top of page
  • Tuğçe Tezer

Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (III. Bölüm)



Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı ve üç kısımdan oluşan bu yazının geride bıraktığımız iki günde yayınlanan ilk ve ikinci kısımlarında, önce depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri incelenmiş, depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak değerlendirilerek okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet edilmişti. Yazının üçüncü ve son kısmı ise depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor.

 

Sonra:

Akışına bırakmak ya da bırakmamak

ve “ipin ucunu nereden tutmalı?”


6 Şubat depremlerinden önceki zamanları, depremi, depremden bugüne olup bitenleri Antakya’nın farklı katmanlarını elimizden geldiğince gözeterek ele aldıktan sonra sıra, bundan sonra neler olabileceğini anlatmaya geldi. Bu aşamada, yazının başından beri masanın iki ayrı ucunda oturan şehir plancısı Tuğçe Tezer ve “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer’in yan yana oturması, masanın uzun kenarında el ele verip, o güzel ve yaralı narın her iki yüzüne, masanın üstünde hala güzelliğiyle parlayan nara ve yıpranmış, hasarlı yüze birlikte, cesaretle bakması gerekiyor. Artık teknik ve duygusal bakış arasındaki gerilim yerini bu iki bakışın birbirinden aldığı güce bırakmalı.


6 Şubat depremlerinden bugüne geldiğimizde, deprem bölgesinde neredeyse bir seneyi geride bırakmış durumdayız. Antakya’da depremden sonra olanları ve olmayanları genel hatlarıyla tartıştıktan sonra, şimdi önemli bir soruyla karşı karşıyayız: “Bundan sonra ne olacak?” Bu aşamada önümüzde iki farklı seçenek olduğunu düşünüyorum: “Süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak.” Bu seçenekler arasındaki tercihimizi -ikincisi lehine- yönlendirmesini umduğum başka bir soru daha sorarak, anlatmaya başlıyorum: “İpin ucunu nereden tutmalı?”

 

Antakya’daki deprem sonrası süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak şeklinde tanımladığım senaryoları detaylandırmadan önce, bu alanda bazı temel kavramlarla ilgili bir ortak zemine ihtiyacımız olduğunu düşündüğümden bazı hatırlatmalar yapacağım. Konut alanı ve kent aynı şey değildir; konut alanları, kent dediğimiz çok bileşenli ve organik sistemin bileşenlerinden yalnızca biridir. Depremden önce, deprem sırasında ve depremden sonra “zaman” ve aciliyet kavramlarının nasıl ele alındığı, başlı başına önemli bir meseledir. Örneğin bir kentin depremden önce “afete dayanıklı/dirençli kent” hâline getirilmesi konusu bilimsel veriler ışığında uzun zamana yayılabilecek bir konuyken, arama-kurtarma çalışmalarında beklemek için zaman yoktur, aksine durum her şeyden daha büyük bir aciliyet taşır. Depremden sonra yerel halk için nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulması acil bir meseleyken; artçı depremler her gün yaşanmaya devam ederken, bütünsel planlama süreci ve kalıcı konutların yapılması, aceleye getirilmemesi gereken bir konudur. Kentsel sit alanında hasar gören yapıların yeni olası yıkımların oluşmaması için desteklenmesi acil bir konuyken, tarihi ve geleneksel yapıların farklı gerekçelerle hızlıca yerinden kaldırılması gibi bir acelenin, korumacı bir bakışla herhangi bir açıdan uyum göstermesi söz konusu değildir. Dayanışma, esasen toplumun bir grubuna destek olma, bunun için imkanları seferber etme anlamına gelir. Deprem bölgesinde -özellikle depremden sonraki ilk birkaç ayda- dayanışmanın birçok farklı biçimiyle karşılaşmış olmamız olumlu bir durum olmakla beraber; hem üzerinden biraz zaman geçip de “uzaktakiler depremi unutmaya başlayınca” hem de 2023 yılında gerçekleşen iki seçimle beraber büyük ölçüde sönümlenmiş olması, dayanışma faaliyetlerinin samimiyetine dair bir soru işareti oluşturmuştur. Antakya gibi tarihi dünyanın pek çok kentinden eski dönemlere uzanan kadim bir kentin depremden sonraki iyileşme sürecini ifade etmek için, “yeniden inşa” gibi bütünsel bir yıkım ve yok oluş kabulünden yola çıkan, ya da “ihya” gibi değersiz bir şeye/yere değer katma anlamını içeren kavramlar yerine; bir afetle oluşmuş yaraları sarmaya dair “onarım” kelimesini kullanmak daha uygun bir tercih olabilir. Bir de deprem bölgesinde, Hatay’da, Antakya’da yıkılanlar yalnızca bir enkaz, moloz, yapı malzemesi değil; bunlardan çok daha önemlisi, oradakilerin hatıralarının sahneleri, geçmişlerinin mekânlarıdır. Tarihi merkezdeki yapıların deprem sonrası durumu için ise “değersiz” bir malzeme çağrışımı yapan “kültür molozu” ifadesi yerine, kültür mirasının bileşenlerini oluşturan geleneksel nitelikli ve tarihi yapıların yıkıntılarıyla karşı karşıya olduğumuzun vurgulanması, daha anlamlı ve gerçekliğe uygun olur. 

