Boş arama ile 230 sonuç bulundu
- 1915’ten sıradışı bir sağkalan hikayesi: Mişel Tarık el Dünya
1915’te sürgün edilmiş ve hayatını kaybetmiş herkesin adına yazıyorum. Bu acıklı aile hikayesini uzun zaman önce yazmış olmayı dilerdim. Ancak, ailemin yaşadıkları Almanya’da benim de yönetim kurulu üyesi olduğum Orta Doğu Hıristiyanlar’ın Merkez Konseyi’nde ve Orta Doğu’daki birçok azınlığın ve pek tabii Hıristiyan’ın da yaşadığı bir şey olduğu için yazma gereği duydum. Antakyalı Ortodoks, Ermeni, Asuri, Yahudi, Süryani, Yunan, Ezidi, Alevi veya Sünni, her ne olursak olalım bizler insanlarımızı, ailemizi kaybettik ve ortak bir acıya paydaşız. Böyle bir acıyla baş edebilmek için bu acıyı önyargısız olarak hepimizin paylaşması elzemdir. Bu ıstırabın nefrete dönüşmesine asla izin vermeyin. Bu noktada İsa Mesih’in Luka 6:27’deki sözlerini hatırlamak istiyorum: “Bütün insanları, hatta düşmanlarınızı bile sevin.” Dedem Mişel Tarık el Dünya, 1871 yılında pek çok insanın hayatını kaybettiği büyük Antakya depremine müteakip el Hirbene (Eskiköy) isimli köyde, bugünkü Samandağ’da, dokuz çocuklu bir ailede 1887 yılında dünyaya geldi. Kardeşlerine gelince isimleri, Milo, Maryam, Albert, Nasra, Elyas, Helen, Katrin ve Barbara. O zamanlar köyün yüzde doksan beşi bizim aile üyelerimizden oluşmaktaydı. Buna rağmen deprem ve sonrasında ailelerimiz evlerini Zeytunlu mahallesinin başka yerlerinde yapmaya başladılar. Tarık el Dünya ailesi Samandağ’ın en eski ailelerinden biridir. Ailenin tarihi sütun üzerinde yaşayan genç Aziz Simeon’a kadar uzanır. 19. yüzyılın sonlarında, Anadolu’daki Hıristiyanlar, bilhassa da Ermeniler, müthiş işkenceler gördüler. 1909 yılı, bölgemizdeki Ermenilere yapılan zulmün ilk zirvesidir. Antakyalı Ortodokslar da Ermeniler kadar olmasa da baskıyla karşı karşıya kaldılar. Ortodokslar bölgedeki varlıkları hususunda büyük bir korku taşıyorlardı ve bu yüzden halkımızın büyük çoğunluğu göç etti. Küçük teknelerle Antakya limanından (el Mina) Mısır’ın İskenderiye limanına giderek oradan da büyük gemilerle altı ayda Amerika’ya vardılar. Antakya merkezdeki pek çok Ortodoks, Güney Amerika’ya göç ederken, Samandağ’daki Ortodoks toplumu New York’a göç ederek bölgeye yerleştiler. 1912 senesinde dedemin el Mina’da yaşayan dayısı İskenderiye’ye giden bazı teknelerin sahibiydi. Dedem ve kardeşi, Albert amcalarının botlarından biriyle önce İskenderiye’ye, oradan da gemiye binerek altı ay içerisinde New York’a vardılar. Dedem eşini, iki küçük evladını ve babasını Samandağ’da bırakarak oradan ayrıldı. Mümkün olan en kısa sürede güvenli bir hayat ve iş imkanı için Amerika’ya yerleşmeyi ve ailesini de yanına almayı umuyordu. Dedemin kız kardeşleri Suriye ve Lübnan’da yaşıyorlardı ve çok tehlike altında değillerdi. Dedem ve ailesi, Samandağ’da 200 hektarlık bir arazinin sahibiydi. Ekonomik durumları epey iyiydi ama yaşamlarını kaybetme korkusuyla evlerini bırakmaya mecbur kaldılar. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı çıkınca bölgedeki, özellikle de Samandağ’daki tüm Hıristiyanlar evlerini terk edip en az 20 kilometre uzağa taşınmak zorunda kaldılar. Hamile kadınlar, küçük çocuklar ve hastalar bundan muaf tutuldular. Ailemin pek çoğu bu zorunlu göçün parçasıydı. İlk olarak dedemin babası ileri bir yaşta olmasına rağmen yürüyerek İdlib göçüne katıldı. Dedem daha sonra öğrendi ki, babası yolda açlıktan vefat etmiş. Dedemin ilk eşi ve iki evladı, çocuklar henüz küçük olduğundan ailede geride kalan ve göç edemeyen tek kişilerdi. Buna rağmen, evde kalmakla iş bitmiyordu. Parasız, yemeksiz ve hiçbir şeyleri olmadan kendilerinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını nasıl karşılayabilirlerdi? Bu onlar için ölüm demekti. Dedemin daha sonra evlendiği ninem Melek Danyel, bu göç esnasında 10 yaşında olduğunu söylemişti. Kendisi ve kardeşleri göçe katılarak Suriye’nin İdlib kentine kadar yürüyerek gittiler. Uzun süre arazide çadırda kaldılar. Kuru toprak onlar için ideal değildi ama en azından ölüm tehlikesi altında da değillerdi. Bir Suriyeli aile onlara acıyarak bir ineğini bağışladı, böylece açlık çekmediler. Şüphesiz o günlerde bir inek çok mühimdi, onlara her gün peynir yapabilecekleri taze süt sağlıyordu. Ancak bir gece hırsızlar çadıra saldırarak ineği çalmaya kalkıştılar. Ninemin ablası Meryem Çapar ineğin ipini bırakmadı. Hırsızlarsa onun ellerine birkaç kez bıçak saplayarak ipi bırakmasını sağlamaya çalıştılar ama Meryem kanlar içinde kalmasına rağmen ipi bırakmadı. Tam o sırada imdadına Suriyeli komşuları yetişti ve şans eseri hırsızlar ineği bırakarak kaçtılar. Ninemin bana anlattığı başka bir hikayeyse açlıktan otları yemeleriydi. Bir gün, yakınlarda fındığa benzer bir şeyin asılı olduğu bir ağaç gördüler. Fındık benzeri bu ürünü toplayıp birkaç gün kuruttular ve taşla öğüttüler. Ortaya çıkan undan ekmek yapıp yediler. Onu yiyenlerin hepsi günlerce şiddetli mide ağrısı ve ateşten mustarip olmuştu. Büyük ihtimalle zehirli bir bitkiydi. Bir süre sonra dedem ve erkek kardeşi New York’a taşındılar, orada vasıfsız işçi olarak çeşitli fabrikalarda çalışmaya başladılar. Buna rağmen gelirleri evlerini geçindirmeye yetmedi bu yüzden dedem ve erkek kardeşi New York’ta bir manav dükkanı açtılar. Dedem ailesine pek çok mektup yazdı ancak hiç cevap alamadı. Samandağ’daki evlerinden hiçbir haber alınamıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda, karısına ve babasına yazdığı mektuplar yıllarca cevapsız kalırken, dedem kendini merak ve endişe içinde bulmuş, “Eşim, çocuklarım, babam hâlâ yaşıyor mu, yoksa öldüler mi?” diye düşünmeye başlamıştı. Dedem böyle bir psikolojik baskı altında yaşamak istemediği için Samandağ’a dönmeye karar vermişti. Kardeşi Albert’le birlikte onun New York’ta kalmasına ve işleri devam ettirmesine karar vermişlerdi. Dedemse Samandağ dönecek ve ailesini bulacak eğer hala sağlarsa ve Samandağ Hıristiyanlar için yaşanılabilir bir haldeyse Albert’e haber verecek, o da dükkanı satıp geri dönecekti. Dedem nihayet 1919’da New York-İskenderiye gemisine binerek 6 ay sonra Samandağ’a ulaşmıştı. O zamanlar, dedem için Samandağ’a dönmek kolay değildi. Evinde sadece karısının ve iki çocuğunun cansız bedenlerini bulmuştu. Açlıktan vefat etmişlerdi ve görünen o ki çocuklar tırnaklarıyla evin zeminini kazmışlardı. Dedem kendi babasını veya onun cansız bedenini bulamamıştı. İdlib’e göç edenlerden babasını sormuş ve daha sonra öğrenmişti ki, o da seyahati esnasında açlıktan vefat etmişti. Dedemin babası Corç, oldukça varlıklıydı ve büyük olasılıkla ne kendisi ne de ev halkı hiçbir zaman açlıktan öleceklerini düşünmemişlerdi. Dedem, Samandağ’da yeni bir hayat kurmayı planlamaya başladı. New York’ta yaşayan kardeşi Albert, Birleşik Devletler’de kalmaya karar verdi, fakat bekar olduğu için kardeşine ve ailesine kendisine Samandağ’da bir eş bulmalarını rica etti. Dedem bunun üzerine ona Greymisti sülalesinden Ketrin isimli birisini seçti ve Albert orada olmamasına rağmen onunla nişanladı. Ancak nişanlandıktan sonra Katrin’in, New York’a, nişanlısı Albert’in yanına gitmesi mümkün oldu. Dedem 1920 yılında Danyel sülalesinden, benim ninem olacak Melek’le evlendi ve 7 evlat sahibi oldu. Daha sonra dedem Samandağ Ortodoks cemaatinin başkanı oldu ve Zeytunlu’nun muhtarı olarak seçildi. Bu iki pozisyonda uzun süre hizmet verdi. O günlerde, Samandağ ve Antakya dolaylarında hayat koşulları genel olarak kötüydü. 1915 ve 1922 yıllarında arasında çetecilik hala devam etmekte ve bazı çeteler bölgedeki Ortodoks Hıristiyan varlığının sonunu getirmeyi hedeflemekteydiler. Samandağ’daki Ortodoks Hıristiyanlar el Askar isimli Ermeni çetesi sayesinde hayatta kalmayı başarmışlardır. Eğer bu çete olmasaydı, Samandağ’daki varlığımız muhtemelen son bulmuş olurdu. Dedem Mişel Tarık El Dünya 1962 senesinde vefat etti, ninem Melek ise 1985 senesine kadar hayatına devam etti. Ailemiz Almanya’da olduğu için beni ve kardeşimi kendisi büyüttü. Dedem Mişel ve ninem Melek’in mezarları Samandağ, Eskiköy’de. Dedemin kardeşi Albert ise 1978 senesinde Bridgeport, Amerika’da vefat etti. 1919 senesinde New York’tan ayrıldıktan sonra dedem ve kardeşi hayatlarının sonuna kadar birbirlerini bir daha hiç görmediler. Bu yazı ilk olarak 11.03.2023 tarihinde Zocd.de sitesine yayınlanmış, Anastasia Arpatsi tarafından İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmiştir.
- An Irish woman rushed to help Antakya: Caoimhe
“Alone, they remain, like the elderflower Alone they are, collecting the leaves of time. … Oh you, waiting for the snow, don’t you want to return? Shout for them in the rain, oh wolf, perhaps they would hear my call.” [Talal Haidar, Wahdon, 1974] Caoimhe is one of the thousands of volunteers, she had been reached Nehna from Ireland and helped the people of Antakya the majority of whom were deeply connected. We had a interview with a person who made direct contacts with earthquake victims with his strong expressive ability to help my roots, and Antakya, to write down the interesting intersection story of Nehna’s debt perceptions and to make her voice heard. Interview: Elif Işıl Türkmen Hello Caoimhe! I would like to start with a thanks from my heart, for all you’ve done Antioch! You are an human right defender, fimmaker, educator and therapist. Could we know you much more? Could you introduce yourself to Nehna readers? First of all, thank you and my very deep respect for all the community-rooted, committed and compassionate work that Nehna has been doing in the aftermath of the earthquake, as well as for many years preceeding it. I am, as you mentioned, a mental health and psychosocial worker, filmmaker and educator but here in Hatay/Antioch, more than anything else, I think, I am a witness- just one of many thousands of volunteers and solidarity activists from around Turkey, and the world, who wanted to respond to the grief, devastation and trauma that families and communities across the earthquake zone had experienced- in whatever very humble ways we could. I am one of many, many responders who have tried to accompany and humbly support people as they mourn, day by day, week by week, during this incredibly difficult, painful and uncertain time in their lives. Although I am Irish by birth, I grew up in and have worked in many different countries and cultural contexts, so my own sense of home is a fluid one, with ‘home’ and identity more than anything, for me, meaning being amongst people of shared values, and the expressions of solidarity and love that come with collective action- whether that is responding to human rights violations and wars, or natural disasters exacerbated by political interests that prioritise capital over peoples safety and wellbeing. So, although it has been deeply sad to witness the scale of the suffering and grief in Hatay/Antioch and elsewhere, post-earthquake, I have also witnessed the strength- and deep empathy- of the community to community, people to people response, as well as also the frustration (at systemic absence and inefficacy) that is present in the region. More than anything, it has been both an honour and privilege to spend time amongst the beautiful and diverse peoples and communities of Hatay, and to try to accompany them for a very small part of their long, difficult journey of recovery. Such a greet pleasure know you! I still remember when I saw your message. Then, as soon as I met the conditions for your offer to help, a question came to my mind: “I wonder how the Irish woman got to us?” How did you reach Nehna, where did you hear about it? Over ten years ago I was en route to Syria and we drove through Hatay. I did not, unfortunately, visit Samandağ at the time, but I had wanted to, and in retrospect really wish that I had. After the earthquake, I read a powerful article in the Guardian, by the Italian journalist, Lorenzo Tondo and photographer, Alessio Mamo and team, in which they interviewed an eloquent young Masters psychology student and activist, Baris, about the loss of his grandparents, friends and childhood memories. I was deeply moved by the interview, and was on my way to Hatay/Antioch to work with a Psychological First Aid mobile team, so I found Baris and also academic and activist, Ari, on social media- ironically, via a dear Lebanese friend in Beirut (where I used to live) called Helena Nassif, who shared one of Ari’s beautifully-written articles. Then other volunteer friends shared a post about Nehna and the great work of St Ilyas church and soup kitchen, and we began to organise some humble resources and supplies, and to try to connect other friends and international organisations working in Hatay with the church, too. The day before I travelled to Hatay, I was online teaching a course for a group of Masters students in Ireland, about forced migration and the bleak humanitarian and rights situation of refugee camps in Lesvos and Europe, and one of the students was Lebanese-Armenian, and it turned out that she was originally from Vakayfli, where I ended up in two days later- her ancestral village that she had never seen. While visiting Vakayfli, and Samandağ in general, the inter-generational trauma of this land, and what exile means, in terms of identity, made the slogan ‘mah rihne, nehna hon’ resonate even more. There were disasters in many cities, but how did you cross paths with Hatay? I went to other places that were impacted by the earthquake, but I think Hatay/Antioch made sense to me most, in terms of where to base myself. There was, and is, a really organised grassroots, feminist, community-led structure- even amidst the initial post-earthquake chaos, coordinated by groups such as Samandag Dayanisma and Hatay Deprem Dayanismasi and others. I can communicate with warmth, in terms of language (I have lived in Lebanon, Palestine, Syria and Iraq, so I speak Arabic) and also, the diversity and plurality of the region is something very special, and so important to safe-guard. Finally, politically, in terms of minority communities, contemporarily but also within a historical context of profound injustice, exile and suffering, being present as people mobilise, and demonstrate, as an expression of rooted identity, and their right to remain, felt like where I wanted to be. Besides, you had friends from other countries, they came to Samandağ from Antakya to drop the pots they had, how did you coordinate with them, and you preferred the soup kitchen in the church, which was established by the efforts of Anna Maria Beylunioğlu and her friends from Nehna, to direct… Why St. Elias Church’s soup kitchen in Samandağ? There was, and still is, so much solidarity that was mobilised in the first few days and weeks after the earthquake- much of it community-led. I had been working in a refugee camp in Lesvos, Greece, for nine months prior to February, and when the earthquake happened many activists and volunteers there wanted to help, in whatever humble ways they could. Some of them drove a mobile kitchen to Hatay/Antioch, and from there we connected with you, and the church, and with other community organisations. Anyone that I know who has visited the St Ilyas church has been so very impressed by the level of organisation, the amazing energy of Father Abdullah and his family, of Karim & Leila, Uzeyir, Umut, Ozge, Sevilay, Selma and Lily and all the volunteer chefs. They’re cooking and serving hot, nutritious food, daily, to a large amount of Samandağ families, which is important, but they’ve also created a space of community where people feel safe and supported, and in which there is so much love. We were there, with Ari, Baris and his mother, on the night of February 20th, during the 6.4 earthquake, and had just exited the St Ilyas church minutes before the roof collapsed. Even when the third earthquake was happening, though, within all the fear and anxiety that families sheltering in the parking lot were experiencing, it felt like the church community was an important anchor for everyone- and a powerful emotional resource amidst all the uncertainty. Also, personally, having grown up in a quite liberation-theology, pro social-justice Catholic upbringing, I really resonated with the beauty of a ‘people’s Church’, one in which everyone works together, that hierarchies of power recede, and in which our solidarity and humility, in terms of who we are serving, is a priority. That, for me, is what prayer is, basically- serving soup with love as a side-dish. How was your journey to come to Hatay, what did the conditions and the state of the people make you think after you came? What did you feel? I think I felt mainly two things- deep sadness, and deep respect, for the courage and care of so many people that we met. I have worked in many war and natural disaster zones, and in contexts of political oppression- in Iraq, Mexico, Lebanon, Haiti, Ukraine, Palestine, Syria, Guatemala, as well as refugee camps in Europe etc. So I wasn’t, perhaps, as shocked as some of my colleagues by the destruction, although the scale of it is much bigger and much more devastating than anything I had witnessed before, even in war zones. But what impacted me most was the level of loss, of entire extended families killed, or families where there was only one survivor, some of them teenagers, now so alone and vulnerable in life. Also, the families of the disappeared, whose grief is frozen, or ‘ambiguous grief’ because they cannot have funerals or rituals for and around their loved ones, and who, despite everything and the time that has passed, still hold fragile, silent, poignant hope that they might be still alive somewhere. And the trauma- the children who still are non-verbal/who haven’t spoken since the earthquake, those that are fainting every time there is an aftershock, those whose nervous systems have remain activated and alert, whose small bodies remain ready for flight, to flee, or immobilised. Their little hands in ours, the experiences that their eyes communicate, but also their smiles and laughter (particularly when we travelled around with a group of friends from Lebanon, coordinated by the amazing Sabine Choucair, who are amazing clowns with the group Clown Me In and Clowns Without Borders) and creation of joy, imagination and play even amidst the rubble. Also, as we worked with the Psychological First Aid team I was there with, what impacted me, and perhaps the whole team, the most was how unsafe people still feel, and how difficult stabilisation is when the earth is still shaking between their feet, with the aftershocks, and when people (particularly Syrian refugees and residents in Turkey) still struggle to access the most basic of supports, like weather-resistant tents- and the most basic of human rights. And how difficult it is for parents to rebuild that sense of safety and co-regulation with their children, when they are still processing the life-changing shock of it all. Also, all the questions and worries that parents have about the future, of home and livelihood and how they will economically provide for their families, and rebuild in the future, is so hard for people, now. Plus, very importantly, maintaining dignity, when families and individuals are suddenly in a position of enforced dependency- lining