Boş arama ile 230 sonuç bulundu
- TMMOB: Hatay’da Asbest Tüm Canlıların Hayatını Tehdit Ediyor
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nce 20.09.2023 tarihinde ‘Deprem Sonrası İnşaat ve Yıkıntı Atıklarında Asbestin İncelenmesi: Hatay Örneği’ başlıklı bir basın açıklaması yapıldı. Biz de Nehna olarak şube yönetim kurulu üyesi Utku Fırat tarafından sunulan bu basın açıklamasını takip ettik. Açıklamada, ülkemizde asbestin çıkarılması ve kullanılmasının 2010 ve 2013 yılında çıkarılan yönetmelikler ile yasaklanmış olmasına rağmen; bu tarihlerden önce inşa edilmiş olan binalarda sıkça kullanılmış olduğu ve bu binaların yıkılması ile asbest liflerinn ortaya çıkacağı varsayımı ile bu araştırmaya başlandığı belirtildi. Bu ihtimal sebebiyle yapılan araştırma neticesinde düzenlenen rapor kamuoyuyla paylaşıldı. Rapora göre; 02.09.2023 ve 03.09.2023 tarihinde Hatay ilinin çeşitli noktalarından alınmış olan 45 adet numunenin incelenmesi neticesinde bu numunelerden 16’sında asbest tespit edilmiştir. Bu numunelerden bir kısmı yıkıntılardan alınmış olan katı numuneler, bir kısmı ise yüzeylerden stub yoluyla alınmış toz numuneler olduğu görülüyor. Raporda dikkat çekilen detay ise çalışmanın yapıldığı tarihlerden 2-3 gün kadar önce bölgede gök gürültülü yağışlar ve fırtınalar gerçekleştiği, bu sebeple fauna ve yerleşim alanlarının yüzeyinde bulunan toz yoğunluğunun düştüğü, dolayısıyla çalışma sırasında tespit edilen asbestin 2-3 gün süre zarfında biriken tozlardan alındığıdır. Bu detay, uzun süre yağışın olmadığı özellikle yaz aylarında asbest oranının tespit edilenin çok üstünde olabileceğini gösteriyor. Asbestin toz halinde havaya karışması neticesinde bölgede yaşayanların solunum yoluyla maruz kalacağı, Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) tarafından ‘kesin kanserojen’ olarak kabul edildiği ve etkilerinin 15-20 yıl sonra ortaya çıktığı belirtilen rapora göre alınması gereken acil önlemler şöyle sıralanıyor: Yıkım yapılan bölgelerde yaşayan halkın, çalışanların ve gönüllülerin mutlaka FFP3 koruyuculuk derecesinde maske kullanması, Bölgede yıkım yapılırken mutlaka sulama yapılarak, ortaya çıkması muhtemel tozların önlenmesi, Hafriyat çalışmalarında görev alan işçilere maske temin edilmesi ve asbestin zararları konusunda gerekli bilgilendirmenin yapılması, Yıkımına başlanmamış binalarda asbestli malzeme olup olmadığının tespit edilmesi ve tespit edilen asbestli malzemelerin ayrıştırıldıktan sonra yıkım işlemine başlanması, Enkaz kaldırma çalışmaları sırasında kullanılan kamyonların kasaları örtünmeden trafiğe çıkmasına izin verilmemesi, Asbestli malzemenin gerekli izolasyon işlemleri yapılarak yaşam alanlarından uzak bir bölgede depolanması. Bölgemizde meydana gelen depremler neticesinde akut dönemde öncelikle can ve mal kayıplarına ilişkin zararlar gündemimizdeyken, aradan geçen sürede özellikle alınmayan tedbirler sebebiyle çevresel zararlar da gündemimizde yer tutmaya başladı. Haberimize konu olan rapora göre, enkaz kaldırma ya da yıkımlar esnasında alınmayan tedbirler ve ihmaller sebebiyle halk sağlığı tehlikeye atılıyor. Bu tehlike maalesef sadece bugünümüzü değil; geleceğimizi de tehdit ediyor.
- Antakya Toz Altındaki Yedinci Ayı Bitirirken
Amanos Dağları’ndan Amik Ovası’na inerken görünen düzensiz renklerin tarih boyunca canlı tuttuğu hayret ve merak duygusu bu günlerde tedirginliğe karışıyor. Asi Nehri ile Akdeniz’in buluştuğu yerde nefes alan Antakya’nın soluğuna karışan toz, işlenmiş tarihin yabancı maddeye dönüşünden başka bir şey değil. Bu tabloda hangi binanın kendisi olmaktan çıktığına dair anlaşmazlıklar da var. Hakkında yıkım kararı verilip iptal davası açılmış bir binanın duvarına kırmızı spreyle “MAHKEME[M] / YIKILMADI, YIKILMAYACAK” diye not düşülmüş. İhtilaflı bina Her gün hiç değilse birkaç yıkımın yapıldığı ilçede dozerlere eşlik eden kamyonlar seçme yapı malzemelerini onlardan muntazam ayrılamamış kıyafet ve benzeri kişisel eşyalarla birlikte mecburen istifleyip taşıyorlar. Manzaraya bakınca molozların ise öylece bırakıldığı belli oluyor. Kemal Paşa Caddesi’nden Hasırcılar Çarşısı’na kadarki dört dakikalık kısa yürüyüş bile yıkım çalışmaları arasında bir kamyon toz yutmak demek. Habib-i Neccar Camii ve onlarca apartmanın tozu o caddede birbirine karışıyor. Yine de yolun devamında Uzun Çarşı, toplum olma halini duyuran bir kamu alanı olarak değiş-tokuşu inatla sürdürmeye çalışıyor. Kemal Paşa Caddesi’nde yürüyüş Toplanan ve yıkıntı alanında bırakılan materyaller Bu yazı, depremin yedi buçuk ay sonrasında Tömük’te başlayıp Antakya’da biten, hem duygusal hem coğrafı olarak gelgitli bir haftalık seyahatin notlarından oluşuyor. Görüntüler eşliğinde naçizane bir güncelleme mahiyetinde derlediğim bu yazı, günlük hayatın asgari gereklerine dair Antakya’da konuşulanları sıralayacak. Öncelikle Uzun Çarşı: "Sen buralı değilsin herhalde?" Yabancılık teşhisi içeren bu soru bana genelde bir uyarı, belki biraz da küçümseme hissi verir. Fakat bu hafta hissettiğim, Antakya esnafı için sorunun bir memnuniyet belirtisi işlevi gördüğü. Uzun Çarşı’nın esnafı misafir oldukları illerden Antakya çevresindeki yerleşkelere dönmüş, dükkanlarını açıp işbaşı yapmış ve müşterilerini bekliyorlar. Dışarıdan birilerinin gelip dolaşması, Antakyalıların iyi bildiği şeyleri sorarak alışveriş yapması onları gülümsemeli konuşmalara gark ediyor. Ortamı olağanüstü hal olmaktan çıkaran sohbetler var: Benim payıma düşen kerebiçin Mersin’den ibaret olmayan güzergahını tane tane dinlemek. Mersin'den geldiğimi söylemem üzerine katıktan kömbeye, yemeklerdeki farklılaşmaya dair eğlenceli konuşmalar eşliğinde siparişler hazırlandı. Bu rekabete eskiden de aşinaydım zaten. Tanıdık olmayan ise "Mersin'den geldik" diyince çarşının en eski fırıncısı Yunus Bucak’ın "ben de" demesiydi. Ben çocukluğumun Çukurova’daki kısmından, o ise depremden 3-4 gün sonra Antakya'yı terk edişinden bahsediyordu. Deprem ikisine de dokundu gerçi: Mersin’de dört sene okuduğum 24 Kasım İlkokulu da depremden sonra kullanılamaz hale gelmiş, muhtemelen bu seyahatte son kez bahçesinde dolaşmış oldum. Resmi makamların toparlanma umudunu inşaata endekslediği koşullarda bile Antakya merkezinde göze çarpan bir yeniden yapılanma faaliyeti yok. Yeni konutlar Altınözü-Kansu taraflarında yoğunlaşıyor. Bu aşamada esnaf için umut verebilecek yegane şey çarşıya ulaşımın mümkün ve nispeten rahat kılınması olurdu. Fırınlardan hasırcılara, oyuncakçılardan aktarlara birçok dükkan açılmış, Vedat Milör’ün favorilerinden Pöç Kasabı dahil. Ayakta durmalarıysa kolay olmayacak, zira Antakya içi toplu taşıma yok. Trafik kuralları da levhalardan, ışıklardan ve polislerden çok sürücülerin karşılıklı anlayışı üzerine kurulu. Yollardaki göçük ve molozlar ciddi dikkat istiyor. Bu şartlarda çarşıya dışarıdan günübirlik ziyaretlerin zorlayıcı olduğu farkındalığıyla Türkiye genelinden internet alışverişlerinin teşvik edilmesi gerekiyor. Örnekler mevcut, ancak sınırlı. Antakya’nın merkezi ile Belen Yaylası arasındaki ovada farklı belediyelerin iş bölümü yaparak kurduğu yerleşkeler mevcut. Geri dönen Antakyalıların büyük kısmı buralarda yaşamaya başlamış. Ancak merkezi yönetimin kontrolü dışında oluşmuş kaldırım kenarı çadırlar da mevcut. Bunların tespiti ve taşınması gerekirken konteynerlerde su sızıntısı, elektrik kesintisi gibi sorunların devam ettiği söyleniyor. Saint Pierre Kilisesi’nin hemen aşağısında ise bir çadır alanı kurulmuş. Raporlardan anladığım kadarıyla Şubat ayında on kadar AFAD çadırıyla oluşmaya başlayan yerleşkeye bugün derme çatma çadırlar dahil onlarcası eklenmiş halde. Belen yönündeki bir konteyner kent Saint Pierre’e varır varmaz çok sayıda çocuk etrafımızı sardı. Baran özellikle eşlik etmeye kararlı görünüyordu. Sağolsun, geçen aylarla ilgili bayağı bir şey anlattı. Eski girişe, yani merdivenlere yöneldiğimi görünce beni “kafana taş düşer bak” diye panikle uyardı. Birkaç gün önce kendisinin başına gelmiş. Yeni girişi gösterdi. Burada da yürüdüğümüz yerin ötesine dağdan düşmüş kayalara dikkat kesilmiştim bir kere, ama aldırış etmiyor gibi yaparak müze girişine kadar yürüdük. Baran’ın ailesi depremin değil, depreme bağlı olarak dağ yamacına düşen kayaların yıktığı mahalledeymiş. “bizim ev sağlamdı aslında ama taş düştü” dedi. Hal böyle olunca Saint Pierre’in aşağısındaki çadırlardan birine yerleşmiş onlar da. “Depremde millet şu tünellere sığındı” diye, bir zamanlar kilise mensuplarının baskınlardan kaçmak üzere kullandıkları sanılan tünel ve oyukları gösterdi. Baran'ın elle gösterdiği tünel Saint Pierre Kilisesi'nin aşağı tarafındaki çadır alanı Altıncı sınıfa geçmesi gerekirken okulu bırakmış Baran. Mart ayı sonunda %60’ları bulduğu rapor edilen okula devam oranının Eylül itibariyle kaç olduğuna dair güncel bir veri yok. Defne’de geçen sene 36 bin olan öğrenci sayısının bu Eylül itibariyle 28 bine düştüğü Eğitim-Sen Hatay Şube Başkanı Özgür Tıraş’ın sözleriyle basına yansımıştı. Antakya’da ise 50’yi aşkın yerleşkenin üçte birinde kurulan konteyner okulların önce kalabalık sınıflara, sonra da okula devam oranında düşüşe yol açtığı anekdotlara konu oluyor. Okula gidiş yolu da bir başka caydırıcı unsur. Tozlu ve hasarlı yollarda, binaların altından birkaç dakika yürümek bile mesele. Yürüyemeyecek durumda olanlar saatlerce otobüs bekleyip genelde tıklım tıklım kendini gösteren az sayıda otobüsü takip ediyorlar, veya otostop gibi ailelerini tedirgin eden yollarla okula gidip gelmek durumunda kalıyorlarmış. Sonuç yerine Doğu Roma tarihçisi Paveł Filipczak, Antakya antik kentindeki hasar görmüş binaları incelediğinde şehrin tarihine isyanlardan ziyade depremlerin damga vurduğunu düşünmüştü. Ona göre seküler ya da dini makamları temsil eden yapılarda gözlemlenebilen fiziksel hasar, çatışan gruplardan değil depremlerden ileri geliyor. Buradan hareketle Filipczak, Antakya’nın “görece barışçıl” bir halka sahip olduğu sonucuna varıyor. Bugünkü Antakya halkı da öncülleri gibi kayda değer bir direnç ve birliktelik gösterirken evlerinde ortak deprem tecellisini görüyor. Şehri daha önce yeniden inşa edenler gibi bugün çabalayan halk da Antakya’nın köklü tarihine bir kayıt düşmüş olacak. Antakya
- As Antioch Endures its Seventh Month in the Dust
Wonder and curiosity, kept alive throughout history by the irregular colors that appear as one descends from Mount Amanus to the Amik Valley, are mixed with a sense of uneasiness these days. The dust that mixes with the air in Antioch (Tr. Antakya), which breathes where the Orontes meets the Mediterranean, is nothing but processed history returning to foreign matter. In this landscape, there are disagreements about which building has ceased to be itself. On a building wall that was under demolition order and annulment lawsuit, someone spray-painted the words “[MY] COURT / NOT DEMOLISHED, WILL NOT BE DEMOLISHED” in red. A Disputed Building In the district, where at least a few demolitions are carried out daily, the trucks accompanying the bulldozers are obliged to stack and transport selected building materials, together with clothes and other personal belongings that could not be neatly separated. Looking at the view, it seems evident that the rubble is just left there. Even a short four-minute walk from Kemal Paşa Street to the Bazaar requires swallowing a truckload of dust amidst the demolition work—the dust from the Habib-i Neccar Mosque, previously a pagan temple and a church, and dozens of apartment buildings mingle on that street. Still, further down the road, the Long Bazaar stubbornly tries to continue the exchange as a public space, announcing the presence of a community. Walking on Kemal Paşa Street The debris, collected and left behind in the field This short piece contains notes from my emotionally and geographically turbulent week-long trip. It began in the Tömük municipality of Mersin and ended in neighboring Antioch seven and a half months after the earthquake. Compiled as a humble update accompanied by images, the article will list what the residents said in Antioch about the basic essentials required for daily living. First, Long Bazaar: “You’re not from here, are you?” This question, which is a diagnosis of foreignness, usually strikes me as a warning, perhaps a little condescending. But what I felt this week was that for the shopkeepers of Antioch, the question functioned as a sign of gratification. The shopkeepers of the Long Bazaar have returned to the settlements around Antioch from the provinces where they were guests, have opened their shops, and are waiting for their customers. The sight of outsiders wandering around and asking for things Antioch people know well brings smiles to their conversations. There are conversations that take the atmosphere out of the state of emergency: my share was to listen to the itinerary of the kerebiç, a pistachio-filled cookie that can be found beyond my childhood residence of Mersin. When I told them I came from Mersin, orders were accompanied by amusing conversations about the differentiated culinary cultures. I was already familiar with this rivalry. What was unfamiliar was that Yunus Bucak, the oldest baker of the Bazaar, said, “Me too,” when I said, “We are from Mersin.” I meant to talk about the part of my childhood in the Cilician Plains, whereas he was talking about leaving Antioch three or four days after the earthquake. The earthquake touched both of them, though: My primary school in Mersin, where I studied for four years, has become unusable due to the earthquake. Probably for the last time, I walked around its garden on this trip. With officials pinning the hope for recovery on construction, there is no significant reconstruction activity in the center of Antioch. New housing is concentrated in the Altınözü-Kansu area.The only thing that could give hope to shopkeepers at this stage would be to make transportation to the Bazaar possible and relatively easy. Many shops have opened, from bakeries to wicker makers, toy shops to herbalists—including the famous PÖÇ butcher, one of the favorites of Vedat Milör, our nationally renowned “gourmand” and who hates the term. It is not easy for them to survive: There is no public transportation in the center of Antakya. Traffic rules are based on the mutual understanding of drivers rather than signs, lights, and police officers. Dents and rubble on the roads demand the utmost attention. Under these conditions, online shopping from across Turkey should be encouraged, recognizing that daily visits to the bazaar from outside are challenging. Examples exist but are limited. In the plain between the center of Antioch and the Belen Plateau, there are settlements established by different municipalities in cooperation. Many returnees from Antakya have started to live in these “container cities.” However, there are also tents on the sidewalks outside the central government’s control. While these should be identified and moved, the inhabitants of the registered settlements make a list of problems, from water leakage to power outages. In front of the Saint Pierre Church, a tent area has also been set up. As far as I understand from the previous reports, the compound started in February with about ten AFAD (Eng. Disaster and Emergency Management Presidency) tents and has since expanded to include dozens more, including makeshift tents. A container city in the direction of Belen As soon as we arrived in Saint Pierre, many children surrounded us. Baran seemed especially determined to accompany us. Thanks to him, I learned a lot about the previous months. When he saw me heading towards the old entrance, i.e., the stairs, he warned me in a panic, “A stone will fall on your head!” It had happened to him just a few days ago, he said. Instead, he pointed to the new entrance. Here, too, I had already paid attention to the rocks that had fallen from the mountain beyond where we were walking, but pretending not to care, we walked to the museum entrance. Baran’s family left their neighborhood that was damaged, not by the earthquake itself, but by the rocks that had fallen due to the earthquake: “Otherwise, our house was solid,” he said. Therefore, they settled in one of the tents below the Church. “In the earthquake, people took refuge in those tunnels,” he said, pointing to the tunnels and caverns where church members once sought refuge during raids. The tunnel Baran pointed to with his finger The tent area below Saint Pierre Church Baran dropped out of school when he should have been in the sixth grade. There is no current data on the school attendance rate, which was reportedly around 60% at the end of March. Özgür Tıraş, head of the Hatay branch of Eğitim-Sen (Education and Science Workers’ Union), told the press that the number of students in Defne, a neighboring municipality, had dropped from 36,000 last year to 28,000 this September. Lacking the equivalent of this data, several anecdotes in Antioch suggest that container schools opened in a third of the more than 50 settlements have led first to overcrowded classrooms and then to a drop in school attendance. Transportation to school is another deterrent factor. Walking even for a few minutes under damaged buildings and on dusty and damaged roads is a challenge. Students who cannot walk often wait hours for the bus, which is usually overcrowded, or resort to hitchhiking to and from school, causing concern for their parents. Henceforth Analyzing historical sources over damaged buildings in the ancient city of Antioch, Paveł Filipczak, a historian of Byzantine, concludes that the city’s history is marked by earthquakes more so than rebellions. Accordingly, the physical damage observed on buildings representing secular or religious authorities was caused by earthquakes, not by conflicting factions. From this, Filipczak concludes that Antioch had a “relatively peaceful” population. Having seen the manifestation of an earthquake on their buildings, the people of modern-day Antioch show remarkable resilience and unity, echoing their predecessors. Like those who rebuilt the city before them, the people who strive today will be making a record in the deep-rooted history of Antioch. Antioch
