Boş arama ile 230 sonuç bulundu
- Defne'nin Anlatılmamış Hikayesi-I: Hayali Bir Şehri Yeniden İnşa Etmenin Tehlikeleri
Defne'de 58 gün sonra 8 kişinin ölü bulunduğu enkaz 1. Defne, Enkaz ve Cenaze Antakya'yı ve halkını derinden sarsan 6 Şubat 2023 depreminin üzerinden sekiz aydan fazla bir süre geçti. Antakya depremlerinin etkisinin toplumsal hafızamızda yer etmesini sağlamak amacıyla, sizleri bu iki bölümlük yazıda bir tartışmaya katılmaya davet ediyorum. Bu seri, Defne ilçesinin ortaya çıkışını incelemeye odaklanacak. Ayrıca, Antakyalıların temel haklarının, özellikle de deprem sonrası devam eden yeniden inşa sürecinin ortasında, şehirlerini geri alma ve yeniden tasavvur etme haklarının korunmasının önemini tartışacağız. Bu tartışmaya, içinde 3 Nisan 2023’te aldığım bazı notları sizlerle paylaşarak başlıyorum: "3 Nisan Cuma günü istos Yayıncılık'ta Emre Can Dağlıoğlu moderatörlüğünde Bahadır Özgür ve Tuğçe Tezer ‘Antakya'nın Felaketi ve Geleceği’ adlı bir etkinlik düzenlediler. Bahadır Özgür konuşmasında Antakya ilindeki mülksüzleştirme süreçleri, kentsel dönüşümler, sermaye rantı üzerine örnekler sundu. Özgür'ün ifadesiyle, ‘Bütün bunlar oradaki etkin dini ve kültürel yapıları etkiledi (...) deprem buna fırsat verdi. Ne oldu, sorusunu sormamız gerekiyor’. Bahadır, bu soruya İskenderun ve Antakya'daki kentsel planlamanın ardındaki siyasi sonuçları açıklayarak cevap vermeye çalıştı. Öte yandan, son on yıldır Antakya kenti üzerine çalışan şehir plancısı Tuğçe Tezer, bu konuların şehir plancılarının ilgi alanına ancak depremle birlikte girdiğini belirterek ‘Neden Antakya çalışılmıyordu? Neden Antakya’yı şehir plancıları konuşmuyordu?’ gibi önemli sorular sordu.” Etkinlik yaklaşık bir buçuk saat sürdü. İstiklal Caddesi boyunca Karaköy vapuruna doğru yürürken konuşmayı düşünmeden edemedim. Onca düşüncenin arasında bir kelime aklımdan çıkmıyordu: "Defne". Yapılan konuşmaların ardından gelen sorularda, dinleyiciler Defne'den birkaç kez bahsetmişti. Bazen Defne’yi Antakya’yla karşılaştırarak, ondan Hatay iline bağlı bir ilçe olarak bahsettiler. Bazen ise 20 Şubat'ta meydana gelen "Defne Depremi”nden bahsettiler. Bu beni son iki aydır sosyal medyada ve basında "Defne" terimini nasıl kullandığımızı düşünmeye itti. Bu konuda 6 Şubat'ta bir tvit attığımı hatırladım: "Defneli arkadaşlarım henüz kimsenin onlara yardıma gelmediğini söylüyorlar. Evleri tamamen çökmüş durumda. Yollar kapalı. Soğuktan donuyorlar. Bu bir felaket. Antakya'da desteğe ihtiyacımız var! #hataydeprem #earthquakeinturkey #antakyadeprem" "Defne" adını Antakya’yla eş anlamlı olarak kullandım, çünkü bunun o bölgede yaşayan nüfus için farkındalık yaratacağını umuyordum. Birçok kişi de depremden etkilenen bölge halkına destek olmak için tvitlerinde bu adı kullandı. 4 Nisan'da "Defne"yle ilgili haberler bölge halkını alarma geçirdi ve "Hatay'da 6 Şubat depreminden 58 gün sonra Defne İlçesinin Armutlu ve Gazi mahallelerinde enkaz altından 8 cenaze çıkarıldı." şeklinde bir haber yayınlandı (bkz. Resim 1). Bu durum bana, bu "ilçe”deki insanların depremden 60 gün sonra bile neden ötekileştirilmeye ve unutulmaya devam edildiğini düşündürdü. Bu soruları düşünürken kendime şunu da sordum: "Defne’den, bu yerin nerede başlayıp nerede bittiği bile belli değilken, neden Antakya'dan ayrı bir bölgeymiş gibi bahsediyoruz? Daha da kötüsü, sanki harita üzerinde yerini belirleyip Antakya'nın merkezinden ayırabiliyormuşuz gibi "Burası Defne" diyoruz.” O gün yazdıklarımdan yaklaşık 4 ay sonra, bugün Defne ilçesinde yaşayan halk unutulmuş durumda. Unutulmuşluk o kadar derin ki, Yeşilpınar'da birlikte yaşadığım aileler, çadırlarda geçirdikleri altı ayın ardından, deprem neticesinde enkaza dönüşen evlerinin belediye tarafından ortadan kaldırıldığını ancak şimdi görebildiler. Evlerinin enkazının kaldırılacağı günün hayalini kuran arkadaşlarımın aileleriyle yaptığım sayısız konuşmayı halen bir şekilde hatırlıyorum. Hayatlarını yeniden inşa etmek için evlerinin yıkılmasını özlemle bekledikleri endişe verici bir durum. Altı ay sonra bir kez daha aynı sorular su yüzüne çıkıyor. Bir dejavu duygusu yaşayarak, aynı soruları birkaç yıl önce de sorduğumu fark ediyorum. Deprem ve Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen 6306 sayılı yasa kapsamında Antakya'nın tarihi merkezini "riskli alan" olarak belirleyen 7033 sayılı yeni yasanın etkileri üzerine düşünürken, “Türkiye-Suriye Sınırında Aidiyetin Tartışmalı Payzajlari: Antakya ve Defne'nin (Yeniden) Yapılışı” başlıklı yüksek lisans tezim için Antakya'da aidiyet, mekan ve kimlik politikaları üzerine yaptığım etnografik araştırmayı hatırlamadan edemiyorum. Bu konu üzerine yaptığım çalışma, Antakyalıların kendi şehirlerini sahiplenme ve tasavvur etme haklarını mülksüzleştirmeyi, marjinalleştirmeyi ve kişiliksizleştirmeyi amaçlayan ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir coğrafi söylemi özselleştirmenin tehlikelerini ortaya koydu. Ne yazık ki, çalışmam artık Antakyalıların, şehirlerini tasavvur etme biçimlerinin ve beraberinde kamusal alana ilişkin resmi söylemlere dair algılarının bir derlemesinden ibaret. Saha çalışmamı yürütürken, Antakyalıların şehirlerini resmi anlatılarla keskin bir çatışma içinde algıladıklarını gözlemledim. Buna ek olarak, 6360 sayılı yasa ile ve Hatay Büyükşehir Belediyesi tarafından yürütülen kentsel dönüşüm girişimleri sonucunda kentsel alanda meydana gelen son idari değişiklikleri de inceleme fırsatı buldum. Resmi açıklamalarla, ilk olarak yerel yönetim reformu ve stratejik taksimatıyla (siyasi amaçlarla seçim bölgelerinin sınırlarının değiştirilmesi) ortaya çıkan büyükşehir şehir haritasına (bkz. Adıgüzel & Karakaya 2017; Can, 2020; Duman, 2020), ikinci olarak da EXPO 2021'e hazırlanan CHP'li Hatay Büyükşehir Belediyesi'nin yeniden ürettiği yükselen neoliberal çokkültürlülük söylemine bu çalışmada atıfta bulunuyorum (bkz. Medeiros Coelho, 2021). Çalışmamdaki katılımcıların geneli, Hatay'ın yeni haritasında yapılan "işaretleme"leri, bölgedeki etnik-mezhepçiliğin yükselişiyle birlikte hedef haline gelme olarak yorumladılar. Defne'nin hikayesini göz önünde bulundurmak, öncelikle 7033 sayılı yeni yasanın etkilerini anlamak ve beraberinde kentin nasıl yeniden inşa edilmesi, temsil edilmesi ve yeniden hayal edilmesi gerektiğine dair devlet söylemlerindeki riskleri belirlemek için elzem. Bu makale, öncelikle 6360 sayılı kanuna odaklansa da, 7033 sayılı kanunun kapsamlı bir etnografik incelemesinin şehrin idari, sosyal, kültürel ve etno-dinsel dinamiklerine dair çağdaş bir bakış açısı sunduğunu belirtmem gerekir. Bu inceleme, yerleşik etno-dinsel kentsel sınırları aşındırarak Antakya kimliği ve kültürünün uyumlu bir şekilde bir arada var olmasını tehdit etme potansiyeli taşıyan 7033 sayılı Kanun'a ilişkin gelecekteki kritikler için temel bir çerçeve oluşturuyor. Defne'nin anlatılmamış hikayesine ilişkin bu dizide, sizi bir keşif ve iç gözlem yolculuğuna çıkmaya davet ediyorum. Coğrafyayı kavrayışımız etnik-dinsel ve siyasi sınırların kısıtlamaları içine hapsedildiğinde, ortaya çıkan önemli riskleri yeniden değerlendirmek zorunlu. Bu ilk yazı, keşfe zemin hazırlayan bir giriş tartışması. Başlangıç olarak, Defne şekillenmeye başlarken yerel bir sanatçı olan Ali’yle 2018'deki karşılaşmamdan bahsedeceğim. Ardından, bu serinin ikinci yazısında Defne sakinlerinin Defne'nin oluşumunu ve 2018-2020 yılları arasında değişen siyasi ve etnik-dinsel sınırları nasıl algıladıklarını analiz edeceğim. Bu araştırma kapsamında, Defne sakinlerinin depremin ardından yaşadıkları sistematik ihmalin arkasındaki nedenleri ortaya çıkararak, Antakya hakkındaki resmi söylemler ile Antakyalıların kolektif tasavvuru arasındaki çarpıcı zıtlığı gözler önüne sereceğim. 2. Bir karşılaşma, bir harita, çekişmeli bir peyzaj Temmuz 2018'de Antakya'ya yaptığım ilk ziyarette, de Certeau'nun (2011) kent yürüyüşüne dair perspektifinden ve yerel katılımcıların sağladığı bilişsel haritalardan ilham alarak bölgedeki mahalleleri keşfetme fırsatı buldum. Bu deneyim, beni her biri kendine özgü etnik-dini altyapıları ve siyasi yönelimleri olan çok çeşitli kişiyle tanıştırdı. Ermeniler, Arap Aleviler, Arap Hıristiyanlar, Arap Yahudiler, Sünni Araplar, Şafii Kürtler, Sünni Türkler, Özbek Türkleri ve Suriyeli mülteciler gibi Antakya’da yaşayan çeşitli göçmenler de dahil olmak üzere zengin bir insan çeşitliliğiyle karşılaştım. Birçoğu beni cömertçe evlerinde ağırladı ve beni dini ve turistik yerlere, eğlence merkezlerine götürdü. İlk toplantılarımızda, katılımcıların çoğu Antakya'yı bir barış, kardeşlik ve hoşgörü kenti olarak tasvir eden resmi anlatıyı yeniden üretti. Bu anlatı sadece dinler arası diyaloğu (Dağtaş, 2020) ve etnik-dinsel toplulukların barış içinde bir arada yaşamasını (Doğruel, 2009) övmekle kalmıyor, aynı zamanda şehrin kültürel peyzajını “Medeniyetler Bahçesi” olarak markalaştırıyordu. Roma ve Helen-Bizans arkeolojik kalıntıları, Osmanlı camileri, hamamlar, çarşılar, Eski Antakya evleri, Alevi türbeleri, Hıristiyan kiliseleri, Fransız binaları arasında tarihi kent merkezinde yer alan eski Antakya sokaklarını gezerken ve katılımcılarla konuşurken bu anlatının çeşitli versiyonları ve yansımalarıyla karşılaştım. Ancak, şehirde dolaştıkça Antakya'nın resmi söylemler tarafından temsil edilme ve şehir sakinleri tarafından tahayyül edilme biçiminin, şehrin yeni imarı neticesinde son zamanlarda gerçekleşen olayları tam olarak yansıtmadığını fark ettim. Şehir alanı, etnik-mezhepsel hatlar boyunca daha keskin biçimde ayrışmıştı. Hatay ilinde meydana gelen önemli kartografik değişikliklerin ardındaki siyasi sonuçları anlamak istiyordum. Bu düşüncelerim, yaklaşık bir yıldır Eski Antakya sınırları içindeki Zenginler Mahallesi'nde bulunan Türk Katolik Kilisesi yurdunda kalan 20 yaşındaki Arap Ortodoks Gabriel’le tanıştıktan sonra daha da netleşti. Gabriel üniversite sınavına hazırlanıyordu ve boş zamanlarında bana şehri gezdirmekten büyük keyif alıyordu. Eski Antakya'ya yaptığımız gezilerden birinde bana yeni bir turistik güzergahla sürpriz yaptı: "Bugün seni Antakya Musevi Havrası'na götüreceğim" dedi (Gabriel, kişisel iletişim, 28 Temmuz 2018). Çok geçmeden sinagogun yurdumuza çok yakın, Kurtuluş Caddesi üzerinde olduğunu keşfettim. Sinagoga vardığımızda Gabriel'in arkadaşı olan hahamın orada olmadığını gördük. Sinagogun ilerisinde bir sanat atölyesi vardı ve Gabriel sahiplerini tanıdığı için haham gelene kadar orada beklememizi önerdi. Ahşap yakma sanatıyla çizilmiş Hatay haritasının il sınırları Sanat atölyesinde geleneksel yakma sanatıyla uğraşılıyordu. Gabriel, Antakya sinagoguna yapacağımız ziyaretle ilgili olarak atölye sahipleriyle heyecanla sohbet ederken, ben de atölyede bulunan ve Antakya'nın resmi turistik yerlerini ahşap baskılarla resmeden her bir tabloyu dikkatle inceledim. Kendimi ikinci katta duvardaki bir tabloya bakarken bulduğumda, sanat atölyesinde Arapça-Türkçe kelimeler ve kahkahalar yankılanıyordu (bkz. Resim 2). Resim, Hatay'ın yakın zamanda yeniden çizilen il haritasının Antakya semalarında iki el tarafından tutulduğu bir pirokartografiydi. Haritanın üstünü bir kilise, bir sinagog ve bir cami taçlandırıyor, etrafta martılar uçuşuyor, tablonun alt kısmında ise Asi Nehri üzerinde insanların geçtiği bir köprü yer alıyordu. Haritadaki köprünün sol tarafında ise Eski Antakya'nın merkezini oluşturan eski Antakya evlerinin bir kısmının gölgesi yer alıyordu. Resim, ünlü Antakya kenti ve Hatay ilinin kültürel mirasının panoramasını sanki ikisi tek bir şehirmiş gibi sunuyordu. Ancak, bana göre tablodaki bazı şeyler yerli yerinde değildi. Tabloyu anlamlandırmaya çalışırken odada meraklı bir ses yankılandı. Bu, ressamın sesiydi, açık kahverengi gözlü, orta yaşlı bir adam olan Ali'nin. Duvardaki yaptığı resme bakarak bana Antakya'nın tarihini anlatmaya başladı: "Antakya, şehir merkezinde ezanın (Müslüman ezanı), çanın (Hıristiyan kilisesinin çanı) ve hazzanın (sinagogun Yahudi chazan'ı) dualarını duyabileceğiniz kutsal bir topraktır" (Ali, kişisel iletişim, 28 Temmuz 2018). Onu dinlerken, Ali'nin bu sözleri bir turizm rehberinden okuduğunu hissettim. Dikkatim Ali'nin elindeki Hatay ilinin haritasına yöneldi. Resmindeki haritaya bakarken ona "Nerelisin?" diye sorduğumu hatırlıyorum. O da "Antakyalıyım" diye cevap vermişti. Antakya'nın hangi bölgesinden olduğunu haritada gösterip gösteremeyeceğini sordum. Orada Defne adında küçük bir ilçeyi işaret etti. Yerel katılımcıların izinde şehri deneyimlemeye çalıştığım için, Ali'nin cevabı kafamı o kadar karıştırdı ki, sorumu yeniden formüle etmek zorunda kaldım: "Sen hangi mahalledensin?" diye sordum. Bana Antakya'nın merkez mahallelerinden birinden, "Sümerler Mahallesi"nden olduğunu söyledi. "Ama o mahalle Antakya'da mı?" Haritada Defne'yi göstererek sordum. Haritasıyla ilgili sorularım ilk bakışta önemsizdi. Sadece nereli olduğunu sormuştum. Sonuçta Defne'de miydi yoksa Antakya'da mı? Meğer haritasıyla ilgili sorularım bir yara açmış ve Antakya'yı anlatırkenki hoşgörü, kardeşlik ve barış tonu yerini hüzünlü bir tonuna bırakmıştı: “Antakyalıyım ben. Memleketim burası. Doğma büyüme buralıyım. Benim babam da dedem de Antakyalı. Son belediye seçimlerinde, Arap Aleviyiz diye, bizi işaretlemek için çıkardılar Defne’yi. Parmakla gösteriyorlar bizi artık haritada. Herkes kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı biliyor.” Ali'nin sözlerini sindiremeden konuşmamız, beni sinagoga çağırmak için ikinci kata çıkan Gabriel tarafından kesildi. "Ooo haham burda! Fırsat ayağına geldi, kaçırma!" dedi. Kısa sohbetimiz için Ali'ye teşekkür ettim. Sinagog ziyaretimizden sonra kilise yurduna dönerken Gabriel'e Ali'nin Arap Alevi olduğunu bilip bilmediğini sordum. Bana gülümsedi ve hiç tereddüt etmeden, "Biz kadim kardeşiz, Hıristiyanlar ile Aleviler. Yüzyıllardır birlikte yaşıyoruz" dedi. 3. Siyasi ve Etno-dinsel sınırların ötesinde: Bir aidiyet mekanı olarak Antakya 2018'de tuttuğum etnografik notlar, Ali’yle yaşadığım ufuk açıcı bir karşılaşmaya ışık tutuyor. Galerisine adım attığımda, Hatay'ın yeni resmi haritasına dair önyargılı bir fikir taşıyordum ve onu bölgenin coğrafyasının tartışılmaz, nesnel bir temsili olarak görüyordum. Ancak, Mills'in Kuzguncuk üzerine yaptığı etnografik çalışmadan çıkardığım önemli bir dersi bir an için gözden kaçırdım. Mills (2010), peyzajların görsel sunumunun onları nesnel olarak algılamamıza yol açarak, bu peyzajları şekillendiren siyasi ve sosyal süreçleri potansiyel olarak nasıl gizleyebileceğini göstermişti. Kendimi şehre yeni gelen herhangi biri gibi, başta "Antakyalı" ve "Hataylı" olmak üzere yerel kimliklerin nüanslı ayrımlarını, bunların altında yatan anlamlarını ve bu aidiyetleri tanımlayan coğrafi sınırları kavrama zorluğuyla karşı karşıya buldum. Başlangıçta bu tanımlamalar bana biraz kafa karıştırıcı gelmişti, çünkü kendilerini gönülden Antakyalı olarak tanımlayan kişilerle karşılaşıyordum. Diğerleri ise Hatay bölgesinden gelen Türkler olarak yerel kimliği benimsemişlerdi. Bazı durumlarda bu kavramlar birbiriyle örtüşüyordu, zira bazı katılımcılar kendilerini tanımlamak için her iki kavramı da birbirinin yerine kullanıyordu. Bununla birlikte, Arap Alevi ve Hıristiyan toplumlarından insanlarla geçirdiğim zaman arttıkça bu farklılıkları daha iyi anlamaya başladım. Bir keresinde, şu anda Defne'ye bağlı bir mahalle olan Değirmenyolu'nda Arap Alevi bir aile tarafından misafir edildim. Ailenin kızlarından biri olan 23 yaşındaki öğrenci Demet’le yaptığım bir sohbet sırasında ona Antakyalı olmanın ne anlama geldiğini sordum: “Beni Antakyalı hissettiren ilk şey kültürüm, yani Arap Alevi kökenlerim. Antakya’dan olmak bana farklı medeniyetlerin bir arada, huzurla, hor görülmeden, çatışmadan yaşadığı bir memleketi anımsatıyor. Bence Antakya bu birlik ve güzelliğin bir parçası olmak demek.” Demet'in de açıkladığı gibi, Antakya bu topluluklar için hem Türkiye Cumhuriyeti'nin mekansal ve zamansal sınırlarını aşan bir mekanı, hem cemaat duygusu ve kültürel miraslarıyla özdeşleştikleri, ait oldukları ve temsil ettikleri bir kenti, hem de ulus-mekan içinde ikamet ettikleri bir yeri temsil ediyor. Kuşkusuz, başlangıçta sadece Sünni olmayan Arapların Antakya kimliği üzerinde hak iddia ettiğini düşünmüştüm. Bununla birlikte, Altınözü ve Yayladağı'ndan Sünni Araplarla konuştuktan sonra, onların da güçlü bir Antakyalılık duygusuna sahip olduklarını; Antakyalılığın bazen "Türk" ya da "Sünni" olmanın önüne geçen, mekana dayalı bir kimlik olduğunu anladım. Bu bakış açısı, Antakya'ya yaptığım ziyaretlerden birinde Ahmet'in ailesiyle birlikte kalma fırsatı bulduğumda daha da netleşti. Ahmet, Antakya'nın Cebrail mahallesinde ikamet eden 48 yaşında Yayladağlı Sünni Arap bir turist rehberiydi. Ahmet'e Antakya ve Hatay arasındaki farkları ve kendisini nasıl tanımladığını sorduğumda, kendisini Antakyalı olarak tanımladığını ama aynı zamanda Yayladağlı olduğunu söyledi. Daha sonra, Hataylı ve Yayladağlı olmasına rağmen, atalarının Hatay'ın Türkiye'ye ilhakından önce orada yaşamış olmaları nedeniyle öncelikle Antakyalı olduğunu açıkladı. Bu otokton (yerli) bakış açısı, başlıca dinleri veya mezhepleri (Aleviler, Sünniler ve Hıristiyanlar) ne olursa olsun, ildeki Araplar arasında ortak bir temayı vurguluyor. Kendilerini Hatay'dan çok Antakya’yla ilişkilendirme eğilimindeler ve çoğul bir aidiyet duygusunun altını çiziyorlar. Bunda, antik çağda dünyanın en büyük kentlerinden biri olan Antakya'nın doğdukları yer olması ve şehrin çok sayıda imparatorluğa, hükümete ve modern ulusal devlete beşiklik etmesinden gelen tarihsel önemi yadsınamaz. Bunlar arasında Asur, Ermeni ve Hitit Krallıkları, Kürt kabileleri, Yunan (Selevkos) monarkları, Roma ve Pers İmparatorlukları, Arap, Bizans ve Memlük devletleri, Osmanlı İmparatorluğu, Suriye, Fransız ve Türk yönetimleri sayılabilir (Matkap, 2009). Dolayısıyla, bu toplulukların Antakyalı olmakla özdeşleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin mekansal ve zamansal sınırlarını aşarak imparatorluklar ve farklı otokton topluluklar da dahil olmak üzere çeşitli dönemleri kapsayan derin bir tarihsel mirası kapsıyor. Dolayısıyla, Antakya'nın, Hatay'ın 1939'da Türkiye Cumhuriyeti'ne resmen iltihakından çok daha önce kurulmuş olan köklü tarihsel önemi, Antakyalıların kimlikleriyle kurdukları derin bağın altını çiziyor. Fakat bu gruplar içinde, özellikle Arap Hıristiyanları ve Arap Alevilerinde kayda değer bir ayrım göze çarpıyor. Bu iki toplum, kendilerini Antakyalı olarak tanımlamaktan gurur duysa da, Hatay iliyle olan bağlarını köklü bir otoktonluktan ziyade idari bir statü olarak görüyorlar (Beylunioğlu & Kaymak, 2018). Esasen, yerel ve etnik-dinsel aidiyetleri ne olursa olsun, Antakyalı olma kimliğini kolektif olarak benimsiyorlar. Bu ortak kimlik şehrin sınırlarını aşarak Antakya, İskenderun, Defne, Dörtyol, Samandağ, Kırıkhan, Reyhanlı, Arsuz, Altınözü, Hassa, Payas, Erzin, Yayladağı, Belen ve Kumlu olmak üzere on beş ilçeyi kapsıyor. Antakyalı olmanın kapsayıcı bir anlamı olsa da, bunun gündelik hayatta başka kentsel aidiyet biçimlerine ve yerel etnik-dini kimliklere işaret eden sosyal-mekansal düzenlemelerinin varlığını inkar etmediğini belirtmek önemli. Örneğin, Harbiye, Armutlu, Cumhuriyet gibi mahallelerden ya da Samandağı, Altınözü, Yayladağı veya İskenderun gibi ilçelerden gelmek, her biri bölgenin dokusunu şekillendiren farklı sınırlarla tanımlanan çeşitli yerellik, kimlik, etnik köken, din ve kentsel miras alt kavramlarını ifade edebilir. Dağtaş'ın (2014) net bir şekilde gösterdiği gibi, etnik-dini sınırlar söylemsel olarak inşa edilir ve gündelik etkileşimler sırasında çeşitli sosyal-mekansal bağlamlarda aşılabilir. Nitekim Demet, Ali, Ahmet, Gabriel ve diğerlerinin kişisel anlatılarında da görüldüğü üzere, Antakya'daki mevcut toplumsal ve etno-dinsel bölünmeler, bu yerel topluluklar arasında kolektif bir kimliği besliyor. Kentlerine dair ortak bir tasavvuru paylaşan bu topluluklar, etnik ve dini farklılıklarını kent dokusu içinde uyumlu bir şekilde bir arada yaşamanın önünde bir engel olarak değil, bir güç olarak görüyor. Bununla birlikte, Antakyalı olarak tanımlanmak ortak bir kültürel kimliği ve idari, coğrafi ve zamansal kısıtlamaları aşan bir aidiyet duygusunu temsil etse de, Ali'nin Defne'nin Antakya'dan ayrılmasına ilişkin hayal kırıklığı benim için bir muamma olarak kaldı. Her ne kadar Antakya ve Defne'nin idari sınırları bir şekilde iç içe geçmiş olsa ve birbiri içinde var olan iki ilçe algısı yaratsa da, Ali ve bahsi geçen diğer kişiler, aralarındaki yeni bölünmeyi kentsel peyzajda sembolik olarak kurulmuş sosyal ve etnik-dinsel sınırlara karşı bir ihlal olarak algılıyorlar. Bu süregelen muamma, beni Defne ilçesinin anlatılmamış hikayesini daha derinlemesine araştırmaya teşvik etti. Bu hayali ilçe nasıl kuruldu? Resmi sınırları ne? Antakya'da siyasi ve etnik-dinsel sınırların nasıl algılandığı, hayal edildiği ve yeniden üretildiğine dair ne tür sonuçlar doğuruyor? Ali’yle görüşmemin tetiklediği bu sorular, Mills'in önemli içgörüsü üzerine düşünmem ve haritalar gibi görsel temsillerin aldatıcı doğasını kavramam için bir katalizör görevi gördü. Defne ve Antakya'nın bölünmesine ilişkin yerel anlatılar ile resmi büyükşehir söylemi arasındaki uyuşmazlıklar, beni 2018-2020 yılları arasında yeni haritanın arkasındaki güç dinamiklerini ortaya çıkarmayı amaçlayan etnografik bir yolculuğa çıkmaya teşvik etti. Nehna’daki yazı dizisinin ikinci bölümünde bu sorgulamaları ele alacağım. Defne'de yaşayanların bakış açılarını, Defne'nin oluşumunun evrimini ve 2018-2020 yılları arasında değişen siyasi ve etnik-dini sınırları nasıl algıladıklarını anlatacağım. Ayrıca, Antakya'nın yeniden inşası sırasında coğrafi anlayışımızı etnik-dinsel ve siyasi olarak bölen sınırlarla ayırmanın getirdiği önemli riskleri yeniden değerlendirmenin önemini vurgulayacağım. "Defne'nin Anlatılmayan Hikayesi"yle ilgili gelişmeler için Nehna'yı takip etmeye devam edin. Not: Etik ve mahremiyet nedeniyle, bu makalede görüşülen kişilerin kimliklerinin yanı sıra taranan resimde tasvir edilen öznenin gizliliğini ve güvenliğini korumak için takma adlar kullanıldı. Kaynaklar Adıgüzel, Ş., & Karakaya, S. (2017). Yerel siyasete etkileri açısından 6360 sayılı yasa: Hatay örneği. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(39), 31–56. Beylunioğlu, A. M., & Kaymak, Ö. (2018). İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri. H. Rigas (Ed.), Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları. İstos Yayın. Can, S. (2020). Spatialization of ethno-religious and political boundaries at the Turkish-Syrian border. Syria: Borders, boundaries, and the state (pp. 127–149). Palgrave Macmillan. Dağtaş, S. (2014). Heterogeneous encounters: Tolerance, secularism and religious difference at Turkey’s border with Syria [PhD Dissertation]. University of Toronto. De Certeau, M. (2011). Practice of everyday life (1st ed.). University of California Press. Defne’de 58 gün sonra 8 kişinin ölü bulunduğu enkaz. (2023). Gazete Duvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/hatayda-enkaz-altindan-8-cenaze-cikarildi-haber-1611667 Doğruel, F. (2009). Hatay’da çoketnili ortak yaşam kültürü. İletişim Yayınları. Duman, L. (2020). Seçimlerde sınırlar: “Başarılı” bir stratejik taksimat örneği olarak Defne İlçesi’nin kurulması. MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(4), 2611–2626. https://doi.org/10.33206/mjss.706308 Matkap, S. (2009). Reconsidering the annexation of the Sanjak of Alexandretta through local narratives [Master’s thesis]. Middle East Technical University. Medeiros Coelho, J. R. (2021). Contested Landscapes of Belonging at the Turkish-Syrian Border: The (Re)making of Antakya and Defne [MA Thesis]. Boğaziçi University. Mills, A. (2010). Streets of Memory: landscape, tolerance, and national identity in Istanbul. University of Georgia Press.