 

- akışına bırakmak -

 

Antakya’da Şubat ayından beri -oradayken ve uzaktan- izlediklerimiz, sürecin bundan sonrasını akışına bıraktığımız takdirde -en iyi ihtimalle- neler olabileceğini anlatıyor. Burada tercihimizin süreci “akışına bırakmak” yönünde olması hâlinde gerçekleşmesi muhtemel bazı durumları sıralıyorum: Antakya’nın tarihi merkezi birkaç yıl geçip de “yeniden inşa” edilince, bizim hatıralarımızdaki Antakya’ya hiç benzemeyecek. Oradaki gündelik yaşamın katmanlar hâlinde biriktirdiği izlerin yerini “steril mekânlar” alacak. Kurumların ve ülkenin depremi yaşamamış kesiminin yeterince destek olmadığı, mülkiyetini koruyamayan ya da depremden önce burada mülkü olmayan yerel halk, burada kalma ısrarından bir aşamada vazgeçecek. Aynı süreçte, depremle beraber kentten farklı nedenlerle ayrılmak durumunda kalmış olan Antakyalılar, Antakya’ya geri dönme düşüncesinden, yine farklı nedenlerle, giderek uzaklaşacak.

 

Enkaz kaldırma sürecinde sağlığını koruyamadığımız yerel halkta büyük sağlık sorunları görülmeye başlanacak. Yerel halkın burada kalabilmiş küçük bir kesiminin, kente ve mekâna yabancılaşma nedeniyle artık pek yüzünün gülmediğini göreceğiz. Sosyal yapıda yaşanan büyük değişim, kültürel yapıya ve fiziksel mekâna da doğrudan yansıyacak. Artık Antakya’ya gittiğimizde tanıdık, orada yaşayanların “misafir”i, hatta bazen yerel halkın bir parçası olduğumuzu değil; uzaktaki bir turistik kente geçici süreyle gitmiş olan bir ziyaretçi, hatta bir “turizm tüketicisi” olduğumuzu hissedeceğiz.

 

Üzerindeki tabelalarda eski isimleri yazsa da, Antakya’nın deprem öncesi mekânlarını, arkadaşlarımızla oturup sohbet ettiğimiz, hatırladığımız mekânlara bir türlü benzetemeyeceğiz. Yereldeki zanaatkârlar, aşçılar, uzmanlar bu “Antakya’ya benzemeyen Antakya’da” pek uzun süre kalmak istemeyeceği için, bir süre sonra Uzun Çarşı’daki kebabın, künefenin, kahvenin bile eskisi gibi olmadığını üzüntüyle fark edeceğiz. Kurtuluş Caddesi’nde yürürken buradaki önceki yürüyüşlerimizi hayal meyal hatırlayacağız ama gördüğümüz yer, hatırladığımıza hiç benzemeyecek.

