. 2008 yılında yürürlüğe sokulan 5737 Sayılı Yeni Vakıflar Kanunu’nun 12. maddesinde yapılan düzenlemeyle, önceki hükümlerden farklı olarak, cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aramaksızın mal edinme olanağı sağlanmıştır. Genel olarak çok kültürlü bir yapıya sahip olan Antakya ve çevresindeki Rum Ortodoks Hıristiyanlar en görünür azınlık gruplardan biridir. Kilise vakıfları, özellikle son yıllarda sivil toplumun da canlanmasıyla daha aktiflerdir. Dini özgürlükler açısından, din adamlarının eğitimi de ciddi bir sorun. Çözümü için Ruhban Okulu’nun açılması bekleniyor. Halk, eğitimsiz din adamı istemiyor, mutlaka teoloji mezunu din adamı istiyor. Çocuklarımıza dini eğitimi konusunda okullarda niye eğitim verilmiyor? Milli Eğitim, bu konuda niye bir adım atmıyor? Müslüman çocuklar din derslerini okullarda alabilirken, Hıristiyan ve Musevi çocuklar niye eğitim alamıyor? Niye okullarında kendi dinlerini öğrenemiyor? Çok yerinde sorular, cevapları da sanıyorum eşit vatandaş olarak görülmememizle ilişkili. Peki, cemaatin bölgede yaşayan farklı dinden insanlarla ilişkisi nasıl? Herkesin gönlünün bir başka insanı kucaklayabilecek kadar geniş olduğu, başkasını ötekileştirmeden insana insan olduğu için değer verdiği ve farklılıkların zenginlik olarak addedildiği bir kentte yaşamanın verdiği mutluluğu her daim yaşıyoruz. Hatay’da toplumsal dayanışmayı gerektiren durumlarda farklı etnisitelerin din ve mezhepleri önemli değildir. Topluluklar, yalnızca düğün, cenaze, sünnet ve vaftiz törenlerinde birbirlerinin mezheplerini öğrenirler. Peki, devlet ya da Diyanet ile ilişkileriniz nasıl? Devlet ve ona bağlı kurumlarla ilişkilerimiz gayet iyidir. Vakıflar olarak Diyanet’e bağlı değiliz. Bazı cemaat vakıflarının bulundukları ibadethane dışında hiçbir mülkiyetleri yok. Mülkiyet olmayınca tabii ki gelir de olmuyor. Bu durumda kilise, din adamına değil sosyal güvencesini  sağlamak, maaş dahi veremiyor. Geliri olmayan vakıflara Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden ya da Diyanet bütçesinden (her ne kadar bağlı olmasak da) neden destek olunmuyor? Belediyelerden ya da hükümetten bir maddi destek alınması söz konusu mu? Ya da belli konularda muafiyetler? 2004-2005 yıllına kadar ibadethanelerimizden elektrik parası alınmıyordu. Kiliselerin elektrik faturalarına istinaden müftülük yılda sadece bir adet faturayı ödüyor. Ama bazen “Bütçem yetmiyor”, bazen “Şu kadarını ödeyebilirim”, hatta “Hiç param yok” deniyor. Müftülük, yani Diyanet, faturalar için ne kadar bütçe ayırıyor, bilmemiz lazım. Burada bir sistem yoksunluğu söz konusu. Bunun düzeltilmesi için Diyanet’e görev düşüyor. Son yıllarda yapılan düzenlemelerle bugün itibariyle sadece kilise içerisindeki aydınlatma ücretleri karşılanmaktadır. Kilise içerisindeki ısıtma-soğutma ya da bahçe, salon ya da müştemilatlara ait aydınlatma ücretleri ödenmemektedir. Birkaç soru önce biraz değindiniz ama detaylı sormak isterim. Son yirmi yıldır gayrimüslim cemaatler geçmişte el konulmuş olan mallarının az bir kısmını alabildiler. Öncelikle bu bölgede farklı sebeplerle el konulmuş ve bugün alınmaya çalışılan mallar var mı? Bu anlamda geri alınma sürecinde olan mülkler var mı? Türkiye’deki azınlıkların statüsünü, din temeline dayanacak şekilde, özellikle Lozan Antlaşması ve bu yönde uygulanan devlet politikaları belirliyor. Lozan Antlaşması yapıldığında Hatay Türkiye sınırları içerisinde değildi. Azınlıklar, Cumhuriyet tarihi boyunca baskıcı politikaların odağında oldular. Bu sorunlardan kaynaklanan birçok zorluk ortaya çıkmış ve vakıflarımızın bu sebeplerden mülk kayıpları olmuş. Bu gayrimenkuller ya kamulaştırılmış ya da satışa zorlanmış.1936 Beyannamesi, o yılda Hatay Türkiye sınırlarında olmadığı için haliyle bizim için yok ve bahsettiğim gayrimenkuller de iade koşullarında zaten kriter dışı görüldüğü için bunları geri alamadık. Buna rağmen, olumsuz cevap alacağımızı bile bile 2008-2013 yılları arasında gerekli başvuruları yaptık. Fakat