- Depreme İnanmamak
Vakıflı köyünün girişindeki kahvede ahşap masada bir iskambil oyunuyla başlıyoruz. Masaya iskambil kağıtlarını dizerek bana dikkatle izlememi söylüyor. Öncesinde, boş bir kâğıdın en üstüne rakamların hangi harflere karşılık geldiğini yazmıştı. Benden rastgele seçmemi istediği kartların değerlerini not edip, kâğıdın üstünde, onun direktifleriyle toplama ve çarpma işlemleri yapıyorum. Sonunda vardığımız çok basamaklı sayıdaki rakamların, hangi harflere karşılık geldiğini ona söylememi istiyor. Bütün bu dört işlemde vardığımız çok basamaklı sayı, benim ismim ve soy ismimi ortaya çıkarıyor. Umuyor ki dikkatle izledim, çünkü öğrendikten sonra bu iskambil numarasını ben de kullanabileceğim. Bu oyunu takip etmeye çalışırken bir yandan da depremin aslında bir deprem olmadığına dair karşılaştığım ilk hikâyeyi de dinlemiş oluyorum. Doktora çalışmamın parçası olarak yaptığım ziyaretteki karşılaşmalarımı tamamen yönetebileceğimi düşünmüyordum ama depreme dair alternatif açıklamaların bu kadar yaygın olacağını da beklememiştim. Bu yazının çıkış noktası, depremden sonra Antakya bölgesine depremden sonraki dönemde yaptığım üç ayrı ziyarette depremin aslında ‘ne’ olduğuna dair duyduğum anlatılar. Yaptığım ziyaretlerde görüşmecilerin hiçbirine depreme inanıp inanmadıklarını sormadım. Ama görüşmelerim sırasında depremin gerçekliğine dair farklı inanışlar olduğunu gördüm. Bu görüşler bölgeden olup depremi Antakya’da yaşamayan ve daha sonra bölgeye gelen bir kişi ile hem bölgeden olup hem de depremi ve sonrasını orada geçirmiş iki kişinin anlatılarına dayanıyor. Yani aslında bu yazının konusu, Şubat depremlerine yönelik ‘komplo teorileri’ de diyebiliriz. ‘Komplo teorisi’ yerine ‘anlatı’ demeyi tercih etmemin sebebi, anlatıların bir veri olarak değerlendirilebileceği fikrini ciddiye almak. Bu yazıda, söze dökülen iddiaların doğruluk, yanlışlık ya da geçerliliğini tartışmak ya da tartışmaya açmak yerine, dinlediklerimi felaket sonrası ortaya çıkan anlatılar olarak görerek, neden depremden konuşmaya başlayınca bu görüşlerin de yüzeye çıkmaya başladıkları üzerine düşünmek istiyorum. Greg Dening, tarih anlatıları ile ilgilenen bir antropolog. Ben de onun Pasifik’te kültürlerarası karşılaşmada, William Gooch adında bir Avrupalının öldürülmesinden yola çıkarak geçmişi nasıl bildiğimizi tartıştığı kimi terimlerden faydalanacağım.[i] Dening, şimdiki zamana yayılan, biçim değiştirmiş, tercüme edilmiş, yorumlanmış, özetlenmiş geçmişlere Tarih diyelim diye öneriyor. Tarih, o halde, bir şimdi oluşturmak üzere geçmişi sembolik biçimlerde kodladığımız yollar olmalı. Geçmiş, yalnızca deneyim değil; metinlere dönüşmüş, yani, yazılmış, söylenmiş ve maddi nesnelerde yakalanmış metinlerdir. Anlamak için kültürel kodlarına sahip olduğumuz, okumayı öğrendiğimiz bu metinleri, Dening, “metinleşen geçmişler” diye tanımlıyor. Dedikoduyu ele alalım. Bir dedikodunun tarihi sahneye koyuşunda, gerçeklik yargısındaki kararımızı erteleyip, dedikodunun bize dayattığı katılma biçimlerine uyarız. Tarihleri canlandırıyoruz ve hayatlarımızı onları sahnelediği anların eleştirmenleri olarak yaşıyoruz. Pasifik çalışmalarında kendine özgü bir anlamı olan ‘kargo’ kelimesinden yararlanarak, ‘metinleşen geçmiş’i şöyle açıklıyor Dening: Kargo, sahilde karşılaşılan maddi kültür nesnelerini işaret eder; demir keski, İncil, ya da tüfek gibi. Ait olduğumuz kültürde nesneleri “okuyacak” kodlara sahibizdir. Nesneler kültürler arası sınırları geçtiklerinde ise anlamlarını yeniden icat etmek gereklidir. Metinleşen geçmiş, tıpkı maddi nesneler gibi, takip eden geleceklere bir ‘kargo’dur, her zaman onu yeniden icat eden şimdilerde ‘karaya çıkar.’[ii] Benim için, depreme dair anlatılar, Greg’in terminolojisi ile “metinleşen tarihler,” depremin nasıl meydana geldiğini anlattıkları için değil ama depremi Antakya’nın geçmişine karşı okudukları için anlamlı. Hem geçmişten gelen mülkiyet ilişkilerinin nasıl örgütlendiğini, hem de depremde en geniş çaplı yıkıma uğramış bölgenin yeniden yapılırken yeniden örgütlenen mülkiyet ilişkilerini yorumlama, dahil olma, dışarıda kalma, buna karşı tutum alma biçimlerine dair iddialar içeriyorlar. Önce duyduklarımı anlatacağım, daha sonra bu anlatıları okumanın kurduğu yakınlıkları ile ilgilenerek vardığım birkaç sonuçtan bahsedeceğim. Patlayıcılar döşenmiş yeraltı tünelleri Vakıflı köyünde kahvede karşıma çıkan anlatının temelini afetin büyüklüğü oluşturuyor. Anlatıcı, şunu sorarak başlıyor: “Deprem olduğu zaman filanca yerde deprem oldu diye duyarız. Bir değil, iki değil, on bir il yıkıldı; bu kadar büyük bir yıkım deprem olabilir mi?” Ben Suriye’deki etkisini ekliyorum. Depremin ne olduğuna dair inanışı, böyle büyük çaplı bir yıkımın deprem olarak nitelenmeyeceği sonucuna götürüyor onu. Peki o zaman bu yıkımı nasıl açıklayabiliriz? Ben burada doğdum, ömrüm boyunca burada yaşadım, bütün bu topraklarda ne kadar gedik var, avucumun için gibi bilirim, diyor. Ona göre, Suriye ve Hatay’ı yer yer üstündeki sınırları gözetmeden kapsayan yeraltı tünellerine patlayıcı yerleştirdiler ve hepsini 6 Şubat’ta bir anda patlattılar. Deprem hikayesinin ardında böyle bir patlama olduğundan emin ama fail konusunda net bir görüşü yok. Ancak böyle büyük bir eylemin altından kalkabilecek bir fail olmalı. Böyle bir patlamanın neden düzenlenmiş olabileceğiyle ilgili olarak da kendisinin hâkim olamayacağı bir bilgi ve ilişki ağına işaret ediyor. Harp gemisi, Deprem çubukları Depremle ilgili ikinci anlatıyı, konuşmayı benim başlatmadığım bir karşılaşmada dinliyorum. İskenderun-Arsuz dolmuşunda yan yana oturduğumuz biriyle sohbete başlıyoruz. Birkaç yıldır yurtdışında yaşıyor. Benim bir Amerikan üniversitesinde doktora yaptığımı öğrenince benim Amerika’da kalmaya devam edebileceğimi söylüyor. Amerika’da sağlık hizmetlerine erişimin zorluğundan bahsedince belki de Amerika yerine Kanada’da yaşamamın en doğrusu olacağı sonucuna varıyor. Bu henüz bir ön sohbet. Belli bir tanışıklığın sağlanmasının ardından, Arsuz’a yaklaştıkça belirginleşen yıkıntı izlerinden, depremden konuşmaya geçebiliyoruz. Vakıflı köyünde bir sohbette depremin aslında deprem değil, bir patlama olduğunu duyduğumu aktarıyorum. Buna “Tabii, sen inanıyor musun deprem olduğuna?” diye karşılık veriyor. Ancak onun anlatısı, Vakıflı’da duyduğum anlatıdan farklı. Bana İstanbul Boğazı’na gelen gemiye dair haberleri mutlaka görmüş olmam gerektiğini söylüyor. Gemi, birkaç günü İstanbul Boğaz’ında geçirdikten sonra Akdeniz’e inmiş. Geminin Boğaz’dan Akdeniz’e inmesiyle depremin zamanı örtüşüyor. Bu harp gemisinden uzaya gönderilen sinyallerle, bu gemiden değil ama geminin uzayda bağlantı kurduğu uydulardan bölgeye gönderilen ‘deprem çubuklarının’ sarsıntıyı tetiklediğini düşünüyor. Teknolojinin böyle bir müdahaleyi mümkün kılacak kadar gelişmiş olduğuna güvenebilirim. Neden depremin, asıl hedef olduğunu söylediği İstanbul’da değil de Antakya bölgesinde olduğunu soruyorum. İstanbul’da deprem olmadığını çünkü fayların deprem yaratmaya hazır olmadığını, sinyallerin burada deprem yaratamadığını söylüyor. ‘Deprem çubukları’ dediği zaman kafamda lazer ışınları belirmişti ama konuşmamızın akışı içinde anlatıcıdan tam olarak neyi kastettiğini açıklamasını istemedim. ‘Deprem çubukları’ epey davetkar bir terim olduğu için internette aramaya başlıyorum. Bu terimi ilk kez Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım, bir konferansta yaptığı konuşmada kullanmış.[iii] Lazer ışınlarına pek de benzemeyen bir şey tarif ediyor gibi: “uzaydan atılan titanyum alaşımlı 10 metre çubuklar.” Deprem çubuklarını araştırırken konuşmamızda geçen ‘harp gemisi’ni de yanlış anladığımı fark ediyorum. Boğaz’dan geçerek Akdeniz’e gelen bir savaş gemisi yerine aslında HAARP’a bağlı bir gemiyi anlamam gerekiyordu. Yani Amerikan hava ve deniz kuvvetleri tarafından finanse edilen “Yüksek Frekanslı Etkin Kutup Işıkları Araştırma Programı” (HAARP). Konuşmamızın başında doktora yaptığım ülkede bir hayat kurmamı dileyen, benimle bunun imkanlarını tartışan kişi, yine bana aynı ülkenin felaketin faili olduğunu anlatıyordu. Ben Amerika’dayım ama dedim, ben de zaten oradasın diye sana bunları sana anlatıyorum diye cevap verdi. “Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer” Başka bir görüşmemde hem Vakıflı köyünde hem Arsuz dolmuşunda duyduğum hikayelerden bahsedip, pek çok kişiden depremin gerçek bir deprem olduğuna inanmadıklarını dinlediğimi söylüyorum. Görüşmecim buna “Elbette,” diye cevap veriyor ve böylece onu da dinlemeye başlıyorum. Diğer iki anlatının aksine, depremin nasıl olduğuna dair ayrıntılı bir açıklaması yok. Bunun yerine, Antakya’nın konumu ve önemini iyice kavramamın önemiyle söze başlıyor. Dünyanın ikinci kilisesinin burada olduğunu, Bizans döneminde limana kral ve kraliçe için kayıklarla gelen taze sebze ve meyveleri, 80’li yıllarda Samandağ çevresinde yaptığı gezintilerde karşılaştığı ama daha sonra yağmalandığını söylediği mağara kilisesi kabartmalarını anlatıyor. “Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer.” Bu konuşmada Antakya aslında sürekli daha kötüye giden koşullarda, eksilen, yağmalanan, yok olan bir yer aynı zamanda. Deyim yerindeyse, bir türlü yakasını bırakmayacakları türden bir yer. Burada, yine, faili tam olarak bilemiyoruz. Arsuz’da yaptığım bu görüşmede telefonundan Antakya’da yıkılmış mahallesinde ayakta duran evinin fotoğrafını gösteriyor: “Evim yıkılmadı ama burada yaşanabilir mi?” Komşularını sorduğum zaman çok anlatacak şey var deyip konuyu nazikçe sessizleşerek kapatıyor. Konuştuğum üç kişinin de böyle kayıpları var. Antropolog Christian Dole, araştırma sahasını “felaket-sonrası Türkiye” olarak kavramlaştırırken 1999 depremi sonraki zaman-mekâna gönderme yapıyor. [iv]Dole, geçmişle süren güçlü bağlar ve yaşanabilir bir geleceğin inşası arasında, kaybı ve ‘yaşamaya devam etme’ deneyimini iyimserlik bağlamında ele alıyor. Kendini ‘meşgul etmek’ de yaşamaya devam etmeninin bir stratejisi olarak karşımıza çıkıyor diye öneriyor. Kendini meşgul etmek, başkalarıyla meşgul olmak da olduğu için sosyal bir bağlamı var. Tekrarlanan “Hayat devam ediyor” cümlesindeki belirsizlik içinde geleceğin başka türlü olabileceği fikrine bağlılık etrafında örgütlenen bir yaşama yönelik olma durumu. Depreme yönelik anlatılarda, kendi dışında olan ve daha önce ve başka yerlerde olduğu gibi yaşamın koşullarını belirleyen baş edilemez bir kuvvet var. Bunun da bir çeşit teslimiyet anlamına da geldiğini düşünüyorum. Ama bence bu anlatılardan varabileceğimiz sonuç yalnızca bu değil. Dole, yıkıcı ve kompleks bir olay olan deprem, kanıta dayalı suçluluk ve tazmin edilebilir zarar çerçeveleri ile hukukun gramerine kolayca tercüme edilmediğini söylüyor. Deprem söz konusu olduğunda sorumluluk nasıl isnat edilir?[v] Hukukun, büyük çaplı bir felaket karşısında suçu tanımlama ve isnat etme konusundaki yetersiz kaldığına değiniyor. Yas, belirli bir tarihsellik içinde şekillenmiş olan şimdinin yapısal gerçeklikleriyle buluşuyor diyor Dole. Yalnız, bu analizde şimdiyi şekillendiren tarihselliğin tam olarak ne olduğunu anlayamıyoruz. Buna göre, sonuç kısmında depreme dair anlatıların geçmişi nasıl bildiğimize dair ne anlama geldiğine dair birkaç şey söyleyeceğim. Sonuç yerine Yakın zaman önce Fransa’nın, Cezayir’de, ilkini 1960’ta gerçekleştirdiği, toplam 57 nükleer denemenin, Cezayir’in sömürge statüsünün sona erdiği tarihin ötesine uzanan etkileri ile ilgili bir haber yayınlandı.[vi] Haber, Cezayir çölündeki askeri tesisin, 1968 yılında sökülerek Cezayir’e teslim edildiğini yazıyordu. Cezayir çölünde yapılan nükleer testlerin birinde, çevredeki şehirleri sarsan bir patlama meydana gelmiş, düzgün kapatılmayan bir yeraltı deliğinde atmosfere radyoaktif madde sızmıştı. Haber, Cezayir devletinin, Fransa’dan nükleer atıkların gömdüğü yerleri gösteren topografik haritaları talep ettiğini, buna karşın Fransa’nın nükleer test arşivini teslim etmeyi reddettiğini yazıyordu. Fransa’nın Cezayir’de yaptığı nükleer testlerle ilgili haberin, Vakıflı’da duyduğum deprem anlatısını aklıma getirmesinin nedeni bazı anahtar kelimeler. Yeraltı delikleri, sarsıntı gibi… Bu kelimelerin benim için kısa süre önce yaptığım bir görüşmeyi hatırlatması şaşırtıcı değil. Depremin ve nükleer testlerin bir araya gelmesinin ise çağrışım dışında bir ilgisi yok. Öyleyse, birisi tarihsel talep, diğeri ‘komplo teorisi’ olarak cisimleşen bu geçmişler iki bambaşka düzleme mi ait? Eğer Cezayir’deki nükleer testlerin tazminat talebinde form bulan bu varlığı olmasa, ona dair anlatılar başka kanallarda sızıp, konuşmalarda ifade edilip, hayatlarına farklı biçimlerde devam edecekti. Sonuç yerine söylemek istediğim bir iki şey var. Birincisi, depremi toplumsal boyutları ile gündeme getirmeye ve gündemde tutmaya gayret eden tüm konuşmalarda, depremi tekil bir olay olarak görmemek, takip edebileceğimiz geçmişlere doğru izini sürmenin mümkün olduğu bir mülksüzleşmenin en son halkası olarak değerlendirmek gerektiğinin tekrar tekrar vurgulandığı. Depreme dair anlatıların bu takip etme çizgisinde sistematik olarak kanıtlama zorunluluğu duymadan aynı noktaya değindiğini düşünüyorum. İkincisi, bölgede kesişen emperyalizmleri tanımlayabilecek yeterli kavramsal araçlara sahip olmadığımız için anlatılarda görünüp kaybolan ama tarif edilemeyen bir emperyalizm vurgusu taşıdığını söylemek mümkün. Tarih okumasının nasıl sahneye konulduğuna bakarak, tarihsel zamanı parçalara ayırmak zorunluluğundan muaf olan bu anlatıların emperyalizmi içerebildiğini söyleyebilirim. Şimdilerde ‘karaya vuran’ metinleşen geçmişin, deprem-sonrası tarihsel anın anlamlarla ‘doluluğunun’ bir parçası olduğundan bahsettim. Bu yalnızca kalkıp gidince meydana çıkan bir şeydi. Öne çıkan görsel kaynak: Pexels/Doruk Aksel Anıl [i] Greg Dening. 1995. The Death of William Gooch: A History’s Anthropology. Melbourne University Press. [ii] Ibid, 24. [iii] Oda TV. 17 Şubat 2023. “Uzay Ajansı Başkanı ciddi ciddi anlattı… Uzaydan atılan titanyum deprem çubukları.” https://www.odatv4.com/guncel/uzay-ajansi-baskani-ciddi-ciddi-anlatti-uzaydan-atilan-titanyum-deprem-cubuklari-271114. Erişim: 8 Eylül 2023. ` [iv] Christopher Dole. 2022. “The Optimism of Catastrophe: Loss and Liveable Futures in Post-Disaster Turkey.” Ethnos. [v] Ibid, 13. [vi] Ali Yahi. 24 Ağustos 2023. “Fransa’nın Cezayir çölünde yaptığı nükleer denemeler, sessizliğe gömüldü.” Independent Türkçe.