 

Üzerine moloz dökülmesine, yapı yapılmasına, ağaçlarının kesilmesine ses çıkarmadığımız zeytinlikler tümüyle kuruyacak. Artık zeytini ağacından değil, marketteki konserve kutularından yiyeceğiz. Zaten senelerdir tükenmekte olan tarım alanlarının üzeri, molozla ve yapılarla tümden kaplanacak. Artık burada yetişen tarım ürünlerini tüketmek istemeyeceğiz, zaten mümkün de olmayacak. 2023 yılının depremlerinden hiçbir ders çıkarmamış olacağımız için, Antakya’nın gelecekteki felaketlerinin tohumları, bugünlerde atılacak. Ovalara, sulak arazilere, doğal alanlara, nehir üzerindeki dolgu alanlarına konutlar inşa edilmeye devam edecek. Depremden sonra molozlarla doldurulan vadilerin üzerinde yapılaşma başlayacak, kentin ve doğanın nefes alma alanları azalarak, yok olacak.

 

Sesine kulak vermeyi seneler önce ihmal etmeye başladığımız doğaya tamamen sağır olacağız. Dahası artık St. Pierre, Habib-i Neccar, Musa Ağacı, St. Simon, Titus Tüneli, Asi Nehri ve Harbiye Şelaleleri de bizi dinlemeyi bırakacak. İpek böcekleri gidecek, artık limon yok, portakal, zeytin, defne yok. Nar tükenecek.

 

- akışına bırakmamak -

 

Şimdi de tercihimizin süreci “akışına bırakmamak” yönünde olduğu durumu hayal edelim. Tarihi merkezde depremde ve ondan sonraki süreçte ayakta kalmayı başarmış az-orta hasarlı yapılar, yerel uzmanların desteklendiği bir süreçle, kendi malzemesiyle yerinde usulca onarılıyor. Geride bıraktığımız süreçte koruyamadığımız bütün tarihi yapılar, yerel uzmanların başını çektiği bir ulusal seferberlikle temelleri üzerinde yeniden yükseliyor. Bu coğrafyanın taş ustaları, ahşap ustaları hep sahada. İncelikle, bir parçası oldukları kültürün fiziksel ifadesini yapılara tek tek işliyorlar. Yapılar yerel halkın kolektif birikimi olan eski “tecrübe”sine yıllar içinde, usul usul kavuşuyor.

 

Yerel halk sağlıklı, güvenli, depreme dayanıklı ve gündelik yaşam alışkanlıklarına uygun konutlarına, komşularına kavuşmuş. Okullar yemyeşil bahçelerin içinde, öğrenciler güvenli, dayanıklı okullarında depremin kaybettirdiği zamanı, artık gündelik hayat olağan akışına kavuştuğu için aileleriyle buraya gelmesi mümkün olan öğretmenlerinin desteğiyle telafi ediyor. Bütün servislerin olduğu hastaneler, sağlık çalışanlarının içinde yaşamak istediği lojmanlarıyla hazır. Toplu taşımayla erişilebilen idari tesisler, kentin bütününü saran bir yeşil alan ve parklar sistemi, kentin işleyişine dair pek çok unsur olması gerektiği gibi görünüyor. Yerel halk depremden önceki neşesine tekrar kavuşmuş, Asi Nehri’nin kenarında yürüyenlerin yüzleri gülüyor, herkes birbiriyle selamlaşıyor, hâl-hatır soruyor; yabancı simalar deprem sonrası ilk seneye kıyasla epey azalmış. Tarihi merkezde Antakyalılar yaşıyor, tarihi sokaklarda yürürken avlulardan neşeli sohbetler duyuluyor. Sonra sokakta duyulan bir ses bizi avluya, bir kahve içmeye davet ediyor.

 

Zeytinlikler, tarım alanları, sahiller uluslararası destekle, bilimsel yöntemlerle molozdan arındırılıyor. Zeytin ağaçları tekrar yeşermeye, kalıcı barınma alanları sağlanınca temizlenen tarım alanları tekrar ürün vermeye başlıyor. Sabunhaneler, zanaatkârların atölyeleri yeniden açılıyor. İpek böcekleri yaşama tekrar dönüyor, “Hatay sarısı” raflarda parıldamaya başlıyor. Antakya’ya yemek yemek için gelen ziyaretçiler, özledikleri tadı yeniden buluyor.

