top of page

"" için 210 öge bulundu

  • Antakya: Başka Türlü İnsan Nasıl Başa Çıkar Hayatta Kalmakla?

    Yaramız var hiç geçmeyecek! İzi de yok üstelik, Yeri tüm bedenimiz. Kalbimiz attıkça bizimle var olacak. Unutmayı aklımıza bile getirmeyeceğiz. Yaşadık çünkü. Toprağımız yarıldı sadece ölenleri değil hepimizi, şehrimizi, kedimizi köpeğimizi, ağacımızı aldı içine ve alnımızın ortasında bir kırışıklık yarattı; aynaya her baktığımızda görüyoruz, hatta bir ağırlığı var mesken edindi bedenimizi bir yıl oldu hala gitmedi. Antakyalı Olmak Antakyam memleketim o benim, ne kadar anlatabilirim ki size? Her gittiğim de döndüğüm, her döndüğüm de bağrına basan beni. Her sokağın da yaşanmışlığım, bu toprakların çocuğu olan herkes gibi benim de kendimi en iyi bildiğim, ait hissettiğim yer. Biz hep başkaydık o yüzden pek anlaşılmadık. Bakın abartmıyorum bu topraklarda hangi kapıyı çalsanız açılır, hangi insana denk gelseniz gereği yapılır. Laftan yaşamayız biz, bir kere denk geldiyseniz bize, hayatınız boyu çalacak bir kapınız olur. Kadın erkek ayırımının olmadığı nadir düzenlerdenizdir. Kadın ve çocuk her zaman en önce gelir. Kadın dostu kentlerdenizdir. Biz din, mezhep ayırımı da bilmeyiz. Bir insan biliriz bir de insanoğlu. Özgürüzdür, özgünüzdür. Kendimize hasızdır. Antakya parkında yürürüz sabahları, akşamları Eski Antakya da toplaşırız. Orta Kahve’de tavla atar, köprüde buluşur, Armutlu da direnir, Samandağ’ında balık yer, Arsuz da yüzeriz, kalabalıksak Kuzeytepe, hafta sonu Harbiye, döner için Saray caddesi misafirimiz varsa Vakıflı, Hıdırbey, Titus  Tüneli bir de mozaik müzesi. Rutinlerimiz bellidir. Yemeyi, içmeyi çok severiz ama yedirip içirmeye bayılırız.  Mortadella da vardır mutfağımız da, çökelek salatası da, biberli ekmeksiz ev olmaz hrisi yapıldı mı girmediği ev kalmaz. İsim bayramlarımız var, şeker ve kurban bayramlarımıza ek, yumurta bayramımız, paskalyamız, hamursuzumuz, Evvel Temmuz’umuz var. Hepsi bizim hepimizin. Esnafımız var komşusuna dükkanını bırakıp giden, bir de biz geleni uğurlarken de ‘hoş geldin’ deriz. Gelişi ile ne hoş olduğumuzu bilsin, tekrar gelsin gönlümüzü hoş etsin diye yineleriz. Koyu kaynamış kahve severiz şehir dışına çıkarken kahvemizi yanımızda getiririz. Ama depremden sonra getiremedik. Koli de hazırlayamadık arayıp ‘ne istersin’ diyemedik kimseye.  Zaten artık hiçbiri kalmadı. Ne esnafı, ne camisi, ne kilisesi, ne sinagogu, ne dar sokakları, ne evlerimiz, ne komşularımız. Taş taş üstünde değil, ruh beden içinde değil. Ağıtlarımız var kalan, bir de acıdan ağlayamamalarımız. Diaspora… Biz öz vatanımızdan, doğduğumuz topraktan kaçarak çıktık. Bizim için nasıl acı verici, nasıl utanç sebebi keşke anlatabilsek size. Kendimize dahi itiraf edemiyoruz ki size anlatalım. Dönecek olma ihtimalimize sığınıyoruz. Kaçımızın ömrü yetecek ki dönmeye. Döndüğümüz de peki neyi bulacağız ki? Sokaklarımız yok, ekmek aldığım fırın, kapısının önünde tavla atan esnaf, adını bilmediğim ama her gün selamlaştıklarım yok. Hepsini geçtim sevdiklerimiz yok, en sevdiğimiz tabaklar kırıldı, özenle hazırladığımız yuvalar dağıldı. Herkes aynı anda mı çaresiz olur, herkes aynı anda mı acı çeker, herkesin mi canı burnunda hepimiz eksildik, hepimiz yarımız. Toparlayabileceğimizi zannediyoruz, ama içten içe biliyoruz eskisi gibi olmayacağını. Umut… Umut şimdiler de hepimizin duası. Kendimizi umut etmeye zorladığımız, yeniden iyi olabileceğimize inanmak için kendimizle savaştığımız canımızı yaktıkça daha çok tutunduğumuz bir kelime. Umut şimdilerde gerçek olmasını istediğimiz tek şey ve tüm memleketimin ortak sorusu: Biz neden bu kadar çok öldük? Biliyor musunuz umutlu şeyler yazmak istiyorum, umuda davet edip hepimizi hadi hep beraber yeniden yapabiliriz demek istiyorum. İnanmak istiyorum, yeniden o topraklarda yaşayabileceğimize yakın zamanda. Geçenlerde bir arkadaşım ‘’Bağıra çağıra ağlamak geliyor içimden, ama gözyaşım kalmadı’’ diye yazdı. Ve dedim ki ona ‘’ Sana söz, kendime söz yeniden ağlayabilecek kadar iyileşeceğiz hep birlikte.’’ Dilerim tüm memleketim iyileşeceğiz. Umut bu günlerde hepimiz için koskocaman bir temenni. Bir Yıl… Bir yıl olmak üzere. Ben döndüm mesela ama eksiklerimiz çok fazla, kayıplarımızla başa çıkamıyoruz. Sorsan ‘çok şükür’ dilimizde ama ne yediğimizin tadı var, ne sohbetlerimizin. İnsan alışandır ya! Alıştık araziye dönen bir şehre memleketim demeye, alıştık sevdiklerimizden uzak hem de çok uzak olmaya, alıştık alışkanlıklarımızın hiçbirine ulaşamamaya. Her yağmurlu gecede sabaha çıkar mıyız korkusunu duymaya mesela. Korktuğumuzu birbirimize belli etmeyelim diye gözlerimizi kaçırmayı da öğrendik. Alıştık telefonumuz da artık hayatta olmayanların isimlerini okşamaya, fotoğrafları dahi kalmadı çoğumuzun onları hayalimizde yaşatmaya. Yeni gerçeklerimiz var suyun sürekli olmaması, elektriğin genelde kesik olması, dışarı çıktığımız da iş makineleri ile selamlaşıyoruz artık. Bir de ezbere bildiğimiz, gözü kapalı dolaştığımız caddeleri tanıyamıyoruz. Bir tanıdığımızla karşılaştığımız da nasılsın diye sormaya utanıyoruz biliyoruz iyi olmadığını, olamadığını kendimizden biliyoruz. Ama umut hep vardı değil mi? Hep olacak. Bu toprakların insanı inatçıdır, inadımıza güveniyoruz.  İnadımız yorduğunda inancımıza sarılıyoruz. Başka türlü insan nasıl başa çıkar hayatta kalmakla?

  • Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (I. Bölüm)

    Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı bu yazı, üç kısımdan oluşuyor. İlk kısımda depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri inceleniyor. Onu takip eden ikinci kısım okuyucuyu depremden sonra, “bugünden sonraya” giderken yapılanları ve yapılmayanları, bu bir yıllık sürede Antakya’da neler olduğunu açığa çıkarmaya ve “aslında neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediyor. Yazının son bölümü ise, depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. “Museviliğin kutsal kitap metinlerinde nar, çiçekleri, meyvesi ve tadının güzelliği övülerek kutsallığın, doğurganlığın ve bolluğun simgesi olarak kabul edilir.” “Hıristiyanlıkta nar kutsal sayılır, kilise resimlerinde ellerinde çatlamış nar tutan Meryem Ana ve İsa tasviri, yaşamda çekilen onca acıyı ve yeniden doğuşu sembolize eder.” “Müslümanlıkta cennet meyvelerinden biri olarak kabul edilen nar, bereketi ve verimliliği sembolize eder.”[1] Uçsuz bucaksız bir nar bahçesindeyiz. Hepsi birbirinden güzel nar ağaçları bizi çepeçevre sarıyor. Bütün ağaçlar güzel ama içlerinden biri, diğerlerinden daha fazla parlıyor. O ağaca yaklaşıyoruz. Dalından düşmek üzere olan narı usulca koparıyoruz. Şimdi avcumuzun içinde, pek çok inanışın türlü anlamlar yüklediği bir nar tutuyoruz. Narda güzel olan bir sürü şey var; yeşil yaprakların arasından kırmızı, turuncu, “nar çiçeği” renklerinde parlayışı, bize narı sevmek için birçok sebep veriyor. Ama bununla yetinmemize gerek yok. Narın biçimi, canlılıkla parlayan kabuğu, kabuğun dokusu, daha ilk karşılaşmada içindeki olası cevhere dair merak ve heyecan uyandırıyor. Sonra neredeyse bir ritüelle narın kabuğunu yavaş yavaş aralamaya başlıyoruz. Beklediğimize değen ve her biri özgün bir biçime sahip olan nar taneleri organik bir bütünün parçalarını oluştururken, bir araya gelerek oluşturdukları öbekleri birbirinden ayıran beyaz zarın narinliği şaşırtıyor. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Tuğçe Tezer, 2023 Benim için oldukça önemli olduğu -ve bu nedenle “hatırlanmaya değer” olmasını istediğim- için Nehna’ya yazacağım yazıya başlamam biraz zaman aldı. Yazının adını aylar önce koymuştuk: “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra”. Yazıyı o günlerde yazmış olsaydım, “sonra” diye bahsedeceğim zamanda, örneğin depremin birinci yıldönümüne yaklaşırken, bugün içinde olduğumuzdan bambaşka koşullar ve konulardan bahsetmeyi planlıyordum. Doğrusu, istemeden de olsa bu yazıya gecikmeli başlamış olmaktan memnunum. Bu yazıda Antakya’da depremin farklı katmanlarını; benim bakış açımla önce, bugün ve sonraki durumlarıyla anlatmayı deneyeceğim; kaçınılmaz olarak Antakya’nın farklı zamanları arasında dolaşacağız. Uzun bir yazı olacak, vakit kaybetmeden başlıyorum. Uzun yıllardır Antakya’yla ilgili karşıma çıkan her şeyi okuyorum. Antakya’da çıkan gazete ve dergileri, onunla ilgili sosyal medya hesaplarını takip ediyorum. Derken pandemi günlerinde, Twitter’da karşıma yeni bir hesap çıkıyor: “Nehna.biz” Gördüğümde ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Alanımızın birçok açıdan daraldığı, Antakya’ya on senedir ilk defa bu kadar uzun süredir gidemediğim bir dönemde, “çöldeki vaha” etkisiydi Nehna’nın bana hissettirdiği. Birkaç senedir yazdıkları her şeyi merakla okuduğum ve bir aşamada yollarımızın kesişmesini beklediğim Nehna’yla “şahsen” tanışmamız, maalesef 6 Şubat ve 20 Şubat 2023 depremlerinden, Antakya’da deprem olduktan sonra oldu. Antakya’ya depremden sonraki ilk gidişimden hemen önce başlayan ve söyleşiler, buluşmalar, Antakya hasretimizi “memleketten gelen” ürünlerle giderdiğimiz kermesle ilerleyen arkadaşlığımız, uzaktan takip ettiğim Nehna’yla ilgili hislerimde pek yanılmadığımı gösteriyor. Kavramların anlamı değişirken, masada bir nar Yazının asıl metnine geçmeden önce, başlıktaki bazı ifadeleri ve yazıyı yazarken durduğum yeri biraz açıklama ihtiyacı duyuyorum. Depremden bugüne kadar geçen sürede Antakya’yla, kentin deprem öncesi ve deprem sonrası süreçleriyle ilgili birçok seminerde, söyleşide, çok sayıda dergi ve kitapta yer aldım. Bu süreçte, “önce, bugün ve sonra” kavramlarının ifade ettiği zaman aralığı ve içeriklerinin, zaman bu hızla akmaya devam ettikçe nasıl değiştiğini şaşkınlıkla fark ediyorum. Şubat 2023’ü takip eden ilk aylarda “önce” kavramı, 2023 depremlerinden önce olup bitenleri, tarihsel ve yakın geçmiş süreçleri ifade ediyordu. Arkeolojik dönemlerin özellikleri, farklı medeniyetlerin yönetimi ve etkisindeki Antakya’nın farklı yüzleri ve dinamikleri, tarihi Antakya’nın çok katmanlı dokusunun gelişme dönemleri, hatta depremden bir gün öncesi dahi “önce”nin konusuydu. Aynı dönemde yazılarda, seminerlerde geçen “bugün” kavramıyla ise, depremin etkilerinin henüz anlaşılamadığı, Antakya’da her şeyin darmadağın, herkesin endişeli olduğu, o sırada içinde bulunduğumuz zamanı kastediyorduk. İçinde bulunduğumuz zamanı, “bugün”ü bütünüyle kavramaya oldukça uzak, yine de her gün yeniden uyandığımızda başlayan günü “bugün” diye tanımlama eğilimindeydik. Yine bu süreçte “sonra” dediğimizde ise, içinde bulunduğumuz zamanın ertesinde, belirsizliklerin azaldığı, mümkün olduğunca iyileşmenin sağlandığı bir döneme dair öngörüler, hayaller ve önerileri ifade ediyorduk. İçinde bulunduğumuz günlerde, 6 Şubat’ın yıldönümüne birkaç hafta kalmışken, deprem bölgesinde, Hatay ve Antakya’da güzel bir geleceği tüm katmanlarıyla kurabilmenin adımlarını atmanın aciliyeti her an biraz daha artıyor; bütün kavramlar gibi “önce, bugün ve sonra”nın içeriği de ezberimizdeki hâlinden büyük ölçüde farklılaşıyor. Bugün, Şubat 2024’e yaklaştığımız günlerde “önce” kavramının içeriği artık, daha önce karşıladığı tarihsel ve yakın geçmişteki süreçlerden daha kalabalık. Artık Şubat 2023 depremleri -her katmanda yıkıcı sonuçlarını gördüğümüz büyük artçı etkileri sürmeye devam etse de- “önce”nin