up for meals and water and second-hand clothes- which is really hard for everyone, and can bring up embarrassment or even shame, which is something that many organisations need to always remember when distributing supplies- how to do so in a way that doesn’t further erode people’s sense of dignity and self-agency, in a way that is gentle and respectful and horizontal. Was the language barrier effective? I speak Arabic, so communicating with most people wasn’t a problem, except for children in Hatay, for whom Arabic unfortunately seems to have been slowly lost, but even the little ones generally understood some words and most importantly we could always communicate through smiles and laughter and play, and my very, very basic Turkish vocabulary. Particularly elders, older aunts and uncles, I think, found it intriguing, and possibly sometimes humorous, that I could speak Arabic, as a foreign volunteer, and it really ‘warmed the space’ of trust and proximity, and led to many beautiful conversations over tea and oranges. Also, songs and music, particularly during nights spent in the tent of a now dear-friend, Ferida and her brilliant daughters, one of whom, Nasli, is a very talented musician and whose songs, even without translation from Turkish, were understood in all the grief and hope they held. One of the families that I visited many times was that of Ali, a 84-year old elder, a beautiful, deeply dignified man. He was from Samandağ but had worked as a bus driver for over 30 years in Lebanon, before he was paralysed in an accident in his 60s. He now lives in a tent in the Istanbul Municipality camp, listening to old Lebanese songs, on a flimsy camp-bed, cared for by his daughter and grandson. It is so hard for him, and them, the lack of privacy, having to be bathed and changed in the tent, the heat during the days and cold at night. And at an age when he should be able to rest, and reflect, having to now carry all the uncertainty of what will happen next, in his and their life, and to experience homelessness and displacement, is just really hard, for him and the hundreds of thousands of other displaced families and individuals. So he retreats into his memories, listening to Fairouz and Wadih Safih, and remembering his wife, who died ten years ago and whom he loved very deeply, because perhaps the past is a gentler place than the present. Of course, you did this under very difficult conditions while helping. Under what conditions did you work, what did you and your friends do? It was, and is, at times emotionally quite heavy work, but also work that it is a privilege to be able to do- to work alongside very beautiful families and communities, as they try to support eachother, collectively. We worked during the days with a with a great Turkish and international Psychological First Aid and psychosocial supports team and travelled around camps and villages in the region in vans, to 3 or 4 locations per day. We engaged with adults, adolescents and children, from tent to tent, and also did broader, accessible psychoeducational sessions with communities, to try to normalise alot of the emotional, autonomic nervous system and physical reactions that people were having, in the aftermath of the earthquake, as well as capacity-build with exercises and techniques to self-sooth and self-regulate. After the day work with the PFA team, if not back at our polytunnel base in a nearby village, at night I would often sleep in a friend, Selma’s, tent at the church or at other solidarity hubs, joining other volunteers in unpacking trucks of donated supplies, peeling potatoes for the soup kitchen, washing the cooking pots for the next day, sitting and drinking tea with people as they shared their experiences and memories- doing what everyone else who volunteers in Hatay/Antioch is doing- which is a bit of everything. And like all the other volunteers, that meant not much sleep and very few showers, but we could leave and take a couple of days break every few weeks if necessary, whereas the families we were working with remain in the heat of their tents, or flooding and cold when it rains, with no clarity at all about their futures. And the situation is getting worse by the day- particularly with the dumping of potentially toxic/asbestos material and huge amounts of rubble next to camps where families are living, on the Samadağ shoreline, and on agricultural land- which, as you know, has been the focus of many of the recent, powerful demonstrations. And as someone who first visited Turkey over a decade ago, as, in retrospect, a very naïve and uninformed volunteer, who then went on a steep learning curve- mentored by brave Turkish and Kurdish human rights defenders and feminist activist friends- this mass dumping of the rubble feels like a metaphor for the state/official response, contemporarily and historically, in general towards Hatay/Antioch, unfortunately. So, part of being there was listening and learning and trying to amplify people’s needs and priorities to friends and solidarity groups back home, so that once the news cycle has moved on, people abroad stay active, connected and responsive, and continue to try to practically support grassroots community groups in Samandağ, Hatay and other locations in the earthquake zone. What did other friends from abroad do in this disaster situation, what did they think? How did this disaster and its effects reflect on the people through the media? There has been an immense initial outpouring of international solidarity and support, and people were devastated by the images and stories, particularly the photo of the father holding the hand of his 14-year old daughter, until her body was unearthed from the rubble of their destroyed appartment. I think that heart-breaking image narrated the loss, trauma and grief of all of the earthquake victims, in Turkey and in Syria, and will remain one of the most powerful images of this disaster, because it speaks of love and loss and loyalty, and the overwhelming pain of losing a child. I think one of the challenges now, in terms of international support, is to maintain the solidarity, past when the news cycle moves on, and to ensure that people to people to people, community to community mutual aid is for the long-term, and continues for the years to come. There were 2 marches in Samandag, the first of which was the bahhur (myrrh) and basil walking/protest march on the 40th day. The second is for the rubble piles… Did you have a chance to participate? Or what did you hear from those who went? I attended the bahhur walking procession/protest, but was away for the rubble demonstrations, which I’ve been watching online, and are such an important community mobilisation against the toxic dumping, and both the health and environmental impacts of it. The bahhur procession was one of the most emotionally powerful demonstrations I have ever participated in. I was with a wise and calm anarchist friend from Izmir, and it was hard to describe, for both of us- beacuse it was so deeply sad and grief-infused, and it also created a space for collective mourning and some catharsis, through that process, of people literally holding eachother in their pain, as well as calling for political accountability. So, it was political, in terms of demanding rights and justice and an end to impunity, but also so powerfully spiritual. Walking with new, and now very dear, friends from Samandağ, I felt almost as if those who had died, all their faces and lives, hopes and dreams, were somehow there amongst us, also walking, holding the hands of those who now mourned them. Also, as we walked, I was observing Cagla- who is a brilliant organiser, and psychologist from Samandağ- and her local feminist comrades, and the way they helped to organise the demonstration and hold all of what it represented- the political, the trauma, the grief and collective courage – with such care, and intuitive wisdom, as activists but also as community members, from Samandağ, who are also grieving the loss of families, friends and community, was powerful, and poignant. So it was an incredibly sad procession, but also an important, powerful and in some small and quiet ways, healing process for everyone who participated, I think. What you want to describe, which creates an intense emotion in you, sadness, anger, surprise, joy… is there such an event? Each day has brought such a range of emotions, from grief to joy (particularly with children and families of the disappeared) and I have been grateful for that range of emotions, because once I metabolise it, I try to make sure that it informs and deepens the trauma support work we’re doing. But also it allows me to to hopefully be fully present, always, as an ally, a sister, a comrade, a friend to families and individuals and survivors, who have become dear friends, and many of them like extended family at this stage. As a human rights defender, as a benefactor, you do a lot of good work… Can you tell our readers a little more about the good work you do? Honestly, whatever we do is humble in the face of what we’re collectively struggling against (wars, injustice, racism, patriarchy, human rights violations, authoritarianism, climate change etc) but, like many others, I have worked for the past over 20 years, with communities struggling to access rights, mainly refugee and undocumented communities in camps in the Middle East and Europe, and also indigenous communities in Chiapas, Mexico and Guatemala, in Haiti and over the past year and a half, in Ukraine. The work has some impact, in terms of people to people solidarity, but not on systemic change, unfortunately, in many contexts, so often it feels as if we are losing on so many fronts. I’m a perpetual optimist, though, so I hold hope, always, even when it’s a challenge to. But people, at the grassroots, are generally amazing, everywhere and I am continually awed and deeply humbled by people’s courage, strength and love. You have taken part in aid coverage in many countries before. You have also worked in Lebanon and Palestine, which are especially close to Antakya. How do you compare Antakya, the people of Antakya (Hatay-Anitoch) with the cities in Lebanon and Palestine, and the people there, did you notice the similarities? There are so many similarities- aspects of the culture/s, dignity, hospitality, kindness, food and relationship with the earth. There are differences, too, but ones that make Hatay/Antioch feel like a wonderful hybrid, somehow, of so many different traditions and peoples and histories. All of which makes the physical destruction- of such a pluralistic, ethnically and religiously diverse region- that much more of a loss. But that diversity, and plurality, which is unfortunately so unique, particularly now, is held in people and their memories, and will survive and remain constant, I am articulating daily in the ‘mah rihne, nehna hon’ affirmation. If you visited other cities in Turkey and came to Hatay/Antioch before, how did you find Hatay? I’ve felt much more at ‘home’ in Hatay than anywhere else in Turkey, and look forward to coming back soon, to those have become very dear friends and whom I have such respect- and love- for. We, As Nehna team, as antioch people that you’ve touched in their hearts, we are thankful to you… Thank you Caoimhe, and Caoimhes. Thank you all, for all your deeply committed and tireless work, solidarity and witness.
- Antakya’ya yardıma koşan İrlandalı Caoimhe: Arapça konuşmam depremzedelere güvenli ve yakınlık hisse
‘Bir başlarına kalırlar, mürver çiçeği gibi, bir başlarına. … Ey karda gidenler, artık geri dönmeyeceksiniz… seslen onlara ey kurt yağmurda, belki duyarlar.’ [Talal Haidar,Wahdon,1974] Caoimhe, İrlanda’dan Nehna’ya ulaşan ve deprem sonrası süreçte Antakya insanına yardımı dokunan, onlarla derinden bağ kuran binlerce gönüllüden biri. Durumu doğrusuyla anlatmaya bir nebze de olsa yardımcı olmayı köklerime ve Antakya’ya olan borcum bilerek, kendisiyle Nehna’nın ilginç kesişme hikayesini kaleme almak adına depremzedelerle direkt temas eden bir kişiyle, İrlandalı Caoimhe’yle, bölgenin sesini duyurmak için bir söyleşi yaptık. Röportaj: Elif Işıl Türkmen Merhaba Caoimhe! Antakya’ya yaptığın her şey için kalbimden bir teşekkürle başlamak istiyorum! Siz bir insan hakları savunucusu, film yapımcısı, eğitimci ve terapistsin. Seni daha yakından tanıyabilir miyiz? Kendini Nehna okuyucularına tanıtır mısın? Bahsettiğin gibi bir terapist, film yapımcısı, eğitimci olarak rollerim var. Fakat bu durumda deprem bölgesindeki ailelerin ve toplulukların yaşadığı kedere, yıkıma ve travmaya hem bir tanığım hem de elimizden gelen çok alçakgönüllü yollarla yanıt vermek isteyen Türkiye ve dünyanın dört bir yanından binlerce gönüllü ve aktivistten biriyim. Hayatlarının bu inanılmaz derecede zor, acı verici ve belirsiz döneminde, her gün, her hafta yas tutan insanlara eşlik etmeye ve onları desteklemeye çalışan birçok kişiden yalnızca biriyim. İrlanda doğumluyum fakat birçok farklı ülkede ve kültürel ortamda yaşadım, çalıştım. Bu yüzden ev-aidiyet duygum değişkendir. Benim için ev ve kimlik, daha çok ortak amaçlara sahip insanlarla beraber olmak; insan hakları ihlallerine, savaşlara ve sermayeyi insanların güvenliğinden ve refahından önce gören siyasi çıkarların sebep olduğu doğal afetlere yanıt vermektir. Bu nedenle, depremden sonra Hatay ve başka yerlerdeki acı ve kederin boyutuna tanık olmak çok üzücü olsa da, aynı zamanda halktan gelen güce ve derin empatiye, insanların sistemin çalışmamasından ötürü duyduğu hayal kırıklığı gibi tanık olduğum iyi şeyler de oldu. Bunların ötesinde, Hatay’ın birbirinden güzel ve farklı insanları ve toplulukları arasında vakit geçirmek ve onların uzun, zorlu iyileşme yolculuğunun çok küçük bir bölümünde onlara eşlik etmeye çalışmak hem bir onur hem de ayrıcalıktı. Seni tanımak ne büyük zevk! Mesajını gördüğüm anı hala hatırlıyorum. Nehna’ya nasıl ulaştığını düşünmüş ve şaşırmıştım. Nehna’yı nereden duydun? On yılı aşkın bir süre önce Suriye’ye gidiyordum ve Hatay’dan geçmiştik. Ne yazık ki o zamanlar Samandağ’a çok isteyip de gidememiştim, geriye dönüp baktığımda keşke gidebilseydim diyorum. Depremden sonra Guardian’da İtalyan gazeteci Lorenzo Tondo ve fotoğrafçı Alessio Mamo ve ekibi tarafından yazılan, güçlü bir genç psikoloji master öğrencisi ve aktivist Barış ile büyükanne ve büyükbabasının kaybı ve çocukluk anıları hakkında röportaj yaptıkları vurucu bir makale okudum. Bu röportajdan çok etkilendim ve mobil Psikolojik İlk Yardım ekibiyle çalışmak için Hatay’a gidiyordum, sosyal medyadan Barış’ı buldum. Lübnan’dan arkadaşım Helena Nassif ise aktivist ve akademisyen Arie’nin makalesini paylaşmıştı, Arie’ye ulaşacakken onun da Barış’ın arkadaşı olduğunu gördüm. Daha sonra diğer gönüllü arkadaşlar Nehna’nın Aziz İlyas Kilisesi ve aşevinin harika çalışması hakkında bilgi gönderdi. Elimden geldiğince malzemeleri organize etmeye ve Hatay’da çalışan diğer arkadaşlarım, uluslararası kuruluşlar ve kilise arasında bağlantı kurmaya çalıştım. Bir de başka bir ilginç olay da şu: Hatay’a gitmeden bir gün önce, bir grup yüksek lisans öğrencisine zorunlu göç ve Midilli ve Avrupa’daki mülteci kamplarının içler acısı insani ve haklar durumu hakkında çevrimiçi bir ders veriyordum ve öğrencilerden biri Lübnanlı-Ermeniydi. Aslen iki gün sonra geldiğim, onun hiç görmediği atalarının köyü Vakıflı’dan olduğu ortaya çıktı. Barış ve Arie ekibimizdeki harika insanlardan ikisi, onlara seni karşımıza çıkardıkları için de minnettarız! Peki birçok şehirde afetler oldu ama neden fiili olarak Hatay’da kendini konumlandırdın? Depremden etkilenen başka yerlere de gittim ama sanırım kendimi nerede konumlandırmam gerektiği konusunda bana en çok Hatay mantıklı geldi. Samandağ Dayanışma ve Hatay Deprem Dayanışması, diğer gruplar tarafından koordine edilen, deprem sonrası kaosun ortasında bile gerçekten örgütlü, feminist, topluluk liderliğindeki bir yapı vardı, hala var. Dil açısından çok rahat iletişim kurabiliyorum (Lübnan, Filistin, Suriye ve Irak’ta yaşadım, bu yüzden Arapça konuşabiliyorum) ve ayrıca bölgenin çeşitliliği ve çoğulluğu çok özel ve korumak için çok önemli. Son olarak, siyaseten azınlık toplulukları açısından, tarih boyunca insanların köküne kazınmış adaletsizlik, sürgün ve ıstırap ile köklü bir kimliğin ve onların kalma haklarının bir ifadesi olarak Hatay’da insanların seferber olmasıyla kendini gösterdi. Ayrıca başka ülkelerden arkadaşların da Antakya’dan Samandağ’a ellerindeki tencereleri vermek için geldiler, nasıl koordine oldunuz? Neden Nehna’nın çabalarıyla Samandağ’daki Aziz İlyas Kilisesi’nde kurulan aşevini tercih ettin? Depremden sonraki ilk birkaç gün ve haftalarda -çoğu topluluk öncülüğünde- inisiyatif alan çok fazla dayanışma vardı ve hâlâ da öyle. Şubattan önce dokuz ay boyunca Yunanistan’ın Lesvos kentindeki bir mülteci kampında çalışıyordum ve deprem olduğunda oradaki birçok aktivist ve gönüllü ellerinden gelen yollarla yardım etmek istedi. Hatta biliyorsun birkaçı mobil bir mutfağı Hatay’a bıraktı ve onları kiliseyle, diğer yerel müdahale ekipleriyle ilişkilendirdik. Aziz İlyas kilisesini ziyaret eden tanıdığım herkes, organizasyonun etkinliğinden, Peder Abdullah ve ailesinin, Kerim & Leyla, Üzeyir, Umut, Özge, Sevilay, Selma ve Lily ve diğerlerinin çabalarından çok etkilendi. Gönüllü şefler her gün çok sayıda Samandağlı aileye sıcak, doyurucu yemek pişiriyorlar, ki bu önemli, çünkü aynı zamanda insanlar kendilerini güvende ve desteklenmiş hissediyorlar. 