geri alabildiğimiz hiçbir taşınmazımız yok. Bunların dışında, bölgemizdeki vakıflara ait olan ve cemaati ve yönetim kurulu olmasına rağmen, yanlış isim tescilinden dolayı mazbutaya alınan vakıf malları da mevcut. Yine röportajın başında biraz değindiniz. Malum Antakyalı Ortodokslar Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumdalar. Bugün annelerinden babalarından öğrendikleri Arapçayı da giderek daha az konuştuklarını görüyoruz. Antakya cemaati özelinde bu durum nasıl? Arapça, Türkçe ya da Rumca konuşuyorlar mı? Arapçayı (ya da Rumcayı) öğretmek gibi bir projeniz var mı? Anadilimiz Arapça ama belki de bu dili kaybedeceğiz. 1911 yılında Antakya’da Patrik IV. Gregorios tarafından yaptırılan ve kilisemizin bünyesinde bulunan Ruhban Okulu, 1939 yılında Türkiye’ye katılım sürecinde kapatılmıştır. Bu okullar kapatıldığı için o günden itibaren Arapça eğitim ister istemez kesintiye uğradı. Belirli bir süre belirli bir yaşta olanlar Arapça okumaya yazmaya devam etmiş, ondan sonraki nesil de Arapçayı ciddi anlamda konuşabilmiş, çocuklarına öğretebilmiş. Bugün itibariyle, Antakya’da yaşayan ve Arapça ve Türkçe konuşan Rum Ortodoks Hıristiyanlara ait azınlık okulu yok. Yeni okullar da Lozan Antlaşması’na aykırı olmasından dolayı açılamamaktadır. Dolayısıyla aynı dinsel azınlık grubundan sayılmalarından yola çıkarak Milli Eğitim Bakanlığı Antakyalı Rum Ortodoks Hıristiyan öğrencilerin İstanbul’da bulunan Rum Ortodoks azınlık okullarına kayıt yaptırmalarını onaylıyor. 2008 yılında hükümetimizin çıkarmış olduğu Vakıflar Kanunu’yla bazı konularda kolaylıklar sağlandıysa da kanunun yeterli olmadığı görüşündeyiz. Anadilimiz kayboluyor, bu sorunu kimse küçümsememeli. Yaşadığımız ülkenin dilini bilmek, olmazsa olmaz bir kaidedir ama kendi anadilinizi koruyamazsanız ve devlet de size bu konuda destek vermezse, o hürriyet yaralanmış, parçalanmış oluyor. Anadil yoksa kültür yok olur. Eğitim konusunun gündeme gelmesi lazım. İnsanlar anadillerinde eğitimi talep ediyorsa bunu karşılamak lazım. Önlem alınmazsa Anadolu’daki diller tamamen yok olacak. Dil kaybedilince, kültür de büyük ölçüde yitirilmiş olacak. Buna bağlı olarak, ayinleri hangi dilde gerçekleştiriyorsunuz? Cemaatten bu anlamda Türkçe ya da Arapça olsun gibi bir talep var mı? Ayinlerde Rumcanın kullanımı nedir? Bölgemizde 600-700 yıllık geçmişi olan Arapça yeni genç nesil arasında yok olmuş durumda. Şu anda Türkçe hakimiyetini sağlamış durumda. Günümüzde genç nesil neredeyse Arapçayı hiç kullanamıyor. Halk anlamakta güçlük çekse de ritüel dili Arapça. Yunanca çok az kullanılıyor, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş durumda. Belki 50-100 yıl sonra anadilimizi kaybedeceğiz. Türkçe yeni bir ayin dili olma yolunda ilerliyor. Cemaatin içinde son on yılda büyük şehirlere ve yurtdışına göç eğilimi söz konusu mu? Varsa bunun sebepleri nelerdir sizce? Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan Rum Ortodoks Hıristiyanlar, ilk göçü 1910’lu yıllarda Güney Amerika ülkelerine (Brezilya, Arjantin, Şili) vermişlerdir. I. Dünya Savaşı zamanında çekilen yokluk ve sıkıntılar üzerine, 3-4 ay süren uzun gemi yolculuklarıyla göç etmişlerdir. İkinci büyük göç, Hatay’ın Türkiye’ye katılım sürecinde yaşanmış. 1938 ile 1942 yılları arasında bu bölgede yaşayan Hıristiyanların hemen hemen yarısı, kendi anadillerini ve kültürlerini koruyabilme adına Suriye ve Lübnan’a göç etmişlerdir. Üçüncü büyük göç, Türkiye’de “emek göçü” olarak bilinen Avrupa’ya göçtür. 