bir parçası hâline geldi. Her sabah yeni bir güne uyanmamızla başlayan ve önceden bu açıdan görece güven verici olan “bugün” ise, değişim hızı, bilinmezliği ve tekinsiz hâliyle, her zamankinden daha kaygan bir zemine karşılık geliyor. Aslında bu açıdan “bugün”, bu yazı çerçevesinde biraz “önce”, biraz da “sonra”nın içinde eriyor, her ikisinin de bir parçası hâline geliyor. Bundan önceki tanımına hala biraz benzeyen “sonra” ise, yazdığımız yazılarda, deprem bölgesine dair sohbetlerde yine iyileşme umudunu, buna dair hayaller ve önerileri ifade ediyor. Fakat şimdi burada da büyük bir fark var; Antakya, depremden sonra geçen yaklaşık bir yıl içinde açılan yeni yaraları, sürecin Antakya ve Antakyalılara verdiği fazladan hasarlarla artık bir yıl öncesine kıyasla çok daha yorgun görünüyor. Dolayısıyla “sonra”ya ilişkin tahayyülümüz, artık bir yorgunluğun gölgesinde. Antakya’yla bundan on yıl kadar önce tanıştım, bunu takip eden on gün içinde Antakya üzerine çalışmak için doktora başvurumu yapmıştım bile. Antakya’nın beni etkisi altına alması hiç zor olmadı, kısa süre içinde baktığım her yerde Antakya görür oldum; uçakta koltuğun cebindeki derginin konusu Antakya, her haftasonu gittiğim sahafta karşıma sürekli Antakya kitapları çıkıyor, derken Antakya’ya ilk defa gideceğim gün geldi. Antep’ten kalkan küçük bir minibüsle güzel ovaları takip ederek Antakya’ya ulaştım. Kentin o zaman pek aşina olmadığım kuzey girişinde ilk dikkatimi çeken, sol tarafta bütün heybetiyle yükselen Habib-i Neccar Dağı’ydı. Yamaçlarına serilen irili ufaklı evlerden hemen önce kadim St. Pierre Kilisesi bizi karşılıyor ve birazdan “neyle karşılaşacağımızı” haber veriyordu. İlk Antakya seyahatimde “Antakya tanrıları” beni Antakya’ya bağlayacak bütün koşulları sağlamıştı. Tarihi Antakya’nın güzel dar sokaklarından yürüyerek ulaştığımız avlulu restoranlarda keyifli kahvaltılar, Antakya’da geçirdiğim ilk akşam tarihi Meclis binasında izlediğimiz tiyatro, Habib-i Neccar Dağı’nı tam karşıdan izleyen terasta ya da Çevlik Limanı’ndaki bir teknede sakince batan güneş, bir de gölgesini kimseden esirgemeyen avlulu evlerle çevrili konut dokusu. Gitmeden önce okuduklarım, izlediklerimle “Antakya’yı gözümde fazla büyüttüğümü” söyleyen arkadaşlarımın endişelerinin aksine, en küçük bir hayal kırıklığına uğramadan ve Antakya’nın artık hayatımın bir parçası olduğunun farkında olarak İstanbul’a döndüm. O zamandan beri Antakya’yla yollarımız hiç ayrılmadı. Antakya seyahatlerinin süresi her sene biraz daha arttı, derken 2019 yılında Antakya’nın kent tarihi üzerine yazdığım doktora tezini tamamladım. “Ya artık Antakya’ya bu kadar çok gitmem gerekmezse” diye endişelenirken, kendimi Antakya’ya daha sık giderken buldum. Antakya tarihiyle ilgili seminer ve eğitimleri, Salt Araştırma desteğiyle bir “Antakya yürünebilir kent tarihi rehberi” olarak hazırladığım “Yürünebilir Tarih”[2] projesi izledi. 2022 yılının Şubat ayında Antakya’nın tarihinde çok merak ettiğim 1910-1960 arası dönemi çalışmak üzere doktora sonrası araştırması için Porto’ya gittim. Giderken aldığım dönüş bileti ve konuyla ilgili bütün resmi yazılardaki geri dönüş tarihi, 6 Şubat 2023’tü. Dönüş uçağım kar fırtınası yüzünden iptal edilince, 6 Şubat gününü komşularımla birlikte Portekiz haber kanallarında depremin ilk gününde Antakya’nın durumunun görüldüğü Türkçe sesli, Portekizce altyazılı haberleri izleyerek geçirdiğim, tarif etmesi epey güç bir günün sonunda, 7 Şubat akşamı İstanbul’a döndüm. Depremden sonra Antakya’yla geçmeyen herhangi bir günüm olmadı. Bir yıla yaklaşan zaman içinde kendimi bazen -Antakya’yı seven pek çok insan gibi- çaresiz bir üzüntü içinde, bazen -ortalama düzeyde şehir planlama ya da teknik konularda eğitimi olan pek çok insan gibi- konuyu araştırdıkça göz göre göre atılan yanlış adımların açığa çıkması nedeniyle öfkeli hissederken buldum. Geldiğimiz aşamada bu yazıyı yazarken, yazının başında anlattığım, bahçedeki en güzel ağaçtan kopardığımız o güzel nar, bembeyaz dikdörtgen bir masanın ortasında tek başına duruyor. Masanın iki ayrı ucunda, iki kişi oturuyor. Bir ucunda şehir plancısı Tuğçe Tezer, diğer ucundaysa “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer. Kendinden Antakyalı olanın baktığı yerden Antakya narı, bütün güzelliğiyle parlıyor, narın tanelerinin her biri başka bir kültürü, hikâyeyi içinde saklıyor ve bunu parlaklığına yansıtıyor. Şehir plancısı olanın baktığı yerden ise Antakya narı oldukça yıpranmış, ezilmiş, solmuş ve hasar almış görünüyor. Besbelli şehir plancısına görünen sahne, duygusal olmaktan epey uzak bir gerçeklik, apaçık bir hatalar silsilesi. İşte bu yazıda, nerdeyse bir yıldır kendimi sıklıkla içinde bulduğum bu gerilimi, kendinden Antakyalı ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki sürekli farklılaşan, zaman zaman biri diğerine baskın gelse de hep süren Antakya hikâyesini anlatacağım. Zaman zaman kendinden Antakyalı olan, konuyu Antakya tahayyülünü belirleyen duygusal bir kumaş gibi dokuyacak, fakat tam bu sırada şehir plancısı olanın ifadeleri teknik bir zemine çekmeye çalıştığını, odağı ve hayali ortak bir gerilimi takip edeceğiz[3]. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Hepsini anlatacağım, depremi, öncesini ve sonrasını da. Önceden Bugüne: Bahçenin en güzel narı Antakya ve “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması - narın kabuğu - Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum, bunun bazı sebepleri var. Önce narın kabuğuyla başlayalım. Asi Nehri, Antakya Ovası, Amik Gölü, Amik Ovası, Habib-i Neccar dağının varlığıyla doğa, Antakya’ya çok cömert davranmış. Fakat Antakya’da doğanın başına gelenler bize, insanın “nar”ın kıymetini bilmeye pek teşne olmadığını anlatmaya yetiyor. En güzel zeytin, portakal, limon, nar ve defne ağaçları, uçsuz bucaksız tarım alanları Antakya’yı çepeçevre sarıyor. Kentin merkezinde Asi Nehri’nin doğal esintisini hissedebilir, biraz güneye, Harbiye’ye doğru gidince yeşil rengin farklı tonlarının arasında Harbiye Şelaleleri’nin içinde, ya da kentten biraz daha uzaklaşıp, örneğin Yıldırım Şelalesi’ne gidip, orada “o anda sizin için oluştuğu” hissini veren doğal havuzda serinleyebilirsiniz. Hatay’da 1950’lerde başlayan, fakat daha önceki yıllardan beri zaman zaman gündeme geldiği Hatay tarihine ilişkin kitaplarda görülen bir projeyle İskenderun bataklıkları, Amik Gölü ve gölün etrafındaki bataklıklar kurutuluyor ve Amik Gölü 1975 yılında tarih sahnesinden siliniyor -ya da böyle sanılıyor. Amik Ovası’nın genişleyen toprak alanı uzun bir süre verimli bir tarım alanı olarak üretim faaliyetleri için kullanıldıktan sonra, 2007 yılında burada Hatay Havalimanı inşa ediliyor. Bu yıllarda önemli karşı çıkışların olduğu bu havalimanı yer seçim kararı, özellikle bu konumda daha önce Amik Gölü’nün bulunması, ilaveten yine bu alanın bölgedeki üç önemli fay hattının kesişim noktası olması nedeniyle uzun süre eleştiriliyor[4]. Bu eleştirilerin etkisi, Antakya’ya Hatay Havalimanı üzerinden ulaşan pek çok insanın havalimanının içinde, etrafında, havalimanına ulaşımı sağlayan yolun iki kenarında ya da üstünde gördüğü su birikintileriyle, zaman zaman “yeniden canlanan” Amik Gölü’yle perçinleniyor. Bu sırada Amik Ovası’nın güney kısmında, Antakya’nın kuzey girişi yakınında ise bir devlet hastanesi inşa ediliyor. Amik Gölü kurutulurken, Antakya ve çevresindeki su sisteminin önemli bir bileşeni olan Asi Nehri’nin tabanı çöküyor, taban kotu normal seviyesinin çok altına iniyor[5]. Bu işlemle başlayan “doğal nehrin su kanalına dönüşmesi” süreci, nehrin enkesitinin, iki tarafına yapılan dolgu alanlarıyla daraltılması ve doğal organik formunu kaybetmesiyle sürüyor. Bundan yaklaşık elli yıl öncesine dair Antakya yazılarında; yağmurlu günlerde Habib-i Neccar dağının sırtlarından aşağı doğru süzülen yağmur sularının Roma döneminden kalan ve Osmanlı döneminde kullanılmaya devam eden “arıklı” dar yolların içinden geçerek Asi Nehri’ne döküldüğü ve insanların nehir kenarında oturup suya dokunabildiği zamanlar anlatılır. İlerleyen yıllarda o günlerin yerine; nehrin seviyesinin alçaldığı, dolgu alanlarıyla tamamen değişen su-kıyı kotu ilişkisi nedeniyle artık yağmur sularının nehre kavuşamadığı, insanların nehre dokunmayı giderek unuttuğu bir zaman geliyor. Hatta birkaç yıl öncesinin yerel gazetelerinde halkın sürekli nehirden, nehrin kötü kokusu, kirli görüntüsü ve sıklıkla taşmasından şikâyet ettiğine dair haberlere rastlıyoruz. Antakya’da doğanın en güzel görünümlerinden olan tarım alanları, özellikle zeytinlikler ise kentin ekonomik değer açısından en önemli ve işlenebilir ürünlerinden birinin üretim alanıyken, Asi Nehri’nin batısındaki “Antakya Ovası” olarak adlandırılan alanda yakın döneme kadar süren planlama ve imar faaliyetleriyle yüksek yoğunluklu, çok katlı konut alanlarıyla kaplanıyor. Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir ilişkisi ya da uyumu olmayan apartmanlardan oluşan bu konut alanları, önce 20. yüzyılın son çeyreğinde Antakya’nın kırdan kente göçle değişen çehresinin önemli bir temsili oluyor. Tarihi merkezle ve geçmişte burada olan uçsuz bucaksız zeytinliklerle giderek zayıflayan bağ, 2000’den sonra daha yüksek katlı rezidansların inşa edilmesiyle birlikte tümüyle kopuyor. Kabuğun bir katmanı da Antakya’nın büyük bir özenle örülmüş ve detaylarına hayran bırakan bir danteli andıran tarihi merkezi. İsmini Asi Nehri’nin üzerindeki tarihi Roma köprüsünden alan, dairesel bir meydan olarak biçimlenmesi Antakya’nın 1920’lerdeki Fransız dönemi ve 1939’da başlayan Türkiye Cumhuriyeti döneminde gerçekleşen “Köprübaşı” (Cumhuriyet Meydanı), Antakya’nın kentsel yerleşimi ne kadar genişlerse genişlesin kentin başlıca merkezi olmaya devam ediyor. 1970’lerde Amik Gölü kurutulurken, bu sırada tabanı çöken Asi Nehri’nin üzerindeki kadim köprünün ayakları nehrin içinde, toprağın biraz üstünde kalıyor. Yine 1970’lerde alınan bir Koruma Kurulu kararıyla “Antakya’nın selameti bakımından” yıkılan bu köprünün yerine, betonarme bir araç köprüsü inşa ediliyor. Asi Nehri ile Habib-i Neccar dağı arasında kalan ve artık yerinde olmayan tarihi surların görünmez bir çizgiyle sınırladığı “eski Antakya”, Kurtuluş Caddesi’yle ikiye ayrılır. Avlulu evlerinin “kendiliğinden” sıralanışı, bunların bir araya gelerek oluşturduğu organik doku, çıkmaz sokaklar, Uzun Çarşı, cami, sinagog ve kiliselerle bezeli müthiş bir çeşitlilik sunan fiziksel çevre, “Antakya” denilince akla ilk gelen görüntüyü oluşturuyor. Tarihi doku içinde -Uzun Çarşı da dahil olmak üzere- anıtsal niteliği olan pek çok yapı ve farklı dönemleri temsil eden sivil mimarlık örnekleriyle bezeli konut dokusu, yakın geçmişte sıklıkla eleştirilen birçok hatalı restorasyon uygulamasına sahne oluyor. Tuğçe Tezer, 2023 Tarihi merkez kuzey yönünde (Küçükdalyan) bizi “daha tarihi” olan arkeolojik geçmişe taşırken, Kurtuluş Caddesi ya da Asi Nehri boyunca güney yönünde ilerleyince Sümerler üzerinden Harbiye’ye ulaşırız. Ata Köprüsü’nden nehrin batısına geçtiğimizde ise “yeni Antakya”ya ulaşırız. Burada kuzey ve batı yönünde birer ticaret aksı, güney yönünde ise Köprübaşı’ndan itibaren Atatürk Parkı’yla başlayan yeşil alan, Asi Nehri boyunca bazı kesintiler olsa da büyük ölçüde devam eder. Köprübaşı’nın batı yakasındaki Cumhuriyet Meydanı’ndan, yani önemli kamu yapılarının, eski müze binası, belediye binası gibi önemli yapıların etrafını sardığı bir daire biçiminde olan odak noktasından batı, kuzey batı ve güney batı yönünde ilerledikçe, -yukarıda da kısaca ifade edildiği üzere- Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir benzerliği bulunmayan, Türkiye’nin herhangi bir kentinde rahatlıkla rastlanabilecek, yüksek apartmanlar, sıra evler ve yer yer müstakil konutlardan oluşan, zaman içinde yüksek yoğunluklu rezidansların da eklendiği, Antakya’ya özgü olmayan bir dokuyla karşı karşıya kalırız. İşte bu doku, 2014 yılında Hatay