Vakıflı köyünün girişindeki kahvede ahşap masada bir iskambil oyunuyla başlıyoruz. Masaya iskambil kağıtlarını dizerek bana dikkatle izlememi söylüyor. Öncesinde, boş bir kâğıdın en üstüne rakamların hangi harflere karşılık geldiğini yazmıştı. Benden rastgele seçmemi istediği kartların değerlerini not edip, kâğıdın üstünde, onun direktifleriyle toplama ve çarpma işlemleri yapıyorum. Sonunda vardığımız çok basamaklı sayıdaki rakamların, hangi harflere karşılık geldiğini ona söylememi istiyor. Bütün bu dört işlemde vardığımız çok basamaklı sayı, benim ismim ve soy ismimi ortaya çıkarıyor. Umuyor ki dikkatle izledim, çünkü öğrendikten sonra bu iskambil numarasını ben de kullanabileceğim. Bu oyunu takip etmeye çalışırken bir yandan da depremin aslında bir deprem olmadığına dair karşılaştığım ilk hikâyeyi de dinlemiş oluyorum. Doktora çalışmamın parçası olarak yaptığım ziyaretteki karşılaşmalarımı tamamen yönetebileceğimi düşünmüyordum ama depreme dair alternatif açıklamaların bu kadar yaygın olacağını da beklememiştim.
Bu yazının çıkış noktası, depremden sonra Antakya bölgesine depremden sonraki dönemde yaptığım üç ayrı ziyarette depremin aslında ‘ne’ olduğuna dair duyduğum anlatılar. Yaptığım ziyaretlerde görüşmecilerin hiçbirine depreme inanıp inanmadıklarını sormadım. Ama görüşmelerim sırasında depremin gerçekliğine dair farklı inanışlar olduğunu gördüm. Bu görüşler bölgeden olup depremi Antakya’da yaşamayan ve daha sonra bölgeye gelen bir kişi ile hem bölgeden olup hem de depremi ve sonrasını orada geçirmiş iki kişinin anlatılarına dayanıyor. Yani aslında bu yazının konusu, Şubat depremlerine yönelik ‘komplo teorileri’ de diyebiliriz. ‘Komplo teorisi’ yerine ‘anlatı’ demeyi tercih etmemin sebebi, anlatıların bir veri olarak değerlendirilebileceği fikrini ciddiye almak. Bu yazıda, söze dökülen iddiaların doğruluk, yanlışlık ya da geçerliliğini tartışmak ya da tartışmaya açmak yerine, dinlediklerimi felaket sonrası ortaya çıkan anlatılar olarak görerek, neden depremden konuşmaya başlayınca bu görüşlerin de yüzeye çıkmaya başladıkları üzerine düşünmek istiyorum.
Greg Dening, tarih anlatıları ile ilgilenen bir antropolog. Ben de onun Pasifik’te kültürlerarası karşılaşmada, William Gooch adında bir Avrupalının öldürülmesinden yola çıkarak geçmişi nasıl bildiğimizi tartıştığı kimi terimlerden faydalanacağım.[i] Dening, şimdiki zamana yayılan, biçim değiştirmiş, tercüme edilmiş, yorumlanmış, özetlenmiş geçmişlere Tarih diyelim diye öneriyor. Tarih, o halde, bir şimdi oluşturmak üzere geçmişi sembolik biçimlerde kodladığımız yollar olmalı. Geçmiş, yalnızca deneyim değil; metinlere dönüşmüş, yani, yazılmış, söylenmiş ve maddi nesnelerde yakalanmış metinlerdir. Anlamak için kültürel kodlarına sahip olduğumuz, okumayı öğrendiğimiz bu metinleri, Dening, “metinleşen geçmişler” diye tanımlıyor. Dedikoduyu ele alalım. Bir dedikodunun tarihi sahneye koyuşunda, gerçeklik yargısındaki kararımızı erteleyip, dedikodunun bize dayattığı katılma biçimlerine uyarız. Tarihleri canlandırıyoruz ve hayatlarımızı onları sahnelediği anların eleştirmenleri olarak yaşıyoruz. Pasifik çalışmalarında kendine özgü bir anlamı olan ‘kargo’ kelimesinden yararlanarak, ‘metinleşen geçmiş’i şöyle açıklıyor Dening: Kargo, sahilde karşılaşılan maddi kültür nesnelerini işaret eder; demir keski, İncil, ya da tüfek gibi. Ait olduğumuz kültürde nesneleri “okuyacak” kodlara sahibizdir. Nesneler kültürler arası sınırları geçtiklerinde ise anlamlarını yeniden icat etmek gereklidir. Metinleşen geçmiş, tıpkı maddi nesneler gibi, takip eden geleceklere bir ‘kargo’dur, her zaman onu yeniden icat eden şimdilerde ‘karaya çıkar.’[ii]
Benim için, depreme dair anlatılar, Greg’in terminolojisi ile “metinleşen tarihler,” depremin nasıl meydana geldiğini anlattıkları için değil ama depremi Antakya’nın geçmişine karşı okudukları için anlamlı. Hem geçmişten gelen mülkiyet ilişkilerinin nasıl örgütlendiğini, hem de depremde en geniş çaplı yıkıma uğramış bölgenin yeniden yapılırken yeniden örgütlenen mülkiyet ilişkilerini yorumlama, dahil olma, dışarıda kalma, buna karşı tutum alma biçimlerine dair iddialar içeriyorlar. Önce duyduklarımı anlatacağım, daha sonra bu anlatıları okumanın kurduğu yakınlıkları ile ilgilenerek vardığım birkaç sonuçtan bahsedeceğim.
