top of page

"" için 210 öge bulundu

  • Çocukluğumun Antakya Avlu Evleri

    İnsanın doğup büyüdüğü şehirlerin kendi şansıyla bir ilgisi olduğunu düşünenlerdenim. Şanslıyım, çünkü Türkiye’nin en kozmopolit şehirlerinden birinde doğdum. Kendimi en çok ait hissettiğim şehir olabilir (bu bir sır) Antakya. Aslında daha da köklere gidecek olursak en çok özlediğim yer, şehrin arka dar sokakları arasında, içinde meyve ağaçları olan yüksek duvarlı, kahverengi demir kapılı, içine doğduğum avlulu ev. Çocukluğumun en güzel anılarına şahitlik eden o avlulu evden ve genel olarak Antakya’nın en sevdiğim yerlerinden Zenginler Mahallesi’nden, çok meşhur olan Affan Kahvesi’nden ve arkasındaki avlulu evlerden bahsedeceğim. Değişik hikayeleri içinde barındıran avlulu evlerdeki anılar burada belki de bir yazı dizisine dönüşecek. Bunu çıktığım bu yolda hep beraber yaşayarak göreceğiz. Antakya’daki avlulu evler dışarıya kapalı, gökyüzüne açık mekanlar olarak, sosyal ve kültürel hayatın en önemli parçalarından biridir. Farklı etnik ve dinsel topluluklardan insanlarla bir arada büyüdüm bu evlerin birinde. Bu evler genellikle şehrin eski Antakya diye bilinen kısmındadır. Habib-i Neccar Dağları ile Asi Nehri arasında, özellikle de Kurtuluş Caddesi üzerinde bulunur. Nedir bu evlerin gizemi, zorlukları, güzellikleri? Benim büyüdüğüm evde, yan yana iki büyük yatak odası, kısa bir girişten sonra hemen sol tarafta çocukken çok büyük gelen ama şimdilerde ne kadar küçük olduğunu fark ettiğim dedemlerin odası ve hepimizin aslında en çok orada vakit geçirdiği iki sofa, bir odun sobası, küçük bir masa ve televizyonun sığdığı bir oda vardı. Ne yılbaşılar, ne Noeller kutladık o küçük odada biz bize. Karşıdaki iki büyük odanın biri, iki kişiden fazla gelen misafirlerin, hısım akrabanın karşılandığı, akşamları ise benim ve kız kardeşimin yatak odasına dönüşen oda. Diğer büyük oda ise annemle babamın yatak odasıydı. Ve bu iki odayı birleştiren, yukarıdaki odalara çıkan ahşap bir merdiven vardı. Annem orayı kiler olarak ya da kışın çamaşır asma alanı olarak kullanıyordu. Bir de öyle güzel üzümü olan bir asmamız vardı ki! Dalları o ahşap balkondan taş duvarlara uzanıyordu. Hemen sağ tarafta da kazanlı banyomuzu da içine alan eski tip bir mutfak bulunuyordu. Mutfağın karşısında tuvalet ve bütün bunların ortasında yerleri taşlarla döşenmiş kocaman bir havuş*, iki kenarında yer alan tarhlar ve tarhların bir tarafı rengarenk ortancalar. Ortancaların bittiği yerde sırtını duvara yaslamış kocaman bir yeni dünya ağacı. Tarhın diğer tarafındaki yan yana dizilmiş zambak ile kolonya, uzun ve taş duvarlara sarılmış kokusu bütün mahalleyi saran Arap yasemini yaz gecelerinin büyüsü gibiydi. Hiç yaz bitsin istemezdim çocukken, çünkü o etrafı uzun taş duvarlarla döşenmiş havuş öyle kalabalık uzun sofraların kurulduğu bayramlara, mutluluklara ailelerin bir araya geldiği ve gitmek istemediği sohbetlere, vedalara, karşılamalara şahit oldu ki! Ama tabii ki, yaz bitsin istemememin en büyük sebebi kışın o dondurucu soğuğunda böyle evlerde yaşamanın getirdiği zorluklardı. Uzun ve güzel geçen yaz gecelerinin sonunda kışın gelişi çile demekti. En çok da babaannem için. Hiç sevmezdi kışı. Çünkü yazın serin olan o taş duvarlar kışın kolay kolay ısınmazdı. Mutfak dışarıda, tuvalet dışarıda. Hepimiz o soldaki tek odun sobası olan küçük odada yaşardık. Eski, zor kapanan ahşap bir kapısı vardı o odanın ve biri bir şey almak için çıktığında o odadan dedem arkadan hepimizi titreten kocaman sesiyle “baaab” (kapı) diye bağırırdı. Yani kışları çileydi aslında hepimiz için. Geceleri tuvalete gitmek, sabahları okula uyanmak hep bir azap. Ama diyorum ya, çilesiyle, zorluğuyla o avlulu evler hayatın ta kendisi idi. Bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kapısının önünde ya da havuşta çeşitli oyunlar oynadığımız, içindeki meyve ağaçlarıyla yazımızı şenlendiren, günün sonunda hepimizin asmanın altında nefes aldığı ve sadece gökyüzüyle temas ettiğimiz huzurdu o ev. Antakya’ya her gittiğimde, çocukluğumun geçtiği o dar, ortasından küçük bir su kanalı geçen sokaklardan mutlaka geçerim. Hala eskisi gibi mi derseniz, benim için ne yazık ki değil. İlk biz taşındık, sonra da sırasıyla hemen hemen komşularımızın hepsi gittiler. Her gittiğimde bir evin boşalmış, restore edilmiş veya bir kafeye, meyhaneye ya da butik otele dönüştürülmüş olduğunu görmek, beni hala o evlerde yaşayan insanları bulup eskileri kurcalamaya sevk etti. Ve ne güzel ki Nehna ile bunları sizlerle paylaşma fırsatı bulacağım. Belki de o eski sokakların dönüşümü ve değişimine sebep olan şeyleri beraber keşfe çıkacağımız bir yol olacak. Benim de hala gizemini çözemediğim, çok güzel hikayeleri olan avlulu evler var. Hazır yer bulmuşken kapılarını çalma vakti gelmiştir belki. Çocukluğumu ve umudumu var eden her şeyden bir parça olan hikayemin ilk durağından şimdilik bu kadar… * Türkçeleştirilmiş Arapça bir kelime, avlu içerisinde oturulacak alan anlamına gelir.