- 'Antakya'nın gerçek mirası, insanlarının yaşamı ve geçmişidir'
Sohbetimizin ikinci kısmında (ilk kısmı için burayı tıklayınız) Andrea De Giorgi Nehna'ya bölgedeki depremlerin uzun tarihini ve yüzyıllar boyunca Antakya'yı nasıl yeniden şekillendirdiğini anlatıyor. İtalyan arkeolog, geçmişteki depremleri kentin modern tarihiyle ilişkilendiriyor ve sonuncusu da dahil olmak üzere bu depremlerin hem miras hem de hayatta kalma açısından bölge arkeolojisi için ne anlama geldiğini anlatıyor. Ona göre, Antakya'nın mirasının en önemli yönü, sadece maddi tarihi değil, M.Ö. 300'de kurulduğundan bu yana kenti ve çok kültürlü, çok dilli nüfusunu karakterize eden kozmopolitizm, senkretizm ve hoşgörünün uzun yaşamlı tarihi. De Giorgi, ekonomik ve siyasi çıkarları kentin tarihi ve geleneklerinin önüne koyacak kötü planlanmış yeniden inşa projelerinden endişe duyuyor, ancak Antakyalıların eninde sonunda kentin ve geleceğinin kontrolünü ele geçireceklerinden ve yüzyıllar boyunca yaptıkları gibi kenti çoğulcu bir yerleşim bölgesi olarak yeniden şekillendireceklerinden de emin. Bir arkeolog olarak, kentin arkeolojik olarak bize anlatacak çok şeyi olduğuna ve antik dünyanın günümüze ulaşan en önemli kent merkezlerinden biri olarak tarihinin hala yazılmakta olduğuna ve Helenistik ve Roma döneminin ötesini düşünerek, tekrarlanan yıkımlarından ziyade uzun sürekliliğine vurgu yapılması gerektiğine inanıyor. Röportaj: Arie Amaya-Akkermans Antakya'nın antik dönemdeki tarihinden bölgenin geçmişte çok sayıda depreme maruz kaldığı iyi biliniyor, fakat kitabınızdan kaç tane olduğunu öğrenince şaşırdım. M.Ö. 1. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki dönemde elliden fazla depremden bahsediyoruz. Evet, çok vardı. Buranın özelliği, bu tekrar eden olayların yarattığı yıkıma rağmen, toplulukların hayatlarına devam etmesi ve insanların her zaman kollarını sıvayıp işlerine geri dönmesidir. Tüm bu depremler modern arkeolojiyi ve olanaklarını nasıl etkiledi? Antakya'daki deprem elbette büyük bir felaket ve arkeolojik açıdan da iyi değil. Teorik olarak, topografyayı daha iyi anlamak için enkaz temizlenirken bazı arkeolojik çalışmalar yapmak için bir fırsat olabilirdi, bu da neyin inşa edilip edilemeyeceğini anlamada etkili olabilirdi. Ancak Türkiye'de hükümet yeniden inşa planlarıyla tamamen farklı bir yöne gidiyor. Kayseri ya da Konya gibi uzak yerlerden gelen ve Antakya'nın ne olduğu, tarihi ya da gelenekleri hakkında hiçbir fikri olmayan mimar ve inşaatçılar hakkında hikayeler duyuyoruz. Ama mesele sadece bu değil. İçimden bir ses, hükümetin yeniden inşa konusunda bir uzlaşma sağlamak isteyeceğini ve inşaat sektörünün cumhurbaşkanının siyasi mekanizmasındaki ana varlıklardan biri olması nedeniyle, mümkün olduğunca hızlı ve mümkün olan en yüksek inşaatı yapmaya çalışacaklarını söylüyor. Antakya bölgesinde TOKİ inşa edip etmediklerini bilmiyorum ama en azından çok benzer bir şey yapacaklardır. Ellerinde şehirlerin nasıl görünmesi gerektiğine dair bir şablon var. Öncelikle yerinden edilme ve ardından tam merkezde, bölgede var olabilecek her türlü kültürel veya sosyal heterojenliği görmezden gelen renkli toplu konut projeleriyle çevrili bir alışveriş merkezi. Editörlüğünü yaptığınız bir kitap için Jordan Pickett'in Antakya'nın Roma ve Helenistik dönemlerdeki depremlerden sonra yeniden inşa projelerine ilişkin katkısını okurken, bu projelerin şu anda uygulamaya konulacak olan master plandan çok daha ayrıntılı ve iyi düşünülmüş olduğunu gördüm. Antakya'daki insanların bu konuda güçlü hislere sahip olduğunu ve miraslarını yaşatma konusunda kararlı olduklarını biliyorum ama hükümet bu konuda pek konuşmuyor. Kitabın başında ve sonunda Antakya halklarının mirasından bahsediyorsunuz ve buranın büyüklüğünü, tarihini ve geçmişini özetliyorsunuz. Antakya'nın gerçek mirasının halklarının yaşamları ve geçmişleri olduğunu ve yatay olarak çok katmanlı bir şehir ve toplumda farklı toplulukların, tarihlerin, tarzların bu garip birleşimi olduğunu söylüyorsunuz. Elbette bu devletin istemediği bir şey, zaten hiçbir zaman da istemediler ve şimdi bunu tamamen silmek için ellerine eşsiz bir fırsat geçti. Garip bir şekilde, sanki Antakya'dan geriye kalan tek şey, derin tarihsel anlamda Samandağ'daymış gibi hissediyorum. Samandağ ve Seleucia Pieria'yı düşündüğümde, hiçbir zaman derinlemesine araştırılmadığını görüyorum. Geçmişte denedik, fakat Hatay'daki koşullar, diğer araştırmacılara yer olmaması ve her şeyi sıkı bir şekilde kontrol etme istekleri göz önüne alındığında, gerçekten başaramadık. Bu talihsiz bir durum. Samandağ, Delta ve Seleucia Pieria'da, tarih boyunca büyük şehirden süzülüp gelen kültürel olguların mükemmel bir yansıması var. Samandağ hiçbir zaman tam olarak inşa edilmediği ya da bitirilmediği için deprem sırasında tamamen yıkılamadı. Belli bir dereceye kadar güvenli bir yer olmaya devam ediyor, çünkü her zaman olduğu gibi hala yapım aşamasında. Arapça konuşulan çoğunluk/azınlıkların yeri bir tür sınırdır ki her zaman bu sınır daha da aşağıya itilmiş ve şimdi Suriye’yi saymazsanız onları itecek hiçbir yer yok. Ve Samandağ hala yaşıyor, Antakya'nın kuzeyinde olduğu gibi hiçliğin ortasında bir konteyner kent değil. Açıkçası beklentiler olumsuz ve işler iyi görünmüyor ama bir depremden sonra bölgenin bir başka büyük ölçekli dönüşümü için alan olabileceğini düşünmek istiyorum. Antakya'daki insanların dayanıklılığına ve inanılmaz direncine güveniyorum. Antakya halkında çok fazla acı, kızgınlık ve keder var. Memleketlerine nasıl tutunduklarını görebiliyorsunuz, bu yüzden nihayetinde bir gelecek sağlayacak ve bu kalıntıları bir yaşam duygusu, bir umut duygusu ve bir gelecek duygusuyla dolduracak gücün bu olacağına inanıyorum. Arkeoloji hakkında saatlerce konuşabiliriz ama asıl önemli olan insanların evlerine geri dönmeleri, elektrik ve suya kavuşmaları ve Antakya'da ya da başka bir yerde hayatlarını yeniden inşa edebilecekleri bir alana sahip olmalarıdır. Yardım almaları gerekiyor, 2023'te işler bu şekilde olmamalı. Antakya'da tarihin ve mirasın inşa edilme ve yeniden inşa edilme biçimi, kentteki modern miras söylemlerinde Hitit kralı Suppiluliuma'nın yıldızlaşma hikayesini düşündürüyor. Eğer 2022 yılında Antakya'ya turist olarak gittiyseniz ve bu ilk gelişinizse, Suppi'nin kentin tarihindeki en önemli kişi olduğunu düşünürdünüz. İnanılmaz derecede meşhur. Ve her hediyelik eşya dükkanında Atatürk ve Büyük İskender'le aynı rafta yer alıyor. Dondurmacıda, berberde, takside ve siz bu çok ünlü kişinin kim olduğunu merak ediyorsunuz. Aslında bu kişi hakkında bildiğimiz tek şey adı. Heykel hakkında henüz akademik bir yayın yok ve on bir yaşında olduğunu biliyoruz, çünkü heykel ancak 2012 yılında Tell Tayinat'ın Demir Çağı yerleşkesinde keşfedildi. Yani Antakya'nın mirasının simgesi olarak sadece on yıl önce keşfedildi. Bu bana Antakyalıların miras olarak gördükleri şeyde bir akışkanlık, bir esneklik olduğunu düşündürüyor. Onu gördüğünüzde Büyük İskender kadar ünlü olduğunu düşünürsünüz. Ya da belki daha ünlü. Ama onun hakkında hiçbir şey duymamışsınızdır ve aslında çok az bilinen bir karakter. Çok kısa bir süre içinde çok önemli bir figür haline geldi. Şehrin ikonografisinin bir parçası. Böyle bir şey ancak Antakya'da olabilir. Yani gelecek hâlâ açık. Aslında, arkeolog Tim Harrison geçen gün bana telif hakkını aldıklarını söyledi, yani her türlü minyatür kopyanın üretimi için telif haklarını elinde tutan bir dernek veya şirket var. Antakya'da sokak ve çarşı, 1905, Gertrude Bell Arşivi Bu hikaye size Hatay hakkında gerçekten bir şeyler anlatıyor. Oraya gidip bu ailelerle birlikte yaşadığınızda ve bu insanlarla günlük yaşamlarını paylaştığınızda, her şey çok sıradan görünüyor, sanki Türkiye'nin herhangi bir yerinde olabilirmişsiniz gibi. Ancak zamanla, katmanları soymaya başladığınızda, bu toplulukların bazı bölümlerinin Türkiye'ye ne kadar zayıf bir şekilde entegre olduğunu ve entegrasyonun çoğunun kelimenin tam anlamıyla silah zoruyla yapıldığını görmeye başlıyorsunuz. Birçok evde bir büyükannenin Türkçeyi akıcı bir şekilde konuşmadığını söyleyebilirsiniz. Bazen de hiç konuşmuyorlar. Burası bir sınır bölgesi olmaya devam ediyor ve pek çok açıdan bu haliyle tam olarak istenmeyen bir sınır bölgesi. Bu konuda bir sınırda olma hali var ve depremden sonraki yıllarda bu sınırda olma halinin ne olacağını ya da ne hale geleceğini gerçekten bilemiyoruz. Kitapta 19. yüzyılın sonlarından ve Osmanlı İmparatorluğu'nun sonlarına doğru yaşanan dönemden bahsediyorsunuz ve öyle görünüyor ki, Osmanlılar ister Hıristiyan ister Müslüman olsun, oradaki kültürel miras öğeleriyle pek ilgilenmemişler. Burada Osmanlı döneminin neyi yapıp neyi yapmadığına girmeye gerek yok, ancak en azından Ermeni Soykırımı günlerine kadar bir tür çok kültürlü topluma sahip olduğunuzu ve dini inançların, etnik kökenlerin bir araya geldiği bir topluluk hissi olduğunu iddia edebilirsiniz. M.Ö. 3. yüzyılda Büyük İskender tarafından kurulduğundan beri şehrin DNA'sı bu oldu. Bölgenin Helenistik öncesi tarihini düşündüğünüzde bile, farklı etnik gruplardan (Hitit, Hurrili, Yunan, Mari, Sami vb.) güneşin altında mutlu yaşamlarını sürdüren birçok halkla bu çok benzersiz duruma sahipsiniz. Ama arada bir dinlerini ve dillerini değiştiriyorlar, geçmişten gelen unsurları yeni bir kültürel forma taşıyorlar, yine de aynı yerlerde yerleşik kalıyorlar. Tıpkı Alevilerin Daphne ve Apollo efsanesiyle ünlü Harbiye şelalelerinde ibadet etmeleri gibi... Bu bölgede her türlü olasılık var. Kiliselerin senkretizmleri (farklı inanç ve uygulamaları bir araya getirmek) çok farklı değil. Atalardan gelen davranışların sürekliliği. Geçmişte Alevileri dini zulümden kurtarmak için onları saklayan Samandağ'daki Rum Ortodokslar ile Aleviler arasındaki yakın bağları da düşünün. Alevi iken şimdi Rum Ortodoks ya da Müslüman olan ya da tam tersi olan ailelerin din değiştirmeleri söz konusu. Asla bir araya getirilemeyecek birçok farklı unsurdan oluşan bir dağılım söz konusu. John Chrysostom'un vaazlarında Hıristiyanların sinagoglara gitmesinden ya da Yahudilerin kiliseye katılmasından şikâyet ettiğini okuyabilirsiniz. Sonra da bazı pagan festivallerine katılmak için Dafne'ye giderler. Bu Antakya'da çok sık görülen bir olay - dini otoriteler senkretizmden şikayet ederler. Tüm bunların sonunda, Antakya'yı sarsan birçok depremin ve M.S. 526'da Antakya tarihinin en büyük depremi de dahil olmak üzere bunların sonuçlarının ve yeniden inşalarının farkında olan bir arkeolog olarak, ileride ne görüyorsunuz ve bölgenin gelecekteki arkeolojisinde ne beklemeliyiz? İyimser bir bakış açısı sunmak istiyorum. Antakya halkının şehirlerinin yeniden inşasında yer alacağına inanmak istiyorum ve yerinden edilen insanlara yeni konutlar ve yeni fırsatlar sunacak, mantıklı ve sürdürülebilir bir yeniden inşanın gerçekleşmesi gerektiğinden eminim. Bu yeniden yapılanma, bölgenin uzun tarihini dikkate alan, sadece Roma dönemine ait olması gerekmeyen pek çok geleneği tanıyan bir yeniden yapılanma olmalıdır. Osmanlı evleri de, bu döneme ait güzel Rum ve Ermeni mimarisi de dahil olmak üzere yeniden inşa edilebilir. Yerleri turist dostu ve turizm için uygun hale getirme baskısı nedeniyle, bu restorasyonların düzgün ve saygılı bir şekilde yapılacağına inanmak istiyorum. Elbette bu bağlamda, kent tarihinin hala bilinmeyen farklı yönlerini göstermek için arkeolojiye de yer olacaktır. Antakya'nın arkeolojik olarak bize anlatacak çok şeyi olduğunu umuyoruz. Hala öyle. Helenistik öncesi ya da Roma dönemine ait katmanları kurtarmaktan bahsetmenin çok mantıklı olup olmadığından tam olarak emin değilim. Ancak, hükümet ve yerel paydaşlar işlerini doğru yaparlarsa Antakya'nın bölgenin kültürel merkez üssü haline gelmesi için büyük fırsatlar olacaktır. Şu anda Antakya ve eski şehri hakkında yanlış bir nostalji yaşanıyor, ancak düşündüğünüzde ve geçmişte insanlarla yaptığınız konuşmaları hatırladığınızda, aslında eski şehir o kadar da güzel değildi ve birçok insan ondan nefret ediyor ve birbiriyle aynı kafelerin ne kadar korkunç ve yapay olduğundan ve hiçbir şeyin otantik olmadığından sürekli şikayet ediyordu. Zamanın bir anına, o zamanki şeylerin yoğunluğuna dair bir nostalji olabilir, ancak şimdi böylesine içler acısı bir durumda olan eski şehirle ilgili farklı şeyler yapmak için fırsatlar olması da mümkün. Bazen insanlar Antakya'nın sadece 1920'lerden kalma geniş balkonlu ve avlulu o güzel Osmanlı evlerinden oluştuğunu hayal ediyor, ancak durum böyle değildi. Çok çirkin mahalleler de vardı, örneğin Trajan Su Kemeri'nin etrafındaki bölgeyi düşünün. Ben hala bundan iyi bir şey çıkacağına inanmak istiyorum ama bu uzun yıllar alacak. Şehir hala enkazla hesaplaşıyor, kimin ne yapacağına ya da buradan nereye gideceklerine dair bir fikir yok. Moloz sorunu çok önemli bir konu. Yüz milyonlarca tondan bahsediyoruz. Bu arkeolojik bir sorun, ekolojik bir sorun, sosyal bir sorun. Ölçeği o kadar büyük ki akıl almaz. Asi Nehri üzerindeki evler, Antakya, 1905, Gertrude Bell Arşivi Öne çıkan görsel: Antakya, 1950'ler özel koleksiyon
- 'Antakya Jeolojik ve Çevresel Olarak Karmaşık, Benzeri Olmayan Bir Şehir'
Routledge tarafından 2021 yılında yayımlanan Andrea De Giorgi ve Asa Eger tarafından kaleme alınan Antioch: A History (Antakya: Bir Tarih) kitabı, arkeolojik bulguların yeni değerlendirmelerini de içererek, kentin uzun geçmişi hakkındaki bilgilerimizi güncelliyor. Bu kitap, kentin maddi tarihi hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma. Florida Eyalet Üniversitesi'nde Klasik Arkeoloji profesörü De Giorgi, kariyerine Locri gibi Güney İtalya'daki eski Yunan kolonilerinde kazılar yaparak başladı. Zamanla ilgi alanı Doğu Akdeniz'e, özellikle de modern Türkiye ve Suriye topraklarındaki Roma kolonilerine doğru kaydı. Şu anda Güneybatı Toskana'daki Cosa'da kazı direktörü olarak yapıyor. De Giorgi uzun yıllarını Roma dönemi arkeolojisi ve kültürünü incelemeye adadı, Antakya ve çevresinin özelliklerine özel bir ilgi duydu. De Giorgi, Brepols Publishers ve diğer akademisyenlerin işbirliğiyle, Antiochene Studies serisinin bir parçası olarak, Antakya'nın uzun süreli mirasını keşfetmeye devam ediyor ve İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Antakya'daki Princeton kazılarından elde edilen bulguların yayınlanmasını tamamlamaya çalışıyor. Söyleşimizin ilk bölümünde De Giorgi’yle Princeton döneminde Antakya'da yapılan modern kazıların tarihi, Antakya mozaiklerinin bulunması ve dünyanın dört bir yanındaki müzelere dağıtılması ve modern arkeolojinin kentte karşılaştığı engeller hakkında konuştuk. Röportaj: Arie Amaya-Akkermans Princeton Asi Nehri Üzerindeki Antakya Kazı Komitesi'nin 1932-1939 yılları arasındaki çalışmaları, Antioch: A History adlı kitabınızda anlattığınız hikayenin önemli bir parçası. Ve orada kazıların oldukça ilginç bir dönemde, Antakya'nın Hatay vilayeti olarak Türkiye Cumhuriyeti'ne iltihakıyla aynı döneme denk geldiğini öğreniyoruz. Çok çalkantılı bir dönem. Bugün bizim için Princeton kazıları hakkında bilgi edinmek neden bu kadar önemli? Princeton kazılarının tarihi, insanları bu arşivler üzerinde çalışmaya ikna etmeye çalışırken her zaman gündeme getirdiğim noktalardan biri. Sadece Antakya'ya ve onun gerçekliğine ışık tuttuğunu için değil, aynı zamanda komitenin büyüleyici tarihi de söz konusudur: Hatay'da inanılmaz derecede hırslı bir grup Amerikalı vardı ve bu muazzam projeyi gerçekleştirmek için bir bütçe oluşturmaya çalışıyorlardı. Ve sonra gerçekleşiyor. Ama o dönemi düşünün. Bu sadece Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yaşanan gerginlikler, Ortadoğu'da yükselen milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması gibi bölgede ölümcül bir parçalanmaya yol açan bir dönem değil. Büyük Buhran döneminde Amerika'da da olan buydu. Bu insanlar 1920'lerin sonunda Antakya için planlar yapıyorlardı ve sonra buhran oldu ve 2008'deki gibi piyasa çöktü ve kurumlar geri çekildi çünkü hiç paraları kalmamıştı. Hunt Taban Mozaiği, Worcester Sanat Müzesi, MS 6. yüzyıl başları, 1936 yılında kazılmıştır Charles Rufus Morey işin başındaki kişiydi, vizyon sahibi, gerçek bir entelektüeldi ve Antakya için bir vizyonu vardı. 