- Yas, inanç, direniş: Yıkımın ardından somut olmayan mirası yeniden düşünmek
6 Şubat depreminden sonra ikinci gün, yine hiç uyumadığım bir gecenin sabahı olmak üzereyken eşimin telefonu çaldı. Kısaca konuştu babasıyla telefonda ve kapatır kapatmaz dönüp bana ‘yakıt lazım’ dedi. Yaklaşık 10 saatimizi yakıt bulmak için harcadık çünkü eşimin babası Samandağ’da durmadan cenaze kaldırıyordu. Cenazeleri kaldırmak için gece gündüz çalışıyordu Alevi şeyhleri. Her sokak mezarlıktı. Elektrik yok, yakıt yok, her yer mahşer yeri. Dinin gerekliliklerine göre gömülmek için verilen çaba, insanın var olduğu günden beri hayatın sonlanmasına dair en önemli ritüelin gerçekliğini bir antropolog olarak vurdu yüzüme: Ölüm ve cenaze ritüelleri. Hep okuduğum, öğrencilerime anlattığım ama hiç bu denli acı şekilde deneyimleyeceğimi tahmin edemeyeceğim “insan”a dair en önemli geleneklerden biri. Sevdiğine veda etmenin, bu dünyada yaşanmışlığa şahitliğin yegane ritüeli. Türlü zorluklarla da olsa yakıt bulduk ve devam etti cenazeler kalkmaya. En azından bir mezarı olanlar ve adresi olan yitirdiklerimiz, bulunamayan bedenlerin tesellisiydi. Yine 6 Şubat depreminden dört gün sonra haber alamadığımız bir arkadaşımızın hayatta olduğunu ve köyde evlerinin arka tarafında kalan bir sera içinde yaşam mücadelesi verdiğini öğrendik. Zar zor çeken operatörlere rağmen telefonda konuşmayı başardığımız arkadaşımız, annesinin üzerine elbise dolabı düştüğünü ve muhtemelen birkaç kaburgasının kırıldığını söyledi. Bir şekilde onları tahliye edip Adana’ya hastaneye götürmeyi teklif ettik ama arkadaşımızın annesi Sema[1] teyze ‘Şabani bayramından önce hiçbir yere gitmem ve ben hayvanımı bırakamam burada’ dedi. Şaşkın şaşkın birbirimize baktık. Ne yapsak ne etsek çıkmadı oradan. Arap Aleviler için kutsal günlerden biri olan Şabani bayramı 5 Mart’ta. O tarihten önce Sema teyzenin mutlaka hastaneye gitmesi gerektiği için bir şekilde kurbanlık hayvanı birilerine emanet verip ikna ettik ve hastanede tedavisini tamamladı. Ancak Sema teyzenin kaygısı yine benim için önemli bir ders niteliğinde oldu. Bu kadar büyük bir depremden sonra ilk vazgeçilecek gibi gelen oysa pek çok insan için bedensel temel ihtiyaç kadar hayati olan bir şey kültürel ritüeller ve bağlı olduğu inançlar. Yukarıda bahsettiğim ve aile içinde bizzat yaşadığım örnekler bunlardan yalnızca birkaçı. Yaşadığımız bu iki olayı sizinle paylaşmamın sebebi somut olmayan kültürel miras, topluluk mirası ve kültürel olanın yeniden inşasında can alıcı bazı soruları gündeme getirmenin önemine dikkat çekmek amacını taşıyor. Depremin yarattığı yıkım zaten var olma mücadelesi veren, on yıllardır asimilasyon politikalarına ve farklı türde sosyal ve kültürel baskılara maruz kalan ve tüm bunlara direnen topluluklar için nasıl bir anlam taşıyor? Kentin aldığı yaranın ötesinde somut olmayan kültürel miras bağlamında nasıl bir etki yaratıyor? Ve özellikle Samandağ’da ne gibi kültürel direniş öğeleri ortaya çıkıyor? Bu yazıda amacım bu soruları yanıtlamaya çalışırken bir yandan da deprem sonrası her türlü ihmale ve ekolojik yıkıma rağmen hala direnen ‘gitmedik, buradayız’ diyen herkese kendimce bir katkı sunmaktır. 6 ve 20 Şubat depremlerinin en çok düşündürdüğü ve üzerine konuşulduğu noktalardan biri belleğin kendisinin binaların ötesinde ve somut olarak görünenin çok ötesinde bir olgu olmasıdır. Mekanı mekan yapan unsur, hatırlanma biçimleri, o mekanların yaşanma ve deneyimlenme biçimidir. Bu nedenle kişisel hafızaların yok oluşu toplulukların da kişilerin de belki de en çok korktuğu unsurlardan biridir. Bu korku temelde hafızanın işlevi ile yakından ilgilidir: “hafıza sadece geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurmak işlevini üstlenmez aynı zamanda depoladığı bilgilerin gerekli yerlerde hatırlanması işlevini de yerine getirerek günümüz ve gelecek davranışları etkiler. Hafıza, toplumların ekonomik, sosyolojik ve teknolojik durumlarının tarihsel gelişimine göre değişir ve dönemin şartlarına göre şekillenir” (Kırcı 2015:9). 6 ve 20 Şubat depremleri sonrasında Antakya’da hem sosyal anlamda hem de aidiyet anlamında bize “kimlik” kazandıran pek çok kent mekanının yıkıma uğradığına şahit olduk. Ancak bununla beraber yaşanan zorunlu göç, yerinden edilme, hayata tutunma mücadelesi ve tüm sorunların ortasında “kimliğimizi” oluşturan kültürel, sosyal, gündelik ve hafızamıza dair pek çok somut olmayan unsuru nasıl ve kimden koruyacağımız meselesi daha da önem kazandı. Bu sorunun cevabı tarihsel olarak yaşatmak için büyük çabaların verildiği kültürel mirasın ve büyük yıkıma rağmen gündelik hayatı direnişle ve dayanışmayla kuran toplulukların emeğinde yatmaktadır. Kültürel Mirası Tanımlamak Kültürel miras anıtlar ve objelerin koleksiyonu ile sınırlı değildir. Kültürel miras aynı zamanda, nesilden nesle aktarılan sözlü gelenekleri, gösteri sanatlarını, ritüelleri, şölenleri, toplumsal uygulamaları, doğa ve evrenle ilgili uygulamalar veya el sanatları üretmek için kullanılan beceriler gibi gelenekleri veya yaşayan ifadeleri de kapsar. Bunlar her ne kadar somut olmasa da – elle tutulabilir nitelikte olmamalarından dolayı – kültürel mirasımızın çok önemli bir parçasını oluştururlar. Bu, somut olmayan kültürel mirastır; bizim geliştirdiğimiz pratikleri ve gelenekleri kapsayan ve devamlı olarak yeniden üretilen, mirasın yaşayan bir formudur. Somut olmayan kültürel miras kültürümüzle ilişkili bir aidiyet ve kimlik hissi sağlar. Öte yandan, insanlar halen somut olmayan kültürel mirasın ortaya çıkmasında ve aktarılmasında kilit rol oynamaktadır. Nesiller arası aktarım, kimlik ve kimliğe ait tarihsel, etnik, dinsel tüm pratiklerin hepsi somut olmayan kültürel miras kapsamındadır (UNESCO).[2] Elle tutulmayan pratiklerin korunması ve aktarılması elbette zorlayıcıdır ve acil durumlarda, afet ve yıkım sonrasında tehlike altındaki kültürel mirasın korunması için de bu tür durumlarda yapılması gerekenler yine Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) tarafından belirlenmiştir. “Acil durum sırasında ve sonrasında, tehlike altındaki somut ve somut olmayan kültürel mirasın sabitlenmesi ve risklerin azaltılması için yapılması gereken ivedi ve birbirine bağımlı eylemler”in toplamı olarak ifade edilen “kültürel miras ilk yardımı”nın uygulanması için dört aşamalı bir süreç tanımlanmıştır. Buna göre ilk adım “durum incelemesi”, ikinci adım “olay yerinde risk ve hasar tespiti”, üçüncü adım “emniyet altına alma ve sabitleme” sonraki adım ise “ilk toparlanma”dır.[3] Bu ilk yardım tanımının ve protokolünün ötesinde deprem sonrası Antakya’da oluşan çeşitli sorunlar kültürel öğelerin devamı konusunda endişe yaratmaktadır. Sabitlenmesi, kaydedilmesi ve sonrasında toparlanma için destek görmesi gereken kültürel miras Türkiye’de ihmalin diğer yüzünü oluşturmaktadır. Temel ihtiyaçlar konusunda zorluk yaşayan topluluklar oldukları yerlerden şehir dışına göç etmek zorunda kalmaktadır. Bu da aslında kültürel mirası koruma konusunda en büyük handikabı oluşturmaktadır. Tandon’a (2018) göre, “insanları birbirine bağlayan” ve “bir kimlik duygusu sunan” somut ve somut olmayan kültürel mirasa dair her şey, yıkım ve yer değiştirme sırasında daha da değerli hale gelir. “Bu nedenle, kültürel mirasın korunması ve kurtarılması, acil durum sırasında ve sonrasında sağlanan insani yardımlardan ayrılmamalıdır ve geciktirilmemelidir.” Somut olmayan kültürel mirası korumak, somut, tescilli ve de dünya mirası olarak korunma yollarının bilindiği unsurları korumak kadar basit değil. Tam da bu nedenle bir envanterini tutmanın zor olduğu ancak yerelde pek çok grubun kendi anlam dünyaları içerisinde vazgeçilmez olan ritüelleri ve kültürel öğeleri korumayı konuşmak oldukça elzem. Etno-dinsel ritüeller veya kültürel öğelerin tümü aynı zamanda belirli yaşam tarzlarını ve mekansallığı beraberinde taşır. Bir kültürel öğeyi sürdürmek, korumak ve yaşatmak aslında o kültürel pratiğin çıkışına ve oluş şartlarına geri dönmekle mümkündür. Bu nedenle somut olmayan mirası yaşatmak aslında yeniden dirilişin yolunu döşeyen yegane meselelerden biri olmakla beraber, mekân ve yaşam tarzı gibi pek çok unsuru ilgili toplulukların yeniden var etmesi anlamına gelir. İşte kültürel mirasa dair yerelin söz sahibi olması bu nedenle de ayrıca önemlidir. Kültürel öğelerin tarihselliği ve o pratiklerin nasıl olması gerektiğini yalnızca o topluluk üyeleri tarafından tüm derinliğiyle anlaşılır ve anlatılabilir. Antropolojik perspektif mekanı ‘insan’ üzerinden tanımlar ve aslında mekanı anlamlı kılan toplumsal hafızanın ve anlatıların kendileridir. Bu nedenle Assman (2001), mekânları belleğin saklama kapları olarak görür. Aytaç’ın da Asman’ın kavramsallaştırmasıyla altını çizdiği üzere “mekânlar, toplumun kolektif hafızasının üzerine giydirildiği özel uzaysal elamanlardır. Toplumsal bellek, mekânlara ruh ve desen verir, orada yaşar, orayı kendine ait kılar. Bu sayede mekânlar, kolektif hafızada iz bırakarak somutlaşır ve yerel aidiyetin odağı haline gelirler. Mekân böylelikle, toplumsal olanın, kültürel zihnin ve algısal dünyanın içine sızdığı, onu dönüştürdüğü, yeniden şekillendirdiği/ürettiği bir gerçeklik olarak öne çıkar. Bu yönüyle, mekânlar, bir nevi hafıza mekânları olarak görülebilirler.” (Aytaç, 2013:143). Hafıza mekanları bir bina veya müze olabilirken bir kişi veya kolektif aidiyete ve ortak bir hafızaya işaret eder. Bu nedenle bir muvvel[4] duyduğunuzda, o muvvel size silinmeye çalışılan dilinizi, on yıllarca tarlalarda pamuk toplayan tarım işçisi aile büyüklerinizi ve onların yaşadığı ayrımcılığı hatırlatırken bambaşka bir mekandan ve kültürel topluluktan gelen kişiye hüzünlü ama estetik bir şarkı gibi gelir. Muvveli okuyan da onun size anlattıkları da sizin hafıza mekanınıza dairdir ve kolektif bir hafızanın parçasıdır. Toplumsal bellek kimliği, zamanı ve mekanı inşa eden en temel unsurdur. O yüzden deprem sonrası Antakya’da yeniden inşa edeceğimiz şey birkaç barınağın, binanın çok ötesindedir ve bunun başında toplumsal hafıza gelir. Yas ve yas ritüellerinin somut olmayan kültürel mirasta yeri Kültürel miras düşünüldüğünde ölüm ve cenaze törenleri genelde en son akla gelen unsurlardır. Oysa sosyal ve kültürel antropoloji alanında en çok çalışılan ve araştırılan konulardan biri ölüm ve cenaze ritüelleridir. Ölüm kavramının kendisi kişisel bir olay gibi düşünülse de aslında toplumsal olanın ve kültürel, dinsel ve ekonomik pek çok unsurun kesiştiği bir olaydır. Yas, ölüme dair o yöreye ait kadim bilgiler, inançlar (örneğin reenkarnasyon inancı gibi), cenaze törenlerinde kullanılan tüm objeler ve bu törenlerin tüm pratikleri kültürel mirasın parçasıdır ve nesilden nesle aktarılmazsa yok olur. Pek çok tören gibi cenaze törenleri de “ortak kimliklerini ifade etmelerine olanak” verdiğinden, “topluluk kimliğinin ve aidiyetinin birey tarafından hissedilmesini sağlar” (Atay, 2004:21). Cenaze törenleri ve kaybedilen kişilerin dini pratiklere uygun şekilde gömülmesi, anılması ve Arap Alevi geleneğinde olduğu gibi yedinci ve kırkıncı günde yemek, bahur gibi ritüellerin gerçekleştirilmesi yalnızca kültürel olan korumak değil giden kişilere karşı vazifeyi getirmek anlamına gelir. 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası en acı şekilde deneyimlenen kayıp bu cenaze ritüellerinin yeterli düzeyde yerine getirilmemiş olmasıydı. Bu yazının giriş bölümünde verdiğim örnekte olduğu gibi ölümlerin çok fazla sayıda olması din adamlarının cenazelere yetişmek için olağanüstü çabayı bile yetersiz bıraktı. Ancak Samandağ’da depremden sonra kaybettiklerimizin kırkıncı gününde yapılan kadınların bahur ve reyhanlarla yürüyüşü, ‘Hüznümüz isyanımızdır’ eylemi, kimlik ve kültürel olanın anlamının ne kadar güçlü olduğunu ve yas ve cenaze ritüellerinin “birliktelik” ve birlikte yasa katılım ile acıları azaltmanın ne kadar toplumsal bir mesele olduğunu gösterdi. Depremden sonra kaybettiklerimizin 40. gününde Samandağlı kadınlar eşi görülmemiş bir rituel gerçekleştirdi. Her sokağı mezarlık olmuş Samandag’da ellerinde bahur ve reyhanlarla yürüdüler. “Hüznümüz isyanımızdır” olarak bilinen bu eylem kolektif yasın, mahalleye, kente tutulan yasın direnişe kattığı boyutu göstermesi açısından da önemli. Kenti yeniden ayağa kaldırmada acının ve yasın ortaklığı büyük bir rol oynamakta. Antakya, bir yandan fiziksel olarak varolma mücadelesi veren halkların bir yandan da birlikte eyleme geçerek kültürel devamlılık ve varoluş mücadelesine giden birbiri içine geçmiş bir süreci deneyimlemeye devam etmekte. İşte bu bağlamda deprem sonrası kültürel devamlılığının asli unsurları olan bazı bayramların yıkımın ortasında bile olsa yapılması hem Aleviler hem de Antakya halklarının her biri için en büyük kültürel direniş sembolleri olarak kayda geçti. Bu bayramlardan ikisine bizzat katılarak ve deprem sonrasında ‘bir araya’ geliş ve kültürel olanı korumak için özellikle Samandağlıların nasıl olağanüstü bir çaba gösterdiklerini deneyimledim. Yazının bundan sonraki bölümlerinde bu iki bayramı ve deprem sonrası topluluk mirasının ne kadar önemli birer parçası olduğunu anlatmaya gayret edeceğim. Depremden sonra her bir yanı yara almış Hatay’da her sene büyük bir özenle kutlanan ve Arap Aleviler için oldukça büyük ve anlamlı olan bayramların –Gadir Hum ve Evvel Temmuz- yine olağanüstü bir çabayla kutlanması ve deprem sonrası dayanışmanın da sembolü haline gelen kutsal yemek “hırise”nin pişirilmesi kültürel direnişin en büyük iki örneğini oluşturuyor. Depremden sonra Gadir Hum Bayramı ve “hırise” Gadir Hum, Arap Aleviler için en büyük ve en kutsal bayram olarak kabul edilir. Bunun nedeni hem önemli bir olayın anılması ve böylece yapılan haksızlığın tekrar tekrar hatırlatılarak belleğe işlenmesi hem de çok eski zamanlarda vuku bulmuş olmasıdır. Hatıraların, aynı şekilde, bir diğer dayanak noktası da yaşanan mekanlardır. Mekan, aidiyet duygusunu güçlendirir; dolayısıyla, kendini özel kimliğiyle belirlemek ve aidiyet duygusunu güçlendirmek isteyen her grup ortak mekanlar yaratır (Can 2011). Deprem sonrasında bu sene 5 Temmuz tarihinde Gadir Hum bayramının zor şartlar altında bile olsa mümkün olduğunca aynı mekanlarda ve mümkün olmadığı zamanlarda alternatif üreterek yine pek çok biçimde kutlandığını gördük. Hırise, Samandağ, 2023. Foto: Şule Can Gadir Hum tarihsel olarak egemen İslam tarihini de direnişi simgeleyen bir kutsallık taşımakta. İslam tarihinde “Ğadir-Hum” olayı Peygamberden sonra Hz. Ali'nin halife olacağının ilan edildiği ve bununla birlikte dinin kemale erdiğinin (tamamlandığının) tebliği olarak kabul edilir. Hz. Peygamber, Hac ve Umre ziyaretini yapmak üzere Hicret'in 10. yılında tüm sahabeleri ile birlikte Mekke'ye hacca gider. Hac dönüşünde Ğadir-Hum denilen mahalle gelindiğinde Hz. Peygamber, yanı başında duran Hz. Ali'nin elini tutup havaya kaldırır ve şunları söyler: “Ali'nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız” der ve şöyle devam eder: “Ben kimin Mevla'sı isem, Ali de onun Mevla'sıdır.” Böylece Ali'yi İslam aleminin yegane adresi olarak gösterir. Aleviler ve tüm Ehl-i Beyt dostları, Hz. Peygamber'in bu hutbeyi okuduğu Zilhicce ayının 18. gününü “Gadir Hum Bayramı” olarak kutlarlar. Bu olay temelde bir ayrışmaya da işaret eder çünkü Gadir Hum Hz. Ali’nin vasi olarak adres gösterilmesinin kanıtı olarak bilinen bir biattır ancak sonrasında Hz. Ali haksızlığa uğramış ve Hz. Ali’nin yolundan gidenler ile gitmeyenler arasında bir ayrışma yaşanmıştır. Bu nedenle Gadir Hum günümüzde ve deprem sonrasında daha da fazla her Arap Alevi için hafızanın başlangıcı ve egemene karşı tarihi yansıtıyor. Hırisenin dövülmesi, Samandağ 2023. Foto: Şule Can Gadir Hum bayramı gündelik hayata dair de pratikleri belirleyen bir bayram. Gadir Hum bayramı, Arap Alevi dinsel pratiklerinden oldukça uzak yaşayan Samandağlı bireyler için bile oldukça kutsal görülen ve bir şekilde ritüellerine dahil olunan bir bayramdır. Hatırlamanın en önemli pratiği olmasının yanı sıra geçmişin kurulmasına yardımcı olan anlatıların yinelendiği “en büyük” diye nitelenen bir bayramdır. Gadir Hum ritüelinde, Samandağ’ın hemen her hanesinde kurbanlar kesilir, bunu izleyen toplu namazlar kılınır ve akşamları aile ziyaretleri yapılır. Kadınlar gün içerisinde çocuklarıyla beraber en kutsal görünen ibadet mekanlarına “ziyaretlere” giderek ibadetlerinin gerçekleştirirler. Bugünün en önemli özelliği, o gün Samandağ’da ve Antakya’nın büyük bir kısmında “hayat”ın tam anlamıyla durmasıdır. Bu kutsal günde özellikle Arap Aleviler işe gitmez, esnaf işyerlerini açmaz, kamu çalışanları izin alır ve öğrencilerin pek çoğu okula gitmez. Ayrıca herhangi bir ev işi de yapıldığı görülmez. Hatta inanışa göre, bugünde “ölüler bile rahat bırakılır ve ahirette sorgu, sual olmaz.” Deprem sonrasında aynı şekilde herkesin Gadir Hum’da bir araya gelmesi ve yine hırise pişirilip ibadetlerin gerçekleşmesi için büyük bir çaba vardı ve benim de parçası olduğum bir ritüelde bu ortaklığın verdiği gücü hissetme şansı buldum. Ortak mekan aynı zamanda ortak kimliğin mekanıdır. Ait olunan, ortak mekan, yani “bizim” mekanımız, bireysel kimliğin ortak kimlikle bütünleşmesine yardımcı olur. Memlekete, köyüne ya da gündelik hayatın hafıza mekanları olan herhangi bir ortak mekana duyulan özlem aynı zamanda ortak kimliğe bağlılığın da aracıdır. Grup ve mekan bir arada, sembolik bir ortak yaşam kurarlar; grup kendi mekanından ayrı düşse de, bu birlikteliği, kutsal mekanları ve zamanları sembolik olarak yeniden üreterek yaşatır. (Assmann, 2001:43) Kutsal mekanın ve ortak yaşanılan zamanın yeniden üretimi aynı zamanda ortak kimliğe referans olan simgelerin anımsanmasıdır (Can 2011). Evvel Temmuz Ritüeller topluluk üyelerinin yaşamına değer ve anlam kazandırır. Ritüellerin göz ardı edilemeyecek diğer bir özelliği de yinelenmesidir. Yinelenme, geçmişle ilişkiyi kurmasından ziyade, ritüellerin sürekliliğinin hiç kesintiye uğramamış olduğu düşüncesini belleğe yerleştirmektir. Bu nedenle hem kutsallık atfeden hem de Türkiye’nin modern tarihi ve hatta öncesinde bile pek çok kere asimilasyon politikalarına maruz kalmış toplulukların bir araya gelişinde oldukça önemli rol oynayan bayram ve cenaze ritüelleri kesintiye uğramadığı için kültürel direniş sembolleridir. 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası Evvel Temmuz Bayramı’nın 11-15 Temmuz tarihlerinde gelenekselleşen bir festival olarak yapılması da Evvel Temmuz ve bölgedeki halkların tarihi ve kültürel devamlılık için gösterdikleri çaba açısından ayrı bir anlam taşımakta. Evvel Temmuz ‘Temmuz ayının başlangıcı’ anlamına gelen ve yaklaşık beş bin yıl öncesine uzanan bir tarihi olan bölgesel bir bayram. Temmuz ayı çok tanrılı bir din sistemine sahip olan Sümerler döneminde hasadın yapıldığı ve bir sonraki hasat döneminin bereketli geçmesi için bereket tanrısı Tammuz’a kurbanların adandığı ve şenliklerin yapıldığı aydır. Bugün daha çok Arap Alevilerle özdeşleştirilen Evvel Temmuz bayramı aslında tek tanrılı dinlere geçişten sonra çok tanrılı dinlerden kalan nadir geleneklerden biri. Ancak Evvel Temmuz’un kökeninin nereye dayandığına dair birden fazla açıklama olduğunu söylemek gerekir. Birincisi Sümerlere dayanırken ikincisi de Hıristiyan havarileriyle ilgili bir olaya dayanmaktadır. [5] Bölgesel ve kültürel anlamda Evvel Temmuz ritüelleri bize toprağı, doğayı ve birlikteliğin gücünü hatırlatıyor. Her sene ritüellere eklenen ve gençleri daha çok cezbeden popüler bir festival ile birleştirilen bu ritüel artık bereketin ötesinde yeni anlamlar barındırıyor. Öncelikle festivalin şu anki halini 2001’de Samandağ Kalkındırma Derneği kurulduktan sonra aldığını not düşmek gerek. Festival önceleri 2-3 gün sürerken, son birkaç yıldır gündemi ele alan çeşitli paneller, kitap söyleşileri veya film gösterimleri ile 5-6 güne yayılıyor. Festivalin sol-sosyalist kültür açısından da politik bir belleği var. Örneğin, 1980 yılında darbe nedeniyle bayram kutlamaları yasaklanmış ve bu bellek engellenmeye çalışılmıştı (Zubari 2016). Kültürel baskıya karşı Evvel Temmuz bayramları festivale dönüştü. Festivallere davet edilen sanatçılar, feminist örgütlerin görünürlüğü ve örgütlenme pratikleri ile ilgili yapılan etkinlikler, düzenlenen paneller ve sinema gösterimleri hem kentin hem de Samandağ’da yaşayan toplulukların asimilasyon politikalarına karşı duruşu niteliğinde oldu. Festival, tarihsel olarak işçi sınıfı hareketleri ve sol hareketlerin güçlü olduğu Samandağ’ın bu kimliğinin temsili haline geldi. Samandağ’ın politik anlamda temsilini yansıtırken festivalin ücretsiz ve sahilde tüm halka açık olması da ayrıca bir duruşu simgeliyor. 23. Evvel Temmuz Festivali, 2023. Samandağ. Foto: Tuncay Yılmaz Belleğin yitip gittiği, dilin unutulmaya yüz tuttuğu ve her gün biraz daha nefessiz kaldığımız bir dönemde bu festivalin devamlılığı en büyük direniştir. Deprem sonrasında “memleket” üzerine düşünmenin, bir kentin yasını tutmanın ne demek olduğunu deneyimlerken birbirimize tutunup dirilmenin yollarını aramaya başladık. İşte bu festivalin artık yeni bir anlamı ve misyonu var: gidenlerin hatırladıkları haliyle memlekete dönüp yine hasretle sarılacakları “memleket” duygusunu tattırmak. Evvel Temmuz, artık depremden sonra gidenlerin ve özellikle kadınların geri dönüp birbirine sarılıp ağladığı, umutlandığı ve “ev” denilen şeyi yeniden tanımladığı bir zaman olacak uzunca bir süre. Antakya üzerinden düşündüğümüzde deprem sonrası yas, inanç ve direniş halklar için somut olamayan kültürel mirası yeniden tanımlayan bir süreci karşımıza çıkardı. Yas ritüelleri ve kültürel devamlılığı esas alan tüm eylemlilik gündelik hayatı ören ve somut olmayan kültürel mirası hayatın her alanında var olan canlı bir unsur olarak bizi yeniden düşünmeye davet ediyor. Sonuç yerine 6 Şubat depremleriyle hayatımızın bir daha hiç eskisi gibi olmayacağı büyüklükte bir yara aldık. Antakya geleceğini göremediği belirsiz günler yaşıyor ve Antakya’nın kadim etno-dinsel toplulukları ülkenin her bir yanına göç etmek zorunda kalmış durumda. Geri dönüş yollarını her gün arayan bizler kentin geleceğini inşa ederken söz sahibi olmanın da arayışı içinde hala yaşamı kurmak için her gün direnmekteyiz. Hafızalarımızda gömülü pek çok insanı, mekanı, hikayeyi ve değeri kaybettik. Yaşam mücadelesi içinde hiçbirinin yasını yeterince tutamadan bir kentin savunmasının içinde bulduk kendimizi. Binaları, yerleri ve sokakları ‘mekan’ yapan bizim hafızamız. Sahip çıktığımız sosyal ve kültürel hafıza aslında her mekanın ve her anın bekçisi. Biz kültürel kimlik öğelerimize sahip çıkarak ve ritüellerimize deprem sonrasında da dört elle sarılarak ‘bizim’ olan tüm mekanları yeniden kurmaktayız. Binaları aynı şekilde inşa etmenin ötesinde bir şeydir hafızayı kurmak ve yaşatmak. Bu nedenle Antakya’ya dair yaşattığımız her şey tüm gerçekliğiyle, yasıyla, inancıyla direnişin birer parçası olarak hem bugünü hem geleceği inşa edecektir. [1]Kişilerin bilgilerini gizli tutmak amacıyla kullanılan isimler gerçek değildir. [2]https://www.unesco.org.tr/Pages/168/19 [3]http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=445&RecID=5898#Section6 [4]Arapça uzun hava tarzı şarkılara/ağıtlara verilen genel ad. [5]https://www.nehna.org/post/tammuz-a-kurban-hasada-dua-halklara-selam-evvel-temmuz KAYNAKÇA Assman J. 2001. Kültürel bellek: Eski kültürlerde yazı, hatırlama ve politik kimlik. (A. Tekin, Çev.), Ayrıntı Yayınları. Atay, T. 2004. Din Hayattan Çıkar- Antropolojik Denemeler, İletişim Yayınları. Aytaç, Ö. 2013. Kent Mekanları ve Kimlik/Farklılık Sorunu. Idealkent, 9:138-169. Can, Ş. 2011. Nusayrilik, Sır ve Direniş. İstanbul Bilgi Üniversitesi. Yüksek lisans tezi. Kırcı, A.B 2015. Zamana Direnmek: Kişisel Hafıza Mekanları Başkent Üniversitesi. Yüksek lisans tezi. Tandon, A., 2018. Kriz Zamanlarında Kültürel Miras için İlk Yardım. Kültürel Varlıkların Korunması ve Restorasyonu için Uluslararası Çalışma Merkezi (ICCROM), Roma. Zubari, İ. 2016. Doğu Akdeniz'in Asi Coğrafyası: Samandağ. Samandağ Hizmet Vakfı Kültür Yayını.