 

Kurtuluş Caddesi’ni adımlarken deprem öncesinin izlerini sürmemize olanak sağlayan tarihi yapılar onarılmış, betonarme yapıların kaldırıldığı boşlukların bazıları bizi Roma döneminin arkeolojik kalıntılarına, o döneme davet ediyor. Doğal sınırlarına yeniden kavuşan Asi Nehri, yüz yıl önceki fotoğraflardaki gibi kuvvetle akıyor. Yağmur suları yine Habib-i Neccar Dağı’nın sırtlarından usulca aşağı dökülüyor, eski Antakya’nın arıklı yollarından süzülerek Asi Nehri’ne dökülüyor. Köprübaşı’ndan Saray Caddesi’ne doğru yürürken aklımızdaki tek soru, o gün hangi sokak müzisyenini dinleyeceğimize dair oluyor. Molozla doldurulan vadiler temizlenmiş, kent, doğa ve insanlar nefes alıyor. 2023 yılında yaşanan büyük kayıpların ardından artık kimse ovalarda, sulak alanlarda, zeytinliklerde yapı yapmak istemiyor.

 

St. Pierre ve Habib-i Neccar, gördüklerinden memnun, Musa Ağacı yerine biraz daha kökleniyor, Harbiye Şelaleleri’nin eteğinde suyun sesi yine birbirimizi duymamıza engel olacak kadar yüksek duyuluyor. İpek böcekleri burada, limon, portakal, zeytin, defne, her şey olması gerektiği yerde, en güzel hâliyle bizi bekliyor. Nar bahçesi içindeki en güzel meyve yeniden dalında, sarıdan nar çiçeği rengine doğru, şimdi uzaktan bile capcanlı parlıyor.

 

- ipin ucunu nereden tutmalı? -

 

Yukarıdaki iki farklı senaryoyu okuyanların tercihinin ikincisinden, huzurlu bir bahçe içinde bütün canlılığıyla parlayan Antakya’dan yana olduğunu varsayma eğilimindeyim. Bugün itibariyle hiçbir açıdan pek de iyi görünmeyen sürecin bundan sonrasını “akışına bırakmadığımız” senaryoyu tercih ettiğimizi düşünelim. Bu durumda, ipin ucunu nereden tutmalıyız ki, ikinci alternatifin ön gördüğü olumlu süreç, adım adım gerçekleşsin? Bu oldukça önemli, büyük bir soru ve doğrusu, tek bir yanıtı da yok. Bu nedenle ben bu soruyu kendi açımdan, Antakya’yla on senedir, depremden önce ve depremden sonra geçirdiğim zamandan ve yirmi seneye yakın zamandır planlama alanıyla farklı düzeylerde kurduğum ilişkiden yola çıkarak yanıtlamaya çalışacağım.

 

Sorunun yanıtını aramaya başlarken önce, bu konuya ilgi duyan farklı çevrelerin uzlaşabileceği bir hedefi tekrar hatırlayalım. Yukarıdaki “akışına bırakmama” senaryosunda anlatılan, Antakya’da yerel halkın deprem öncesi gündelik yaşamının bileşenlerinin tümüyle iyileştirilmesi durumu, uzlaşabileceğimiz bir hedef gibi görünüyor. Gündelik hayatın ortak üretim mekânları, toplanma alanları, sosyo-kültürel çeşitliliğin kendisi, tarihi yapıları, kültürel üretim alışkanlıkları, nitelikli barınma alanları, eğitim ve sağlık tesisleri, doğal alanlarıyla birlikte -depremin Antakya’da bu kadar ağır yıkımlara sebep olmasını getiren yanlış adımların tekrar edilmemesi koşuluyla- deprem öncesi düzenine kavuşması; Antakya’nın ve gündelik hayatın tüm bileşenleriyle iyileşmesine karşılık geliyor.