1932'de Hatay'daki durumun karmaşık olduğunu bilerek, ancak Fransız Manda yetkililerinin projenin uygulanabilir olduğu konusunda kendilerine güvence vermesiyle operasyonu başlatmayı başardı. Princeton Üniversitesi, Dışişleri Bakanlığı'nın onayıyla Suriye'ye gidebileceklerini söyledi ve Manda yetkilileri de her şeyin yolunda olduğunu söyledi, böylece her şey bir başlamış oldu. Bu sırada Fransız Mandası bir eski eserler müzesini geliştirme sürecindeydi. Evet, aynen öyle. O dönemde dünyanın o bölgesinde arkeoloji büyük ölçüde Fransızların elindeydi ve bu alanda anıtsal figürler vardı. Amerikalılar için tek muhatap onlardı ve Amerikalılar da bir ekip oluşturdular. Louvre'u da işin içine katmayı başardılar, her şey yolunda görünüyordu. Sorun şu ki, o dönemde bu işe onay veren hiç kimse Antakya'yı ziyaret etmemiş, en ufak bir keşif yapmamıştı ve neyle karşı karşıya olduklarına dair hiçbir fikirleri yoktu. Gerçeğin farkına varmaları çok uzun sürmedi ve daha ilk zamanlarda işler çok karmaşık bir hal almaya başladı. O zamanlar kolonyal kazılar hala önemli bir şeydi. Antakya belki de kolonyal dönemin son büyük kazısıydı. Bu yüzden beyazlar giymiş, fötr şapkalı, elinde bir sopa ve yüzlerce işçiyle ortaya çıkıyorlardı. Hala milyonlarca işçi tutma ve belirli bir alana odaklanmadan kazı yapma fikri vardı, hepsi tam 1920'lerden kalma hallerdi. Ancak Antakya benzeri olmayan bir şehir, jeolojik ve çevresel olarak çok karmaşık. Ancak birilerinin neyin nerede olduğuna dair bir fikri varsa, bunu başarabilirsiniz. Ama ev ödevlerini yapmamışlardı ya da en azından yeterince etüt yapmamışlardı. Bunun yanı sıra, yerel halkla gerçek bir ilişki kurmamışlardı, bu yüzden her zaman sözleşmelerin bozulması, ihlal edilmesi, insanların çekilmesi ya da kira sözleşmesinin sona ermesi gibi artık kazı yapamayacakları durumlar oluştu. Yerel paydaşlarla gerçek bir diyalog yoktu. Princeton Komitesi 1939'da İkinci Dünya Savaşı sırasında durduruldu ve sonra ne oldu? Aslında 1939'da tüm dünya çılgına döndü ve bölgenin en önemli isimlerinden biri olan Fransız arkeolog Lassus bile orduya katılmak için Fransa'ya geri dönmek zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı, tüm dehşetiyle başlamıştı. Lassus ve William Alexander Campbell savaştan sonra kazılara devam edeceklerine dair birbirlerine söz vermişlerdi, ancak savaş sona erdiğinde dayanma gücü kaybolmuştu ve kimse Türk yetkililerle yeni bir izin almak için yüzleşmeye hevesli ya da istekli değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türk yetkililer, özellikle 1939'da, Hatay'daki darbeden sonra, Fransız-Amerikan ekibiyle çalışmaya istekli olduklarını gösterdiler. Ancak bu ekibin Türk yetkililer hakkında her zaman çekinceleri olmuştur. Notlarında, o dönemde bölgede olup bitenlerle ilgili düşüncelerini kaydediyorlar ve bunu bir trajedi olarak görüyorlar. Gözlerinin önünde cereyan eden bu askeri darbenin yasal bir zemini olmadığını düşünüyorlar ve durumdan memnun değiller. Onların gözünde Antakya'da çoğunlukla Araplar yaşıyor ve Türkiye'nin milisler ve orduyla birlikte burayı ele geçirmesi hiç de iyiye alamet değil. Olaylar gerçekleşmeden önce bile, 1938'de İskenderun'dan Arap ve Ermenilerin sürülmesi söz konusuydu. Eminim, bu durum Amerikalıların gözünde çok tehditkâr görünmüştür. Kesinlikle. Lassus ve Campbell günlüklerinde sadece kazı notları yazmakla kalmıyor, aynı zamanda son olaylar hakkında da yorumlarda bulunuyorlar ve onlardan şehirde sürekli ayaklanmalar olduğunu, insanların kovalandığını veya linç edildiğini biliyoruz. Bir noktada, bir dizi mermer parçası hakkında yazarken, Türkler tarafından kovalanan ve sonunda güvenli bir yere ulaşan, ancak hayatını kurtarmak için Asi Nehri'ne atlamak zorunda kalan bir Ermeni'nin hikayesini de anlatıyorlar. O zamanların akıl almazlığı iyi kaydedilmiştir. Birkaç kez kampı boşaltmak, eşyalarını toplamak ve Beyrut'a gitmek zorunda kaldılar. O zamanlar orada hala aktif olan sadece Campbell ve Lassus'tu. Morey ve diğerleri ise az çok pes etmiş ya da ilgilerini kaybetmişlerdi. Donald Wilber ise bir ajan provokatördü, CIA için çalışıyordu. Bazen insanlar bunun sadece komik hikayeler olduğunu düşünse de, casus olmak Orta Doğu'daki Batı arkeoloji tarihinin bir parçasıdır. Kesinlikle. İnsanlar pek çok arkeolog ya da arkeolojik çalışmalarla bağlantılı kişinin aslında Amerikan hükümetinin resmi ajanları olduğunu bilmiyorlar. 1939'dan sonra Princeton Komitesi artık yok, ancak ara dönemde Antakya mozaikleri Princeton'a ve daha sonra neredeyse her yere, diğer birçok müzeye dağılıyor. Bu nasıl oldu? Bulunan mozaikleri bölüşmek için yetkililerle herhangi bir anlaşma yaptılar mı ya da mozaikler nasıl dünyanın dört bir yanına dağıldı? Her şey Princeton, Louvre ya da Baltimore Müzesi gibi kazıda büyük pay sahibi olan ana kurumlarla başlıyor. Meşhur paylaşım anlaşmaları var, bunlara yağma anlaşmaları da diyebilirsiniz. Bazı şeylerı kazıp çıkartıyoruz, bir araya getiriyoruz, fotoğraflarını çekiyoruz, inceliyoruz ve sonra da alıyoruz. Suriye'deki Fransız Mandası'nda, temelde istedikleri her şeyi yapabiliyorlardı. Bu anlaşmalar, her şeyden çok kendi aralarında bir tartışmaydı. Tartışmalar genellikle buluntuların kalitesi etrafında dönüyordu. Paris'in Yargısı gibi önemli parçalar var, 1932'de Antakya'da keşfedilen MS 2. yüzyıla ait önemli bir mozaik. Louvre'a gitti ve sonra kurumlar Louvre'a soruyor, "Tamam, şimdi Paris'in Yargısı'nı aldınız, peki biz ne alacağız?" diye. İşte her şey böyle başladı. Sponsor kurumlar bu keşif gezilerini sadece bilim sevgisi nedeniyle finanse etmiyorlardı; belli ki bu hazineleri istiyorlardı. 1930'larda koleksiyonlar bu şekilde oluşturuluyordu. Antakya kazıları, Bizans Stadyumu, 1932, Princeton Antakya Kazı Komitesi Sorun, taban mozaiklerinin sayısının bu kurumların kapasitesini aştığı anda başlıyor. Elbette bazı muhteşem taban mozaikleri var ama aynı zamanda daha ortalama şeyleriniz de var. Aslında sorun, Massachusetts'teki Worcester Sanat Müzesi'nde başladı. 1936 civarında müzenin deposunda Antik Antakya'nın tarihiyle ilgili ilk sergiyi oluşturmaya yetecek kadar malzeme vardı ve daha sonra aynı zamanda müzenin müdürü olan ana küratör, bu talihsiz taban mozaiklerini başka kurumlara satmaya başladı. Bu durum 50'li ve 60'lı yıllara kadar devam etti. Örneğin, Florida'daki Saint Petersburg'ta yerel bir müzenin üç panel satın aldığını biliyorum. Bu dönemde, Princeton'dakiler de kazılardan sonra korkunç bir mali açık içindeydiler ve 1960'lara gelindiğinde hala bütçelerindeki açıkları kapatmaya çalışıyorlardı ve taban mozaiklerinin satışı tüm sorunların ilacı oldu. Amerika'da 1960'larda aktif olan müze ve kurumlar böyleydiler, her biri Antakya'dan bir parça aldı ve Antakya'dan eserler bulunduran tüm müzelerin haritasına bakarsanız şaşırırsınız, akıllara durgunluk verir. Bence Amerikan müzelerinde, özellikle 1960'lardan sonra, klasik sanatın tüm önemli dönemlerinin zaten toplandığı bir dönem var ve daha sonra Kiklad mermerleri, Antakya döşemeleri veya Asur terrakottaları gibi daha yeni şeylere sahip olmak için ikinci bir satın alma dalgası başlıyor. Trendlere ayak uydurmaları gerekiyor. Kesinlikle. Aynen öyle. Kazılardan elde edilen mozaik koleksiyonu temelde bu şekilde dağıldı, öyle ki, Küba'daki bir müzede bile Antakya'dan birkaç taban mozaiği var. Orada Amerikalı misyonerler tarafından kurulmuş bir Cizvit üniversitesi vardı ve birkaç tane çok iyi taban mozaiği satın aldılar. Türkiye onları geri almaya ve iadelerini talep etmeye çalıştı mı? Türkiye Kültür Bakanlığı, Harvard veya Baltimore gibi çeşitli kurumlara mektuplar gönderdi. Martyrion, Seleucia Pieria (Çevlik), 1938, Princeton Antakya Kazıları Komitesi MET'ten Shelby White ve Leon Levy koleksiyonundan Kilia idolü gibi bazı geri dönüşler olduğu için, sanırım Türkiye şimdi cesaretlendi. Ülkeye geri dönüş talepleri elbette gücünü göstermekle ilgili, fakat tarihsel ve yasal olarak, 1932-1939 bağlamının tamamını düşünürseniz, bunun Türk kültürünün izinsiz olarak ülke dışına çıkarılmış bir parçası olduğuna dair gösterilebilecek en ufak bir kanıt yok. Dünyanın en iyi avukatı bile böyle bir davayı kazanamaz. Kitabınızda benim için çok çarpıcı olan bir şey vardı. Eğer depremlerden önce Antakya'ya gittiyseniz ve kimse size buranın Antakya olduğunu söylemediyse, nerede olduğunuzu bilmenizin hiçbir yolu yok. Bu anlamda bölgenin gerçekten eşsiz olduğunu düşünüyorum. Beyrut'ta bile tüm savaş yıkımlarından sonra geçmişe dair fiziksel bir his var. Antakya'nın arkeolojik kayıtları ile Antakya'nın bugünü (artık geçmişi) arasında büyük bir kopukluk var. Antakya'nın klasik dünyadaki edebi izi o kadar büyük ki, Yeni Ahit'ten Antakya’dan duygusal ve entellektüel olarak çok uzakta geçen Anna Komnene'nin Alexiad'ına kadar her yerde var, ve yine de Antakya tüm bölümleri kaplıyor. Ama sonra Antakya'ya gidiyorsunuz ve görecek neredeyse hiçbir şey yok. Bu çok garip. Garip bir şey. Sanırım bu da şehrin gizeminin bir parçası. Bölgedeki Beyrut ya da İstanbul gibi diğer şehirler Antakya'yla kıyaslanamaz. İstanbul ne kadar aşırı inşa edilmiş olursa olsun, Ayasofya'nın yanındaysanız, mekansal olarak bir şeyleri görselleştirebilirsiniz. Antakya bambaşka bir yer ve geçmişte antik kentin bazı bölümlerini yeniden canlandırmak için büyük fırsatlar doğmasına rağmen bunların tam olarak değerlendirilememiş olması çok talihsiz bir durum. 1930'ların tamamı arkeolojik açıdan büyük bir fiyaskoydu. Elbette, birkaç yüz mozaik bulundu ve bu harika, ama bunlar nereden? Bağlamları nedir? Harbiye'nin ne olduğunu, taban mozaiklerinin çoğunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyorsunuz ve o planlara baktığınızda akıllara durgunluk veriyor, hiçbir şey kalmamış, her şey kelimenin tam anlamıyla yerle bir edilmiş. Çevlik gibi yerlere gittiğinizde, Vespasian Titus tünellerine girip yukarı çıktığınızda, şu anda Hatay Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Martyrium'un alındığı yeri tam olarak görebiliyorsunuz ve bir tesisatçının yaptığı bir iş gibi görünüyor. Sadece alanın tamamlanmamışlığını, çok şiddetli bir şekilde kazıldığını değil, aynı zamanda aceleyle yapıldığını da hissediyorsunuz. Kitabınızda ayrıca, geçmişte birçok kez denenmiş olan Antakya'daki Bizans kiliselerinin araştırılması ve neredeyse hiçbir şey bulunamadığı hakkında da çok şey öğreniyoruz. Ama sonra bölgenin Tunç Çağı arkeolojisini ve Tell Kurdu, Tell Atchana ve Tell Tayinat gibi yerlerin arkeologlar için tarihsel ve maddi olarak Roma ve Bizans geçmişinden nasıl daha şeffaf olduğunu düşünüyorum ve bunu akıllara durgunluk veren bir şey olarak görüyorum. Tabii ki. Şöyle söyleyelim, Antakya'da herhangi bir çalışmanın yapılabileceği tek yer Küçükdalyan'daki eski adadır. Belki de gerçek Antakya'nın resmini ortaya çıkarabileceğiniz yer orasıdır ama şu ana kadar pek bir şey yapılmadı. Size gerçekten büyük resmi vermeyen parçalar ve zaten kazılmış olanın bakımının yapılması dışında hiçbir şey yapılmadı. Belki dağın yamacında kazı yapabilirsiniz, ancak İslami katmanlara ulaşmadan önce 10 veya 12 metre kazı yapmanız gerekir. Tortulaşma yüzyıllardır orada birikmiş. Andrea De Giorgi
- Depremin Gündelik Siyaseti
Bir hükümet büyük bir depremin ardından depremden etkilenen insanlar yerine kendi imajına öncelik verirse ne olur? Acının mikro yönetimi, isyanın mikro yönetimi ve umutsuzluğun mikro yönetimi. Peki hükümet bu mikro yönetimi nasıl yansıtır? Deprem sonrasında bölgede olup bitenleri oraya gönderdiği kanallar aracılığıyla kontrol ederek. 6 Şubat depreminde görüldüğü üzere bu kanalların en önemlilerinden biri uzman sağlık personelinden oluşan, doğal afet ve kazalarda tıbbi yardım için devletin acil servis organizasyonu olan Ulusal Medikal Kurtarma Ekibi (UMKE) idi. Depremden etkilenen bölgede durum gergindi; bölge yıkılmış ve insanlar çaresiz kalmıştı. İnsanlar hastaneye yürüyerek ya da otostop çekerek geliyordu ve hastane şehrin dışında olduğu için oraya gelen insanların hastane için geldiklerini anlıyorduk. İnsanlar hem şikayetleri olduğu için hem de yaşadıkları üzüntü, stres ve kaygıyla ne yapacaklarını bilemedikleri için geliyorlardı. Bu nedenle insanlara sahra hastanesinin kapatılacağı haberini verdiğimizde herkesin sorduğu tek şey "Ne yapacağız? Nereye gideceğiz?" oldu. UMKE personeli bir gün sahra hastanemizde belirdiğinde ve kapanana kadar orada kaldığında ben de onlara aynı soruyu sordum. Kuru bir "Bilmiyorum" cevabını verdiler. "O zaman insanlara ne diyeceğiz?" diye sorduğumda "Bilmediğinizi söyleyin; bu da bir cevaptır" dediler. Bana göre bu bir cevap değil, yaraya tuz basmaktı. UMKE'ye göre sahra hastanesinde yaptıkları şey "gözlemledikleri eksiklikleri raporlamak" ve soruları yanıtlamamaktı. Oysa UMKE sahra hastanesinde kendi isteğimizle mi gönüllü olduğumuz yoksa bir kurum tarafından mı yönlendirildiğimiz sorusuna cevap arıyordu. Hatta yabancı bir acil durum gönüllüsü bana "Her şeyi anlıyorum ama UMKE tam olarak ne yapıyor?" diye sordu. Varlıkları bizim için olduğu kadar yabancılar için de şaşırtıcıydı, çünkü hükümetin uzantıları olmaları dışında tam ne yaptıklarını bilmiyorduk. Ancak UMKE'nin soruları devam etti. Bu sorular gibi, hükümetin mikro yönetim girişimlerine rağmen, deprem bölgesindeki eksikler de çok fazlaydı. Birincisi, çeşitli yabancı hükümetler, belediyeler ve diğer kuruluşlar tarafından kurulmuş birçok hastane olmasına rağmen kimse bu hastanelerin hastalara ne sunduğunu tam olarak bilmiyordu. Biri "tomografi var" dedi; diğeri reddetti. Öteki kardiyoloji hizmetleri olduğunu söyledi; ancak bir diğeri üçüncü hastaneyi işaret etti. Bunun da ötesinde ilaç sıkıntısı yaşanıyordu; makineler veya monitörler bozuktu ve hastaların nakli için şehir hastaneleriyle acil koordinasyon ihtiyacı vardı. Dolayısıyla rapor edilmesi gereken en büyük eksiklik hükümetin güvenli ve sürdürülebilir bir bilgi ağı kurma konusundaki yetersizliği ve acizliğiydi. Bu nedenle, hükümetin mikro yönetimi öncelemek yerine mevcut bağlantıları aracılığıyla yerleşik hastaneler arasındaki bilgi akışını koordine etmeye odaklanması gerekirdi. İkinci olarak, hükümetin bu tür felaketlere karşı hazırlıklı olması gerekirken tamamen donanımsız olduğu depremin ilk haftasında yaşanan çadır sıkıntısı ile ortaya çıkmıştı ve hastaneye gelen hastaların çoğu da bu acil ihtiyacı vurguluyordu. Bu ihtiyaçları karşılamak için sahra hastanemiz ayrılmaya hazırlanırken hükümet çadırları, ilaçları ve mevcut diğer malzemeleri geride bırakmayı düşünüp düşünmeyeceklerini UMKE aracılığıyla soruyordu. Hükümet gerekli malzemeleri toplamak ve daha sonra bunları ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için makro düzeyde bir koordinasyon stratejisi benimsemiş olsaydı bu yaklaşım mantıklı olabilirdi. Ancak hükümet UMKE personelinin takdirine bırakılan bireysel teşvikler yoluyla yabancı ekipler tarafından verilebilecek ne varsa topluyordu. Hükümetin daha sürdürülebilir yaşam koşulları sağlamak için daha üst düzey ve uzun vadeli planlar yapmak yerine devam eden çabaları mikro düzeyde yönetmeye ve kontrol etmeye öncelik veren afet yönetimi yaklaşımı sahada organizasyon, planlama ve koordinasyon eksikliği olarak kendini gösterdi. UMKE personelinin davranışları tam da bunu kanıtlıyordu. UMKE personeli devam eden faaliyetleri "izlemekle" görevlendirilmişken yabancı sahra hastaneleri ayrıldıktan sonra onların yerine UMKE tarafından işletilen hastaneleri yerleştirmekle görevli kimse ya da herhangi bir ekip yok gibi görünüyordu. Bölgede halk arasında kulaktan kulağa iletişimin önemli bir kaynak olması ve hastanelerin yerlerinin yaygın bir şekilde bilinmesi nedeniyle aynı yerlerde UMKE tarafından işletilen hastanelere derhal geçiş yapılması hükümet tarafından atılmadığı anlaşılan önemli bir adımdı. Bu ve benzeri atılmamış birçok adımla depremin üzerinden altı aydan fazla bir süre geçti ve bölgedeki pek çok yer doğru bilgilendirme, çadır ve ilaç tedariki bir yana hala temiz suya erişimden bile yoksun. Hala tam olarak kaç kişinin öldüğünü, kaç binanın yıkıldığını ya da depremden etkilenen bölge için gelecekte ne tür hizmetler sunulacağını bilmiyoruz. Ancak kesin bildiğimiz bir şey varsa o da hükümetin depremden ziyade depremin gündelik siyasetinin mikro yönetimini kendi insanları pahasına öncelediğiydi. *Mart 2023'te depremden etkilenen bölgede yabancı bir sahra hastanesinde çevirmen olarak gönüllü çalışmam sırasındaki gözlemlerime dayanmaktadır.