20 Şubat gecesi Samandağ’daki 6.4 büyüklüğündeki depremde Arı, Barış ve annesiyle birlikte oradaydık ve Aziz İlyas Kilisesi’nin çatısı çökmeden dakikalar önce kiliseden ayrılmıştık. Üçüncü deprem olurken bile, otoparka sığınan ailelerin yaşadığı tüm korku ve endişe içinde, kilise cemaatinin herkes için önemli bir güven kaynağı ve tüm belirsizliğin ortasında güçlü bir duygusal kaynak olduğu hissedildi. Ayrıca, kişisel olarak, oldukça kurtuluş teolojisi içinde, sosyal adalet yanlısı yetiştirilmiş bir Katolik olarak, herkesin birlikte çalıştığı, güç hiyerarşilerinin olmadığı ‘halk Kilisesi’nin güzelliğiyle gerçekten derinden etkilendim. Her kime yardım ediyorsam dayanışma ve alçakgönüllülük bir önceliktir. Benim için ibadet budur: çorbayı garnitür olarak sevgiyle servis etmek. Hatay’a geliş yolculuğun nasıldı, geldikten sonra şartlar ve insanların durumu sana neler düşündürdü? Ne hissettin? Sanırım esas olarak iki şey hissettim: tanıştığımız pek çok insanın cesareti ve ilgisi için derin bir üzüntü ve derin saygı. Irak, Lübnan, Filistin, Suriye, Guatemala, Meksika, Haiti, Ukrayna ve Avrupa’daki mülteci kamplarında birçok savaş ve doğal afet bölgesinde ve siyasi baskı bağlamlarında çalıştım. Bu yüzden, derecesi daha önce tanık olduğum her şeyden çok daha büyük ve çok daha yıkıcı olmasına rağmen, bazı meslektaşlarım kadar yıkım karşısında şok olmadım. Ama beni en çok etkileyen şey, öldürülen tüm geniş ailelerin veya hayatta kalan tek bir kişinin, hatta bazı gençlerin, artık hayatta çok yalnız ve savunmasız oldukları ve derin kayıp düzeyiydi. Ayrıca sevdikleri için ve çevresinde cenaze törenleri ve törenler düzenleyemedikleri için yasını içine gömen, ya da ‘belirsiz keder’ yaşayan, geçen onca zamana rağmen sevdiklerinin hala hayatta olabileceğine dair umudu olan hala, sessiz, kırılgan ailelerden çok etkilendim.Travmaya da tanık oldum: depremden bu yana hala konuşamayan/konuşmayan çocuklar, her artçı şokta bayılanlar, sinir sistemleri aktif ve tetikte kalan, küçük bedenleri uçuşa hazır olan çocuklara da. Küçük elleri bizim ellerimizde, gözlerinin anlattığı deneyimler ile aynı zamanda gülümsemeleri ve kahkahaları… Özellikle Clown Me In ve Clowns Without Borders grubuyla inanılmaz palyaçolar olan Lübnanlı bir grup arkadaşla dolaşırken. İnsanların hala ne kadar güvensiz hissettikleri ve yer ayaklarının arasında sallanırken dengeyi sağlamanın ne kadar zor olduğunu, artçı sarsıntılarda artan bir rağbetle insanların –Suriyeli mültecilerin ve yerel halkın- hava koşullarına dayanıklı çadır gibi temel desteğe ve insani hakların olan mücadelesini unutamıyorum. Ve ebeveynlerin, tüm bunların hayat değiştiren şokunu hâlâ sindirirken, aynı zamanda çocuklarıyla bu güvenlik ve ortak düzenleme duygusunu yeniden inşa etmeleri ne kadar zor. Ayrıca, ebeveynlerin gelecek, ev ve geçim kaynakları ve ailelerini ekonomik olarak nasıl geçindirecekleri ve gelecekte yeniden inşa edecekleri ile ilgili tüm soru ve endişelerinin artık insanlar için yanıtlanması çok zor. Çok önemli olan bir diğer şey aileler ve bireyler birdenbire –zorla- bağımlı duruma geldiklerinde yemek, su ve ikinci el giysiler için sıraya girdi. Bu herkes için gerçekten zordur ve hatta utanç duygusuna yol açabilir. Birçok kuruluşun malzemeleri dağıtırken her zaman hatırlaması gereken bir şeydir. Bunu insanların haysiyet ve niyet duygularını daha fazla aşındırmayacak şekilde yapmalıyız. Arapça biliyorsun ama bölgede yavaş yavaş kaybolan bir dil Arapça. Yardımın dili olmaz, insani bir yerden harekete geçiyorsunuz, yine de onların anlatamadığı ihtiyaçları oldu mu? Nasıl anlaştınız? Arapça konuşuyorum, bu yüzden çoğu insanla iletişim kurmak sorun değildi, ne yazık ki Arapça’nın yavaş yavaş kaybolduğu çocuklar dışında- ama küçükler bile genellikle bazı kelimeleri, anlıyordu ve gülümseyerek, oyunlar oynayarak iletişim kurabiliyorduk. Benim Türkçe kelime dağarcığım pek yok. Özellikle yaşlı teyzeler ve amcalar, yabancı bir gönüllü olarak Arapça konuşabilmemi merak uyandırıcı ve muhtemelen bazen komik buldular. Arapça konuşmam onlara güvenli ve yakınlık hissettiren bir alan açtı, aramızı ‘ısıttı’, çay ve portakal hakkında konuştuğumuz güzel sohbetlere imkân verdi. Özellikle de bir aileden bahsetmek istiyorum. Defalarca ziyaret ettiğim ailelerden biri de 84 yaşında, güzel ve ağırbaşlı bir adam olan Ali’ninkiydi. Samandağlı ama Lübnan’da 30 yılı aşkın bir süre otobüs şoförü olarak çalışmış, 60’lı yaşlarında geçirdiği bir kazada felç olmuştu. Şimdi İstanbul Belediyesi kampında bir çadırda, eski Lübnan şarkıları dinleyerek, dayanıksız bir kamp yatağında, kızı ve torununun baktığı bir yerde yaşıyor. Mahremiyet problemi, çadırda yıkanmak; üstünü değiştirmek zorunda olmak, gündüzleri sıcak ve geceleri soğuk ortamda olmak, onlar için çok çok zor. Dinlenmesi ve düşünmesi gereken bir yaşta, bundan sonra ne olacağına dair tüm belirsizliği taşımak, evsizliği ve yerinden edilmeyi deneyimlemek zorunda olmak, kendisi ve yüz binlerce yerinden edilmiş aile ve bireyler için çok zor.Belki de geçmiş bugünden daha cömert olduğu anılarına geri dönüyor, Feyruz ve Vadih Safih dinliyor, on yıl önce ölen çok sevdiği karısını hatırlıyor, belki de geçmiş bugünden daha cömert olduğu için… Tabi bunu yardım ederken çok zor şartlar altında yaptın. Hangi koşullarda çalıştın, sen ve arkadaşların neler yaptınız? Bazen duygusal olarak oldukça ağır bir işti ve hala da öyle, ama aynı zamanda yapabilmenin bir ayrıcalık olduğu bir iştir. Çok güzel ailelerin ve toplulukların yanında, kollektif olarak birbirimizi destekleyerek çalışıyoruz. Günler boyunca büyük bir hem Türk hem de uluslararası Psikolojik İlkyardım ve Psikososyal Destek ekibiyle çalıştık ve bölgedeki kampları ve köyleri minibüslerle gezdik. Çadırdan çadıra yetişkinler, ergenler ve çocuklarla temasa geçtik ve ayrıca insanların duygusal, otonom sinir sistemi ve fiziksel tepkilerini normalleştirmeye çalışmak için topluluklarla daha geniş, erişilebilir psikoeğitim seansları yaptık. Depremin, yanı sıra herhangi bir problemde kendi kendilerini yatıştırmaları ve tekrardan yol almaları için alıştırmalar ve tekniklerle öğrettik. Psikolojik ilk yardım ekibiyle gündüz çalıştıktan sonra, yakındaki bir köydeki çoklu tünel üssümüzde değilsem, geceleri genellikle bir arkadaşımın, Selma’nın, kilisedeki çadırında veya diğer dayanışma merkezlerinde uyur, kamyonları boşaltan diğer gönüllülere katılırdım. Günlerim erzak bağışlamak, aşevi için patates soymak, ertesi gün için tencereleri yıkamak, insanlarla oturup çay içmek, deneyimlerini ve anılarını paylaşmak, Hatay’da gönüllü olan herkesin yaptığını yapmak ile geçti. Diğer tüm gönüllüler gibi, bu da fazla uyumamak ve çok az duş almak anlamına geliyordu, ancak gerekirse birkaç haftada bir, bir veya iki gün ara verebileceğimizi bilmenin ayrıcalığına sahiptik. Hepimiz orada yaşamaya mahkûm olan aileler gibi çadırlarının sıcağında, sel ve yağmur yağdığında soğukta, gelecekleri hakkında hiçbir netlik olmadan yaşayan ailelerden daha kötü olamazdık. Duruma değinmişken, şunu da eklemek istiyorum: ailelerin yaşadığı kampların yanına, Samandağ sahil şeridine ve tarım arazilerine potansiyel olarak zehirli/asbestli malzemenin ve büyük miktarlarda molozun atılmasıyla durum her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Son zamanlardaki cesur gösterilerin birçoğunun da odak noktası bu oldu. Türkiye’yi ilk kez on yıldan uzun bir süre önce ziyaret eden biri olarak, geçmişe bakıldığında, çok saf ve bilgisiz bir uluslararası gönüllüyken daha sonra cesur Türkiye’deki insan hakları savunucuları ve feminist aktivist arkadaşların danışmanlığında ivmeli bir öğrenme eğrisine giren biri olarak, molozların atılması, ne yazık ki, devletin genel olarak Hatay’a çağdaş ve tarihsel olarak tepkisinin bir metaforu gibi geliyor. Dolayısıyla, orada olmanın bir parçası da dinlemek, öğrenmek ve insanların ihtiyaçlarını ve önceliklerini evdeki arkadaşlarıma ve dayanışma gruplarına iletmeye çalışmaktı; böylece haber akışı bir kez oluştuktan sonra, yurtdışındaki insanlar da aktif, bağlantıda ve duyarlı olmaya, Samandağ, Hatay ve deprem bölgesindeki diğer yerlerde tabandan topluluk gruplarını pratik olarak desteklemeye devam ediyor. Yurt dışından gelen diğer arkadaşlar bu afet durumunda ne yaptılar, ne düşündüler? Bu felaket ve etkileri medya aracılığıyla halka nasıl yansıdı? Başlangıçta muazzam bir uluslararası dayanışma ve destek akışı oldu. İnsanlar, görüntüler ve hikayeler, özellikle de babanın 14 yaşındaki kızının cesedi enkazdan çıkarılana kadar elini tutarken çekilmiş fotoğrafı karşısında mahvoldu. Bence bu yürek burkan görüntü, Türkiye ve Suriye’deki tüm depremzedelerin kaybını, travmasını ve kederini ifade etti. Felaketin en güçlü görüntülerinden biri olmaya da devam edecek, çünkü sevgiyi, kaybı ve sadakati ve bir çocuğu kaybetmenin ezici acısını anlatıyor. Uluslararası destek açısından şu anda bir zorluk da mevcut; haber akışı devam ederken geçmişteki dayanışmayı sürdürmek ve insandan insana, toplumdan topluma karşılıklı yardımın uzun vadeli olmasını sağlamak. Umarım gelecek yıllarda da bu destek bilinci devam eder. Samandağ’da 2 yürüyüş yapıldı, bunlardan ilki 40. günde bahhur (mür) ve reyhanlarla olan yürüyüş/protesto yürüyüşü idi. İkincisi moloz yığınları için… Katılma şansın oldu mu? Ya da gidenlerden ne duydun? Vakıflı’yı ve genel olarak Samandağ’ı ziyaret ederken, bu toprakların nesiller arası travması ve kimlik açısından sürgünün ne anlama geldiği ‘ma rihne, nehna hon’ sloganını ortaya çıkaran yürüyüş organize edildi. Bahhur yürüyüş alayına/protestosuna katıldım, ancak internette izleyebildiğim zehirli atıklara ve bunun hem sağlık hem de çevresel etkilerine karşı çok önemli bir toplumsal seferberlik olan moloz gösterileri için orada değildim. Bahhur alayı, katıldığım duygusal açıdan en güçlü gösterilerden biriydi. İzmir’den bilge bir arkadaşımla birlikteydim ve ikimiz için de tarif etmesi zordu çünkü çok derinden hüzünlü, kederliydi. Aynı zamanda toplu yas için bir alanın yanı sıra siyasi hesap verebilirlik çağrısında bulunan bir katarsis yarattı. Dolayısıyla, hak ve adalet talep etmek, cezasızlığa son vermek açısından politik bir yürüyüşken, aynı zamanda çok güçlü bir şekilde de maneviydi. Samandağlı çok sevdiğim arkadaşlarla yürürken, sanki ölenler, tüm güzel yüzleri ve hayatları, umutları ve hayalleri bir şekilde aramızdaymış gibi hissettim, onlar da şimdi yürüyenlerin ellerinden tutarak yürüyorlardı. Ayrıca yürüyüş boyunca Samandağlı parlak bir organizatör ve psikolog olan Çağla’yı ve yerel feminist yoldaşlarını ve eylemin düzenlenmesine yardım etmelerini, eylemin temsil ettiği her şeye; travma, siyasi tepki, keder ve kollektif cesarete sahip çıkmalarını gözlemledim. Böylesine sezgisel bir bilgelik ve özene şahit olmadım. Anlatmak istediğin, sende yoğun bir duygu oluşturan, hüzün, öfke, şaşkınlık, sevinç… böyle bir olay var mı? Her gün, özellikle kaybedilen çocuklar ve aileleriyle kederden sevince çok çeşitli duygular yaşadım. Bu duygu yelpazesi için minnettarım, çünkü bir kez sindirdiğimde, beni bilgeleştirdiğinden emin olmaya çalışıyorum. Travma destek işini daha da geliştiriyor. Ama aynı zamanda, bir müttefik, bir kız kardeş, bir yoldaş, ailelerin ve bireylerin -hayatta kalanların- bir arkadaşı olarak, can dostları haline gelmem, onlarla geniş aile gibi olmak, kalbimin ve ruhumun bütün olmasını sağlıyor. Bir insan hakları savunucusu olarak, bir hayırsever olarak çok güzel işler başarıyorsun… Yaptığın güzel işlerden okuyucularımıza biraz bahseder misin? Dürüst olmak gerekirse, kolektif olarak mücadele ettiğimiz şeyler (savaşlar, adaletsizlik, ırkçılık, ataerkillik, insan hakları ihlalleri, otoriterlik, iklim değişikliği vb.) Orta Doğu ve Avrupa’daki kamplardaki mülteci ve belgesiz topluluklar ve ayrıca Haiti’deki Chiapas, Meksika ve Guatemala’daki yerli topluluklar ve son bir buçuk yıldır Ukrayna’da olmak üzere toplulukların haklara erişim mücadelesi verdiği koca 20 yılın deneyimi var. Çalışmanın insanlar arası dayanışma açısından etkisi var, ancak maalesef birçok bağlamda sistemik değişim üzerinde etkili değil, o cephede çok kaybediyormuşuz gibi geliyor. Yine de mütemadi bir iyimserim, bu yüzden hep bir maraz olsa bile umudumu koruyorum. Ancak her ekip, harikalar ve ben sürekli olarak insanların cesareti, gücü ve sevgisi karşısında derin bir hayranlık duyuyorum. Daha önce birçok ülkede yardım kapsamında yer aldın. Özellikle Antakya’ya yakın olan Lübnan ve Filistin’de de çalıştın. Antakya’yı, Antakya (Hatay-Anitoch) halkını Lübnan ve Filistin’deki şehirlerle ve oradaki insanlarla nasıl karşılaştırırsın, benzerlikler fark ettin mi? Pek çok benzerlik var: kültür(ler), haysiyet, misafirperverlik, nezaket, yemek ve dünya ile ilişki yönleri. Farklılıklar da var ama Hatay’ı bir şekilde pek çok farklı gelenek, halk ve tarihin harika bir melezi gibi hissettiren bir farklılık var. Tüm bunlar, böylesine çoğulcu, etnik ve dinsel açıdan çeşitlilik gösteren bir bölgenin fiziksel olarak yok edilmesini çok daha büyük bir kayıp haline getiriyor. Ama ne yazık ki, özellikle de daha da benzersiz olan bu çeşitlilik ve çoğulluk, insanlarda; onların anılarında tutuluyor ve hayatta kalacağını ummak istiyorum. Her gün ‘ma rihne, nehna hon’ olumlamasını dile getiriyorum. Türkiye’de diğer şehirleri ziyaret ettiysen, Hatay’ın farkı neydi? Neyi farklı buldun? Hatay’da kendimi Türkiye’nin herhangi bir yerinden çok daha fazla ‘evimde’ hissettim ve yakın zamanda geri dönmeyi; sevgili dostlarım ile, bana aile olan ve derin saygı ve sevgi duyduğum kişiler ile olmayı dört gözle bekliyorum. Tüm parlak, sadık, yorulmak bilmez çalışmalarınız için hepinize teşekkür ederim. Biz Nehna ekibi olarak, kalplerine dokunduğunuz Antakya halkı olarak size sonsuz teşekkürler!
- Arap Alevilerin hafızasında Sivas Katliamı’nın izleri
Sivas’ta 33 insanın yalnızca Alevi oldukları için katledilmelerinin 30. yılı. Sistematik ve organize edilmiş bir plan çerçevesinde işlenen nefretle kuşanmış bir kitlesel suçu canlı izlediğimiz o günden geriye Arap Alevilerin hafızasında neler kaldığını Bereket Kar, Şule Can ve Selim Matkap’la konuştuk. Bereket Kar: “2 Temmuz Katliamı yalınızca Alevilerin sorunu değildir” 2 Temmuz vahşeti, yaşamımda unutulmaz kötü bir anı olarak iz bırakmıştır. Bu acı haberi, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta bir Filistin kampında, BBC radyosunun Türkçe servisinden dinlemiştim. Aziz Nesin’le birlikte onlarca aydının, Madımak Oteli’nde yakıldığı ve güvenlik güçlerinin müdahalede yetersiz kaldığı, olayların devam ettiği belirtilmişti. İktidar, bilindiği üzere DYP-SHP koalisyonuydu. Erdal İnönü’nün, Başbakan Tansu Çiller’in yardımcısı olarak, sosyal demokrasinin tükenen tarihsel misyonu gereği hiçbir müdahalede bulunamayacağını ve sonuçta bu olayın diğerleri gibi devletin kirli siciline geçeceğini düşünmüştüm. Devrimci demokratik güçlerin ve özellikle Alevi derneklerin tepkileri, olayı protesto edip kınarken, bu kalkışmanın esas hedefinin Aleviler olduğunu her fırsatta söyleyip durdular. Ben de Alevi bir aileden geliyordum. Ne var ki hiçbir zaman Alevilik yapmadığım gibi sosyalist olmanın dışında bir aitliğim yoktu. Siyasi bir partinin temsilcisi olarak elbette ki bu olayı şiddetle kınamalıydım. Danıştığım dost Arap, Filistinli güçler, tüm komünist parti ve kurtuluş hareketlerini bir toplantıya çağırarak kınamanın daha etkili olacağını onaylayınca, 3 Temmuz’da toplanan güçlere olayın gerçekleşme şekli ve amacı hakkında bilgi sunarak Arapça bir bildiriyle Çiller-SHP iktidarını ve olayın ardındaki gerici güçleri kınadık. Sunumda zorlandığım esas konu Alevilerden bahsetmekti, zira katılan temsilciler arasında Alevi olmadığı gibi on yılı aşkın mücadelemde, ilk defa inanç konulu bir toplantıya, soru ve cevaba vakıf olmuştum. Yüksek sesle Alevilerin katledildiğini anlattım. Tabii ki, devlet-iktidar partilerin; tek din, tek dil, tek millet uygulamalarıyla, 70 yıl boyunca inkar ettikleri, Kürt, Ermeni, Arap, Laz, Çerkes, Süryani halkların yanı sıra, Alevilere yönelik, baskı, zulüm ve katliamların bir devlet politikası olduğunu da anlattım, İttihat ve Terakki’nin, Kemalizme devrettiği mirasın ulus devlet inşasında, başta Kürtler olmak üzere tüm kimlik ve inançlara karşı nasıl katliam olarak tecelli ettiği bilinmeliydi. Katliamın Türkiye tarihinde karanlık bir sayfa olarak devlet hanesine geçtiğini biliyoruz. Üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen bunun bütün boyutları ve temel hedeflerinin netleşmemiş olması bir şeye işaret ediyor. Türkiye’deki kutuplaşma ve cepheleşme, kimi tarikatların diğer grupların inançlarını yok sayması değil, devletin bu tarikatları koruduğuna işaret ediyor. 30 yılda toplumsal grupların mücadelesiyle çok şeyler değişti ama devleti İslamlaştırma ve tekleştirme zihniyetinin tüm kodları çok daha belirginleşti. Önemli olan şudur, gelinen aşamada devletin evrimleşerek değişmesinin imkansız olduğu ve bu sisteme karşı olan bütün grupların ortak mücadelesiyle bu durumun değiştirilebileceğinin gereği ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, 2 Temmuz Katliamı yalınızca Alevilerin sorunu değildir, olmamalıdır. Şule Can: “Sivas Katliamı. Türkiye’de Alevilere dair olan ve ol(a)mayan her şeyin özeti” Sivas Katliamı (kamu) davasının 2014 yılında zaman aşımına uğradığı haberiyle beraber hissettiğim hayal kırıklığı “adaletin tecellisi”ne dair naif beklentiden ötürü olmalıydı ki, Türkiye’de Alevilere yönelik şiddetin hiçbir zaman cezalandırılmayacağından bir kez daha emin olmuştum. 2 Temmuz 2023’e, yani Sivas Katliamı’nın 30. yılına girerken şiddetin, deprem sonrası şiddetin en büyüklerinden birine tanıklık etmiş Antakyalı bir Alevi olarak değişmeyen bir örüntü dönüp duruyor kafamda. Otele saldırı başladıktan sonra saatlerce içeride kurtarılmayı bekleyen göz göre göre ölüme terk edilmesi, 6 Şubat depremi sonrası Antakya’da ölüme terk edilenlerle ne kadar büyük bir benzerlik taşıyor, öyle değil mi? İşte bu örüntü Alevilerin öldürülmesi, ölüme terk edilmesi, diri diri yakılması tarih boyunca tekerrür eden şiddeti gösteriyor. Sivas Katliamı, Türkiye’de muhafazakar, İslamcı ideolojinin nüfuz ettiği alanın – bu hiçbir şekilde azımsanmayacak bir alan – Alevi katliamlarını ve/veya Alevileri dışlamanın “normalleştirilme” ve meşrulaştırma konusunda ne denli başarılı olduğunu gösteriyor. Sivas Katliamı’yla beraber Alevilere yönelik tüm şiddet eylemlerinin baltaladığı en önemli şey bence birlikte yaşam. Birlikte, eşit koşullarda ve farklı inanç ve kültürleri “yeterince” tanıyan bir birlikte yaşam modelinin imkansızlığını yüzümüze vurduğu için ayrıca can acıtıcı ve düşünülmesi gereken bir mesele bu katliamlar. 2014 yılında zaman aşımı haberleri sonrası söylenen ve hatırımdan çıkmayacak olan en önemli şey “insanlık suçunun zaman aşımı olmaz” idi. Sivas Katliamı gibi Türkiye tarihinde pek çok katliamı tekil bir örnek ve kendi içinde dönemin gerekliliği gibi gösteren bir “tarih ve hafıza” anlayışımız var. İşte bu normalleştirmenin başat sebebi. Alevilere karşı işlenen suçların “insanlığa karşı suç” kapsamında olduğunu söylemek hala suç. Sistematik olarak var olmuş ve devam eden şiddetin türlü hallerinin gelecekte de durmayacağına dair en önemli olaylardan biridir Sivas Katliamı. Türkiye’de Alevilere dair olan ve ol(a)mayan her şeyin özeti niteliğinde. Alevilerin yalnızlığını hatırlatan ve var olma mücadelesinin hiç bitmeyeceğini çünkü yok etmek isteyenlerin hiç bitmediğini gösteren en önemli olay belki de. Selim Matkap: “Beni en çok yaralayan şeylerden biri de insanların mecburen kınıyormuş gibi görünmeleriydi” 1972 doğumluyum. Çocukluğum 12 Eylül’ün gölgesinde geçti. Ailemin ve çevremdekilerin kimliğini açık etme, bunu ön plana çıkaracak şeyler yapma telkinleriyle büyüdüm. Fakat o dönemde Kürt hareketinin de yükselişiyle kimliğini ortaya koyarak mücadele etmenin önem kazandığı zamanlardı. Üniversitede telkinlerin tam tersine bunun için mücadele eden, kimliğimi ortaya koyan bir siyasi çizgide yer aldım. Etrafımdakiler bundan sürekli endişe ederlerdi. Katliam da bu endişeyi körükleyen bir etki yarattı. Üniversiteyi Samsun’da okuduğum için Antakya’ya giderken otobüs Sivas’tan geçerdi. Gece karanlığında soğuk, ıssız ve sessiz bir yerdi. Bana sürekli Amerikan filmlerindeki tekinsiz Western kasabalarını hatırlatırdı. 2 Temmuz’da Antakya’da evde katliamın haberlerini izlerken Alevileri öldürenler buradakilermiş diye otobüs camından gördüğüm o sahneleri hatırladım. O dönemde hükümeti ve en çok Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’yü suçladığımı hatırlıyorum. Çevremdekilerde de aynı hisler vardı. O telefonları açabilirdi, hükümet ortağı olarak bir şeyler yapabilirdi, bu katliamı engelleyebilirdi diye düşünüyorum. O dönemde beni en çok yaralayan şeylerden biri de insanların, siyasi partilerin ve sivil toplumun bu katliamı mecburen kınıyormuş gibi görünmeleriydi. Gerçek bir mahcubiyetten ötürü değildi tepkileri, kamuoyu baskısıyla kınamış olmak için kınadı birçoğu.