Patlayıcılar döşenmiş yeraltı tünelleri
Vakıflı köyünde kahvede karşıma çıkan anlatının temelini afetin büyüklüğü oluşturuyor. Anlatıcı, şunu sorarak başlıyor: “Deprem olduğu zaman filanca yerde deprem oldu diye duyarız. Bir değil, iki değil, on bir il yıkıldı; bu kadar büyük bir yıkım deprem olabilir mi?” Ben Suriye’deki etkisini ekliyorum. Depremin ne olduğuna dair inanışı, böyle büyük çaplı bir yıkımın deprem olarak nitelenmeyeceği sonucuna götürüyor onu. Peki o zaman bu yıkımı nasıl açıklayabiliriz? Ben burada doğdum, ömrüm boyunca burada yaşadım, bütün bu topraklarda ne kadar gedik var, avucumun için gibi bilirim, diyor. Ona göre, Suriye ve Hatay’ı yer yer üstündeki sınırları gözetmeden kapsayan yeraltı tünellerine patlayıcı yerleştirdiler ve hepsini 6 Şubat’ta bir anda patlattılar. Deprem hikayesinin ardında böyle bir patlama olduğundan emin ama fail konusunda net bir görüşü yok. Ancak böyle büyük bir eylemin altından kalkabilecek bir fail olmalı. Böyle bir patlamanın neden düzenlenmiş olabileceğiyle ilgili olarak da kendisinin hâkim olamayacağı bir bilgi ve ilişki ağına işaret ediyor.
Harp gemisi, Deprem çubukları
Depremle ilgili ikinci anlatıyı, konuşmayı benim başlatmadığım bir karşılaşmada dinliyorum. İskenderun-Arsuz dolmuşunda yan yana oturduğumuz biriyle sohbete başlıyoruz. Birkaç yıldır yurtdışında yaşıyor. Benim bir Amerikan üniversitesinde doktora yaptığımı öğrenince benim Amerika’da kalmaya devam edebileceğimi söylüyor. Amerika’da sağlık hizmetlerine erişimin zorluğundan bahsedince belki de Amerika yerine Kanada’da yaşamamın en doğrusu olacağı sonucuna varıyor. Bu henüz bir ön sohbet. Belli bir tanışıklığın sağlanmasının ardından, Arsuz’a yaklaştıkça belirginleşen yıkıntı izlerinden, depremden konuşmaya geçebiliyoruz.
Vakıflı köyünde bir sohbette depremin aslında deprem değil, bir patlama olduğunu duyduğumu aktarıyorum. Buna “Tabii, sen inanıyor musun deprem olduğuna?” diye karşılık veriyor. Ancak onun anlatısı, Vakıflı’da duyduğum anlatıdan farklı. Bana İstanbul Boğazı’na gelen gemiye dair haberleri mutlaka görmüş olmam gerektiğini söylüyor. Gemi, birkaç günü İstanbul Boğaz’ında geçirdikten sonra Akdeniz’e inmiş. Geminin Boğaz’dan Akdeniz’e inmesiyle depremin zamanı örtüşüyor. Bu harp gemisinden uzaya gönderilen sinyallerle, bu gemiden değil ama geminin uzayda bağlantı kurduğu uydulardan bölgeye gönderilen ‘deprem çubuklarının’ sarsıntıyı tetiklediğini düşünüyor. Teknolojinin böyle bir müdahaleyi mümkün kılacak kadar gelişmiş olduğuna güvenebilirim. Neden depremin, asıl hedef olduğunu söylediği İstanbul’da değil de Antakya bölgesinde olduğunu soruyorum. İstanbul’da deprem olmadığını çünkü fayların deprem yaratmaya hazır olmadığını, sinyallerin burada deprem yaratamadığını söylüyor.