- 'Hatay’da öğretmenlerin eğitim verecek, çocukların nefes alabilecek yerlere ihtiyaçları var'
Görsel: Hatay'da depremden sonra kurulan bir eğitim çadırı. Kaynak: politikahaber.com Defne’de öğretmenlik yapan Seval Binici ve Ayhan Binici’yle Hatay’da öğretmen olmanın deprem öncesi ve sonrası hallerini, çocukların afet sonrası durumlarını, eğitim alanındaki ihtiyaçları konuştuk. Kendilerinin de depremi bizzat orada yaşamalarından güç alarak sivil alanda da aktif olarak birçok faaliyette bulunan Türkçe öğretmenleri Binici çifti, aynı zamanda “Öğretmen Ağı” kapsamında da aktif roller alarak hak temelli bir sivil toplum anlayışını benimsiyorlar ve öğretmenlik meslek deneyimini geliştirmek, dönüştürmek ve toplumsal karşılaşmaların sağlanması amacıyla emek sarf ediyorlar. Seval Öğretmen ve Ayhan Öğretmen’in de emekleriyle Defne’de kurulması amaçlanan Öğretmen Dayanışma Alanı hakkında da sohbet etme fırsatımız oldu. Bu yazının, deprem sonrasında Hatay özelinde yaşananların çocuklara, eğitime ve öğretmenliğe dair içten bir bakış sunmasını umuyorum. Kaybettiğimiz tüm çocukların ve çocukluğun anısına… Röportaj: Elifsena Biroğlu Hatay’da eğitimin parçası olmak nasıl bir deneyim? Deprem öncesi ve sonrasında durumu kıyasladığınızda neler hissediyorsunuz bu konuda? AB: Bence deprem öncesinde Hatay’da eğitimin bir parçası olmak keyifliydi. İstediğimiz tüm etkinlikleri müfredata bağlı kalacak şekilde yapabiliyorduk, her türlü grupla iletişime geçerek faaliyetler sürdürebiliyorduk. Deprem sonrasına geldiğimizde ise tabii ki şartlar çok değişti. Bu süreçte biz daha çok gönüllü faaliyetler yapmak için çabalıyoruz. Zaten biz depremden sonra Hatay’dan çok kısa bir süreliğine ayrıldık, o da arkadaşlarımızın ısrarları sebebiyle oldu. Daha sonra geri döndüğümüzde kaldığımız yerden eğitim faaliyetlerimize, çocuklarla iletişimimize devam ettik. SB: Biz öğretmenliği seviyoruz, okulda öğrencilerimizle olmayı seviyoruz. Bizim için öğretmenlik yaşamımızın bir parçası, mesleğimiz bizim için olmazsa olmazdır. Açıkçası ben öğretmenliği bir kimlik olarak görüyorum. Depremden önce ülkenin genel eğitim sorunları ne ise Hatay’da da bunlar yaşanıyordu. Bizler görece imkanları daha iyi bir devlet okulunda çalışıyoruz aslında. Sınıflarımız çok kalabalık değil, mesai arkadaşlarımızla da yıllardır hep birlikte çalışıyoruz. Büyük şehirlerdeki stresli ortam Hatay’da yoktu, örneğin trafikte çok zaman harcamazdık. Bu gibi zamanları hep birlikte geçirerek birbirimizi tanırdık, bu da bir güven ortamı sağlardı. Deprem öncesinde birçok projeler yapabiliyorduk, velilerimizle de iletişimimiz oldukça rahattı. Deprem döneminde, şükürler olsun ki, okulumuzdaki öğrencilerden kaybımız olmadı, hepsi hayattalar, okulumuzun bahçe duvarı dışında bir hasar almadı. Bu durum da bizlerin Hatay’da kalıp öğrencilerimize sarılması konusunda çok önemli bir motivasyon oldu. Evleri ağır hasar alanlar da oldu, tabii ki. Bu süreçte herkese destek olmak istedik. Zaten depremden sonraki ilk fırsatta da okulumuzun olduğu mahalleye gittik, neler yapılabileceğine bakıyorduk. Tabii, o dönem çok karmaşa vardı. Depremden sonra öğretmenlik çok daha farklı anlamlar kazandı. Nereden başlayacağımıza karar veremiyorduk. Okulumuzun bahçesine çadırlar kurulmuştu ve halk burada kalmaya başlamıştı. Okul binasını herkes bir şekilde kullanıyordu, bir yandan da öğrencilerin okula gelmesi ve psikososyal destekleri alması gerekiyordu. Sahada çok kişi vardı, fakat bizim düzenli olarak destek alabileceğimiz imkanlar kısıtlıydı. Civardaki mahallelerde sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştiriyoruz. Deprem sonrasında kendi öğrencilerinizi de düşündüğünüzde Hatay’daki çocuklarda değişim gözlemlediniz mi? AB: Bizim çocuklarla gerçekten çok sıkı bağlarımız ve iletişimlerimiz var. 16 gün süreyle Mersin’e gidip döndükten sonra ilk işimiz öğrencilerimizi görmek oldu. Çocuklar bizi görür görmez sarılmaya başladılar. Az önce Seval Hoca’nın da dediği gibi bizim bölgemizde hasarın olması ama çok yıkım olmaması, çocukların nispeten durumu normalleştirmesinde yardımcı olduğunu düşünüyorum. Sonraki süreçte ise STK’ların yoğun bir çabası oldu. Gördüğüm kadarıyla elbette bazı çocuklarda daha belirgin travmatik davranışlar vardı,fakat bu çocuklar deprem öncesinde de bazı sorunlar yaşayan çocuklardı diyebilirim. SB: Ben hala daha çok fazla çocuğa ulaştığımızı düşünmüyorum. Öğrencilerimizin %20’sine belki de ulaştık. Okulumuzun öğrencileri genelde üç farklı mahalleden gelirlerdi. Okulumuzun olduğu mahallede dayanışma mekanları kurulmaya çalışıldı. Tabii, buralara gelebilenler sadece o mahalledeki çocuklar oldu. Normalde okula servisle gelen öğrencilerimizi açıkçası çok fazla göremedik. Üstelik bahsettiğimiz bölgeler nispeten ekonomik durumu daha iyi yerlerdendi. Bu sebeple her şeyi düşününce çocuklarımızın tamamının ne şartlarda olduğunu tam olarak bilmediğimizi düşünüyorum. Bazı çocukların depremden sonra evde bakım yükümlülükleri olabileceğini, hatta bu dönemde kız çocuklarının çok farklı sorunlarla yüzleşmiş olabileceklerini de göz önünde bulunduruyorum. Okullar açıldıktan sonra okula devam etmeyen çocukların neden etmediklerinin araştırılmasını öneriyorum. Tabii bir de göç edenleri de düşünmek gerekiyor, Mersin ve civar illere göç edildiğini de biliyoruz. AB: Bizim bölgemizde aslında çok fazla göç olmadı. Bizim okulumuzda 338 öğrencimiz vardı, depremden sonra ilk sayımız 280 oldu daha sonrasında 300 öğrenciye yükseldi. Resmi olarak 38 öğrencinin nakil olduğu bilgisine ulaştık. SB: Sayıların yanında çocukları da gözlemlemek gerekiyor. Benim ilgimi çeken bir şey oldu. Çocuklar okulda hiç kavga etmediler, tartışmadılar. Yani, okulda normalde bir paylaşma alanı olur ve fikir ayrılıkları da beraberinde gelir. Fakat depremden sonra çocuklarda belki de bir donma etkisi oldu, çocuklar arasında olağanüstü bir durum olduğunu anlayabiliyorum. Deprem sonrasında öğrencilerin ve öğretmenlerin sosyal hayatları ve eğitim hayatları açısından ihtiyaçları neler oldu? Şu anda öğrencilerinize ve meslektaşlarınıza baktığınızda gördüğünüz en önemli ihtiyaçlar neler? SB: Benim için en kritik konu psikososyal destek konusu. Ben ve Ayhan Hoca aktif olarak STK’larda yer aldığımız için tanıdıklarımız sayesinde bu desteğe daha rahat ulaşabildik. Ama çocuklar açısından baktığımda psikososyal desteğin çok eksik olduğunu görüyorum. A.B: Öğretmenlerde de bu eksik var. Biz sosyal ağlarmızla buna ulaşabildik. Biz başka okullara eğiticinin eğitimi için gittiğimizde fark ettik ki, öğretmenlerin de çok ciddi travmaları var. Kimisi evini, kimisi eşini dostunu, çocuğunu kaybetmiş, fakat hala daha görev başındaydı. Travma yaşayan öğretmenlerin görev başında olmaları da çok zordu. SB: Her okula bir psikoloğun, sosyal hizmetler uzmanının ve özellikle de hukuk danışmanı gönderilmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle de çocukların hukuksal hakları için birçok şeyin kayıt altına alınıp raporlanması gerekirdi, krizler çok daha sağlıklı atlatılabilirdi. Bir psikoloğun öğretmenlerle görüşüp dersler hakkında da yönlendirilmesi iyi olabilirdi. Üstüne bir de sınavlar yapıldı. AB: Sınav dönemi de zorluydu. Hiç travma yaşamamış çocuklar ve ağır bir durum yaşayan çocuklar aynı sınava sokuldular. Hatay’ın yeniden inşası hakkında çok şey konuşuyoruz, tartışıyoruz. Fakat en çok merak ettiklerimden biri de yeniden inşa sürecinde çocuklar için neler yapılabilir? SB: Okullar yıkıldı. Çocukların alıştığı düzen bozuldu. Zaten önceden de bazı bina sorunları yaşanıyordu, nüfus ve fiziki yapı arasında dengesizlik olabiliyordu, şimdi bu daha da arttı. Örneğin bazı sınıfların birleştirilmesi gerekecek. Çocuklar çok kalabalık sınıflarda eğitim öğretim görmek zorunda kalacaklar. Eğer öğretmenler tayin istemedilerse aynı öğretmenler aynı çocuklarla eğitime devam edebilir. Çok hızlı şekilde yatay yapılanmayla yapılacak okullara ihtiyaç var. Çocukların eğitim alma haklarının korunması gerekiyor. Aynı zamanda çocukların akranlarıyla bir arada olmaları gerekiyor. Zaten enkaz içinde oyun oynuyorlar. Bizim çocuklarımız eskiden Harbiye’den Sümerler’e bisikletle giderlerdi, Dostluk Parkı’nda zaman geçirirlerdi. Bazen bütün gün çocuklar burada olurlardı ve şu anda bu güvenli alan yok. Çok hızlı şekilde güven içinde bir araya gelebilecekleri mekanlara ihtiyaç var. O parklarda şu anda çadırlar var, mecburen bazı mekanları STK’lar kullanıyor, işyerleri var. Hepimize yetecek kadar yer var, önemli olan organize olabilmemiz. İvedilikle bütün çocuklara psikolojik danışmanlık sağlanması gerekiyor. Geçen gün arabam için sanayiye gittim ve küçücük çocukları gördüm. Aileler de işsiz. Pandemi, deprem arka arkaya geldi ve çocuklar okula gidemedi. Artık eğitimin anlamını geri kazanması gerekiyor. Okulun gelecek adına teminat veren bir kurum olması gerekiyor. Kız çocukları için tehlike daha da büyük, erken yaşta evlilik, kardeşlere bakma sorumluluğu gibi riskler çocukları bekliyor. Okulların gerçekten “Çocuk Koruma Programı”na sahip olması gerekiyor. Okullar depremden sonra ilk kez açıldığında neler oldu? AB: Öğretmenler okula geldiler ama nasıl geldiler? Çoğunun ulaşımı da oldukça zor oldu. Bulunduğumuz mahallede iki ilkokul da yıkıldı, ortaokullarla birleştirildi. Bu kadar öğrencinin aynı binada eğitim görmesi imkansız, artık bazen “gece vardiyasında çalışırız” diyoruz. Çocukların nefes alabilecek yerlere ihtiyaçları var. Bulunduğumuz köyde 1285 hane var, 680’i yıkılmalı deniyor. Çocuklar bu zamana dek travma yaşamadılar, neticede evlerine girip çıkarak bağlarını koparmıyorlardı, banyo tuvalet ihtiyaçlarını kendi evlerinde karşılamaları bile önemliydi. Yıkımlar mecburen yapılacak, esas bundan sonra maddi yardım ve psikolojik yardıma ihtiyaçlar artacak. Öğretmenler için Hatay bölgesinde özel bir konaklama desteği var mı? Lojman kavramı hakkında biraz konuşalım isterim. AB: Lojman kavramımız buralarda yok. Nisan’dan itibaren her hafta konteynırlar hakkında konuşuluyordu ama pek göremedik. Öğretmenlerin yerleştirilmesi için sağlıklı bir yerleşme planına ihtiyaç var. Yeni ataması yapılan öğretmenlerin en çok sorduğu soru nerede kalacakları hakkında. Hatay’ın yüzde 98’i yok oldu. Konaklama açısından ihtiyaçlar artacak. Yeni gelecek öğretmenler ne yapacak? SB: Öğretmenler kaldıkları yerden okula nasıl gidecekler? Ulaşım nasıl olacak? Önümüz kış. Öğretmenlerin kendi ailelerine de destek vermeleri gerekiyor. Bunları düşünmemiz gerekiyor. Seval Binici ve Ayhan Binici Eğitim materyalleri konusunda ne düşünüyorsunuz? Öğretmenler ve öğrenciler bunlara kolayca erişebiliyorlar mı? SB: Ben bir öğretmen olarak kendim alıyorum. Evet, pek çok STK ve gönüllüler yardımlar gönderdiler. Çok fazla çanta, boya kalemi geldi. Fakat bunlar tükenen şeyler. Nasıl sürdürülebilir olacak? Bilemiyorum. Herkeste bir örnek çanta ve aynı ayakkabının olduğunu görmek de garip mesela. Artık öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Çocukların seçim hakları olması gerektiğini düşünüyorum. Görüşmemiz Hatay’daki internet bağlantısı sebebiyle bir süre kesildi ve yeniden bağlanmak için bekledik. Peki, hazır internette böyle sorun yaşıyorken sormak istedim. Kimi öğrencinin belki internete bağlanacak cihazı yok, kiminin belki bağlantısı şu anki gibi sık sık kesiliyor. Bu çağda internete erişimin bilgiye ulaşmayı etkilediğini düşünüyorum. Bir öğretmen olarak neler yaşıyorsunuz? AB: Şu an iki sokak ilerimizde elektrik yok. Bazı mahallelerde elektrik gidip geliyor sürekli. İnternet çekim gücü iyiymiş gibi gözüküyor ama maalesef durum bu değil. SB: Elektriğin bile sürekli kesilip geri gelmesi insanları deprem anına geri götürmeye yetiyor. Ben eşim ve çocuklarıma sarılarak belki biraz atlatabiliyorum ama insanların neler yaşadığını düşünemiyorum. İnsanlar korkuyor. AB: STK ve bazı siyasi parti kolları bölgeye arıtma cihazları yerleştirdiler. Çadırkentlerde de suya bile erişim kısıtlı. O şekilde bir yaşam sürüyor. SB: İnterneti bir kenara koyalım, bugün ziyaret ettiğimiz köydeki bir okul müdürü hala daha okulda kalıyor. Düşünebiliyor musunuz? Bir yurtta kalan görme engelli bir öğretmenden bahsettiler. Okullar açık olduğu zamanlarda bu öğretmeni de araçla gönüllü olarak okula getirip götürüyorlar. Nasıl olacak? Yeni eğitim-öğretim yılı da başlıyor. Engelli öğrencilerin ihtiyaçları karşılanıyor mu? SB: Bazı insanlar Adana’ya, Mersin’e, Tarsus’a adres taşımış, şimdi dönecekler. Evlerine en yakın okula kayıt olacaklar. Sınıfın, okulun neresi olacağı belirsiz. Şu anda kapsayıcı bir tasarıma ihtiyaç var. Deprem sonrasında ampute olmuş birçok insan var, belki de disleksi bir öğrenci tetiklendi ve her şeyi baştan öğrenmesi gerek. Belki de öğrenme güçlüğü çeken çocuklarımız vardır. Tüm bunlarla mücadele etmeliyiz, bu elbette öğretmenler için bambaşka sorumluluklar da taşıyor. Öğretmenlerin inanılmaz bir duygusal emek vermesi gerekiyor. Özel eğitim öğretmenlerinin de durumu ayrıca önemli. Bu öğretmenlerin eğitim verebilecekleri yerlere ihtiyaç var. Sahada insan gücüne ihtiyaç var. Sivil Toplum Kuruluşları deprem sonrasında eğitim alanında ne gibi faaliyetlerde bulundular? STK’ların önemi bu dönemde yeterince anlaşılabildi mi? AB: STK’lar olmasaydı eğitim bundan çok daha fazla aksayabilirdi. STK’ların halkı bilinçlendirmesiyle telafi eğitimleri açılıyor. Okullar kapalıyken de STK’lar bir şekilde durumda etkili oldu. Tabii, burada bazı dezavantajlı durumlar da yaşandı, formasyonu olmayan insanlar sahaya indi. Bu sebeple bakanlık da STK’lara karşı hassaslaştı, büyük bir alanın denetlenmesi de elbette zor. Neticede STK’lar büyük bir boşluğu büyük oranda olumlu olarak doldurdular. SB: Bence STK’lar ilgili en önemli sorun, insanların STK’ların verdiği hizmetleri nasıl konumlandıracağını tam bilememesi. Hangi kurumun hangi yardımdan sorumlu olduğunu iyi değerlendirip ayırt etmek gerekiyor. Resmi kurumların ve STK’ların ayrımını insanların iyi yapması gerekiyor. Bizim penceremizden bakınca özellikle kadın dernekleri, çocuk haklarıyla ilgilenen dernekler, eğitim faaliyetleri yürüten dernekler gibi bazı oluşumlar çok iyi işler yürüttüler bu süreçte. Yeni nesil sivil toplum örgütlerine ihtiyaç var. Hak temelli olmak, kapsayıcı olmak, kendi içinde yatay ilişkilerin olduğu STK’lar bir öğretmen olarak önemsediğim şeyler. STK’ların sahada en görünülür ve en çözüm odaklı gruplar olduklarını düşünüyorum. Ancak eleştiri de yapmak gerek. Birçok STK’nın çadırkentler haricinde mahallelere girmediğini gördük. Evi ağır hasarlı olan ve mahallesinde belki de hayvanlarına bakan kişilere birçok STK ulaşamadı. Bir tanıdığımızın çocuğu okuma-yazmayı yeni öğrenmişti, çocuğun bu eğitimi unutmaması için ailesi onu STK’ların olduğu alana getirip götürdüğünü biliyoruz. Tabii ki, bu gibi örnekler çok fazla. Öğretmen Ağı hakkında bilgi verebilir misiniz? Defne’deki Öğretmen Ağı Projesi’nden bahseder misiniz? SB: Öğretmen Ağı, Eğitim Reformu’na bağlı bir STK girişimi diyebiliriz. Öğretmenlerin insiyatifleriyle yürüyen, yaratıcı problemler çözmek gibi amaçları olan bir karşılaşma alanı bizler için. Öğretmen Ağı’yla ilişkili olarak Adana, Mersin, Hatay ve Urfa’dan öğretmenlerin olduğu bir grubumuz var, adını “Lezzet Ağı” koyduk. Depremin ilk saatlerinden itibaren haberleşmek ve yardımlaşmak için bu grubu kurduk aslında. Elbette İstanbul’daki kolaylaştırıcı ekibimizden de yardım aldık. Öğretmenlerin ihtiyaçlarını bu ağ sayesinde karşıladık, mobil bir psikososyal destek ekibi oluşturduk. Çeşitli üniversitelerden akademisyenlerle ve kurumlarla ortaklaşarak programlar oluşturduk. Samandağ’daki Öğretmen Evi de kapalı, diğer bildiğimiz yerlerde de hasarlar var veya yıkılanlar oldu. Merkezdeki Öğretmen Evi zaten yıkıldı. Öğretmenlerin bir araya gelecekleri, mesleki gelişmeler sağlayabilecekleri bir alana ihtiyaç duyuyoruz. Böylece “Öğretmen Dayanışma Alanı” isimli bir proje geliştirdik. Kapsayıcılık en önemli özelliğimiz. AB: Öğretmenlerin birbirinden beslendiği ve destek olduğu bir ağ bu. Öğretmenleri Defne’de buluşturmak istiyoruz. SB: Öğretmen Dayanışma Alanı, meslektaşlarımızı Hatay’a davet etmeyi hedefliyor. Dertleşebilmek, birlikte öğretmenlik hallerini konuşabilmek, bazen de sadece bir çay içebilmek ama en çok da bu bölgede dayanışma gösterebilmeyi hedefliyoruz. Özellikle de Hatay’ı göz önünde bulundurursak toplumsal olarak bu felaketten çıkarmamız gereken dersler nelerdir? SB: Bu bölgenin bir deprem bölgesi olduğunu hep göz önünde bulundurmalıyız. Yeniden inşayı buna göre yapmalıyız. AB: Aslında Türkiye’nin her yeri için bu böyle. Ülkenin her yerinde bir an önce yasa koyucuların gerekli düzenlemeleri yapması gerekiyor. SB: Hatay’da bir arada yaşamayı zamanla öğrenmişiz. Bir arada yaşama kültürünü besleyecek araçlara ihtiyacımız var. Belki mültecilerle ilgili bakış açılarını çözümlemek, kadın ve çocuklar açısından olaylara bakabilmek… Tüm bu dezavantajlı grupları kapsayabilecek, toplulukların yaşamlarını, insan onuruna yakışır seviyeye getirmek için çözümlere gerek var. Toplumsal barış için çözümler gerek. Eğer ki bir şeyler yapılacaksa birlikte yaşam kültürü üzerine düşünmek gerekiyor. Çocuklarla bir arada yaşam, başka kültürlerle bir arada yaşam… Bunu yapabiliriz. Bunu daha önce Hatay’da yapabildiğimizi gördük. Bütün kültürleri koruyarak ama kapsayarak, bütün yaşam biçimlerine, bütün tercihlere alan açarak nasıl yaşayacağımızı düşünmek çok önemli. Böyle düşünen yöneticilere ve STK’lara ihtiyaç var. Tüm emekleriniz için çok teşekkürler, röportaja katkınız için ayrıca teşekkürler. Sizler gibi öğretmenlerimizin varlığı oldukça çocuklar için umut dolu günlerin hayallerini kurmak kolaylaşıyor.