  • Göç ve 1939

    Nehna yolculuğuna başlarken, ekip olarak toplumun güncel meselelerinin yanında tarihinin de çok önemli olduğuna ilişkin fikir birliğimiz mevcuttu. Bu amaçla toplumu tarihsel anlamda derinden etkilemiş olan “göç” olgusunu bir dosya olarak ele almaya karar verdik. Sanırım hemen hemen hepimizin ailesinde ya Lübnan, Suriye gibi yakın ya da Kanada, ABD ve hatta Brezilya ve Arjantin gibi okyanus ötesi ülkelere göç etmiş aile fertleri mevcuttur. Toplumumuzdaki göç olgusunu bir hafıza süzgecinden geçirdiğimiz zaman, en büyük göç dalgasının 1939’da yaşanmış olduğunu görüyoruz. Elbette ki, özellikle I. Dünya Savaşı ve sonrasında tüm dünyada olduğu gibi bizim topraklarda da göç dalgaları olmuştu, fakat bizim toplumun büyük çoğunluğu Hatay Devleti’nin 1939 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ne iltihakı aşamasında özellikle Suriye ve Lübnan’a göç etme durumunda kalmıştı. Bu göç hikayesinin tarihsel sebepleri olduğu gibi siyasi sebepleri de olduğu aşikâr. Tarihsel sebepleri başka bir yazının konusu olarak ele almak üzere, bu yazıda siyasi ve hukuki süreçten bahsetmek istiyorum. Toplumumuzun vatan olarak tabir ettiği ve günümüzdeki resmi adı Hatay olan şehir, 20. yüzyıla girerken Osmanlı Devleti’nin Halep vilayetine bağlıydı. 1918 yılında, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmış, bu antlaşma çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin toprakları İtilaf Devletleri tarafından işgale uğramıştı. Bu doğrultuda bizim topraklar da Suriye’nin tamamı ile birlikte Fransa tarafından işgal edilmiş ve 1921 tarihinde Fransa ile BMM (Ankara Yönetimi) arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile bölgede özel statüde bir sancak kurulması kararlaştırılmıştı. Günümüzde Payas’ın güneyinden başlayan ve İskenderun ve Antakya’yı kapsayacak şekilde sınırları belirlenen bu özel statülü sancak, İskenderun Sancağı (Fransızca: Sandjak d’Alexandrette, Arapça: Livaa el iskenderuna) olarak isimlendirilmişti. Sancak, 1923 yılında önce Fransa Mandası altındaki Halep Devleti’ne, 1925’te ise yine aynı mandanın Suriye yönetimine bağlanmıştı. 1930’lu yıllara gelindiğinde Fransa’nın yeni bir dünya savaşı tehlikesiyle karşı karşıya kalmasının tedirginliğiyle manda yönetiminden çekilme hazırlıkları başlamış, bu doğrultuda İskenderun Sancağı’nın bağımsız Suriye Devleti’ne bırakılması söz konusu olmuştu. Bu durum, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tepkisini çekmiş, sancağın Suriye topraklarından ayrı bağımsız bir ülke olarak kabul edilmesi konusunda Fransa ve Milletler Cemiyeti nezdinde sıkı diplomatik girişimlerde bulunmuştu. Özellikle Mustafa Kemal’in “Hatay meselesi benim şahsi meselemdir” sözüyle meselenin Türkiye açısından önemini dile getirmesi neticesinde, Türkiye tarafının yoğun siyasi çabalarıyla, Milletler Cemiyeti sancağın Suriye’den ayrı bir birim olduğuna karar vermişti. Bu karar üzerine İskenderun Sancağı 1938 yılında Fransa Manda yönetiminden ayrılarak, bağımsızlığını kazanmış, meclis kurulmuş ve Hatay Devleti adıyla tarih sahnesinde yerini almıştı. Aynı meclis 29 Haziran 1939 tarihinde toplanarak Hatay Devleti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasını kabul etmişti. Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması, Fransa ile imzalanan 23 Haziran 1939 tarihli “Türkiye ile Suriye arasında arazi mesailinin kat’i surette halini mutazamının anlaşma”  başlıklı anlaşmayla uluslararası hukuk tarafından da tescillenmiştir. Söz konusu anlaşmanın 2., 3. ve 4. maddeleri, özellikle Müslüman olmayan azınlıkların akıbetini belirlemek açısından önem arz etmektedir. İlgili anlaşmanın 1. maddesinde, Türkiye-Suriye sınırının teknik olarak belirlenmesine yer verilir. 2. maddesi ise şöyledir: “Birinci maddenin son fıkrasında mevzubahis arazide mütemekkin (ikamet eden) Hatay vatandaşları Türkiye tabiiyetini bihakkın iktisap edecektir (vatandaşlığını elde etme hakkına sahip olacaklardır)” Günümüz Türkçesine göre, bu madde birinci maddede bahsi geçen topraklarda yaşayan Hatay Devleti vatandaşlarının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını kazanma hakları olduğunu belirtmektedir. Anlaşmanın 3. maddesi ise şöyledir: “İkinci madde mucibince (gereğince) Türkiye tabiiyetini iktisap eden (vatandaşlığını elde eden) 18 yaşını mütecaviz (doldurmuş) olan kimseler işbu Anlaşmanın meriyete (yürürlüğe) girdiği tarihten itibaren 6 aylık bir müddet zarfımda Suriye veya Lübnan tabiiyetini (vatandaşlığını)  ihtiyar etmek (seçmek) hakkını haiz olacaklardır. Balada mezkur (Yukarıda söz edilen) hakdan istifade etmek isteyen kimseler ikametgâhlarının merbut (bağlı) bulunduğu idari makama bu hususta bir beyanname tevdi edeceklerdir.(sunacaklardır) Kendilerine bir makbuz verilecektir. Hakkı hiyarı istimal edenlerin (seçme hakkını kullananların) listeleri, mümkün mertebe kısa fasılalarla (aralıklarla) Fransız Konsolosluğuna tevdi olunacaktır (sunulacaktır).” Söz konusu maddede, Hatay vatandaşı olup bu anlaşma ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını kazanmış olan ve 18 yaşını doldurmuş kişilerin, anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde Suriye veya Lübnan vatandaşlığına geçebileceği belirtilmiştir. Bu ülkelerin vatandaşlığına geçmek isteyenlerin, ikametlerinin bulunduğu mülki idareye başvurmaları istenmiş; başvuruya ilişkin bir belgenin kendilerine verileceği, bu haktan yararlanmak isteyenlerin listesinin mümkün olacak kısa aralıklarla Fransız Konsolosluğu’na teslim edileceği belirtilmiştir. Anlaşmanın 4. maddesinde ise Suriye veya Lübnan vatandaşlığını seçenlerin topraklardan tahliyesine ilişkin şekli düzenlemektedir. Madde şöyledir: “Üçüncü maddenin ahkâmına tevfikan (üçüncü madde gereğince) hakkı hiyarlarını istimal eden (seçme hakkını kullanan) kimseler, müteakip (takip eden) 18 ay zarfında ikametgâhlarını Türkiyenin haricine (dışına) nakletmeye mecbur olacaklardır. Bunlar, mutasarrıf oldukları (sahip oldukları) emvali gayrimenkuleyi (taşınmaz malları)tasfiyeye mecbur olacaklar ve her türlü menkul mallar ile hayvanlarını elden çıkarmak veya beraberlerinde götürmek hususunda serbest olacaklardır. Balâda mevzubahis (Yukarıda konu edilen) tasfiyeden mütehassıl mebaliğ (ortaya çıkacak tutarlar), Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası iskenderun Şubesinde bir bloke hesaba yatırılacak ve bu mebaliğin tarzı nakli (ne şekilde nakledileceği) Türk ve Fransız Hükümetleri arasında hususî bir anlaşma ile kararlaştırılacaktır. Bu maddenin birinci fıkrasında mezkûr (söz edilen) kimselerin elinde bulunan Türk parasından gayri mebaliğ işbu Anlaşmaya mülhak (eklenmiş olan) Prose-Verbalde tesbit olunan şekilde ihraç olunabilecektir.” Bu maddeye göre, 3. madde çerçevesinde Türkiye vatandaşlığından çıkarak, Suriye ya da Lübnan vatandaşlığına geçenler, takip eden 18 ay içerisinde Türkiye topraklarından ayrılmaya mecbur kalacaklardır. Bu kişiler, sahip oldukları tüm taşınmaz malları elden çıkarmaya mecbur kalacak, taşınır mallarını ise yanlarında götürme hakkına sahip olacaklardır. Malların satışından elde edilecek meblağ ise İskenderun’da bulunan Merkez Bankası şubesinde açılacak bir hesaba yatırılarak bloke edilecek ve bu hesaptaki meblağın diğer ülkelere ne şekilde nakledileceği özel bir anlaşmayla kararlaştırılacaktır. Özellikle bu maddeyle Antakya ve İskenderun’da yaşayan Müslüman olmayan topluluklar, çok zor bir seçime mahkum edilmiştir. Bir kısmı, Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetini kabul ederek, ata topraklarında yaşamaya devam etmiş; daha büyük bir kısmı, 3. madde doğrultusunda Suriye ya da Lübnan vatandaşlığına geçerek, topraklarını terk etmek durumunda kalmıştır. Bu seçimin sebepleri ve sonuçları başka bir yazının konusu olsun, zira Nehna’da yayınlanacak “Göç” dosyasının zengin bir içeriğe sahip olacağı kanaatindeyim. Yazıya okuyucularımızdan bir ricada bulunarak son vermek isterim. Kendi ailesi ve yakınlarından göç etmiş olanlara ilişkin hikayeleri ve deneyimleri olanlar bizimle bu değerli hikayeleri paylaşabilirse “Göç” dosyası altında yayınlayabiliriz.