- ‘Evvel Temmuz Festivali, Antakya’nın direniş tarihinden doğdu’
Evvel Temmuz, yani Temmuz’un başlangıcı, miladi takvimde Temmuz’un 14. günü. Kadim geleneğe yaslanan bu bayram, ekinlerin ve hasadın koruyucusu olarak görülen Tammus’a kurbanlar adanan, berekete, üretime, yeniden doğuşa şükretme dönemi. Arap Alevilerin ve Hıristiyanların kutladığı bu bayramın çok uzun bir geçmişi olsa da, Samandağ’da Samandağ Kalkındırma Derneği ile Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği Evvel Temmuz Festivali’nin bu sene 23.’sü kutlanıyor. 2001’de resmileşen bu festivalin 80’lerin sonuna, dönemin gençlik hareketine, 12 Eylül faşizmine direnişe, yükselen bir kimlik mücadelesine uzanan bir de “gayriresmi” tarihi var. Bu tarihi, bu sürecin en başından beri aktörlerinden biri olan Tarık Oruç’la konuştuk. Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu Evvel Temmuz Festivali, 23. yıldır kesintisiz devam eden bir festival ama 1980’lerin sonundan itibaren nihayetinde festivale dönüşmesini sağlayan bir mücadele geçmişi de var. Arap Alevilerin bu bayramını daha kitlesel biçimde kutlama kararı nasıl gelişti? Samandağ’da farklı kimliklerin biraradalığını, o biraradalığın yarattığı dinamizmi, komşuluk ilişkilerini, dayanışma ilişkilerini, koruma ilişkilerini, çoğunluğa, muktedire karşı azınlığın azınlığınının azınlığını kollama ilişkilerini bilirsiniz. Bu doğalından gelişen bir ilişkiler bütünü. 12 Eylül Darbesi’nin kapkaranlık ortamına rağmen sürdürülen bir bütün. Darbenin öncesinde de Samandağ’da çok canlı bir gençlik hareketi vardı. Kendisine “devrimciyim, sosyalistim” demeyen, örgütlü olmayan neredeyse kimse yoktu. Bizi motive eden de sanırım darbenin yarattığı kaos ortamını geçmişten gelen dayanışma, eğlenme, kendini var etme ve iyileşmeyle delmek oldu. Yani, darbe sonrası bir araya gelmeye çalışan gençliğe Evvel Temmuz zamanında birlikte türbelere giden, adaklar adayan, Paskalya’da birlikte kiliseye giden halkların dayanışması örnek oldu. Aslında adı 68 ve 78 kuşağı gibi sıklıkla anılmıyor olsa da 88’de yükselen bir gençlik hareketinin ortaya koyduğu bir hareketten bahsediyoruz, değil mi? O sırada, üniversitede gençlik hareketi diplerdeydi. 12 Eylül yenilgisini yaşayamayan ama bunu sorgulayan gençler olarak 88’de yeni üniversiteye girmiştik. Ortaya yeniden bir direniş biçimi çıkmıştı aslında, daha önce bilinmeyeni bilmeye ve konuşulmayanı konuşmaya yönelik bir istek vardı bizde. Samandağ, şimdiki adıyla Defne, Antakya ve Serinyol’da böyle bir süreç başlamıştı. Adana, Tarsus, Mersin’de Arap mahallelerindeki emek hareketleriyle iç içe geçen bir hareketlenme. Bu ortamda biz birkaç genç Samandağ’da Halkevi kurmaya karar verdik. Bugünkü Halkevleri’nden bahsetmiyorum, o dönem yaygın kullanılan bir isimdi. Tüm sol Halkevi kuruyor, orada örgütleniyordu. Tarık Oruç Kimlerle kurdunuz Samandağ Halkevi’ni? Ankara’da Eğitim Fakültesi’nde Zihni Berrak vardı, Samandağlı. Necati Bulut vardı, Mustafa Kemal Yüksekokulu’nda okuyordu. Mustafa Kemal, o zaman daha üniversite değildi, Çukurova Üniversitesi’ne bağlıydı. Çukurova’da benimle birlikte tıp okuyan İshak Oruç vardı. Şimdi yurtdışında yaşayan Tevfik Hüzmeli ve 92’de talihsiz bir kazada yitirdiğimiz Tahsin Kahlioğulları. Burdur’da okuyan Mehmet Latifeci vardı. 95’te Samandağ’da öldürüldü. Sadece bununla sınırlı değil elbette, 12 Eylül öncesinden de her gruptan arkadaşlar vardı. Nasıl başladı Samandağ’daki Halkevi? O dönem için çok konuşulurdu 12 Eylül’ün gençliği apolitize etmeye çalıştığı. Bütün toplumu etmişti aslında. Biz de bu siyasete karşı bir alternatif üretmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Üç F’ye, yani futbol, fuhuş ve fiestaya karşı alternatif. O yüzden insanlar “doğru müzik dinlemeli” diyerek ilk olarak konser düzenlemek istedik. Her şeyi organize ettik. Ben de bilet satışı yaptım. 88 yazında Sadık Gürbüz’ü getirdik Samandağ’a, Halkevi’nin kuruluş gecesine. Çarşı’da Hükümet Konağı’nın karşısındaki düğün salonunda yapacağız konseri. 800-1000 kişilik bir salon. Bilet satışı yapıyorduk öncesinde Samandağ’da. İnsanlar bize bakmadan “Tamam, paranızı alın ama bize bilet vermeyin” diye yanımızdan geçiyordu. “Gençler yapmayın” diyorlardı, acayip bir korku vardı. İnsanlar 12 Eylül öncesine dönmek istemiyorlar, inanılmaz bir korku iklimi hakim. Sadık Gürbüz’ün konserin sonunda bağlamayı tek eliyle kaldırışını ve orada kopan alkışı asla unutmam. Bir de “sadece konser olmasın, etkinliği biraz renklendirelim” demiştik. Orada da sessiz oynanan bir tiyatro oyunu oynanmıştı. Bir hafta içinde hazırlanmıştık o oyuna da. Çok acayip bir etki yarattı. Bu geceyi organize ettikten sonra Samandağ’dan Antakya’ya, oradan Adana’ya, Mersin’e, Tarsus’a acayip bir etki alanımız oluştu. Bu etki alanı Evvel Temmuz Bayramı’yla nasıl bir araya geldi? Deniz’deki Hıdır Ziyareti’ne zaten bayram zamanında otobüsler gelir, turlar yapılır. Adaklar alınır, orada yatılırdı. Burada dayanışma kültürü görmeye başladık. Bir de dünyadaki iklim de etkiliyor. Yeni dünya düzeni aslında toplumları atomize ediyordu. Globalleşmeyle birlikte atomize olma durumu da vardı. Biz tam da oradan yakalamaya çalıştık. “Toplum ne yaşıyorsa oraya gidelim” dedik. Yeni bir mücadele arayışı da doğdu. Evet, 12 Eylül’de yaşanan yenilgi, bu yenilginin özeleştirisi arayışı ve aynı zamanda Filistin kurtuluş mücadelesine verilen desteğin imkanlarının azalmaya başlamasıyla, bu yenilgiyi yaşamamış gençler olarak her şeyi yeniden düşünmeye başladık. Toplu bir şekilde canlanmak, umut dünyasını var etmek için yollar aradık. Ama halkın kendisi bize bunu öğretiyordu zaten. İnsanlar siyasi iklimin tüm ağırlığına rağmen kitleler halinde ziyarete gelmeye devam ediyorlar, halklar bayramı hep birlikte kutluyorlar. Mesela, Tarsus’tan beş otobüs insan gelirken, şimdi bir otobüs insan geliyordu. 12 Eylül’den sonra kalabalık gözükmemeye çalışıyorlardı ama geliyorlardı. O zaman bunu sağlayan şey ne? Bu insanlar neden ziyarete akın ediyorlar? Bizim tarihimiz ne? Bu gibi sorular etrafında tartışmaya başladık. Bir yandan da Halkevi’nin açılışından sonra biz de vitesi yükselttik. İstanbul’un politik gündemini aynen yansıtıyorduk. Orada yapılan eylemler, aynı zamanda Samandağ’da, Çukurova’da da oluyordu. Ama bunu halka taşımak da istiyorduk. Biz de içlerine karışmaya başladık. Halkın kanaat önderleriyle görüşmeye başladık, şıhlarla, papazlarla. Çoğu görüşmek istemiyordu ama biz yine de önemli bir kısmıyla görüştük. Her görüşmemiz şu telkinle sonuçlanırdı: “Köprüyü geçene kadar…” Çok bilinen devamı gelmiyordu bu sözün. “Köprüyü geçene kadar” diyorlardı, “bizim felsefemiz bu”. “Yoksa burada hiçbirimiz duramazdık.” Bu görüşmeler bizi tarihsel olarak bilinçlendirdi. Hatay meselesine kafa yorduk, Arap Alevilerden Cemil Hayek’i ve isyanını araştırdık. Ermeni Soykırımı’nı öğrendik mesela, bu topraklardaki, Musa Dağ’daki direnişi. Musa Dağ’da Kırk Gün romanı Türkçe yayınlandıktan sonra en az bir baskıyı sadece Samandağlılar yaptırmış olabilir bu sayede. Bu direniş hikayeleri, itekleyici güç oldu bize. “Öğrendiğimiz bu direniş ve dayanışma kültürünün neresinden tutabiliriz?” diye tartışırken, fark ettik ki, insanlar zaten bu ritüelleri sürdürerek bahsettiğimiz umut dünyasını belki de arkeolojik bir temele yaslanarak kuruyor. O yüzden, onların yanına gitmeye karar verdik. Ama sonuçta bahsettiğimiz şey din. “Bu sistemin gerici yanlarını törpüleyeceğiz ve ilerici yanlarını öne çıkaracağız” dedik. Mücadeleyi halkın içinden kurma arayışı bir anlamda 12 Eylül öncesi solun mirası ve eleştirisi aslında. Bu bizim 13 Eylül’den itibaren tartışmaya başladığımız bir şey. O dönem böyle bir mücadeleyi vermek de öyle basit değildi. Bedeli çok ağırdı. Elinizde yasal olarak çıkan bir tane dergi görüldüğü an birkaç gün işkence görüyordunuz. Ama ciddi ciddi 12 Eylül’den çıkardığımız derslerle hareket edeceksek, bu baskıya yenilmeyecek bir şey, bir direniş çizgisi nasıl ortaya çıkar? Esas soru buydu. Dolayısıyla üniversite hareketinde de başka bir şey yapmaya çalışıyorduk. Biraz önce anlattığım gibi bilinçlendik. Halkın korkusunu ve benimsemeyeceği bir şeyi yapmayacağını anladık. Bizim bir önceki kuşaktan öğrendiğimiz yöntemlerin o dönem için bir karşılığı yoktu. O dönem Kürt hareketiyle birlikte yükselen bir kimlik meselesi de var. Kürt hareketinin öğreticiliği asla yadsınamaz zaten. Bunu görmek gerekiyor. Kürt halkının hareketle kurduğu ilişki onu bugüne kadar taşıdı ve biz oradan çok şey öğrendik. Zaten o gün de bunu söylüyorduk. Çukurova’ya baktığımızda ise Çukobirlik’teki Arap işçilerle vakit geçirdiğimizde Arapça bile konuşamıyorlardı. 12 Eylül’ün korkusu çok hakimdi. Biz de bunları ortaokulda ve lisede yaşadık. Bu yasakları da sorgulamaya başladık. Şunu da eklemem gerekiyor, bahsettiğimiz dönem tam da reel sosyalizmin çözüldüğü ana denk geliyor. 12 Eylül yenilgisini konuşurken, daha büyük bir hareketin çöküşüyle biraz iş başa düştü gibi oldu. Dolayısıyla, bizi itekleyen şeyler sosyalizmin yenilgilerini sorgulama, Kürt hareketinin direnişi ve halktaki eğilimleri gözlemlemek oldu. Ama ben zaten devrimciliğin esasının bu olduğunu düşünüyorum. Zaten halktan öğrenmeyeceksek, işçiden öğrenmeyeceksek, kadın hareketinden öğrenmeyeceksek, ekolojik hareketten öğrenmeyeceksek, biz kimiz? Tarihteki direniş ve dayanışmanın devrimci hareketin bileşimiyle tartışılmasından doğan bir fikir. Evet, bu perspektiften Antakya’nın tarihine ve bugününe bakmak bizi başka bir noktaya götürdü. Antakya’nın ekonomisiyle, coğrafyasıyla, tarihiyle, bürokrasisiyle kendine özgü ve özel bir hali var. Dersim gibi diyebiliriz. Dersim nasıl bütün katliamlara bir şekilde direnmeyi sürdürüyorsa, Antakya da öyle farklı. Bu gözle yakın tarihteki devrimci harekete bakınca, hangi akımın daha etkili olduğunu anlamaya çalışınca şunu gördük. Arap Aleviler arasındaki Kleziler ve Haydriler farklılaşması sosyalist harekete yönelimi de etkilemiş. Kleziler neredeyse tamamen Acilcilere katılırken, Haydriler içinde her türlü hareket yer bulmuş kendine. Asi Nehri’nin kenarından Serinyol’a bakıyorsun, Harbiye, Akdere, Tavuklu, devrimci hareketler bu farklılaşmaya göre örgütlenmişler. Devrimci hareketler için bu belirleyici olmuş. Ama sosyalizm bundan farklı bir şeydi. Yani, inanç farklılığı hizipleşmeye yataklık etmiş. Bir de üstüne 12 Eylül gelince, baktık şıhlar, papazlar, tüm din adamları devletine, askerine, vatanına şükretmeye başladı ritüeller sırasında. Yani, rejim hızla buralara da nüfuz etmeye başladı. Bu hizipleşmenin ve asimilasyon çabasının yarattığı zaaflardan arınmamız gerektiğini düşündük. Ve halka bu yüzden eşlik etmemiz gerektiğine karar verdik. Devrimcilik böyle bir şey bence. Topluma rağmen, toplum adına davranmak değil. Zaten yapamazsın, yapamadığımızı da gördük. Dolayısıyla, bütün bu ritüelleri bütün halleriyle yaşayalım ama onlara eşlik ederken onların zaaflarıyla yüzleştirebilelim de istedik. Bunu başarmaya çalıştık. Kimliğe dair bir uyanışı da beraberinde getirdi aslında. 12 Eylül’den sonra iyice gizlenerek yapılan ritüellerden bahsediyoruz. Ben hep şunu düşündüm: Niye o kadar gizli oluyor ki? Eğer bunu yaşayamayacaksak, bunu savunamayacaksak, neyi savunacağız? Sonuçta, Evvel Temmuz’da veya başka bayramlarda yaptığın şey, adak adamak, seni doyurana, sana iyi gelene, berekete vefadır, şükretmektir. Bunu da herkesle paylaşarak, dayanışarak yapıyorsun. Herkesin kendi özgünlüğüyle, kendi iç dinamikleriyle ritüellerini yaşamasını savunmak istedik. Zaaflarını kapatmadan, zaaflarının üstünü örtersen yeniliğe kapanırsın. Bu gerçeklik, bizi aslında festivale, tarihle yüzleşmeye, tarihteki direnişleri anmaya, onlardan feyz almaya ve bu temelde yeni direnişler örgütlemeye doğru götürdü. Toplum buna nasıl tepki verdi? Tabii ki, toplum birden böyle açılmadı. Halkevi’nin açılmasından itibaren toplum gençlerini tutmaya başladı. Gençler bulaşmasın istediler. Biz de buna karşı inançlararası bir ittifak aramaya başladık. Halktan kopuk olmamak için Arap Alevilerdeki namazlara, salalara katılmaya başladık. Toplumsal siyaset oralarda yürüyordu çünkü. Birkaç arkadaş iyice öğrendiler salaları. Yoğun olarak Harbiye’de, Samandağ’da, Ekinciler’de yapılır bunlar. Biz eşlik etmeye başladık ama halk korkusunu hemen aşamıyor yine de. 89’da Evvel Temmuz Bayramı için toplanan halka eşlik etmeye başladık. Daha sonra “Halkevi’ndeki konseri bu ritüele nasıl dahil ederiz?” diye düşündük. Önce davulla başlamaya karar verdik. 