1960’lı yıllarda Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan Rum Ortodoks Hıristiyanlardan önemli bir topluluk göç etmiştir. Dördüncü büyük göç, dünyanın globalleşme süreci içerisinde, 1980’li yılların başından itibaren yaşanan küçük şehirlerden büyük şehirlere göçtür. Üniversitelere gidip iş bulamama kaygısıyla şehirlerine dönmeyen gençlerin göçüdür. Yukarıda saydığımız insan, kültür, ekonomi ve beyin göçü, 2000’li yıllardan itibaren gelişmiş ülkelerin yaşadıkları ekonomik kriz ve büyük şehirlerdeki yoğun yaşam temposu üzerine durmuş ve bölgemize kısmi de olsa geri dönüşler başlamıştır. Röportajın sonuna yaklaşırken, Antakyalı Rum Ortodoksları diğer Rum Ortodokslardan farklı kılan yemek, müzik gibi kültürel pratikler var mı sizce? Toplumsal hayatta din ve mezhep gibi farklı kültürel unsurlar da yemek kültürü üzerinde etkilidir. Din, nelerin yenilip nelerin yenilemeyeceği, yılın belirli günlerinde nelerin ve nasıl yenilebileceği, günün hangi zamanlarında yemek yenileceği gibi alışkanlıklarda etkili olabilmektedir. Her dinin ayrı besin ve beslenme pratikleri olduğu gibi ortak noktada buluşulan pratikler de mevcuttur. Kültürel yapı, ekonomi ve dinsel inanışlara bağlı gruplarla yemek ve müzik kültürü farklı şekillenmekte, farklı anlamlar taşımaktadır. Cemaatlerin ya da toplumların yaşamış olduğu mekansal farklılıklar veya diğer cemaatler ya da toplumlar ile ortak paylaşımlar o cemaatlerin farklı bir yemek yada müzik kültürüne sahip olmasını sağlamaktadır. Bu keyifli söyleşi için size çok teşekkür ediyorum. Bu hafta ilk adımlarını atmaya başlayacak olan Nehna‘nın okurları için eklemek istedikleriniz olur mu? Öncelikle Nehna okurları için benimle bir söyleşi yapmayı tasarladığınızdan dolayı asıl ben sizlere müteşekkirim. Umarım ki, dilimiz döndüğünce bazı konularda sizleri ve okurlarınızı aydınlatabilmişimdir. Yayın hayatınızın başarılarla dolu ve yolunuzun aydınlık olmasını temenni ediyorum. Azizler Pavlus ve Aziz Petrus Rum Ortodoks Kilisesi - Fotoğraf: Fadi Hurigil

  • Marie Albera Meyni ve Avrupa Hayalleri

    Marie Albera Meyni, şu anda Fransa’da ikamet eden İskenderun doğumlu değerli bir yazar. Avrupa Hayalleri ise Meyni’nin yazdığı ilk Türkçe kitap. Daha önce Fransızca olarak kaleme aldığı Les Enfants d’Alexandrette (İskenderun’un Çocukları) ve Voyage Vers L’Inconnu (Bilinmeyene Yolculuk) adlı kitapları da bulunmaktadır. Bu ilk Türkçe kitabı, yazarın yaşadığı Strazburg’da Objektif adlı yerel gazetede köşe yazarı olarak yazdığı derlemelerden oluşuyor. Kitabın yayınlanma hikayesine kısaca değineyim. Marie Albera‘nın bu kitapta derlenen yazılarını bir görüşmemizde dinleme fırsatı bulmuştum. Bu öyküler beni adeta büyülemişti ve bu yazıların bir kitap haline gelmesi konusunda yaptığı planları o zaman da desteklemiştim. Türkiye’de sayılı yayınevlerinden birinin sahibini arayarak, bu kitabın basımına ufak da olsa katkım olduğunu umuyorum. Marie Albera’nın çok yetenekli bir yazar olduğunu söylememe gerek yok. Kendisi, ayrıca Arapça edebiyatın büyük isimlerinden ünlü yazar merhum Hanna Mina‘nın (Meyni) de akrabasıdır. Dolayısıyla Marie Albera’nın yazarlık konusunda bu kadar yetenekli olmasına şaşırmamak gerek. Kitaba dönersek, kitapta Marie Albera’nın ailesinden, köklerinin uzandığı Antakya’dan, Fransa’daki yaşamına dair hikayeler okuyoruz. Yazar, temelde çocukluktan beri var olan “Avrupa hayalleri”nden bahsediyor. Bu hayallerin yanında Antakya Hıristiyanlarıyla ilgili yer verdiği detaylar Anadolu köklerinin bir kanıtıdır adeta: “70’li, 80’li yıllarda, ailemin de içinde olduğu Hristiyan cemiyetinde, nişanlılar bir yere çıkarken, aile efradının yarısı arkalarına takılırdı. Hiç kimse yoksa, dört beş yaşındaki kardeş eşlik ederdi onlara. “Sakın onları yalnız bırakma. İkisinin arasına otur, bir şey yaparlarsa bize söylersin.” Sanki ablasının namusunu o ufacık velet koruyacakmış gibi.” Kitaptaki “İki Kültür Arasında” bölümünde ise bir Hatay tasviriyle karşılaşıyoruz. Sanıyorum Hatay’ı kimse onun kadar güzel tarif edemezdi: “Tatil zamanı dedelerimizin doğup büyüdüğü şehre gittiğimizde de Türkçenin yerini Arapça şarkılar alırdı. Portokal çiçeği kokan o serin Hatay akşamlarında ipek sesli Feyruz’dan, gür ve harika sesli Vadi El Safi’den, Sabah’tan, Semira Tavfik’ten, Corc Vassuf’tan şarkılar söylenirdi tek bir ağızdan. Kuzenlerden biri çaldığı darbuka eşliğinde genelikle. Bizim Hatay kültürünün zenginliği işte burda. Türkçe kadar Arapça da ana dilimiz. Sohbetlerimizi