Büyükşehir Belediyesi kurulmadan önce, “belde belediyeleri dönemi”nde doğal alanların, ağırlıklı olarak zeytinliklerin imara ve yapılaşmaya açılmasıyla oluşuyor. Büyükşehir belediyesinin kurulması ise bütünsel, şehircilik ilkelerine ve planlama hiyerarşisine uygun bir planlama sürecini -ne yazık ki- beraberinde getirmiyor. Önceki dönemin köy ve belde planları “olduğu şekliyle” kabul edilerek sayısallaştırılıyor ve bu tekil planların uyumlulaştırılarak birleştirilmesiyle, Çevre Düzeni Planı elde ediliyor. Başka bir deyişle Hatay-Antakya’da; şehir planlama disiplininin öngördüğü doğal yapı, fiziksel yapı, sosyal ve ekonomik yapı, zemin durumu ve yerleşilebilirlik konularının analitik inceleme ve analiz süreçleriyle incelenmesi, bunların anlamlı ve faydalı bir planlama sistematiği içinde değerlendirilerek sentezlenmesi, buradan planlama kararlarına ulaşılması süreçleri ıskalanıyor. Bunun yerine, Antakya’nın senelerdir kemikleşmiş kentsel sorunlarını yasallaştırarak kalıcı hâle getiren bir yaklaşım sergileniyor. Bu çerçevede, Antakya’nın deprem öncesi yerleşik alanının tamamına yakınının “en zayıf zemin”, “zayıf zemin” ve “az sağlam zemin” niteliğinde olduğunu, bu bilginin kamu kurumları ve meslek odaları tarafından hazırlanan Hatay ve deprem raporlarının tümünde yer aldığını; bugüne kadar yapılmış bütün planlama, uygulama, yapılaşma ve denetim süreçlerine bu açıdan bakılması gerektiğini belirtmek gerekiyor[6]. Kentin tek merkezli (Köprübaşı) biçimsel gelişimi ve -ilerleyen yıllarda açılan birinci çevre yoluyla araç trafiği yükü kısmen kentin dışına taşınsa da- esasen bir karayolu aksına (Kurtuluş Caddesi) temellenen ulaşım yapısı ise, kapsamlı bir planlama sürecinde ele alınma imkânı bulamıyor ve Antakya’yı bir “dirençli kent” olma ihtimalinden biraz daha uzaklaştırıyor. Bu sırada 2018 yılında son defa “imar barışı” ismiyle ilan edilen ve başvuruları 2021 yılına kadar devam eden “imar affı” kapsamında -mühendislik hizmeti almamış olan, ağırlıkla niteliksiz konutları yasal hale getirmek üzere- Antakya’da çok sayıda başvuru yapılıyor. Kentin farklı bölgeleri için farklı dönemlerde konu olan “kentsel dönüşüm” projeleri ise, değişen nedenlerle hiçbir zaman uygulanma imkânı bulamıyor. - narın taneleri - Narın kabuğunun içinde birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan nar taneleri; Antakya’nın çok kültürlü, hoşgörü timsali sosyal ve ekonomik dokusundan oluşuyor. Son yıllarda Antakya’ya herhangi bir nedenle gitmiş olan insanların pek çoğunun ortaklaştığı bir his, “kendiliğinden” bir dahil olma, içerilme hâlidir. Nüfusun çok kültürlü hâli, Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı Mustafa Özçelik’in deyişiyle, “tek potada eriyerek biricik Antakya kültürünü oluşturur”. Antakya’nın fiziksel çevresinde ise bu sosyo-kültürel yapının pek çok tezahürüne rastlanır. Kendiliğinden bir güvenlik ve kentlilik hissi tesis etmesinin yanında, farklı kültürlerin bileşenleriyle bezeli ticaret mekânları, üretim ve zanaat kültürü ve mekânları, bunların yalnızca bir kısmıdır. Yılın önemli bir bölümü, Antakya’daki farklı inanç gruplarının dini bayramlarına karşılık gelir ve bu güzel halk bu özel günlerin tümünü hep beraber kutlamaya çok uzun süredir alışıktır. Antakya’ya geldiğiniz ilk gün tarihi merkezde yürüyüş yaparken sizi avluda kahve içmeye davet eden sıcacık yerel ses ise, içselleştirilmiş ve samimi bir misafirperverliğin tipik seslenişidir. Üretim kültürü ve çeşitliliği Antakya’nın çeperindeki kırsal alanlarda yapılan tarımsal üretimle ilişkilenir, zanaatle bütünleşir ve kentin merkezindeki ticaret faaliyetinin bir parçası hâline gelir. Bu ekonomik döngü, bunun farklı mekânlarla, kültürlerle beslenmesi ve ilişkilenmesi de, Antakya’da olan pek çok şey gibi kendiliğinden gerçekleşir. Türkiye’nin ve dünyanın pek çok kentine kıyasla daha “kentli” bir nüfusu olan Antakya, yerel halkın anlatımlarına göre son on yıllarda kültürel çeşitliliğe dair bazı özelliklerini yitirmiş de olsa, yine de yukarıda anlatılan tüm nitelikleri içinde barındıran bir sosyal dokuya sahip ve bu açıdan eşsizdir. Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum[7]. Bunun, bir kısmını yukarıda anlattığım çok fazla sebebi var. Böyle bir kentle ve onun sizi her defasında heyecanlandıran sürprizleriyle karşı karşıya kaldığınızda, 6 Şubat 2023’te gerçekleşen ve birçok şeyi geri dönüşü imkânsız şekilde değiştiren deprem gibi büyük bir “afetin etkileri”ni anlama çabası, hiç bitmeyen -ve ne kadar süreceği belirsiz- bir düşünce mesaisine dönüşüyor. Bazı zamanlarda kendimi Antakya’nın güzelliğinin bazen apaçık sorunları saklamaya neden olan bir aşırılığı olduğunu düşünürken buluyorum. O kadar güzel ki, sorunlarını ilk bakışta görmek, fark etmek mümkün olmuyor. Antakya’da Şubat ayından beri izlediğimiz bütün sorunların depremle beraber oluştuğu düşüncesi de bana, tam da buradan kaynaklanan bir yanılsama gibi görünüyor; “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması. “Antakya’da depremden önce her şey yolunda mıydı?” sorusunun cevabı, Antakya’da bir doğa olayı olan depremin bir doğal afete dönüşmesi sürecinin failleri dışında hepimiz için oldukça açık: “Hayır.” Antakya’da depremden önce pek çok şey hiç yolunda değildi. Hatta depremle beraber birçok yönünü gördüğümüz büyük yıkımlar, senelerdir atılmış olan yanlış adımlardan kaynaklandı. Fakat Antakyalılar -pek çok şeyin yolunda olmadığı- bu koşullar altında, gündelik hayatının çoğunlukla neşe içinde geçtiği ve uzaktan bakınca bir ütopyayı anımsatan bir hayat kurmayı başarmışlardı. 6 Şubat 2023’te ve devamındaki büyük depremlerin ardından neredeyse bir yıl geride kalmışken, “bahçenin en güzel narı” Antakya darmadağın. Kabuğu öyle çok yıprandı ki, artık eskisi gibi parlamıyor. İncecik zarı yırtıldı ve narın her biri bambaşka renklerde parlayan taneleri etrafa saçıldı. Şimdi cesaretimizi toplayalım ve Antakya’da depremden sonra, bugün hala içinde bulunduğumuz duruma beraberce bakalım. Üç kısımdan oluşan bu yazının yarın yayınlanacak olan “Bugünden Sonraya: Öğrenmeye direnme ve ‘neler yapılabilirdi?’ sorusunun ağırlığı” başlıklı ikinci kısmında; depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak okunuyor ve okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediliyor. [1] Cenk Durmuşkahya, “Dünyanın İlk Meyvesi, Nar”; Tübitak Bilim ve Teknoloji Dergisi, Ekim 2008 sayısı. [2] Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’ne ilişkin iki blog yazısı için bkz.: https://www.tasarimrehberleri.com/diyalog/antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi/; https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi [3] Kendinden Antakyalı” ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki gerilimi hatırlatan Kaan Emek’e, “kendinden Antakyalı” tanımı için Sibel Sular’a çok teşekkür ederim. [4] Emre Özşahin, 2010, Hatay Havaalanının Jeomorfolojik Özellikler ve Doğal Risk Açısından Değerlendirilmesi, https://www.researchgate.net/publication/259298541_Hatay_Havaalaninin_Jeomorfolojik_Ozellikler_ve_Dogal_Risk_Acisindan_Degerlendirilmesi [5] Elif Ovalı, “Doğu’nun Kraliçesinin Tacı, Antakya Köprüsü”, Hatay Büyükşehir Belediyesi, 2017. [6] İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP), https://hatay.afad.gov.tr/kurumlar/hatay.afad/HATAY-I%CC%87RAP-2022.pdf ; Fay Üzerinde Yaşayan Kentlerimiz: Hatay Raporu-6, https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/13b431eb47cf5fe_ek.pdf [7] Antakya’nın sosyo-kültürel dokusu ve diğer katmanlarıyla birlikte ne kadar güzel ve anlatılmaya değer bir yer olduğuna dair bir görüş yazısı için bkz.: https://bi-ozet.com/2023/09/28/ayin-yorumu-tugce-tezer-subattan-eylule-antakyada-deprem-kavramlar-arasinda-bir-yolculuk-denemesi/

  • Yaşayan Miras: Antakya’nın Onarımı için Dayanışma ve İş birliği

    Bir kent yeniden nasıl kurulur? Yeniden kurmanın ‘yeni’ olan kısmı aslında eskiyi yaşatmanın yollarını aramak değil mi? Aşina olduğumuz mekanları, tatları, iklimi deneyimledikçe veya tanıdığımız yolları, parkları ve insanları gördükçe kendimizi hatırlamak değil midir olan şey? Biz Antakyalılar gitmek zorunda kaldığımız, sürüldüğümüz veya sürüklendiğimiz diyarlarda hep Antakya’yı düşünüyor ve düşlüyoruz. Peki neden? Bu duyulan özlem esasında bize ne söylüyor? Buna anlam veremeyenlerin düşüncelerini duyuyorum, dinliyorum. Nostaljik, romantize ve hatta ‘fetiş’ olarak değerlendiren yorumları okuyorum. Oysa öyle farklı bir dava var ki ortada, bu mekan nostaljisinin ötesinde bir şey. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Elbette kente dair anıların yıkıma uğraması dayanılmaz ancak mesele bunun ötesinde. Politik çalışmalara yıllarca Lübnan üzerine çalışan antropolog Ghassan Hage (2009) "politik duygular" üzerinden yaklaşır. Yaşanan zulmün ortasında ve özellikle siyasi şiddetin (örneğin Lübnan veya Filistin gibi yerlerde) yükselişe geçtiği yerlerde siyasi duyguların meşru bir hareket alanı sunmasının altını çizer. Bu oldukça ‘kişisel’ görünen duygu bağlamının ne kadar politik bir noktadan evrildiğini ve tam da bu nedenle göz ardı edilmeyecek nitelikte olduğunu vurgular. Aidiyete dair olan duyguların egemenler tarafından sürekli alaşağı edilmesinin ve her daim kendini yenileyen siyasi şiddetin karşısındaki öfkenin etnografisini çözümlemeye çalışır. Buradan hareketle basit bir nostaljik hikayeye indirgenemeyecek öfkemiz, biz Antakyalılar için her gün yaşamı örgütlemenin yollarını bulmaya çalışmanın merkezinde yer alıyor. Antakyalılar yaşamı kurmaya çalışırken bir yandan her gün gündelik hayatın kentte devamlılığını sekteye uğratan bitmek tükenmek bilmeyen sorunlarla uğraşıyorlar. Bu sorunlar bütünsellik içinde görülmesi gereken ve devam eden bir siyasi şiddetin ürünü. Antakya'nın kentsel kimliğinin hedef alındığı tüm uygulamalar yalnızca refahı bozmakla kalmıyor koca bir kentin yaşayan mirasını hedef alıyor. Bu nedenle Antakyalıların öfkesi politik duyguların temeli. Antakyalılara reva görülen ihmal ve yalnızlaştırma kıskacı Antakyalılığı cezalandırmanın ve daha kötüsü yok etmenin kapısını aralıyor. Antakya'ya geri dönmenin yollarını arayan her Antakyalı bu yok oluşa tanıklık etmenin ağırlığını hissedip öfkeyle biraz daha sarılıyor kentine. İşte bu nedenle her gün düşlerine Antakya doluşuyor binlerce insanın. Bizzat kendim Samandağ'da yıkılan evimi yeniden kurabilecek miyim diye her gece kara kara düşünürken en politik duyguların kucağında buluyorum kendimi. İşte depremin yıl dönümüne bir kaç gün kala sessiz kalmanın yalnızca ruhumuzu değil kentimizi de talana teslim etmek olduğunu biliyoruz. Bu nedenle bu kentin savunulması için dünyanın her bir köşesinden yayılan ve büyüyen dayanışma ile hareket etmeye ve söz söylemeye gayret ediyoruz. Akademik, aktivist ve Antakya dostu tüm paydaşlarla bu kentin geleceğinin korunmasının hem Antakyalılar hem de kapsayıcı bir yaşam tarzı özlemi çeken tüm Türkiyeliler için değerini bilerek pek çok koldan sesimizi duyurmaya çabalıyoruz. Bu amaçla gerçekleşen ‘Yaşayan Miras’ forumunu bu örneklerden biri olarak sizinle paylaşmak istiyorum. İngiltere merkezli Sınır Tanımayan Mimarlar (ASF-UK), Herkes İçin Mimarlık (HİM) ve yerelde Nehna’nın da içinde olduğu pek çok Sivil Toplum Kuruluşu’nun ve taban örgütün bir araya gelerek düzenlediği Açık Forum, Antakya’nın onarımı için acilen atılması gereken adımları ve Antakyalı topluluklar için ön plana çıkan meseleleri ele aldı. Kasım 2023’te gerçekleşen bu Forum sonuçları ve bundan sonra nasıl ilerlenmesi gerektiği ortak bir bildiri ile sunuldu. Bundan sonra da devam edecek bu iş birliğini büyütmeyi ve Antakya için çalışmalara bu dayanışma ruhu ile devam etmeyi umut ediyorum. Şimdi sizi bu ortak bildiri ile baş başa bırakıyorum. Yaşamı hep birlikte örgütleyeceğiz ve iyileşeceğiz! Antakya’yı Antakya yapan insanlarıdır! Antakya’da deprem sonrası toplum odaklı yeniden inşa süreci için ortak bir açıklamanın pdf versiyonu için tıklayınız.