92 veya 93’te ilk kez davulla gittik. Davulcularla konuşulmuştu, ses çıkarmadan, çaktırmadan gidilecek diye. Ama bizim bu kalabalığa karıştığımızı gören polis müdahale etmeye başladı. 2001’de festival resmileşene kadar sürekli arbede yaşandı ama her seferinde daha kalabalık oluyorduk. Bu bizim sayemizde olmadı. Artık halkta da bir şeyleri kırmayı başardık sadece. “Dayak yesen ne olacak ki?” diye düşünmeye başladı herkes, bundan dolayı ceza da yemezsin. Bu arbede sürecinde neler yaşandı? Orada sürüye sürüye insanları gözaltına alıyorlardı. Neden? Çünkü yasak. Bir araya gelmek yasak o dönemde. Samandağ’ın politik gündeminin aktörleri sürekli gözaltına alındı, ev basmalar ve cezai süreçler de oldu. Ama şunu eklemem lazım, 12 Eylül öncesinde bir şekilde “devrimciyim” diyen insanların çok hızlı desteğini aldık. Hızlıca etrafımızda kümelendiler. Evvel Temmuz’a katılmaya başladılar bizimle. Yani, bu kalabalık sayesinde 93’te coplayıp birkaç kişiyi gözaltına aldılarsa, 94’te daha azını yapabildiler. Ama yine de 90’ların etkisini unutmamak lazım. Acayip bir ortam yaratmışlardı. Bizim ikinci eylemimizden sonra Samandağ’daki karakol Emniyet Müdürlüğü oldu. Devlet de güvenlik bürokrasisini büyüttü. Bu süreç, kapatılmış bir kimliğin, Arap Aleviliğin veya Samandağlılığın dönüşmesine neden oldu mu? Kesinlikle, o kitleselleşme farklı bir şeye yol açtı. O festivaldeki kalabalığa gitmeden önce arada bir şey daha yaşandı. 91’de Kürt hareketiyle kurulan ittifak sonucunda Mevlüt Oruç’u Hatay’dan milletvekili adayı gösterdik. Çok ciddi bir çalışma yaptı. Bahsettiğim o kitlesel havayı yakaladık. İskenderun’dan Kırıkhan’a, Dörtyol’a, her yere gittik. Bazen taşlandık ama etrafımızdan çok destek geldi. 15 bin civarında oy aldık. O ortamda inanılmaz bir şey. Öyle bir çalışma yürüttük. Bu hareketin hafızasında vardır zaten. Kürt illeri dışında böyle bir teveccüh görmüş olması, o dipten gelen, o kendi tarihindeki direniş ruhuyla, kendi dayanışma ruhuyla alakalı. Halkın eşlik ettiğimiz ritüellerini alternatif kültürle buluşturdukça algılar değişmeye başladı. O dönemde bir yandan Sivas Katliamı, Gazi Katliamı, faili meçhul cinayetler, zorla kaybettirmeler, köy boşaltmalar, Kürtlere siyasi baskılar yaşanıyor. Bir de 95’te arkadaşlarınızdan Mehmet Latifeci öldürülüyor. Tüm bunlar nasıl etkiledi bu süreci? Sanırım muhalefet zemininde durup da Kürt hareketinin bu alanda belirleyici olduğunu kabul etmeyen kimse yoktur. Bizim hamurumuz da oranın suyunu aldı diye düşünüyorum. 1990’da HEP kurulduğunda, biz “Hep mi hiç mi?” diye bir yazı yazarak o harekete katıldık. Açıktan böyle bir ittifak kurduk TKP-Kıvılcımlı olarak. Hareket olarak tüm Türkiye’deki yapılanmalar girdi bu ittifaka ama zaman içerisinde herkes geri çekilirken biz kaldık. Türk, Alevi ve Arap Alevi kimliği yani ağırlıklı olan bir yapı olarak bu ittifaka girmemizin Kürt hareketi açısından bambaşka bir anlamı vardı. Şimdi katliamlarla birlikte cezalandırılan şey neydi? Kürtlerle buluşmak üzere olan Aleviler. Önce Sivas’ta, sonra Gazi’de. 95’te Latifeci cinayetiyle gördük ki, Güney’e özel bir yapılanması da var devletin. Bunları daha sonraki mahkeme süreçlerinde katillerin itirafları tescilledi. O günkü o gerici dalgayı yürütenler tarafından kararın alındığı mahkeme tutanaklarına da geçti. Demin söylediğim o direniş odaklarının birbirini çağırması, ittifakı geliştirmesi bunu getirdi. Ama biz buna karşı direnmeye ve evimizi korumaya çalıştık. Sivas Katliamı’na rağmen ittifakta durduk. Gazi Katliamı’na rağmen durduk. Latifeci cinayetine rağmen durduk. Bu anlamda, doğru bir tutum alabildiğimize inanıyorum. Eksiklerimiz elbette ki oldu. Dünyanın yaşadığı değişimler, buna aracılık eden bir sürü yenilik o kadar güçlü saldırıyorken biz buna ayak uyduramadık. O gün düğün salonunda yaptığımız konserin etkisi bugün yaptığımız şeylerden çok daha büyük. Artık tekrar duygusunu aşamıyoruz. Yanına başka bir şey koymuyoruz. Bizim eşlik ettiğimiz halkın politizasyonu bizden ileride artık. Bunu değiştiremiyoruz ama geçmişte bunu değiştirebiliyorduk. Örneğin, Sivas Katliamı’ndan sonra çok etkili şeyler yaptık. Samandağ’da halk geri adım atmadı. Latifeci cinayetini gündemde tutarak katilleri itirafa zorlayabildik. Güney Uyanış gazetesinin 16 Ağustos 1994'te çıkan ilk sayısı Bu sırada 94’ten 97’ye kadar Adana’da yayınlanan Güney Uyanış gazetesini de çıkarıyorsunuz bir yandan. 12 Eylül’den önce de sonra da herkes dergi aracılığıyla örgütleniyordu. Biz burada bir şeyler yapmak istedik. Bizi Uyanış’a götüren şey de oydu. Birebir teması büyütmek istedik. Bizim öğrendiğimiz Cemil Hayek’in direniş hikayesini herkes öğrensin istedik. Gazeteyi dağıtan arkadaşların anlattıklarından hatırlıyorum, insanlar köylerde gazeteyi gerçekten bekliyorlardı. Ürettikçe değiyorduk insanlara gerçekten. Korku iklimini aşmayı başarıyorsun. Gençlerin maceracılığından bahsetmiyorum, öyle bir şey değildi. Biz “HADEP’ten seçime gireceğiz” deyince kimse bize “aferin” demedi. Biz bunu kırmayı başardık. Bu birikim, ÖDP ile Samandağ’da belediye alınmasını ve Hatay’dan iki dönemdir vekil çıkmasını sağladı aslında. Peki, bu politizasyonu ve dini ritüeli neden konserlerle birleştirmeyi düşündünüz? İlk konserde, salonda toplanan bin kişi bizi motive etti. Dedik ki, salona bin kişi geliyorsa, buraya muhtemelen birkaç bin kişi gelir. Sonunda öyle de oldu. Festival resmileşince, sanırım 2005’te, Selda Bağcan konserinde tüm Hatay Samandağ’a döküldü. 50-60 bin insandan bahsediyorum. Bütün kuşakları birleştirdi Selda Bağcan. Böyle bir sürü konser çok kalabalık geçti. Güney Uyanış gazetesinin 16 Temmuz 1995 tarihli sayısında çıkan Evvel Temmuz yazısı Peki, 2001’de bu organizasyonun resmi bir festivale dönüşmesine nasıl karar verildi? 90’lardaki kabusun finali 99’da Öcalan’ın yakalanması oldu. Memlekette çok acayip bir rüzgar esti. Tüm girişimleri çok sert bastırmaya çalıştı devlet ama çok fazla kalabalık da vardı. 2001’e doğru giderken devletin ilgili kurumları, valilik de dahil, bir nevi çağrı yaptılar. Yasaklanamayacağını, engellenemeyeceğini anladılar ve dediler ki, “bu iş yasal bir şeye evrilsin, izin başvurusunda bulunun.” Ama “HADEP adına başvurursanız olmaz”. O zaman dernekleşmeye karar verdik. Ama bir türlü isim beğendiremedik Dernekler Masası’na. Sonunda arkadaşlar sormuşlar “Neyi beğenirsiniz?” diye. “Siz” demiş, “memleketi kalkındırmak istemiyor musunuz? Kalkındırma ekleyin adına.” O yüzden Samandağ Kalkındırma Derneği oldu derneğin adı. 2002’de AKP’yle farklı bir dönem açılınca, gittikçe de halklaşan şeyin karşılığını almış olduk. Peki kadınlar bu kitleselleşmenin ve dönüşümün neresindeler? Arap Alevilerde de Hıristiyanlarda da yaygındır. Kadınlar görünürdür gerçekten. Tüm bu siyasi örgütlenmelerin ve kitlesel eylemlerin içinde kadınlar vardı. Bu da memleketteki tüm feminist akımların bizim coğrafyamızla rahat buluşmasını sağladı. Ama öbür taraftan, şunu da biliyoruz: Arap Alevilerde namazda kadınlar yer almaz. Bunun kendilerince bir sürü açıklaması var. Erkek egemen sistemin içinde sağlanan bu ayrıcalığı da erkekler reddetmiyorlar, gittikçe yozlaştırarak sürdürüyorlar. Hareketteki kadınların eşlik etme isteğini şıhlara taşıdık namaza giden erkekler vasıtasıyla. Ev içi emeği veren, topraktan emek veren kadınların dini bir kılıfla, böyle bir mekanizmayla dışlanmasını hep tartıştık. Ama toplumun gerici taraflarını aşmasını sağlayamazsan, bununla yüzleşmelerini sağlayamazsan, sen de toplum kadar yozlaşırsın. Bu anlamda, topluma yaygın bir şekilde nüfuz ettiğimizi düşünmüyorum. Bunu sağlayamadık. Öbür taraftan, sol örgütlere bakalım. Gericiliğe isyan eden, yozlaşmaya bağıran örgütlerin içinde hala kadınlara yönelik erkek şiddeti veya tacizler görüyoruz. Az buz değil, çok yaygın. Örgütler marifetmiş gibi bunun üstüne gitmiyorlar. Dolayısıyla, kadın hareketinin yeni bir toplumu inşa etmedeki katkısının sol tarafından da tamamen görünmez hale geldiğini düşünüyorum. Bunun çok önemli bir kayıp olduğunu görmek gerekiyor. Yine aynı sürecin Arap kimliğinin derinleşmesine yol açtığını düşünüyor musun? Bizim orada çok az insan Arapça okuma-yazma bilir. Öğrenenlerin birçoğu 12 Eylül’den sonra bölgede açılan Kuran kurslarında öğrendi. 1980’den sonra özellikle Samandağ’da acayip yaygınlaşan bir şeydi bu. Bir yandan Arapça konuşmanın üzerine yasaklar gelirken, öbür taraftan insanları camiye çeken bir şekilde topluma nüfuz etmeye çalıştılar. Bir kimlik dilsiz olmaz. Dilin hayatın bütün alanları üzerindeki etkisini biliyoruz. Biz devletin bu hamlesine karşı kafa yorduk. Ama bunu yaygınlaştırmayı beceremedik. Hatta 2015’te Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü kuruldu. Güzel bir başlangıç oldu ama sürdüremedik. Hepimizin hayatta yaşadığı bir zorluk bu dil konusu. O boşluk orada kocaman duruyor. Peki bu 30 yılı aşkın zamanın muhasebesini yapsan festivalle kat ettiği mesafeyi nasıl görüyorsun? Evvel Temmuz Festivali, geleneksel bir bayramla ilişkili olarak istikrarlı olarak bu kadar yıl sürdürülen tek etkinlik. Bu bence çok önemli. Bu etkinliğin geçirdiği otuz yılın muhasebesinden önce şöyle bir çağrı yapalım: Bu muhasebeyi hep birlikte yapalım. Bu sürece herkesi katmaya çalıştık. Ama bu birlikteliği sol içerisinde ileriye taşımaktansa, birliktelik darbelenen bir ilişkiye dönüştü gibi hissediyorum. Bu iyi bir şey değil. Zaten son birkaç festivaldir konuşuyoruz. Artık bir değişime ihtiyaç var. Herkes “aslında benim” diyor. Dolayısıyla, şu muhasebeyi onları da katarak yapmak istiyorum. Bu benim için de artık bir görev. Biz halkın festivalini halka rağmen yapmıyoruz. Ne halka ne de katkı sunan hiç kimseye kendimizi dayattığımız yok. Herkesin önerisiyle yaptık, yapmaya çalıştık. Bu kadar değerli bir işi, bu kadar köklü bir işi memleketin tamamında anlatmaya ihtiyacımız var. Yani, eleştiren ya da sahiplenen kim varsa bu tarihin kendisini konuşalım, nereye gideceğimizi konuşalım. Sadece olumlu tarafıyla da bakmıyorum. Bu toplumsallığın özgünlüğüyle, zaaflarıyla, korkularıyla yüzleşelim. Büyüklerimizin deyimiyle “aslını inkar edenden bir şey de çıkmaz.” Hatay’daki mücadele tarihimizi gözden geçirelim. Oradan çok şey çıkacak. Ben şunu da liberal bir tutum olarak görüyorum: “Herkes bir şeyler yapsın.” Herkes bir şeyler yapmasın. Birbirimize karşı sorumluluğumuz var. Bu mücadele tarihimizin ürettiği bir şey. Son olarak, bu sene depremin yarattığı büyük yıkımın gölgesinde festivalin nasıl bir anlamı var? Depremle birlikte önce “bu yas ortamında, bu yıkıntı içinde festival yapılabilir mi?” diye konuştuk. Geleneklerimizin içinde eğlenmeyi de bilmek, tadında tutmak mümkündür. Ama zaten bu deprem enkazının altında insanlar gerçek taleplerini, ihtiyaçlarını, özlemlerini ve yarına bakmak açısından umutlarını, arayışlarını bize çok açık, çok çıplak bir şekilde dile getirdiler. Nerede dile getirdiler? O deprem dayanışması anında dile getirdiler. Bu değişimi gören yerden bir festivali kurgulamaya çalıştık aslında. Küresel gerçekliğe de bakarak, ittifaklar kurmanın gerekliliği ortaya çıkmıştı zaten. Şimdi depremle birlikte zaten başka şansımız yok. Yani zulmünü, faşizmin kendi ruhunu, kendi o tırmanma temposunu depremin ilk üç günü devlet olduğu gibi vurguladı. Bütün toplumun gözünün içine baka baka vurguladı. O günler taleplerimizin ne olduğunu da o çığlıklardan çok iyi öğrendik. Buna rağmen, biz kendimizi tekrarda, kendi küçük dünyamızda boğmaya devam ettiğimizde, kendimize de topluma da ihanet etmiş olacağız. Bu deprem, bize de festivale de bunu öğretti. Öne çıkan görsel: Samandağ’daki Hıdır Ziyareti’nde bir Evvel Temmuz Bayramı
- Evvel Zaman İçinde Bizler Projesi Başlıyor
Bugün Nehna'da yeni bir albüm projesi başlıyor! #EvvelZamanİçindeBizler adını verdiğimiz bu projede sandıkların içinden çıkardığımız eski fotoğrafları dijital hale getirerek yayınlamaya başlıyoruz. Kapımız arşivindeki eski fotoğrafları paylaşmak isteyenlere sonuna kadar açık.
- Samandağ Namık Kemal İlkokulu öğrencileri öğretmenleriyle
#EvvelZamanİçindeBizler 1970'li yılların başında Samandağ Namık Kemal İlkokulu öğrencileri öğretmenleriyle birlikte. Corc Bal Arşivi'nden alınmıştır.
- Sarılar Rum Ortodoks Kilisesi papazı Abuna Bulos
#EvvelZamanİçindeBizler Bu fotoğrafı takipçimiz Filip Balıkçıoğlu bizimle paylaştı. Yer Altınözü, Sarılar Mahallesi, 1974 veya 1975 yılı. Şu anda 95 yaşında olan ve halen Sarılar Rum Ortodoks Kilisesi papazı Abuna Bulos (en sağda, oturan) mahallenin gençleriyle.