her iki dilde yapar, iki dilde şarkı söyler, iki dilde küfrederiz. Mutfağımızda Türk mutfağının yanı sıra, lübnan, Suriye hatta Ermeni mutfağının da büyük etkisi var. Hepsinden en iyiyi en güzeli alıp kendi mutfağımıza sokmuşuz. Böylece çeşit ve kalitede oldukça zengin bir Hatay mutfağı oluşturmuşuz. Tıpkı müzikte olduğu gibi. Övünmek için söylemiyorum ama Hatay, tüm kültürel, etnik ve dinsel farklıklarına rağmen birlikte yaşamı oldukça iyi başarmış, bölgesel hayatı bu anlamda tam bir uyum üzerine oturmuş en güzel Türkiye örneği.” Yazarın Hatay’dan Avrupa’ya yolculuğunun son noktası Fransa’daki yaşam tecrübeleri de çok kültürlü Fransa ve Avrupa üzerine oldukça düşündürücü noktalar barındırıyor. Bunlar arasında yazarın çalıştığı yerde tanıştığı ve üç yaşındayken tüm ailesinin katledilmesine tanık olan Cezayirli Yusuf’un hikayesi oldukça vurucudur. Yazarın Cezayirli Yusuf’un trajedisini şu şekilde aktarmaktadır: Çalıştığım yere geldiği sıralar, gördüğü kabuslar sebebiyle uyuyamıyordu. Aldığı sakinleştirici ve uyku ilaçlarının etkisiyle neredeyse bir hayalet gibiydi. Aradan haftalar geçti. Yusuf’ta hiç bir iyileşme olmadı. “Bir İhtimal Daha Var” bölümde Strazburg kentinde Türkiye Konsolosluğu önünde yaşanan arbedeye tepki göstermesi sonucu tanıştığı konsolos ile yaşadığı diyaloğu insanlık adına bir ders içermektedir diyebilirim: “Birkaç yıl önce Strazburg Konsolosluğuna davet edilmiştim. İnsanlarımızın bir koyun sürüsü gibi Strazburg Konsolosluğunun önünde saatlerce bekletmelerine tepki olarak yazdığım bir mektuba istinaden dönemin konsolosu yazdığı mektubun altına adını – soyadını yazan ve imzasını atan nadir insanlardan birisiniz.” Deyip teşekkür etmişti. Konsolosluk nezdinde getirilmesi düşünülen yeniliklerden ve insanlarımızdan bahsederken birden durakladı ve duvarda aslı duran değerli Türk piyanisti Fazıl Say’ın afişini gösterdi: “Şimdi bizim insanlarımıza sorarsanız kimdir Fazıl say diye, çoğunluğu tanımaz bile” dedi iç çekerek. Bende buna cevaben: “Halkınıza ne verirseniz, onu alırsanız” demiştim.” Yazar, ayrıca “Yurtseverlik ve Milliyetçilik” bölümünde Türkiye’de yurtseverlik ve milliyetçilik arasındaki farklılıklardan doğan sorunlara değinmektedir ve bölümün başında Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün sözünü de haklı olarak eklemiştir: “Yurtseverlik, ülkesini sevmektir. Milliyetçilik ise diğer ülkelerden nefret etmektir.” Kitabın “Tarih: Sonsuz bir Başlangıç” adlı son bölümünde yazar, dünyadaki ve Fransa’daki yozlaşmış medyaya vurgu yapmaktadır: “Fransa örneğini ele alalım… Ülke medyasının çoğunluğu Lagardére, Dassault, Bouygues gibi birkaç milyarderin elinde. Bu şekilde, biraz sansür, sonuçları şaibeli birkaç anket, propaganda, rüşvet vs. Yoluyla, yürütme yani hükümet nezdinde etki ve prestij sahibi olmak hatta yürümeyle iş birliği yapmak gayet kolay. Bu medyalar tarihte kralın karar ve emirlerini medyalarda gümbür gümbür bağırarak halka duyuran çığırtkanların işini yapıyorlar bugün.” Sonuç olarak Marie Albera’nın sonunda ailesinden ve çocukluğundan güzel fotoğraflar ekleyerek sonlandırdığı 136 sayfalık Avrupa Hayalleri’ni bir otobiyografi edasıyla yazdığını söylememiz yanlış olmaz. Beğeniyle okuduğum köşe yazılarınin derlemesi olan bu kitapta Marie Albera’nın ailesine, İskenderun’a uzanan memleket ve toplum hikayelerine, Fransa günlerine ve dünyaya bakışının yansımasına şahit olmaktayız. Tür: Anı Yazar: Marie Albera Meyni Yayınevi: Mihenk Kitap Baskı: Mayıs 2021

  • Merhaba