- Antakya’dan Vazgeçmemek: Çok Kültürlülüğün Yeniden İnşası
Binlerce yıllık geçmişinde bir cazibe merkezi olma özelliğini hiç yitirmeyen Antakya farklı kültürel, etnik, dini özelliklere sahip çok sayıda topluluğa ev sahipliği yapmış, onları beslemiş ve onların çeşitliliğinden beslenerek günümüze gelmiştir.[1] Antakya’yı Antakya yapan unsurlar o kadar fazla ki… Kimine göre Antakya leziz mezelerin ve yemeklerin diyarı, kimine göre “Hıristiyan” kelimesinin ilk defa verildiği St. Pierre Kilisesi’nin bulunduğu, Anadolu’nun ilk camisi Habib-i Neccar Camisi’nin ev sahibi olan, aynı sokakta cami, kilise ve havranın bulunduğu, sayısını kestirmenin zor olduğu çok sayıda türbeye ev sahipliği yapan kadim bir kent Antakya. Kimine göre binlerce yıllık höyükleri, Titus Tüneli’ni, St. Simon Manastırı’nı barındıran, her yerinden tarih fışkıran eşsiz bir coğrafya Antakya. Türkiye’nin son Ermeni Köyü’nün bulunduğu, narenciyenin, maydanozun, zahterin, kaliteli tütünün, eşsiz zeytinyağının, nar ekşisinin, tadına doyum olmayan yerel içkilerin memleketidir Antakya kimine göre. Şüphesiz ki, ister yemek, ister kilise/cami/havra/türbe, ister zengin tarihi eserler/yapılar/anıtlar, isterse yetiştirilen ürünler veya tarihi çarşılar olsun herkesin farklı bir Antakya algısı var. Ancak insan yapımı, insan eseri tüm bu sayılanlardan ve akla gelebilecek diğer unsurlardan bağımsız olarak, Antakya’yı Antakya yapan en önemli öge bölgede yaşayan insanlardır, bu insanların sahip oldukları farklı kültürlerdir, bu kültürlerin şehre kattıklarıdır. Tarihsel süreç içerisinde her gelen medeniyetin, kiminin az, kiminin çok iz bıraktığı Antakya’da çok kültürlü yapı yeni etkileşime girilen toplulukların da katkılarıyla yeniden üretilmiş ve sonraki nesillere aktarılmıştır. Geçmişte ortaya çıkan savaşlar, depremler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, siyasi değişiklikler Antakya üzerinde derin izler bırakmış, ancak farklılıkların yan yana olduğu yapı her seferinde yeniden üretilerek şehir tekrar ayağa kalkabilmiştir. 6 Şubat 2023’te yaşanan ve 11 ilde büyük yıkıma yol açan depremlerde en fazla hasarın oluştuğu ve en fazla can kaybının yaşandığı yer Antakya ve çevresi oldu. Tarihte depremlerle defalarca yerle bir olan Antakya’da 6 Şubat 2023 depremlerinde binlerce bina yıkılıp/kullanılmaz hale gelip on binlerce insan hayatını kaybederken, 20 Şubat 2023’te yaşanan Antakya merkezli deprem ilk depremleri atlatabilen binaların önemli kısmında ağır hasara yol açıp yeni can kayıplarına sebep oldu. Arka arkaya yaşanan depremler neticesinde özellikle Antakya şehir merkezi, Defne, Samandağ ve Kırıkhan ilçelerinde çok ağır hasarlar ortaya çıktı. Depremler neticesinde ortaya çıkan yıkımla birlikte Antakya şehir merkezi ve çevreleyen bölgede, yara almadan veya hafif yaralarla kurtulabilen yüzbinlerce insan evlerinden oldu, muazzam bir barınma sorunu ortaya çıktı. Antakya’nın alışılagelmiş ılıman ikliminin aksine, ilk depremlerin yaşandığı günlerde hüküm süren şiddetli yağış ve aşırı soğuklar barınma ihtiyacının çok daha derinden hissedilmesine yol açtı. Kaçınılmaz olarak, yakınlarını, akrabalarını, dostlarını kaybeden, evlerinden işyerlerinden olan insanlar bölgeden ayrılmaya, Mersin ve Antalya başta olmak üzere Türkiye’nin çeşitli şehirlerine göç etmeye başladılar. Depremin yollarda oluşturduğu tahribata ilave olarak Antakya’da yaşayan insanların kitlesel olarak şehirden ayrılmaya çalışması neticesinde, deprem öncesi olağan şartlarda bile yetersiz durumdaki Antakya’yı diğer illere bağlayan yollar neredeyse tamamen kilitlendi. Olağan koşullarda araçla bir saat bile sürmeyen Antakya-İskenderun arasındaki mesafe 20 Şubat’ı takip eden günlerde 13-14 saatte alınabildi. Kitlesel göçler neticesinde, Antakya şehir merkezi başta olmak üzere bazı bölgeler neredeyse tamamen insandan arınmış yerlere dönüştü. Hayatın normal akışında şehrin her saat yaşayan, cıvıl cıvıl caddelerinde deprem sonrasındaki haftalarda, depremden günler sonra bölgeye ulaşan iş makineleri dışında hiçbir şeyin sesi duyulmaz hale geldi. Bu satırlar yazıldığında depremin üzerinden aylar geçmişti. Bu süre zarfında Antakya şehir merkezi başta olmak üzere yörenin çeşitli kesimlerinde yürütülen çalışmalara rağmen enkaz kaldırma çalışmaları hala tamamlanabilmiş değil. İhale usulüyle gerçekleştirilen enkaz kaldırma işlemleri bölgede beraberinde yeni sorunlar ve yeni mağduriyetler ortaya çıkarırken pek çok konuda belirsizlikler devam ediyor. Hala yıkılan evlerin yerine yeni evlerin mi yapılacağı, konutu hasar alıp da yıkılmamış insanların durumunun ne olacağı netlik kazanmış değil. Bölgede yaşayan insanlar bu konularda yetkililerin, kimi zaman birbiriyle çelişen açıklamaları nedeniyle ne yapacaklarını bilemez duruma geldiler. Evlerini, iş yerlerini, yakınlarını kaybeden insanlar tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de belirsizliklerle de mücadele etmek durumunda. Deprem sonrasında şehri terk edenlerin de dönmesiyle birlikte Antakya’nın çeşitli yerlerinde kurulan geçici barınma yerleri ihtiyacı karşılamada son derece yetersiz kaldı. Depremin üzerinden zaman geçtikçe bölgede hayata tutunmaya çalışan insanların sorunları azalmak bir yana daha da artarken, maalesef bölgedeki insanların sorunları giderek hızlı bir şekilde sadece bölge insanlarının bir sorunu haline dönüştü. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere bölgede kamu kurum ihtiyacı had safhaya ulaşırken bu konularda yeterli adımlar atılabilmiş değil. Deprem neticesinde çok sayıda eğitim kurumu kullanılmaz hale gelirken, sağlam olan önemli sayıda okulun çeşitli kamu kurumlarının kullanımına sunulması bölgede zaten yetersiz olan okul sayısını muazzam bir soruna dönüştürdü. Ne zaman tamamlanacağı belirsiz olan enkaz kaldırma çalışmalarının devam ettiği bu süreçte, Antakya’nın geleceğine dair çok sayıda söylem ortaya atıldı, şehir merkezinin geleceğine dair bazı planlar geliştirilmeye başlandı. Şehir merkezinin neredeyse tamamen yok olduğu bir ortamda Antakya’nın yeniden inşası ve geleceğine dair hızlı kararların alındığı bir süreçten geçiliyor. Bu yazının amacı, yeni süreçte Antakya’nın ihtiyacının sadece konut ve iş yerlerinin inşa edilmesiyle sınırlı olmadığının, en az bunlar kadar önemli olan unsurun şehrin çok kültürlülüğünün yeniden hayat bulacağı fiziksel ve sosyal ortamların oluşturulması olduğunu vurgulamak. Bir Homojenleştirme Süreci: Bir Zamanlar Antakya’dan Günümüz Antakya’sına Antakya’nın farklı dinlerden, dillerden, etnik unsurlardan oluşan topluluklara sahip olması sıklıkla ön plana çıkarılan bir özelliği. Bu farklılıkların bulunması genellikle olumlu bir özellik olarak kabul görülüp söz konusu çeşitliliğin vurgulanması amacıyla son dönemlerde Hatay için “Medeniyetler Şehri” tanımlanması kullanılmaya başlandı ve bölgede farlılıklara dair hoşgörünün varlığı özellikle vurgulanır hale geldi.[2] Antakya’nın dinsel, dilsel ve etnik çeşitliliğinin kökenleri binlerce yıl öncesine dayanmakla birlikte Şubat 2023 depremlerinden önceki nüfus yapısının özellikle son bir asır içinde yaşanan olaylardan etkilendiğini söylemek mümkün. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan toprak kayıpları kitlesel göçlere neden olurken devletin sınırları içerisinde kalan nüfusun yapısında önemli değişikliklere yol açmıştı. Bu dönemde, Balkanlar ve Kafkaslar başta olmak üzere imparatorluğun kaybettiği topraklarda yaşayan Müslüman topluluklar kitlesel olarak Anadolu’ya göç etmişti. Yaşanan göçlere ve arka arkaya gerçekleşen savaşlara rağmen Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Anadolu’da Müslüman olmayan önemli bir nüfus varlığını devam ettiriyordu.[3] Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasın ardından imzalanan Lozan Antlaşması’na ek olarak imzalanan sözleşmelerden biri Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesi gerçekleştirilmesini öngörmekteydi. Buna göre Türkiye’de yaşayan Rum Ortodokslar Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar ise Türkiye’ye göç edecekti.[4] Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Fransız mandası altında bırakılan Suriye’nin bir parçası olarak değerlendirilen Antakya, Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinden etkilenmemişti. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden Temmuz 1939’a kadar Fransız yönetimi altında olan ve bu dönemde İskenderun Sancağı olarak adlandırılan Antakya’yı içine alan bölgede farklı toplulukların varlığı devam etti. İskenderun Sancağı dönemine dair nüfus verileri tartışmalı olmakla birlikte, bu dönemdeki nüfus yapısına dair rakam belirtilen çalışmaların neredeyse tamamında bölgedeki nüfus yapısının çeşitliliği ön plana çıkar. Fransızların İskenderun Sancağı’nı yönetimleri altında bulundurdukları süre içerisinde nüfus dahil farklı alanlarda ayrıntılı kayıtların tutulduğu Fransız arşivleri en sağlıklı verileri barındırır. Fransız kayıtlarına göre, 1936 yılı itibariyle İskenderun Sancağı’nda 219.080 insan yaşıyor ve bunların 85 bin 242’sini Türkler (% 38.9), 62.026’sını Alevi Araplar (% 28.3), 24 bin 911’ini Ermeniler (% 11.4), 22 bin 461’ini Sünni Araplar (% 10.3), 18.051’ini Rum-Ortodoks Araplar ve Ermeniler dışındaki diğer Hıristiyanlar (% 8.2), 4 bin 831’ini Kürtler (% 2.21) ve geriye kalan 1.558’ini Çerkezler ve Yahudiler başta olmak üzere diğer topluluklara mensup kişiler (% 0.72) oluşturuyordu.[5] Bu rakamlardan açıkça görüldüğü üzere, İskenderun Sancağı döneminde yöre nüfusu içerisinde hiçbir topluluk çoğunluğu oluşturmamakta, farklı toplulukların oluşturduğu oldukça heterojen nüfus yapısı bariz biçimde ön plana çıkıyordu. İskenderun Sancağı’ndaki nüfus yapısı bölgenin binlerce yıllık tarihinin bir unsuru olarak oluşmuştu. Birinci Dünya Savaşı ve takip eden Kurtuluş Savaşı Antakya yöresinin nüfus yapısını etkilemişse de, bölgenin farklı din, dil ve etnik özelliklere sahip toplulukları barındırma özelliği değişmemişti[6]. Son bir asırlık süreçte Antakya’nın nüfus yapısında en önemli değişiklik İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde yaşandı. Uluslararası gelişmelerin de etkisiyle 1936 yılının sonlarında başlayan olaylar neticesinde İskenderun Sancağı’nda topluluklar arası gerilim tırmanmış, şiddet olaylarının da yaşandığı bir süreç on binlerce insanın başka ülkelere göç etmesiyle sonuçlanmıştı. Bölgenin İskenderun Sancağı’ndan Hatay Devleti’ne ve akabinde Hatay vilayetine dönüştürüldüğü bu süreçte yaklaşık 50 bin kişinin başka ülkelere göç etti. O dönemki nüfus düşünüldüğünde, bu rakam bölgede yaşayan insanların yüzde 20’sinden fazlasının ayrılması anlamına gelir. Göç edenlerin etnik/kültürel özellikleri incelendiğinde Antakya yöresinde yaşayan topluluklar arasında orantısız bir dağılım olduğu bariz biçimde görülür. Nitekim, göç edenler arasında en büyük grubu Ermeniler oluşturmuş ve bu süreçte 22 bin civarında Ermeni bölgeden ayrılarak başka ülkelere göç etmişti. Bu süreçte en fazla göç veren diğer iki topluluk, 10 bin civarında kişinin göç ettiği Arap Aleviler ve yine 10 bin civarında göç veren Sünni Araplar olmuştu. Bunları dışında, bölgede varlığı yine binlerce yıl öncesine dayanan Hıristiyan Araplardan da 5 bin civarında kişi göç etti.[7] Topluluklara dair yukarıda belirtilen 1936 nüfus verileri dikkate alındığında, bu süreçte yaşanan göçlerin bölgenin nüfus yapısına etkileri daha açık biçimde anlaşılır. Antakya yöresinden Türkiye’ye katılım sürecinde gerçekleşen bu göçlerden en fazla etkilenen topluluk olan Ermenilerin bölgedeki varlığı neredeyse tamamen sona erdi.[8] Ermenilerden sonra göçlerin bölgedeki topluluklar arasında en fazla etkilediği topluluk Hıristiyan Araplar oldu. Bu süreçte Hıristiyan Araplardan 5 bin civarında insanın göç ettiği çok sayıda çalışmada belirtilmekle birlikte,[9] bazı kaynaklarda bu topluluğa mensup göç edenlerin sayısı 11 bin 500 olarak verilir.[10] Hatta bazı kaynaklarda, bu süreçte Antakya yöresinde yaşayan Hıristiyan Arap nüfusunun yüzde 80 civarında azaldığı belirtilir.[11] Hangi rakam kabul edilirse edilsin, bir zamanlar bölge nüfusunun önemli bir kısmını Hıristiyan Araplar oluştururken günümüzde sayılarının çok azaldığı gerçeği değişmez. Hıristiyan Arapların başka ülkelere göçleri bölgenin Türkiye’ye katılması sürecini takip eden dönemde de devam etti. Türkiye’nin pek çok bölgesinden 1960’lar ve 1970’lerde Batı Avrupa ülkelerine gerçekleşen işçi göçü kapsamında Hatay’dan da göçler yaşandı ve çok sayıda Hıristiyan Arap bu dönemde Batı Avrupa’ya göç etti.[12] Günümüzde Hıristiyan Arap nüfusunun toplu olarak yaşadığı Altınözü’nde bulunan Sarılar mahallesi ve Tokaçlı (köyü) mahallesinde yapılan saha çalışmalarında, iş göçü kapsamında çok sayıda gencin Batı Avrupa’ya göç ettiği bilgisi aktarılır.[13] Göç eden bu kişilerin zamanla ailelerini de yanlarına aldıkları ve bu durumun Sarılar ve Tokaçlı’daki Hıristiyan Arap nüfusunda önemli bir azalmaya sebep olduğu yapılan görüşmelerde dile getirilir. İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde yaşananlar ve takip eden süreçteki nüfus hareketleri neticesinde 6 Şubat 2023 depremleri yaşandığında Antakya yöresinde yaşayan Hıristiyan Arap ve Ermeni sayısı sembolik seviyelere gerilemişti. Nitekim, Mersin ve Hatay’da depremler öncesinde yaşayan Hıristiyan Araplarının toplam nüfusunun on bin civarında olduğu tahmin edilirken,[14] Ermenilerin bölgedeki varlığının sadece Vakıflı köyüyle sınırlı kaldığı ve toplamda 150’nin altına gerilediği belirtiliyordu.[15] Antakya’ya varlıklarıyla kültürel zenginlik katan Yahudilerin ise Antakya’daki varlığı 2015 yılı itibariyle 17 kişiden oluşuyordu.[16] Nasıl bir “Medeniyet Şehri”? 6 Şubat 2023 depremleri öncesinde Antakya’nın ve daha genel olarak Hatay’ın bir “medeniyetler şehri” olduğu sürekli tekrarlanıp şehrin ulusal ve uluslararası düzeyde bir cazibe merkezi haline gelmesi sağlanmaya çalışılmıştı. Şunu belirtmek gerekir ki, Antakya tarihsel süreçte her daim bir cazibe merkezi olma özelliğini sürdürmüştü. O nedenle günümüzde Antakya’ya dair farkındalığın arttırılmasını sağlamak için “medeniyetler şehri” gibi bir söylemin yaygınlaştırılmaya çalışması yerine tarihsel süreçte her daim bölgenin ayrılmaz bir unsuru olan çok kültürlülüğün içinde bulunulan süreçte de devamlılığının sağlanmaya çalışılması çok daha yararlı olur. Yakın dönemde Antakya’yla ilgili yaşanan tartışmalarda biri ‘Antakya’ adının kullanımına dair olmuştur. 2000’li yılların başından itibaren, resmi iş ve işlemlerde Antakya adının kullanımının kademeli olarak azaltılması yönünde bir süreç ortaya çıkmıştı. 2007 öncesinde, Antakya ilçesinde doğan kişilerin doğum yerleri kimlik kartlarında “merkez ilçe Antakya” olarak yazılıyordu. 11 Nisan 2000’de İçişleri Bakanlığı’nın gönderdiği yazıyla ‘Antakya’ adının kullanımı sona erdirilmiş, nüfus kartlarında sadece ‘merkez’ ibaresine yer verilmişti. Bölgede faaliyet gösteren meslek kuruluşları, dini toplulukların liderleri, Antakya konusunda çalışmalar yapan tarihçilerin Antakya adının yeniden kullanılması konusunda yaptıkları çağrılar günümüze kadar karşılık bulmamıştı.[17] Antakya adının kaldırılmasının bölgede on yıllardır bilinçli olarak uygulanan asimilasyon politikalarının bir uzantısı olduğu yönünde görüşler bölgede yaşayan kişiler tarafından dile getirilmişti. Nitekim Antakya adının kaldırılması, nüfus kartlarındaki Antakya ibaresinin kaldırılmasıyla sınırlı kalmamış, şehrin tek yeşil alanı konumunda olan “Antakya Belediye Parkı”nın adı da “Atatürk Parkı” olarak değiştirilmiş, trafik levhalarında Antakya ibarelerini kaldırılarak “Hatay Merkez” ibarelerine yer verilmiştir. Antakya isminin kullanılmaması konusunda görüşlerini aktaran yöre insanlarının da belirttiği gibi, esasında Antakya adı çok kültürlülükle özdeşleştirir. Duyarlı bir Antakyalının sözleriyle, “Antakya’nın tarihi ile Hatay’ın tarihi bir değil. Antakya bir kültürün, bir tarihin adıdır. Hatay ise sadece bir il”.[18] Dolayısıyla Antakya adının kullanılmaması, Hatay adının onun yerine ikame edilmeye çalışılması bölgenin etnik, kültürel zenginliğinin en önemli simgesi konumundaki adının unutulması ve bölgenin sıradanlaştırılmasına yol açar.[19] Antakya adının kullanılmaması yönündeki resmi düzenlemelerin yanı sıra, bölgede yaşanan bazı olaylar, “Medeniyetler şehri” tanımlamasına hiç uymuyor. Bölgenin dini çeşitliliğini simgelemesi amacıyla 2012’de inşa edilen “Hoşgörü Heykeli”nin akıbeti, hoşgörünün hiç de derin kökleri olmadığını gösterir. Antakya Balıkçılar Çarşısı’nın bulunduğu cadde üzerinde inşa edilen ve üç semavi dini temsil eden hilal, haç ve Davut yıldızının bulunduğu heykel kısa sürede tahrip edildi. Belediye de çözümü heykeli yeniden inşa ettirmek yerine, yerine zeytin dalı bulunan bir heykel yaptırmakta ve dini simgelere yeni “Hoşgörü Heykeli”nde yer verilmemekte bulmuştu.[20] “Medeniyetler şehri”nin gerçek anlamda bu adının hakkını verebilmesi için farklı topluluklara mensup insanların ötekileştirilmedikleri sosyal, kültürel ve siyasal ortamın oluşturulması ve devam ettirilmesi zorunlu. Ancak burada şunu vurgulamak gerekir ki, “medeniyetler şehri” adlandırılmasının yaygınlaştırılması ve hoşgörüye dair yapılan vurguyla birlikte sıklıkla dile getirilen Hatay’da farklı etnik ve dini toplulukların bir arada yaşadığına dair söylemler çok da gerçekliği yansıtmaz. Evet, Antakya’da çok farklı topluluklar geçmişte de vardı, Şubat 2023 depremleri öncesinde de vardı. Esasında Antakya’da veya daha geniş bir biçimde Hatay’da, farklı topluluklar hiç de yansıtılmaya çalışıldığı gibi birlikte yaşamıyor, tarihte de birlikte yaşamamışlardı aslında. Hatay’daki durumu birliktelikten çok yanyanalık olarak tanımlamak daha doğru olur.[21] Tarihten günümüze kadar, günümüzde şehirleşmenin ortaya çıkardığı çok sayıda istisnaya rağmen, Hatay’da farklı toplulukların yaşadıkları mahalle ve köyler net bir biçimde ayrışır. Hatta 2012 yılında yürürlüğe giren 6360 Sayılı Kanun çerçevesinde, Hatay’daki ilçeler bile ayrıştırıldı. Bu düzenlemeyle 2012 öncesinde Antakya sınırları içerisinde olan ve nüfusunun tamamına yakınını Arap Alevilerin oluşturduğu bölgeler ayrılıp “Defne” adında yeni kurulan bir ilçe, İskenderun’dan da yine Arap Alevilerin büyük çoğunluğu oluşturduğu mahalle ve köyler “Arsuz” adında yeni kurulan bir ilçeye dönüştürüldü. Tarihsel olarak Samandağ’ın büyük çoğunluğu da Arap Alevilerden oluştuğu dikkate alındığında, 2012 yılındaki düzenlemeyle Arap Alevilerin Hatay’da yaşadıkları yerler ilçeler bazında da net biçimde ayrıştırılmış oldu.[22] 2012’de Defne ve Arsuz ilçelerinin kurulmasının ardında yatan en önemli sebebin Antakya ve İskenderun ilçe belediyelerinin yerel seçimlerde belli bir siyasi parti tarafından kazanılmasını sağlamak olduğunu söylemek mümkün.[23] Belirli partilerin daha fazla sayıda ilçe belediyelerini kazanmalarını sağlamak amacıyla suni bölümlemelerle Defne ve Arsuz ilçelerinin kurulması, Antakya’nın sahip olduğu tarihsel kimlikle çelişiyor. Bu durum, son seçim sonuçlarında da ortaya çıktığı üzere, Hatay’ın ilçeleri arasında net bir ayrışmanın ortaya çıkmasına sebep oldu.[24] Böylesi bir durum, bölgede yaşayan topluluklar arasında mevcut sosyal, kültürel ayrışmanın siyasal alanda da net bir biçimde ortaya çıkmasına ve ayrışmanın yeniden üretilip derinleşeceği mecraların oluşmasına sebep olacak. Bölgede çok kültürlülüğün devam ettirilmesi farklı dil, din ve etnik özelliklere sahip insanların bölgede yaşamaya devam etmeleri, farklı kültürlerle ve bölgenin çeşitliliğini yansıtan eserlerin, isimlerin devamlığıyla sağlanabilir. Önceki bölümde üzerinde durulduğu üzere, Antakya yöresinin çeşitliliğinin en önemli unsurlardan olan Hıristiyan Araplar ve Ermenilerin sayısal olarak bölgedeki varlığı sosyal, siyasal, ekonomik nedenlerden dolayı neredeyse tamamen silinme noktasına geldi. Sayısal olarak son derece sembolik rakamlara gerilemiş olan bu iki topluluğa mensup insanların 6 Şubat depremleri sonrası sağlıklı nüfus verilerine ulaşmak oldukça güç. Depremlerden kaynaklanan insan kaybı ve göçlerin etkileri henüz tam olarak bilinmemekle birlikte, bu toplulukların aktif olarak günümüze kadar kullandıkları, Antakya’yla özdeşleşmiş çok sayıda dini yapının depremlerden etkilendiği biliniyor. Yaşanan depremlerde Hıristiyan Ortodoksların Antakya şehir merkezinde, Arsuz’da ve Altınözü’nün Tokaçlı mahallesinde bulunan kiliseleri tamamen yıkılırken yine Altınözü’nün Sarılar mahallesinde bulunan kiliseleri ağır hasar aldı. Sonuç Yerine Şüphesiz ki, Antakya’yı yeniden inşa etmeye yönelik faaliyetlerde, bölgenin deprem öncesi yapısına sadık kalınması son derece önemli. Depremde yıkılan Habib-i Neccar Camii, Antakya şehir merkezinde bulunan Rum Ortodoks Kilisesi ve Protestan Kilisesi başta olmak üzere diğer kiliselerin, Antakya’nın neredeyse sembolü haline gelen Meclis Kültür Sanat Merkezi binası ve Hatay Valiliği olarak kullanılan bina dahil olmak ve bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla Antakya şehir merkezindeki diğer tarihi binaların herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, aynı hassasiyet gözetilerek yeniden inşa edilmesi/onarılması şehrin geleceği için hayati önem arz ediyor.[25] Şehrin geçmişle olan bağını, çok kültürlü kimliğini yansıtan bu yapıların yeniden inşa edilmesi, şehrin belleğini oluşturan farklı toplulukların bölgede varlığının sürdürülmesini sağlayacak koşulların sağlanması, Antakya’nın “Kayıp Şehirler ve Medeniyetler” için hazırlanan kitaplarda yer almasına rağmen günümüzde de yeniden ayağa kalkabilmesine ve çok kültürlü yapısını gelecek nesillere aktarmasına katkıda bulunacak.[26] Antakya adını unutturmaya çalışarak, Antakya’nın toplumsal çeşitliliğini, kültürel zenginliklerini dikkate almadan girişilecek yeniden inşa süreçleri geçmişinden kopuk “yeni” bir şehir oluşturmaktan öteye gidemeyecek. Bunun gerçekleşmesi Antakya’yı sıradanlaştırmanın ötesinde bir amaca hizmet etmeyecek. Antakya yeniden inşa edilirken, geçmişin mirası esas alınarak, çok kültürlü yapısının yeniden üretilebileceği koşullar sağlanarak adımlar atılması tercih olmaktan çok bir zorunluluk ve gelecek nesillere olan bir borçtur. [1] Bu yazıda Antakya adı sadece resmi işlemlerde ‘Hatay Merkez’ olarak belirtilen merkez ilçeyi kastedecek şekilde kullanılmıyor. Bu ilçeyi çevreleyen diğer ilçelerden de bahsederken tarihsel adlandırmaya uygun biçimde Antakya adı kullanılıyor. [2] Farklı dillerde türkü ve şarkıları seslendiren, farklı dinlere dair ilahileri de repertuarında bulunduran Antakya Medeniyetler Korosu 2007’den beri faaliyetlerini sürdürüyor ve bölgenin çokkültürlülüğünün ulusal ve uluslararası bilinirliliğinin artmasına katkıda bulunuyor. [3] Soner Çağaptay (2006). Islam, Secularism, and Nationalism in Modern Turkey: Who is a Turk?, Routledge. [4] Mehmet Ali Gökaçtı (2017). Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi, İletişim Yayınları. [5] Levent Duman (2016). “Vatan”ın Son Parçası: Hatay’daki Uluslaştırma Politikaları, İletişim Yayınları, s. 128. [6] 1915’te yaşanan Ermeni tehciri kapsamında Antakya yöresinde yaşayan Ermenilerin de yaşadıkları yerlerden göç ettirilmesi planlandı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu planlarına karşı Antakya yöresinin Musa Dağ bölgesinde yaşayan Ermeniler direnişe geçti ve 40 gün devam eden direnişin ardından Fransız savaş gemileri tarafından bölgeden tahliye edilip Mısır’ın Port Said şehrine götürüldü. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Mısır’a götürülen Ermenilerin büyük kısmı daha önce yaşadıkları Antakya yöresindeki evlerine döndüler. Antakya yöresinin otokton Ermenilerine ilave olarak, 1921 yılında Ankara Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Anlaşması’yla birlikte Kilikya’da yaşayan Ermeniler Fransız yönetimi altında kalan bölgelere sevk edildi. Bu kapsamda, o dönemde Fransız yönetimi altında kalan İskenderun Sancağı’na da önemli sayıda Ermeni göç etti. Kilikya’dan gelen Ermeniler İskenderun Sancağı’nın çeşitli bölgelerine yerleştirildi, bunların iskanı için Milletler Cemiyeti yeni köylerin kurulması dahil çeşitli faaliyetlerde bulundu. Ayrıntılar için bkz. a.g.e.; Levent Duman (2017). “Birinci Dünya Savaşı’ndan günümüze Antakya/Hatay’daki nüfus hareketleri ve göçler”, Hakan Mertcan (ed.), Asi Gülüşlüm: Ah Güzel Antakya, İletişim Yayınları, s. 79-89. [7] Duman, 2016; Duman, 2017; Şule Can ve Levent Duman (2022). "Fransız Manda Dönemini 'İçeriden' Hatırlamak: Hatay'da Bir Sözlü Tarih Çalışması", Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 49, s. 505-517. Akademik çalışmalarda Antakya yöresinde yaşayan Hıristiyan Ortodoksların adlandırılmaları konusunda farklı isimler kullanılıyor. Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşayan Hıristiyan Ortodokslardan farklı olarak ibadetlerini Arapça gerçekleştiren bu topluluk “Hıristiyan Arap”, “Rum Ortodoks”, “Arap Ortodoks”, “Arapdilli Doğu Ortodoksları” gibi farklı isimlerle anılıyor. Bu topluluğa mensup kişilerin kendilerini adlandırmaları konusunda farklı tercihleri olduğu göze çarpıyor. Bu topluluğa mensup kişiler arasında da kendilerini tanımlama konusunda fikir birliği olmadığı yazarın sahada yaptığı çalışmalarda göze çarpmıştır. Bölgedeki toplulukların kendilerini tanımlamalarına dair farklı isimleri tercih etmeleri yörenin sayısal olarak en kalabalık topluluklarından biri olan Arap Aleviler için de söz konusu. Dışardan tanımlayanların bu topluluk için sıklıkla kullandıkları “Nusayri” terimi esasında hakir anlamlar içerir ve Arap Alevilerin kendilerini tanımlamaları konusunda benimsenmez. Bunun yerine “Arap Alevi”, “Alevi Arap”, “Alevi” tanımlamaları daha sık biçimde tercih ediliyor. Hıristiyan Arapların adlandırılması için bkz. Haris Rigas (2018). “Örnek Vatandaşlar mı? Beşinci Kol Mu? Sekülerlik ve Çokkültürlülük Arasında Suriye ve Türkiye’deki Rum Ortodoks Toplulukları,” Haris Rigas (der.), Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları, İstanbul: istos Yayın, s. 9-42; Zerrin Arslan ve Şule Can (2022). “Kültürel Kimlik İnşası ve Bellek: Antakyalı Ortodoks Hristiyan Kadınlar ve Gençler”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt 25, Sayı 2, s. 254-277. [8] İskenderun Sancağı döneminde, Musa Dağ’daki 7 Ermeni köyü dışında Antakya şehir merkezi, Kırıkhan, Belen’in bazı mahalleleri başta olmak üzere bölgede önemli sayıda Ermeni yaşarken, günümüzde yalnızca Vakıflı’da çok büyük çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu az sayıda Ermeni yaşıyor. [9] Çağaptay, 2006, s. 121; Philip Khoury, P. (1987). Syria and the French Mandate: The Politics of Arab Nationalism, 1920-1945, I. B. Tauris, s.513; Kasaba, R. (2010). “Antakya between Empire and Nation”, P. Nikiforos Diamandouros, Thalia Dragonas ve Çağlar Keyder (ed.) Spatial Conceptions of the Nation: Mondernizing Geographies in Greece and Turkey, I.B. Tauris Publishers., s.202. [10] Serhan Ada (2005). Türk-Fransız İlişkilerinde Hatay Sorunu (1918-1939), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 223. [11] Sarah Shields (2011). Fezzes in the River: Identity Politics and European Diplomacy in the Middle East on the Eve of World War II, Oxford University Press, s. 232-236. [12] Duman, 2017. [13] 2012’de yürürlüğe giren Büyükşehir Belediyesi Kanunu’yla, köy statüsünde olan Tokaçlı mahalle statüsü kazandı. [14] Leyla Uyar (2017). “Bir kültür kesitinde Arap Hıristiyanlar”, Hakan Mertcan (ed.), Asi Gülüşlüm: Ah Güzel Antakya, İletişim Yayınları, s. 147. [15] Duman, 2016, s. 414. [16] Sonyel Oflazoğlu (2017). “Antakya Arap Yahudileri ve göç süreçleri: Leh Leha”, Hakan Mertcan (ed.), Asi Gülüşlüm: Ah Güzel Antakya, İletişim Yayınları, s. 183. [17] “Hatay’da Antakya Tartışması,” Hürriyet, 14 Eylül 2010, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/hatayda-antakya-tartismasi-15776912, Erişim Tarihi: 6.06.2023. [18] “Antakya’da yeni asimilasyon,” Evrensel, 17 Eylül 2010 https://www.evrensel.net/haber/181959/antakya-da-yeni-asimilasyon, Erişim Tarihi: 6.06.2023. [19] Kuruluşu binlerce yıl öncesine dayanan Antakya şehri ve onu çevreleyen bölge tarihte farklı adlarla anıldı. Fransız manda rejimi altında “İskenderun Sancağı” olarak adlandırılmasına rağmen, Hatay adının kullanımı görece yenidir. İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde bölge nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu iddialarını desteklemek ve çok eski tarihlerden beri bölgenin bir Türk yurdu olduğu tezlerini güçlendirmeye yönelik çabalardan biri ‘Hatay’ adının icat edilmesi oldu. Kimi yazarlara göre, Hatay adı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verildi. Hatay adı kullanılarak bölge ile Orta Asya arasında bağ kurulmaya ve bu süreçteki Türkiye’nin tezleri desteklenmeye çalışıldı. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Duman, 2016; Levent Duman (2018). “Siyasi Bir Araç Olarak Haritalar: Basında İskenderun Sancağı Haritaları”, Alternatif Politika, Cilt 10, Sayı 3, s. 321-348. [20] Duman, 2016, s. 418. [21] a.g.e. [22] Şunu belirtmek gerekir ki, şu an geçerli ilçe belediye sınırları çerçevesinde Defne, Arsuz ve Samandağ dışında kalan yerlerde de önemli sayıda Arap Alevi mahallesi bulunuyor. Örneğin, Antakya şehir merkezi ile Kırıkhan arasında kalan bölgede Serinyol dahil olmak üzere (bunlar şehrin batı tarafında kaldığı için coğrafi olarak Defne ilçesine eklenemedi) çok sayıda Arap Alevi mahallesi, İskenderun şehir merkezinde Arap Alevi mahalleleri, Altınözü’nde yer alan Arap Alevi mahalleleri mevcut. Fakat Defne ve Arsuz ilçelerinin kurulmasıyla 2012 öncesinde Antakya veya İskenderun’da nüfusunun tamamına yakını Arap Alevilerden oluşan yerler suni biçimde ayrıştırılmış ve bu şekilde Antakya ve İskenderun ilçe belediyelerinin Arap Alevilerin veya onların destekleyecekleri adayların kontrolüne geçmesinin önüne geçilmiş oldu. [23] Levent Duman (2020). “Seçimlerde sınırlar: ‘Başarılı’ bir stratejik taksimat örneği olarak Defne İlçesi’nin kurulması,” Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 9, Sayı 4, s. 2611-2626. [24] 28 Mayıs 2023’te yapılan Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinde, Kemal Kılıçdaroğlu geçerli oyların Arsuz’da yüzde 76,49’unu, Defne’de yüzde 91,35’ini, Samandağ’da yüzde 92,51’ini alırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın oy oranı Arsuz’da yüzde 23,51, Defne’de yüzde 8,65, Samandağ’da yüzde 7,49 oldu. ‘Hatay Seçim Sonuçları’. NTV. 30 Mayıs 2023. https://secim.ntv.com.tr/hatay-cumhurbaskanligi-secim-sonuclari (Erişim Tarihi: 2.06.2023). [25] 1920’lerde Fransızlar tarafından bir sinema salonu olarak inşa edilen ve ilk olarak Ampir (Empire) Sineması olarak adlandırılan Meclis binasının adı, daha sonra İskenderun Sancağı’na gelerek Türkiye adına Fransız yetkililerle görüşmeler yürüten Orgeneral Asım Gündüz’e ithafen Haziran 1938’de Gündüz Sineması olarak değiştirildi. Sonraki süreçte Hatay Millet Meclisi’nin ilk toplantılarına da ev sahipliği yapan bu bina Hatay’ın Türkiye’ye katılması sonrasında da sinema olarak hizmet vermeye devam etti. Uzun yıllar müstehcen filmlerin gösterildiği özel mülk statüsünde bir sinema olarak kullanılan Gündüz Sineması geçtiğimiz yıllarda Hatay Valiliği tarafından satın alındı ve “Meclis Kültür Sanat Merkezi” olarak kullanıma açıldı. Ayrıntılar için bkz. Duman, 2016. [26] Shally-Jensen ve Vivian tarafından yeni yayınlanan “A Cultural Encyclopedia of Lost Cities and Civilizations” başlıklı çalışmasında Antakya geniş yer ayrıldı. Michael Shally-Jensen ve Anthony Vivian (2023). A Cultural Encyclopedia of Lost Cities and Civilizations, Santa Barbara: ABC-CLIO.
- Depremden sonra Antakya ve Mersin arasındaki dayanışma
Mersin ve Antakya… Yakın coğrafi konumlarının da katkısıyla her daim kuvvetli bir bağa sahip olmuş, resmi bir ibare olmasa da “kardeş şehir” diye anılabilecek iki kent. Demografik yapıları, mutfakları ve iklimleri birbirlerine oldukça benzeyen bu iki kent arasında göç de her zaman yoğun seyretti. Örneğin, Mersin’deki Rum Ortodoks Kilisesi cemaatinin yaklaşık yüzde doksanının Samandağ’dan Mersin’e yerleşen ailelerden oluştuğu biliniyor.[1] Aradaki bu bağın 6 Şubat depreminden sonra daha da güçlendiğini söylemek mümkün. Depremi oldukça şiddetli hissetmesine karşın can ve mal kaybının yaşanmadığı Mersin, depremden sonra hem Antakya’dan hem de diğer depremzede illerden gelen binlerce kişi için bir sığınak görevini gördü. Mersin’in çok kültürlü yapısı sayesinde deprem bölgesinde yaşayan pek çok kişinin kentte akrabaları ve yakınlarının bulunması, kenti bu süreçte öne çıkaran etkenlerden biri oldu. Depremden sonra barınma sorununu geçici olarak çözebilmek amacıyla Mersin’e gelen Antakyalıların ve depremden etkilenen geri kalan 10 ilden gelenlerin neler yaşadığını kelimelere dökmek zor olsa da kısaca aktarmaya çalışacağım. 6 Şubat’tan sonra afet bölgesinden Mersin’e doğru yaşanan göçle ilgili yerel yöneticiler pek çok girişimde bulundu. İlk olarak Mersin Büyükşehir Belediyesi depremden sonra Mersin’e gelen depremzedelerin ihtiyaçlarını koordine edebilmek için bir kriz merkezi oluşturdu. Belediye, şehirlerini terk etmek zorunda kalarak Mersin’e gelen depremzedelerden 7500’üne barınma imkânı sağladığını belirtiyor.[2] Merkezdeki Yenişehir Fuar Alanı’nın yanı sıra Erdemli, Tarsus, Mezitli ve Gülnar ilçelerinde de barınma alanları oluşturan belediyenin verilerine göre, depremden bir buçuk ay kadar sonra belediye 3081 kişiye barınma hizmeti sağlamaya devam ediyordu. Valiliğin resmi kayıtlarına göre, Mart ayı başında şehirde 164.845 depremzede barınıyordu.[3] Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü ise ilk dönemde 15 bin depremzedeyi misafir ettiklerini, 1 Haziran itibariyle de 10 bin kişiye hizmet vermeye devam ettiklerini söylüyordu.[4] Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer verdiği demeçlerde, şehirde yaşayan akrabalarının yanına gelen ve bu nedenle Valilik tarafından kayıt altına alınmayan depremzedeler olması nedeniyle ellerinde net bir rakam olmadığını ancak depremden sonra tahmini 250 bin kişinin şehre geldiğini aktarıyordu.[5] 16 Şubat’ta Twitter üzerinden ise 5-15 Şubat arasında Mersin’deki su tüketiminin yüzde 15 oranında arttığını belirtiyor ve bunun 327 bin kişinin su tüketimine eşit olduğundan yola çıkarak kentin nüfusunda son on gün içinde en az bu oranda bir artış olduğuna dikkat çekiyordu.[6] Seçer, Elazığ afet bölgesine dahil edilmeden önce bir televizyon kanalında yaptığı açıklamada “Mersin, 10 ilin dışında depremden dolaylı ama en yoğun etkilenen 11. il oldu. Depremden etkilenen aslında 10 il değil. Yıkım olarak 10 il etkilendi ama depremin komplikasyonlarını da işin içine katarsanız depremden etkilenen 11. il Mersin’dir. Yani 11’inci il olarak bakmak lazım” diyor ve kente yaşanan göç dalgası nedeniyle iktidarın acil eylem planı hazırlayıp uygulamaya koyması gerektiğini ekliyordu.[7] 20 Şubat’ta yine bir televizyon kanalında kentin nüfusunun 1,9 milyon olduğunu ancak nüfusa dahil edilmeyen 400 bin kadar sığınmacı ve yabancı nüfus bulunduğunu ve depremden sonra şehre gelen 400 bin kadar depremzedeyle beraber Mersin’in nüfusunun 2,7 milyona dayandığını söylüyordu. Kente gelen 65 bin aileden yaklaşık 35 bininin ise kentte kalıcı olacağını tahmin ettiğini vurguluyordu.[8] Nüfustaki artışı yine su tüketimi üzerinden gözlemlediklerini belirtirken bu nedenle Mersin’de hayatın yüzde 150 gibi bir kapasiteyle devam ettiğini ifade eden Seçer, yoğun tüketim nedeniyle su şebekesinin her an çökme riskiyle karşı karşıya olduğunun da altını çiziyordu. 21 Şubat’ta bir gazeteye verdiği demeçte deprem göçü nedeniyle şehre 400 bin kişinin gelmesini beklendiğini aktarırken insanlara yardımcı olmaktan ve sahip çıkmaktan vazgeçmeyeceklerini ancak Mersin’in de desteğe ihtiyacı olduğunu vurguluyordu.[9] Aynı haberde Belediye Meclisi Üyesi Abdurrahman Yıldız da depremin ardından şehre 300 binden fazla insan geldiğini ve bu sayının 500 bini aşacağının öngörüldüğünü söylüyordu. Benzer söylemler Mersin’deki sendika ve meslek odaları tarafından da dile getirildi. Depremden sonra kamu kurumlarının yaralıların ve göç eden depremzedelerin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kaldığına dikkat çekildi. Örneğin, Mersin Tabip Odası Başkanı Nasır Nesanır depremin ardından ilk etapta 22 bin yaralının getirildiği Mersin’e 400 binden fazla depremzedenin geldiğini ve sağlık hizmetlerine erişimde sorun yaşandığını ifade ederken, tıpkı Belediye Başkanı Seçer gibi Mersin’in özel il statüsüne getirilmesi gerektiğinin altını çiziyordu. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Mersin Yönetim Kurulu Üyesi Filiz Çelebi ise refakatçiler için uygun alanlar oluşturulmadığını, şehir hastanesindeki VIP katlar açılmış olsa orada yaralı depremzedelerin yakınlarına odalar açılabileceğini ve konaklama sağlanabileceğini belirtiyor, ancak bu yapılmadığı için refakatçilerin poliklinik koridorlarında tek kişilik koltuklarda gecelemek zorunda kaldığından bahsediyordu.[10] Mersin afet bölgesine dahil edilmediği için acil deprem fonundan faydalanamıyordu. Bu nedenle 23 Şubat’ta kentteki 48 sivil toplum kuruluşu, yoğun göç dalgası altında kalan Mersin’e özel statü verilmesi için Cumhurbaşkanı ve ilgili mercilere ortak çağrıda bulundu. Altyapı, ulaşım ve barınmada daha fazla sorun yaşanmaması için şehrin özel bir destek/statü kapsamına alınmasını talep eden sivil toplum kuruluşlarının çağrısına herhangi bir yanıt gelmedi.[11] Belediye başkanı, belediye meclis üyeleri, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve sendika temsilcileri Mersin’in ihtiyaç duyduğu desteği yüksek sesle dile getirmelerine rağmen 3 Nisan 2023’te AFAD tarafından afet bölgesine dahil edilen Bingöl, Kayseri, Tunceli, Niğde, Mardin ve Batman’ın yanında Mersin yoktu.[12] Nitekim Seçer de bu konuda yine Twitter üzerinden serzenişte bulunarak şöyle yazıyordu: “Kayseri’nin de deprem bölgesi kapsamına alınacağı duyuruldu. Hayırlı olsun. Kayseri’ye bir sözümüz yok ama Mersin de aldığı yoğun göç, yapıların aldığı hasar nedeniyle depremden etkilenen iller arasında. İktidar Mersinlilerin sesini duymamazlıktan geldi, yok saydı, haksızlık yaptı. Ekmeğini depremzede kardeşlerimizle bölüşen Mersinlilere 14 Mayıs’a kadar sabır diliyorum.”[13] 14 Mayıs ve sonrasında ikinci tur 28 Mayıs seçimlerinin üzerinden aylar geçti, fakat depremzedelerin yaraları sarılmaktan hala çok uzak. Haziran ayı itibariyle depremden sonra barınma için Mersin’e gelen depremzedelerin bir bölümü ise şehirlerine döndü. Otellerde, apartlarda, geçici olarak kiralanmış evlerde barınan çocuklu ailelerden bir kısmı, okulların da kapanmasıyla birlikte şehirlerine geri gitmeye başladılar. Ancak Mersin’de kaldıkları süre boyunca zaman zaman olumsuz koşullarla da karşılaştıklarını söylemek yanlış olmaz. Kira ücretlerinde yaşanan fahiş artış da bunlardan biri. Depremden sonraki ilk haftalarda, fırsatçı ev sahipleri nedeniyle Mersin’in Akdeniz, Toroslar, Mezitli ve Yenişehir ilçelerinde 20 bin liraya kadar yükselen kira fiyatlarının yanı sıra, yazlık konutların çoğunlukta bulunduğu Silifke ve Erdemli’de bazı ev sahipleri kirayı yıllık peşin olarak istemeye başladı. Malatya’dan Mersin’e gelmiş bir depremzede de kendisinden bir yıllık kiranın peşin istendiğini ve 150 binden 200 bin liraya kadar teklif duyduğunu anlatıyordu.[14] Bu durum Mersin Emlakçılar Odası Başkanı Mehmet Sinan Canpolat’ı isyan ettirmiş, bu konuyla ilgili yüzlerce şikayet aldıklarını belirten Canpolat ev sahiplerini vicdanlı davranmaya davet ederken “Orada ölmeyen insanları burada yüksek kiralar altında mı öldüreceğiz?” diye sormuştu.[15] Canpolat, Mersin’de yüksek kiralarla karşılaşan depremzede vatandaşların ihbarda bulunmalarını istemişti ama bunlara rağmen kiralarda bir düşüş olmadı.[16] 20 Şubat’ta yaşanan Samandağ merkezli 6,8 şiddetindeki depremin Mersin’de de oldukça güçlü bir şekilde hissedilmesi, depremden etkilenen kentlerinden ayrılıp Mersin’e gelen depremzedeler için yeni bir şok oldu. Mersin’de denizin doldurulduğu sahil şeridi üzerine inşa edilmiş çok katlı, eski ve yüksek binalar nedeniyle depremzedeler zaten kendilerini güvende hissedemiyorlardı. Zeminin sağlam olmadığı yazlık evlere yerleşen depremzedeler bu son depremle aynı korkuyu bir kez daha yaşamış oldular.[17] Ayrıca, uzmanların Adana’da yeni bir deprem beklendiğine dair görüşleri depremzedeler için Mersin’i de riskli bir bölge haline getiriyordu.[18] İlaveten, depremzedelerin bir kısmı Akdeniz ilçesindeki millet bahçesine kurulmuş çadırlarda kalırken barınma ve temel ihtiyaçlara erişim konusunda sorun yaşıyorlar, Suriyeli göçmen depremzedeler ayrımcı söylemlere de maruz kalıyorlardı. Rüzgarlı havalarda çadırlar uçuyor, depremzedeler yemek ve suya erişimde zorlandıkları gibi bundan sonrasında geçimlerini sağlamak için iş bulmakta da güçlük çekiyorlardı.[19] Bu süreçte bütün depremzedelere ama en çok da Antakyalılara kapılarını açan Mersin Rum Ortodoks Kilisesi ve Mersin Latin Katolik Kilisesi’ne ayrı bir yer ayırmak gerekiyor. Yukarıda değinildiği gibi Mersin Rum Ortodoks Kilisesi cemaatinin çoğunluğu daha önceden Samandağ’dan Mersin’e göç etmiş ailelerden oluştuğu için zaten herkesin Hatay’da yaşananlardan etkilenmiş bir yakını, bir akrabası veya bir tanıdığı bulunuyordu. Ancak 6 Şubat sabahı depremden sonraki ilk saatlerde kilisenin hemen önündeki meydanda toplanan kalabalığı gören Vakıf Başkanı Can Arap’ın kilisenin kapılarını açmaya karar vermesiyle beraber kilise yalnız cemaat için değil, bütün Mersin halkı için bir toplanma alanına dönüştü. Kapıların açılmasıyla beraber insanlar güvenli ve açık alan olarak görülen kilise bahçesinde toplanmaya başladı. Kilise pederi İspir Teymur depremden iki gün öncesinde bir yakının vefatı nedeniyle Samandağ’a gitmişti. Telefon hatlarının çökmesi sonrası ona ulaşamamanın verdiği korku ve panik, Antakya ve İskenderun’daki vakıf başkanlarına da ulaşılamadıkça iyice büyüdü. Bu esnada kiliseye insan akını artıyor, çevredeki apartmanlardan inip kendilerini sokağa atan insanlar kiliseye sığınmaya devam ediyordu. Kilisedeki kalabalık artmaya devam edince kilise mutfağında çorba yapılmaya başlandı. Televizyonlar Kahramanmaraş, Adana, Malatya gibi depremden etkilenen diğer illeri gösteriyorlardı ama Antakya’dan hala haber yoktu. Bir süre sonra Antakya’da durumun kötü olduğu haberleri yavaş yavaş yayılmaya başladı, fakat telefonlar hala çalışmadığı için net bir haber alınamıyordu. Öğlen 13.24’te gerçekleşen 7,5 büyüklüğündeki ikinci depremden sonra kilisenin gençlerinden Antakya’ya su, ekmek ve kuru gıda götürmek için yola çıkanlar oldu ama herhangi bir günde 3 saat süren Mersin-Antakya yolunu ancak 15 saat gibi bir sürede alabildiler. Aynı şekilde, Peder İspir Teymur da Mersin’e ancak ertesi gün ulaşabildi. Olağanüstü hal ilan edilmesiyle beraber araçlar, valilikten alınan izinden sonra yola çıkabildi. Minibüslerle göndermeye devam ettikleri kuru ve konserve gıdalarla beraber mazot, ilaç, sağlık malzemesi ve ısıtıcı da göndermeye başladılar. Antakya’da hayatını kaybedenler için dini ritüelleri yerine getiren Peder Pavlus aracılığıyla, insanların bir an önce şehirden çıkmak için yardıma ihtiyaçları olduğu öğrenilince, erzak ve yardım malzemesi götüren minibüslerin oradan bir grubu alıp Mersin’e getirmesine karar verildi. İlk başta yalnızca bir minibüs dolusu insanın geleceği sanılırken daha sonra minibüsler git-gel yapmaya ve bölgeden onlarca kişi Mersin’e gelmeye başladı. İlk on gün içerisinde bölgeden 1.200 kişi Mersin’e getirildi. Antakya’dan depremzedeler gelmeye devam ettikçe kilisede bir transfer operasyonu yürütüldüğünü gören Mersin halkı da yardımda bulunmaya başladı. İnsanlar sandalyelerde sabahlamak zorunda kalınca kilisenin toplantı salonu gündüzleri yemekhaneye, akşamları ise yatakhaneye çevrilmeye başlandı. Toplantı salonu yetersiz kalınca kilisenin ibadethane kısmı da Peder’in onayıyla açıldı ve ilave yataklar ve battaniyeler yerleştirilerek yatakhaneye dönüştürüldü. Antakya’dan getirilen depremzedelerden yaralı olanlar tedavi için yakındaki bir hastaneye gönderiliyor, kilisenin karşısındaki spa merkezinde banyo ve temizlik ihtiyaçlarını gidermeleri sağlanıyordu. Kiliseye bağışlanan kıyafetler cinsiyet ve bedenlerine göre tasnif edilerek depremzedelerin kullanımına sunuluyordu. Kurulan kayıt masasında alınan kayıtlara göre en az 750 depremzede kayıt yaptırdı.