  • Mekansal Anlamın Politik İnşası: Deprem ve Antakyalı Ortodokslar

    6 Şubat depremiyle en çok zarar gören bölgelerin başında Antakya geliyor. Bu yıkımın depremin ilk günlerinde geleneksel medyada yer bulmaması, bölgede en temel insani ihtiyaçların depremin üstünde neredeyse bir yıl geçmesine rağmen hala karşılanamaması, yıkımın ciddi bir rant tehlikesi doğurması; bölgenin çokkültürlü yapısı ve siyasi geçmişi göz önünde bulundurulduğunda politik bir anlam da kazanıyor. Deprem, her toplum gibi Antakyalı Ortodokslar üzerinde de büyük bir tahribat yarattı. Can kayıpları, yıkılan evler ve iş yerlerinin yanı sıra toplum hayatının bel kemiğini oluşturan Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi depremde büyük ölçüde yıkıldı. Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi, Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi, Mar Tekla Kilisesi ve St. Pierre Kilisesi de hasar gören yapılar arasında yer alıyor.[1] Yazımın ilk bölümünde, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamın hangi politik dinamikler üzerine kurulu olduğunu incelemiş ve dört Antakyalı Ortodoks’la yaptığım görüşmeler neticesinde, yerellik, bir arada yaşama kültürü, cemaat hayatı ve yemek olmak üzere dört ana faktörün ön plana çıktığını belirtmiştim. Yazımın bu bölümünde ise depremle birlikte Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlam nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ele alacağım. “Bizi şu an ölüme terk ediyorlar” Antakya’nın çokkültürlü atmosferi, her ne kadar devlet kademesinde de “hoşgörü” mitiyle sunulsa da bunun kısmi bir gerçeklik üzerine kurulu olduğunu belirtmiş ve bu gerçekliğin sınırlarından bahsetmiştim. Deprem günü yaşananlara tanık olan Janet ise bu mitin fiziksel sınırlarını bize şöyle çiziyor: “Sindiremiyorum sanırım. İnsanların ölmeme ihtimali falan vardı. Vardı yani. Bizim cemaatten 55 kişi öldü. Arama kurtarma faaliyetlerine de yardımcı olduğum için söyleyebilirim. Yarısı ölmezdi. Geç müdahale edildiği için bu insanların ölmesi benim kanıma dokunuyor açıkçası. Kader, şans… Bir şekilde, birinin kafasına bir taş düşüyor ve ölebiliyor, okay. Ama böyle kasıtlı olarak yardımın gitmediğini düşünen tayfadanım ben. Bizzat kendi bağlantılarımı devreye sokup baz istasyonu yollamaya çalıştım bizim mahalleye. Bizim Antakya’daki Alevi mahallesi ve Sünni mahallesini ayıran fiziksel sınır nehirdir ya, yolladığımız hiçbir şey nehirden geçmediğinde ben anladım: Bizi şu an ölüme terk ediyorlar. Bunu böyle düşündüğüm için daha da öfkeleniyorum. […] İnsanların ağzında hep şu vardı: ‘Biz kendi kendimize cenazelerimizi kaldırmasak, bunlar bizim cenazemizi de kaldırmazdı’, dediler.” Corç ise bir yandan yardımların gelmemesinde fiziksel koşulların etkili olduğunu belirtirken, diğer yandan bölgeye ulaşan yardımlara referans vererek, Janet’in “ölüme terk edilme” olarak özetlediği duruma dolaylı olarak katılıyor: “İskenderun’daydık. İskenderun, Antakya’nın kuzeyden giriş kapısı. Onun için bütün yardımlar İskenderun’a önceden geldi. Antakya’da iki gün boyunca ulaşım kitlendi. Otobanlarda kilometrelerce kuyruk oluştu. Tek geçit olan Belen Geçidi tıkandı. Bundan dolayı yardımlar Antakya’ya cidden yetişemedi. Bir bu var. Ama bunun yanında, sen de kocaman bir devletsin. Bunun başka yollarını bulabilirsin. Nehna bile gemiyle erzak gönderdi. Bunu Nehna yapabiliyorsa, devlet çok daha fazlasını yapabilirdi. Bundan dolayı burada bir art niyet olduğunu düşünüyorum.” Kendini özellikle kriz anlarında gösteren, bir örgütlenme biçimi olarak tanımlanan politik-olan, bir örgütlenmeme biçimi olarak da ele alınabilir. Paylaştığım tanıklıklardan ve depremin ilk günlerinde Antakya’nın konvansiyonel medyada yer bulmamasından yola çıkarak, Hıristiyan ve Alevilerin yaşadığı bu mahallelerde devletin, depremin en kritik saatlerinde arama-kurtarma faaliyetlerini örgütle(ye)memesini, devlet aklının bir yansıması olarak okumak mümkün. Direniş: “Şehri manevi olarak tekrar kurduk” Antakya’da yaşanan yıkım politik-olanı sadece devlet nezdinde değil, bölgenin Ortodoksları nezdinde de açığa çıkıyor. Bu örgütlülük halinin özellikle dini günlerde kendini belli ettiğini, Antuvan’ın “Bayramlar hiç olmadığı kadar […] şiddetli kutlanıyor” sözünden anlıyoruz. Mekansal anlamın inşasında önemli bir yapı taşlarından biri de aidiyet duygusu. Bu duygu, kişilerin kendilerini ait hissettikleri bir mekana bir anlam yüklemesiyle oluşuyor ve bu anlama da çoğu zaman o mekana karşı bir sorumluluk duygusu da eşlik ediyor.[2] Bu bağlamda depremle birlikte açığa çıkan politik-olan, kendini sadece cemaat içi ilişkilerin yoğunlaşması formunda değil, beraberinde sorumluluk duygusuyla gelen bir direniş ruhu olarak da gösteriyor. Bu direniş ruhunu, Antuvan bize şöyle özetliyor: “Evet, fiziksel bir yıkım yaşadık. Çok canlar kaybettik. Ama onların da hatırasını yaşatacak yeni bir şehir tekrar kurulacak. O şehre zaten o maneviyatı, o ruhu yükleyen bizlerdik. Zaten kalbimize, bizlere nüfuz etmiş şehirden birer parça koyarak, o şehri manevi olarak tekrar kurduk. Eskisi gibi olmayacak. Bunu zaten hepimiz biliyoruz. (…) Taş duvarlar ev olmuyor, sokaklar mahalle olmuyor. O binaları ev yapacak olan bizleriz. O sokakları mahalle yapacak olanlar bizleriz. Bizler, bu şehrin insanları olarak bu şehri tekrar kuracağız ve gerçekten çok daha güçlü bir şekilde kuracağımızı düşünüyorum ben. Tarihler boyunca zaten yaşanmış bu büyük depremler. Biz sekizinciyi yaşadık. Bizlere anlatılan bir efsanenin parçaları olduk. (…) Bize [Antakya] yedi kere yıkıldı, kuruldu, dendi. (…) Bizden sonraki nesiller Antakya sekiz kez yıkıldı ama sekiz kez de kuruldu diyecekler. Bunu kuracak olanlar da bizleriz.” Antakya’ya karşı duyulan sorumluluk hissiyle gelişen direniş ruhunun kök nedenini ise Yahya şu şekilde analiz ediyor: “Tüm bu vakıf başkanları, toplumun ileri gelenleri, kiliselerde dini ritüelleri yapabilecek bir alan açmaya çalıştılar. Hepsi de sağladı bir şekilde bunu. Arsuz’da da ayin yapılıyor şu an, Altınözü, İskenderun, Samandağ’da da ayin yapılıyor. Bunu göçü engellemek için yapmaya çalıştıklarını anlıyorum. ‘Burada bir hayat devam ediyor. Biz buradayız. Burada kalan insanlar var. Buradaki hayatın temel çapalarından birisi devam ediyor’, algısını yaratmaya çalıştılar belki de. Bunu illa bilinçli olarak yaptıklarını söyleyemem.” Yazının ilk bölümünde de belirttiğim gibi cemaat hayatının organizasyonunda temel işlevi olan kiliseler, deprem sonrasında direnişin de organize edildiği mekanlar olarak işlev görüyor. Yaşanan bunca yıkıma rağmen dini törenlerde gözlemlenen coşku, “ما رحنا نحنا هون” (Ma rıhna nehna hon / Gitmedik, buradayız!) mesajını verip Antakya’ya yüklenen mekansal anlamı dolayısıyla politik bir düzleme de taşıyor. “Vatansızlık hissiyatı geldi bana” Türkçeye Yunancadan geçen νοσταλγία (nostalgía, nostalji), νόστος (nóstos, eve dönüş) ve άλγος (álgos, ıstırap) kelimelerinin bileşiminden oluşur. Dolayısıyla nostalgía, sözlük anlamıyla “eve dönüş için çekilen ıstırap” anlamına gelir. Buradan hareketle iki nostalji tipolojisinden bahsedilebilir: Düşünsel nostaljide “ıstırap” vurgulanır ve “eve dönüş” kişide melankoli, umutsuzluk gibi mobilize edici gücü olmayan duygular uyandırır. Buna karşın, yeniden kurucu nostalji olarak kavramsallaştırılan tipolojide ise “eve dönüş” yitirilen evin yeniden inşası için gerekli enerjiyi mobilize eder.