    Nehna uzun bir düşünsel sürecin ve bir yıla yakın yaptığımız yoğun ve sayısız toplantının ardından nihayet okuyucuyla buluşuyor. Her ne kadar web sitemizde manifestomuzla ve kısa biyografilerimizle yer alsak da, bu yazıyla okuyucularımıza bir merhaba demek, bizden ve Nehna’yla ne yapmayı amaçladığımızdan ve bu noktaya gelene kadar hangi aşamalardan geçtiğimizden biraz olsun bahsetmek isterim. Sanırım böylece şeffaf ve samimi bir şekilde güzel bir başlangıç yapmış oluruz. “Biz kimiz?” sorusunun cevabını platformumuzu okudukça daha net anlayacaksınız. Ya da belki de kafanız biraz karışacak… Bence bu o kadar kötü bir durum değil, çünkü gerçekten zor bir soruya cevap bulmaya çalışıyoruz. Basit bir şekilde Antakya kökenli Rum Ortodokslar deyip geçmek isterdim. Fakat Rumluğu etnik olarak mı, dini bağlamında mı alıyoruzdan tutun da, Arapça’nın bölgeye çok sonradan geldiği ve bölgede kullanılan Yunancanın zaman içinde unutulduğu gibi bilgiler ve bu bilgiler ışığında kimlik üzerinden gerçekleşecek çetrefilli tartışmalara burada girmek istemiyorum. Ama şimdilik Nehna’nın bir amacı da bu tartışmanın özgürce yapılabildiği, farklı görüşlere yer verilen bir platform olmak diyelim ve bu tartışmaya burada bir virgül koyalım. Virgül koymasına koyalım ama sanıyorum platformumuza koyduğumuz ismi biraz açıklamam yerinde olacak. Nehna, Arapçanın Şam lehçesinde “biz” demek. Arapça isim tercihimizin başta kendi cemaatimizde ufak çaplı bir tartışmaya yol açabileceğini tahmin edebiliyoruz aslında. Arapça isim vermemiz bizim “Arap” olduğumuzu iddia ettiğimiz anlamına gelmiyor. Yunanca bir isim koysaydık, “Rum” olduğumuzu mu iddia etmiş olacaktık? Peki, neden Yunanca bir isim koymadık? Ya da Antakyalı Rum Ortodokslar ifadesinin geçtiği bir isim tercih etmedik? Öncelikle genç, dinamik bir platform olmak ve tüm sesleri içimizde barındırmak istiyoruz. İsmimiz, tabii ki doğası gereği bir temsiliyet içeriyor ama bu bir etnik kimlik iddiası değildir. Bugün büyüklerimizin ve bizim çocukluğumuzun Antakyası’nda konuşulan Arapçayla bir gönül bağımız var. Düğünlerimizde çalınan müziğe, yemeklere verdiğimiz isimlere kadar hayatımızın her köşesinde hissettiğimiz bir bağ bu. Bu nedenle platformumuzu isimlendirirken bölgede hala konuşulan bu dili tercih etmek istedik. Biz anlamına gelen nehnayı da derdimiz “biz”i anlatmak olduğu için tercih ettik. Etnik/dini kimlik tartışmalarına çok girmeden biraz da bizi tasvir etmek etmeye çalışayım bizden olmayan okuyucularımıza. Bugün bizler esasen Antakyalı, Mersinli, İskenderunlu olmakla birlikte daha sonra İstanbul ve hatta Almanya, Fransa, ABD, Kanada, Latin Amerika olmak üzere dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerine yayıldık. Sayıları gün geçtikçe azalan büyüklerimiz, yüzyıllardır Antakya ve civarına hakim Arapçayı konuşmaya devam ederken, gençlerimizin dili gün geçtikçe Türkçeye ya da göç ettikleri diğer ülkelerin diline evrilmiş olsa da Arapça hayatımızda olmaya devam ediyor. İstanbul’da büyüyen ve yaşayan bazı gençlerimiz ise Yunanca konuşabiliyor. Kiliselerimizde ayinlerimiz Yunanca, Arapça ve Türkçe olarak yapılmaktadır. Tüm bunların ötesinde Türkiye’nin ya da dünyanın neresine gidersek gidelim, beraberimizde taşıdığımız güçlü kimlik öğelerine sahibiz. Bunlar arasında dil, yemek ve müziği sayabilirim. Nehna’yı ortaya çıkaran kurucu ekip tam da bu nedenle bir araya geldi aslında. Bu güçlü kültürel kimlik öğelerini hatırlamak, anlatmak ve bu anlamda bir külliyat oluşturmak için… Evet, ilk etapta kültürel bir platform oluşturma niyetindeyiz, fakat her konu gibi kültürel öğeler de siyasi tartışmalardan ve tercihlerden azade değil. Bu nedenle, ayrıştırıcı bir dil kullanmamayı kendimize bir kural olarak koyduktan sonra, halkımızın tarihini, geçmişte ve bugün yaşadığı sorunları dillendireceğimiz, herkese açık, sosyal bir platform olmasını hedefliyoruz Nehna’nın. Bu ekibi bir araya Ferit abi (Tekbaş) getirdi. Bundan yaklaşık üç sene kadar önce, bana bu projeyi açtığında kolay bir yola çıkmadığımızı biliyordum. Bir gazete, online bir platform oluşturmak hiç ama hiç kolay değil. Aslında şanslıydık, farkındaydım. Ferit abi, Antakyalı Rum Ortodokslar için geçmişte çok emek vermis, toplumumuz için çalışmalar yapan Almanya’da çok önemli bir işlev gören Zerocha ve Oryantal Hıristiyanlar Konseyi gibi oluşumlarda aktif rol almıştı. Teoloji eğitimi almış olması da bizim için çok önemliydi. 