[20] Depremzedelere barınma olanağı sağlamak için apart oteller ve konaklama tesisleri kiralandı, Antakya’ya çadır gönderildi. Kadınlar kolu kilisenin mutfağında her gün üç öğün yemek hazırlayıp en az 300 kişiye yemek çıkarırken, gençlik kolları da iki vardiya halinde günde 12 saat canla başla yardım için çalışıyordu. Antakya’dan tahliye edilen depremzedeler Mersin’e çoğunlukla geç saatlerde ulaşabiliyor, gençlik kolları üyeleri onları karşılayıp kilisenin içerisindeki yatakhanede konaklamaları için yardımcı oluyorlardı. Ertesi gün ihtiyaçlarını gidermeleri ve banyo yapmaları için gerekli ayarlamalar yapıldıktan sonra ise evlere ya da otellere yerleştiriliyorlardı. Yine de insanlar gündüzleri yeniden kiliseye geliyor, orada hep beraber vakit geçirip sohbet etmek onlara iyi geliyordu. Bu tür bir felaket için hiçbir hazırlığı olmayan kilise bu süreçte yalnız Hıristiyanlar için değil, Müslümanlar için de bir sığınak görevi gördü. Kilisenin mutfağında yapılan yemekler yalnızca kilise cemaatiyle değil, dinine mezhebine bakılmaksızın her gelen depremzedeyle paylaşıldı. Kilise mensupları, bu süreçte Cemevi, Büyükşehir Belediyesi ve sivil toplum kuruluşlarından büyük destek gördüklerini belirtiyorlar. Antakyalı Hıristiyan dostlarının kilisede olduğunu öğrenen Antakyalı Müslümanların onları görmek için soluğu kilisede aldıklarını, yaşanan felaketten sonra birbirlerini ilk kez orada gören Antakyalıların gözyaşları içerisinde kucaklaştıklarını anlatıyorlar. Gösterilen dayanışmanın kilise tarihinde bir örneği daha bulunmadığını dile getirirken, bu dayanışmanın Antakya ve Mersin cemaatleri arasındaki bağlılığı da perçinlediğini ve insanları bireysel olarak da depremzedelerle dayanışmada bulunmak için motive ettiğini, kimi cemaat mensuplarının depremzedelere evlerini açtıklarını aktarıyorlar. Hıristiyan toplumunu bir ve diri şekilde tutmak istediklerini, toplumun kaybolmasını istemediklerini söylüyorlar. Zaten çok küçük bir nüfus olarak kaldıklarının ve o nüfusu korumaları gerektiğinin, kardeşlerine yardım etmenin ve onları bir arada tutmanın kendileri için çok önemli olduğunun altını çiziyorlar. “Kalan nüfusumuzun müzeye dönüşmesini istemiyoruz” derken Antakya ve Mersin’de örneğini gördüğümüz beraber yaşama kültürünün devam etmesini istediklerini ifade ediyorlar.[21] Bütün bunların yanı sıra, Hatay’daki birçok kilisenin yıkılmış veya ağır hasar almış olmasının cemaat üzerinde psikolojik bir tahribat bıraktığı da aşikar. Mersin’de bir kilise ve cemaat bulunması, onların depremden sonra Mersin’i tercih etmelerinde de etken olmuş durumda. Aynı seferberlik halinin Mersin Latin Katolik Kilisesi’nde de yaşandığını söylemek gerekiyor. Çoğunlukla Hatay bölgesinden gelen depremzedeler için kilisenin misafirhanesi açıldı. Katolik Kilisesi pederi Roshan Corderio depremden hemen sonra yardım malzemesi götürmek için Antakya’ya gittiğini ama oradan Mersin’e bir akın olduğunu öğrenince Mersin’e geri döndüğünü anlatıyor.[22] İlk on beş gün boyunca kaynak bulamadıklarını ve bu nedenle zorluk çektiklerini ancak daha sonrasında cemaatin bağışları ve Vatikan’ın destek verdiği gönüllü yardım kuruluşu CARITAS’ın yardımlarıyla bir düzene girdiklerini söylüyor. Kilisede ağırlanan depremzedelerin çoğu Antakya’dan geliyordu, fakat sonradan İskenderun’dan gelenler de oldu. İlk başta kilisede 120-130 misafir depremzede vardı ancak sonradan yavaş yavaş başka şehirlere göç ettiler. Mart ayında ise kilisenin misafirhanesinde ağırlanan ve temel ihtiyaçları karşılanan yaklaşık 65 kişi vardı.[23] Her depremzedeye üç öğün yemek verildiği gibi banyo ve temizlik ihtiyaçlarını da gidermeleri sağlanıyor, çocuklar Mersin’deki okullara gönderiliyordu. Misafirhanedeki çamaşırhanede depremzedeler için çamaşır yıkanırken bir oda da çocuklar için oyuncak odasına dönüştürülmüştü. Yaralıların tedavisi şehirdeki hastanelerde yaptırılıyor, ayrıca gönüllü psikologlar aracılığıyla depremzedelere psikolojik destek de veriliyordu.[24] Mersin Rum Ortodoks Kilisesi’nde olduğu gibi Mersin Latin Katolik Kilisesi’nde kalan depremzedeler de yalnızca Hıristiyanlar değildi, her inançtan depremzedeye yardım ediliyordu. Mersin’in Antakya ve diğer illerden gelen depremzedelere yardımcı olabilmek için sergilediği çok kültürlü ve çok dinli dayanışmanın bir örneği olarak Yenişehir Belediyesi’nin sağladığı gıda ürünleri Cemevi mutfağında pişiriliyor ve Latin Katolik Kilisesi’ne ulaştırılıyordu.[25] Belediye de kahvaltı gönderimiyle kilise yönetimine yardımcı oluyordu. Peder Roshan kilisede ağırladıkları Hıristiyan ve Müslüman depremzedelerle aylarca beraber bir uyum içinde yaşadıklarını, beraber yemek yiyip beraber dua ettiklerini anlatıyor. Kilisede kalmaya devam eden 20 depremzede de Haziran sonu itibariyle ayrıldılar. Peder Roshan onların Altınözü veya Arsuz’a döndüklerini söylüyor.[26] Okulların kapanması ve üniversite giriş sınavlarının da sona ermesiyle birlikte Mersin’den Hatay’a dönenler oldu. İskenderun, Arsuz, Altınözü gibi ilçelerde ev tutma imkanı olanlar Mersin’den ayrıldılar. Mersin’de uzun bir süre daha kalmaya devam edecek olan aileler ise Antakyalı. Antakya’da bir sosyal hayat olmadığı için geri dönemediklerini söylüyorlar. Bu nedenle onlar bir süre daha Mersin’de kalmaya devam edecekler gibi görünüyor ancak Antakyalıların Antakya’dan uzun süre ayrı kalması mümkün değil. Bir Antakyalının dediği gibi “Antakyalılar kendi kültürlerinin ve coğrafyalarının dışında bir yerde yaşayamıyorlar.” Depremin yarattığı tahribatın verdiği panik ve korkuyla yurtdışına bile gidenlerin olduğunu ancak bir süre sonra geri döndüklerini anlatıyorlar. Antakya’daki sosyal hayatı ve ortak yaşam kültürünü başka bir yerde bulmak kolay değil. Kardeş şehir Mersin’de bile bunu bulmak imkansız. Mersin metropol olmaya doğru yol alan, her geçen gün daha da büyüyen kalabalık bir şehir. Artık yolda yürürken tanıdık bir yüz görmek, ayaküstü sohbet edecek biriyle karşılaşmak çok zor. Antakyalılar Mersin’de bunun eksikliğini fazlasıyla yaşadıklarını dile getiriyorlar. Bu durumu “Buradan çarşıya kadar yürüyorum, bana bir ‘merhaba’ diyen yok, ‘sen kimsin’ diyen yok” diye anlatıyorlar. Antakya’nın zengin sosyal hayatının dokusunu kaybetmemesi gerektiğini ve dışardan gelen birinin bunun kıymetini anlamakta zorlanacağını vurguluyorlar. Toparlamak gerekirse, Mersin’in, 6 Şubat’taki felaketten sonra hem deprem bölgesine olan coğrafi yakınlığı hem de afet bölgesindeki illerden pek çok kişinin orada yaşayan bir akrabasının bulunması nedeniyle depremzedeler için bir sığınak görevi gördüğünü söyleyebiliriz. Kira ücretlerinde görülen fahiş artış ve çadırlarda kalan depremzedelerin yaşadığı barınma ve temel ihtiyaçlarla ilgili sorunlar gibi olumsuz durumlar da yaşandı ancak gerek Valilik, Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerinin depremzedelere yardımları, gerekse Mersin Rum Ortodoks Kilisesi ve Mersin Latin Katolik Kilisesi’nin kapılarını depremzedelere açmasıyla birlikte kentin bu süreçte önemli bir görev üstlendiğini söylemek gerekiyor. Çoğunlukla Antakyalıların misafir edildiği kiliselerde depremzedelerle dayanışmak için verilen olağanüstü mücadele Mersin ve Antakya’yı birbirine biraz daha yaklaştırdı. Ancak onları misafir eden kentlerdeki koşullar nasıl olursa olsun Antakyalılar yuvalarına geri dönmek istiyor. Depremin üzerinden yedi ayı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala toz bulutu içerisindeki Antakya’da enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. Moloz yığınlarından yayılan asbest tehlikesinin hala devam ettiği, su, elektrik ve internet altyapısının hala düzeltilmediği ve ciddi bir haşere sorununun yaşandığı kentte hayatın normal akışından bahsetmek şu an itibariyle çok zor. Antakya’daki ortak yaşam kültürünü yaşatabilmek için Antakya’nın yeniden yapılanmasının hakkının verilerek icra edilmesi çok önemli. Antakya’nın en kısa sürede, bu kadim şehrin hak ettiği biçimde ayağa kaldırılması, gidenlerin geri dönebilmesi, Antakya’nın ortak yaşam kültürünün her daim canlı tutulması ve depremde kaybettiğimiz canların anısının Antakya’da yaşatılmaya devam etmesi dileğiyle… [1] +90. “Mersin’in Hristiyanları: Özbeöz Mersinliyiz” Youtube videosu, 14:54, 3 Ocak 2023. https://www.youtube.com/watch?v=9iceROioxZI [2] “Mersin Büyükşehir, 7 Bin 500 Depremzedeye Barınma Alanı Sağladı” mersin.bel.tr, 15 Mart 2023. https://www.mersin.bel.tr/haber/mersin-buyuksehir-7-bin-500-depremzedeye-barinma-alani-sagladi-1678864569 [3] “Vali Pehlivan, 6 Şubat Depremi Sonrası Afet Yönetim ve Koordinasyonu Kapsamında İlimizde Yürütülen Çalışmalara İlişkin Basın Toplantısı Gerçekleştirdi” mersin.gov.tr, 4 Mart 2023. http://www.mersin.gov.tr/vali-pehlivan-6-subat-depremi-sonrasi-afet-yonetim-ve-koordinasyonu-kapsaminda-ilimizde-yurutulen-calismalara-iliskin-basin-toplantisi-gerceklestirdi [4] “Depremzedelerin Yuvası Mersin Oldu” Mersin Gazetesi, 1 Haziran 2023. http://mersingazetesi.com/index.php/2023/06/01/depremzedelerin-yuvasi-mersin-oldu/ [5] Ali Ekber Şen. “Vahap Seçer: Mersin’in nüfusu son 10 günde en az 327 bin kişi arttı” Sözcü, 16 Şubat 2023. https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/vahap-secer-mersinin-nufusu-son-10-gunde-en-az-327-bin-kisi-artti-7594163/ [6] Vahap Seçer. “#Mersin’in nüfusu son 10 günde en az 327 bin kişi arttı. 5 Şubat-15 Şubat arasında Mersin’de su tüketiminde % 15 oranındaki artış, 327 bin kişinin su tüketimine eşittir. Göç dalgası için iktidar zaman geçirmeden acil eylem planı hazırlamalı ve uygulamalıdır.” 16 Şubat 2023, 9:18 ÖS. https://twitter.com/SecerVahap/status/1626284949711073281?s=20 [7] “Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer: Göç dalgası için iktidar zaman geçirmeden acil eylem planı hazırlamalı ve uygulamalıdır” T24, 16 Şubat 2023. https://t24.com.tr/haber/mersin-buyuksehir-belediye-baskani-vahap-secer-goc-dalgasi-icin-iktidar-zaman-gecirmeden-acil-eylem-plani-hazirlamali-ve-uygulamalidir,1092847 [8] “Depremzedeler Mersin’e Yerleşiyor” Anamur Gazetesi, 20 Şubat 2023. https://www.anamurgazetesi.com/depremzedeler-mersin-e-yerlesiyor/2821 ; Mersin Web Tv. “Başkan Seçer Deprem Sonrası Kentteki Gelişmeleri Fox Tv Yayınında Anlattı” Youtube videosu, 03: 18, 19 Şubat 2023. https://www.youtube.com/watch?v=Ztreedz9ykk [9] İsmail Sarp Aykurt. “Yıkımdan sonra Mersin'e deprem göçü: "En ciddi mesele demografik yapı"” Independent Türkçe, 21 Şubat 2023. https://www.indyturk.com/node/611881/haber/y%C4%B1k%C4%B1mdan-sonra-mersine-deprem-g%C3%B6%C3%A7%C3%BC-en-ciddi-mesele-demografik-yap%C4%B1 [10] “Mersin’deki depremzedeler ve yerel halk için kamu kurumları yetersiz kaldı” Evrensel, 8 Mart 2023. https://www.evrensel.net/haber/484358/mersindeki-depremzedeler-ve-yerel-halk-icin-kamu-kurumlari-yetersiz-kaldi [11] “Mersinli 48 STK'dan ortak çağrı: Bize özel statü verilmeli” Dünya, 23 Şubat 2023. https://www.dunya.com/sehirler/mersinli-48-stkdan-ortak-cagri-bize-ozel-statu-verilmeli-haberi-686436 [12] “6 il daha afet bölgesi ilan edildi” NTV, 3 Nisan 2023. https://www.ntv.com.tr/turkiye/6-il-daha-afet-bolgesi-ilan-edildi [13] Seçer, Vahap. “Kayseri’nin de deprem bölgesi kapsamına alınacağı duyuruldu. Hayırlı olsun… Kayseri’ye bir sözümüz yok ama Mersin de aldığı yoğun göç, yapıların aldığı hasar nedeniyle depremden etkilenen iller arasında. İktidar Mersinlilerin sesini duymamazlıktan geldi, yok saydı, haksızlık yaptı. Ekmeğini depremzede kardeşlerimizle bölüşen Mersinlilere 14 Mayıs’a kadar sabır diliyorum.” 2 Nisan 2023, 2: 54 ÖS. https://twitter.com/SecerVahap/status/1642495713706688514 [14] “Mersin'de ev kiralamak isteyen depremzede: Bir yıllık kirayı peşin istediler; birilerinin canı gidecek, birilerinin de cebi dolacak, bu devlet nerede?” T24, 28 Şubat 2023. https://t24.com.tr/haber/mersin-de-ev-kiralamak-isteyen-depremzede-bir-yillik-kirayi-pesin-istediler-birilerinin-cani-gidecek-birilerinin-de-cebi-dolacak-bu-devlet-nerede,1095150 [15] “Mersin'de ev kiraları yükseldi, emlakçılar odası başkanı tepki gösterdi: Vicdanlı olun” Gazete Duvar, 14 Şubat 2023. https://www.gazeteduvar.com.tr/mersinde-ev-kiralari-yukseldi-emlakcilar-odasi-baskani-tepki-gosterdi-vicdanli-olun-haber-1603581 [16] “Diyarbakır ve Mersin’de Deprem Fırsatçılığı: Kiralar 20 Bine Fırladı” Gazete Duvar, 14 Şubat 2023. https://www.gazeteduvar.com.tr/diyarbakir-ve-mersinde-deprem-firsatciligi-kiralar-20-bine-firladi-galeri-1603613?p=9 [17] Burcu Özkaya Günaydın. “Mersin’deki depremzedeler: Güvenli yer yok” Gazete Duvar, 22 Şubat 2023. https://www.gazeteduvar.com.tr/mersindeki-depremzedeler-guvenli-yer-yok-haber-1605012 [18] “Prof. Dr. Naci Görür'den Adana uyarısı: Sorgun fayı kırılmadı” NTV, 28 Nisan 2023. https://www.ntv.com.tr/turkiye/prof-dr-naci-gorurden-adana-uyarisi-sorgun-fayi-kirilmadi,hElGfgkWAEahTfDMnRX63g; “Adana depremi sonrası Naci Görür'den uyarı: Göksun hattı zorlanıyor” Cumhuriyet, 12 Mayıs 2023. https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/adana-depremi-sonrasi-naci-gorurden-uyari-goksun-hatti-zorlaniyor-2080447 [19] Mahsun Kılıç. “İş bulabilme umuduyla Mersin'e gelen depremzedeler derme çatma çadırlarda kalıyor” Evrensel, 9 Nisan 2023. https://www.evrensel.net/haber/487072/is-bulabilme-umuduyla-mersine-gelen-depremzedeler-derme-catma-cadirlarda-kaliyor [20] Ferit Yuhanna Tekbaş. “Can Arap: ‘Kilisemiz Mersin halkıyla birlikte Hataylı kardeşleriyle dayanışmaya koştu’” Nehna, 4 Mart 2023. https://nehna.org/can-arap-kilisemiz-mersin-halkiyla-birlikte-hatayli-kardeslerine-dayanismaya-kostu/ [21] Peder İspir Teymur ve Vakıf Başkanı Can Arap ile kişisel görüşme, 15 Haziran 2023. [22] Onur Erdoğan. “Mersin Kiliseleri Depremzedelere Kucak Açtı” VoA Türkçe, 11 Şubat 2023. https://www.voaturkce.com/a/mersin-kiliseleri-depremzedelere-kucak-acti/6958777.html [23] Burak Karataş. “İşte Kardeşliğin ve Beraberliğin Tablosu!” Hakimiyet, 16 Şubat 2023. https://www.mersinhakimiyet.com/haber/25106/iste-kardesligin-ve-beraberligin-tablosu.html [24] Sert, Abdulla. “Peder Corderio: ‘Katolik Kilisesi’nde hiçbir ayrım yapmadan 65 depremzedeye barınma sağladık’” Nehna, 19 Mart 2023. https://nehna.org/peder-corderio-katolik-kilisesinde-hicbir-ayrim-yapmadan-65-depremzedeye-barinma-sagladik/ [25] “Cemevinde pişen yemekler kilisede kalan depremzedelere aş oluyor” Hürriyet, 19 Şubat 2023. https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/mersin/merkez/cemevinde-pisen-yemekler-kilisede-kalan-depremz-42222158 [26] Peder Roshan Corderio ile kişisel görüşme, 24 Haziran 2023. Fotoğraflar: Abdulla Sert
- ‘İşgal bitmeden Filistinlilerin kültürel kimliğine yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz’
Lubna Omar, Filistinli-Suriyeli bir zooarkeolog. Binghamton Üniversitesi Orta Doğu ve Kuzey Afrika Merkezi’nin direktörlerinden Omar’la Filistinlilerin hayatını şekillendiren sürgünü, İsrail’in soykırım saldırısını ve süregiden işgalin kültürel mirasa etkisini konuştuk. Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu 1948’den beri Filistinlilerin kaderi haline gelen sürgün sizin de hayatınızı şekillendirmiş. Oradan başlayalım isterseniz. Ben Suriye’de doğmuş, Nekbe’nin ve Batı Şeria’nın işgalinin bir ürünü olan Filistinli bir mülteciyim. Babamın ailesi Filistin’den sürgün edilmiş ve 1948’de Suriye’ye yerleşmiş, dirençli annem ise yetişkin hayatının çoğunu Şam’da geçirmiş Batı Şeria kökenli bir Ürdünlü. Babam neredeyse üç yıl önce vefat etti. Bu nedenle annem Suriye’deki ikamet statüsünü kaybetti. Çocukları onu Filistin’de göremediği için ülkeler arasında gidip gelmeye devam ediyor. Doğuştan gelen bir hakkımız yok. Ayrıca Suriye’ye de geri dönemiyoruz. Suriye’deki savaştan önce ülkenin farklı bölgelerinde arkeolojik araştırmalara aktif olarak katılıyordum. Sadece Filistinli kimliğimden dolayı değil, Levant’ın bu bölgesi türümüzün çok önemli anlarına tanıklık ettiği için de her zaman Filistin’de çalışma ve arkeoloji camiasının bir parçası olma hayalini kurdum. Fakat bu hayalimin gerçekleşemeyeceğinin ve sırf sınırın diğer tarafında doğmuş bir Filistinli olduğum için bu hayalimin de elimden alındığının farkındayım. Öncelikle annenizin Batı Şeria’da nasıl olduğunu sormak istiyorum. İsrail’in soykırım saldırısı orada nasıl yankılanıyor? Dirençli annem Gazze saldırısından önce memleketi Nablus’u terk etti. Fakat geniş ailem Batı Şeria ve Kudüs’te yaşıyor. Annemden yerleşimci çeteler ve İsrail güçleri tarafından onlara uygulanan günlük terörü dinliyorum. Bugünlerde evlerine hapsedilmiş ve hareketleri kısıtlanmış durumda. İşgal güçleri, Batı Şeria’daki operasyonlarını tırmandırmaya başladı. Seksenden fazla Filistinli yerleşimciler ve İsrail ordusu tarafından öldürüldü, yüzlercesi tutuklandı ve şehirler kuşatma altına alındı. Yerleşimciler Filistinlilere ve mülklerine yönelik saldırılarını arttırdı. Filistinliler olarak şu anki durumumuzu ifade etmek çok zor. Halkımın etnik temizliğini canlı yayında ve sosyal medyada izliyoruz. Öfkenin ötesindeyiz, paramparçayız ve umutsuzluğun ötesindeyiz. Batı Şeria’daki akrabalarımı ne zaman arasam, konuşmayı şöyle bitiriyorlar: "Bize yardım edecek bir tek Tanrı var." 70 yıllık işgal ve insanlık dışı muameleden sonra, bu mücadelede yalnız olduğumuzu anlıyorlar. Dahası, Batı Şeria’daki Filistinliler Gazze’yle dayanışma içinde. Birçoğu, masum çocuklarımızın öldürülmesine son verilmesini talep ettikleri için işgal güçleri karşısında can verdi. Bu yıl Türkiye’de, özellikle de Antakya’da meydana gelen depremlerin ardından, tartışmaların ağırlıklı odağını somut kültürel miras oluşturdu. Hayatta kalanların refahından ziyade yıkılan binalara daha fazla vurgu yapıldı. Daha önce Suriye’deki savaşta da benzer bir söylem vardı. Şimdi de Filistin için aynısını duymaya başladık. Kültürel mirasın ne anlama geldiğini nasıl anlamalıyız? Somut ve somut olmayan kültürel miras insanlığımızın bir ürünü. Teorik olarak hepimize aittir ve gelecek nesiller için koruma sorumluluğunu paylaşmalıyız. Ancak, Antakya’da olduğu gibi Suriye’de de savaş sürerken, Batı medyası ve çeşitli girişimler birkaç yıl boyunca Suriyelilerin acılarını hafifletmek için haber yapmak veya yaratıcı planlar üretmek yerine Suriye’deki kültürel miras alanlarının yok edilmesine odaklandı. Kültürel mirasın öneminin arkasındayım ve küresel tarihimizi, bugünümüzü ve geleceğimizi temsil ettiğini vurguluyorum. Bununla birlikte, kültürel miras yaratıcıları olmadan tek başına ayakta duramaz ve bu insanlar kültürel miras alanlarına verilen zararın nasıl azaltılacağı konusundaki tartışmalardan dışlanmamalılar. Lubna Omar Yerleşimlerin inşası, bariyerler, duvarlar, zorla sürgünler, işkenceler, askeri operasyonlar ve apartheid rejimi de dahil olmak üzere 75 yıldır genişleyerek devam eden işgal, Filistinlilerin yerli kültürel mirasını nasıl etkiliyor? İsrail’in bir devlet olarak kuruluşundan bu yana, kimliğimizi ve toprakla olan bağımızı nihai olarak silmek için Filistin kültürel mirasına karşı şiddetli ve sürekli bir savaş yürütülüyor. Filistinlilerin somut ve somut olmayan kültürel mirasını hedef alan girişimleri özetlemek neredeyse imkansız. Benim bakış açıma göre, Filistinliler topraklarını ve aynı zamanda kimliklerinden ayıramayacağınız tarihlerini korumak için çabalıyorlar. Gazze’deki Saint Porphyrius Ortodoks Kilisesi’ne yapılan son saldırı, işgal saldırılarının kültürel miras ve Filistinlilerin varoluşları üzerindeki etkisini ortaya koyuyor. İsrail saldırısı 1150’lerde inşa edilen Gazze’deki en eski aktif kiliseye zarar vermekle kalmadı, saldırılardan kaçarak kiliseye sığınan 16-18 Filistinliyi öldürdü. İsrail işgali Filistin halkının tarihine başka nasıl zararlar veriyor? Daha önce de belirttiğim gibi, pek çok örnek var. Dini mekanlarla ilişkili kültürel miras alanlarının tahrif edilmesi, İsrail’in Kudüs’te Mescid-i Aksa ve diğer İslami yapıların yakınında yaptığı tartışmalı kazılar, eski Hıristiyan mekanlarından kalıntıların ve eserlerin çıkarılması ve Beytüllahim’deki Cebel El Füreydis’in girişinin kapatılması gibi sadece Filistinlileri değil tüm Orta Doğu bölgesindeki Müslümanları ve Hıristiyanları etkileyen olaylardı. İsrail ordusu bünyesinde işgal altındaki Batı Şeria’da faaliyet gösteren bir Arkeoloji Birimi’nin bulunması ve bu birimin Filistin topraklarında yapılan arkeolojik çalışmalardan elde edilen eserleri nerede sakladığını ya da ne tür veriler topladığını açıklamasının yasalarla engellenmesi, bu eylemlerin etnik ve dini geçmişleri ne olursa olsun bu toprakların ve insanlarının tarihi hakkında edinebileceğimiz bilgileri nasıl etkilediğine dair çok şey anlatıyor. Bir şekilde, yerli Filistinlilerin Filistin topraklarıyla olan bağlantılarını içermeyeceğini hissediyorum. İsrail’in bu eylemleri ışığında Filistin kültürel mirasının kaybının ele alınmasında uluslararası kuruluşların rolünü nasıl görüyorsunuz? Filistin devleti, UNESCO Dünya Mirası Sözleşmesi’ne 2011 yılında taraf oldu. Filistin’de Dünya Mirası listesine eklenen dört miras alanı bulunmaktadır; Beytüllahim’de İsa’nın Doğum Yeri olan Doğuş Kilisesi ve onunla ilişkili Hac Yolu, El Halil’in eski kenti, Güney Kudüs’ün kültürel peyzajı olarak Battir’in Zeytin ve Üzüm Diyarı ve son olarak antik Eriha’daki Tell es-Sultan. UNESCO’nun son kararı, özellikle de Tell es-Sultan’ın dünya mirası olarak belirlenmesi İsrail hükümetini öfkelendirdi. İsrail Dışişleri Bakanı, Eriha’nın tarih öncesi sit alanı olarak sınıflandırılmasının Yahudi kimliğini sildiğini belirtti. Ayrıca Filistinlileri UNESCO’yu siyasallaştırmakla suçladı. Filistin Kültürel Mirası’nı korumaktan hala çok uzağız. İşgali sona erdirmeden Filistinlilerin kültürel kimliğinin korunmasına yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz. Önemli olan işgalin son erdirilmesi. Şu anda tek isteğim Gazze ve Batı Şeria’da kültürel miras üreticilerinin ve ürettiklerinin öldürülmesine son verilmesi. Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme ve özgürlüklerine giden onurlu bir yolun eksikliğini ele almadan kültürel mirasa odaklanmak mantığa aykırı. Anıtların ve zengin uzun tarihin ortaya koyduğu toplumların kanının dökülmesini doğrudan ve dolaylı olarak desteklerken kültürel mirası korumak için politikalar ve stratejiler oluşturmak, bize kültürel mirasıyla bağlantı kuracak bir gelecek nesil olmadan geçmişin kalıntılar bırakacak.