- “Antakya’nın yeniden inşaya değil, onarılmaya ve iyileşmeye ihtiyacı var”
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Dr. Tuğçe Tezer, 2013 yılında bir biberli ekmek vesilesiyle tanıştıktan sonra Antakya’yı en önemli ilgi ve araştırma alanı haline getirdi. SALT Araştırma’nın desteğiyle “Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi” çalışmasını yapan Tezer, 6 Şubat depreminden bu yana Antakya için hiç durmadan çalışıyor. Tezer’le Antakya özelinde güncel durumu, Antakya’daki iyileşme sürecini, Antakya’da kent planı yapılırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini konuştuk. Röportaj: Elifsena Biroğlu Depremden sonra en çok yıkımla karşılaşılan yerlerin başında belki de Antakya bölgesi geliyor. Bu durumun temel sebepleri sizce nelerdir? Aslında benzer şeyleri korkarım ki, İstanbul da dahil olmak üzere Türkiye’nin birçok şehri için -tabii hayatta kalırsak- konuşacağız. Antakya’yla ilgili bu yıla kadar hep geçmiş dönemleri çalıştım ve 2000’li yıllardan sonrasına hiç ilgi duymamıştım. Doktora tezim de 19. yüzyıldan bugüne kadar Antakya’nın yerleşme tarihine odaklanıyor. Depremden sonra, sorduğunuz soruyu ben de çok fazla düşündüm ve araştırdım. Jeoloji mühendisi ya da inşaat mühendisi değilim, fakat şehir plancısı olarak tüm bu disiplinlerin anlatmak istediklerini asgari düzeyde anlamak üzere bir eğitim alıyoruz. 6 Şubat depremlerini bugün neredeyse “Antakya, Hatay Depremleri” olarak anmamızın sanırım bazı temel sebepleri var. 2000’li yıllardan sonraki dönemde Anadolu’daki pek çok şehirde planlama ve yapılaşma açısından çok problemli zamanlar yaşandı. Örneğin, Türkiye’nin tarihinde yaklaşık 42 tane imar affı içerikli yasa olduğu yazılıyor. Yani, denetimsiz ve mühendislik hizmeti almamış, bu nedenle ruhsatsız olan yapıların ruhsatlı hale getirildiği süreçlerden bahsediyoruz. Duyduğum kadarıyla 2018’de başlayıp 2021’e dek devam eden “imar barışı” sürecinde sadece Hatay’da 90 binin üzerinde başvuru yapılmış. 90 bin yapı demek her yapıda en az 4-5 konut varsa ve her konuta ortalama 3.6 aile büyüklüğünü tanımlarsak, çok büyük bir nüfusa tekabül ediyor. Aslında genel olarak başımıza gelen şeylerin insanın doğayla olan anlamsız mücadelesinden kaynaklandığını düşünüyorum. İnsan tarihsel süreç içinde, bir parçası olduğu doğadan yavaş yavaş uzaklaştı, giderek doğayı bir hammadde ve maalesef tüketme özgürlüğü olan bir kaynak sanmaya başladı. Hatay’daki Amik Gölü ve çevresindeki bataklıkların 1950’lerde başlayıp 1975’te tümüyle kurutulması, buradaki doğa-insan kopuşunun önemli bir örneği. Amik Gölü kurutulduktan sonra ortaya çıkarak Amik Ovası’na eklenen çok verimli ve büyük bir alan, önce parsellenerek tarım alanı haline getiriliyor. Sonra kuruyan gölün kuzey ucuna beton dökülerek, 2007 yılında yapılmış olan Hatay Havaalanı’nı artık hepimiz biliyoruz. Emre Özşahin’in 2010 tarihli makalesine göre burada havaalanı yapılmamalıydı. Özşahin bu nedenleri genel olarak şöyle sıralıyor; öncelikle burada üç önemli fay hattının kesişim noktası, ikinci ve en az ilki kadar önemli olan diğer sebep ise burasının sulak alan, hatta su öğesi olması. Burada suyun hafızası var. Nasıl bir hafızadan bahsediyoruz? Akdeniz kıyısında, Amanos Dağları’nın hemen arkasında Antakya’nın da içinde olduğu bir ova sistemi var. Antakya bu ova sistemi içinde sırtını Habib-i Neccar Dağı’na yaslıyor. Bugün bile Habib-i Neccar Dağı’na bakınca üzerinde ince sırt çizgileri görürsünüz. Onlar aslında Antakya’nın tarih boyunca oluşmuş kadim su sisteminin bir parçasıdır. Osmanlı zamanında yağmur suları bu oluklarda toplanırmış, oradan yavaşça kılcal su yollarından aşağı doğru akarmış. Buradan eski Antakya’nın içine, Roma döneminde oluşturulup Osmanlı döneminde korunarak geliştirilen "arıklı yol” sistemine gelen su, bu yolları takip ederek Asi Nehri’ne ulaşırmış. Döneme ilişkin birçok çalışmada, Osmanlı döneminde yağmurlu bir günde Antakya’da yürüyenin ayakkabasına çamur değmediği yazılır. Bunu günümüz kentleri için bile söylemek çok zor. Amik Gölü kurutulurken ekolojik yapısı bozulan Asi Nehri’nin de tabanı çöküyor. Taban o kadar aşağı seviyeye iniyor ki, bugün Köprübaşı dediğimiz mevkide yer alan tarihi Roma Köprüsü’nün ayakları nehrin içinde yukarıda kalıyor. En nihayetinde bu köprü için dönemin koruma kurulu tarafından yıkım kararı veriliyor. Bunun yerine motorlu taşıtlara uygun betonarme bir köprü yapılıyor. Asi Nehri ile Antakya halkının ilişkisi aslında “suya dokunma” seviyesindeyken, yani su kenarına oturup içinde sallarla gezilebilirken, zamanla çevresinin betonlaştığı ve nehrin giderek “uzaktan izlenen” ve doğallığını günden güne kaybeden bir su kanalına dönüştüğünü gözlemliyoruz. O dönemin gazetelerinde Asi Nehri’nin hastalık ve kötü kokular saçtığına dair haberler yer alıyor. Ama Asi Nehri’nin başına gelenler, insan eliyle yapılan şeyler. İşte bu dönemde su ve insanların arasındaki organik ve doğrudan ilişki de büyük zarar görüyor. Asi Nehri’nin, kıvrımları olan organik bir nehir iken, artık sadece bir su kanalına dönüştüğü bu süreçte, kanalın her iki tarafı da toprakla doldurularak elde edilen zemin üzerinde yapılaşma başlıyor ve nehrin en kesiti iyice daralıyor. Biz depremden sonra Antakyalı Harita Mühendisi Kenan Kantarcı’nın ortofoto çalışmalarında, su kenarındaki yapıların nasıl yıkıldığını görüyoruz. Aynı süreçte, Amik Gölü’nün neredeyse ortasında yapılan havaalanının pistinde ve ona ulaşan yolda meydana gelen kırılmaların nelere sebep olduğunu gördük. Hatay’ın “büyükşehir” olması bu süreci nasıl etkiliyor? 2012 yılında Hatay’ın “Büyükşehir” statüsüne geçmesini takiben, 2014 yılında yapılan seçimden sonra büyükşehir belediyesi burada faaliyete geçiyor. Normal koşullarda planlama mevzuatımız gereği bir yer büyükşehir olduğunda öncelikle bir çevre düzeni planı süreci yaşanması beklenir. Planlama sürecinde öncelikle sosyal, fiziksel, ekonomik, kültürel, doğal nitelikler vb. tüm temaların dahil olduğu, yerleşilebilirlik analizinin de dahil olduğu bütünsel ve güncel bir analiz çalışması yapılır. Bu analizler doğrultusunda sentez yapılır ve sentezin işaret ettiği konular ışığında plan kararları oluşturulur. Fakat 2014’ten önce Antakya ve çevresinde belde ve köy statüsünde olan tüm yerleşim birimleri, büyükşehir statüsüne geçilmesiyle birlikte mahallelere dönüşüyor. Belde belediyeleri döneminde beldeler için Belde Belediyeleri’nin, köyler içinse İl Özel İdaresi’nin yaptığı imar planları bulunuyor. Fakat bu planlarda, doğal alanlar üzerinde yüksek katlı yapılaşma kararlarının olduğunu biliyoruz. İşte Hatay Büyükşehir Belediyesi’nin kurulmasının ardından yapılan Çevre Düzeni Planı, yukarıda bahsettiğim bütünsel analiz-sentez süreçleri ve onları takiben plan kararlarının üretildiği bir süreç yerine; önceki dönemde yapılan imar planlarının sayısallaştırılarak bir araya getirildiği ve uyumlulaştırıldığı bir süreçle hazırlandı. Öte yandan zeytinlikler, alüvyal zeminlerin yanı sıra Hüseyin Korkmaz’ın 2006’da yayınladığı Antakya zemin mukavemet haritalarında, Antakya’nın bugünkü (deprem öncesi) yerleşik alanının tamamının zemin niteliği açısından “az sağlam, zayıf ve en zayıf zemin” üzerinde kurulu olduğunu görüyoruz. Bu konuda denetim nasıl? Antakya’da aslında her aşamada bir denetimsizlik söz konusu. Normalde yapı denetimi sisteminden beklediğimiz şey, bir yapının yapım aşamalarının, yapım tekniği ve kullanılan malzemelerin incelenmesi, denetlenmesi, bu doğrultuda ruhsat süreci tamamlanarak onay almasıdır. Ama Antakya’da maalesef bu süreçler yeterince iyi işlememiş. Ayrıca kentsel dönüşüm dediğimiz mesele, Antakya’da depremselliği ve afet riski yüksek olan alanlarda ne yazık ki bir türlü uygulanmadı. Yıkımın temel nedenleri arasında; yerleşime uygun olmayan zemin üzerinde yapılaşılmış olması, doğru mimarlık ve inşaat tekniklerinin kullanılmaması, uygun malzeme kullanılmaması, denetim mekanizmasının düzgün şekilde işlememesi, yapı inşa edildikten sonra yapının içerisinde -kolonların kesilmesi gibi- değişiklikler yapılması gibi nedenler yer alıyor. Doğa aslında bize sonsuz bir anlayış vaat etmiyor. Ona istediğimiz her şeyi yapıp karşılık olarak en iyisini yapmasını bekleyemeyiz. Deprem bir doğa olayı, doğru. Fakat bir doğal afete dönüşmesi için insana ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla Antakya’da depremin bu kadar yıkıcı gerçekleşmesinde faili doğada değil, insanda aramalıyız. Biz Antakya üzerine çalışanlar, Antakya’da yaşayan insanlar ve kenti yönetenler, buranın depremselliğini her zaman biliyorduk. “Yeniden inşa” ve yeniden bir mekanı planlama ne anlama gelir? Genel anlamda, “yeniden inşa” demek aslında o yerin tamamen yıkılmış olması anlamına geliyor. Bir şeyi yeniden inşa etmek, yeniden kurmak demek, bir kent parçasının mevcut durumunun, iyileşmesinin mümkün olmayacak kadar yıkılmış olması demek. Bu açıdan ben Antakya’da gerçekleşecek sürece “onarım” ve “iyileşme” demeyi tercih ediyorum. Bu süreçte farklı tercihler, yaklaşımlar söz konusu olabilir. Eskisine benzeyen bir yeniden inşa veya eskisiyle biçimsel olarak benzemeyen ama tarihsel bazı bilgileri taşıyarak teknoloji ile yeni bir mekan inşa etmek gibi yaklaşımlara tarihte rastlanıyor. Bir yeri “yeniden planlamak” dediğimiz mesele de depremden sonra sıklıkla sadece “barınma alanlarını inşa etmek”ten ibaret gibi algılanıyor. Aslında barınma alanları, bir şehrin planlanması dediğimiz toplamın sadece küçük bir bölümünü oluşturur. Bu sadece bir başlangıç noktası olabilir, çünkü yerleşik nüfusu olmadan bir kent olmaz. Barınma alanlarıyla beraber bütün ulaşım sistemi, erişilebilirliği sağlanmış sosyal tesisler, kentsel alt yapı alanları, sağlık ve eğitim tesisleri, çalışma alanları, doğal alanlar gibi bileşenlerin tamamı, aslında planlamanın ve yeniden planlamanın parçalarıdır. Konumuz Antakya’ya gelince, ben depremden sonra hiç “yeniden inşa” ifadesini tercih etmedim. Antakya’nın fiziksel, sosyal ve kültürel katmanlarıyla tümüyle yıkılıp, yok olduğunu kabul edebilmemiz mümkün değil. Depremden sonra sağ kalmayı başarabilmiş, pek çok yakınını, ailesini, komşusunu kaybetmiş bu güzel toplumun yaşama mekanı olan kadim Antakya kentinin yıkılıp yeniden inşa edilmeye değil, rehabilite edilmeye ve onarılmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Onun için “Antakya’nın yeniden planlanması” dediğimiz meselede, tanımı böyle yapmayı tercih ediyorum ve herkese öneriyorum. Antakya’da gerçekten ruhuyla, tarihiyle, kültürüyle “aslına uygun” bir yeniden inşa mümkün mü? Taş binaları, avlulu evleri, eski caddeleri, Antakya’yı eskisi gibi görmek yeniden mümkün olacak mı? Buradaki “aslına uygun” ifadesi depremden bugüne kadar olan süreçte beni de çok düşündürdü. Yakın arkadaşım, Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı Mimar Mustafa Özçelik’in önemli bir sorusuyla bunu düşünmeye başladım: “Aslına uygun, tamam; fakat hangi aslına?” Antakya’nın aslı nedir? Buna kafan yoran çok kişi var ve aslında Antakya, herkes için başka dönemsel katmanlar üzerinden bambaşka anlamların yüklenebileceği bir yer. Mesela benim için Osmanlı son dönemi, Fransız dönemi, Erken Cumhuriyet dönemi son yıllarda en çok düşündüğüm dönemler. Fakat yarın Roma dönemine hayran olduğumu fark edebilirim, zaten Antakya pek çok insana bu çok katmanlı düşünce olanağını sağladığı için de çok özel bir yer. Durum böyle olunca, Antakya’da “aslına uygun” bir onarım süreci hem çok zor hem de bir mecburiyet halini alıyor. Evet, bence bu yapılabilir. Yapılabilmesi sürecinin en önemli parçası, “Antakyalı” dediğimiz o güzel nüfus. Depremden sonra beni pek şaşırtmayan ama çok etkileyen bazı şeyler oldu. Depremden hemen sonra Antakyalılar çeşitli gönüllü platformlar oluşturdular ve çok sayıda insan elini Antakya için taşın altına koymak üzere bu gruplara katıldı. Önceden de Kurtuluş Caddesi’nde yürürken birçok dernek tabelası görürdük, bunların hiçbirinin boş yere kurulmadığını depremle beraber tekrar anladık. Kadim dönemlerden itibaren Antakya halkı kültür ve sanatı gündelik hayatlarına dahil edebilmiş, çok katmanlı ve çok kültürlü bir nüfus olmayı başarmış. Gerek yemekleri gerek zanaatlarıyla Antakyalılar yüzyıllar içinde aşama aşama kurulan güzel bir sistem içinde yaşıyordu. Antakya’nın aslına uygun iyileşmesi, aslında tüm bunların 5 Şubat’taki haline bir daha yıkılmamak üzere döndürülebilmesi demek bence. Bir daha yıkılmamak üzere dayanıklı olarak yapılabilmesi, modern dönemin bize sunduğu imkanlarla artık mümkün. Dünyada artık tarihi dokunun sağlamlaştırılmasında, sürdürülebilir hâle getirilebilmesi süreçleri için birçok teknik geliştirildi. Hatta bu teknikler, antik dönem taşlarının aynı görünümle daha dayanıklı halde üretilmelerini dahi sağlayabiliyor. Peki, ne olduğunda Antakya iyileşmiş olacak? Örneğin benim için, Affan Kahvesi’ne girdiğimde hep aynı masada oturan fötr şapkalı amca eğer yine aynı sandalyede oturabiliyorsa, işte o zaman Antakya iyileşmiş olacak. Kendisi hayatta mı, temsil ettiği her şey yaşıyor mu, bunları maalesef bilmiyorum. Fakat Antakya’yı sadece fiziksel bir mekandan ibaret sanmanın, belirli bir tarihsel döneme sıkıştırmanın herhangi bir gerçekliği olmadığını düşünüyorum. Onarım ve rehabilitasyon sürecinin sağlıklı ilerleyebilmesi için enkaz kaldırma çalışmalarının da daha iyi bir şekilde ilerletilmesi gerekiyor. Kültür mirasının parçası olan yapıların enkazı kaldırılırken daha kolektif kararlar alınabilmesi, belirli bir süreç sonunda Kültür ve Turizm Bakanlığı Deprem Bölgesi Kültürel Miras Bilimsel Danışma Kurulu ve Antakya Kentsel Sit Girişimi’nin çağrılarına Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın olumlu yaklaşmasıyla mümkün oldu. Keşke bu en baştan yapılabilseydi. Antakya yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın ortak bir değeri. Dolayısıyla burası, acelenin ve zaman baskısının mekanı değil. Yerel halkın dahil edilmediği bir sürecin sonunda, evet, yine bir Saray Caddesi yapılabilir ama o artık bizim Saray Caddemiz olmaz; sadece bir cadde olur. Antakya’da sanki depremden önce her şey yolundaymış gibi davranmanın, pek çok açıdan bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Depremi bir afete, bütünsel bir krize çeviren adımlar, sorumluları kabul etmese de maalesef depremden önce atıldı. Antakyalılar yıllarca doğal alanların yok edilmesini izlediler; karşılarındaki zeytinliklerin dev rezidanslara dönüşmesi, Asi Nehri’ne artık dokunamamak da bunlara dahil. Bu hatalarla yüzleşmek, bunlardan ders çıkarmak, Antakya’nın deprem bölgesinde olduğunu artık kabul etmek ve bu farkındalıkla adımlar atmak gerekiyor. Tarihi dönemlerdeki depremlerinden ders çıkararak, bugünün teknolojisiyle beraber “aslına uygun”, kültürüyle, doğasıyla, insanlarıyla, gündelik yaşam alışkanlıklarıyla, sosyal ve fiziksel eşsiz dokusuyla yeniden ayağa kalkacağına tüm kalbimle inanıyorum. Tuğçe Tezer Antakya’daki yeni yerleşim alanları nasıl kurgulanmalı? Gelecekte ne gibi değişimler söz konusu olabilir? Depremden sonra artık geleneksel planlama metotlarının Antakya ve deprem bölgesinin geri kalanında bize yetmediğini söyleyebiliriz. Antakya’nın tarihi merkezi en sonuncusu 1872’de olmak üzere defalarca depremlerle