Arsuz’la ilk 2000 yılında PTT Evleri dedikleri bir yerin yakınında bir ev almamızla tanıştım. Masmavi evlerin olduğu bir sitede 5 numaralı evin artık yazlık evimiz olduğunu söylediler. O zaman altı yedi yaşlarındaydım. Bahçeli, karşısında havuzu olan tanıdığım çoğu insanla ve beraber büyüdüğüm arkadaşlarımla paylaşacağım bir sitede zaman geçirme fikrinin beni ne kadar heyecanlandırdığını hala hatırlıyorum. O yıldan itibaren her yaz, annemin okuldaki işlerinin ve 28-29 Haziran’da Petrus ve Pavlus Bayramı’nın coşkulu kutlamalarının bitmesiyle karpuzumuzu bile alarak Arsuz’daki yazlık evimize taşınmaya başladık. Antakya’daki tüm düzen oraya kurulmuştu. Odalarımız, rutinlerimiz, arkadaşlarımız hepsi oradaydı. Hatta pazarları gittiğimiz kilise bile vardı. Oradaki cemaatle de Antakya’daki gibi ayinden sonra kilisenin bahçesinde kahveler içiliyordu. Aynı Antakya’daki kilise gibi tanıdık yüzler, bilindik sohbetler. Tek fark daha yazlık kıyafetlerle sıcaktan yakınmalar ekleniyordu o sohbetlere. Her şey Antakya’nın yazlık haliydi. Çarşısı, yemek yenen yerleri, insanları…
En yakın hastanenin bile bir saat mesafede olduğu bu küçük yazlık evde çok güzel zamanlar geçiriyordum. Haziran ayında heyecanla yazlık hazırlığı yapıp Eylül ayında ağlayarak dönüyordum. Ancak Antakya’ya döndüğümde hemen o ağlayan, Arsuz’u özleyecek çocuk gidiyordu. Bu sefer Antakya’da olmanın heyecanı başlıyordu. Antakya’daki arkadaşlarım, rutinlerim, okul arkadaşlarım derken, Arsuz günler içinde siliniyordu kafamdan. Yıllar geçtikçe Arsuz’da geçirdiğim süre azalsa da her yaz mutlaka Arsuz’da oluyordum. Ancak yaptığımız etkinlikler zamanla değişti. Arkadaşlarımızla çocuk oyunları oynamaktan, Arsuz’un kasabasına gitmek, gece eğlence mekanlarında sabahlamak, denize gitmek gibi daha genç aktiviteler yapmaya başladık. Antakya kadar güvenli ve tanıdıktı nasıl olsa ve yazın verdiği rahatlıkla da daha da özgürdüm. Arsuz’da saatler sanki yaz ve kış saati geçişi yapar gibi akardı. Her şey, gerçekten yazın tadını çıkarmanın en iyi yolu gibiydi. Ankara’da yaşamaya başladıktan sonra da Arsuz, dilimden ve hayatımdan hiç çıkmadı. Kışın herkes birbirine Arsuz’a ne zaman geleceğini sormaya başlardı. Herkesin tek sorusu, "Bu sene ne zaman Arsuz’a geleceksin?" olurdu. Ankara’dan Arsuz’a gitmek bazen zahmetli gelebilirdi, ancak söylenerek gittiğim yıllarda bile dönüşte veda etmek çok zor geliyordu.
Depremden tam yedi ay sonra yine Arsuz’daydım. Yazlık evimde… Bu sefer her şey çok buruktu. İnsanlar eksik, sohbetler eksik olan insanların bıraktığı acıyla buruk, kilise bile orada değildi. Herkes elinde kalan tek yere sığınmış gibiydi, yani yazlık evlerine. Antakya’nın küçük yavrusu, ailelerin yazlık evleri artık yaz neşesini değil, depremin yasını taşıyordu. O küçük kasaba şimdi sırtında onca yükle kocaman bir yere dönmüştü.
İnsanlar hayatta kalan tüm aile fertleriyle aynı evlerin içinde yaşamaya başlamışlar. Herkesin hayatı düzeni o kadar değişmiş ki, her şey normal gibi görünse de orayı o insanları bilen biri olarak herkesin ne kadar zorlandığını görebildim. Herkesin gülümsemesi eksilmiş, tek tesellileri Arsuz’da olmak olmuştu.
Arsuz’a dükkan açan Antakyalı esnaflardan bahsederken gerçekten gülümsüyordu insanlar; işte o zaman Antakya’ya duyulan özlemi daha da iyi gördüm. Bir komşum Arsuz’un içi aynı çarşı oldu, "bi git gör" dedi, o an benim boğazım düğümlenirken onun gözleri parladı. Depremin etkileri hala devam ediyor. Bunu en net olarak yaptığım sohbetlerde gördüm. Tüm konuşmalar depreme bağlanıyor, o an herkes uzaklara dalıyor. İnsanlar uzaklara dalarken aklımdan "Kaç sene sonra dönebileceğiz? Bu belirsiz süre ne zaman bitecek? Antakya eski haline dönecek mi?" gibi cevapsız tonlarca soruyla devam ediyor gün.
En zoru ise orada ailelerini kaybetmiş insanlarla karşılaşmak. Asıl o zaman o özlemin kokusu geliyor. Düzgün veda edilmeden giden kocaman bir şehrin ve yanında aldığı tüm insanların, anıların yası o kasabayı özlem kokutuyor. O özlem bile tanıdık bir his getiriyor orada. Antakya’nın bir küçüğü Arsuz, herkese tanıdık geliyor. Aslında başka şehirlerde olmayan o tanıdıklığı görmek, insanlara iyi geliyor. Zaten herkes tam da bu nedenle Arsuz’a dönmüş. Başka şehirlerde kısa süre kalan insanlar, kimse kimseye hal hatır bile sormuyor, tanıdık bir yüz bile yok kalamadık döndük en azından kahvemizi komşumuzla içiyoruz diyorlar.
Bir yandan da Antakya’nın durumu kimsenin aklından çıkmıyor. Önümüzde uzun bir süreç var ama başka yerde yapamayız, yapamadık diyorlar. Yıllar sonra dönebileceğiz maalesef Antakya’ya bu durumun bilincinde olmak, kabullenmek yerine daha da büyük bir özlem getiriyor.
Arsuz’da geçirdiğim zamanda ben de hep Antakya’yı özledim. İnsanlarla tesadüfen Saray Caddesi’nde karşılaşmayı, kilisenin bahçesinde kahve içerken insanları görmeyi, gülmeyi, şehirde olan son olayların özetini almayı, oradan çıkıp teyzemlerin dükkanında iyi kaynamış Antakya kahvesi içmeyi, oradan ani bir planla eski Antakya sokaklarında bu sefer iyi kaynamış süvari kahve içmeyi, gittiğim her yerde tanıdık görmeyi ve o insanların iyi olduğunu bilmeyi özledim. Şehrin en tanıdık yer olmasını ve Ankara’da hiç hissetmediğim kadar güvende olmayı özledim. İnsanımı, şehrimi o tanıdık hissi özledim.
Deprem sonrası Arsuz’da kaldığım günlerde en iyi anladığım şey şu oldu: Bizler, o topraklarda, o çoklu kültürün içinde, en iyi umut etmeyi öğrenmişiz. O yüzden tüm bu yoğun duygulara rağmen, inanıyorum ki kendi ellerimizle Antakya’yı yeniden kuracağız. Arsuz bizi o tanıdık hisle sarıp sarmalarken, biz yaralarımızı sarıp Antakya’ya yazın neşesini götüreceğiz.
Mutlaka geri döneceğiz.
Comentários