  • Antakya Vakıf Başkanı Hurigil: “Anadil yoksa kültür yok olur”

    Vakıf başkanlarımızla yapacağımız röportaj serisinin ilk konuğu Fadi Hurigil. Hurigil Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı. Kendisiyle Antakya cemaati ve kilisesini ve cemaatin Türkiye coğrafyasındaki dini özgürlüklerinin sınırlarını konuştuk. Kendisine cemaatin içerisinde tartışma konusu olan ‘Araplık-Rumluk’ meselesine dair görüşlerini de sordum. Biraz uzattık ama Fadi Hurigil’in verdiği samimi cevaplarla keyifli bir söyleşi oldu. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Öncelikle Nehna için böyle bir söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Halihazırda Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’nın başkanlığını sürdürüyorsunuz. Kendinizi ve yöneticisi olduğunuz cemaati tanımlar mısınız? Ne kadar zamandır cemaat başkanlığını yürütüyorsunuz? 1975 Antakya doğumluyum. 2002 yılının Ekim ayında kilisemizin vakıf yönetim kurulu üyeliğine seçildim. 5 yıl süresince vakfımızın sekreterliğini yürüttükten sonra, 2007 yılının Kasım ayında cemaatimiz tarafından vakıf başkanlığına seçildim. Cemaat vakıfları, Cumhuriyet öncesinde gayrimüslim Türk vatandaşlarının oluşturduğu hayır kurumları olup 1936 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki kütüğe düzenlenen beyannamelerle tescil edilmiştir ve kayıtları yapılmıştır. Böylece, cemaatlere ait bu hayır kurumları vakıf olarak kabul edilmiştir. Türkiye’de yaşayan Rum Ortodokslar, il ya da ilçe bazlı vakıf örgütlenmelerine sahiptir. Hatay bölgesindeki vakıfların kuruluş tarihi, Hatay’ın anavatana katılış tarihine istinaden 1939 olarak kabul edilmiştir. Vakıf heyeti, cemaat tarafından seçilen ve dört yılda bir yapılan seçimle 7 kişilik yönetim kurulu tarafından idare edilir. Türkiye’deki diğer vakıflar gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlıdır. Günümüzde Antakya kökenli Rum Ortodoks Hıristiyanların sayısı, Hatay ve Mersin civarında yaşayanlar ile birlikte ele alındığında toplam 9 bin kişi civarındadır. Bu nüfus Hatay bölgesinde Antakya merkez, İskenderun, Arsuz, Samandağı, Altınözü ilçesi Sarılar mahallesi, Altınözü ilçesi Tokaçlı köyü ile birlikte Mersin merkeze dağılmış durumdadır. Her kilisenin ayrı bir vakfı ve yönetim kurulu bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul’a göç eden birinci ve ikinci kuşak aile bireylerini kapsayan bu bölgede doğmuş yaklaşık 1.500-2.000 Rum Ortodoks Hıristiyan yaşamaktadır. Avrupa’nın değişik ülkelerine, çoğunluğu Almanya’ya göç etmiş birinci ve ikinci kuşak aile bireylerini kapsayan, bu bölgede doğmuş yaklaşık 20 bin Rum Ortodoks Hıristiyan yaşamaktadır. Cemaatin nüfusuna dair verdiğiniz bu rakamlar oldukça kıymetli. Peki, Antakya’da cemaatimize ait kaç kilise mevcut? Bu kilise binalarının özellikleri neler? Antakya merkezde Rum Ortodoks cemaatine ait bir kilise bulunmaktadır. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, Mısır Biladü’ş-Şam hükümdarlığı zamanında Mehmed Ali oğlu İbrahim Paşa’nın izni ile 1833 yılında inşa edildiğinde, junayne (bahçe) mevkiinde tahtadan yapılmış basit bir binaydı. İlk kilisemizin yapılışı ve mimarisi hakkında bir bilgi sahibi değiliz, fakat ahşaptan yapılan kilisemiz 1872 yılındaki depremle yıkılmış ve yanmıştır. Yanmasının nedeni yere dökülen yağ kandillerinin ahşap binayı tutuşturmasıdır. Şimdiki kilise, yanmış olan kilisenin yerine yapılmış, taş yontusu ustalığının Bizans mimari tarzının çok iyi bir örneğidir. Patrikhane merkezi olması dolayısıyla, Antakya Azizler Petrus ve Pavlus Katedrali, Doğu Ortodoks Kiliselerinin en büyük ve ihtişamlı yapılarından biridir. Bizans mimarisine uygun olarak inşa edilmiştir. Rus mühendislerin etkisi ve yardımıyla tekrar inşa edildiğinden biraz Rus imar tarzını almıştır. Kilisenin yapımı 1900’lü yıllara doğru tamamlanmıştır. Bu cemaatin geçmişi hakkında ne biliyoruz? Bildiğimiz kadarı ile Antakya ve İstanbul Patrikhaneleri arasında da bazı anlaşmazlıklar var. Öncelikli olarak patriklik olarak nereye bağlı? İki patriklik (İstanbul ve Antakya Patrikhaneleri) arası ilişkiler nasıl? MS 42-43 yıllarında havariler Petrus ve Pavlus’un Antakya’yı ziyaret etmesiyle bu şehir yeni bir inancın merkezi haline gelmiş ve havariler buradan dünya halklarına müjdeyi yaymaya başlamışlardır. Bu sebeple, haklı olarak Antakya, “Milletlerin Ana Kilisesi” ünvanını almıştır. Mesih imanlılarına ilk olarak Antakya’da “Hıristiyan” adı verilmiştir. Patrikhaneler hiyerarşisi içinde Konstantinopolis (İstanbul) ve İskenderiye (Mısır) Patrikhanelerinden sonra üçüncü sırada yer alır. Antakya Patrikhanesi günümüze kadar Ortodoks iman doktrinlerinin oluşmasında başrol oynamış ve kendi ilahiyat ekolünün çıkarmış olduğu büyük din alimleri ve ilahiyatçıları sayesinde evrenin ilahi düşünce yapısına etki etmiş, manastırlardaki rahiplik hayatıyla da Antakya’yı rahiplik ve Tanrı’ya adanmışlık merkezi haline getirmiştir. 451 yılında Kalkedonya (Kadıköy) topluluğu, “Milletlerin Ana Kilisesi” adını Antakya’ya vermesinin yanı sıra, I. Patriklik Kürsüsü’nü de Aziz Petrus’a vermiştir. Zira I. İlahiyat Nikya (İznik) Topluluğu ile II. İlahiyat Konstantinopolis Topluluğu ve bütün Maşrek (Doğu) rahipleri, Antakya Patrikliği’nin otoritesini ve üstünlüğünü itiraf ve tespit etmişlerdir. 526 yılında yaşanan büyük ve yıkıcı depremin ardında Kral Justinianos şehri ayağa kaldırmak için önemli mimari düzenlemeler gerçekleştirmiş ve sütun üzerinde yaşayan Aziz Simeon’un yönlendirmesiyle şehre “Tanrı’nın Yüce Şehri” unvanını vermiştir. Antakya, 1098 yılında Haçlı ordusu tarafından ele geçirildiğinde, orada prenseslik kurulmuş ve şehir yağmalanmış, eski görkemini yavaşça kaybetmeye başlamıştır. 1268 yılında Memluk Sultanı Zahir Baybars, Antakya’yı ve geniş bir bölgeyi Haçlıların elinden almış, bölgeye büyük zararlar vermiş ve ciddi yıkımlara sebep olmuştur. Hatta bu yıkımların neticesinde, Antakya Patrikhanesi’nin merkezi Antakya’dan taşınmak zorunda kalmıştır. Antakya Rum Ortodoks Patrikleri (5 Patrik) bu tarihi yıkımdan dolayı 1343 yılına kadar Konstantinopolis’te (İstanbul) ikamet ettiler. Kutsal Antakya Kürsüsü, Küçük Asya’da bir yerden bir yere dolanıyordu. Patrikhane, 1343 yılında şu anki merkezi olan Şam’a taşınmış ve II. İgnatios Şam’da ikamet eden ilk Antakya Patriği olmuştur. Patrikhanemizin ilk merkezi Antakya’dır. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi, merkezi Şam’da bulunan patrikhanemize bağlıdır. Patrikhane tüm doğu kiliselerinin merkezidir. Patriğimizin ünvanı da “Antakya ve tüm Doğu Rum Ortodoks Patriği”dir. Bu cemaat iki bin yıllık geçmişi olan bir cemaattir. Dönemsel olarak nüfusunun artması ya da azalmasına rağmen Ortodoks Hıristiyanlar her zaman bu bölgenin bir parçası olmuştur. Patrikhanemiz İstanbul Rum Patrikhanesi’ni Ekümenik Patrikhane (eşitler arasında birinci) olarak tanımaktadır. İstanbul Rum Patrikhanesi ile ilişkilerimiz gayet iyidir. Saygıdeğer Kadasetli Patrik Hazretleri Bartholomeos ve geçmiş dönemki Vakıflar Meclisi Azınlıklar Temsilcisi Sayın Lakis Vingas Antakya ve civarından göç etmiş olan bu insanları İstanbul Rum toplumuna entegre edebilmek için samimi bir çaba içerisindeler. Sonuç itibariyle, Hatay bölgesinde zaman içerisinde nüfus anlamında kırılmalar olsa da dinsel ve kültürel geçmişi bugüne kadar yaşamaya ve yaşatmaya çalışan bir cemaatimiz mevcuttur. Antakyalı Rum Ortodokslara dair ara ara gündeme gelen tartışma var bir de tabii. Bu cemaat Rum mudur? Arap mıdır? Süryaniler ise Süryani olduğunu iddia ediyor bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu noktada çoğu cemaat mensubu kendi kökenini zaman zaman sorgulamaktadır. Zira Rum kelimesinin anlamı, Doğu Roma’nın, yani Bizans’ın mensubu, Anadolu kökenli Yunanlıdır. Cemaat mensuplarının özellikle son yüzyıllarda yoğun olarak Arapça konuşmaları, kimlikleri hakkında onları zaman zaman karmaşaya itmektedir ama Arap Ortodoks diye bir şey yoktur. Bu soruyu bana ya da benden yaşça büyük birine ya da bunun ilmini okumuş birine sorarsanız, kimlik olarak Rum Ortodoks olduğumuzu söylerler. Bu kesin bir tabirdir. Bu bilgilerden uzak olan kişiler bölgede konuşulan dilin etkisiyle kendini Arap Ortodoks da diyebilirler. Bugün ilkokul çağından üniversite sona kadar 10 gence sorsanız, belki bu 10 gencin 6-7’si kendini Türk Ortodoks olarak adlandırabilir. Çünkü niye? Konuşulan dili kaybettiler. Dili kaybettikleri için maalesef bu tip cevaplarla karşılaşabiliyoruz. Yaklaşık 2500 yıl bu topraklarda bir Yunanca hakimiyeti vardı. 1890 yılına kadar dünyadaki tüm Rum Ortodoksların ibadet dili tekti ve bu da eski Yunanca idi (Süryaniler Süryanice, Ermeniler Ermenice, Rum Ortodokslar –İstanbul Patrikhanesinin bugün hala ibadet ettiği gibi- eski Yunancada ibadet ediyordu). 1890 yılına kadar Antakya Patrikhanesi’ne Yunan tabiatından patriklerin seçilmesi zorunluydu. 1890 yılında bölgenin istekleri doğrultusunda bu kırıldı: “Biz Yunan değiliz, Yunanca konuşmuyoruz, Yunanca anlamıyoruz, biz kendi dilimizde konuşan patrik istiyoruz” dendi. Böylece 1890’da, yüzyıllar sonra ilk defa Yunan tebaasından olmayan bir patrik seçildi. Patrik Yunan tebaasından olmayınca ibadet dili yavaş yavaş Arapçaya dönmeye başladı ve Yunanca hakimiyeti kayboldu. Arap Ortodoks olduğumuz yanılgısının en büyük sebebi budur. Lakin 600-700 yıllık geçmişi olan Arapça da genç nesil arasında yok olmuş durumda. Şu anda Türkçe tam hakimiyetini sağlamıştır. Günümüzde genç nesil neredeyse Arapçayı hiç kullanmamaktadır. Halk anlamakta güçlük çekse de ritüel dili Arapçadır -kısmi olarak Yunanca- ama belki 50-100 yıl sonra bu dili de kaybedeceğiz. Türkçe ayin dili olma yolunda ilerlemektedir. Arap Ortodoks ibaresinin yanlışlığını göç edenler üzerinden de açıklayabilirim. Örneğin, Almanya’ya göç etmiş olanlar bugün ayinlerini Almanca yapıyorlar, Brezilya’da Portekizce yapılıyor. Arapça etkisini kaybetmeye başladı. Türkiye’de de böyle olacak. Ve bunlar kendilerini Rum Ortodoks olarak ifade ediyorlar, Alman Ortodoks değil! Çünkü Rum Ortodokslar! Sonuç olarak Arap Ortodoks ibaresi yanlıştır. Günümüzde Anadolu’da ve bazı Arap ülkelerinde tarihi ve eski halkların yerleşimleri mevcuttur. Bu halklar her ne kadar kendi kadim dillerini kaybetmiş olsalar da bu durum onları Araplaştırmaz. Bir Kıpti ya da Maruni ya da Süryani ya da biz Rum Ortodoksların Arapça konuşuyor olması bizleri Arap kılmıyor. Bir cemaatin zaman içerisinde tarihsel olaylardan mütevellit anadilini kaybetmiş olması, kültürünü veya kökenini kaybettiği anlamına gelmez. Tarih içinde birçok dili konuşmaya mecbur bırakılmış Antakya Rumları için aslında bu durum, dönemsel koşullar ve kozmopolit çevrede olmanın şartlarıyla alakalıdır. Tarih içinde tüm politik sorunlara rağmen, Hıristiyan Rum Ortodokslar imanlarını, kültürlerini korumayı ve günümüze nakletmeyi başarmışlardır. Rum kelimesinin anlamı, Anadolu’da yaşayan Ortodokslar anlamındadır. Rumluk bu topraklardan çıkmıştır. Suriye, Lübnan, Filistin, Anadolu toprakları da zamanında Osmanlı’ya aitti. Ondan önce de Bizans topraklarıydı. Tarihsel olarak Arap Ortodoks yoktur, Arapça lisanıyla ibadet eden Rum Ortodokslar vardır. Azizler Pavlus ve Aziz Petrus Rum Ortodoks Kilisesi - Fotoğraf: Fadi Hurigil Evet, dediğiniz gibi yeni nesil gün geçtikçe daha az Arapça konuşur olsa da, aslında “Arapça konuşan Rum Ortodoks” bu cemaatin bugün kendini tanımlaması gerektiğinde benimsediği tabirlerden bir tanesi. Peki, bugün cemaatimizin aktivitelerini düşündüğünüzde dini özgürlüklerini yaşayabiliyorlar mı? Geçmişle bugünü karşılaştırdığınızda bu anlamda dini özgürlüklerden faydalanabiliyor musunuz? Anayasa, vicdan, dini inanç, kanaat, ifade ve ibadet özgürlüğünü öngörmekte ve dini gerekçelerle ayrımcılığı yasaklamaktadır. Dini inanç, vicdan ve ibadet özgürlüğü anayasada güvence altına alınmıştır. Dini özgürlükler açısından geçmiş ile bugünü karşılaştırdığımızda tabii ki olumlu farklılıklar olmakla birlikte, Türkiye’de dini, dilsel veya etnik azınlık grupların sayısı söz konusu olduğunda, olması gerekenden hep daha az bir sayı gelir akla. Bunun sebepleri çeşitlidir. Türkiye’de azınlıkların statüsünü, bu statüyü din temelinde tanımlayan Lozan Antlaşması ve bu yönde uygulanan devlet politikaları belirlemektedir. Lozan Antlaşması, tüm gayrimüslimlere azınlık statüsü tanısa da Türkiye uygulamada antlaşmanın kapsamını Rumlar, Ermeniler ve Musevilerle sınırlandırmıştır.  Özellikle Lozan Antlaşması’nın yapıldığı tarihte Hatay’ın Türkiye sınırları içerisinde bulunmaması, 1936 Beyannamesi ile günümüze kadar yaşadığımız sıkıntılar, azınlıklar sorununun anayasada dahi dile getirilmemesi ve yıllar boyunca negatif yönde ayrıcalıklı vatandaş suçlamalarıyla birlikte, azınlıklar birçok baskıcı politikanın odağında olmuşlar. Çeşitli olaylar sonucunda da daha paranoyak ve içe dönük bir psikolojiyle hareket etmeye başlamışlardır. Bu durum özellikle Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan cemaatin uzun yıllar gerçek bir korku duvarının arkasında yaşamasına ve gittikçe de muhafazakar bir yapıya bürünmesine sebep olmuştur. Tüm bu gelişmeler veya gelişememeler ışığında, Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan cemaatin sayısı gittikçe azalmış ve bu demografi sorunundan kaynaklı birçok zorluk ortaya çıkmıştır. Etnik köken olarak İstanbul’da yaşayan Rumlarla aynı kökenden gelmemizden dolayı, anadili Arapça olan bölge halkının Rum Ortodoks olarak tanımlanması, 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi, 1955 yılında İstanbul’da ve diğer yerlerde yaşanan 6-7 Eylül Olayları, 1964 yılında Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşların sınır dışı edilmesi ve 1974 Kıbrıs Harekatı sırasında bu bölgede yaşayan Hıristiyanlar üzerinde ciddi baskılar oluşturmuştur. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8 Mayıs 1974 tarihli kararıyla cemaat vakıflarının yeni taşınmazlar edinmeleri engellenmiş, yüzyıllardan beri bu kadim topraklarda yaşadığımız ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumuz halde, cemaat üyelerimiz neredeyse nefes alamaz duruma gelmiştir. Geçmiş yıllarda toplumumuz azınlıkların hakları konusunda yeterli bilgiye sahip değildi. Bilgisizlik sadece toplumun kendisinden değil, devletin azınlık cemaat vakıflarında yapmış olduğu uygulamalardan da kaynaklanıyordu. Son yıllarda ise durum daha farklı. 