- Çoraklaşan Topraklar: Antakya, İskenderun ve Mersin’de Varlık Vergisi
Foto: Cumhuriyet Gazetesi Arşivinden “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar [bir o kadar] bir vicdan ve kültür meselesidir. (…) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir.” Bu cümleleri, dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942’de yaklaşık bir ay önce kurduğu hükümetin programını okurken TBMM kürsüsünde sarf etmişti. Bu konuşmasından yaklaşık iki ay sonra Saraçoğlu hükümeti, Cumhuriyet tarihinin en ırkçı uygulamalarından birine imza atacaktı. 11 Kasım 1942’de, TBMM Genel Kurulu’na getirilen Varlık Vergisi Kanunu oybirliğiyle kabul edilecek ve ertesi gün Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girecekti. Vergi, II. Dünya Savaşı’nın zorlu ekonomik koşullarını bahane ederek “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergileme”yi ve “stokçuluğu, karaborsacılığı bitirme”yi amaçlamıştı. Verginin kimden ne kadar tahsil edileceğine ise illerde ve ilçelerde kurulan bağımsız komisyonlar belirleyecekti. Komisyonlar, yerel eşraf ve bürokratlardan oluşacaktı. Kanuna göre, bu komisyonların kararları nihai ve kati olacaktı. Bu kararları takiben 15 gün içinde verginin ödenmesi gerekiyordu. Bu süre içerisinde vergisini ödemeyen mükelleflere gecikme zammı uygulanacak ve eğer bu zamlı vergiyi ödemezler ise bir ayın sonunda malları haczedilerek icra yoluyla satılacaktı. Kanun, bu satıştan sonra dahi borçlu olan mükelleflerin genel hizmetlerde çalıştırılması yoluyla borçlarını bedenen ödemelerini öngörüyordu. Kanun kağıt üzerinde eşitlikçi görünse de, İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin ilk ve tek baskısını 1951’de yaptığı Varlık Vergisi Faciasıkitabında aktardığına göre, Ankara’dan yollanan gizli damgalı bir yazıda, “savaştan dolayı kazanılan fevkalade kazançları bilhassa ekalliyetlerin [azınlıklar] elde ettiği” ve “bu kazançların tespitinde ekalliyetlerin ayrı bir cetvelde gösterilmesi gerektiği” belirtilmişti. Bunun üzerine Ökte, cetvellerin M ve G olarak ikiye ayrıldığını ve M’nin Müslümanları, G’nin ise gayrimüslimleri temsil ettiğini yazar. Daha sonra cetvellere geçmişte din değiştirmiş olanlar anlamında “dönmeler” için D ve “ecnebiler”i temsilen E harfleri de katılacaktı. Bu şekilde kategorilendirilen cetvellerle çalışan komisyonların koyduğu vergiler, mükelleflerin varlıkları uyarınca değil, kulaktan dolma bilgiler, tahminler, yakın ilişkiler ve komisyondaki isimlerin kişisel çıkarları doğrultusunda belirlenmişti. Ökte’nin aktardığına göre, bu verginin yürürlüğe konduğu günler, Nazi Almanyası’nın “yıldızının ufukta parladığı günler”di ve bu keyfiyete yol açan sebeplerden biri de bundan kaynaklı “ırkçılık”tı. Dolayısıyla, Ökte ve Varlık Vergisi üzerine çalışmalar yapan Ayhan Aktar’ın belirttiği gibi, Başbakan Saraçoğlu’nun emriyle “gayrimüslimlere diğerlerinden bazen on kat daha fazla Varlık Vergisi borcu çıkarılmıştı”. Rıdvan Akar, gayrimüslimlerin en yoksul kesimlerine de belirli oranda vergi uygulanırken, aynı meslek grubundan Müslümanların vergiden muaf tutulduğunu tespit etmiştir. Nihayetinde, 1944’te kanun yürürlükte kaldırıldığında, Aktar’ın aktardığı tabloya göre, tüm Türkiye’de Varlık Vergisi’nin yükünün yaklaşık yüzde 83’ünü gayrimüslimler, yüzde 7’sini Müslümanlar ve geriye kalan yüzde 10’unu da azınlıkların da içinde bulunduğu “dönmeler ve ecnebiler” çekmiştir. Bu dönemde gayrimüslimlerin vergi borcunu ödemek için satışa çıkardığı ve onlardan icra yoluyla elde edilen gayrimenkuller, çok büyük oranda Müslüman zenginlere ve devlet kurumlarına hızla satılmıştı. Aynı zamanda, açık artırma yoluyla icra edilen eşyalar da satılmıştı. Vergi borcunu ödeyemediği için, Ocak-Aralık 1943 tarihlerinde Aşkale (Erzurum) ve Sivrihisar’daki (Eskişehir) çalışma kamplarına 1400 gayrimüslim mükellef gönderilmişti. Genellikle gayrimüslimlerle ortaklıkları sebebiyle yüksek vergi borcu çıkarılan ve bu miktarları ödeyemeyen Müslüman mükellefler ise Ökte’nin direnci sayesinde kamplara gönderilmekten kurtulmuştu. Aktar’ın aktardığına göre, gayrimüslim mükellefler Aşkale’de Trabzon-İran transit karayolundaki karları temizlemiş, Erzurum’da şehrin sokaklarını süpürmüş ve Sivrihisar’da yol inşaatında taş kırmışlardı. Bu zorunlu işçilerden tümü İstanbullu olan 21 kişi de bu kamplarda hayatını kaybetmişti. Tüm bunlar gösteriyor ki, bu verginin esas amacı, Türkiye’deki gayrimüslimlerin Osmanlı-Cumhuriyet dönemi politikalarının ardından elinde kalan sermaye ve mallara “çökmek” ve Saraçoğlu’nun kanunun görüşüldüğü bir CHP grup toplantısında belirttiği gibi, “Türk piyasasını Türklerin eline vermek”ti. Antakya, İskenderun ve Mersin’de Varlık Vergisi 15 Aralık 1942 tarihli Yenigün gazetesi Bu varlık transferinin yüzde 70’i İstanbul’da gerçekleşmişti. Ayhan Aktar, Rıfat Bali ve Rıdvan Akar gibi araştırmacıların ve Faik Ökte’nin anıları sayesinde, en çok mükellefe sahip İstanbul’da verginin uygulaması üzerine bugün çok detaylı bilgiye sahibiz. Peki İstanbul dışındaki vergi uygulamaları buradaki nüfusu nasıl etkiledi? Maalesef, bu verginin 1940’larda halen belirli oranda gayrimüslim nüfusa sahip Mersin ve Antakya ve çevresindeki bölgelerde nasıl uygulandığına dair çok az şey biliniyor. Biz de ailemize ve bölgedeki yakın çevremize bu vergiden bahsettiğimizde pek bilgi alamadığımızı itiraf etmeliyiz. Bilgisi olanlar da yalnızca belirli ailelerden böyle bir vergi alındığını büyüklerinden duyduklarını söyleyebiliyorlar. Aslında bu yazı, bölgede bu vergiye dair hafızayı gün yüzüne çıkarmak için başladığımız geniş kapsamlı bir çalışmanın ilk kısmı olarak kabul edilebilir. Böylece, bu yazıda ismi geçenlerin ailelerine veya bu konuda bilgileri olanlara bize ulaşabilmeleri için bir çağrı da yapmış olalım. Nihayetinde, bu konudaki araştırmamız sırasında, Antakya ve çevresinde Varlık Vergisi uygulamalarıyla ilgili Şahin Yedek’in makalesine ile Yakup Kalıçlı’nın yüksek lisans tezine rastladık. Aynı şekilde, bu verginin Mersin’de nasıl uygulandığına dair ise Erdem Çanak imzalı bir makale ile Şekip Alpsoy’un yüksek lisans tezi mevcut. Bu araştırmalar, Antakya’da yayınlanan Yenigün gazetesi ile Mersin’de yayınlanan Yeni Mersin gazetelerine, arşiv belgelerine ve bölgede yapılan sözlü tarih çalışmalarına yaslanıyor ve farklı saiklerle – Alpsoy’unki hariç – yazılmış olsalar bile verginin Antakya ve çevresi ile Mersin’deki ırkçı ve haksız uygulamaları gözler önüne seriyor. Bu bölgelerdeki vergi uygulamalarına geçmeden önce, aşağıda bahsedilen vergi miktarlarını altın fiyatına endekslemenin, bugünkü gerçek değerini bulmaya değil ama bu maddi yükün ağırlığını anlamamıza yardımcı olacağını düşünmekteyiz. 1942 yılında 1 Reşat altını yaklaşık 33 lirayken, şu anki değerinin neredeyse 3 bin 700 lira olduğu düşünüldüğünde aşağıdaki vergi tahakkuk bedellerinin her birini 110’la çarparak devletin bir ay içinde ödenmesini istediği bedellerin bugünkü karşılıkları hakkında bir nebze fikir sahibi olabiliriz. Antakya Yedek ve Kalıçlı’nın çalışmalarına göre, Hatay’da Varlık Vergisi altı bölgede tahakkuk ediliyor: Antakya (Samandağ’ı ve Harbiye’yi de kapsıyor), Hassa, Yayladağı, İskenderun, Kırıkhan ve Reyhaniye (bugünkü adıyla Reyhanlı). 20 Kasım 1942’de, bu bölgelerde Varlık Vergisi mükelleflerini ve miktarlarını belirlemek için çalışmaya başlayan vergi komisyonları, 6 Aralık’ta çalışmalarını tamamlıyor ve nihayetinde Maliye Bakanlığı’ndan alınan onayın ardından 15 Aralık 1942’de vergi daireleri ve şehrin belirli yerlerine asılarak ilan ediliyor. Bu listelere göre, Türkiye’nin en fazla nüfusa sahip 38. ili olmasına (1940 nüfus sayımına göre) rağmen, Hatay üç milyon liradan fazla vergi borcuyla en çok vergi tahakkuk edilen 7. vilayet oluyor. 1944 yılına gelindiğinde bu bedelin yüzde 60’ının tahsil edildiği ve bu bölgenin Türkiye genelinde yüzde 75’i bulan tahsilat ortalamasının altında kaldığı bilgisine ulaşıyoruz. Diğer bölgelerdeki Varlık Vergisi listelerinde olduğu gibi bu listelerde de ilk göze çarpan, tabii ki gayrimüslim mükelleflerin yoğunluğu ve onlardan tahsil edilmesi amaçlanan vergi miktarının fazlalığı. Fakat yine de Antakya’nın Müslüman nüfusunun (Sünni ve Alevi) da vergiden yüksek oranda payını aldığını belirtmek gerekir. Antakya’da toplam 229 kişiye 842 bin 750 lira vergi tahakkuk edilirken, bu miktarın 300 bin lirası tek başına Yahudi Binhas Şayal Kebbudi’ye (Kebudi) kesilir. Listeye göre, Binhas Şayal’ın dışında Kebudi ailesinden beş farklı isme (Azar Kebudi ve kardeşi, Abdo Kebudi, İshak ve Şalum Kebbudi) daha belirli miktarlarda vergi tahakkuk edilir. Bu borçlar, Kebudi ailesinin Antakya’daki toplam verginin üçte birinden fazlasını ödemek zorunda bırakıldığını gösteriyor. Bu oranın büyüklüğünü daha iyi anlamak için, Binhas Şayal’dan sonra en çok vergi tahakkuk edilen Rasim Adalı’nın vergi borcunun 35 bin lira olduğunu not etmek gerekir. Zaten Binhas Şayal Kebbudi, bu borçları ödemediği gerekçesiyle nihayetinde kendini çalışma kampında bulacaktır. Ökte’nin aktardığına göre, Kebbudi, borcunu ödemek için, sahip olduğu depoları iş yaptığı uluslararası şirketlere satmak için İstanbul’a gelmiş ve bu parayı denkleştirmek için İstanbul Defterdarlığı’na başvurarak bir ay süre talep etmiştir. Fakat Antakya Defterdarlığı, Kebbudi’nin sekizden fazla çocuğunu Antakya’da bırakmasına rağmen eşiyle İstanbul’a gelmesini kaçacağının kanıtı olarak kabul etmiş ve istediği süreyi ona vermemiştir. Depoları satmak istediği şirketlerin, Kebbudi’nin içinde bulunduğu zor durumun farkına varması ve söz konusu mülkleri daha ucuza almak için görüşmeleri uzatması üzerine, Binhas Şayal İstanbul’daki kampa alınıp Aşkale’ye sevk edilir. 5 Şubat 1943 tarihli Yenigün gazetesi haberine göre, Binhas Şayal yalnız değildir, onunla birlikte babası da Aşkale’ye sevk edilir. Listenin ilk sıralarında dikkat çeken bir diğer isim ise bugün Sayek (siyasetçi Selin Sayek Böke’nin mensubu) olarak anılan Arap-/Rum-Ortodoks Sayığ ailesinden İlyas Sayiğ’dir. Sayiğ’e burada ve İskenderun’da ayrı ayrı 5 bin lira vergi tahakkuk edilirken, Antakya’da en yüksek miktarda vergi kesilen Arap-/Rum-Ortodoks, şehrin ünlü doktorlarından Alber Beyluni olur. Beyluni, 1938’de bağımsız Hatay Devleti’nin ilanının ardından kurduğu İttihat-ı Anasır Cemiyeti vasıtasıyla, dış siyasete karışmaksızın bölgedeki unsurların birlikte yaşamını savunmuş bir isim. Bölgenin Türkiye’ye katılmasına karşı çıkan Beyluni, 1939’da Hatay’ın iltihakı sonrasında Halep’e gider, fakat Türkiye muhaliflerine çıkan siyasi affın ardından Antakya’ya geri döner. Kalıçlı’nın Semiramis Kuseyri’den aktardığına göre, Beyluni Varlık Vergisi kapsamında kendisine çıkarılan 17 bin liralık borcu ödeyemez ve Aşkale’ye gönderilir. Şunu belirtelim, görüştüğümüz farklı yerel kaynaklar bu iddianın doğruluğunu teyit edemediler. Söz konusu vergi olduğunda mesele sadece siyasi tutum olmayacaktır. Zira Beyluni’den farklı olarak Hatay’ın Türkiye katılmasını savunan ve Hatay Devleti Meclisi’nde görev alan Arap-/Rum-Ortodoks Basil Huri de 5 bin liralık vergi tahakkukuyla listede üst sıralarda yer alır. Şehrin bazı Müslüman seçkinlerinin Huri’yle aynı kaderi paylaşması da ilginç bir husus. Örneğin, vergiden üç yıl önce Hatay Devleti Meclis Başkanı olan Abdülgani Türkmen’e ve eşine 5 bin 500 liralık bir vergi borcu çıkarılır. Bu borçtan daha fazla şaşırtıcı olan nokta ise Türkmen’in o sırada halen Hatay milletvekili olarak Meclis’te olması. İlginçtir ki Türkmen, vergi kanunun oylandığı 11 Kasım 1942 tarihli Genel Kurul toplantısına hasta olduğu gerekçesiyle katılmamıştır. Yine de böyle bir verginin ona tahakkuk edilmesi şaşırtıcı olsa da nihayetinde Türkmen’in bu borcu ödeyip ödemediğini bilmiyoruz. Listede Türkmen gibi Türkiye yanlısı tutumuyla bilinen Arap Alevi Alaeddin Cilli de yer almaktadır. Samandağ’ın etkili ve büyük toprak sahibi Cilli aşiretinin önde gelen isimlerinden Alaeddin Cilli’ye de 3 bin lira vergi çıkarılır. Yine Arap Alevilerden Abdulla Gali 8 bin liralık ve Selim ve Reşit Cezayirli de 25 bin liralık vergi borcuyla listede üst sıralarda yer alır. İskenderun İskenderun bölgesindeki listeye göre ise toplamda 167 kişiye 1 milyon 20 bin 200 lira vergi tahakkuk edilir. Antakya’dan farklı olarak İskenderun gayrimüslim nüfusun daha yoğun yaşadığı bir şehirdir. Zaten Yedek’in makalesine göre, buradaki vergi mükelleflerinin en az 53’ü gayrimüslimdir. Listede ilk sırada 207 bin 500 lirayla vergi borcuyla Levanten Josef Katoni (Joseph Catoni) bulunmaktadır. Katoniler, 1840’larda İskenderun’a yerleşen İtalya kökenli bir aile. Özellikle 19. yüzyılda İskenderun Limanı’nın büyümesinde etkili Akdeniz ticaretinde bu ailenin önemli bir rolü olduğu biliniyor. Bugün İskenderun sahilinde metruk halde bulunan yalının sahibi olan Katoni ailesinin son ferdi Augustine’in 1969’da vefat etmesiyle bu şehirdeki varlığı sona ermiş olsa da, aile hala Türkiye ve bölgede gemi ticareti yapmaktadır. Ailenin bir diğer önemli liman şehri olan Mersin’de de mal varlığı olduğunu yine vergi listelerinden öğreniyoruz. Zira burada çıkarılan yüksek bedelli borç yetmemiş olacak ki, Jozef Katoni’ye Mersin’de de 75 bin liralık vergi kesilmiş. İskenderun listesinin ikinci sırasında ise 41 bin 600 lirayla Hatay Yağları Şirketi bulunmaktadır. Şirketin sahibi Yunanistan vatandaşı Rum Ortodoks Strati Glyptis’tir. Yunanistan’ın Antakya’daki fahri konsolosu olan Glyptis, Varlık Vergisi yükünü bir şekilde atlatsa da, 1964 yılında Yunanistan tebaasından Rumların sınırdışı edilmesi kararı uyarınca Yunanistan’a gitmek zorunda kalacak ve bu şirketin hisselerini Corç Zarif’e satacaktır. Listede üçüncü sırayı ise 40 bin 500 liralık vergi bedeliyle katılım sürecinde Suriye yanlısı tutum alan Arap Alevi Abdülgani Cezayirli alır. Aynı aileden Mehmet Cezayirli’ye de 5 bin 500 lira vergi tahakkuk edilir. Augustine Catoni (soldan üçüncü) - Kaynak: Levantine Heritage-Eda Kaçar Özmutaf Arşivi. İskenderun listesinde dikkat çeken bir unsur olarak Arap-/Rum-Ortodokslara tahakkuk edilen yüksek vergi bedellerinden bahsedebiliriz. Aile-isim bilgilerine göre yaklaşık 25 kişinin Arap-/Rum-Ortodoks olduğunu tahmin ediyoruz. Bu bağlamda, listede en çok ismi geçen aile Sayiğler (Sayek). Varlık Vergisi kapsamında, Sayek ailesinden sekiz kişiye (Kayseme Sayiğ, Edvar Sayiğ, Corc Sayiğ, Kozma Sayiğ, Cemile Sayiğ, İlyas Sayiğ, Zondi Sayiğ ve Zandi Sayiğ) toplam 96 bin lira vergi tahakkuk edilir. Kalıçlı’nın tezinde Teyfik ve Can Sayek’ten aktardığı ilginç detaylar var. Babaları Edvar Sayiğ’in o dönemde yaşadıklarına dair anlattıkları, verginin arkasındaki siyasi motivasyonu ve uygulamanın keyfiliğini gözler önüne seriyor. Bu anlatılara göre Sayiğ, vergi döneminde bir gün trende seyahat ederken Ankara’dan birine tesadüf eder ve kendisine tarh edilen 20 bin liralık verginin servetinin çok üstünde olduğundan dert yanar. Bunun üzerine, Ankara’dan gelen kişi, Sayiğ’e ismini sorar ve “Enver” yanıtını alır. Bu ismi duyan Ankaralı beyefendi, Sayiğ’e “bu işte bir yanlışlık olduğunu” ve “bu isimde birine çok fazla [vergi] tahakkuk etmemeleri gerektiğini” söyler. Fakat tüm Türkiye’deki vergi uygulamalarını göz önünde bulundurunca bu işte bir yanlışlık yoktur ve Sayiğ de bu yüksek vergi borcunu bir şekilde ödemek zorundadır. Bazı mülklerini elden çıkaran Sayiğ, borcun geri kalan kısmını ödemek için Ziraat Bankası’ndan yüksek faizle kredi talebinde bulunur. Teyfik ve Can Sayek’in aktardıklarına göre, kredinin çıkması gecikince, bir sabah Edvar Sayiğ, polis eşliğinde Kaymakamlık’a götürülür. Vergisini ödeyemeyen diğer İskenderunlu gayrimüslimler de orada toplanmıştır. Buradakilerin Aşkale’deki çalışma kampına gönderilmek üzere göz altına alındığını öğrenirler. Bir şekilde kaymakamla görüşme fırsatı yakalayan Sayiğ, onu kredi başvuruları onaylanana kadar süre vermeye ikna eder ve Aşkale’ye gönderilmelerine engel olur. Sayeklerin bu anlatısını Yenigün gazetesinde 28 Ocak 1943’te çıkan bir haber doğrular. Bu habere göre, Hatay’da vergisini ödemeyen mükellefler 27 Ocak günü gözaltına alınmış, birkaçı burada borcunu öder ve geriye kalan 20 civarında kişi bir süre daha gözaltında tutulur. Edvar Sayiğ’le birlikte o gün gözaltına alınan bir diğer Arap-/Rum-Ortodoks da İlyas Ezrak’tır. Ezrak, şahsına kesilen 20 bin lira ve Nasri Gazel’in vekili olarak çıkarılan 10 bin lira vergiyle İskenderun listesinde üst sıralarda alır. Basil Huri gibi Hatay Devleti mebusluğu yapmış bir başka Arap-/Rum-Ortodoks Marsel Balit’in de payına bu vergiden 20 bin lira düşer. Kırıkhan 1915 öncesinde bölgedeki en büyük Ermeni nüfusuna sahip olan Kırıkhan’da tahakkuk edilen vergi miktarı toplamda 53 kişiye 750 bin lira olurken, en çok vergi tahakkuk edilen kişi 400 bin lirayla Mustafa Çanakçı olur. Müslüman olduğunu varsaydığımız Çanakçı’nın neden yalnızca Kırıkhan’da değil tüm bölgede en çok vergi yüklenen isim olduğuna dair net bir bilgimiz yok. Fakat vergi komisyonlarının kişisel çıkarlar ve husumete göre karar verdiği birçok örnek göz önüne alınınca, Çanakçı’nın da böyle bir tutuma kurban gittiğini düşünmek çok yanlış olmayacaktır. Çanakçı’nın borcunu çıkarınca kalan 350 bin liranın en az 200 bini gayrimüslimlere (çok büyük kısmı Ermenilere) tahakkuk edilir. 