yıkıldı. Amik Ovası’nın güneyi ve Asi Nehri’nin batısındaki Antakya Ovası, konuya dair birçok araştırma ve rapora göre yerleşilebilirlik açısından zayıf bir zemin sunuyor. Nehrin doğusu ise en zayıf zemin niteliğinde. Fakat öte yandan, artık 2023 yılındayız ve tüm dünyada farklı yapılaşma teknolojileri gelişmiş durumda. Normal koşullarda bir planlama süreci yürütülürken, o kentin demografik yapısını anlamak üzere belirli analizler yapılır. Fakat Antakya’da şu anda böyle bir çalışma yapmak mümkün değil. Bunun sebeplerinden biri, mevcut nüfusu belirlemenin şu anda deprem sonrası büyük göç hareketi ve nüfusun depremde kaybettiğimiz parçası sebebiyle çok zor olması. Nüfusun eğitim, sağlık hizmetlerine erişim, gündelik yaşam pratiklerini gerçekleştirmek gibi temel ihtiyaçlarını karşılaması için uygun koşulların oluşmaması, nüfusun burada kalmasını zorlaştırıyor. Bu durumda Antakya’nın nüfus projeksiyonunu yapmak için, yalnızca Antakya’ya bakmak yeterli olmuyor. Örneğin, bu süreçte Arsuz’un nüfusu en az 4-5 kat çıkına çıktı. Mersin, Adana, Ankara, İzmir, Antalya gibi şehirler Antakya ve Hatay’dan büyük bir göç aldı. Durum böyle olunca, bir geçiş dönemi planlanarak öncelikle başka şehirlere gidenlerin geriye dönüşlerinin sağlanması gerekiyor. Dolayısıyla, esnek bir planlamaya ihtiyacımız var. Çünkü, şu anda göçle gitmiş olan pek çok insan aslında rahat, sağlıklı, güvenli bir şekilde yaşayabileceği, depremden önceki işini yapabileceği imkanı bulduğunda, Antakya’ya geri dönmek için bekliyor. Fakat havasında sürekli enkaz kaldırma ve yıkım süreçlerinden kaynaklı asbest ve silika tozunun dolaştığı bir kente insanların dönmesi çok zor. İlhan Tekeli ve Mustafa Özçelik’in farklı zamanlarda önerdikleri bir süreç var: “Depremden sonraki akut dönemi atlatmak için, 15-20 günlük süreyi geçirmek için çadır ve konteyner alanları organize edilmeli, ikinci dönem olarak geçici barınma alanlarının (daha sonra başka işlevler için de kullanılabilecek şekilde) prefabrik konutlar –günümüzde tiny house olarak bilinen konut tipine yakın şekilde, özel mutfağı ve banyosu olan evler– olarak tasarlandığı mekanlar ve üçüncü dönemde ise kalıcı planlama.” Haneler için mahremiyet alanlarının sağlanması kadar, sosyalleşme ve komşuluk mekanlarının da sağlanması önemli, çünkü bahsettiğimiz yer Antakya. Sosyal yaşam burada en az hane içindeki yaşam kadar önemli. Bu anlamda şu anki durum nedir? Şu anki duruma bakılınca, geçici yerleşim mekanlarının büyük ölçüde verimli tarım alanlarının üzerine kurulduğunu görüyoruz. Eğitim ve sağlık tesislerinin de büyük bir bölümü yıkıldığı için, yeni işlev alanları yine tarım alanları ya da sel ve benzeri afetler açısından pek güvenli olmayan alanlarda kurgulandı. Zeytinlikler, sahillerin yanı sıra planlama eğitiminde öğrencilerimize “yapılaşmaya açılmaması, doldurulmaması gerektiğini” öğrettiğimiz vadilerin önemli bir bölümü, moloz döküm sahasına dönüştü. Böylesi bir süreçte, planlama kaçınılmaz olarak aksıyor. Halbuki, Antakya’da sürdürülmeye değer çok ciddi bir narenciye, zeytincilik, zeytinyağı, zeytin ve defne yağı sabunu gibi ekonomi alt sektörleri var. Bütün bunlara ek olarak, depremden sonra nüfusun önemli bir kısmının ampute olduğunu, dolayısıyla “engelsiz bir kent planlaması”nın mecburiyet olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Dolayısıyla, Antakya’da planlama yapmak asla kolay bir iş değil. Bu, çok katmanlı bir iş; tıpkı Antakya’nın kendisi gibi. Ama ben bunun hiç imkansız olduğunu düşünmüyorum. Yerel halkta büyük ölçüde kentin aynı yerde kurulup onarılmasını isteyen ve benim de saygı duyduğum bir irade var. Fakat bugün, bazı bilimsel veriler farklı teknik tespitleri kesin olarak işaret ederken, bunları mutlaka önemsemeliyiz. Örneğin, tarihi binaların restorasyonunu -eğer finansal olarak karşılarsanız- depreme dayanıklı olarak yapmak mümkün. Asi Nehri’nin doğusu ve Affan Mahallesi’nin kuzeyinde kalan Dağ Mahallesi, Antakya merkezi dediğimiz alanda en az yıkımın olduğu alanlardan biri. Zemin uygun olduğunda, fay hattına yakın olsa dahi böyle bir yapısal dayanıklılık mümkün demek ki. Tıpkı Habib-i Neccar Dağı’nın içindeki bir mağara kilisesi olan St. Pierre Kilisesi’nin dayanıklılığı gibi. Yani, Dağ Mahallesi’nin konutlarını mevcut nüfusu için nitelikli konutlardan oluşur bir hale getirmek ve aynı nüfusu orada barındırmak, mutlaka yapılması gereken bir şey. Ama az önce bahsettiğimiz “kentsel sit alanı” dediğimiz merkezde, kültür, turizm ve ticaret mekanlarının yanı sıra, konut fonksiyonu -gerekli tedbirlerin alınması şartıyla- mutlaka sürmeli. “Antakya” dediğimiz ve pek çoğumuzun hayran olduğu “şey”, tamamen kendi doğal akışı içindeki gündelik yaşamıyla, onun gelen “ziyaretçileri” kendiliğinden içermesiyle ilgili bir şey. Eğer merkezi konuttan tamamen arındırıp sadece turizm bölgesi haline getirirseniz, bu sürecin sonunda yapay bir mekanla karşı karşıya kalırız. Antakya’nın tarihte en az yedi kez yıkılıp aynı yerde kurulması, insanlarının bu “yere bağlılığı” açısından oldukça fazla şey söylüyor. Günümüzün yapılaşma teknolojisiyle beraber kentsel mekanın yeniden ve dayanıklı, dirençli olarak kurgulanabileceğini düşünüyorum ve teknik raporlardan da bunun mümkün olduğunu okuyorum. Antakya’da kent belleğini oluşturan başlıca kamusal mekanlar hangileriydi? Bu yapılar için rehabilitasyon sürecinde özellikle neler yapılmalı? Antakya kent merkezi, eski Antakya ve nehrin batısında kalan yeni Antakya denilen iki kısımdan oluşuyor. Bu iki kısım Köprübaşı olarak bilinen bir odak noktasında birbirine bağlanıyor. Köprübaşı, Fransız döneminde dairesel bir meydan halini almaya başlayan ve erken Cumhuriyet döneminde mekansal organizasyonu büyük ölçüde tamamlanan çok güzel bir kamusal mekanlar bütünü aslında. Bu bölgenin batı yakası, çoğunlukla kamu yapılarıyla, örneğin Antakya’nın prestij yapılarından PTT binası, yakın geçmişte eski yapının izleri takip edilerek yeniden yapılan Antakya Ticaret Odası, Eski Müze, Meclis Binası, Adalı Konağı ve Büyük Park da denen Atatürk Parkı tanımlanıyor. 1975 yılına dek bu alanda Köprübaşı’na ismini veren bir Roma Köprüsü de varmış. Nehrin doğusunda ise Ulu Cami, Uzun Çarşı ve Habib-i Neccar Dağı’yla çok güzel bir doku bütünlüğü söz konusu. Bu kısa özetten sonra tekrar kamusal mekan ve kent belleği ilişkisine dönersek, burada temeli tabii Köprübaşı oluşturuyor. Biraz kuzeyinde kalan, yerelde Valigöbeği olarak bilinen ikinci bir meydan var. Bunlara ek olarak, Antakya kent dokusunun yine kuzey-güney yönünde dik keseni olan Kurtuluş Caddesi ve Kurtuluş Caddesi ile Asi Nehri arasında açılı konumlanan Saray Caddesi de önemli kamusal mekanlar arasında yer alıyor. Asi Nehri kenarındaki yürüyüş yolları da, kentin kamusal hayatı için önem taşıyor. Tüm bu toplam aslında kamusal mekanlar silsilesi gibidir, diyebilirim. Saydığımız noktalar kent belleği açısından çok büyük önem taşıyan, Antakya’nın somut kültürel mirasının taşıyıcı unsurlarının bir kısmını oluşturuyor. Tabii ki tüm dini yapılar, Uzun Çarşı, Trajan Su Kemeri gibi farklı tarihsel dönemlerden günümüze taşınan diğer parçalar da bu eşsiz mirasın tamamlayıcıları. Bahsettiğimiz mekanların çoğunun Antakya kent merkezinde yer alması, kültür mirasının bu alandaki önemini de ortaya çıkarıyor. Şu anda bu yapılar için, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün başladığı büyük ölçekli bir restorasyon süreci söz konusu. Hatta bildiğim kadarıyla, Meclis Binası, Adalı Konağı, Ulu Cami ve Habib-i Neccar Camii’nin restorasyon süreci başladı. Uzun Çarşı için farklı bir proje ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından sürdürülüyor. Köprübaşı ve Kurtuluş Caddesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tasarım sürecinde olduğu bir kentsel tasarım projesi sürecinin başladığı haberi de yakın zamanda açıklandı. Örneğin, Kurtuluş Caddesi’nin yaklaşık 11 metre altına inerseniz, Roma Dönemi’nin Herod Caddesi’ne ulaşırsınız. Habib-i Neccar Camii’nin altındaki katmanların ise ilki bir kiliseyken, onun bir alt katmanının bir pagan tapınağı olduğu biliniyor. Burası, Antakya’nın çok katmanlılığının iyi bir örneği. Antakya’da sosyo-kültürel belleğin taşıyıcısı olan buna benzer birçok alan mevcut. Kamusal mekanların neredeyse tamamı, Antakyalıların gündelik hayatlarının doğrudan bir parçası olmuş yerler. Mesela, çarşı kompleksini sadece bir ticaret alanı olarak da görebiliriz ama bütüne bakınca tüm kiliseleri, sinagogları, camileri, çeşmeleriyle beraber Antakya’da çarşılar da kamusal mekanlar. Bu mekanların ayağa kaldırılmasının depremden sonra Antakya’nın iyileşme sürecinde çok büyük rol oynayacağını düşünüyorum. Kültürel mirası oluşturan yapıların restorasyon süreçlerinde depreme dayanıklı hale getirilmeleri ve gerçekten özgün yapısına uygun olarak onarılmaları, artık kent belleği açısından eskisinden daha da önemli. Burada Affan Kahvesi, Liwan Otel, Çankaya Otel, Antik Beyazıt Otel, Ata Koleji, Ehliddar Kafe, Asia Cafe gibi yapılardan da bahsetmek gerekiyor. Çünkü tüm bu yerler ve kent hayatının doğal bileşenlerinin pek çoğu, aslında kültür mirasının bir parçası halini alıyor. Fakat tüm bu mekanların fiziksel olarak onarılmasının yanında kiliselerin, sinagogların ve camilerin cemaatleriyle beraber iyileştirilmesi gerekiyor. Bu insanların tekrar Antakya’da var olabilmesi, yaşamlarını sürdürebilmesi için yapılacak her şeyin, süreçteki aktörlerin üzerindeki tarihi bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Depremden hemen sonra yaşadığımız en büyük problemlerden biri, Antakya’nın tek merkezli bir kent olarak işlemesinden kaynaklandı. Tüm Antakya’nın altyapısının, sadece Kurtuluş Caddesi ve Köprübaşı’ndan ibaret bir kent söz konusuymuş gibi kurulmuş olması, hızın çok önemli olduğu, hareketin en acil olduğu zamanda diğer ulaşım yollarının tıkanmasına yol açtı. Çünkü bu tek merkezde trafik tümüyle kilitlendi ve kentin farklı yerlerine ulaşması gereken ambulansların dahi yolu kapandı. Bu nedenle, şu anda yapılmakta olduğunu farklı toplantılar vesilesiyle öğrendiğimiz Hatay Master Planı’nda, benim olumlu olduğunu düşündüğüm önemli birkaç öneri var. Kentin tüm doğal su sistemlerinin açılması ve eski su hatlarının üzerinde ve Asi Nehri’nin iki kenarında, belirli bir alan üzerinde yapılaşma olmaması kararını çok olumlu buluyorum. İlaveten, tek merkezli bir Antakya yerine çok merkezli bir Antakya planlayarak, acil durumlarda ulaşım yollarının tekrar tıkanmamasını organize etmek çok önemli. Farklı idari ve kültürel işlevlerin Köprübaşı’nda tarihsel kimliğin parçası olan tüm yapıların korunması koşuluyla söz konusu alt merkezlere dağıtılması iyi olabilir. Eğer Valigöbeği ve diğer merkezi alanlara bu bölgedeki yoğunluk taşınabilirse ve modernize edilmiş, erişilebilirliğin sağlandığı yollar ve tekniklerle bu sağlanabilirse, Antakya’da sorunsuz işleyen ve olası bir afet durumunda yerel halkın korunmasını sağlayan bir kentsel sistemden bahsetmek mümkün olur. Antakya’da kent dokusunu düşününce aklımıza gelenlerden biri de ekolojisi oluyor. Enkaz kaldırma esnasında çevre olumsuzluklardan etkilendi. Peki, bundan sonrası için ekoloji ve çevre konusunda neler yapmalıyız? Rehabilitasyon sürecinde doğa, hayvanlar ve tarım için bölgede neler yapılmalı? En başından beri Antakya’nın depremden sonraki iyileşme sürecinin kültür mirasıyla, gündelik hayatın yeniden aynı şekilde yaşanabilmeye başlamasıyla ve tarımsal üretimle olabileceğini düşünüyorum. Önce doğanın başına insan eliyle çok kötü şeyler geldi, deprem de bütün bunların kaçınılmaz sonucu olarak bu kadar yıkıcı oldu. Depremden sonra ise enkaz kaldırma süreçlerinde doğa, tekrar tekrar ve farklı şekillerde yıpratılmaya devam etti. Moloz dökümü için sahillerin, kuş cennetinin, vadilerin ve tarım alanlarının moloz döküm sahası haline geldiğini biliyoruz. Aslında, şehircilik biliminde vadilerin boş bırakılması özellikle önemlidir, çünkü kentin, doğanın ve nüfusun nefes alma yerleridir. Fakat Antakya ve Hatay’da artık pek çoğunun birer moloz tepesine dönüşmesini izledik. Üstelik henüz orta hasarlı binaların yıkımına bile başlanmadı. Ağır hasarlı ve kendiliğinden yıkılmış binaların molozları bile doğa ve yerel halk açısından çok yıkıcı, yıpratıcı ve halk sağlığı açısından tehlikeli oldu. Öncelikle doğa içerisindeki bu moloz alanlarının rehabilitasyonunun sağlanması çok önemli. Bu süreçte tarım alanlarının başına gelen bir başka şey de geçici barınma alanlarının bu alanların üzerinde kurulması oldu. Bu süreçte tarım alanlarının üzerine ince bir beton örtü serilip, bu örtünün üzerine konteynerler yerleştirildi. Bu sorunlar kısa-orta vadede, bahsettiğimiz verimli tarım alanlarının artık verimsiz topraklara dönüşmesine yol açacak. Bunun Antakya ve Hatay için çok önemli bir risk oluşturduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla tarım alanları konusunda hızlı bir tespit yapılarak bir rehabilitasyon süreci planlanmalı ve ciddi bir denetleme mekanizması kurularak işletilmeli. Ayrıca tarım alanlarının pek çoğunun geçici barınma alanlarına dönüşmesinde hasat dönemleri gözetilmedi. Halbuki Hatay, 2017-2018 yıllarında Türkiye’nin tarımsal üretiminin yaklaşık %13’ünü tek başına karşılayan bir yer. Burada halk aynı zamanda çok net bir ekonomik zorluk içerisinde. Özellikle de kırsal alanda yaşayan ve çiftçilikle uğraşan insanlar için önemli bir gelir ve üretim alanı kaybı söz konusu, buradaki yanlışların da acilen düzeltilmesi gerekiyor. Toprak eğer rehabilite edilirse, şu anda hala verimli bir hale getirilebilir. Diğer yandan, bildiğiniz gibi Mileyha Kuş Cenneti depremin hemen ardından moloz döküm sahası olarak kullanıldı, fakat itirazlar üzerine temizlendi. Tüm deprem bölgesi gibi Antakya’da da sokak hayvanlarının depremden sonra yaşadığı büyük sorunlar var. İnsanlar maalesef burada çok büyük kayıplar verdiler, ancak deprem sadece insanları kayba uğratmadı. Sağlıksız yapısal çevrenin oluşmasında hiçbir sorumluluğu olmayan hayvanlar da can ve uzuv kayıpları yaşadılar. Onların durumu için de çok ciddi bir dayanışmaya ihtiyaç var. Bu açıdan “Dört Ayaklı Şehir” grubunun deprem bölgesindeki çabasını çok önemsiyorum. Ayrıca, Antakya’da tarım ve zanaat beraber gelişmiş, birlikte işleyen alanlar. “Hatay Sarısı” dediğimiz ipeği üreten özel bir ipekböceği türünün molozlar yüzünden büyük ölçüde hayatını kaybettiğini biliyoruz. Bu konuda, yakından tanıdığım Defne Apollon İpekçilik’i, doğayla uyumlu üretim süreci yaklaşımlarını, “Hatay Sarısı”nı onarabilmek için nasıl çaba sarf ettiklerini biliyorum. Keşke süreçteki tüm aktörler doğaya yerel üreticiler gibi hassasiyetle yaklaşabilse. Antakya’da eğer bütünsel bir iyileşme istiyorsak, kır ve kent hayatının bütünsel işleyişinin anlaşılması, içselleştirilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Sorunuz için yine çok teşekkür ederim, çünkü bu konu gerçekten iyileşme süreci için çok önemli. Depremden sonra Antakya’dan bahsederken sadece kültür mirasını konuşmakta, sorunun bütününü kavramaya engel olan bir problem olduğunu düşünüyorum. Antakya’da koca bir hayat vardı ve yine var olacak. Bu da ancak yerel halkın tüm süreçlere dahil olduğu, bütünsel bir bakış açısı geliştirmekle mümkün.