‘Deprem çubukları’ dediği zaman kafamda lazer ışınları belirmişti ama konuşmamızın akışı içinde anlatıcıdan tam olarak neyi kastettiğini açıklamasını istemedim. ‘Deprem çubukları’ epey davetkar bir terim olduğu için internette aramaya başlıyorum. Bu terimi ilk kez Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım, bir konferansta yaptığı konuşmada kullanmış.[iii] Lazer ışınlarına pek de benzemeyen bir şey tarif ediyor gibi: “uzaydan atılan titanyum alaşımlı 10 metre çubuklar.” Deprem çubuklarını araştırırken konuşmamızda geçen ‘harp gemisi’ni de yanlış anladığımı fark ediyorum. Boğaz’dan geçerek Akdeniz’e gelen bir savaş gemisi yerine aslında HAARP’a bağlı bir gemiyi anlamam gerekiyordu. Yani Amerikan hava ve deniz kuvvetleri tarafından finanse edilen “Yüksek Frekanslı Etkin Kutup Işıkları Araştırma Programı” (HAARP).
Konuşmamızın başında doktora yaptığım ülkede bir hayat kurmamı dileyen, benimle bunun imkanlarını tartışan kişi, yine bana aynı ülkenin felaketin faili olduğunu anlatıyordu. Ben Amerika’dayım ama dedim, ben de zaten oradasın diye sana bunları sana anlatıyorum diye cevap verdi.
“Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer”
Başka bir görüşmemde hem Vakıflı köyünde hem Arsuz dolmuşunda duyduğum hikayelerden bahsedip, pek çok kişiden depremin gerçek bir deprem olduğuna inanmadıklarını dinlediğimi söylüyorum. Görüşmecim buna “Elbette,” diye cevap veriyor ve böylece onu da dinlemeye başlıyorum. Diğer iki anlatının aksine, depremin nasıl olduğuna dair ayrıntılı bir açıklaması yok. Bunun yerine, Antakya’nın konumu ve önemini iyice kavramamın önemiyle söze başlıyor. Dünyanın ikinci kilisesinin burada olduğunu, Bizans döneminde limana kral ve kraliçe için kayıklarla gelen taze sebze ve meyveleri, 80’li yıllarda Samandağ çevresinde yaptığı gezintilerde karşılaştığı ama daha sonra yağmalandığını söylediği mağara kilisesi kabartmalarını anlatıyor. “Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer.” Bu konuşmada Antakya aslında sürekli daha kötüye giden koşullarda, eksilen, yağmalanan, yok olan bir yer aynı zamanda. Deyim yerindeyse, bir türlü yakasını bırakmayacakları türden bir yer. Burada, yine, faili tam olarak bilemiyoruz.
Arsuz’da yaptığım bu görüşmede telefonundan Antakya’da yıkılmış mahallesinde ayakta duran evinin fotoğrafını gösteriyor: “Evim yıkılmadı ama burada yaşanabilir mi?” Komşularını sorduğum zaman çok anlatacak şey var deyip konuyu nazikçe sessizleşerek kapatıyor. Konuştuğum üç kişinin de böyle kayıpları var.
Antropolog Christian Dole, araştırma sahasını “felaket-sonrası Türkiye” olarak kavramlaştırırken 1999 depremi sonraki zaman-mekâna gönderme yapıyor. [iv]Dole, geçmişle süren güçlü bağlar ve yaşanabilir bir geleceğin inşası arasında, kaybı ve ‘yaşamaya devam etme’ deneyimini iyimserlik bağlamında ele alıyor. Kendini ‘meşgul etmek’ de yaşamaya devam etmeninin bir stratejisi olarak karşımıza çıkıyor diye öneriyor. Kendini meşgul etmek, başkalarıyla meşgul olmak da olduğu için sosyal bir bağlamı var. Tekrarlanan “Hayat devam ediyor” cümlesindeki belirsizlik içinde geleceğin başka türlü olabileceği fikrine bağlılık etrafında örgütlenen bir yaşama yönelik olma durumu. Depreme yönelik anlatılarda, kendi dışında olan ve daha önce ve başka yerlerde olduğu gibi yaşamın koşullarını belirleyen baş edilemez bir kuvvet var. Bunun da bir çeşit teslimiyet anlamına da geldiğini düşünüyorum. Ama bence bu anlatılardan varabileceğimiz sonuç yalnızca bu değil.