2008 yılında yürürlüğe sokulan 5737 Sayılı Yeni Vakıflar Kanunu’nun 12. maddesinde yapılan düzenlemeyle, önceki hükümlerden farklı olarak, cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aramaksızın mal edinme olanağı sağlanmıştır. Genel olarak çok kültürlü bir yapıya sahip olan Antakya ve çevresindeki Rum Ortodoks Hıristiyanlar en görünür azınlık gruplardan biridir. Kilise vakıfları, özellikle son yıllarda sivil toplumun da canlanmasıyla daha aktiflerdir. Dini özgürlükler açısından, din adamlarının eğitimi de ciddi bir sorun. Çözümü için Ruhban Okulu’nun açılması bekleniyor. Halk, eğitimsiz din adamı istemiyor, mutlaka teoloji mezunu din adamı istiyor. Çocuklarımıza dini eğitimi konusunda okullarda niye eğitim verilmiyor? Milli Eğitim, bu konuda niye bir adım atmıyor? Müslüman çocuklar din derslerini okullarda alabilirken, Hıristiyan ve Musevi çocuklar niye eğitim alamıyor? Niye okullarında kendi dinlerini öğrenemiyor? Çok yerinde sorular, cevapları da sanıyorum eşit vatandaş olarak görülmememizle ilişkili. Peki, cemaatin bölgede yaşayan farklı dinden insanlarla ilişkisi nasıl? Herkesin gönlünün bir başka insanı kucaklayabilecek kadar geniş olduğu, başkasını ötekileştirmeden insana insan olduğu için değer verdiği ve farklılıkların zenginlik olarak addedildiği bir kentte yaşamanın verdiği mutluluğu her daim yaşıyoruz. Hatay’da toplumsal dayanışmayı gerektiren durumlarda farklı etnisitelerin din ve mezhepleri önemli değildir. Topluluklar, yalnızca düğün, cenaze, sünnet ve vaftiz törenlerinde birbirlerinin mezheplerini öğrenirler. Peki, devlet ya da Diyanet ile ilişkileriniz nasıl? Devlet ve ona bağlı kurumlarla ilişkilerimiz gayet iyidir. Vakıflar olarak Diyanet’e bağlı değiliz. Bazı cemaat vakıflarının bulundukları ibadethane dışında hiçbir mülkiyetleri yok. Mülkiyet olmayınca tabii ki gelir de olmuyor. Bu durumda kilise, din adamına değil sosyal güvencesini  sağlamak, maaş dahi veremiyor. Geliri olmayan vakıflara Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden ya da Diyanet bütçesinden (her ne kadar bağlı olmasak da) neden destek olunmuyor? Belediyelerden ya da hükümetten bir maddi destek alınması söz konusu mu? Ya da belli konularda muafiyetler? 2004-2005 yıllına kadar ibadethanelerimizden elektrik parası alınmıyordu. Kiliselerin elektrik faturalarına istinaden müftülük yılda sadece bir adet faturayı ödüyor. Ama bazen “Bütçem yetmiyor”, bazen “Şu kadarını ödeyebilirim”, hatta “Hiç param yok” deniyor. Müftülük, yani Diyanet, faturalar için ne kadar bütçe ayırıyor, bilmemiz lazım. Burada bir sistem yoksunluğu söz konusu. Bunun düzeltilmesi için Diyanet’e görev düşüyor. Son yıllarda yapılan düzenlemelerle bugün itibariyle sadece kilise içerisindeki aydınlatma ücretleri karşılanmaktadır. Kilise içerisindeki ısıtma-soğutma ya da bahçe, salon ya da müştemilatlara ait aydınlatma ücretleri ödenmemektedir. Birkaç soru önce biraz değindiniz ama detaylı sormak isterim. Son yirmi yıldır gayrimüslim cemaatler geçmişte el konulmuş olan mallarının az bir kısmını alabildiler. Öncelikle bu bölgede farklı sebeplerle el konulmuş ve bugün alınmaya çalışılan mallar var mı? Bu anlamda geri alınma sürecinde olan mülkler var mı? Türkiye’deki azınlıkların statüsünü, din temeline dayanacak şekilde, özellikle Lozan Antlaşması ve bu yönde uygulanan devlet politikaları belirliyor. Lozan Antlaşması yapıldığında Hatay Türkiye sınırları içerisinde değildi. Azınlıklar, Cumhuriyet tarihi boyunca baskıcı politikaların odağında oldular. Bu sorunlardan kaynaklanan birçok zorluk ortaya çıkmış ve vakıflarımızın bu sebeplerden mülk kayıpları olmuş. Bu gayrimenkuller ya kamulaştırılmış ya da satışa zorlanmış.1936 Beyannamesi, o yılda Hatay Türkiye sınırlarında olmadığı için haliyle bizim için yok ve bahsettiğim gayrimenkuller de iade koşullarında zaten kriter dışı görüldüğü için bunları geri alamadık. Buna rağmen, olumsuz cevap alacağımızı bile bile 2008-2013 yılları arasında gerekli başvuruları yaptık. Fakat geri alabildiğimiz hiçbir taşınmazımız yok. Bunların dışında, bölgemizdeki vakıflara ait olan ve cemaati ve yönetim kurulu olmasına rağmen, yanlış isim tescilinden dolayı mazbutaya alınan vakıf malları da mevcut. Yine röportajın başında biraz değindiniz. Malum Antakyalı Ortodokslar Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumdalar. Bugün annelerinden babalarından öğrendikleri Arapçayı da giderek daha az konuştuklarını görüyoruz. Antakya cemaati özelinde bu durum nasıl? Arapça, Türkçe ya da Rumca konuşuyorlar mı? Arapçayı (ya da Rumcayı) öğretmek gibi bir projeniz var mı? Anadilimiz Arapça ama belki de bu dili kaybedeceğiz. 1911 yılında Antakya’da Patrik IV. Gregorios tarafından yaptırılan ve kilisemizin bünyesinde bulunan Ruhban Okulu, 1939 yılında Türkiye’ye katılım sürecinde kapatılmıştır. Bu okullar kapatıldığı için o günden itibaren Arapça eğitim ister istemez kesintiye uğradı. Belirli bir süre belirli bir yaşta olanlar Arapça okumaya yazmaya devam etmiş, ondan sonraki nesil de Arapçayı ciddi anlamda konuşabilmiş, çocuklarına öğretebilmiş. Bugün itibariyle, Antakya’da yaşayan ve Arapça ve Türkçe konuşan Rum Ortodoks Hıristiyanlara ait azınlık okulu yok. Yeni okullar da Lozan Antlaşması’na aykırı olmasından dolayı açılamamaktadır. Dolayısıyla aynı dinsel azınlık grubundan sayılmalarından yola çıkarak Milli Eğitim Bakanlığı Antakyalı Rum Ortodoks Hıristiyan öğrencilerin İstanbul’da bulunan Rum Ortodoks azınlık okullarına kayıt yaptırmalarını onaylıyor. 2008 yılında hükümetimizin çıkarmış olduğu Vakıflar Kanunu’yla bazı konularda kolaylıklar sağlandıysa da kanunun yeterli olmadığı görüşündeyiz. Anadilimiz kayboluyor, bu sorunu kimse küçümsememeli. Yaşadığımız ülkenin dilini bilmek, olmazsa olmaz bir kaidedir ama kendi anadilinizi koruyamazsanız ve devlet de size bu konuda destek vermezse, o hürriyet yaralanmış, parçalanmış oluyor. Anadil yoksa kültür yok olur. Eğitim konusunun gündeme gelmesi lazım. İnsanlar anadillerinde eğitimi talep ediyorsa bunu karşılamak lazım. Önlem alınmazsa Anadolu’daki diller tamamen yok olacak. Dil kaybedilince, kültür de büyük ölçüde yitirilmiş olacak. Buna bağlı olarak, ayinleri hangi dilde gerçekleştiriyorsunuz? Cemaatten bu anlamda Türkçe ya da Arapça olsun gibi bir talep var mı? Ayinlerde Rumcanın kullanımı nedir? Bölgemizde 600-700 yıllık geçmişi olan Arapça yeni genç nesil arasında yok olmuş durumda. Şu anda Türkçe hakimiyetini sağlamış durumda. Günümüzde genç nesil neredeyse Arapçayı hiç kullanamıyor. Halk anlamakta güçlük çekse de ritüel dili Arapça. Yunanca çok az kullanılıyor, neredeyse unutulmaya yüz tutmuş durumda. Belki 50-100 yıl sonra anadilimizi kaybedeceğiz. Türkçe yeni bir ayin dili olma yolunda ilerliyor. Cemaatin içinde son on yılda büyük şehirlere ve yurtdışına göç eğilimi söz konusu mu? Varsa bunun sebepleri nelerdir sizce? Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan Rum Ortodoks Hıristiyanlar, ilk göçü 1910’lu yıllarda Güney Amerika ülkelerine (Brezilya, Arjantin, Şili) vermişlerdir. I. Dünya Savaşı zamanında çekilen yokluk ve sıkıntılar üzerine, 3-4 ay süren uzun gemi yolculuklarıyla göç etmişlerdir. İkinci büyük göç, Hatay’ın Türkiye’ye katılım sürecinde yaşanmış. 1938 ile 1942 yılları arasında bu bölgede yaşayan Hıristiyanların hemen hemen yarısı, kendi anadillerini ve kültürlerini koruyabilme adına Suriye ve Lübnan’a göç etmişlerdir. Üçüncü büyük göç, Türkiye’de “emek göçü” olarak bilinen Avrupa’ya göçtür. 1960’lı yıllarda Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine Hatay ve Mersin bölgesinde yaşayan Rum Ortodoks Hıristiyanlardan önemli bir topluluk göç etmiştir. Dördüncü büyük göç, dünyanın globalleşme süreci içerisinde, 1980’li yılların başından itibaren yaşanan küçük şehirlerden büyük şehirlere göçtür. Üniversitelere gidip iş bulamama kaygısıyla şehirlerine dönmeyen gençlerin göçüdür. Yukarıda saydığımız insan, kültür, ekonomi ve beyin göçü, 2000’li yıllardan itibaren gelişmiş ülkelerin yaşadıkları ekonomik kriz ve büyük şehirlerdeki yoğun yaşam temposu üzerine durmuş ve bölgemize kısmi de olsa geri dönüşler başlamıştır. Röportajın sonuna yaklaşırken, Antakyalı Rum Ortodoksları diğer Rum Ortodokslardan farklı kılan yemek, müzik gibi kültürel pratikler var mı sizce? Toplumsal hayatta din ve mezhep gibi farklı kültürel unsurlar da yemek kültürü üzerinde etkilidir. Din, nelerin yenilip nelerin yenilemeyeceği, yılın belirli günlerinde nelerin ve nasıl yenilebileceği, günün hangi zamanlarında yemek yenileceği gibi alışkanlıklarda etkili olabilmektedir. Her dinin ayrı besin ve beslenme pratikleri olduğu gibi ortak noktada buluşulan pratikler de mevcuttur. Kültürel yapı, ekonomi ve dinsel inanışlara bağlı gruplarla yemek ve müzik kültürü farklı şekillenmekte, farklı anlamlar taşımaktadır. Cemaatlerin ya da toplumların yaşamış olduğu mekansal farklılıklar veya diğer cemaatler ya da toplumlar ile ortak paylaşımlar o cemaatlerin farklı bir yemek yada müzik kültürüne sahip olmasını sağlamaktadır. Bu keyifli söyleşi için size çok teşekkür ediyorum. Bu hafta ilk adımlarını atmaya başlayacak olan Nehna‘nın okurları için eklemek istedikleriniz olur mu? Öncelikle Nehna okurları için benimle bir söyleşi yapmayı tasarladığınızdan dolayı asıl ben sizlere müteşekkirim. Umarım ki, dilimiz döndüğünce bazı konularda sizleri ve okurlarınızı aydınlatabilmişimdir. Yayın hayatınızın başarılarla dolu ve yolunuzun aydınlık olmasını temenni ediyorum. Azizler Pavlus ve Aziz Petrus Rum Ortodoks Kilisesi - Fotoğraf: Fadi Hurigil

  • Marie Albera Meyni ve Avrupa Hayalleri

    Marie Albera Meyni, şu anda Fransa’da ikamet eden İskenderun doğumlu değerli bir yazar. Avrupa Hayalleri ise Meyni’nin yazdığı ilk Türkçe kitap. Daha önce Fransızca olarak kaleme aldığı Les Enfants d’Alexandrette (İskenderun’un Çocukları) ve Voyage Vers L’Inconnu (Bilinmeyene Yolculuk) adlı kitapları da bulunmaktadır. Bu ilk Türkçe kitabı, yazarın yaşadığı Strazburg’da Objektif adlı yerel gazetede köşe yazarı olarak yazdığı derlemelerden oluşuyor. Kitabın yayınlanma hikayesine kısaca değineyim. Marie Albera‘nın bu kitapta derlenen yazılarını bir görüşmemizde dinleme fırsatı bulmuştum. Bu öyküler beni adeta büyülemişti ve bu yazıların bir kitap haline gelmesi konusunda yaptığı planları o zaman da desteklemiştim. Türkiye’de sayılı yayınevlerinden birinin sahibini arayarak, bu kitabın basımına ufak da olsa katkım olduğunu umuyorum. Marie Albera’nın çok yetenekli bir yazar olduğunu söylememe gerek yok. Kendisi, ayrıca Arapça edebiyatın büyük isimlerinden ünlü yazar merhum Hanna Mina‘nın (Meyni) de akrabasıdır. Dolayısıyla Marie Albera’nın yazarlık konusunda bu kadar yetenekli olmasına şaşırmamak gerek. Kitaba dönersek, kitapta Marie Albera’nın ailesinden, köklerinin uzandığı Antakya’dan, Fransa’daki yaşamına dair hikayeler okuyoruz. Yazar, temelde çocukluktan beri var olan “Avrupa hayalleri”nden bahsediyor. Bu hayallerin yanında Antakya Hıristiyanlarıyla ilgili yer verdiği detaylar Anadolu köklerinin bir kanıtıdır adeta: “70’li, 80’li yıllarda, ailemin de içinde olduğu Hristiyan cemiyetinde, nişanlılar bir yere çıkarken, aile efradının yarısı arkalarına takılırdı. Hiç kimse yoksa, dört beş yaşındaki kardeş eşlik ederdi onlara. “Sakın onları yalnız bırakma. İkisinin arasına otur, bir şey yaparlarsa bize söylersin.” Sanki ablasının namusunu o ufacık velet koruyacakmış gibi.” Kitaptaki “İki Kültür Arasında” bölümünde ise bir Hatay tasviriyle karşılaşıyoruz. Sanıyorum Hatay’ı kimse onun kadar güzel tarif edemezdi: “Tatil zamanı dedelerimizin doğup büyüdüğü şehre gittiğimizde de Türkçenin yerini Arapça şarkılar alırdı. Portokal çiçeği kokan o serin Hatay akşamlarında ipek sesli Feyruz’dan, gür ve harika sesli Vadi El Safi’den, Sabah’tan, Semira Tavfik’ten, Corc Vassuf’tan şarkılar söylenirdi tek bir ağızdan. Kuzenlerden biri çaldığı darbuka eşliğinde genelikle. Bizim Hatay kültürünün zenginliği işte burda. Türkçe kadar Arapça da ana dilimiz. Sohbetlerimizi her iki dilde yapar, iki dilde şarkı söyler, iki dilde küfrederiz. Mutfağımızda Türk mutfağının yanı sıra, lübnan, Suriye hatta Ermeni mutfağının da büyük etkisi var. Hepsinden en iyiyi en güzeli alıp kendi mutfağımıza sokmuşuz. Böylece çeşit ve kalitede oldukça zengin bir Hatay mutfağı oluşturmuşuz. Tıpkı müzikte olduğu gibi. Övünmek için söylemiyorum ama Hatay, tüm kültürel, etnik ve dinsel farklıklarına rağmen birlikte yaşamı oldukça iyi başarmış, bölgesel hayatı bu anlamda tam bir uyum üzerine oturmuş en güzel Türkiye örneği.” Yazarın Hatay’dan Avrupa’ya yolculuğunun son noktası Fransa’daki yaşam tecrübeleri de çok kültürlü Fransa ve Avrupa üzerine oldukça düşündürücü noktalar barındırıyor. Bunlar arasında yazarın çalıştığı yerde tanıştığı ve üç yaşındayken tüm ailesinin katledilmesine tanık olan Cezayirli Yusuf’un hikayesi oldukça vurucudur. Yazarın Cezayirli Yusuf’un trajedisini şu şekilde aktarmaktadır: Çalıştığım yere geldiği sıralar, gördüğü kabuslar sebebiyle uyuyamıyordu. Aldığı sakinleştirici ve uyku ilaçlarının etkisiyle neredeyse bir hayalet gibiydi. Aradan haftalar geçti. Yusuf’ta hiç bir iyileşme olmadı. “Bir İhtimal Daha Var” bölümde Strazburg kentinde Türkiye Konsolosluğu önünde yaşanan arbedeye tepki göstermesi sonucu tanıştığı konsolos ile yaşadığı diyaloğu insanlık adına bir ders içermektedir diyebilirim: “Birkaç yıl önce Strazburg Konsolosluğuna davet edilmiştim. İnsanlarımızın bir koyun sürüsü gibi Strazburg Konsolosluğunun önünde saatlerce bekletmelerine tepki olarak yazdığım bir mektuba istinaden dönemin konsolosu yazdığı mektubun altına adını – soyadını yazan ve imzasını atan nadir insanlardan birisiniz.” Deyip teşekkür etmişti. Konsolosluk nezdinde getirilmesi düşünülen yeniliklerden ve insanlarımızdan bahsederken birden durakladı ve duvarda aslı duran değerli Türk piyanisti Fazıl