- 'Antioch is a city geologically and environmentally complex and without parallel'
foto_great1/Unsplash The publication of the Routledge book “Antioch: A History” in 2021, by Andrea De Giorgi and Asa Eger, was the most comprehensive survey to date of the city’s material history, incorporating new reassessments of archaeological evidence, updating the state of our knowledge about the city’s long past. De Giorgi, a native of Turin and professor of classics at Florida State University, began his career excavating in the Greek colonies of southern Italy, such as Locri. Over time, his interests gradually shifted towards the Roman colonies in the Eastern Mediterranean, particularly in the modern territories of Turkey and Syria. At present he is the excavation director at Cosa, in southwestern Tuscany. De Giorgi has devoted many years to studying the archaeology and culture of the Roman period, with a special interest in the particular features of the city of Antioch and its environs. As a part of the series Antiochene Studies, with Brepols Publishers, in collaboration with other scholars, De Giorgi continues to explore the long-lasting legacy of Antioch, striving to complete the publication of findings from the Princeton excavations in Antioch before World War II. During the first part of our interview, De Giorgi spoke to us about the history of modern excavations in Antioch during the Princeton era, the finding and dispersion of the Antioch mosaics in museums throughout the world and the obstacles faced by modern archaeology in the city. Interview: Arie Amaya-Akkermans The Princeton Committee for the Excavation of Antioch on the Orontes, between 1932 and 1939, is an important part of the story that you told in your book “Antioch: A History”, and we learn there that the excavations took place during quite an interesting period that happened to coincide with the annexation of Antioch to the Turkish republic as the province of Hatay; a very turbulent period. Why is it so important for us today to learn about and from the Princeton Excavations? The history of the Princeton excavations is one of the points that I always bring up when trying to persuade people to work on these archives, not only because you get to cast light on Antioch and its materiality, but because there is also the fascinating history of the committee: You had this group of Americans in Hatay, incredibly ambitious, who were struggling to put a budget together to make this enormous project happen. And then it happened. But think about the period: It wasn’t just the tensions in Europe after World War I, the rampant nationalism in the Middle East, the mess of the Ottoman Empire and its disintegration, which is the recipe for a lethal concoction in the region. It was also what happened in America around the time of the Great Depression. These people were making plans for Antioch in the late 1920s and then the depression hit and the market collapsed like in 2008, and institutions backed out because they didn’t have any money left. Charles Rufus Morey was the person at the helm, and he was a visionary, a real intellectual and had a vision for Antioch, so he managed to get the operation started in 1932, with an understanding that the situation in Hatay is complicated, but the French Mandate authorities had reassured them that the project was viable. Princeton University, with the blessing of the State Department, said that they can go to Syria, and the authorities of the mandate also said everything is fine, so the whole thing got a head start. At this time the French Mandate was in the process of developing a museum of antiquities. Yes, exactly. In that part of the world at the time, archaeology was pretty much in French hands and you had these monumental figures in the field. They were the only interlocutors for the Americans, and the Americans on their part, put together a team, and they were also able to involve the Louvre, and everything looked fine. The problem is that everyone who was giving the go ahead blessings at the time, they had never visited Antioch, they had never done a scrap of reconnaissance, and they had no idea what they were up against. Hunt Floor Mosaic, Worcester Art Museum, early 6th century CE, excavated in 1936 It didn’t take them too long to become aware of the reality, and already in the first season things were getting very complicated. Colonial excavations were still a thing then (Antioch was perhaps the last grand excavation of the colonial period), so they would show up dressed in white wearing a fedora hat, with a stick and hundreds of workers. There was still that idea of hiring a zillion laborers, and digging without focusing in any area in specific, it was all very 1920s. But Antioch is a city without parallel, it’s geologically and environmentally very complicated; if one has a sense of where things are, you could make it work. They hadn’t done their homework, or at least they hadn’t done enough surveying, and besides that, they hadn’t built any real relationships with the local population, so they always ended up with this issue of contracts being broken, being infringed, people pulling out, or a situation when the lease is up and you can’t dig anymore. There was no real conversation with local stakeholders. The Princeton Committee was put to halt in 1939 during World War II and then what happened? Basically in 1939 the whole world went crazy, and even French archaeologist Lassus, one of the main figures in the region, had to go back to France to serve in the army. It's World War II with all of its horrors. Lassus and William Alexander Campbell had literally promised each other that after the war they would resume the excavation, but by the time the war ended, the stamina had disappeared and no one was eager or willing to confront the new Turkish authorities, to seek a new permit. Truth being said, the Turkish authorities, especially during 1939, and after the coup in Hatay, showed willingness to work with the Franco-American team. But this team always had their reservations about the Turkish authorities. In their notes, they record their thoughts about what’s happening in the region at time, and regard it as a tragedy. They think that there’s no legal ground for this military coup that is unfolding, right before their eyes, and they’re not happy with the situation. In their eyes, Antakya is mostly inhabited by Arabs, and this whole Turkish takeover, with militias and the army, wasn’t going anywhere good. Even before the events took place, there were expulsions of Arabs and Armenians from Iskenderun in 1938. I am sure this appeared very threatening in the eyes of the Americans. Absolutely. In their diaries, Lassus and Campbell write not only excavation notes, but also comment on recent events, and from them we know there were riots happening in the city constantly, with people being chased, or being lynched. At some point, while they write about a number of marble fragments, they also tell the story of an Armenian that was being chased by Turks, and that eventually made it to safety but he had to jump into the Orontes River in order to save his life. The insanity of the times is well recorded. A couple of times they were forced to evacuate the camp, pack their things and go to Beirut. By then it was only Campbell and Lassus who were still active there, while Morey and the others had more or less given up or lost interest. Donald Wilber, on the other hand, was an agent provocateur; he worked for the CIA. It’s such a part of the history of Western archaeology of the Middle East to be a spy, even though sometimes people think it’s just funny stories. Definitely. People have no idea about the many archaeologists or people who were connected to archaeological work were in fact official agents of the American government. After 1939, the Princeton Committee is not there anymore, but in the interim period, there is this spectacular dispersion of the Antioch mosaics that go to Princeton, and then basically everywhere, to many other museums. How did this come about? Did they enter into any kind of agreement with the authorities to divide up the found mosaics or how did the mosaics then travel all over the world? It all starts with the main institutions involved, who were major stakeholders in the excavation, such as Princeton, the Louvre, or the Baltimore Museum. There are the infamous partage agreements, you can call them looting agreements: We dig out stuff, we put it together, we take photographs of it, we study it, and then we also take it. In the framework of the French Mandate in Syria, they could do basically anything they wanted and it was more than anything a discussion amongst themselves; the conversations often revolved around the quality of the finds. Antioch excavations, Byzantine Stadium, 1932, Princeton Committee for the Excavation of Antioch There are significant pieces like the Judgment of Paris, an important 2nd century CE mosaic discovered in Antioch in 1932, which went to the Louvre, and then institutions were asking the Louvre, ok now you got the Judgment of Paris, so what are we going to get? This is how it all started. The sponsoring institutions were funding these expeditions not only because of love of science; they obviously wanted the treasures. This is how you built collections in the 1930s. The trouble begins as soon as the number of mosaic pavements exceeds the capacity of these institutions. Of course you have some magnificent pavements but you also have more average stuff. And what happens next started at the Worcester Art Museum in Massachusetts: Sometime around 1936 the museum had enough material in storage to put together the first exhibition about ancient Antioch in history, and then the main curator who was also the director of the museum, initiated this unfortunate trend of selling pavements to other institutions, and this situation continued until the 50s and the 60s. I know for example that a local museum in Saint Petersburg, Florida, purchased three panels. At this point the folks in Princeton were in terrible financial deficit after the excavations, and by the 1960s they were still trying to fill all those holes in their budget, and the sale of the pavements ended up being the panacea of all the problems. This is how museums and institutions in America that were active in the 1960s, each one got a bit of Antioch, and you would be surprised if you look at a map of all the museums that have material from Antioch, it’s mind blowing. I think there is a period in American museums, especially after the 1960s, when all the important periods of classical art had already been collected, and then they start on a second wave of acquisitions in which every museum needs to have the newer stuff, like Cycladic marbles, Antiochian pavements or Assyrian terracottas. You need to keep up with the trends. Absolutely. It’s exactly that. And that is how the collection of mosaics from the excavations was basically scattered, to the point that even a museum in Cuba has a couple of pavements from Antioch. There was a Jesuit university there that had been established by American missionaries, and they purchased a couple of very good pavements. Has Turkey tried to claim them back and ask for their return? AG: The ministry of culture in Turkey has sent letters to various institutions, such as Harvard or Baltimore. Martyrion, Seleucia Pieria (Çevlik), 1938, Princeton Committee for the Excavation of Antioch Since there have been some returns from the Met, such as the Kilia idol from the Shelby White and Leon Levy collection, I suppose that Turkey is now emboldened. The requests for repatriation are of course about flexing muscles but historically and legally, if you think about the whole context of 1932-1939, there’s no scrap of evidence that can be shown that this is a part of Turkish culture that has been taken out of the country without permission. Not even the best lawyer in the world could win such a case. In your book, there was something very striking for me, and it is that if you happened to go to Antakya, before the earthquakes, and nobody told you that this was Antioch there is no way for you to know where you are. In this sense I think the region is really unique; even in Beirut after all its war destructions there is a physical sense of the past. There is a huge disconnect between the archaeological record of Antioch and the present of Antakya (now past). The literary footprint of Antioch in the classical world is so gigantic, it’s everywhere from the New Testament to Anna Komnene’s Alexiad, which is a text set so far off from Antioch emotionally and intellectually, and yet Antioch takes up entire chapters. But then you go to Antakya, and there’s almost nothing to see. It’s so strange. It is strange. It’s a part of the mystic of the city, I guess. When you think about other cities in the region, like Beirut or Istanbul, it’s incomparable. No matter how overbuilt Istanbul is, if you’re next to Hagia Sophia, you could spatially visualize things. Antakya is something else, and it’s very unfortunate that although great opportunities arose in the past for resurrecting portions of the ancient city, they weren’t fully seized. The entire 1930s was a big fiasco archaeologically. Sure, a few hundred mosaics have been found, and that’s great, but where are they from? What is their context? You’re trying to understand what Harbiye is, which is where many of the pavements came from, and when you look at those plans, it’s mind-boggling, there’s nothing left, things have been literally razed off the ground. When you go to places like Çevlik, and you enter the Vespasian Titus tunnels, and climb above them, you can see the exact place where the Martyrium was taken, the one that is now at the Hatay Archaeological Museum, and it looks like a job made by a plumber. You get not only a sense of the incompleteness of the site, so violently excavated but also that it was done in a hurry. In your book we also learn a lot about the search for the Byzantine churches of Antioch, something that has been tried many times in the past, and how little, or next to nothing has been found. But then I think about the Bronze Age archaeology of the region, and how sites like Tell Kurdu, Tell Atchana and Tell Tayinat, in a way are more transparent to archaeologists historically and materially than the Roman and Byzantine past, and I find this mind blowing. Of course. Let’s put it this way, the only place in Antioch where any work could be possibly done is the former island at Küçükdalyan, that’s where you could perhaps reveal the picture of what actual Antioch was, but so far there’s not much going on, bits and pieces that don’t really give you the bigger picture and maintenance of what has been already excavated. Perhaps you could excavate on the slope of the mountain, but you would need to excavate 10 or 12 meters before getting to the Islamic layers; the sedimentation has accumulated there for many centuries. Andrea de Giorgi
- 'Antioch’s real heritage is the lives of its peoples and their pasts'
In the second part of our conversation (click here for the first part) Andrea De Giorgi spoke to Nehna about the long history of earthquakes in the region, and how they have reshaped Antioch throughout the centuries. The Italian archaeologist contextualizes the earthquakes from the past with the modern history of the city, and tells us what these earthquakes, including the most recent one, mean for the archaeology of the region, both in terms of heritage and survival. In his view, the most central aspect of Antioch’s heritage is not simply its material history but the long lived history of cosmopolitanism, syncretism and tolerance that have characterized the city and its multicultural, multilingual populations ever since it was founded in 300 BCE. De Giorgi worries about poorly planned reconstruction projects that will put economic and political interests ahead of the history and traditions of the city, but he is also confident that Antiochians will eventually take control of the city and its future, reshaping it as a pluralistic enclave, in the same way that they have done through the centuries. As an archaeologist, he also believes that the city still has much to tell us archaeologically, and that as one of the most important urban centers in the ancient world that have survived into our days, its history is still being written and an emphasis should be placed on its long continuity, more than on its repeated destructions, thinking beyond the Hellenistic and Roman period. Interview: Arie Amaya-Akkermans It is well known from the history of Antioch in antiquity that the region has suffered a number of earthquakes in the past, but I was astonished to learn from your book how many of them there were; we are talking about more than fifty, in the period between the 1st century BCE and the 19th century. There were a lot of them, yes. It is the special character of this place, that despite the destruction created by these recurring events, the communities went on with their lives and people always rolled up their sleeves and went back to work. How did all these earthquakes affect modern archaeology and its possibilities? The earthquake in Antioch is of course a great catastrophe, and in archaeological terms it’s also not great news. In theory, it would be an opportunity to do some archaeological work as the rubble is being cleared, in order to understand the topography better, which could have an impact in understanding what is safe to build or not. But the Turkish government is going in a totally different direction with their reconstruction plans. We hear stories about architects and builders coming from distant places like Kayseri or Konya, who have no idea about what Antakya was, its history or traditions. But it is not just that. I have the feeling there will be a moment when the government will want to get a consensus on the reconstruction, and with the construction industry being one of the main assets in the president’s political machinery, they will try to build as fast as possible, the tallest possible. I don’t know if they’re building TOKI (mass housing development program) in the Antakya area, but at the very least they will do something very similar. They have a template of what cities are supposed to look like. First of all displacement, and then in the very center a shopping mall, surrounded by colorful mass housing projects that ignore any form of cultural or social heterogeneity that might have existed in the area. When I was reading Jordan Pickett’s contribution for a book you are editing, about the reconstruction projects of Antioch after earthquakes in the Roman and Hellenistic eras, they seem much more elaborate and well thought out than the current master plan that will be set into motion. I know that people in Antakya feel strongly about this, and are adamant about keeping their heritage alive, but the government isn’t having much of a conversation. At the beginning and at the end of the book you talk about the heritage of the peoples of Antioch and you summarize the greatness of the place, of its history and its past. You say that Antioch’s real heritage is the lives of its peoples and their pasts, and this strange combination of different communities, histories, styles in a horizontally multilayered city and society. Of course this is something that the state doesn’t want and they never wanted it in the first place, and now they are presented with a unique opportunity to erase it altogether. Strangely enough, I feel as if all that is left of Antakya, in a deep historical sense, is actually in Samandağ. When I think about Samandağ and Seleucia Pieria, it’s never been thoroughly investigated. In the past we tried, but given the conditions in Hatay, where there’s no room for other researchers and their desire to tightly control everything, we really couldn’t get it together, which is unfortunate. In Samandağ, the Delta, and Seleucia Pieria, you have the perfect reflection of cultural phenomena that filtered out from the big city throughout history. In the sense that Samandağ was never really completely built or finished, it couldn’t be completely destroyed during the earthquake. It remains that safe place to a certain degree, because it is still under construction as it always was. It is a kind of frontier as the proper Arabic speaking majority/minority place, which was always pushed further and further down and now there’s nowhere to push them, unless you mean into Syria. And Samandağ is still alive, it’s not a city of containers in the middle of nowhere as it is north of Antakya. The prospects are obviously gray, and things are not looking good, but I would like to think that there could be space for yet another large-scale transformation of the region after an earthquake. I trust the endurance and the incredible resilience of the people in Antioch. There’s a lot of pain, resentment and grief, in the people of Antakya, you can see how they’re clinging to their home, so I trust that will be ultimately the force that will ensure a future and fill those ruins with a sense of life, a sense of hope, a sense of future. We can talk about archaeology for many hours, but what really matters is that people get back their homes, and that they have running electricity, and running water, and a place to rebuild their lives, whether in Antakya or elsewhere. They need to receive some assistance; this is not the way things should be in 2023. The way that history and heritage are built and rebuilt in Antakya makes me think about the story of the rise to stardom of Hittite king Suppiluliuma in modern heritage discourses in the city. If you went to Antakya in 2022, as a tourist, and it’s your first time there, you would think that Suppi is the most important person in the history of the city. Incredibly famous. And he’s there on the same shelf with Atatürk and Alexander the Great, in every souvenir shop. He’s at the ice cream shop, at the barber, he is hanging from the taxi, and you’re curious to learn who this very famous person is. It turns out that the only thing that we actually know about this person is his name, the statue is not even academically published yet, and he’s all but eleven years old – for it was discovered at the Iron Age settlement of Tell Tayinat only in 2012. So he was invented as this icon of Antakya’s heritage only a decade ago. It makes me think that there’s this fluidity, this flexibility, in what Antiochians consider heritage. If you see him, you would think he’s as famous as Alexander the Great. Or perhaps more famous. But you never heard about him and he’s actually a very little known character. He went on to become such a major figure in so little time. It is such a part of the iconography of the city. Something like this could only happen in Antioch. So the future remains open. Archaeologist Tim Harrison told me the other day that they actually copyrighted it, so that there is this association or company that holds the copyrights for the production of all kinds of miniature copies. Street and Bazaar in Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive This story really tells you something about Hatay. When you go and live there, and you live with these families and share with these people their day to day life, everything seems so ordinary, as if you could be anywhere in Turkey. But with time, when you start peeling the layers, you begin to see how poorly integrated some parts of these communities are into Turkey, and that much of the integration was done literally at gunpoint. You can tell that the grandmother in many households doesn’t speak Turkish fluently. Sometimes they don’t speak it at all. It remains a borderland, and a borderland that is in many ways not exactly wanted as it is. There’s this liminality about it and we really can’t tell what this liminality will be or become in the years ahead after the earthquake. In the book you talk about the end of the 19th century and the period towards the end of the Ottoman Empire, and it seems that the Ottomans themselves were not particularly interested in the heritage landscape there, whether Christian or Muslim. We don’t really need to get here into the ins and outs of the Ottoman period, but you can argue that at least until the days of the Armenian Genocide, you had a kind of multicultural society and there was a sense of a community that was a conglomerate of religious beliefs, ethnicities. That has been the DNA of the city basically since its foundation by Alexander the Great in the 3rd century BCE. Even when you think about the pre-Hellenistic history of the region, you have this very unique situation, with many peoples living their happy lives in the sun there, from different ethnic groups (Hittite, Hurrian, Greek, Mari, Semitic etc). But every once in a while, they change their religion and language, carrying over elements from the past into a new cultural form, yet they remain settled in the same places. In the same way that Alawites worship in the waterfalls of Harbiye, famous for the myth of Daphne and Apollo. There are all kinds of possibilities in this territory. The syncretisms of the churches weren't very different. A continuity of ancestral behaviors. Think also about the intimate bonds between the Alawites and the Greek Orthodox in Samandağ who were hiding the Alawites in the past, in order to save them from religious persecution. There are conversions back and forth, of families who were Alawite and are now Greek Orthodox or Muslim, or the other way around. There’s a dispersion of many different elements that can never be glued together. You can read in the homilies of John Chrysostom where he’s complaining about Christians going to the synagogues or Jews attending church. And then they go to Dafne to partake in some pagan festivals. This is a very frequent event in Antioch – religious authorities complaining about syncretism. At the end of all this, as an archaeologist, aware of the many earthquakes that rocked Antioch and their aftermath and reconstructions, including the largest earthquake in the history of Antioch in 526 CE, what do you see ahead and what should we expect in the future archaeology of the region? I want to offer an optimistic take. I want to believe that the people of Antakya will be involved in the reconstruction of their city, and I am certain that a reconstruction needs to take place that is sensible and sustainable and that will offer new housing and new opportunities for the people that have been displaced. It must be a reconstruction that takes into consideration the long history of the place, recognizing its many traditions, not necessarily only Roman. Also the Ottoman houses can be rebuilt, including the beautiful Greek and Armenian architecture from this period. Because of the pressure of making places tourist friendly and viable for tourism, I want to believe that these restorations will be done properly and respectfully. There will be room for archaeology, of course, in this context, to show different facets of the history of the city that are still unknown. We hope that Antioch still has many things to tell us archaeologically. It still does. Whether it makes so much sense to talk about saving say the pre-Hellenistic or Roman layers, I’m not entirely sure. However, there will be great opportunities for Antioch to become a cultural epicenter of the region if the government and the local stakeholders do their job right. There is a false nostalgia going on now about Antakya and its old city, but when you think about it, and remember conversations you had with people in the past, actually the old city wasn’t that pretty and many people hated it and complained regularly about how horrible and faux were all these identical cafes, and how nothing was authentic. There could be a nostalgia about a moment in time, about the compactness of things then, but it’s possible that there are now opportunities to do things differently with the old city which was in such a deplorable state. Sometimes people imagine that Antakya was only made of those beautiful Ottoman houses from the 1920s with large balconies and courtyards, but it wasn’t the case. There were a lot of terribly ugly neighborhoods, for example think about the area around the Aqueduct of Trajan. I still want to believe that something good is going to come out of this, but it will take many years. The city is still reckoning with the rubble, there’s no sense of who’s going to do what, or where they will go from here. The problem of the rubble is a very significant issue. We’re talking about hundreds of millions of tons. It is an archaeological problem, an ecological problem, a social problem. The scale is so big it’s incomprehensible. Houses on the Orontes River, Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive Featured Image: Street and Bazaar in Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive
- Bir Kermesin Düşündürdükleri: Matemden Umut Nasıl Doğar?
Seçimlerin getirdiği kurşun gibi ağır bir hava, ekonomik krizin yarattığı kaygı, buram buram nefret kokan siyasi dil… Zihnim allak bullak. Nefes almakta zorlanıyorum. Omuzlarım giderek düşüyor. Sonra, Nehna ekibinden bir mesaj alıyorum. İlki İstanbul’da, depremden etkilenen öğrenciler yararına organize edilen kermesin bir ikincisinin Ankara’da yapılacağını öğreniyorum. Bir yandan Antakyalıların yaşadıkları bu yıkıma ve ülkenin içinden geçtiği bu ağır iklime rağmen mücadeleci ruhlarına gıpta ediyor; diğer yandan ise kendi vazgeçmişliğimden, yakınlarımın acılarına ülke gündemi sebebiyle yabancılaşmamdan utanıyorum. Kendimi dayanışmanın iyileştirici gücüne teslim ederek, Bursa’dan Ankara’ya gitmek üzere otobüse biniyorum. Görev aldığım ilk kermese, İstanbul’a giderken daha farklı bir ruh hali içindeydim. Yakınlarını, şehirlerini, anılarını kaybedenlerle konuşmaya nereden başlanırdı? En basitinden “Nasılsınız?” diye bir soru sormak uygun olur muydu? Benim gibi ‘dışarıdan’ yani Antakyalı olmayan ve nev’i şahsına münhasır çekingen biri, kermeste satış yapmanın ötesinde ne yapabilirdi? Dayanışma, bir görevi yerine getirmekten daha fazlası değil miydi? Böylesine karmaşık bir ruh iklimi içinde kermesin yapıldığı Panayia Rum Ortodoks Kilisesi’ne vardım ve kendimi tatlı bir telaşın ortasında buldum. Kilise bahçesini, Antakya lezzetlerinin iştah kabartan kokusu sarmıştı. Bu yaşıma kadar böylesine özel lezzetleri daha önce keşfedememiş olmama hayıflandım. Görevli olduğum standın başına geçtim. Sattığım ürünlerden biri de, Can Sautoğlu’nun çektiği eski Antakya fotoğraflarıydı. Gelen Antakyalı ziyaretçiler, yıkılan, hasar alan kilise, sinagog, ziyaret, camii fotoğraflarının önünde uzunca zaman geçiriyorlar ve başlıyorlardı anılarını anlatmaya. Sohbet boyunca ilgimi en çok çeken şey, bu mekânlarla kurulan aidiyet ilişkisiydi. Örneğin, o fotoğraftaki kilise, herhangi bir kilise değil, ‘bizim kilisemiz’di. Sinagog, ziyaret, camii, şehre kimliğini veren bütün bu tarihî mekânların hepsi ‘bizim’di; ve elbette Antakya da ‘Antakya’mız’. Bir ziyaretçiye yıkılan Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin rölövesinin kurtarıldığını anlatırken, ‘kilisemiz’ dediğimi fark ettim bir an. Gülümsedim. Ben de bu kadim şehirde kendi yerimi bulmuştum. Ankara otobüsüne böyle bir farkındalıkla, hoş geleceğimi bilerek bindim. Nehna, Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu ve Ankara Deprem Dayanışma Evleri’nin organize ettiği kermesin yapıldığı alana vardığımda, organizasyonun büyüklüğüne epey şaşırdığımı itiraf etmeliyim. İlk kermesin üzerinden daha bir ay geçmişken, bu kadar ürünün deprem bölgesinde hazırlanmış olması, ne kadar büyük bir emekti! Reçeller, şuruplar, tuzlu yoğurtlar, kaytaz börekleri, kömbeler; bunların yanında, tişörtler, çantalar… Ortam adeta bir koku, renk, lezzet cümbüşüydü. Bu cümbüşe, içinde biraz insanlık kalan herkesin karşı çıkacağı seçim sonuçları ve deprem bölgesiyle alakalı çirkin yorumların gölge düşürme ihtimalinden endişe ediyordum. Neyse ki bu endişem yersiz çıktı. İlgi epey fazlaydı ve ürünlerin büyük çoğunluğu, daha ilk saatlerde hızlıca tükendi. Ben bu kermeste Antakya’da bulunan, Türkiye’nin geride kalan son Ermeni köyü Vakıflı’nın ürünlerinin bulunduğu stanttaydım. Ziyaretçiler bir yandan ürünleri inceliyor, diğer yandan ‘köyümüz’ hakkında soru soruyorlardı. Antakyalı bir ziyaretçi, kabak tatlısına bakakaldı. “Evde vardı bunlardan. Yeni yapmıştık. Onlar da gitti”, dedi. Bir müddet sessizlikten sonra, “Olsun, yenisi yapacağız”, diye ekledi. O kadar yoğun bir andı ki, sadece tebessüm edebildim. Hem İstanbul’daki hem Ankara’daki kermes, sadece yemeğin değil, matemin ve umudun da paylaşıldığı bir etkinlikti. Matemden umut ancak mücadeleyle doğar. Antakya’mız için mücadele eden herkese selam olsun!
