Bir şehrin yası nasıl tutulur, bilmiyorum. Yas tutmak için önce, yas tutacağımız şey her neyse, onun artık bittiğini kabullenmek gerekir. Bitti mi Antakya? Bitmediğine ve bitmeyeceğine inanarak yürüyordum şehrin merkezinde. Issızdı. Jandarma devriye geziyordu. Neredeyse hiç bina kalmamıştı. Birkaç esnaf dükkânını açmış umutla bize bakıyordu ki, o umudu geri çevirmek ne haddimize. Gülümseyerek “hayırlı işler” deyip baktık baharatlara, tuzlu yoğurda, ceviz reçeline.
Antakya’da doğdum ben ama babamın memuriyeti sebebiyle şehir şehir dolaştık, yaşayamadım Antakya’da. Hep hasretle özdeşleştirmiştim onu ama şehir orada duruyordu işte. Dedem ve anneannem o portakal bahçesine bakan balkonlarında rüzgar esintisi eşliğinde oturup sohbet ediyorlardı mesela. Her evin önündeki asma altlarında ise öğleden sonrası çayları içiliyordu. Kuzenlerim pamuk tarlasında çalışıyordu yazın, onlar çok çalışırdı. Çalışkanlık, kendi yağında kavrulan bu şehrin insanlarını anlatan kelimelerden biriydi şüphesiz. Sonra? Sonrası kesinlikle neşe. Akdenizliliğin getirdiği sıcakkanlılık, keyfe düşkünlük, şarkılı, türkülü sofralar.
Ayrıca Antakya’ya sonsuz aşk duymak da Antakyalı olmaya dahil. Her yerde Antakya’yı bulamayacağını bilen hemşerilerimin her yere Antakya’yı götürme çabası. Koliler. Kolilerin içinde sürk peynirleri, biberli ekmekler, kaytaz börekleri. Bayramlarda sini sini dizilmiş içli köfteler. Kazanda kaynayan hırisiler. Ve kahve. Kahve mühim. Antakya dokunuşuyla çifte kavrulmuş olan ve kaynatılarak yapılan köpüksüz kahve. Sabahları uyanmanın ilk koşulu bu kahveyi içmek.
Sabahlar ise artık hüzünlü. Birlikte kahve içtiğimiz dostları yitirdik, kahve kokan evlerimiz ise enkazlara dönüştü. Aslına bakarsanız 6 Şubat’ta güneş doğmadı. O sabaha kavuşamadık. Zaman geçti ama deprem sindi tüm benliğimize. O acı, gözlerimizde yaş olarak duruyor her an akmaya hazır şekilde. Kalanlar elbette birbirine sarılıyor, dağılmamışlarsa yurdun dört köşesine. Hüzünlü bir şiir biliyorum. “Memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi daha uzak” diye soruyor şair. Memleket diyorum. Çok uzak.
Bir şehrin yası nasıl tutulur, bilmiyorum. Bilmezden geliyorum belki de. Bir gün yeniden Atatürk Caddesi'nde buluşacağız. İşte şimdi mütebessim ifademi takınıp hayal kuruyorum. O güzel geçmişin temeliyle bir gelecek inşa ediyorum zihnimde. Atatürk Caddesi buluşma yerimiz. Muhtemelen bir iddia sonucu ısmarlanan dondurmalar elimizde. O şimdi, düşününce bile içimizi sızlatan kalabalığa karışarak Saray Caddesi’ne doğru yürüyoruz. Eski Meclis Binası’nın önünden geçerken “Ne şahanesin ama” diyorum, “Fıstık gibisin.” Acelem dahi olsa mutlaka ona selam veriyorum oradan geçerken. Daha sonra kendimizi köprü korkuluğuna yaslanmış dinlenirken buluyoruz. Asi’de sular yükselmiş bu sefer, yağmur güzel yağmış anlaşılan. Nihayet Saray Caddesi’ne vardığımızda epey acıkmış oluyoruz. Doğrusu tok iken bile açız orada. Dershanelerden gençler çıkıyor, ne curcuna ama -kaçı hayatta şimdi acaba?- onların yüzlerinde umudu da görüyorum kaygıyı da. Yürümekten yorgun düşüyoruz ama el işi ürünler satan şu dükkanlara bakmasak olmaz. Bakalım. Ah şu dükkândan sarı ışıklar sızıyor, kim bilir ne satıyorlar. Tamam, buraya da bakalım. Defne sabunu almak iyi fikir de onu teyzem yapıyor zaten ve laf arasında bizim nenelerimiz hep defne sabunu kokuyor.
Peki, başka ne alsak? Kurtuluş Caddesi’ne çıkalım önerisi geliyor. İpek şallara bakarız. Hayır hayır, önce yemek. Aramızda “ne olur yemek yiyelim” diye yalvaran bakışlar var ve elbette etrafı saran dürüm kokusunun cazibesi. Gülüşerek oturuyoruz bir dürümcüde. Hatay salçasıyla kızarmış o mis gibi kokan maydanozlu dürümler geliyor. Turşu, tamam. Ayran, olur. Birinciler bitmeden ikinciler söyleniyor ve biz de söylenmeye başlıyoruz yine: “Bu şehirde zayıf kalabileni tebrik etmek lazım.” Karnımız doyunca ayaklanıyoruz, “Kurtuluş Caddesi kimin fikriydi? Hadi gidelim.” O daracık sokaklarda avlulu evlere iç geçirip kiliselere hayranlıkla bakarak varıyoruz tarihi caddeye. Ah bu binalar! Şimdi çoğu işyeri olan bu evlerde kimler yaşadı, nasıl bir yaşam sürdüler acaba? Evlerin kapılarındaki ve pencerelerindeki güzelim işlemelere bakıyoruz ve karar veriyoruz: Özen varmış yaşamlarında. Hiçbir şeyi bilemesek de emin olduğumuz tek şey bu. Deminki dürüm isteyen aç gözler, bu sefer Affan’ı işaret ediyor. Güle oynaya o görkemli binaya şöyle bir bakıp haytalı yemek üzere içeri giriyoruz. Güzel bir gün akşama dönüyor.
Bir dahaki sefere Harbiye’ye gider miyiz, gideriz. Ana yemek gelmeden mezelerle de bir güzel karnımızı doyurur muyuz, doyururuz. Bütün sözleşmelerimizin bir ucunda yemek olmasına gülüyoruz. “Hadi” diyor birisi, “Uzun Çarşı’ya geçelim.” Kaybolmadan gezmeyi başarırsak kendimizi künefeyle ödüllendiririz. Sahi müze kaçta kapanıyor, yetişebilecek miyiz oraya akşam olmadan? Başka sefere artık. Habib Neccar? Başka sefere. Samandağ? Başka sefere. Vakıflı? Başka…
Bir hayalden uyanıyorum böylece. Anılar nasıl da acıtıyor insanın canını. Ama umut da şart. Hem şarkıda ne güzel diyor: “Elbet bir gün buluşacağız / Bu böyle yarım kalmayacak.” Kavuşmaya inancım tam ama kayıplarımız kalbimizdeyken belli ki bu biraz yarım kalacak. Payımıza düşen yarım kalmakmış Antakyam, hadi sarılalım, tam olamasak da güçleneceğimize inancım tam.