Depremin üstünden neredeyse 400 gün geçti ve Antakya hala depremi sanki dün yaşamış gibi. Tek fark çoğu binanın enkazı kalkmış. 1 yılı aşkındır halkın içme suyuna, eğitime ve ulaşıma erişimi kısıtlı, elektrik ve su kesintileri, tepemizdeki asbest bulutları, kontrolsüz çalışan iş makineleri ciddi boyutta zorlaştırıyor Antakya'da yaşamayı.
Yerleşim yerlerinde biriktirilen moloz yığınlarının yanıbaşında yaşamaya tutunmak mı daha zor yoksa kira yardımından yararlanabilmek için çadırda yaşamak zorunda kalmak mı?
Antakya dışında yaşamaya kalksan o memleket özleminden Antakya burnunda tütüyor, Antakya dışında mutlu olamıyorsun, çünkü en nihayetinde çocukluğunun, gençliğinin geçtiği yer burası. Tüm anılarının enkazlar altında kaldığı, hangi sokağın senin sokağın olduğunu, hangi arazinin aslında senin evin olduğunu ayakta duran tek tük binalardan anladığın mahalleni bir zamanlar ezbere bildiğin Antakya'nı özlüyorsun.
Favori mezecinden aldığın humusun, közlediğin biber, domates, patlıcanla mangal başında yaptığın abagannuc ve boğma rakını koyduğun uzun sofralarla ziyafet çektiğin ailen ya yardım gelmedi diye enkazın altında son nefesini verdi ya da başka bir şehirde ya da Hatay'da bambaşka bir evde veya konteynerda veya sabah kahvesine çağırdığın, güzel bir yemek piştiğinde birer tabak götürdüğün komşun.
Bambaşka bir yerde yaşamaya adapte olma çabası, kiralar, faturalar altından kalkamıyorsun. Verdikleri kira yardımıyla da ucu ucuna yetiştiriyor hatta yetiştiremiyorsun. Ne zaman Antakya'ya döneceğini, ne zaman ev sahibi olabileceğini bilmediğin sorularla geçiyor günlerin.
Antakya’daysan ve evindeysen tekrar deprem bekleniyor söylentilerinden geceleri uyuyamıyor, adresini yakınlarına ulaştırıyorsun. Konteynerda kalıyorsan adım başı bir yerlere çarparak temizliğini yapıyor ve elektrik kesik değilse yemeğini pişirebiliyorsun. Bir de çocukların da varsa 21 m2'ye sığdırmaya çalışıyorsun hayatınızı.
Acaba ne zaman bir evimiz olacak? Ne zamana kadar bu konteynerda olacağız? Antakya ne zaman eski haline dönecek? Her kafadan bir ses. Biri 5 yıl diyor, biri 10 yıl geçse de Antakya eskisi gibi olmaz diyor. Kafanda durmadan duran bu seslerden yüzüne tokat gibi çarpan gerçekler vuruyor. Çocuklarımı okula mı göndersem, yemek mi yapsam, işe mi gitsem, ayın sonunu mu getirmeye çalışsam? Çocuğumu okula götürecek bir servisi zar zor bulduğumda o çukurlu yollardan nasıl geçeceğini mi düşünsem, okul sağlam mı ve deprem olursa yıkılır mı acaba diye mi düşünsem? Yoksa konteynerın içindeki küçücük mutfakta her adım başı bir yere çarptığım yerde yemek mi pişirsem? Çocuğum üniversite sınavlarına nasıl hazırlanacak? Yeterli kaynak ve alan yok. Kitaplara mı, suya, sebze, meyveye mi yoksa yeni bir ev için mi birikim yapsam? 21 m'ye buzdolabını mı, koltuğu mu, dolabı mı, çalışma masasını mı sığdırmaya çalışsam? Peki ya ses? Veya elektrik ve su? Sürekli giden elektrik yüzünden çocuklarımı veya bebeğimi nasıl ısıtmaya çalışsam?
Aile planlaması hizmetlerine ulaşamadığı için etkili doğum kontrol yöntemleri alamayan depremzedelerin istenmeyen gebelikleri, yine yetersiz kürtaj hizmetleri yüzünden daha birine bakmakta zorlanırken birden fazlasına bakmakla yükümlü olmasının sırtına bindirdiği yük yetmezmiş gibi deprem bölgesinde yaşamaya çalışmak özellikle de kadınlar için daha da zor. Çocuklarına yeterli besini, suyu, hijyeni, eğitimi için gerekli ders kitaplarına ulaşımını, okulda kantinde bir bisküvi yemesi için cebine sıkıştırmaya çalıştığı madeni paraları, konteynera geldiğinde ders çalışması için uygun ortam hazırlamaya çalışması, çocuğu adölesan ise ergenliğin verdiği öfke ile kendine ait bir odasının olmayışı, "keşke bir evimiz olsaydı da ergenliğini kapıyı çarpıp kendini odaya kapatabilseydi ve ergenliğini yaşayabilseydi." dedirttiği, dışarıdan bir tepside et sipariş vermenin lüks olduğu ve her gün "acaba çocuklarıma ne yemek pişirsem?" diye düşüncelerin içinde kaldığı anneler için daha da zor.