- ‘Domlar tüm Türkiye’yi dolaşmışlar, sonra yine Antakya’ya dönmüşler’
"Antakya’nın görünmeyenleri", Şubat depremlerinden beri tartışmalarda bir şekilde gündeme getirilen çeşitlilik meselesinin dışında bırakılanların, görmezden gelinenlerin ve yok sayılanların deprem ve sonrasındaki süreçte neler yaşadıklarına odaklanan bir yazı dizisi olarak başlıyor. Bu kapsamda, ilk olarak Antakya ve çevresinde yaşayan Domlar ve Abdalların durumuna dair kendisi de Antakyalı bir Dom olan Mehmet Kuyumcu’yla konuştuk. Sıfır Ayrımcılık Derneği’nden Kuyumcu, Antakya’daki Romanların dününü ve bugünü anlattı. Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu Antakya’da Domlar ve Abdallar deyince ne kadarlık bir nüfustan bahsediyorduk depremden önce? Dom grupları, MS 5. yüzyılda Hindistan’da kast sistemine dayalı baskılar sonucunda göç etmek zorunda kalıyor. Burada kast sistemi içerisinde bile yer almıyorlar, "dalit" olarak adlandırılıyorlar. Dalit, yani lanetli kişi. Dom grupları göç etmek zorunda kalır, dört etnik gruba ayrılır. Bir kısmı Hindistan’da kalır. Şu an 800 bine yakın Dom var orada. Orta Doğu üzerinden, bugünkü İran, Irak, Suriye toprakları üzerinden Anadolu’ya geçenler olur. Orta Doğu’da kalanlar da oldu. Anadolu’dan da Avrupa’nın belirli kısımlarına göç ederler. Türkiye’de Doğu Akdeniz’in bir kısmı ve Mezopotamya coğrafyasına yayılmış durumdalar Dom grupları. Hatay’da yaklaşık olarak 72 bin Dom var. Bu sayı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’yla yaptığımız bir araştırma neticesinde aldığımız bir veri. Sadece Domlardan bahsediyoruz şu anda. Peki, Abdallar, Lomlar, Romlar var mı Hatay’da? Şu an kullanılmayan tabirle, Çingene gruplarının bir alt kolu Domlar. Çingene tabiri kullanılmıyor, tek bir çatı altında Roman diye toplanıldı. Romanlar da 4 etnik gruba ayrılıyor. Bunların içerisinde Domlar, Lomlar, Romlar, Abdallar var. Biz Dom gruplarıyız. Lom grupları, Batı Karadeniz ve Kafkasya taraflarına göç edip yerleştiler. Rom grupları, Trakya, Marmara’nın bir kısmı ve Ege taraflarına doğru yerleştiler. Herkes kendine ergonomik bir alan belirledi. O bölgelerde yaşam alanları oluşturmaya başladılar. Dom grupları 72 bin dedin, peki Abdallar ne kadar Hatay’da? Onlar da Kırıkhan ve İskenderun’da yerleşik hayata geçmişler. Onlar da 45 binin üzerinde. Yani, yaklaşık 100 binin üzerinde Roman Hatay’da yaşıyordu. Domlar sadece Antakya’da mı yaşıyorlardı? Aslına bakılırsa Domlar da kendi aralarında üçe bölünüyor. Abdallara da biz Dom deriz. Farklı bir aidiyeti Dom grupları içerisinde. Dom grupları içerisinde 12 farklı aidiyet vardı. Mesela, bunlar içerisinde İsali var, Hadded vardır, Abet vardır, Denegre vardır, Kaliuşak vardır, Karaçi vardır, yine Abdal vardır, Teber vardır. Bunlar sadece birkaç örneği. Bunların hepsi Dom grupları içerisinde yer alır. İskenderun ve Kırıkhan dışında sadece Antakya’da yaşarlardı. Deprem Sonrasında Dom Mahallesi Antakya’da hangi mahallelerde? Antakya’da yoğunluklu olarak Cumhuriyet, Emek, Altınçay, Aksaray ve Saraykent mahallelerinde genelde yerleşik hayata geçiyor Dom grupları. Domlar gündelik hayatta hangi dili kullanıyorlar? 8 yaşındaki bir Dom çocuğu üç dil konuşuyorlar. Kendi anadilimiz Domari, sokakta duyduğu Arapça ve okulda öğrendiği Türkçe. Domari zaten yazılı bir dil değil, aileden öğrenilir. Doğduğumuzda ilk başta onu öğreniriz. Arapçayı sokakta oynarken öğreniriz, Türkçeyi ise okulda. Peki, sosyo-ekonomik olarak daha çok alt sınıflardan mı bahsediyoruz? Türkiye'de kalan gruplar çoğunlukla öyle. Konar-göçer bir yaşama alışık olduklarından Dom topluluklarının geçim için yaptıkları da bu yönde gelişiyor. Mesela, dişçilik, kuyumculuk, gümüşçülük, kalaycılık, sepet örücülüğü, falcılık, sünnetçilik gibi işlerden para kazanıyorlar. Tabii, bu mesleklerin çoğu, makineleşme ve modernizasyon sonucunda bittiğinden şu an daha çok günümüz şartlarına uygun işlerde çalışıyorlar. İşte hurdacılık veya kadınlar için gündelik ev temizlik işleri ve erkekler için yevmiyelik işler. Mesela, benim babam şu ana kadar dişçilik yapar. Ben dişlerimi hep babama yaptırırım. Eğitimin sağladığı sosyal mobilizasyondan bahsedebilir miyiz? Bundan 15-20 yıl öncesine bakarsak Dom grupları için eğitim baya düşük düzeydeydi, çok ciddi istisnalar haricinde. Ama dernekleşme süreci sonrasında eğitime verilen önem de arttı. Yerelde yapılan projelerle çocuklara sosyal aktivite alanları sağlanması, özgüven ve benlik kazanımını sağladı. Dolayısıyla, sivil toplum bu bağlamda çok önemli bir unsur haline geldi. Bu anlamda örgütlenme ne zaman başladı? Sivil toplum maceramız 2009 yılında başladı Antakya’da. Hatay Dom Kabilesi Kültürünü Araştırma, Geliştirme, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği olarak başladı. Rahmetli Mustafa Karabulut, benim dedem olur, öncülüğünde başladı ve daha sonra da bu örgütlenme yerelde şu an için dokuz dernek ve bir federasyona ulaştı. O attığımız ilk adım şu an daha büyük adımlar getirdi. Çatı örgütümüz olan Hatay Dom Federasyonu, Antakya’da Esentepe Mahallesi’nde faaliyet gösteriyordu. Ama depremden dolayı dernek binamız yıkıldı. Örgütlenme bağlamında da soruyorum. Antakya mevzubahis olduğunda çok kültürlülük üzerinden biraz da romantik övgüler duyuyoruz. Domlar için Antakya nasıl bir yer? Antakya bizler için çok önemli bir yer. Dom grupları, 1970’lerin başına kadar konargöçer bir hayat yaşamışlardı. Bu serüven içerisinde tüm Türkiye’yi 3-4 defa dolaşmışlardır. Ama dönüp dolaşıp Antakya’ya gelmişler. Nedeni ise hem Suriye’de bulunan akrabalar hem de Antakya’daki yerel toplumla ilişkileri. Bizim büyük dedelerimizin anlattığı hikayelere göre, biz başka şehirlerde yapamayız. Benim dedem de böyle derdi. "Neden?" derdim. "Biz Dom’uz, bize öteki görürler. Biz ayrımcılığa uğrarız. Bize önyargıyla bakarlar ama Antakya’da bunlar olmaz" derdi. "Antakya’da da bize kim ayrımcılık yapmaz? Aleviler, Hıristiyanlar, bir de Ermeniler" derdi. O yüzden Antakya bizim için çok önemlidir. Antakya’nın çeşitliliği içerisinde aslında daha güvenli bir alan bulabiliyoruz. Depreme gelelim istersen. Dom mahalleleri bu depremi nasıl yaşadı? Domların yaşadığı mahalleler çarpık kentleşmenin ürünü aslında. Bu yüzden depremde Antakya’nın Altınçay Mahallesi’nde 173 kişi kaybettik. Romanların bulunduğu bölgeler şehrin biraz dış konumunda ve genellikle gecekondulardan oluşuyor. Dolayısıyla, tapusuz evler. Yaşadıkları depremin etkisini henüz atlatamadan Dom grupları, hak ihlallerine ve sosyal dışlanmaya maruz kaldılar. Yeteri kadar yardıma ulaşamadılar. Bu yüzden de kendi imkanlarıyla göç etmek zorunda bırakıldılar. Bu insanlar "Bugün buldum, bugün yedim, yarına Allah kerim" hesabındalar çünkü. Yoksulluk var, derin yoksulluk var. Derin yoksulluk içinde Domlar. Her ne kadar depremde kaybın da olsa yaşamak için çalışman gerekiyor. Çünkü bir birikim yok. Mülkiyet yok, sığınacak liman yok ve Dom olduğu için sürekli önyargıya ve ayrımcılığa maruz kalabilir. Mecbur, kendi imkanları dahilinde İç Anadolu’ya, Karadeniz’e mevsimlik tarım işçisi olarak günlük 200 lira kazanmak göç etmek zorunda kaldılar. Henüz yaşadıkları depremi bile atlatamamışlardı halbuki. Domların önemli bir kısmı halen derme çatma çadırlarda yaşıyorlar Domların ne kadarı göç etmek zorunda kaldı? Yaklaşık olarak 30-35 bin insan bahsediyorum. Neredeyse nüfusun yarısı Antakya’yı terk etmek zorunda kaldı. Ama geri dönecekler. Ben inanıyorum. Onlar Antakya’dan ayrılmaz, Antakya onlar için vazgeçilmez bir şehir. Antakya’da herkes arama-kurtarma ve yardımlara ulaşma konusunda büyük sorun yaşadı ama Domlar bu süreci nasıl geçirdi? Ben depremin ilk günden bu yana sahadayım. Sıfır Ayrımcılık Derneği’nde saha koordinatörüyüm. İnsani yardım ve kolaylaştırıcılık faaliyetlerimiz var. Kendi gözlemlerimi aktarayım. Depremin ilk 3-4 günü kimse yoktu zaten. 4 günü geçtim, "geldik" dediler ya, kimse gelmedi. Ancak 11 gün sonra sıcak yemek indirebildim mahalleye. Kendi imkanlarımla buldum. İzmir’den Karşıyaka Belediyesi geldi de sahaya, sıcak yemek götürebildik. Emek Mahallesi’nde çadır yoktu, battaniye yoktu, soba yoktu. Kapalı bir alan yoktu. Yağmurun altında sadece ben sürekli ıslanarak çalıştım. Sığınacak bir yer buluyordum, geçiyordum içeriye. Kıyafetlerimi kurutuyordum. Küçük bir ateş yakıyordum, sonra tekrar yardım aramaya çıkıyordum. Çünkü sahada çalışmam gerekiyordu, insanların bizlere ihtiyacı vardı. Aradan iki ay geçti, Emek Mahallesi halen ceset kokuyordu. Cesetler çıkarılmadı, insanlar kendi imkanları dahilinde cesetlerini arıyordu. Biz bunları yaşadık, inkar edemeyiz. Kötü bir durum, çok kötü bir durum. Bu mahallelere alt sınıf mahalleler olduğu için Dom olduğunuz için mi yardım az ulaştı sence? Her ikisinden kaynaklı yaşadık bunları. Hayatın her alanında ayrımcılığa uğradık. Ötekileştirildik. Önyargıyla bakıldı bize. Sadece depremde değil, pandemi de de aynı sorunları yaşadık. Her zaman hastaneye bile gittiğinde üzerindeki kıyafetimizden, tenimizin renginden dolayı ayrımcılığa maruz bırakıldık. Bu ayrımcılık Domların yardıma ulaşmaya çalışmasını engelledi mi? Kesinlikle engelledi, bu önyargı şöyle bir şey: İlk 4 gün yardım gelmeyince insanlar yaşamaya devam etmek için marketleri yağmalamaya başladı. Hemen "Romanlar yağmalıyor" diye söylenti çıktı. Yardım gelmemiş. İnsanların evi yıkılmış. Bir şeyler tüketmesi gerekiyor. Bu insanların hayatta kalması gerekiyor. O yüzden herkes marketlerden bir şeyler almaya çalıştı, herkes. İlk gösterilen hedef biz olduk. Neden hemen Romanlar hedefe kondu? Depremin 38. günü Kırıkhan’dayım. Abdal gruplar halen kendi imkanlarıyla yaptıkları derme çatma çadırda kalıyorlardı. Naylondan yapılmış çadırlar. İnsanlar 40 gündür yıkanmamışlar. Ne bit ilacı vardı ne başka bir şey. Kızılay'dan ben iki yüz tane gıda paketi alamadım. Vermediler bana. Neden? Domum diye. Görüyorum deponun içerisi battaniye ve çadır dolu. Bizim buna ihtiyacımız var ama vermediler. 200 gıda paketine ihtiyacım varken, dokuz gün uğraşıp ancak 13 tane alabildim. Bize kısıtlı imkanlarıyla sivil toplum örgütleri, İBB ve TİP sahip çıktı. Bunlar olabiliyorken devlet neden yapamıyor? Bunun tek bir sebebi var. Sen etnik kimliğinden dolayı ayrımcılığa uğruyorsun ve bundan dolayı sana bazı yardımlar da ulaşmıyor. Bu tür krizlerde bu şekilde ayrımcılığa uğramasak keşke ama ne yazık ki, hayatın her alanında ötekileştiriliyoruz ve ayrımcılığa maruz bırakılıyoruz. Dom ve Abdal gruplarının orada kurulan çadır ve konteyner kentlere ne kadarı yerleşti? Çadırkente geçeni bile polis zoruyla çıkardılar. Bir Abdal bir yerde bir telefon buluyor. Gidiyor, polise teslim ediyor. Polise teslim ettiği halde telefonun sahibi geliyor, diyor ki "bu benden çaldı". Bundan dolayı dört aileyi yaka paça dışarı atıyor çadırkentten. Şu ana kadar Kırıkhan’daki Abdalların yarısı göç etti, yarısı daha derme çatma çadırlarda kalıyorlar. Yani kendi imkanları dahilinde hayatta kalma mücadelesi. Antakya’dakiler de yarısı konteyner kentlere geçmeye başladılar, bir kısmı göç etti, bir kısmı da çadırlarda yaşıyor. Bu da sivil toplum kurumlarının baskıları sonucunda oldu. Bir de şöyle bir şey var. Herkes kendi toplumu içinde yaşamak ister. Bu, Roman grupları için de geçerli bir şey. Ayrılmak istemiyorlar. Ama çaresizlik çok kötü bir durum. Yani artık mecbur. Yeni bir yaşam alanı belirlemesi gerekiyor ve hayatta kalması gerekiyor, çalışması gerekiyor. O yüzden, verildiği takdirde konteynera da çadıra da razı olmak zorunda kalıyorlar. Romanlara yönelik bir şiddet olayı yaşandı mı bu süreçte? Dom bir aile Mersin’e göç etti. Orada devletin sunmuş olduğu geçici barınma merkezinde yer tahsis ediliyor. İki gün sonra, yemek sırasında sırf dış görünüşünden dolayı o insan farklı muameleye maruz kalıyor. Sessiz kalıyor, garibim, bir şey demiyor. Aradan 3-4 gün daha geçiyor. Geçici barınma merkezinde görevli müdür geliyor. Bu arkadaşa kendisinin burada kalamayacağını, çünkü diğer insanların rahatsız olduğunu söylüyor. Geçici barınma merkezinden çıkışını veriyor. Çıkışı verilince kendisine kendi bulunduğu ilçede çadır tahsis edileceğini söyleniyor ve o şekilde o insan oradan o gerekçeyle çıkmak zorunda kalıyorlar. Her ne olursa olsun, o da bir mağdur. Dış görünüşünden dolayı diğer insanlar rahatsız oluyor diye o insanı oradan atmak, ne kadar doğru? Domların yaşadıkları evlerin tapusuz olduğundan bahsettin. Mülkiyetsizliğin yarattığı sorunlar neler? Antakya’daki nüfusun yüzde 60’ı 1970’lerin başında yerleşik hayata geçince bu arazilerde kendilerine derme çatma ev yapıyorlar. Daha sonraki dönemlerde, onlara "burada kalabilirsiniz" deniyor. Elektrik de veriyor, su da veriyor. Mahalle kuruluyor. Aradan geçen 45 yıl boyunca bu insan vergisini ödüyor, suyunu, elektriğini de ödüyor. Resmiyete bakılırsa o mülkün artık o insanın olması gerekir. Ne yazık ki, depremden önceki süreçte Emek Mahallesi bölgesinde bir kentsel dönüşüm projesi vardı. Bu proje kapsamında, en son bir Dom’un evine rayiç bedel olarak. 5 bin lira para verdiler 2020 yılında. Çünkü mülkiyet onların değil aslında. 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıktığında ilk dışlanan kişiler yine Romanlar oluyor. Herkes toprak sahibi olurken Domlar ve Abdallar dışarıda bırakıldı. Hatta 1942 yılında bir kararname var, "Çingenelerin toprak ağası olamayacağını" söylüyor. Bugün de nüfusun mülkiyetsiz yüzde 60’ı ne depremzedelere verilen sosyal yardımdan faydalanabiliyorlar ne de kira yardımı alabiliyor. Mülkiyetsizlik aslında yeniden inşa sonrasında aynı mahallelere dönememe gibi önemli bir sorunu da beraberinde getiriyor. Şu an aslında bizler için en önemli sorun bu. Deprem öncesinde yaşadığımız bölgelere dönebilecek miyiz? Yeniden bir arada olabilecek miyiz? Toplu bir şekilde yaşayabilecek miyiz? Ya da dağıtılacak mıyız? Antakya’dan göç etmememiz için bir şey yapılmayacağı kesin. Ama bunun hukuki mücadelesini vermek için hazırız. Başta Sıfır Ayrımcılık Derneği olmak üzere buna direneceğiz. Nasıl Sulukule’de bir direniş hikayesi yazıldı, biz de Antakya’da Emek Mahallesi için bu direniş hikayesini yazabiliriz diye düşünüyorum. Kendi hakkımızı savunmamız gerekiyor. Yine yeni bir yaşam alanı oluşturulabilir. Romanlara yönelik sosyal konut adı altında sözler verilmişti depremden önce Türkiye genelinde. Bu sözü biz 2011’deki Roman açılımında da duyduk ama şu ana kadar herhangi bir şey yapılmadı. Ama sosyal konut projesi Sulukule’de olduğu gibi ters de tepebilir. Oradaki insanları Halkalı’ya taşıdılar ama neredeyse hiçbirisi yaşayamadı orada. İşte o yüzden bizim de savunduğumuz şey, kendi bölgesinde, kendi arazisinde, yerinde iyileştirme. Yani bu insanları alıp TOKİ’ye yerleştirdiğinizde olmuyor. Sulukule’de örnekleri var. Bu insan TOKİ’deki birinci kattaki evine alıp atını bağlıyor. Bu insanların yaptıkları meslek belli, zanaat belli, yaşam tarzları belli. O yüzden bu insanları kendi yaşam tarzlarına uygun bir biçimde yerleştirmek en uygun olanı olacaktır diye düşünüyorum. Depremin 7. ayındayız artık. Domlar ve Abdallar için bu süreç nasıl yaşandı? Depremin 7. ayını geride bıraktık ve bu süreçte normalleşme adımlarından en az faydalananlar kimler derseniz, Dom ve Abdal gruplarıdır. Hatay’da kalan ve imkanı olmayan insanların geçim kaynaklarından biri olan hurdacılık tamamen yasaklandı ve polis şiddetiyle karşı karşıya kaldılar. Ayrımcılık ve ötekileştirmelere maruz bırakıldılar. Biraz önce söylediğim gibi göçe mecbur bırakıldılar. Kalanlar da kendi kendilerine yetmeye çalışıyor. Kırıkhan bölgesinde şu anda yaklaşık olarak 200 hane halen derme-çatma çadırlarda hayatlarını idame ettiriyor. Antakya’nın çok kültürlülüğü bu dönemde çok gündeme geldi. Ama Roman gruplarının bu çeşitlilik içinde adları neredeyse hiç anılmadı. Aynı şekilde, yeniden inşa tartışmalarında bu çeşitliliğin kaybolması riski epey gündeme geldi ama Domlardan, Abdallardan bahseden olmadı. Bu görünmeme hali ne hissettiriyor? Bizim için alışıldık bir hikaye. Antakya yerelinde de bizi tanıyamadılar. Bizi Antakya’da da "kurbat" olarak bilirler. Kendi içinde kötü bir anlamı yok. Gurbetten türemiş, göçebe anlamında bir kelime. Bizi aşiret diye bilirler, Dişçiler derler, gümüşçüler derler, kalaycılar derler ama hiç Dom diyemezler. Domlar nedir, ne yaparlar, ne ederler, bilmezler. Bizim bunu düzeltmemiz lazım. 2009’da başlayan sivil toplum maceramızın hedefi de buydu. Görünmeyeni göstermek, duyulmayana ses olmak, kendimizi tanıtmak ve hakkımızdaki yanlış algılar düzeltmek. Biz bunu devam ettirdikçe görüleceğimize inanıyorum. Bunu Antakya özelinde söylemiyorum sadece. Biz elbette biliniyoruz ama yanlış bilindiğimiz için korunması gereken kültürler içinde sayılmıyoruz. Uğraşımız bunu değiştirmek. Çok vakit alacak ama illa ki bir gün olacak. Eklemek istediğin bir şey var mı? Emin Dom Iştınne Dünyem Hindi Tüm Mansın Hezkerne, Menge’ne Örinşi Emin Hezlekrır. Biz Dom Milletiyiz Dünya Üzerindeki Tüm İnsanları Severiz. İsteriz Ki Onlar da Bizi Sevsin. Mehmet Kuyumcu
- Elbet Bir Gün Yeniden Antakya
Bir şehrin yası nasıl tutulur, bilmiyorum. Yas tutmak için önce, yas tutacağımız şey her neyse, onun artık bittiğini kabullenmek gerekir. Bitti mi Antakya? Bitmediğine ve bitmeyeceğine inanarak yürüyordum şehrin merkezinde. Issızdı. Jandarma devriye geziyordu. Neredeyse hiç bina kalmamıştı. Birkaç esnaf dükkânını açmış umutla bize bakıyordu ki, o umudu geri çevirmek ne haddimize. Gülümseyerek “hayırlı işler” deyip baktık baharatlara, tuzlu yoğurda, ceviz reçeline. Antakya’da doğdum ben ama babamın memuriyeti sebebiyle şehir şehir dolaştık, yaşayamadım Antakya’da. Hep hasretle özdeşleştirmiştim onu ama şehir orada duruyordu işte. Dedem ve anneannem o portakal bahçesine bakan balkonlarında rüzgar esintisi eşliğinde oturup sohbet ediyorlardı mesela. Her evin önündeki asma altlarında ise öğleden sonrası çayları içiliyordu. Kuzenlerim pamuk tarlasında çalışıyordu yazın, onlar çok çalışırdı. Çalışkanlık, kendi yağında kavrulan bu şehrin insanlarını anlatan kelimelerden biriydi şüphesiz. Sonra? Sonrası kesinlikle neşe. Akdenizliliğin getirdiği sıcakkanlılık, keyfe düşkünlük, şarkılı, türkülü sofralar. Ayrıca Antakya’ya sonsuz aşk duymak da Antakyalı olmaya dahil. Her yerde Antakya’yı bulamayacağını bilen hemşerilerimin her yere Antakya’yı götürme çabası. Koliler. Kolilerin içinde sürk peynirleri, biberli ekmekler, kaytaz börekleri. Bayramlarda sini sini dizilmiş içli köfteler. Kazanda kaynayan hırisiler. Ve kahve. Kahve mühim. Antakya dokunuşuyla çifte kavrulmuş olan ve kaynatılarak yapılan köpüksüz kahve. Sabahları uyanmanın ilk koşulu bu kahveyi içmek. Sabahlar ise artık hüzünlü. Birlikte kahve içtiğimiz dostları yitirdik, kahve kokan evlerimiz ise enkazlara dönüştü. Aslına bakarsanız 6 Şubat’ta güneş doğmadı. O sabaha kavuşamadık. Zaman geçti ama deprem sindi tüm benliğimize. O acı, gözlerimizde yaş olarak duruyor her an akmaya hazır şekilde. Kalanlar elbette birbirine sarılıyor, dağılmamışlarsa yurdun dört köşesine. Hüzünlü bir şiir biliyorum. “Memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi daha uzak” diye soruyor şair. Memleket diyorum. Çok uzak. Bir şehrin yası nasıl tutulur, bilmiyorum. Bilmezden geliyorum belki de. Bir gün yeniden Atatürk Caddesi'nde buluşacağız. İşte şimdi mütebessim ifademi takınıp hayal kuruyorum. O güzel geçmişin temeliyle bir gelecek inşa ediyorum zihnimde. Atatürk Caddesi buluşma yerimiz. Muhtemelen bir iddia sonucu ısmarlanan dondurmalar elimizde. O şimdi, düşününce bile içimizi sızlatan kalabalığa karışarak Saray Caddesi’ne doğru yürüyoruz. Eski Meclis Binası’nın önünden geçerken “Ne şahanesin ama” diyorum, “Fıstık gibisin.” Acelem dahi olsa mutlaka ona selam veriyorum oradan geçerken. Daha sonra kendimizi köprü korkuluğuna yaslanmış dinlenirken buluyoruz. Asi’de sular yükselmiş bu sefer, yağmur güzel yağmış anlaşılan. Nihayet Saray Caddesi’ne vardığımızda epey acıkmış oluyoruz. Doğrusu tok iken bile açız orada. Dershanelerden gençler çıkıyor, ne curcuna ama -kaçı hayatta şimdi acaba?- onların yüzlerinde umudu da görüyorum kaygıyı da. Yürümekten yorgun düşüyoruz ama el işi ürünler satan şu dükkanlara bakmasak olmaz. Bakalım. Ah şu dükkândan sarı ışıklar sızıyor, kim bilir ne satıyorlar. Tamam, buraya da bakalım. Defne sabunu almak iyi fikir de onu teyzem yapıyor zaten ve laf arasında bizim nenelerimiz hep defne sabunu kokuyor. Peki, başka ne alsak? Kurtuluş Caddesi’ne çıkalım önerisi geliyor. İpek şallara bakarız. Hayır hayır, önce yemek. Aramızda “ne olur yemek yiyelim” diye yalvaran bakışlar var ve elbette etrafı saran dürüm kokusunun cazibesi. Gülüşerek oturuyoruz bir dürümcüde. Hatay salçasıyla kızarmış o mis gibi kokan maydanozlu dürümler geliyor. Turşu, tamam. Ayran, olur. Birinciler bitmeden ikinciler söyleniyor ve biz de söylenmeye başlıyoruz yine: “Bu şehirde zayıf kalabileni tebrik etmek lazım.” Karnımız doyunca ayaklanıyoruz, “Kurtuluş Caddesi kimin fikriydi? Hadi gidelim.” O daracık sokaklarda avlulu evlere iç geçirip kiliselere hayranlıkla bakarak varıyoruz tarihi caddeye. Ah bu binalar! Şimdi çoğu işyeri olan bu evlerde kimler yaşadı, nasıl bir yaşam sürdüler acaba? Evlerin kapılarındaki ve pencerelerindeki güzelim işlemelere bakıyoruz ve karar veriyoruz: Özen varmış yaşamlarında. Hiçbir şeyi bilemesek de emin olduğumuz tek şey bu. Deminki dürüm isteyen aç gözler, bu sefer Affan’ı işaret ediyor. Güle oynaya o görkemli binaya şöyle bir bakıp haytalı yemek üzere içeri giriyoruz. Güzel bir gün akşama dönüyor. Bir dahaki sefere Harbiye’ye gider miyiz, gideriz. Ana yemek gelmeden mezelerle de bir güzel karnımızı doyurur muyuz, doyururuz. Bütün sözleşmelerimizin bir ucunda yemek olmasına gülüyoruz. “Hadi” diyor birisi, “Uzun Çarşı’ya geçelim.” Kaybolmadan gezmeyi başarırsak kendimizi künefeyle ödüllendiririz. Sahi müze kaçta kapanıyor, yetişebilecek miyiz oraya akşam olmadan? Başka sefere artık. Habib Neccar? Başka sefere. Samandağ? Başka sefere. Vakıflı? Başka… Bir hayalden uyanıyorum böylece. Anılar nasıl da acıtıyor insanın canını. Ama umut da şart. Hem şarkıda ne güzel diyor: “Elbet bir gün buluşacağız / Bu böyle yarım kalmayacak.” Kavuşmaya inancım tam ama kayıplarımız kalbimizdeyken belli ki bu biraz yarım kalacak. Payımıza düşen yarım kalmakmış Antakyam, hadi sarılalım, tam olamasak da güçleneceğimize inancım tam.