- Geri Dönenlere
Büyük aşklar yolculuklarla başlar ve serüvenciler düşer bu yollara ancak, Onlar ki dünyanın son umudu soyları tükenen birer çılgındırlar Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında Ölümle alay ederler sanki Nerde beklenirse ordaydılar bir kez bile gecikmediler ömür boyu Neydi onları ordan oraya savurup duran şey Onları daima yalnız kılan neydi bu yaşam denilen gürültüde Her dilden bir adları vardı onların ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar Sarışındılar belki de esmer yani birçok yüzün bileşkesi Ne altın arayıcısıydılar ne de aylak bir gezgin Vurulup düşseler de her kuşatmada serüvencidir onlar ve hiç ölmezler Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa Bulurlar heder olmanın bir yolunu Onlar ki bu dünyada kahraman olmaya mahkumdurlar Sislenen anılar kaldı bize onlardan renkleri bozulup duran solgun anılar Nasıl yazmalı ki silinip gitmesin bulutlar gibi çekilmesin gök boşluğuna Bileği güçlü ve gözü pek avcılar mıydı onları kuşatıp yeryüzü cennetinden atan Yoksa kendini tüketen hüzünler miydi vurulup düştükçe ışığını karartan O serüvenlerin günlüğü tutulmadı yazılmadı o insanların destan şiiri Parça parça ettirilseler bir kartala (ki sanırım böyle oldu sonları) Fışkırır yüreklerinden başarısız ihtilallerin yangınları Ahmet Telli’nin bu Soluk Soluğa şiirindeki dizeleri sanki deprem yaşamış Hatay halkına yazılmış gibi görünüyor gözüme ta o günden beri. O gün dediğimi şimdi herkes anlıyor. Hatay’da yağmur yağınca diyor insanlar “o gün” diye, şimşek çakınca, hava biraz can sıkıcı hale gelince hemen hatırlatıyor bellekleri kendilerine tüm olanları çırılçıplak halde. O günden sonraki günlerde sanki şehir adeta kalan sağların boşalmasına tanıklık etti. Enkaz altında kalmayan veya kalıp ailesini sağ salim çıkarmayı başaranlar Mersin, Antalya, İstanbul, İzmit ve daha nice illere göç dalgası başlattılar. Her dilden adları, çılgınlıkları, esmer-sarışın renkleriyle, şairin dediği gibi, vurulup düşmüşler ama sonuçta ölmemişlerdi, gittiler. Yol sanki kıyametten kaçış gibiydi, konuştuğum insanlar, giderken depremi yaşanmamış saymayı istediklerini, bunun kötü bir rüya gibi kalmasını istediklerini söylediler. Umdukları depremi yaşamamış olmaktı ama bu acı gerçeği inkar etmek bu kadar köklü kozmopolit bir yapıya sahip Hatay için mümkün müydü? Hatay’dan çıkınca öylece yeni bir hayata başlanabilir miydi? Hava değişikliği iyi mi gelecekti ? Buradan ağır hasarlı bir ev, bir dükkan, yitik bir anne, baba, kardeş, yiğen, amca, dayı, yitik bir komşu, eş, dost, akraba, yitik bir kol, bacak, göz, kulakla giden kişiler şairin dediği gibi her koşulda heder olmanın yolunu rahatlıkla buldular. Gittikleri şehirlerde yaşadıkları kadim kültürden tatlar arıyor ama bu şehrin yapısı diğerleriyle benzeşmiyordu. Onlar her yeni gün kendilerine dönmek için yeni bahaneler topladılar. Sabah uyanıp süt sırasında bekleyemediler belki, kahvaltı sonrası kahve için çaldırmadı telefonlarını komşuları, bu akşam sehra (akşam oturması) yapmaya gidecek kimseyi göremediler belki, hangi fırına katıklı içini vereceklerini bilemediler, bakkala “sen çocuğa bırak ben sonra parasını veririm” diyemediler, komşuya anahtar bırakmadı biri, adak için hırise (etli dövme) pişiren olmadı, kimse 7 kapıya bulgur bırakmadı, buhur yakıp ölmüşleri anmadı, ğar (defne) sabunu kokusu gelmedi banyolardan belki, kayıpları konuşacak kimseyi bulamadılar ya da anlatmanın artık bayağı kalacağını nezaketsizlik olacağını düşündü naif kişilikleri. Mutlaka gittikleri yerlerde afetzede oldukları için özen gösterildi ve ağırlandılar ancak alışkın olunan bir tat vardı ve o hiçbir yerde gelmedi. Sonuç, geri dönüşün en azından benim çevremde duyduğum herkes için tek çare olduğu anlaşıldı. Onlar evleri, iş yerleri belki de yakınlarını yitirmelerine rağmen döndüler. Belki Antakya olmadı ama Arsuz’da insaflı bir ev sahibi buldular. Belki Mustafa Kemal Mahallesi (İskenderun) olmadı artık evleri ama Çarşı’da amcaları bir evini onlara verdi. Belki Kırıkhan’a dönemediler ama Karaağaç’taki akrabaları “beraber yaşarız, gelin” dedi. Bu noktada dönenler, kalanlar ve “gitmeyeceğiz” diyenler için tüm Hataylılara yüklenen sorumluluğu dayanışma, insaf, vicdan kavramları etrafında örgütlemeli ve bunu her platformda konuşmalıyız. Dönenlerin evinin, kalanlarının işinin olmadığını, buna yönelik acil çalışmalar yapılması gerektiğini daha çok dillendirmeliyiz.
- Gazze’deki Hıristiyanlar ağır bombardımana rağmen direniyor
Foto Kaynak: THOMAS COEX/AFP via Getty Images Gazze’nin Hıristiyan nüfusu, tarihi bir kiliseyi hedef alan son hava saldırısına rağmen Gazze’yi terk etmeyi reddediyor. Kuşatma altındaki Gazze halkı için güvenli bir yer bırakmayan İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi’ne yönelik ayrım gözetmeksizin sürdürdüğü bombardımanın son kurbanı kiliseler oldu. Gazze’de Hamas tarafından yönetilen hükümet basın bürosu ve diğer yerel kaynaklara göre, 19 Ekim’de Gazze şehrinin güneyindeki Aziz Borfiryus (Saint Porphyrius) Rum Ortodoks Kilisesi yakınlarındaki bir binaya düzenlenen İsrail hava saldırısında 18’i Hıristiyan olmak üzere 20 Filistinli hayatını kaybetti. Bombardıman, İsrail’in planladığı kara harekatı öncesinde 1 milyondan fazla insanın Gazze’nin kuzeyinden güneyine taşınmasını emretmesinden bu yana, yerinden edilen yüzlerce insanın sığındığı kilise kompleksindeki binalardan birinin yıkılmasına neden oldu. Aziz Borfiryus’un birkaç metre ötesinde bulunan Katolik Kutsal Aile Kilisesi’nden Peder Yusuf Asaad, Al-Monitor’a yaptığı açıklamada, İsrail füzesinin kilisenin hizmet binası ile yakındaki terk edilmiş bir binanın arasına düştüğünü, bunun sonucunda hizmet binasının kilisede saklanan insanların üzerine çöktüğünü söyledi. Çoğunluğu tek bir aileden olan 18 Hıristiyan da dahil olmak üzere 20 kişinin uyurken katledildiğini söyledi. Yerinden edilen diğer pek çok kişinin de ağır ve hafif şekilde yaralandığını ve kilise kompleksindeki diğer binaların çatladığını ve onarılamayacak şekilde hasar gördüğünü ifade etti. Asaad, İsrail füzesinin kilisenin zemininde ve çevresinde büyük bir delik açtığını, bunun da içeride barınan 400 insanın Kutsal Aile Kilisesi’ne taşınmasını gerektirdiğini sözlerine ekledi. Asaad, “Gazze’ye yönelik devam eden ve önüne çıkan her şeyi hedef alan hava saldırıları nedeniyle insanlar başka yerlere yerleştirilmiş olsalar da hala güvende değiller” uyarısında bulundu. Saldırı sırasında kilisede bulunan Aziz Borfiryus Kilisesi medya sorumlusu Philip Jahshan da Al-Monitor’a yaptığı açıklamada saldırının doğrudan kilisenin hizmet binasını hedef aldığını ve binanın tamamen yıkılmasına neden olduğunu doğruladı. İsrail ordusu, kilisenin yakınlarında Hamas’a ait bir komuta merkezinin vurulduğunu açıkladı. Fakat Al-Monitor’a konuşan görgü tanıkları, İsrail ordusunun sözünü ettiği binanın terk edilmiş olduğunu ve saldırı sırasında orada kimsenin bulunmadığını vurguladı. İsrail saldırısından kurtulanlardan İbrahim el Suri, Al-Monitor’a şunları söyledi: “İsrail ordusunun iddia ettiğinin aksine kilise doğrudan bombardımanın hedefi oldu. Ordunun saldırıda hedef alındığını iddia ettiği bina terk edilmiş durumda. Orada uzun zamandır kimse yok.” “Ne yazık ki Gazze’de her şey hedef alınıyor. Güvenli bir yer yok. İbadethaneler ve hastaneler bile tehlike altında” diyen Suri, dünya ülkelerini müdahale etmeye ve sadece üç hafta içinde 7 bin 300’den fazla Gazzelinin ölümüne neden olan savaşa derhal son vermeye çağırdı. Saldırıda ölen Hıristiyanların cenazeleri 20 Ekim’de kilise avlusunda düzenlenen toplu cenaze töreninin ardından kilisenin yanındaki mezarlığa defnedildi. Aziz Borfiryus Kilisesi’nin dünyanın en eski üçüncü, Gazze’nin ise en eski kilisesi olduğu ve MS 425 yılına dayandığı söyleniyor. Kilise kompleksine yıllar içinde bitişik binalar ve odalar eklenmiş. Kilise en son 2020 yılında bir dizi bakımdan geçmiş ve restorasyon edilmişti. Kilise bugün, bombalanan hizmet binası da dahil olmak üzere çeşitli binalar içeriyor. İç duvarları, dini yazıtlar ve ikonalarla süslü olan kilisenin üç girişi var. Tarihi anlatılara göre kilise, Aziz Borfiryus’un Gazze’nin paganlarının Hıristiyanlara saldırılarını engellemek için başvurduğu Bizans İmparatoru Konstantinopolisli Arcadius’un desteği ve finansmanıyla inşa edildi. Kilisenin inşası Aziz Borfiryus’un ölümünden beş yıl sonra tamamlandı ve kiliseye onun adı verildi. Gazze Şeridi’nde üç aktif kilise var: Kutsal Aile, Aziz Porphyrius ve geçen hafta bombalanan Gazze Şehri’ndeki el-Ahli Hastanesi’ne bağlı Baptist kilisesi. Filistinliler İsrail’i hastaneyi hedef almakla suçlarken, İsrail ordusu ölümcül saldırının Filistinli bir gruptan atılan roketin yanlış ateşlenmesi sonucu meydana geldiğini iddia ediyor. O patlamada da yüzlerce kişi ölmüş ve yaralanmıştı. Gazze Şeridi’nde şu anda yaklaşık 1,000 Hıristiyan yaşıyor. 2007 yılında Hamas’ın kontrolü ele geçirmeden önce bu sayı 7 bindi. Çoğunluğu Ortodoks olan bu Hıristiyanlar, İsrail’in uyarılarına ve yaklaşan kara harekatına rağmen Gazze’den güneye gitmeyi reddetti. * Yazının 28 Ekim 2023’te Al Monitor’da yayınlanan orijinali için tıklayınız.
- Hatay'ın havası bir de madenlerle zehirlenecek
30 Ekim 2023’te Duvar’dan Burcu Özkaya Günaydın’ın haberinin ardından, Hatay Valiliği’nin maden aramalarında ÇED raporun aranmaması kararının hukuki dayanağını ve neticede oluşacak riskleri araştırdım. Öncelikle valiliğin bu kararı çok da yeni değil. Karar 3 Ağustos 2023 tarihli Mahalli Çevre Kurul Toplantısı’nda alınmış. Bu kurul, valilik bünyesindeki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü tarafından oluşturulmuş ve bünyesinde Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Defterdarlık, İl Komutanlıkları, İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve İl Sağlık Müdürlüğü gibi ildeki yerel kamu kurumlarından müteşekkil. Bu kararda, aynı kurulun 30/01/2020 tarihli ve 192 sayılı kararının yürürlükten kaldırılmasına oy birliğiyle karar verilmiş. Kurulun 30/01/2020 tarihli kararı ise bölge için oldukça kritik. Nedeni ise ilgili karar metninden anlaşılıyor: “Madenlerin işletilmesi sırasında olabilecek olumsuz etkileri minimize etmeden faaliyetine izin verilmesi durumunda büyük çevresel oluşmakla beraber sorunların çözümü de büyük maliyetler gerektirmektedir. Bu sebeple, madencilik faaliyeti sonucu, yeryüzünün doğal yapısının bozulması, bitki örtüsünün ortadan kaldırılması, atık oluşumu, toz dağılımı, vibrasyon, gürültü, görsel kirlilik gibi çevreye olumsu etkilerinin çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak tedbirleri içerecek çevresel etki değerlendirme sürecine ihtiyaç duyulmuştur.” Kurul yukarıda yazılı sebeplerle il içinde belirli koordinatları “hassas alan” olarak kabul etmiş ve bu bölgede yapılacak her türlü maden faaliyeti için ÇED raporu hazırlanması gerektiğine karar vermiş. Ancak, 3 Ağustos 2023 tarihli kararda, 6 Şubat depreminin ardından yaşanan yıkım sebebiyle tekrar inşa aşamasında çok fazla madeni malzemeye ihtiyaç duyulduğundan bahisle hassas alan kararından geri dönülmüş ve maden faaliyetleri için “ÇED gerekli değildir” kararı alınmasının yolu açılmış. “Peki ÇED gerekli değildir” kararı ne anlama geliyor? ÇED yönetmeliğine göre “ÇED gerekli değildir kararı“, yönetmeliğin ekindeki listede yer alan çevresel etkileri ön inceleme ve değerlendirmeye tabi projelerin, çevre üzerindeki muhtemel olumsuz etkilerinin, alınacak önlemler sonucunda ilgili yürürlükte olan mevzuat ve bilimsel esaslara göre kabul edilebilir düzeyde olduğunun belirlenmesi üzerine, projenin gerçekleşmesinde çevre açısından sakınca görülmediğini belirten bakanlık kararıdır. Daha basitçe anlatırsak, bakanlık kimi projelerde çevreye olumsuz etkilerin çok az düzeyde olması halinde ÇED raporuna gerek duymayabiliyor. Karar yetkisi yönetmelik gereğince bakanlığın yetki alanındaysa da bu yetki ilgili bakanlığın il müdürlüğüne devredilebiliyor. Bu alınan karar neticesinde, Hatay ilinde herhangi bir maden faaliyeti yapılırken ÇED raporu alınmasına gerek duyulmayacak. Dolaysıyla bu maden faaliyetlerinin çevreye ne kadar olumsuz etki edeceğine ilişkin elimizde bilimsel bir veri de olmayacak. Deprem neticesinde oluşan yıkımlar sebebiyle aylardır asbest ve diğer zehirli kimyasalları soluyan Hatay halkının ciğerlerine bir de maden faaliyetleri neticesinde ortaya çıkacak olan tozlar da girmeye başlayacak. Bu karar sadece insanları değil, doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkları da olumsuz etkileyecek. Bu kararın çevreye etkisinin en görünür hali ise uzun süredir faaliyette olan taş ocaklarına ev sahipliği yapan Amanosların görüntüsü. Hafızamızda Yarıkkaya’nın ikiye böldüğü dağ olarak var olan Amanosların silueti artık insan eliyle paramparça bir hale geldi. Fotoğraf: İskenderun Gazetesi internet sitesinden alınmıştır. Maalesef ki, karara karşı tepki ve itirazlar oldukça cılız. Çevre hakları mücadelesiyle bilinen CHP Milletvekili Nermin Yıldırım Kara ve Hatay Çevre Koruma Derneği Başkanı Nilgün Karasu karara tepki gösterirken, Hatay Barosu tarafından karara karşı açılmış olan dava ise “menfaat yokluğundan reddedildi. Türkiye toplumunun artık deprem gündemini terk etmiş olması ve bölge halkının da ancak kendi temel sorunlarıyla mücadele etmek zorunda olması sebebiyle maalesef bölgedeki hak ihlallerine karşı güçlü bir tepki ve toplumsal muhalefet eksikliği mevcut. Öne çıkan görsel: Mehmet Çokbilgi/Tripadvisor