Say’ın afişini gösterdi: “Şimdi bizim insanlarımıza sorarsanız kimdir Fazıl say diye, çoğunluğu tanımaz bile” dedi iç çekerek. Bende buna cevaben: “Halkınıza ne verirseniz, onu alırsanız” demiştim.” Yazar, ayrıca “Yurtseverlik ve Milliyetçilik” bölümünde Türkiye’de yurtseverlik ve milliyetçilik arasındaki farklılıklardan doğan sorunlara değinmektedir ve bölümün başında Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün sözünü de haklı olarak eklemiştir: “Yurtseverlik, ülkesini sevmektir. Milliyetçilik ise diğer ülkelerden nefret etmektir.” Kitabın “Tarih: Sonsuz bir Başlangıç” adlı son bölümünde yazar, dünyadaki ve Fransa’daki yozlaşmış medyaya vurgu yapmaktadır: “Fransa örneğini ele alalım… Ülke medyasının çoğunluğu Lagardére, Dassault, Bouygues gibi birkaç milyarderin elinde. Bu şekilde, biraz sansür, sonuçları şaibeli birkaç anket, propaganda, rüşvet vs. Yoluyla, yürütme yani hükümet nezdinde etki ve prestij sahibi olmak hatta yürümeyle iş birliği yapmak gayet kolay. Bu medyalar tarihte kralın karar ve emirlerini medyalarda gümbür gümbür bağırarak halka duyuran çığırtkanların işini yapıyorlar bugün.” Sonuç olarak Marie Albera’nın sonunda ailesinden ve çocukluğundan güzel fotoğraflar ekleyerek sonlandırdığı 136 sayfalık Avrupa Hayalleri’ni bir otobiyografi edasıyla yazdığını söylememiz yanlış olmaz. Beğeniyle okuduğum köşe yazılarınin derlemesi olan bu kitapta Marie Albera’nın ailesine, İskenderun’a uzanan memleket ve toplum hikayelerine, Fransa günlerine ve dünyaya bakışının yansımasına şahit olmaktayız. Tür: Anı Yazar: Marie Albera Meyni Yayınevi: Mihenk Kitap Baskı: Mayıs 2021

  • Merhaba

    Nehna uzun bir düşünsel sürecin ve bir yıla yakın yaptığımız yoğun ve sayısız toplantının ardından nihayet okuyucuyla buluşuyor. Her ne kadar web sitemizde manifestomuzla ve kısa biyografilerimizle yer alsak da, bu yazıyla okuyucularımıza bir merhaba demek, bizden ve Nehna’yla ne yapmayı amaçladığımızdan ve bu noktaya gelene kadar hangi aşamalardan geçtiğimizden biraz olsun bahsetmek isterim. Sanırım böylece şeffaf ve samimi bir şekilde güzel bir başlangıç yapmış oluruz. “Biz kimiz?” sorusunun cevabını platformumuzu okudukça daha net anlayacaksınız. Ya da belki de kafanız biraz karışacak… Bence bu o kadar kötü bir durum değil, çünkü gerçekten zor bir soruya cevap bulmaya çalışıyoruz. Basit bir şekilde Antakya kökenli Rum Ortodokslar deyip geçmek isterdim. Fakat Rumluğu etnik olarak mı, dini bağlamında mı alıyoruzdan tutun da, Arapça’nın bölgeye çok sonradan geldiği ve bölgede kullanılan Yunancanın zaman içinde unutulduğu gibi bilgiler ve bu bilgiler ışığında kimlik üzerinden gerçekleşecek çetrefilli tartışmalara burada girmek istemiyorum. Ama şimdilik Nehna’nın bir amacı da bu tartışmanın özgürce yapılabildiği, farklı görüşlere yer verilen bir platform olmak diyelim ve bu tartışmaya burada bir virgül koyalım. Virgül koymasına koyalım ama sanıyorum platformumuza koyduğumuz ismi biraz açıklamam yerinde olacak. Nehna, Arapçanın Şam lehçesinde “biz” demek. Arapça isim tercihimizin başta kendi cemaatimizde ufak çaplı bir tartışmaya yol açabileceğini tahmin edebiliyoruz aslında. Arapça isim vermemiz bizim “Arap” olduğumuzu iddia ettiğimiz anlamına gelmiyor. Yunanca bir isim koysaydık, “Rum” olduğumuzu mu iddia etmiş olacaktık? Peki, neden Yunanca bir isim koymadık? Ya da Antakyalı Rum Ortodokslar ifadesinin geçtiği bir isim tercih etmedik? Öncelikle genç, dinamik bir platform olmak ve tüm sesleri içimizde barındırmak istiyoruz. İsmimiz, tabii ki doğası gereği bir temsiliyet içeriyor ama bu bir etnik kimlik iddiası değildir. Bugün büyüklerimizin ve bizim çocukluğumuzun Antakyası’nda konuşulan Arapçayla bir gönül bağımız var. Düğünlerimizde çalınan müziğe, yemeklere verdiğimiz isimlere kadar hayatımızın her köşesinde hissettiğimiz bir bağ bu. Bu nedenle platformumuzu isimlendirirken bölgede hala konuşulan bu dili tercih etmek istedik. Biz anlamına gelen nehnayı da derdimiz “biz”i anlatmak olduğu için tercih ettik. Etnik/dini kimlik tartışmalarına çok girmeden biraz da bizi tasvir etmek etmeye çalışayım bizden olmayan okuyucularımıza. Bugün bizler esasen Antakyalı, Mersinli, İskenderunlu olmakla birlikte daha sonra İstanbul ve hatta Almanya, Fransa, ABD, Kanada, Latin Amerika olmak üzere dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerine yayıldık. Sayıları gün geçtikçe azalan büyüklerimiz, yüzyıllardır Antakya ve civarına hakim Arapçayı konuşmaya devam ederken, gençlerimizin dili gün geçtikçe Türkçeye ya da göç ettikleri diğer ülkelerin diline evrilmiş olsa da Arapça hayatımızda olmaya devam ediyor. İstanbul’da büyüyen ve yaşayan bazı gençlerimiz ise Yunanca konuşabiliyor. Kiliselerimizde ayinlerimiz Yunanca, Arapça ve Türkçe olarak yapılmaktadır. Tüm bunların ötesinde Türkiye’nin ya da dünyanın neresine gidersek gidelim, beraberimizde taşıdığımız güçlü kimlik öğelerine sahibiz. Bunlar arasında dil, yemek ve müziği sayabilirim. Nehna’yı ortaya çıkaran kurucu ekip tam da bu nedenle bir araya geldi aslında. Bu güçlü kültürel kimlik öğelerini hatırlamak, anlatmak ve bu anlamda bir külliyat oluşturmak için… Evet, ilk etapta kültürel bir platform oluşturma niyetindeyiz, fakat her konu gibi kültürel öğeler de siyasi tartışmalardan ve tercihlerden azade değil. Bu nedenle, ayrıştırıcı bir dil kullanmamayı kendimize bir kural olarak koyduktan sonra, halkımızın tarihini, geçmişte ve bugün yaşadığı sorunları dillendireceğimiz, herkese açık, sosyal bir platform olmasını hedefliyoruz Nehna’nın. Bu ekibi bir araya Ferit abi (Tekbaş) getirdi. Bundan yaklaşık üç sene kadar önce, bana bu projeyi açtığında kolay bir yola çıkmadığımızı biliyordum. Bir gazete, online bir platform oluşturmak hiç ama hiç kolay değil. Aslında şanslıydık, farkındaydım. Ferit abi, Antakyalı Rum Ortodokslar için geçmişte çok emek vermis, toplumumuz için çalışmalar yapan Almanya’da çok önemli bir işlev gören Zerocha ve Oryantal Hıristiyanlar Konseyi gibi oluşumlarda aktif rol almıştı. Teoloji eğitimi almış olması da bizim için çok önemliydi. 