50 binle Arnest Altunyan, 25 binle Viktor Esved (kendisine İskenderun’da da 25 bin lira vergi tahakkuk edilir), 20 binle Bedros Keşişyan, 15 binle Kevork Boduryan ve Versami Şirin, 11 binle Kirkor Gökçeoğlu ve 10 binle Artin Boğaciyan listede ilk sıralarda yer alırlar. Bu isimlerin dışında Ermeni bir mükellef dikkate şayandır: Haçadur Karabacakyan (Karabacakoğlu). Bölgede Haçadur Ağa olarak bilinen Karabacakyan, Antakya’nın Türkiye’ye katılma sürecinde Türkiye yanlısı tutumuyla ön plana çıkar ve Hatay Devleti Meclisi’nde Kırıkhan temsilcisi olarak yer alır. Aynı yıl Ankara’yı ziyaret eden Hatay Devleti heyetinde yer alan Karabacakyan, burada gazetelere “Ermenilerle Türkleri ayıranın din olduğunu” ve “kendilerini de Türk kabul ettiklerini” açıklar. Fakat bu tutumu dahi Karabacakyan’ı bir zamanlar borç verdiği komisyon üyelerinin çıkardığı yüksek vergiden kurtaramayacaktır. İlk listede yeğeni Zadig’le birlikte toplamda 30 bin lira vergi kesilen Haçadur Ağa’ya bu bedeli ödedikten sonra, düzeltilerle çıkarılan ikinci listede bu kez 60 bin lira vergi yüklenir. Serdar Korucu’nun aktardığına göre, Haçadur Ağa çiftlik, han ve dükkanlarını vergi miktarını belirleyen komisyon üyelerine düşük fiyatlarla satıp borcunu kapatır ve yoksul bir şekilde Halep’teki doktor oğlunun yanına sığınır. Reyhanlı Kalıçlı ve Yedek’in çalışmalarında yer alan son liste Reyhanlı’ya ait. Bu bölgede vergi tarh edilen tamamı Müslüman 76 mükellef bulunmaktadır ve tahakkuk edilen toplam bedel ise 333 bin 590 liradır (yani neredeyse Antakya’daki Kebudi ailesine yüklenen vergi kadar!). Toplam miktar, Reyhanlı’da mükelleflerin ekonomik durumlarının çok düşük olduğu düşünüldüğünde ne kadar hayret vericiyse, siyasi konumları göz önünde bulundurulduğunda bir o kadar da makul. Reyhanlı, en verimli arazilerin olduğu Amik Ovası’nda bulunan bir tarım bölgesi. Bu ovaya 19. yüzyılın ortasından itibaren hakim olan ise “Amik Ağaları” olarak bilinen Reyhanlı aşireti. Uzun yıllar boyunca bölgenin ekonomisine ve siyasetine hakim olan Mürselzade (Mursaloğlu) ve Türkmen aileleri de bu aşirete mensup. Bu ailelerden Tayfur Sökmen ile Abdullah ve Abdurrahman Mürseloğlu, aynı zamanda bölgenin I. Dünya Savaşı’nın ardından 1939’a kadar süren Türkiye’ye bağlanma mücadelesinin en önde gelen isimleri. Hatay Devleti’nin ilk ve tek Cumhurbaşkanı olan Tayfur Sökmen, 1939’dan sonra da Antalya milletvekili olarak TBMM’de görev alırken, Abdullah Mürseloğlu da 1942 itibariyle Hatay milletvekili olarak Meclis’te yer alır. Vergi kanununun oylamasına katılmayan bu iki isimden Sökmen’e yalnızca 1.500 lira vergi tarh edilirken, Mürseloğlu’na tahakkuk edilen vergi onun üç katı, yani 4 bin 500 lira. Verginin bu iki isme neden farklı miktarlarda kesildiğini maalesef ki bilmiyoruz. Yine de bu iki ismin iktisadi varlıkları düşünüldüğünde vergilerin servetleri oranında tahakkuk edildiğini söylemek güç. Nitekim toplamda 11 mensubuna 36 bin 500 lira vergi tarh edilen Mürselzadelerden Neşet Mursaloğlu da bizimle aynı fikirde. Kalıçlı’nın kendisiyle yaptığı görüşmede, Mursaloğlu, ailesinin durumunu hesaba katıldığında toplam vergi bedelinin az olduğunu belirtir. Ancak, dönemin iktidar partisi CHP’nin esas gücünü bu vergiden yaklaşık üç yıl sonra dağılacak “eşraf-bürokrat-ağa koalisyonu”ndan aldığı düşünüldüğünde, “Amik Ağaları”na kesilen vergi miktarının düşük tutulması şaşırtıcı değil. Zira Kırıkhan’ın yanı başındaki Adana’da, dönemin Seyhan (Adana) Milletvekili Hilmi Uran, komisyonun şehirdeki toprak ağaları ve Müslüman tüccarlara çıkarılan vergi bedellerini düşürmeye çabalamış ve “Hilmi Uran listesi”nin geçerli olmasını sağlamıştır. Nihayetinde, Rıfat Bali’nin aktardığına göre, Adana’daki mükelleflerin yüzde 5’ini oluşturan 47 Yahudi’ye toplam vergi miktarının yüzde 25’inin tahakkuk edildiği bir tablo ortaya çıkar. Mersin 8 Aralık 1942 tarihli Yeni Mersin gazetesi Alpsoy ile Çanak’ın çalışmalarına göre, Varlık Vergisi’nin yalnızca İçel vilayetinin merkez ilçesi Mersin’de nasıl uygulandığına dair detaylı bilgiler mevcut. Burada vergi mükelleflerini ve tahakkuk bedellerini belirlemek üzere toplanan altı kişilik komisyon 16 Kasım 1942’de görev başlar ve 7 Aralık 1942’de ilk listeler şehrin belirli yerlerine asılarak duyurulur. Bu listelerin toplanmasını öngördüğü 6 milyon lirayı aşkın vergi bedeli, 1940 itibarıyla Türkiye’nin nüfusu en büyük 31. vilayeti olan İçel’i en yüksek vergi tahakkuk edilen 6. şehri yapar. Alpsoy’un tespitine göre, bu bedelin yüzde 75’i şehir nüfusunun yüzde 1’ini bile oluşturmayan gayrimüslimlerin sırtına bindirilirken, Müslüman mükellefler yüzde 24’ünü ödemekle yükümlüdür. Alpsoy’un verdiği bu yüzdelere yerel kaynaklara dayanarak aşağıda bir şerh düştüğümüzü buraya not edelim. Son olarak, Mersin’de toplam miktarın yüzde 1’i ise “ecnebiler ve dönmeler” kategorisinde sayılan isimlere tahakkuk edilir. Kanun yürürlükte kaldırıldığında tüm vilayette tahakkuk edilen verginin yüzde 85’i tahsil edilmiştir. Antakya ve çevresiyle karşılaştırıldığında, Mersin’de kişilere kesilen vergi borçları çok daha yüksek. Buradaki listenin başında sermayelerinin 40 katı fazla olan 600 bin liralık vergi borcuyla Yahudi Şaşo kardeşler ve Şaşol Kohen bulunmaktadır. Bu isimlerin dışında, Alpsoy’un Mersin Ticaret Odası kayıtlarından tespit ettiğine göre, Mersin’de bulunan elli Yahudi mükellefe toplamda 350 binden fazla vergi yüklenmiştir. Toplamda ise Yahudi mükelleflere çıkarılan vergi borcu, bu mükelleflerin sahip olduğu sermayenin tam dört katıdır. Listenin ilk sırasında yer alan bir diğer mükellef, yine 600 bin liralık vergiyle Nazım Gandur kardeşler. Aynı aileden Mustafa ve Salah Gandur da 110 bin liralık vergi borcuyla listede üst sıralarda. Alpsoy, yine Ticaret Odası kayıtlarına bakarak, İskenderun listesinde de 25 bin lira borcu bulunan Nazım Gandur’un Suriye’den gelen Süryani bir aileye mensup olduğunu belirtir. Alpsoy’a göre, 200 bin vergi borcu tahakkuk edilen Nazım Miskavi de aynı şekilde Suriye’den Mersin’e göç etmiş bir Süryanidir. Fakat yazıyı yazarken bilgisine başvurduğumuz yerel kaynaklar Gandurlar ve Miskavilerin Suriye ve Lübnan’dan bölgeye göç etmiş Müslüman aileler olduğunu aktardılar. Listede en çok vergi tarh edilenler arasında 370 bin liralık bedelle üçüncü sırada bulunan Mehmet ve Şefik Hariri’nin de Lübnan’dan bölgeye göç eden Müslümanlar olduğu göz önünde tutulunca, Varlık Vergisi bahsinde pek dikkat çekmeyen bir durum ön plana çıkıyor. O da, Mersin’de şehrin liman ticaretinde 19. yüzyıldan bu yana önemli yer tutan Suriyeli ve Lübnanlı ailelerin ekonomik gücünü kırmak için yüksek vergiye tabi tutulmaları. Bu ailelerin yanı sıra, yine Suriye’den gelen Mehmet Akil’e de Zeki Bilmen’le ortaklığından dolayı 150 bin ve başka bir ortaklığından 100 bin vergi kesilmesi, bu konudaki kuşkularımızı kuvvetlendiriyor. Nitekim listede “ecnebi” kategorisinde bulunan Suriyeli Abdülvehap Necati ve Lübnanlı Yakup İzzettin’e de sermayelerinin iki katı oranında 10 bin liralık vergi kesildiğini görüyoruz. Aynı kategori altındaki Batı devletleri vatandaşlarına ise ya sermayelerine oranla çok cüzi miktarlar çıkarılmış ya da hiç vergi kesilmemiş. Öte yandan, şehirdeki yerli Hıristiyanlar ise adaletsiz vergi uygulamasından nasibini alır. 19. yüzyılda Lübnan’dan Mersin’e göç eden Maruni bir aileden gelen sigortacı Mülhem Selfun’a sermayesinin altı katı oranında 30 binlik vergi çıkarılır. Sanatçı Jehan Barbur’un ailesinden Arap-/Rum-Ortodoks Fuat Barbur da 58 bin liralık vergi tahakkukuyla listenin üst sıralarında yer alır. Diğer taraftan şehrin Türk-Müslüman tüccarlarına kesilen vergiler ise uygulamanın nasıl tamamen keyfi kararlara ve kişisel ve siyasi ilişkilere bağlı olduğuna ışık tutar. Mersin’de de vergi oranlarını belirlemekle görevli komisyonun üyeleri kendilerine sermaye bedelleri oranında cüzi sayılabilecek borçlar çıkarmışlardır. Komisyon üyelerinden Fuat Morel, 5 bin liralık sermayeye sahip iken bin lira vergi öder. Aynı şekilde, 20 bin liralık sermaye sahibi Hamdi Ongun, komisyonda kendisine bin liralık vergi tarh ettirir. Sonuç olarak, Antakya ve çevresi ile Mersin’deki vergi uygulamalarına baktığımızda, Türkiye’deki genel uygulamayı çoğunlukla tekrar eden bir tablo görüyoruz. Siyasi yakınlık, kişisel husumetler ve keyfiyet bu bölgelerde de komisyonların kararlarının esas belirleyeni olmuştur. Gayrimüslimlere sermayelerinden çok daha yüksek oranda kesilen vergiler, burada Müslümanlara varlıklarına göre çok daha cüzi oranda çıkarılır. Zira bu bölgeler, 1940’larda İstanbul dışında kültürel çeşitliliğe sahip Türkiye’deki ender yerlerdir. Arap-/Rum-Ortodokslar, Ermeniler, Süryaniler, Protestanlar, Latin Katolikler, Maruniler, Arap Aleviler, Suriye ve Lübnan’da göçen Müslümanlar ve Yahudiler 1940’lara kadar kendilerini burada bir şekilde var edebilmiş, fakat bu tarihle birlikte yaşanan kültürel kayıp hızlanmaya başlamıştır. Vergi, bölgeden ve ülkeden göçleri hızlandıran bir faktör olur. Arap Aleviler dışında, şu anda bölgede sadece varlığı kısmen hissedilen Arap-/Rum-Ortodokslar kalmış, Yahudi nüfusu ise maalesef ki onlu sayılarla ifade edilecek kadar azalmıştır. Keza Ermenilerin sayısı ise birkaç yüzden öteye geçmezken, Süryaniler ise İskenderun’a Adıyaman ve Mardin’den gelen birkaç aileyi saymazsak hiç kalmamıştır. Bu durum bugün bizi bölgede kimliğinden yoksun şehirlerle baş başa bırakıyor. Antakya’da Affan ve Zenginler mahallesini gezerken turistler yapıların güzelliğine hayran kalırlar; fakat o muhteşem avlulu evleri yapan kimlerdi? Kimler otururdu? Şehrin güzelliğini yaratanlardan kimler varlar? Bu soruların cevabını verebilmek için öncelikle İskenderun Çarşısı’nda sadece iki yüz metre yarıçaplı bir daire çizersiniz. İçine bir sinagog ve altı kilisenin sığdığı bu dairede, maalesef ki, sadece turistler için çok güzel yapılmış yapılar olmaktan öteye gitmeyen binalar kaldığını görürsünüz. Bu binaların sahiplerinin çoğu gittiler, gitmek zorunda bırakıldılar. Buna sebep olan politikanın önemli bir parçasıydı Varlık Vergisi. Hedef ülkeyi ve sermayeyi Türkleştirmekti. Amaç hasıl oldu. * Bu çalışmayı yaparken yardımlarına ve bilgilerine başvurduğumuz Ayhan Aktar, İbrahim Beylunioğlu, Mahir Biçer, Şule Can, Tamar Nalcı ve Yasmina Şelfun Lokmanoğlu’na çok teşekkür ederiz. Yararlanılan kaynaklar Ayhan Aktar, (der.) Yorgo Hacıdimitriadis’in Aşkale-Erzurum Günlüğü (1943), İletişim Yayınları, 2011. —, Varlık Vergisi ve ‘Türkleştirme’ Politikaları, İletişim Yayınları, 2018. Erdem Çanak, ‘Varlık Vergisi ve Mersin Uygulaması’, CBÜ Sosyal Bilimler Dergisi 14, 1 (2016): 363-82. Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951. Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları: Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Belge Yayınları, 1996. Rıfat Bali, Türkiye’deki Yahudi Toplumlarından Geriye Kalanlar, Libra Kitap, 2016. Serdar Korucu, Sancak Düştü: İskenderun Sancağı’ndan Hatay’a “Ermeni Meselesi”, Aras Yayıncılık, 2021. Şahin Yedek, ‘Hatay’da Varlık Vergisi Uygulamaları (1942-1943)’, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 36, 101 (2020): 163-202. Şekip Alpsoy, ‘Varlık Vergisi ve İçel’deki Etkileri’, Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üniversitesi, 2001. Yakup Kalıçlı, ‘Varlık Vergisi ve Uygulanışı: Hatay Örneği’, Yüksek Lisans Tezi, Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2020.
- Usta ve Kalfaları
Yazı ve fotoğraflar: Abdulla Sert Sözlükleri karıştırdığımda mesleki anlamda “usta” kelimesi için en fazla karşılaştığım tanımlardan birisi şudur: “Bir zanaatı bütün incelikleriyle, gereği gibi öğrenmiş olan ve onu kendi başına uygulayabilen, yapabilen kimse.” Sanatla uğraşan “usta” için rastladığım tanımlardan birisi ise şudur: “Sanatında üstün olan sanatçı, sanat öğreticisi.” Bildiğiniz gibi, Antakya yüzlerce yıldır uyum içinde, birlikte yaşama kültürünü içselleştirmiş çeşitli din ve etnik kökene sahip toplulukları barındırmış ve “çok kültürlü ve özgün” tanımını hak etmiş bir kenttir. Antakya’da terzilik, kuyumculuk, ayakkabıcılık, camcılık ve ipekçilik gibi kökleri çok eskiye dayanan meslekler, endüstriyel üretimin cazibesi ve etkisine rağmen günümüze kadar azalarak da olsa devam etme başarısını göstermişlerdir. Bu başarıda hem ustaların hem de müşterilerinin payı var tabii ki. Antakya’da hala “usta”nın değerini bilme ve hakkını verme kültürü yaşıyor. Antakyalılar her zaman dürüst ve çalışkan ustaların hakkını vermişler ve hala da vermeye devam ediyorlar. Eskiden az ve orta gelirli ailelerin, genelde ilkokul çağına gelmiş erkek çocuklarını, özellikle yaz tatillerinde, saygınlığı olan ustalardan birine “eti senin kemiği benim” mantığıyla çırak vermeleri sıkça rastlanan bir durumdu. Benim de çocukluğumun 7 ile 12 yaş arası dönemi terzi çıraklığıyla geçti. Askerî kışlanın doğu cephesinin çaprazında, Kurtuluş Caddesi’nin bitimine yakın, tek katlı bir terzi dükkanı olan Bişare Levzi’nin yanına çırak verildim. Üç yıl sonra da, daha yüksek çırak haftalığı teklifine tav oldum. 300 metre uzakta, Corc Saut Usta’mın kalfa, çırak sayısının ve yaramazlık katsayısının daha fazla olduğunu gördüğüm dükkanında terzi çıraklığına devam ettim. Adettendir, terzi çıraklığına başlayan her çocuğun sağ orta parmağının ilk boğumu kalfa ya da usta tarafından son boğumunun üzerine bükülerek, ince bir kumaş parçasıyla bağlanır. Orta parmağın bu şekilde en az bir ay bükülü kalması şart koşulurdu. Böylece, sonradan terzi yüksüğü takıldığında parmak hemen kendiliğinden bağlı imiş gibi bükülür ve iğneyle dikim yapmaya hazır hale gelirdi. Yıllar geçti, mühendislik okudum, sonrasında bu yazının konusu olan bir terzi “usta”sının kızı Dianna’yla evlendim. Ustamızın adı Hanne Çalışkan. Kendisini aileden biri olarak, yıllar içinde daha yakından izleme ve tanıma mutluluğuna eriştim. Usta Hanne Çalışkan Daha askere gitmeden genç bir terzi olarak, Antakya’nın en merkezi yerinde terzi dükkanı açmaya karar veren ve sonrasında aynı yerde 60 yıla yakın terzi mesleğini sürdüren, terzi camiasında “ustaların ustası” olarak anılan ve saygı duyulan, hali vakti yerinde olan her genç kız ve oğlanın modaya uygun döpiyes, takım diktirerek övündüğü bu ustamızla ilgili bir şey yapmalıydım. Özellikle vefatından sonra eşimle yapabileceklerimiz konusunda düşünmeye başladık. Usta-kalfa ilişkilerinde geleneklere bağlı oluşunun, diğer yandan, hem kendini hem de kalfalarını geliştirme gayretinin, yeniliklere devamlı açık olmasının ve kalfalarıyla kurmuş olduğu yakınlık ve hamiliğin canlı tanıkları olarak ben ve eşim, bu değerli ustamızı, kalfalarıyla röportajlar yaparak tanıtmaya karar verdik. Bizden sonraki kuşakların da tanıması adına, geleneksel mesleklere örnek olması için, esnaflık tarihine not düşme düşüncesiyle bir kitap yazdık. Not tutmayı sevdiğini bildiğimiz rahmetli ustamızın 60 yıldır yanında çalışan kalfaların listesini el yazısıyla tuttuğu notlar, kitabı yazma metodumuzu belirledi. Çalışkan'ın kalfalarının isimlerini listelediği notları Yaşayan kalfalarıyla Hanne Usta hakkında düşünce ve anılarını toparlamaya karar verdik. İki yıl süren hazırlık aşamasında, yurtdışı ve Antakya’da yaşamlarını sürdüren toplam sekiz kalfasıyla söyleşiler gerçekleştirdik. Kitapta yaptığımız röportajların ses dökümlerini yazıya döktük, anılarını kendilerinden ve ustanın arşivinden fotoğraflarla destekledik ve benim çekmiş olduğum fotoğraflarla harmanladık. Sonunda 58 sayfalık “Usta ve Kalfaları” kitabını sınırlı sayıda bastırıp önce aileye, kalfalara ve ilgili kurum ve kişilere dağıttık. Kitabı verdiğimiz kalfalarıyla yaşadığımız çok duygu yüklü anlar emeklerimizin boşa gitmediğini gösterdi. Bu kitapta, Usta Hanne