 

Öncelikle, sürecin taşıyıcısı olan nesneyi bir iple ilişkilendirirsek, bu ipin esasının, malzemesinin ve aslında kendisinin, Antakya’nın yerel halkı olduğunu en başta söylemek ve kabul etmek gerekiyor. Buna dair en sarih ifade, geçtiğimiz Kasım ayında Antakya’da gerçekleşen bir etkinlikte şöyle dile getirildi: “Antakya’yı Antakya yapan insanlarıdır.”[1] Benim için de durum tam olarak böyle; ne eksik, ne fazla. Bu aşama, Antakya’nın ancak Antakyalılarla var olabileceğinde, iyileşebileceğinde uzlaşmayı gerektiriyor. Antakyalılar; Antakya’ya, memleketlerine sahip çıkmalarıyla, hayatını -tarih boyunca olduğu gibi bugün de- yeniden burada kurma ısrarıyla, burada köklenme ihtiyacıyla ayrılmaz bir bütün. Burada bahsettiğimiz aidiyet tanımı, “mülkiyet” ilişkisinin oldukça ötesinde, ailesi Antakyalı olmasa da kendisi depremden önce gelip “buralı” olmayı tercih etmiş insanları da içeriyor. Antakya’daki “ev sahipliği” meselesi yalnızca buraya gelen ziyaretçileri karşılamayı değil, Antakya’ya sahip çıkmayı ve göz kulak olmayı da kapsıyor. Bir de Antakyalıların, deprem öncesi zamanlarda da bazen her şey pek de yolunda olmasa dahi rastladığımız kendiliğinden neşesini de, sürecin esas aktörünün önemli ve güçlü bir özelliği olarak buraya not etmek isterim.

 

Antakyalıları farklı nitelik ve duyarlılıklarıyla asgari düzeyde anlamak bize, ülkenin nerdeyse %15’inde büyük bir yıkıma neden olmuş depremlerin ardından yaşamını sürdürmek için farklı şehirlere göç etmek zorunda kalanlar arasında “Geri döneceğiz!” duvar yazısı fotoğraflarının neden en çok Antakya ve Hatay’dan geldiğini de anlatacak. Depremden etkilenen bu kadar çok yer varken, neden Antakya’da bu kadar çok platform, dernek ve vakıf kurulduğunu, buradaki deprem sonrası süreci neden ısrarla gündemde tuttuklarını da daha kolay anlayacağız. Bu anlama pratiğinin bizi, Antakya’da gündelik hayat “normal”e dönene kadar, her zaman ve en çok desteklenmesi gereken unsurun Antakyalılar olduğunu anlamaya dair bir uzlaşıya taşıması gerekiyor.

 

Burada ulaşmak istediğimiz iyileşme hedefinde uzlaşıp, Antakyalıları bu sürecin ana aktörü, temel bileşeni olarak kavradıktan sonra, konunun oldukça önemli diğer bileşenine sıra geliyor. Konumu, zemin yapısı ve doğal nitelikleri nedeniyle Antakya’da yaklaşık 150 yıllık periyotlarda tekrar eden büyük depremlerin varlığını kabul etmemiz ve 2023 yılında Antakya’da yaşanan büyük yıkımın ve hayal kırıklıklarının gelecekte bir daha yaşanmaması için gerekeni yapmak, diğer kritik bileşeni oluşturuyor. Bunun için, -depremden bugüne kadar aksi yönde epey yol alınmış olsa da- hala civarında bulunduğumuz başlangıç noktasında, bundan sonra atılacak adımlar için süreci tasarlamamız gerekiyor. Bu süreç tasarımının yöntem, zaman, aktör, kurum ve finansal kaynak bileşenleri belirlenmeli, yerel halkın kendi hayatını, kentini, geleceğini ilgilendiren sürecin her aşamasına dahil olmasına imkân tanınmalı.