2018 yılında Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımız istos Yayınevi’nden yayınlandığında, toplumda çıkan tüm tartışmalara ve kendisiyle görüş ayrılıklarımıza rağmen benimle röportaj yapmak istemişti. Şimdi de toplumumuz için elini taşın altına koymak istiyor, biz “gençler”in de bu projeye yön vermesini istiyordu. Mişel (Uyar) ve Ketrin (Köprü) ile geçmişte bir araya geldiğimiz ortamlarda, ne kadar güçlü öğeleri olan bir halkın parçası olduğumuzu ve içine doğduğumuz kimliğin tarihi ve kültürel olarak altı çizilmesi gereken önemli değerler barındırdığını konuşuyorduk. Mişel’in bölge insanıyla teması ve ortaya çıkarılması gereken kişisel arşivlere yaptığı vurgu, yaptığımız sohbetlerin ötesine gitmeliydi. Ketrin’in “Biz kimiz?” sorusunun peşinden Beyrut’a kadar gitmesi ve orada öğrendikleri, kendine kalamazdı, kalmamalıydı. Can’la (Terbiyeli) ile bu proje vesilesiyle tanışsak da, aslında birbirimizi ismen tanıyorduk ve onun bu cemaate her daim her anlamda katkı sağlamaktan çekinmeyen iyi bir avukat olduğunu biliyordum. Nitekim, Can’ın bölgede yaşanan göç hikayeleri ve bunun hukuki boyutu üzerine bize çok farklı bir pencere açacağına inanıyorum. Emre Can’la (Dağlıoğlu) ise yolumuz çok öncesinde bir makale için yaptığım röportajda kesişti. Kendisi gibi iyi bir tarihçiye ne kadar ihtiyacımız olduğunu uzun uzun anlatmama gerek yok sanıyorum. Ama Emre Can’ın da benim gibi, halkımızın kimliği üzerine düşündüğünü biliyordum ve kendisinin bakış açısının da herkesin görüşünü ayrımcı bir söylem içermeden özgürce ifade edebilmesini istediğimiz bu platformda olması gerektiğine inanıyordum. Buna ek olarak, Emre Can’ın eleştiriden çekinmeyen duruşunun, bizim bu projede çok da hayallere kapılmadan güzel işler yapacak olmamızın altında yatan en önemli unsur olduğunu düşünüyorum. Kendimi de biraz anlatayım, kökleri Antakya’da olan, Mersin doğumlu, profesyonel şeflik eğitimi almış bir siyaset bilimci olarak Antakya’ya, Antakyalı (Rum/Arap) Ortodokslara bakışım çok yönlü olabiliyor. Bunların bir kısmını kişisel blogumda kaleme alsam da, şu ana kadar kendime sakladığım, Antakya, yemek ve sözlü tarih temelli projemin ilk adımlarını atabileceğim bir platform fikri, tüm zorluklarını bilmeme rağmen beni çok mutlu etti. Tabii, bu projeyi gerçekleştirirken cemaatimizin ileri gelenlerine – burada isimlerini zikretmeyeceğim ama onlarla röportajlarımızda ya da bize yazar olarak sunacakları katkılarla tanıyacaksınız – de teşekkür etmek isterim. En başta, platformumuzun ilk düşünsel adımlarından itibaren bize desteklerini esirgemedikleri için… Onların sesinin Nehna’da duyulması bizim için çok önemli. Özellikle Rumluk-Araplık tartışması konusunda çok büyük endişelerin olduğunun farkındayım. Bu karşılama yazısını bitirirken, Nehna’nın başta bu tartışma olmak üzere tartışmalı olabilecek (ya da olmayacak) birçok konuda bir onay mecrası olmadığını söylemek isterim. Öncelikli olarak hedefimiz, toplumumuzun ve yaşadığımız coğrafyaların barındırdığı güçlü sosyal ve kültürel kimlik öğelerini yapacağımız röportajlar ve yazacağımız yazılarla somutlaştırmak. Bunu yaparken, daha önce de birkaç kez altını çizmeye çalıştığım gibi, toplumumuzun her kesiminden her görüşe yer vermek, onların ayrımcılık ya da nefret söylemi içermemesi şartıyla kendilerini özgürce ifade etmeleri için bir zemin oluşturabilmek. Bu amaçlarımızda ortaklaşabildiğimiz gerek toplumumuzdan gerek de geniş toplumdan bize katılacak arkadaşlara kucak açtığımızı da belirterek bu yazıyı noktalayayım. Hadi bakalım, başlıyoruz. Yolun açık olsun Nehna! Nehna ekibi (iki kişi eksikle). Hazırlık sürecindeki toplantısından bir kare

  • Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi ve Cemaati

    Çok kıymetli Nehna okuyucuları, öncelikle varlığımızı, kültürümüzü, geleneklerimizi ve kısacası kimliğimizi global olarak dünyanın dört bucağına tanıtacak bu muhteşem projeye öncülük eden ve bu platformda bana da yazma şerefini veren saygıdeğer kardeşimiz Ferit Tekbaş’a ve organizasyonda emeği geçen herkese canı gönülden teşekkür eder, yüce Rabbimizden bu ameli bereketlendirmesini dilerim. Bu vesileyle de dünya çapında büyük bir aile olacağımıza inanıyorum. Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi ruhani lideri olarak, siz değerli okuyucularımıza ilk etapta Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi cemaatini tanıtmak isterim. Cemaatimiz yaklaşık 400 haneden oluşuyor ve yerli nüfus azami 1300 kişidir. Bu nüfusun çoğunluğu 40 ile 90 yaş arasındadır ve genelde geçimlerini çiftçilik, narenciye ticareti ve esnaflıktan sağlamaktadırlar. Yani, memur sayılacak cemaat mensuplarımız yok denecek kadar azdır ve fabrika işçisi hiç yoktur. Cemaatimiz örf ve adetlerine oldukça düşkündür. Bayramları coşkuyla kutlar. Yemekleri ise muazzam derecede lezzetlidir. Cemaatimize ait dört kilise ve Meryem Ana adına tahsis edilmiş dua makamı mevcuttur. İki ruhani peder (şahsım Dimyan Yakupoğlu ve Kadasetli Peder Trifon Yumurta) bu imanlı halka ruhanilik hizmeti vermektedir. Kiliselerimiz zikredeceğim azizlerin adını taşımaktadır:        1. Aziz Peygamber İlyas Kilisesi       2. Meryem Ana’nın Ebediyete İntikali Kilisesi (Aynı zamanda mezarlık kilisemizdir ve bitişiğinde taziye salonu bulunmaktadır) 3. Aziz Şehit Georgios Kilisesi (Bitişiğinde daha önce bahsettiğim Meryem Ana dua makamı bulunmaktadır) 4. Azize Tekla Kilisesi Kiliselerimizin çok eski tarihleri hususunda maalesef çok geniş bir bilgiye sahip olmadığımızı büyük bir üzüntüyle belirteyim. Fakat imkanlar dahilinde elimdeki bilgileri sizinle paylaşmak da isterim. En eski kilisemiz Eski Köy (Hirbeniy) diye bilinen köyde olan Azize Tekla Kilisesi’dir ve tarihi MS 5. yüzyıla dayanmaktadır. Bu bilgiyi de bizlere, 2007 yılında kilisemizin restore edilmesinden sonra açılışını yapan merhum Lazkiye Metropoliti Kadasetli Yuhanna Mansur’a iştirak eden Arşimandrit Dr. Alexios Nassur aktardı. Kadasetli Arşimandrit Alexios, kilise bilimi ve tarihi hususunda doktora yapmıştır ve bu bilgileri kiliseyi restore ederken yapılan kazı çalışmalarında kiliseye ait taşların üzerindeki figürlerden (çarmıh, melek, serafim vb. gibi) tespit etmiştir. İkinci eski kilisemiz ise Meryem Ana Mezarlık Kilisesi’dir. Üçüncü eski kilisemiz Aziz Peygamber İlyas Kilisesi’dir. Bu iki kilise hususunda, yalnızca 1800’lü yılların sonuna doğru bölgedeki büyük depremler neticesinde tamamen yıkıldıklarını ve yeniden inşa edildiklerini net olarak biliyoruz. Maalesef ilk olarak ne zaman inşa edildikleri bilgisine sahip değiliz ama kuşkusuz mezarlık kilisemizin en az beş asırlık bir geçmişi vardır. Aziz Peygamber İlyas Kilisesi - Fotoğraf: Bebeto Fotoğrafçılık En yeni kilisemiz ise Aziz Şehit Georgios (Mar Circus) Kilisesi’dir. 1989 yılında ilk olarak hayırsever bir aile tarafından inşa edilmiş, 2018 yılında ise farklı bir hayırsever tarafından daha da büyütülerek yeniden inşa edilip ibadete açılmıştır. Burada da, çok değerli kardeşlerime ve öncelikle kiliselerimize sahip çıkan ve ebediyete intikal eden atalarımıza büyük bir minnettarlıkla yüce Rabbimizden rahmet diliyorum. Kuşkusuz onların kiliseye ve Kutsal Kitap’a olan bağlılıkları sayesinde kiliselerimiz, Kutsal Ruh vasıtasıyla dimdik ayaktadır ve faaldir. Aynı zamanda da bu meşaleyi onlardan emanet olarak da teslim alan ve Rabbe hizmet adı altında zorlu görevlerini sürdüren kilise yetkililerimize de teşekkür eder, yüce Rabbimizden onları bereketlendirmesini ve bu görevleri daha sonraki nesillere de aktarmalarına öncülük etmesini temenni ederim. Sevgili kardeşlerim, son olarak da belirtmek isterim ki, biz Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi cemaati olarak, kuşkusuz Rabbin nimeti ve bereketiyle, tabiri caizse kendi yağımızla kavrulmaya alışmış, eşsiz geleneklerimize sımsıkı sarılmış ve birbirine kenetlenmiş imanlı bir aileyiz. Rabden dileğim, bütün zorluklara rağmen bizi bundan geri bırakmamasıdır. Bir dahaki yazımda farklı kültür ve geleneklerimizin tanıtımında buluşmak dileğiyle…

bottom of page