Çalışkan’ın mesleğiyle ilgili ustalık ve yetenekleri üzerinde durmaktı amacımız. Bununla beraber hedefimiz, bu kişi özelinde, Antakya’da yaşamış çeşitli geleneksel mesleklerin isimli-isimsiz ustalar ile kalfaları arasındaki içten, koruyucu ve geliştirici ilişkiler hakkında sizlere ve sonraki kuşaklara bir not düşmekti. Sözlerimi bu kitaba çok emeği geçen kızı ve aynı zamanda eşim Dianna’nın önsözde yazdıklarıyla bitiriyorum: “Babam ve annem! Bizleri dünyaya getiren ve yetiştiren, adam eden, bizlere aile, sevgi, bağlılık ve saygı kavramının özünü vererek öğreten bu iki eşsiz insan bizlerde yaşamaya devam ediyor. Bu belgeseli sadece ben hazırlasaydım adını ‘Babam ve Kalfaları’ koyar, duygusal olarak babamı daha fazla öne çıkarırdım. Biz 6 çocuk okuyup evden ayrılana kadar, evde annemiz dışarıda da babamız bizim için rol modeli oldular hep. Annem sevgi, babam ilgi ve disiplini ile kişiliklerimizi oluşturmada ellerinden geleni yaptılar sağ olsunlar! Kolay değil, el ele vererek 70-80’li yıllarda 4’ü kız 6 genç evlatlarına üniversite okuttular! Bu belgesele konu olan Babam, terzilik mesleğinde Antakya’ da marka olmuş bir kişiydi. İlk gençlik yıllarında başladığı terzilik mesleğini, terzihane ve personel yönetimi olsun, müşteriye yönelik yenilikler olsun, adım adım kendini kanıtlayarak sadece Antakya’da değil çevre illerde de adından söz ettirecek en üst düzeylere taşımıştır. Personelini yetiştirmede, yönetmede ve beşeri ilişkilerinde başka ustalara örnek olmuş yöntemler geliştirmiş. ‘Meslek altın bileziktir, o bilezik sayesinde yaşayacaksınız ona göre’ şiarını uygulamıştır. Babam 1960 yıllardan itibaren müşterileri için yenilikçi, modayı takip eden ürünlerle vazgeçilmez bir usta haline gelmişti. Antakya’nın orta ve yüksek gelirli çevrelerinden olup babama dikiş yaptırmayan çok azdı. Müşterileri “Bu döpiyesi, paltoyu Hanna Çalışkan’a diktirdim” vb. sözcükleri ile ayrıcalıklı ve özel olduklarını hissederlerdi. Babamın bir başka hayran olduğum yönü sürekli okuması ve bilgilerini kendi yorumları ile bizlerle, dostları, müşterileri ve personeli ile paylaşmaya hiç üşenmemesiydi. (Hiçbir şey bulamasa bizim okul kitaplarımızı, ansiklopedileri ve küçük ilanlarına kadar gazeteleri okurdu) Sahibi olduğu ‘Şık Terzihanesi’ bu sayede özel bir buluşma ve sohbet mekanı olmuştur hep. Terzihanede çoğu kez, onu bir başka usta, genç bir öğrenci, öğretmen, doktor, milletvekili ile bir konu üzerinde tartışırken gördüğümde içten içe gurur duyar ve ona olan saygı ve sevgim katlanırdı. Mesleki konulara ek olarak, sosyal ve kültürel konularda da, özellikle dinlerle ilgili kutsal kitapları yorumlayacak bilgelikte kendini yetiştirmiş, çok kültürlülükle ilgili TRT ve diğer tanınmış ulusal kanallar tarafından belgesellere davet edilmişti. Ölümünden sonra bulduğumuz ona ait el yazısı notlarını görüp okuyunca elinize aldığınız bu belgeseli muhakkak yapmamız gerektiğini düşündük. Bu düşüncemizi, hayatta olan yetiştirmiş olduğu kalfalardan belirlediğimiz bir süre içinde bulduklarımızla konuşarak, sonra da eşimin hazırladığı formatta, bu kitapla hayata geçirdik. Ustalar ustası Hanna Çalışkan’ın kızı olduğum için ne mutlu bana!” Not: Sınırlı sayıda basılan kitabı çoğaltma planımız var. Kitabı edinmek isteyenlerin abdulla.sert@gmail.com adresine yazarak taleplerini ve posta adreslerini bildirmelerini rica ediyorum. www.abdullasert.com
- Çocukluğumun Antakya Avlu Evleri
İnsanın doğup büyüdüğü şehirlerin kendi şansıyla bir ilgisi olduğunu düşünenlerdenim. Şanslıyım, çünkü Türkiye’nin en kozmopolit şehirlerinden birinde doğdum. Kendimi en çok ait hissettiğim şehir olabilir (bu bir sır) Antakya. Aslında daha da köklere gidecek olursak en çok özlediğim yer, şehrin arka dar sokakları arasında, içinde meyve ağaçları olan yüksek duvarlı, kahverengi demir kapılı, içine doğduğum avlulu ev. Çocukluğumun en güzel anılarına şahitlik eden o avlulu evden ve genel olarak Antakya’nın en sevdiğim yerlerinden Zenginler Mahallesi’nden, çok meşhur olan Affan Kahvesi’nden ve arkasındaki avlulu evlerden bahsedeceğim. Değişik hikayeleri içinde barındıran avlulu evlerdeki anılar burada belki de bir yazı dizisine dönüşecek. Bunu çıktığım bu yolda hep beraber yaşayarak göreceğiz. Antakya’daki avlulu evler dışarıya kapalı, gökyüzüne açık mekanlar olarak, sosyal ve kültürel hayatın en önemli parçalarından biridir. Farklı etnik ve dinsel topluluklardan insanlarla bir arada büyüdüm bu evlerin birinde. Bu evler genellikle şehrin eski Antakya diye bilinen kısmındadır. Habib-i Neccar Dağları ile Asi Nehri arasında, özellikle de Kurtuluş Caddesi üzerinde bulunur. Nedir bu evlerin gizemi, zorlukları, güzellikleri? Benim büyüdüğüm evde, yan yana iki büyük yatak odası, kısa bir girişten sonra hemen sol tarafta çocukken çok büyük gelen ama şimdilerde ne kadar küçük olduğunu fark ettiğim dedemlerin odası ve hepimizin aslında en çok orada vakit geçirdiği iki sofa, bir odun sobası, küçük bir masa ve televizyonun sığdığı bir oda vardı. Ne yılbaşılar, ne Noeller kutladık o küçük odada biz bize. Karşıdaki iki büyük odanın biri, iki kişiden fazla gelen misafirlerin, hısım akrabanın karşılandığı, akşamları ise benim ve kız kardeşimin yatak odasına dönüşen oda. Diğer büyük oda ise annemle babamın yatak odasıydı. Ve bu iki odayı birleştiren, yukarıdaki odalara çıkan ahşap bir merdiven vardı. Annem orayı kiler olarak ya da kışın çamaşır asma alanı olarak kullanıyordu. Bir de öyle güzel üzümü olan bir asmamız vardı ki! Dalları o ahşap balkondan taş duvarlara uzanıyordu. Hemen sağ tarafta da kazanlı banyomuzu da içine alan eski tip bir mutfak bulunuyordu. Mutfağın karşısında tuvalet ve bütün bunların ortasında yerleri taşlarla döşenmiş kocaman bir havuş*, iki kenarında yer alan tarhlar ve tarhların bir tarafı rengarenk ortancalar. Ortancaların bittiği yerde sırtını duvara yaslamış kocaman bir yeni dünya ağacı. Tarhın diğer tarafındaki yan yana dizilmiş zambak ile kolonya, uzun ve taş duvarlara sarılmış kokusu bütün mahalleyi saran Arap yasemini yaz gecelerinin büyüsü gibiydi. Hiç yaz bitsin istemezdim çocukken, çünkü o etrafı uzun taş duvarlarla döşenmiş havuş öyle kalabalık uzun sofraların kurulduğu bayramlara, mutluluklara ailelerin bir araya geldiği ve gitmek istemediği sohbetlere, vedalara, karşılamalara şahit oldu ki! Ama tabii ki, yaz bitsin istemememin en büyük sebebi kışın o dondurucu soğuğunda böyle evlerde yaşamanın getirdiği zorluklardı. Uzun ve güzel geçen yaz gecelerinin sonunda kışın gelişi çile demekti. En çok da babaannem için. Hiç sevmezdi kışı. Çünkü yazın serin olan o taş duvarlar kışın kolay kolay ısınmazdı. Mutfak dışarıda, tuvalet dışarıda. Hepimiz o soldaki tek odun sobası olan küçük odada yaşardık. Eski, zor kapanan ahşap bir kapısı vardı o odanın ve biri bir şey almak için çıktığında o odadan dedem arkadan hepimizi titreten kocaman sesiyle “baaab” (kapı) diye bağırırdı. Yani kışları çileydi aslında hepimiz için. Geceleri tuvalete gitmek, sabahları okula uyanmak hep bir azap. Ama diyorum ya, çilesiyle, zorluğuyla o avlulu evler hayatın ta kendisi idi. Bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kapısının önünde ya da havuşta çeşitli oyunlar oynadığımız, içindeki meyve ağaçlarıyla yazımızı şenlendiren, günün sonunda hepimizin asmanın altında nefes aldığı ve sadece gökyüzüyle temas ettiğimiz huzurdu o ev. Antakya’ya her gittiğimde, çocukluğumun geçtiği o dar, ortasından küçük bir su kanalı geçen sokaklardan mutlaka geçerim. Hala eskisi gibi mi derseniz, benim için ne yazık ki değil. İlk biz taşındık, sonra da sırasıyla hemen hemen komşularımızın hepsi gittiler. Her gittiğimde bir evin boşalmış, restore edilmiş veya bir kafeye, meyhaneye ya da butik otele dönüştürülmüş olduğunu görmek, beni hala o evlerde yaşayan insanları bulup eskileri kurcalamaya sevk etti. Ve ne güzel ki Nehna ile bunları sizlerle paylaşma fırsatı bulacağım. Belki de o eski sokakların dönüşümü ve değişimine sebep olan şeyleri beraber keşfe çıkacağımız bir yol olacak. Benim de hala gizemini çözemediğim, çok güzel hikayeleri olan avlulu evler var. Hazır yer bulmuşken kapılarını çalma vakti gelmiştir belki. Çocukluğumu ve umudumu var eden her şeyden bir parça olan hikayemin ilk durağından şimdilik bu kadar… * Türkçeleştirilmiş Arapça bir kelime, avlu içerisinde oturulacak alan anlamına gelir.
- Göç ve 1939
Nehna yolculuğuna başlarken, ekip olarak toplumun güncel meselelerinin yanında tarihinin de çok önemli olduğuna ilişkin fikir birliğimiz mevcuttu. Bu amaçla toplumu tarihsel anlamda derinden etkilemiş olan “göç” olgusunu bir dosya olarak ele almaya karar verdik. Sanırım hemen hemen hepimizin ailesinde ya Lübnan, Suriye gibi yakın ya da Kanada, ABD ve hatta Brezilya ve Arjantin gibi okyanus ötesi ülkelere göç etmiş aile fertleri mevcuttur. Toplumumuzdaki göç olgusunu bir hafıza süzgecinden geçirdiğimiz zaman, en büyük göç dalgasının 1939’da yaşanmış olduğunu görüyoruz. Elbette ki, özellikle I. Dünya Savaşı ve sonrasında tüm dünyada olduğu gibi bizim topraklarda da göç dalgaları olmuştu, fakat bizim toplumun büyük çoğunluğu Hatay Devleti’nin 1939 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ne iltihakı aşamasında özellikle Suriye ve Lübnan’a göç etme durumunda kalmıştı. Bu göç hikayesinin tarihsel sebepleri olduğu gibi siyasi sebepleri de olduğu aşikâr. Tarihsel sebepleri başka bir yazının konusu olarak ele almak üzere, bu yazıda siyasi ve hukuki süreçten bahsetmek istiyorum. Toplumumuzun vatan olarak tabir ettiği ve günümüzdeki resmi adı Hatay olan şehir, 20. yüzyıla girerken Osmanlı Devleti’nin Halep vilayetine bağlıydı. 1918 yılında, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmış, bu antlaşma çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin toprakları İtilaf Devletleri tarafından işgale uğramıştı. Bu doğrultuda bizim topraklar da Suriye’nin tamamı ile birlikte Fransa tarafından işgal edilmiş ve 1921 tarihinde Fransa ile BMM (Ankara Yönetimi) arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile bölgede özel statüde bir sancak kurulması kararlaştırılmıştı. Günümüzde Payas’ın güneyinden başlayan ve İskenderun ve Antakya’yı kapsayacak şekilde sınırları belirlenen bu özel statülü sancak, İskenderun Sancağı (Fransızca: Sandjak d’Alexandrette, Arapça: Livaa el iskenderuna) olarak isimlendirilmişti. Sancak, 1923 yılında önce Fransa Mandası altındaki Halep Devleti’ne, 1925’te ise yine aynı mandanın Suriye yönetimine bağlanmıştı. 1930’lu yıllara gelindiğinde Fransa’nın yeni bir dünya savaşı tehlikesiyle karşı karşıya kalmasının tedirginliğiyle manda yönetiminden çekilme hazırlıkları başlamış, bu doğrultuda İskenderun Sancağı’nın bağımsız Suriye Devleti’ne bırakılması söz konusu olmuştu. Bu durum, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tepkisini çekmiş, sancağın Suriye topraklarından ayrı bağımsız bir ülke olarak kabul edilmesi konusunda Fransa ve Milletler Cemiyeti nezdinde sıkı diplomatik girişimlerde bulunmuştu. Özellikle Mustafa Kemal’in “Hatay meselesi benim şahsi meselemdir” sözüyle meselenin Türkiye açısından önemini dile getirmesi neticesinde, Türkiye tarafının yoğun siyasi çabalarıyla, Milletler Cemiyeti sancağın Suriye’den ayrı bir birim olduğuna karar vermişti. Bu karar üzerine İskenderun Sancağı 1938 yılında Fransa Manda yönetiminden ayrılarak, bağımsızlığını kazanmış, meclis kurulmuş ve Hatay Devleti adıyla tarih sahnesinde yerini almıştı. Aynı meclis 29 Haziran 1939 tarihinde toplanarak Hatay Devleti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasını kabul etmişti. Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması, Fransa ile imzalanan 23 Haziran 1939 tarihli “Türkiye ile Suriye arasında arazi mesailinin kat’i surette halini mutazamının anlaşma” başlıklı anlaşmayla uluslararası hukuk tarafından da tescillenmiştir. Söz konusu anlaşmanın 2., 3. ve 4. maddeleri, özellikle Müslüman olmayan azınlıkların akıbetini belirlemek açısından önem arz etmektedir. İlgili anlaşmanın 1. maddesinde, Türkiye-Suriye sınırının teknik olarak belirlenmesine yer verilir. 2. maddesi ise şöyledir: “Birinci maddenin son fıkrasında mevzubahis arazide mütemekkin (ikamet eden) Hatay vatandaşları Türkiye tabiiyetini bihakkın iktisap edecektir (vatandaşlığını elde etme hakkına sahip olacaklardır)” Günümüz Türkçesine göre, bu madde birinci maddede bahsi geçen topraklarda yaşayan Hatay Devleti vatandaşlarının Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını kazanma hakları olduğunu belirtmektedir. Anlaşmanın 3. maddesi ise şöyledir: “İkinci madde mucibince (gereğince) Türkiye tabiiyetini iktisap eden (vatandaşlığını elde eden) 18 yaşını mütecaviz (doldurmuş) olan kimseler işbu Anlaşmanın meriyete (yürürlüğe) girdiği tarihten itibaren 6 aylık bir müddet zarfımda Suriye veya Lübnan tabiiyetini (vatandaşlığını) ihtiyar etmek (seçmek) hakkını haiz olacaklardır. Balada mezkur (Yukarıda söz edilen) hakdan istifade etmek isteyen kimseler ikametgâhlarının merbut (bağlı) bulunduğu idari makama bu hususta bir beyanname tevdi edeceklerdir.(sunacaklardır) Kendilerine bir makbuz verilecektir. Hakkı hiyarı istimal edenlerin (seçme hakkını kullananların) listeleri, mümkün mertebe kısa fasılalarla (aralıklarla) Fransız Konsolosluğuna tevdi olunacaktır (sunulacaktır).” Söz konusu maddede, Hatay vatandaşı olup bu anlaşma ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını kazanmış olan ve 18 yaşını doldurmuş kişilerin, anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 6 ay içinde Suriye veya Lübnan vatandaşlığına geçebileceği belirtilmiştir. Bu ülkelerin vatandaşlığına geçmek isteyenlerin, ikametlerinin bulunduğu mülki idareye başvurmaları istenmiş; başvuruya ilişkin bir belgenin kendilerine verileceği, bu haktan yararlanmak isteyenlerin listesinin mümkün olacak kısa aralıklarla Fransız Konsolosluğu’na teslim edileceği belirtilmiştir. Anlaşmanın 4. maddesinde ise Suriye veya Lübnan vatandaşlığını seçenlerin topraklardan tahliyesine ilişkin şekli düzenlemektedir. Madde şöyledir: “Üçüncü maddenin ahkâmına tevfikan (üçüncü madde gereğince) hakkı hiyarlarını istimal eden (seçme hakkını kullanan) kimseler, müteakip (takip eden) 18 ay zarfında ikametgâhlarını Türkiyenin haricine (dışına) nakletmeye mecbur olacaklardır. Bunlar, mutasarrıf oldukları (sahip oldukları) emvali gayrimenkuleyi (taşınmaz malları)tasfiyeye mecbur olacaklar ve her türlü menkul mallar ile hayvanlarını elden çıkarmak veya beraberlerinde götürmek hususunda serbest olacaklardır. Balâda mevzubahis (Yukarıda konu edilen) tasfiyeden mütehassıl mebaliğ (ortaya çıkacak tutarlar), Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası iskenderun Şubesinde bir bloke hesaba yatırılacak ve bu mebaliğin tarzı nakli (ne şekilde nakledileceği) Türk ve Fransız Hükümetleri arasında hususî bir anlaşma ile kararlaştırılacaktır. Bu maddenin birinci fıkrasında mezkûr (söz edilen) kimselerin elinde bulunan Türk parasından gayri mebaliğ işbu Anlaşmaya mülhak (eklenmiş olan) Prose-Verbalde tesbit olunan şekilde ihraç olunabilecektir.” Bu maddeye göre, 3. madde çerçevesinde Türkiye vatandaşlığından çıkarak, Suriye ya da Lübnan vatandaşlığına geçenler, takip eden 18 ay içerisinde Türkiye topraklarından ayrılmaya mecbur kalacaklardır. Bu kişiler, sahip oldukları tüm taşınmaz malları elden çıkarmaya mecbur kalacak, taşınır mallarını ise yanlarında götürme hakkına sahip olacaklardır. Malların satışından elde edilecek meblağ ise İskenderun’da bulunan Merkez Bankası şubesinde açılacak bir hesaba yatırılarak bloke edilecek ve bu hesaptaki meblağın diğer ülkelere ne şekilde nakledileceği özel bir anlaşmayla kararlaştırılacaktır. Özellikle bu maddeyle Antakya ve İskenderun’da yaşayan Müslüman olmayan topluluklar, çok zor bir seçime mahkum edilmiştir. Bir kısmı, Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetini kabul ederek, ata topraklarında yaşamaya devam etmiş; daha büyük bir kısmı, 3. madde doğrultusunda Suriye ya da Lübnan vatandaşlığına geçerek, topraklarını terk etmek durumunda kalmıştır. Bu seçimin sebepleri ve sonuçları başka bir yazının konusu olsun, zira Nehna’da yayınlanacak “Göç” dosyasının zengin bir içeriğe sahip olacağı kanaatindeyim. Yazıya okuyucularımızdan bir ricada bulunarak son vermek isterim. Kendi ailesi ve yakınlarından göç etmiş olanlara ilişkin hikayeleri ve deneyimleri olanlar bizimle bu değerli hikayeleri paylaşabilirse “Göç” dosyası altında yayınlayabiliriz.