2018 yılında Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımız istos Yayınevi’nden yayınlandığında, toplumda çıkan tüm tartışmalara ve kendisiyle görüş ayrılıklarımıza rağmen benimle röportaj yapmak istemişti. Şimdi de toplumumuz için elini taşın altına koymak istiyor, biz “gençler”in de bu projeye yön vermesini istiyordu. Mişel (Uyar) ve Ketrin (Köprü) ile geçmişte bir araya geldiğimiz ortamlarda, ne kadar güçlü öğeleri olan bir halkın parçası olduğumuzu ve içine doğduğumuz kimliğin tarihi ve kültürel olarak altı çizilmesi gereken önemli değerler barındırdığını konuşuyorduk. Mişel’in bölge insanıyla teması ve ortaya çıkarılması gereken kişisel arşivlere yaptığı vurgu, yaptığımız sohbetlerin ötesine gitmeliydi. Ketrin’in “Biz kimiz?” sorusunun peşinden Beyrut’a kadar gitmesi ve orada öğrendikleri, kendine kalamazdı, kalmamalıydı. Can’la (Terbiyeli) ile bu proje vesilesiyle tanışsak da, aslında birbirimizi ismen tanıyorduk ve onun bu cemaate her daim her anlamda katkı sağlamaktan çekinmeyen iyi bir avukat olduğunu biliyordum. Nitekim, Can’ın bölgede yaşanan göç hikayeleri ve bunun hukuki boyutu üzerine bize çok farklı bir pencere açacağına inanıyorum. Emre Can’la (Dağlıoğlu) ise yolumuz çok öncesinde bir makale için yaptığım röportajda kesişti. Kendisi gibi iyi bir tarihçiye ne kadar ihtiyacımız olduğunu uzun uzun anlatmama gerek yok sanıyorum. Ama Emre Can’ın da benim gibi, halkımızın kimliği üzerine düşündüğünü biliyordum ve kendisinin bakış açısının da herkesin görüşünü ayrımcı bir söylem içermeden özgürce ifade edebilmesini istediğimiz bu platformda olması gerektiğine inanıyordum. Buna ek olarak, Emre Can’ın eleştiriden çekinmeyen duruşunun, bizim bu projede çok da hayallere kapılmadan güzel işler yapacak olmamızın altında yatan en önemli unsur olduğunu düşünüyorum. Kendimi de biraz anlatayım, kökleri Antakya’da olan, Mersin doğumlu, profesyonel şeflik eğitimi almış bir siyaset bilimci olarak Antakya’ya, Antakyalı (Rum/Arap) Ortodokslara bakışım çok yönlü olabiliyor. Bunların bir kısmını kişisel blogumda kaleme alsam da, şu ana kadar kendime sakladığım, Antakya, yemek ve sözlü tarih temelli projemin ilk adımlarını atabileceğim bir platform fikri, tüm zorluklarını bilmeme rağmen beni çok mutlu etti. Tabii, bu projeyi gerçekleştirirken cemaatimizin ileri gelenlerine – burada isimlerini zikretmeyeceğim ama onlarla röportajlarımızda ya da bize yazar olarak sunacakları katkılarla tanıyacaksınız – de teşekkür etmek isterim. En başta, platformumuzun ilk düşünsel adımlarından itibaren bize desteklerini esirgemedikleri için… Onların sesinin Nehna’da duyulması bizim için çok önemli. Özellikle Rumluk-Araplık tartışması konusunda çok büyük endişelerin olduğunun farkındayım. Bu karşılama yazısını bitirirken, Nehna’nın başta bu tartışma olmak üzere tartışmalı olabilecek (ya da olmayacak) birçok konuda bir onay mecrası olmadığını söylemek isterim. Öncelikli olarak hedefimiz, toplumumuzun ve yaşadığımız coğrafyaların barındırdığı güçlü sosyal ve kültürel kimlik öğelerini yapacağımız röportajlar ve yazacağımız yazılarla somutlaştırmak. Bunu yaparken, daha önce de birkaç kez altını çizmeye çalıştığım gibi, toplumumuzun her kesiminden her görüşe yer vermek, onların ayrımcılık ya da nefret söylemi içermemesi şartıyla kendilerini özgürce ifade etmeleri için bir zemin oluşturabilmek. Bu amaçlarımızda ortaklaşabildiğimiz gerek toplumumuzdan gerek de geniş toplumdan bize katılacak arkadaşlara kucak açtığımızı da belirterek bu yazıyı noktalayayım. Hadi bakalım, başlıyoruz. Yolun açık olsun Nehna! Nehna ekibi (iki kişi eksikle). Hazırlık sürecindeki toplantısından bir kare

  • Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi ve Cemaati