- Suriye: Çocukluğumdan kalan ve bugün
Doğduğum, büyüdüğüm şehrin hem yanı başında hem de bir o kadar uzağında duran, çocukluğumdan beri hakkında nice hikayeler duyduğum ülke, Suriye. Hakkında hep güzel sözler duyduğum, sevgiyle anılan Suriye, ben büyüdükçe maalesef savaşla anılmaya başlandı. Evin içinde annem, babam dahi Suriye’yi sadece eski günleri yad ederek anar oldular. Büyüdüm ve Suriye benim için çoğu zaman akşam haberlerinde savaşla veya Türkiye’deki düzensiz göç konusuyla anılan bir ülke haline geldi. Halbuki benim çocukluğumdan bildiğim, dinlediğim Suriye yasemin kokulu Şam’dı, gümüş çatal-bıçak almaya çarşısına gidilen Halep’ti, sahili öve öve bitirilemeyen “aynı Samandağ” denilen Lazkiye’ydi. Şam’ın eski sokaklarının ne kadar Antakya sokaklarına benzediği, Antakya’daki Uzun Çarşı’nın Halep’teki çarşının nasıl tıpkısı olduğu giden kimsenin dilinden düşmezdi. Ben de ne zaman Suriye konuşulsa bir yandan aklımda hep bu anılarla ama bir yandan da çocukluğumdan duyduğum Suriye fikriyle ikiliğe düşüyordum. Suriye hakkında anlatılanın, gösterilenin ötesi olamaz mıydı? Madalyonun her zaman iki yüzü olduğunu biliyordum, bu yüzden kendime sormadan edemedim: Benim büyürken Suriye’nin geçmişine dair duyduklarım ve sonrasında çok maruz kaldığım savaş gerçeği Suriye madalyonunun bir yüzü ama orada kalanlar ve hala bir şekilde hayatına devam edenler, yaşadığı yeri “eskisi gibi güzel” tutmaya çalışanlar da madalyonun diğer yüzü olabilir miydi? Yazıya tam başlamadan önce bu yazının odağının düzensiz göç ve savaş gibi konular olmayacağını belirtmek istiyorum . Konu Suriye olunca bunları yıllardır duyuyoruz ve dinliyoruz zaten. Ben bir Antakyalı olarak, depremde ailemi ve gözbebeğim gibi sevdiğim canım şehrimi kaybettikten sonra Suriye’ye giderek çocukluğuma ve ailemin bana anlattıklarına küçük bir gezi yapmak istedim. Orada da bize anlatılanın veya gösterilenin dışında da bir gerçeklik olduğunu gördüm. Bu yazımda orada Antakya’yla nasıl bağlar kurduğumu ve belki de çok bahsi geçmeyen ama hala orada yaşayan insanların da gerçeğine değinmek istiyorum. Bu gezide yanımda Samandağ’dan arkadaşım Ece de vardı. Ece’yle depremde canımız gibi sevdiğimiz Arapça hocamız Fida’yı kaybettik. Kendisi Suriye’den her bahsettiğinde gözleri parlardı. Bize Lazkiye’nin sahillerini, Halep’in kalesini, Şam’ın yasemin kokusunu anlata anlata bitiremezdi. Suriye kültürünü bize sevdiren insandı kendisi, melekten farksızdı. Mekanı cennet olsun. Biz de Fida’nın ve ailelerimizin anlattıklarını yanımıza alıp bir Samandağlı ve bir Antakyalı bu gezi sayesinde özümüze, kültürümüze, farklı bağlarımıza ve içimize doğru bir yolculuğa çıkmış olduk. Bu yazıyı okurken gözlemlerimin ve paylaştıklarımın Antakya’da dinlediğim anılar ve bu gezi sırasında gördüklerim üzerine olduğunu unutmazsanız sevinirim. Ece ile Lübnan’dan Suriye’ye geçerken, Suriye sınırında. Biz gezimize Beyrut’tan Şam’a geçerek başladık, çünkü hala Türkiye sınırından Suriye’ye geçiş mümkün değil. Şam’da kalacağımız yere varır varmaz ilk yaptığım hemen teyzemi aramak oldu, çünkü kaldığımız ev benim anneannemin eski avlulu Antakya evinin aynısıydı! Teyzem de telefondan bana sadece “Ben sana dememiş miydim?” dedi. Bir anda o kısa şortlu, avludaki ağaçtan meyve koparmaya çalışan küçük Yiğit oldum sanki. Sonrasında Şam’ın sokaklarında turlamaya başladık. Bu gezimiz deprem sonrasına denk geldiği için midir, bilmem ama sokaklarda yürüdükçe sanki deprem öncesi eski Antakya sokaklarında yürüyormuşum izlenimine kapıldım. Sanki Tristapena’yı tekrar göreceğim, Ehliddar’ın önünden geçeceğim, birinde oturup süvari Türk kahvesi içeceğim. Bir de üstüne girdiğimiz her dükkan bize kahve (aynı bizim gibi acı mı acı kahve!) ikram etmez mi? Tamamen karar verdim, burası buram buram Antakya! Ne kadar da yakınmış kültürlerimiz aslında. Çok etkilenmiş olmalıyız, çünkü tüm o sokaklarda geze geze geceyi getirdik. Gece nereye geçsek diye dolanıp bakınırken bir baktık “Ya Tabtab Wa Dalla”, “Allah Aleek Ya Sidi” sesleri geliyor bir mekandan. Baktık birileri düğün çıkışı eğlencesine gelmiş arkadaşlarıyla. Arapça şarkılar, halaylar hem içip hem eğleniyorlar. E dedik bu Antakya düğünleri? Hemen katıldık gece eğlencesine. Bizim için bir geceliğine sanki Antakya yıkılmamış da orada bir düğüne katılmışız gibi hissetmek çok garip bir histi. Hem mutlu hem de bir yanımız buruk bir şekilde insanları izledik. Burada da demek ki kalanlardan sosyo-ekonomik durumu iyi olan, bu eğlence mekanlarını karşılayabilen insanlar (Suriye’de kalanlar için buralara gitmek çok pahalı, genel olarak gelir durumu iyi olan insanlar ve onların çocukları bu partilere katılabiliyorlar) hala kendi kültürlerine göre eğlenmeye devam edebiliyorlardı. Bizim için ne kadar kötü şey yaşanırsa yaşansın bu ihtimalin olduğunu görmek bile umut vericiydi. Şam’da kaldığımız yer ve eski Şam evleri Odamızın pencereleri Şam sokakları Şam’da şehir merkezinde her ne kadar umut vaat eden bir tabloyla karşılaşmış olsak da tüm ülke için tablonun böyle olmadığını tahmin etmek zor değil. Sadece fiziksel yıkımdan da bahsetmiyorum burada, aslında tüm ülkede insanlar üzerindeki manevi yıkım da fazlasıyla ağır. Hiç unutmuyorum, Şam’da şehri terk etmeden önce şehre yukarıdan bir baktık. Apartmanlar çoğu terk edilmiş ve boş dairelerle doluydu. Yanımda Suriye’den, orada tanıştığım bir kişiye “Bu apartmanların çoğu boş değil mi?” diye sordum ve bana “Keşke içi boş olanlar sadece apartmanlar olsaydı. Biz kalanların da içi boş artık. Gelecekten ne beklediğimizi bilmiyoruz ama yaşamaya devam ediyoruz” dedi. Aslında bu tarz diyaloglar galiba depremden önce beni bu kadar da etkilemezdi ama yaşadığımız depremden sonra her ne kadar Suriye’de kalanlar kadar anlayamayacak olsam da galiba “içi boş bir şekilde hayata devam etmenin” ya da “devam etmeye çalışmanın yollarını aramanın” ne demek olduğunu tahmin edebiliyorum. Yine de bu kadar uzun yıllar süren iç savaşı görmüş insanların ne olursa olsun hayatlarına devam ediyor olmaları ve şehirlerine sahip çıkmaları beni umutlandırdı. Bizim de kendi şehrimiz için ne felaket gelirse gelsin bağımız sürdüğü sürece onu yaşatacağımıza dair inancımı harmanlamış oldu. Şam, tepeden bir fotoğraf Şam’dan bir sonraki durağımız Homs, Türkçesiyle Humus şehri oldu. Galiba savaşın gerçekliğiyle en çok yüzleştiğim ve zıtlıkları en çok gözlemleyebildiğim şehir burası oldu. Bir bina üzerinde kaç mermi izi olabilir? Bu soruyu kendime Beyrut’u gezerken çok sormuştum ama Humus’ta bu soru daha da aklıma takıldı. Şehir maalesef yerle bir olmuş ve savaşın izlerini her yerde görmek mümkün. Binalarda mermi izleri, yürüdüğümüz yerlerde bomba izleri, yukarıdan bombalanmış binalar… Bunlar aslında medyadan gördüğümüz görüntülerdi ama insan karşısında bu gerçekliği bir anda görünce sanki daha önce hiç görmemiş gibi şok geçiriyor. Buna rağmen, benim en çok şaşırdığım kısım şehrin yıkılması değil, şehirde kalanların tekrar ve tekrar şehri yeniden ayağa kaldırmak için olan çabası oldu. Mesela, onca yıkıntı arasında çarşıyı geziyoruz ve birileri hala ürünlerini satıyor. Çarşının ortasında yıkıntılar arasına biri kahvehane açmış, çatısını orada kalanlar rengarenk bir şekilde imece usulü koymuşlar üstüne. Kahve içiyoruz orada ve sahibi “Ehleen!”[1] diye bizi karşılayıp sonra para almamak için ısrar ediyor. Humuslu rehberimiz bizi savaş sonrası yazılmış duvar yazılarının önüne götürüyor ve barış yazılarını gösterip şehrin çok kültürlü yapısını anlatırken gözlerinin içi parlıyor. Orada anladım aslında gitmek zorunda olan kadar kalan için de zor buralar ama biz kalanların hikayelerini duymuyoruz. Aslında kalanın hayata tutunma hikayesi de zorluklarla dolu. Suriye bana gitmenin de kalmanın da politik bir tercih olmak zorunda olmadığını gösteriyor bir yandan. Hatta belki de tercih bile olmadığını bazen. Şartlara göre şekilleniyor durum birçoğu için. Belki de sıkıntı “Suriyeliler” hakkında konuşurken bizim hep homojen bir grup düşünmemiz ve Suriyelileri tek bir görüşten insan topluluğu olarak kodlamamızdır. Halbuki Suriye insanı da Hatay insanı gibi karmakarışık, çokkültürlü ve heterojen. Beni en çok etkileyen ve kendine hayran bırakan özelliği de bu oldu zaten şehirlerde. Humus, çatısı yapılmış o kahvehane Humus’ta şehrin Antakya’yla bağını en çok hissettiğim kısım galiba oradaki Ortodoks Kilisesi’ni ziyaret ettiğim kısım oldu. Papaz Antakyalı olduğumuzu öğrenir öğrenmez bizi kapıda karşıladı. Antakya’daki Ortodoks Kilisesi’nin yıkıldığını duyduklarından beri ne kadar üzüldüklerini, aslında Antakya’daki kilisenin hala patrikliğin merkezi sayıldığını söyledi. “İlk günden itibaren sizinle birlikte üzülüyoruz, bizler sınırın iki yanındaki kardeşleriz aslında, topluluklarımız benzerdir” dedi. Sonrasında ise bize tüm “Sancak”[2] ve “Antakya”nın yeniden eski güzel günlerine devam edebilmesi, yeniden inşa edilebilmesi için Süryanice dua okudu. Öyle anlarda insan yalnız olmadığını hissediyor, aslında yıllardır bize uzak gelen komşudan insanlarla nasıl eskisi gibi gönüldaş olabileceğini düşünüyor. En azından ben öyle düşündüm. Kiliseden kutsal sularımızı alıp ayrıldık ve papaza “Ma es’selama”[3] deyip çıktık. Farklı dillerde, farklı inançlarda aynı niyetlerle edilen duaları ne kadar özlemişim. Antakya’yı ne kadar özlemişim. Antakya adına duamızı ettiğimiz o kilise, Humus Humus’tan sonra rotamızı Halep’e çevirdik. Halep’te de maalesef Şam’da gördüğümüzden farklı bir tabloyla karşı karşıya kaldık. Yıkılmış, bombalanmış bir şehir. Her tarafında enkazlar var. Halep’le ilgili bu kısımlar medyada da çok gördüğümüz kısmı olduğu için ben tekrarlamayacağım. Halep rahmetli babamın en sevdiği şehirdi. “Halep insanı bir başkadır, kültür seviyesi yüksektir” derdi. Oradaki udlara meraklıydı. Kendisi de ud çalardı. Çarşısından kendime küçük bir ud alıp babamı anarak yoluma devam ettim. Halep Kalesi’ni gezerken şehrin ne kadar kalabalık olduğunu düşündüm. Yanımızda rehber bize savaşın Halep’i ne kadar vurduğunu, karşılıklı kapıların bile mermi izleriyle kaplı olmasının manidar olduğunu, çünkü burada gerçekten komşunun komşuyu vurduğu çatışmaların yaşandığını anlattı. Şu anki haliyle bile bu kadar güzel durabilen bir şehirde (eski halini düşünemiyorum bile, galiba haklıydın baba!) her sabah günaydın dediğin komşunla silah silaha gelmek ne kadar zordur, bu gerçekliğin yaşandığını bildiğin yerde hayatı yeniden kurmaya çalışmak ne kadar zordur, kim bilir? Bir de tüm bunların üstüne burada kalanlar bir şekilde şehri eski günlerine kavuşturmaya çalışırken depremin denk gelmesi, ne talihsizlik! Enkazların önünden geçtik. Çoğu kaldırılmamış. Yaptırımlardan dolayı yardım malzemelerinde bile eksiklikler olduğu için halk kendi gücüyle enkazın altında kalan yakınlarını çıkarmaya çalışmış, ona da güçleri yettiği kadar. Çıkanların çoğu da yine hastanelerdeki eksiklerden dolayı hayatını kaybetmiş. Çoğu çıkarılan insana hastanelerde gerektiği gibi bakılamamış da zaten. Depremde çok büyük acılar yaşayan biri olarak Halep’te kalanlarla en yakın hissettiğim an o andı galiba. İki laflarından biri kaybettiklerine rahmet dilemek ve de şehri geri o eski güzel günlerine getirmenin heyecanı. Aynı bizim gibi. Belki de o kadar yaşanan trajediye rağmen dayanabilmenin yolu her sabah uyandığında bir amaçla uyanmaktan geçiyordur. Belli ki Halep’tekilerin (en azından benim tanıştıklarımın, duyduklarımın) amacı da bizler gibi şehirlerini eski parlak günlerine geri getirmek ve huzuru hakim kılmak bu ortak coğrafyada. Umarım bir gün yine bu şehirlerde hüzün, yıkım ve vefatlar değil, güzellikler ve selamet görebiliriz. Halep Çarşısı, bir yandan restore edilen taraflar bir yandan hem depremden hem savaştan enkaz ve yıkıntı halindeki kısımlar Halep Çarşısı, Antakya Kapısı. Buraya bu adın verilmesinin nedeni bu yol takip edildiğinde yolun Antakya’ya çıkmasıymış. İki şehrin bağları çok eski tarihlere uzanıyor. Suriye’de son duraklarımız Lazkiye ve Keseb oldu. Benim için tüm gezinin en önemli kısmı burasıydı, çünkü tüm gezimi aslında bunun için planlamıştım. Lazkiye rahmetli annemin en sevdiği şehirdi Suriye’de. “Sahilleri ne kadar güzel, insanları ne kadar modern derdi” hep. Savaştan önce Lazkiye’ye gitmişti teyzem ile annem ve oranın ünlü otellerinden Hotel Le Meridien‘de kalmıştı. Öve öve bitirememişti oteli de sahilini de. Oradan da iki fotoğrafı kaldı bana depremden sonra. Ben de Lazkiye’de, gezi partnerim Ece’yi yanıma alıp oraya götürdüm. Aslında annemle savaş bittiğinde Lazkiye’ye tekrar gitme sözü vermiştik birbirimize, fotoğrafları tekrarlayacaktık. Hayat böyle ama işte, kısmet olmadı. Fotoğrafları 16 yıl sonra bu sefer annemsiz tekrarladık. Gerçekten de Lazkiye annemin anlattığı gibi çok güzel bir şehir. Güneşi de deniz esintisi de insanı Samandağ’da oturuyormuş gibi hissettiriyor. Yolda giderken geçtiğimiz yeşillikler, evlerin tipi, insanların giyimi, konuşma tarzı hepsi Samandağ’ın aynısı. Sınırla ayrılmış olsa da Lazkiye ve Samandağ, bu sınır kültürleri ayıramamış. Aynısı Keseb için de geçerli aslında. Oradan sınıra gidip Yayladağı’na gitmeden önce Keseb’te bir lokantada oturduk. Bir baktık çalışan Ermeni abla bizimle Türkçe konuşuyor! Yemekler de bizim Antakya ve Samandağ yemeklerinin aynısı, inanılmaz lezzetli. “Acaba savaş olmasaydı ve sınırlar kapalı olmasaydı ne kadar sık gidip gelirdik?” diye düşünüp veda ediyoruz lokantaya sınırdan Türkiye’ye girmek için. Her ne kadar yazı boyunca geziden bahsetmiş ve diğer meselelere çok girmemiş olsam da galiba kendimi tutamayacağım ve “tehlikeli konular” üzerine de bir iki kelam edeceğim. Başta da anlattığım üzere bu gezi aslında özümüzü, kültürümüzü anlamaya ve anne, babalarımızın, Fida’nın bizlere anlattığını kendi gözümüzle görmeye ve içimize doğru bir yolculuğa çıkmaktan ibaretti. Oraya gidince ise bu gezi medyada gördüklerimizi bizi sorgulatan bir geziye dönüştü. Bir tarafta bomba izleri, mermi izleri, deprem yıkıntıları; öbür tarafta da yeniden yapılmış, restore edilmeye çalışılan eski yapılar, evler. Özellikle Humus’un heterojen yapısı ve yaşanılanlar beni çok düşündürdü (kim bilir belki de Antakya’yı anımsattığı içindir) ve kendinden olmayanı sindirmeye çalışmanın, “öteki”ye düşman olmanın ne kadar ağır sonuçlar doğuracağını belki de en acı şekilde gösterdi. Peki sadece bunlar üzerine mi konuşmalıyız konu Suriye olunca? Suriye bundan mı ibaret? İşte ben Suriye denilince sadece bu konular üzerinde dönüp dolaşmayı yanlış buluyorum. Suriye bundan çok daha fazlası. Evet içinde acıyı da, travmayı da, yıkımı da, hüznün en ağırını da barındırıyor. Ama bundan ibaret değil. Medya Suriye deyince sadece yıkılmış binalar, ağlayan çocuk videoları ve toz içinde kalmış caddeler gösteriyor. Suriye ülkeyi terk eden ve etmek zorunda kalanlar için kolay bir ülke olmadığı gibi maalesef kalanlar için de öyle kolay bir yer olmadı. Buna rağmen oradaki insanlar bir şekilde hayata tutunmaya devam ediyorlar. Nasıl mı? Bütün yazımda anlattığım gibi tekrar tekrar yeniden inşa ediyorlar şehirlerini, ülkelerini. Tur rehberimiz bize bir hikaye anlattı gezi sırasında. “Dostlarım savaş başladı, beni aradılar iyi misin diye. IŞİD şehrimize dayandı beni aradılar yine. Yangın çıktı, aradılar. Deprem oldu aradılar. Şimdi aramıyorlar belli ki sana bir şey olmaz diyerek. Humus da benim gibi işte.” Aslında kalanların tüm hikayesi burada gizli. Ne olursa olsun devam etmenin bir yolunu buluyorlar. Belki zorunluluktan, belki sabah yataktan kalkmaya sebep bulmaktan, belki de böyle olması gerektiğini düşündüklerinden. Ama bir yolunu buluyorlar. Kahve içeceğin bir yer açıyorlar mesela, tavanını tüm şehir imece usulü yapıyor. Oraya gidiyorsun, yerlisine destek olmak istiyorsun. Hesabı ödemeye kalkınca sana “Le valla habib”[4], “alamayız, sen misafirsin” diyorlar. Her dükkanda “Ehlen ‘u sehlen” (Hoş geldin/hoş geldiniz) duymaya devam ediyorsun, o kesilirse şehrin tüm tadı asıl o zaman kaçacakmış hissini görüyorsun insanlarda. İnternetten dil öğrenip tur rehberliği yapmaya başlıyor başka bir yerlisi. Turistlere derdini istediği gibi anlatıp ek gelir edinebildiği için hayata tekrar umutla bakıyor. Ben kendi adıma orada tanıştığım Suriyeli arkadaşlarımdan çok hayat dersi biriktirdim. Orada tanıştığımız herkes bize siyasetten, politikadan bıkmış, usanmış olduklarını söyledi. Konuşamadıklarından mı gerçekten bıktıklarından mı bilinmez ama bana bıkmaları için pek çok sebep var gibi geldi bu gezimde. Suriyelileri hep homojen ve tek sesli bir grup olarak düşünüyoruz ama içinde binlerce farklı görüş ve renk var. Bu renkleri griye ve savaşa sıkıştırmak bana hiç doğru gelmiyor. Bu coğrafyadan olmayanın ben bu “hayatta kalma çabası”nı tam olarak anlayabileceğini pek düşünmüyorum ya da anlamak için çok çaba sarf etmesi gerekiyor. Büyük ihtimal savaş dışında gelen fotoğraflara farklı farklı yakıştırmalar yapıp yine görmek istedikleri “mağdur” insana odaklanacaklar veya başka bahaneler bulacaklar bu fotoğraflar için deprem bölgelerinde olduğu gibi. Bizlerin ise gerek aynı coğrafyayı paylaşmamızdan gerekse kaderlerimizin, tarihlerimizin çok da uzak olmamasından bu madalyonun iki yüzü olması olayını anlayacağımızı ve paydaşlık edebileceğimizi düşünüyorum. Umarım Suriye için, tüm Suriyeliler için güzel günler uzak değildir. Çok güzel bir ülke Suriye ve bana kalırsa göz bebeği gibi bakılmayı hak ederken son yıllarda yaşadıkları kalbimi acıtıyor. Seninle tekrar buluşmak dileğiyle Suriye. Kendine iyi bak. Humus, yeniden restore edilen Halid bin Velid Camii Annem, babam, Fida, Eylem Abla, Güngör Teyze ve Antakya’da kaybettiğim tüm sevdiklerim, bu yazıyı size adıyorum. Galiba bu geziden sonra bütün bu yazdıklarımı en çok sizinle karşılıklı bir Türk kahvesi eşliğinde konuşmak isterdim. Ne yazık ki deprem aldı götürdü bu ihtimali ellerimden. Umarım her neredeyseniz, beni görüyorsanız bu yazıyı okursunuz. Sizinle hep konuştuğumuzu yaptım ve gezi boyu hep sizleri andım. Sizi çok özlüyorum ve çok seviyorum. Hepiniz hala bana yol gösteriyorsunuz (evet Suriye gezimde bile!). Hayatımda kalmaya devam edin böyle. Behibkon[5]. [1] Arapça “hoş geldiniz” demek. Hatay’da hem bir mekana girerken hem çıkarken söylenir. [2] Fransız işgali döneminde Hatay, İskenderun Sancağı, kısaca Sancak olarak anılmıştır. Suriye’de de çoğu kişi hala Sanjaq/Sancak olarak bilmektedir Hatay’ı. [3]Tam çevirisi “Selametle, barışla”. Arapçada hoşçakal anlamında kullanılıyor. [4]“Hayır valla canım” demek Arapça’da. [5]“Sizi seviyorum” demek Arapça’da.
- Bir ömür dayanışma gücünü beraberinde getiren buluşma: Hataylı Kadınlar Dayanışıyor
Soluğumuzun kesildiği her an, “gel, ben buradayım” diye aile şefkatiyle bize kollarını açan evimiz, Antakya’mızın, Hatay’ımızın anısına, biz Hatay kadınları nerede olursak olalım birbirimizle dayanışmayı kendimize bir borç bildik. Evimiz bize bunu öğretti. 29 Temmuz 2023 Cumartesi günü Şişli Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Merkezi’nde depremden sonra İstanbul’a gelmek zorunda kalmış Hataylı kadınlar olarak buluştuk. Neden sadece kadınlarla buluştuğumuz ise merak konusuydu. Çünkü bir kadını en iyi yine başka bir kadın anlayacaktı. Kadın olmak her dönemde, her yerde çok zor. Hele ki yeri yurdu yıkılmış, kolu kanadı kırılmış bir kadınsan… “Kültürümüz, evimiz, varlığımız, hatıramız, geçmişimiz ve geleceğimiz…” Her şeyimizin… şehrimizin artık bizi çağıracak mecali kalmadığı gün; kadın olmanın ağırlığını taşımak zorunda kaldık bu yüz yılın en acımasız felaketinin kadınları olarak. Çünkü kadınların mücadelesi başkaydı. Var olma, varlığını kanıtlama mücadelesi başkaydı. “Gel ben buradayım” diyeni kalmayan kadınlara “git” denilen bir coğrafyada kadın olmak, başkaydı. “Gidecek yerim yok, tutunacak kimsem yok, sarılacak ailem yok…” diyen kadınlarla “senin kimsen yoksa ben her şeyimle sende varım” diyen kadınların kucaklaştığı andı Hataylı Kadınlar Dayanışıyor Buluşması. Depremden sonra ailesini, eşini, evini, işini… hayatını kaybeden ve İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere göç etmek zorunda kalmış Hataylı kadınların birbirlerinin dertlerine ortak olabilmek için düzenledikleri buluşmaydı her şeyden önce. Ortak acıların, ortak dertlerin, hüzünlerin buluşması aslında. Belki de kadın olmanın zorluğunu kadınların yanında unutmak isteyecek kadar güç bir buluşma. Kiminin annesi, kiminin bebeği, dostu, sevgilisi, kiminin komşusu günlerce yardım eline muhtaç kalmış kadınlar her gün; mutluluğu hak ediyorlar diye makul mağdur kalıplarının içine sıkıştırılmaya çalışarak yadırganan bakışlara maruz kaldı. Depremden sonra yeniden hayata tutunmaya çalışan, çalışmak için şehrini terk etmek zorunda kalan, makyaj yaparak, giyinerek kendini iyi hissetmek isteyen, bir an olsun müziğe kendini kaptıran, yeniden gülmek isteyen kadınlara destek olan güzel yürekler kadar zehirli yürekler de vardı. Acısını yüreğinden ve zihninden asla atamayan ama zamana kendini bırakarak iyileşmek isteyen herkese yapılan zorbalıklar gibi; kadınlar da bu acımasız söylemlere maruz kaldı. Ve Hataylı Kadınlar Dayanışması işte tam bu yüzden, “korkma ben buradayım” demek için, ortak acının ardından gelecek birliktelikle sevgiyi de anlayışı da hissettirmek amacıyla ortaya çıktı! Sosyal medyada “hadi buluşalım, birlik olalım” çağrısı yapıldıktan sonra herkesin buna ihtiyacı olduğunu fark ettiğimiz an doğru yolda doğru adımlarla ilerleyeceğimizi anladık. Geciktirmeden “bir kişi bir kişidir, bir yüzü güldürmek bin mutluluğa bedeldir” diyerek Hatay Dayanışma Derneği’nin yolunu tuttuk. “Neye, ne zaman ihtiyacınız olursa, buradayız” cevabıyla buluşmamızı ekim ayından ağustos ayına çektik. Ne kadar erken, o kadar iyiydi… 100’e yakın Hataylı kadın, 29 Temmuz Cumartesi günü ilk buluşmamızı gerçekleştirdik. Neyle karşılaşacağımızdan emin değildik. Göz yaşıyla, kederle, dertle nasıl mücadele edilir bilirdik ama bu kadar kadının acısına ortak olmaya çalışmak büyük bir korkuydu. Sonra kahkaha sesleri yükseldi salonumuzdan. Birbirine sarılan, ağlayarak gülen, şiir okuyan, şarkı söyleyen, derdini anlatan, dertleri dinleyen… Kendisiyle ortak acıyı paylaşan, memleket kolisinden çıkan yemeğin tadını bilen, aynı dili konuşan, aynı kültürün kadını olan bir ev arkadaşı arayanlardan, memleketlisinin yanında işe başlamak isteyen, süvari kahve içerken bilindik tadı alacak arkadaş telaşı içindeki onlarca kadın aynı salondaydı. “Üç saat süren buluşma bir ömür dayanışma gücünü beraberinde getirdi.” Sonrası mı? Yine yeniden buluşmalıydık. Bu sefer daha kalabalık, daha güçlü… birlikte olduğunu hissederken omuzlarındaki yükü paylaşabilen kadınların buluşmasının ikincisi, onuncusu, yüzlercesi olmalıydı. Kadınları yine en çok kadınların anlayabildiği buluşmalar artmalıydı. Çünkü dini, dili, rengi, öyküsü bambaşka olan kadınların alıştıkları beraberlik duygusundan ve öteki olmadan yaşadıkları o güzel dünyadan çıktıklarında; farklı dünyalarda, şehirlerde bile kendinden birileri olabileceğini hissettik. Anlaşılması, alışması zor bu koca İstanbul’u kolay kılmak istedik. Hatay kadınlarının dertlerini dert edindik, başarısını zafer… “Birlikte çok güçlüyüz” dedik, diyeceğiz! Bugün İstanbul’u, yarın İzmir’i, Ankara’yı yan yana gelerek birbirimize öğreteceğiz. Hatay’dan uzak kalmanın yükünü, büyük şehirlerin telaşesine alışmaya çalışan Hatay kadınlarıyla sırtlanmaya hazırız. Amasız, fakatsız yapılan her iyiliğe teşekkürü ve iyi insanların hatırına dayanışmayı kendime borç bilirim diyerek çıktığımız yol çok uzun, meşakkatli… bir o kadar içten ve insani. Kadınların gücüne ortak olmak isteyen, ötekileştirmeden, şefkatle ve kuvvetle yanımızda olan herkese sonsuz teşekkürler. Daha nicelerine… Ekim ayında, buluşmak üzere.