Dole, yıkıcı ve kompleks bir olay olan deprem, kanıta dayalı suçluluk ve tazmin edilebilir zarar çerçeveleri ile hukukun gramerine kolayca tercüme edilmediğini söylüyor. Deprem söz konusu olduğunda sorumluluk nasıl isnat edilir?[v] Hukukun, büyük çaplı bir felaket karşısında suçu tanımlama ve isnat etme konusundaki yetersiz kaldığına değiniyor. Yas, belirli bir tarihsellik içinde şekillenmiş olan şimdinin yapısal gerçeklikleriyle buluşuyor diyor Dole. Yalnız, bu analizde şimdiyi şekillendiren tarihselliğin tam olarak ne olduğunu anlayamıyoruz. Buna göre, sonuç kısmında depreme dair anlatıların geçmişi nasıl bildiğimize dair ne anlama geldiğine dair birkaç şey söyleyeceğim.
Sonuç yerine
Yakın zaman önce Fransa’nın, Cezayir’de, ilkini 1960’ta gerçekleştirdiği, toplam 57 nükleer denemenin, Cezayir’in sömürge statüsünün sona erdiği tarihin ötesine uzanan etkileri ile ilgili bir haber yayınlandı.[vi] Haber, Cezayir çölündeki askeri tesisin, 1968 yılında sökülerek Cezayir’e teslim edildiğini yazıyordu. Cezayir çölünde yapılan nükleer testlerin birinde, çevredeki şehirleri sarsan bir patlama meydana gelmiş, düzgün kapatılmayan bir yeraltı deliğinde atmosfere radyoaktif madde sızmıştı. Haber, Cezayir devletinin, Fransa’dan nükleer atıkların gömdüğü yerleri gösteren topografik haritaları talep ettiğini, buna karşın Fransa’nın nükleer test arşivini teslim etmeyi reddettiğini yazıyordu.
Fransa’nın Cezayir’de yaptığı nükleer testlerle ilgili haberin, Vakıflı’da duyduğum deprem anlatısını aklıma getirmesinin nedeni bazı anahtar kelimeler. Yeraltı delikleri, sarsıntı gibi… Bu kelimelerin benim için kısa süre önce yaptığım bir görüşmeyi hatırlatması şaşırtıcı değil. Depremin ve nükleer testlerin bir araya gelmesinin ise çağrışım dışında bir ilgisi yok. Öyleyse, birisi tarihsel talep, diğeri ‘komplo teorisi’ olarak cisimleşen bu geçmişler iki bambaşka düzleme mi ait? Eğer Cezayir’deki nükleer testlerin tazminat talebinde form bulan bu varlığı olmasa, ona dair anlatılar başka kanallarda sızıp, konuşmalarda ifade edilip, hayatlarına farklı biçimlerde devam edecekti.
Sonuç yerine söylemek istediğim bir iki şey var. Birincisi, depremi toplumsal boyutları ile gündeme getirmeye ve gündemde tutmaya gayret eden tüm konuşmalarda, depremi tekil bir olay olarak görmemek, takip edebileceğimiz geçmişlere doğru izini sürmenin mümkün olduğu bir mülksüzleşmenin en son halkası olarak değerlendirmek gerektiğinin tekrar tekrar vurgulandığı. Depreme dair anlatıların bu takip etme çizgisinde sistematik olarak kanıtlama zorunluluğu duymadan aynı noktaya değindiğini düşünüyorum. İkincisi, bölgede kesişen emperyalizmleri tanımlayabilecek yeterli kavramsal araçlara sahip olmadığımız için anlatılarda görünüp kaybolan ama tarif edilemeyen bir emperyalizm vurgusu taşıdığını söylemek mümkün. Tarih okumasının nasıl sahneye konulduğuna bakarak, tarihsel zamanı parçalara ayırmak zorunluluğundan muaf olan bu anlatıların emperyalizmi içerebildiğini söyleyebilirim.
Şimdilerde ‘karaya vuran’ metinleşen geçmişin, deprem-sonrası tarihsel anın anlamlarla ‘doluluğunun’ bir parçası olduğundan bahsettim. Bu yalnızca kalkıp gidince meydana çıkan bir şeydi.
Öne çıkan görsel kaynak: Pexels/Doruk Aksel Anıl
[i] Greg Dening. 1995. The Death of William Gooch: A History’s Anthropology. Melbourne University Press. [ii] Ibid, 24. [iii] Oda TV. 17 Şubat 2023. “Uzay Ajansı Başkanı ciddi ciddi anlattı… Uzaydan atılan titanyum deprem çubukları.” https://www.odatv4.com/guncel/uzay-ajansi-baskani-ciddi-ciddi-anlatti-uzaydan-atilan-titanyum-deprem-cubuklari-271114. Erişim: 8 Eylül 2023. ` [iv] Christopher Dole. 2022. “The Optimism of Catastrophe: Loss and Liveable Futures in Post-Disaster Turkey.” Ethnos. [v] Ibid, 13. [vi] Ali Yahi. 24 Ağustos 2023. “Fransa’nın Cezayir çölünde yaptığı nükleer denemeler, sessizliğe gömüldü.” Independent Türkçe.
Comments