Nehir yatağına kurulan konteyner kent yüzünden her yağmur yağdığında "acaba nehir taşar mı?" korkusundan uykularım mı bölünse? Peki ya sel olursa ve konteynerı ateş alırsa? Halbuki çatılı, herkesin rahatça yaşadığı bir evimiz vardı. Güvenliydi diyemiyorum zira depremle başımıza yıkıldı. Yıkılmayanların birçoğu da birer moloz yığınına dönüştü. Çalışmaya başladığından beri biriktirdiğin ve belki de kendinden kısıp kenara attığın paralarla aldığın evin.
Depremin üstünden birkaç ay geçmişti henüz, annem o kadar zorluğu sırtına yüklemiş devam ederken küçük tüpte kaynattığı su taşıp da ateşi söndürünce ağlamaya başlamıştı. Antakya halkının psikolojisi de iyi değil. Hayatın zorluklarına göğüs germeye çalışırken sıra duygulara gelemiyor. Psikolojik yardım gerekirken o da mahrum bırakılıyor Antakya halkından. Kendi başına kalıp belki ağlamak istiyorsan da konteyner kentten çıkıp büyük ihtimalle elektriğin sokak lambasını aydınlatmadığı direğin altında alıyorsun soluğu. Armutlu ve köprü geceleri zifiri karanlık zaten. Akşam bir dışarı çıkıp yürüyüşe çıksan hele ki bir çocuk veya kadınsan hiç güvenli değil.
Dolaşmaya çıktığında enkazı kalkmış binaların yarattığı göz alabildiğine uzanan arazileri karşılıyor seni. Ağaç ve yeşillik dahi bulamıyorsun çünkü evlerle birlikte ağaçları da kökünden çekip çıkarıyorlar. Otlar, kuraklıktan sararmış, tozlar gözlerini bile yaşartmaya yetiyorken rahat bir nefes dahi alamıyorsun. Yollar çukurlu ve çamurlu olduğu için kirlenmiş botlarınla yolda bata çıka yürüyorsun. Şanslıysan ve araban varsa neredeyse haftada bir sanayide alıyorsun soluğu. Antakya'da şans artık böyle bir şey.
Kafanı dağıtabileceğin bir yer yok. Sinema, tiyatro, alışveriş merkezi. Bunlar birer hayal. Çocuğunu parka götürmek istesen o da yok. Karne günü geldiğinde çocuğunu hamburgerciye ve ardından sinemaya götürdüğün günler eskide kaldı. Lunaparka götürmek içinse bir arabaya ihtiyacın var tabii vardı ve enkaz altında kalmadıysa.
Her yer toz ve moloz. Aldığın sebze ve meyveler de bundan nasibini almış vaziyette. Tek tük marketler, manavlar, kasaplar var ve çoğu için bir arabaya ihtiyacınız oluyor. Deprem sonrası her şeyin pahalılaşması da erişiminizi kısıtlıyor. Toplu taşıma ise saat başı geçen dolmuşlardan ibaret.
Yaz geliyor, Hatay da sıcak memleket. Konteynerlar sıcak geçiriyor, biçilmemiş otlara ve sıcağa gelen ve her kafa başına on sinek düşen yaz günleri Antakya halkının kabusu. Serinlemek için havuza girme gibi bir lüksün yok zaten deniz içinse Samandağ'ın kirli kumsalında, akıntı ve deniz analarıyla meşhur suyunda can güvenliğin olmadan yüzmek zorundasın. Arsuz'a gitmek mi? Ulaşıma erişimin ve paran yoksa o da bir hayal.
Yazın yeterince serinleyemediğin, kışın yeterince ısınamadığın, yeterli içme suyuna erişemediğin, sürekli "ne olacak?" sorularıyla baş başa kaldığın, maddi yetersizliklerden ötürü kendinden ödün verip çocuklarına yetiştirmeye çalıştığın, etkili hiçbir hizmete ulaşamadığın, Antakya'nın demografik yapısını bilmeyenler tarafından düzenli olarak ırkçılığa uğradığın, seçim zamanları Antakya dışındaki herkes tarafından ne yaparsak yapalım eleştirilere maruz kaldığın ve kimsenin hiçbir şey yapmadığı, yalnızca halkın birbirine sıkıca kenetlenerek bir şeyleri değiştirmeye çalıştığı ve tekrardan inşa etmeye çalıştığı yerdir Antakya.
Depremden kısa bir süre sonra hırise kazanlarının kaynatmaya başladığımız, Noel’de kilise yanındaki çam ağaçlarını süslediğimiz, yeniden ezan sesiyle çan sesini aynı anda duyacağımız, kimseye hesap vermediğimiz, birbirimize sahip çıkarak tüm zorluklara göğüs gerip bize yaşatılan hiçbir şeyi unutmayacağımız ve bize bırakılsa kendi ellerimizle tekrar inşa edeceğimiz yerdir Antakya.
Öne çıkan görsel: Ece Ray
Comentarios