    Çok kıymetli Nehna okuyucuları, öncelikle varlığımızı, kültürümüzü, geleneklerimizi ve kısacası kimliğimizi global olarak dünyanın dört bucağına tanıtacak bu muhteşem projeye öncülük eden ve bu platformda bana da yazma şerefini veren saygıdeğer kardeşimiz Ferit Tekbaş’a ve organizasyonda emeği geçen herkese canı gönülden teşekkür eder, yüce Rabbimizden bu ameli bereketlendirmesini dilerim. Bu vesileyle de dünya çapında büyük bir aile olacağımıza inanıyorum. Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi ruhani lideri olarak, siz değerli okuyucularımıza ilk etapta Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi cemaatini tanıtmak isterim. Cemaatimiz yaklaşık 400 haneden oluşuyor ve yerli nüfus azami 1300 kişidir. Bu nüfusun çoğunluğu 40 ile 90 yaş arasındadır ve genelde geçimlerini çiftçilik, narenciye ticareti ve esnaflıktan sağlamaktadırlar. Yani, memur sayılacak cemaat mensuplarımız yok denecek kadar azdır ve fabrika işçisi hiç yoktur. Cemaatimiz örf ve adetlerine oldukça düşkündür. Bayramları coşkuyla kutlar. Yemekleri ise muazzam derecede lezzetlidir. Cemaatimize ait dört kilise ve Meryem Ana adına tahsis edilmiş dua makamı mevcuttur. İki ruhani peder (şahsım Dimyan Yakupoğlu ve Kadasetli Peder Trifon Yumurta) bu imanlı halka ruhanilik hizmeti vermektedir. Kiliselerimiz zikredeceğim azizlerin adını taşımaktadır:        1. Aziz Peygamber İlyas Kilisesi       2. Meryem Ana’nın Ebediyete İntikali Kilisesi (Aynı zamanda mezarlık kilisemizdir ve bitişiğinde taziye salonu bulunmaktadır) 3. Aziz Şehit Georgios Kilisesi (Bitişiğinde daha önce bahsettiğim Meryem Ana dua makamı bulunmaktadır) 4. Azize Tekla Kilisesi Kiliselerimizin çok eski tarihleri hususunda maalesef çok geniş bir bilgiye sahip olmadığımızı büyük bir üzüntüyle belirteyim. Fakat imkanlar dahilinde elimdeki bilgileri sizinle paylaşmak da isterim. En eski kilisemiz Eski Köy (Hirbeniy) diye bilinen köyde olan Azize Tekla Kilisesi’dir ve tarihi MS 5. yüzyıla dayanmaktadır. Bu bilgiyi de bizlere, 2007 yılında kilisemizin restore edilmesinden sonra açılışını yapan merhum Lazkiye Metropoliti Kadasetli Yuhanna Mansur’a iştirak eden Arşimandrit Dr. Alexios Nassur aktardı. Kadasetli Arşimandrit Alexios, kilise bilimi ve tarihi hususunda doktora yapmıştır ve bu bilgileri kiliseyi restore ederken yapılan kazı çalışmalarında kiliseye ait taşların üzerindeki figürlerden (çarmıh, melek, serafim vb. gibi) tespit etmiştir. İkinci eski kilisemiz ise Meryem Ana Mezarlık Kilisesi’dir. Üçüncü eski kilisemiz Aziz Peygamber İlyas Kilisesi’dir. Bu iki kilise hususunda, yalnızca 1800’lü yılların sonuna doğru bölgedeki büyük depremler neticesinde tamamen yıkıldıklarını ve yeniden inşa edildiklerini net olarak biliyoruz. Maalesef ilk olarak ne zaman inşa edildikleri bilgisine sahip değiliz ama kuşkusuz mezarlık kilisemizin en az beş asırlık bir geçmişi vardır. Aziz Peygamber İlyas Kilisesi - Fotoğraf: Bebeto Fotoğrafçılık En yeni kilisemiz ise Aziz Şehit Georgios (Mar Circus) Kilisesi’dir. 1989 yılında ilk olarak hayırsever bir aile tarafından inşa edilmiş, 2018 yılında ise farklı bir hayırsever tarafından daha da büyütülerek yeniden inşa edilip ibadete açılmıştır. Burada da, çok değerli kardeşlerime ve öncelikle kiliselerimize sahip çıkan ve ebediyete intikal eden atalarımıza büyük bir minnettarlıkla yüce Rabbimizden rahmet diliyorum. Kuşkusuz onların kiliseye ve Kutsal Kitap’a olan bağlılıkları sayesinde kiliselerimiz, Kutsal Ruh vasıtasıyla dimdik ayaktadır ve faaldir. Aynı zamanda da bu meşaleyi onlardan emanet olarak da teslim alan ve Rabbe hizmet adı altında zorlu görevlerini sürdüren kilise yetkililerimize de teşekkür eder, yüce Rabbimizden onları bereketlendirmesini ve bu görevleri daha sonraki nesillere de aktarmalarına öncülük etmesini temenni ederim. Sevgili kardeşlerim, son olarak da belirtmek isterim ki, biz Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi cemaati olarak, kuşkusuz Rabbin nimeti ve bereketiyle, tabiri caizse kendi yağımızla kavrulmaya alışmış, eşsiz geleneklerimize sımsıkı sarılmış ve birbirine kenetlenmiş imanlı bir aileyiz. Rabden dileğim, bütün zorluklara rağmen bizi bundan geri bırakmamasıdır. Bir dahaki yazımda farklı kültür ve geleneklerimizin tanıtımında buluşmak dileğiyle…

  • Altınözü Biberi Nuh’un Ambarı Listesinde!