 

Yukarıda, burada yaşama ve yaşamını burada yeniden kurma iradesiyle konu edilen yerel halkın bunu sağlayabilmesi için temel gereksinimleri depremden bugüne, apaçık bir şekilde karşımızda duruyor. Nitelikli, sağlıklı, hijyenik, güvenli barınma alanları, rehabilitasyona olanak sağlayan müşterek mekânlar, deprem öncesi meslek pratiklerini sürdürmelerine olanak sağlayan asgari koşullara sahip çalışma mekânları, güvenli gıda ve temiz içme-kullanma suyu, erişilebilir eğitim ve sağlık tesisleri. Bir de şüphesiz, geleceğe dair endişeleri ve belirsizlikleri büyük ölçüde azaltacağı kesin olan, mülkünü / kiralık konutunu kaybetme riskinin bertaraf edilmesi.

 

Antakya tarihi boyunca en az yedi defa depremlerle yıkılıp, yine aynı yerde kurulmuş olan bir kent. Başından beri deprem sonrası süreçle ilgilenen neredeyse hiçbir kesimin, Antakyalıların kendi hayatlarını yeniden ve burada kurma iradesine dair bir şüphesi yok. Bu durumda Antakyalıların ve burada kalmaya dair iradelerinin herkesçe anlaşılmasının -ve desteklenmeye değer olduğu konusunda uzlaşının sağlanmasının- ardından, sürecin diğer önemli bileşeni olan üretim kültüründen bahsetmek gerekiyor. Antakya’nın ayrılmaz bir parçası olan iki önemli varlığı; tarım ve zanaatler. Hem birbirlerini hem de Antakya’yı tamamlayan tarımsal üretim ve farklı zanaatler, Antakya’nın iyileşmesi sürecinde büyük bir öneme sahip. Yerel halkın önemli bir kısmının aşina olduğu tarımsal üretim kültürü, içinde bulunduğu coğrafyanın en verimli tarım alanlarına sahip olan Antakya’da tarımın hep en güçlü ekonomik sektörlerden biri olmasını sağladı. Sadece ham madde üretimiyle kalmayan bu tarımsal faaliyetin zeytinyağı üretimi, zeytinyağı ve defne sabunu üretimi, turunçgillerden yapılan farklı üretimlerle dönüştürüldüğü ürünler ise, ulusal ve uluslararası ölçekte her zaman talep gördü. Geleneksel bir tekstil üretim yöntemi olan ipek böcekçiliği de, yüzyıllar boyunca ve günümüzde hala Antakya’nın özgün üretim kültürünün önemli bir parçasını oluşturuyor. Eğer içinde bulunduğumuz deprem sonrası rehabilitasyon ve onarım döneminde; tarım alanlarının maruz kaldığı moloz, enkaz ve geçici barınma alanları başta olmak üzere zararlı ve tüketici tüm işgal faaliyetlerini bir an önce bertaraf etmeye başlarsak, yeterli bilimsel ve finansal destekle kısa bir zaman sonra tarımsal üretim alanları yeniden üretim yapılabilir hâle gelecek. Bu üretim kültürünün diğer parçası olan zanaatler için ise gerekli geçici üretim mekânlarının bir an önce bir plan ve sistem dahilinde oluşturulması gerekiyor. Böylece yerel halkın depremden sonra ayağa kalkması sürecini geciktiren ekonomik nedenlerin çözümlenmesinde belki de en önemli adım atılmış; burada kalanlara kendilerini toparlamaları, başka kentlere göç etmiş olanlara geriye dönmeleri için önemli bir destek verilmiş olacak. Bu işlevlerin müşterek üretim mekânlarıyla ve mahalle kültürüyle ilişkisi ve yerel halkın rehabilitasyonu sürecine katkısı ise, zaman ve üretim faaliyetleri ilerledikçe, giderek daha görünür olacak.


Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşebilmesi için diğer bir önemli bileşen, kültürel mirasın onarılması ve kent belleğinin canlı tutulmasına dair bir yaklaşım geliştirilmesini kapsıyor. Somut kültür mirasını oluşturan yapı ve alanların fazlalığı, yapılı çevredeki en büyük yıkımın burada oluşmasıyla birlikte Antakya’nın tüm deprem bölgesi içinde bu kadar ön plana çıkmış olmasının iki ana nedeninden birini oluşturuyor. Depremden önce -istisnaları dışında- birçok eleştiriyle anılan restorasyon uygulamalarının görüldüğü tarihi ve kentsel sit alanı, hem 6 Şubat hem de 20 Şubat depremlerinde Antakya’da en büyük yıkımların görüldüğü alanlardan oluyor. Depremlerden sonra yapılan “enkaz kaldırma” faaliyetleri sonucunda ise, yukarıda kısaca anlatılan nedenlerle, tarihi merkezde büyük boşluklar ve bunların neden olduğu bir bellek yitimi riski oluşuyor. Halbuki Antakya’nın somut kültür mirasının bileşenleri aynı zamanda, buradaki deprem öncesi gündelik yaşamın uğrak noktaları, işaret öğeleri ve bu unsurlar, Antakya’da deprem sonrası yaşamın yeniden oluşmasının da temel taşlarından olacak. Bu nedenle depremde ve enkaz kaldırma çalışmaları sırasında zarar görmüş olan (anıt eserler ve sivil konut dokusu dahil olmak üzere) somut kültür mirasının, yerel uzmanların ve yerel üniversitelerin öncülük edeceği bir program dahilinde, mümkün olduğunca kendi malzemesiyle ve aslına uygun biçimde onarılması büyük bir önem taşıyor. Bu onarım süreci boyunca kentsel belleğin canlı tutulması için dijital araçların ve mekânsal deneyim imkânlarının kullanılması; Yürünebilir Tarih[2]’le Antakya’da kent tarihi yürüyüşleri, Beledna[3]’yla hatıraların işlenmesi gibi yöntemler, denemeye değer görünüyor. Antakyalıların ve Antakya’yı sevenlerin buradaki hatıralarını ve görsel hafızalarını canlı tutma istenci de, bu çabanın diğer ucundan tutuyor.

 

Sürecin en olmazsa olmaz diğer bir bileşeni ise “umut”. Belirsizliğin neden olduğu endişe günden güne yükselirken, umut etmekten hiç vazgeçmemek, Antakya’nın depremden sonra iyileşmesi sürecinin başarıya ulaşmasında, olmazsa olmaz bir eylem. Burada geçtiğimiz aylarda Tükenmez Kalem dergisi için yazdığım bir yazıdan küçük bir kısmı ödünç alacağım: “Antakya, sancının en yoğun olduğu yer ve zamanda, yeniden umudu doğuracak. Umut, doğmak için belirli bir amaca ihtiyaç duyar ve burada amaç depremin ilk gününden beri apaçık görünüyor; Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesi. Umudun somutlaşması için alternatif yollar üretilmesi ve bu yollardan biri seçilerek, harekete geçilmesi gerekiyor. Buradaki yollar içinde en güzeli, Antakya’nın yerel halkıyla beraber kendini onarması, bütünüyle iyileşmesi. Bu yolun alınması için yapılması gereken ise yerelde oluşan farklı nitelik ve ölçekteki sivil toplum bileşenlerinin birbirine güven esasıyla bir araya gelmesi ve yerel halkın asgari müşterekte bütünsel hareket edebilen bir aktöre dönüşmesi (Özçelik, 2023). Bu süreçte, Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesini merkezine yerleştirmeyen ve bu nedenle ‘pek iyi niyetli olmayan’ eylemler süzülecek, bütün engellere rağmen ‘umudu korumaya dair’ o biricik çaba filizlenecek ve Antakya’nın bugününde, mekânın ve zamanın en karanlık yerinde Antakya yine umudu doğuracak.”[4]


Yerel halkın bu geçici dönemde Antakya’da güvenli, sağlıklı, konforlu koşullarda barınabilmesi, çalışabilmesi, okula ve hastaneye gidebilmesi, sosyalleşebilmesinin sağlanmasıyla birlikte mutlaka ihtiyacımız olan diğer adım, depremden sonra kurulmuş olan platformların ve yerel halkın farklı kesimlerini temsil etme kapasitesi olan oluşumların bir asgari müşterekte buluşması, bu sayede yerel halkın, süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelebilmesi. Platform, dernek ve vakıfların her biri depremden sonra Antakya’ya faydalı olmak için kurulmuş olsa da, geride bıraktığımız bir yıla yaklaşan süreç boyunca gördük ki her bir oluşumun farklı öncelikleri olabiliyor. Biri somut kültürel mirasa, diğeri enkaz kaldırma süreci ve zeytinliklere yoğunlaşırken, bir diğeri akut yardımlara ya da eğitim meselesine odaklanıyor. Antakya’nın iyileşmesi sürecinde kendisini hangi alanda konumlandırdığından bağımsız olarak, bu süreçte Antakya’ya ve Antakyalılara faydalı olmak isteyen tüm oluşumların uzlaşabileceğini düşündüğüm asgari müşterek için önerilerim şöyle:

- Antakya'nın depremden sonra iyileşmesinin, burada hayatın tekrar başlamasının birinci öncelik olarak kabul edilmesi.

- Depremden önce Antakya'da yaşayan nüfusun (mülk sahibi, kiracı, çalışan, ...) burada kalabileceği koşulların (geçici barınma alanları, gündelik ihtiyaçlar, çalışma alanları, kentsel servisler, erişim olanakları, ...) sağlanması.

- Depremden sonraki (enkaz kaldırma, geçici barınma alanlarının sağlanması, inşa dahil olmak üzere) iyileşme sürecinin işleyişinde halk sağlığının ve doğal alanların korunmasının esas alınması.

- Antakya'nın somut ve somut olmayan tarihi ve kültürel mirasının, tarihi dokunun bütünselliğinin, üretim kültürünün korunarak iyileştirilmesi.

- Deprem sonrası planlama ve mimarlık faaliyetlerinin bütünsel planlama, “dirençli kent” ve “engelsiz kent” ilkeleriyle uyumlu ilerlemesi[5].

- Deprem sonrası planlama ve imar faaliyetleriyle yasal değişikliklerin, deprem bölgesinde mülkiyet değişimi ve mülksüzleştirme süreçlerine neden olmaması.


Antakya için ortak bir gelecek hayalinde ve yerel halkın deprem sonrası süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelmesi gereksiniminde (ve dolayısıyla asgari müşterekte) uzlaştıktan sonra; biz “uzaktakiler”e, yani senelerdir Antakya’yla ilişkisini sürdürmekte olanlara, ya da depremden beri Antakya’ya endişeyle, bazen çaresizlik hissi ama her zaman faydalı olma isteğiyle bakanlara düşen role dair düşüncelerimi kısaca anlatarak bu kısmı sonlandıracağım. Antakya’nın yerel halkını anlama ve onlara destek olma ihtiyaç ve çabasının bizi, yani “uzaktakiler”i, kolektif biçimde hareket ederek yereli güçlendirme ihtiyacına sevk etmesi gerektiğini düşünüyorum. Resmi ve resmi olmayan kurumlar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve bağımsız aktörlerin, depremden sonra “yereli güçlendirme” amacının etrafında birleştiği yerde, artık sürecin esas adımlarını atmaya başlayabileceğiz. Süreci birlikte tasarlayacağız ve sürecin uluslararası, ulusal ve yerel ölçekte tüm ilgili aktör ve kurumları, yerelin gündelik hayatını ve Antakya’yı onarmak üzere optimum müdahale ve hareket biçimini, rolünü bu çerçevede belirleyecek.

 

Tuğçe Tezer, 2023


Bunu gerçekleştirebildiğimiz andan itibaren, bugün, yani şu anda durduğumuz yerden çok büyük ve karmaşık bir yumak gibi görünen bütün problemlerin aşama aşama çözüldüğünü, sadeleştiğini ve Antakya’da deprem öncesi gündelik hayata benzeyen sahnelerin gün geçtikçe çoğaldığını hep beraber göreceğiz.

 

Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Aylardır toz, toprak içinde kalmış olan, aylar önceki güzel rengini hatırlamakta zaman zaman zorlandığımız nar, usul usul iyileşecek, bir gün yine bütün renkleriyle parlayacak.

 



[2] Yürünebilir Tarih’in deprem sonrası durumuna ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi


[3] Beledna Hafıza Haritası’na ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://www.hafizaharitasi.com/map



Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page