    Foto: Kenan Yurttagül Geyik ya da ceylan boynuzu biberi – ya da yerel dilde Kirn Ğazel- olarak da adlandırılan Altınözü biberi, Antakya Slow Food tarafından yapılan başvurunun ardından Nuh’un Ambarı (Ark of Taste) listesine dün itibariyle girdi. Bu liste, 1999 yılından beri Uluslararası Slow Food Vakfı tarafından küçük ölçekli üreticiyi desteklemek ve kaybolma riski taşıyan yerel ve geleneksel ürünlere dikkat çekmek amacıyla güncellenmeye devam ediyor. Nuh’un Ambarı’nda Altınözü biberini özel kılan özellikler şu şekilde aktarılıyor: “Altınözü biberi 30-40 cm uzunluğundadır. Sap kısmı kalın, uç kısmı incedir. Kabuğu ince olduğu için erimeden kurumaya uygun bir yapısı vardır. Tüm iyi biberler gibi ağızda oluşturduğu acı mideye inene kadar yok olmaktadır.” Bu bölgedeki toprağın asitlik/bazlık dengesi, güneşin açısı ve rüzgar faktörü de bu biberin kurutulup en iyi ve lezzetli şekilde muhafaza edilmesinin arkasında yatan ekolojik faktörleri oluşturuyor. Yemek kültürü araştırmacısı Yasmina Şelfun Lokmanoğlu’nun Güney gazetesinde yayınlanan “Kırmızı Biberin Yolculuğu” başlıklı yazısında bahsettiği gibi 15. yüzyılda Peru’dan Meksika’ya oradan da dünyaya yayıldığına inanılan kırmızı biberin, Venedik-Halep ticaret hattından geçtikten sonra Osmanlı topraklarındaki ilk duraklarından biri Altınözü. Yüzyıllardır özelliğini koruyarak bugüne kadar gelen Altınözü biberi, ilk olarak “capsicum” olarak adlandırılmış ve ilaç olarak tüketilmiş, ancak daha sonra gastronomik olarak kullanılmaya başlanmış. Altınözü biberi Antakya’da yaşayan birçok halk gibi Antakyalı Ortodokslar tarafından da önceleri ilaç olarak kullanılmış. Bugün halen bölgede, unutulmaya yüz tutmuş bir pratik olsa da, kurutulan biberi soğuk algınlığına iyi gelmesi için haşlayarak tere, kimyon, tuz ve zeytinyağıyla karıştırarak tüketenler mevcut. Daha sonraları da mutfağı lezzetlendiren çok önemli bir gıda ürünü haline geliyor Altınözü biberi. Altınözü’nde bugün makineleşmenin de etkisiyle toplu bir şekilde salça yapımı artsa da, geleneksel olarak Altınözü biberi toplandıktan sonra, baş biber olarak kamışlar üzerinde kurutulup kış için saklanıyor ve ihtiyaç olduğunda tahta ya da taş dibeklerde dövülerek pul biber haline getiriliyor ya da yemeklerde salça olarak kullanıyor. Kırmızı biber kullanılarak yapılan yemekler arasında en başta dolma geliyor, daha sonra bulgur ve biber yoğrularak ve daha sonra su eklenerek pişirilen pilav, Altınözü biberi ile yapıldığında eşsiz bir lezzete dönüşen cevizli biber yani muhammara, köfte ve kabak boraniyi de saymak mümkün. Altınözü biberi, bugün bölgedeki diğer biberlerle karıştırılma tehlikesiyle karşı karşıya. Zira bu biber farklı bölgelerde ekildiğinde onu orijinal kılan özellikleri kaybediyor ve dolayısıyla tarihsel değerini kaybediyor. Bu sebeple, Nuh’un Ambarı listesine alınması, bu bibere hak ettiği değeri vermemiz ve koruma altına alıp gelecek nesillere taşıyabilmemiz adına küçük ama önemli bir adım.

  • Selam Söyle

    Ambardolduran’ın önü Dağdı, yamaçtı, Ahalisi Alevi, Ermeni, Rum’du, Dar sokağı molozdandı, Taştandı, kumdu, Benden selam söyle Anam Mari’ye, Yüzü al, elleri çatlak Camcı teyzeye, Garolara, Tespinlere, Mahlutalara Elleri, yüzleri tozlu O çocuklara. Numune mahallesinde Yoksul haneler, Beyhude beklentilerde Yorgun anneler, Ekmek kavgasında Yiğit babalar, De ki, o güzel canlara gülüm Belleğimdeler, Çocukluk hasreti her an Bağrımı deler, Kara saçlı, ürkek kızın gönlü orada, O küçük sarı evinde, İskenderun’da.

bottom of page