[3]  Janet aşağıdaki anlatısında yaşanan yıkımın hem ekonomik hem de sosyal boyutunu vurgulayarak Antakya’yla düşünsel nostalji üzerinden bir bağ kuruyor. “Vatansızlık hissiyatı” olarak özetlediği bu durum, Antakya’ya yüklediği mekansal anlamının derinliğinin çok net bir ifadesi: “Toparlanabileceğimize dair çok bir inancım yok bu dakikadan sonra. En azından Antakya’nın içinde toparlanacağımıza dair. Vatansızlık hissiyatı geldi bana son birkaç aydır. (…) Sana verdiler 1+1 daire. Çocukluğunun geçtiği sokak oluyor mu o? Ya da çocukluğunun geçtiği ev oluyor mu? Olmuyor. Dolayısıyla aynı şeye dönebileceğimizi düşünmüyorum. Ama çabalamak gerektiğini düşünüyorum. (…) ‘Geri döneceğiz’ler falanlar filanlar, bunlar bana… Adını koyamıyorum ama fazla Instagram gibi geliyor bana. Dolayısıyla bu retorikten çok hoşnut değilim ben. (…) [Kilise] tekrar yapılsa, ben eminim Arsuz’dan Antakya’ya gelen cemaat olur. Mantıklı mı, değil. Çok para çünkü. O, insanların barınması için harcanmalı.” Buna karşın Antuvan, Antakya’yla yeniden kurucu nostalji üzerinden bağ kuruyor ve “eve dönüş” için umutlu: “Gittiğimiz her yere, o birlik beraberlik duygusuyla birlikte, şehrimizi de yanımıza alarak gittiğimizi düşünüyorum. (…) Herkes geri dönmek için gitti. Herkes geri dönecek diye düşünüyorum.” Antakya’ya geri dönüş konusunda ifade edilen farklı fikirler, bölgedeki belirsizlikle doğrudan ilintili. Bu belirsizliklerin başında, Yahya’nın aşağıda belirttiği gibi, mülkiyetin el değiştirme ihtimali geliyor: “Kilise ve etrafı riskli alan kapsamına alınıp 6306’ya tabii tutulduğunda, [Ortodoksların] oradaki mülkiyet haklarını kaybetmeleri çok ciddi bir risk. Oradaki mülkiyet hakkını kaybettikleri anda, bu insanların Antakya’nın dışındaki TOKİ mahallelerinde, (…) kendi seçmediği insanlarla inşa edilecek bir toplumsal dokunun içinde yaşamak isteyeceklerini de sanmıyorum. Pek umutlu değilim, Antakya özelinde. İnsanların kendileri de çok umutlu değil hakikaten. Bunu, çevreye dağılmış Antakyalılarla konuştuğunda anlıyorsun.” Devletin uygulayabileceği mülkiyetsizleştirme politikaları sonucu bölgenin bir rant alanı haline gelmesi ihtimali de “eve dönüş”ün nasıl olacağı hakkında soru işaretleri doğuruyor: “Özellikle Antakya’nın tarihi merkezinin Sur’daki gibi, bir açık hava müzesine, bir ucubeye dönüştürülebilme fırsatı var. Buraya geri dönmek için zaten [Ortodoksların] maddi olarak güçlerinin yetmeyeceğini düşünüyorum. Bu otomatikman Aleviler için de geçerli. Emek, Aksaray, Armutlu, hepsi yeniden yapılacak. Büyük ihtimalle dönemeyecekler. Ekonomik olarak güçleri yetmeyecek. Yapılmak istenilen demografik değişim, bu vasıtayla hızlandırılmış oldu. Bunun geri dönüşünün çok ihtimal dahilinde olduğunu düşünmüyorum. Özellikle son dört yılı sadece inşaattan oluşan bir ekonomik modelle sürdürmeye çalışan bir iktidar olduğu müddetçe, buranın etrafında oturması çok pahalı olan ve mülkiyetini devletin elinde bulundurduğu bir müzeye dönüşeceğini düşünüyorum. Demografik bir değişim ister istemez yaşanacak.” Antakya merkezde son yıllarda uygulanan soylulaştırma projeleri ve bu projeler aracılığıyla planlan demografik dönüşüm ise, belirtilen şüphelerin zeminini oluşturuyor: “Soylulaştı o mahalleler. Biraz benim kanıma dokunuyordu son dönemlerde. Yerlisi ev bulamamaya başladı. Kötü bir şey bu.” (Janet) “Kilisenin arkasında klasik Antakya evleri olarak bilinen avlulu evlerin, 5 Şubat’a gittiğimizde önemli bir kısmının, yüzde otuzunun kafe, restoran ya da otele döndüğünü görmüşsündür. Orası dönüşüyordu, gentrifié oluyordu (soylulaşıyordu). Kentsel dönüşümün esas vurmak istediği yerse Antakya’da 2013’te ortaya çıkan plan ve 2022’de uygulamaya geçirilmesine karar verilen Alevilerin yaşadığı Emek ve Aksaray Mahallelerinin dönüştürülmesiydi. Ortasına kocaman bir camii dikerek, oranın tamamen kentsel dönüşüme sokulması planı vardı zaten. Devletin aslında demografisiyle oynamak istediği nüfus da Alevilerdi gerçekten. Hıristiyanlık, Yahudilik, oranın turistik imajını destekleyen unsurlar. O yüzden o kiliseyi ortadan kaldıracak kadar büyük bir plana girişmek gibi fikir yok.” (Yahya) Antakya, deprem öncesinde de güç ilişkilerinin soylulaştırma projeleriyle kendini gösterdiği bir mekan. Depremle birlikte yaşanan yıkım, bu bağlamda mekanın devlet eliyle dizaynı için geniş bir alan açıldığını iddia edebiliriz. Bu mekan üzerindeki devlet aklı pratikleri okunduğunda, Antakyalı Ortodoksların “eve dönüş” hakkındaki kaygılarının somut bir zemin kazandığını, Corç’un bize dediklerinden anlıyoruz: “İskan politikaları, buralarda yapılmış bir şey. Çok defa yapılmış şeyler. Yeniden bunu yapabilirler. Özal ya da Demirel döneminde, Amik Ovası’na ciddi bir Çeçen nüfus getirildi. Antakya-Samandağ arasındaki dağ köylerine Karadeniz’den insanlar getirildi. Bunun tekrar yapmayacağının hiçbir garantisi yok. Dolayısıyla devlet her boşluğu doldurur. Daha önceki pratiği zaten bunu yapabileceğini gösteriyor” Söz konusu Antakya’ya geri dönmek olduğunda “Nereye dönülecek?” sorusu kadar “Kim dönecek?” sorusu da cevabı analiz edilmesi gereken temel bir soru olarak karşımıza çıkıyor: “Büyük şehirlere ve yurtdışına gitmeye çalışanlar var. Şu anda, özellikle gençlerde yurt dışına gitme eğilimi çok yoğun. Tabii ne kadarı gidebilir ne kadarı gidecek, bilmiyorum. 2000’li yıllarda da bir yurtdışına gitme furyası olmuştu. Tam Samandağ’da genç nüfus evlendi, nüfus artmaya başladı, sonra da deprem oldu. Yine aynı şeyle karşı karşıya kaldık şu anda. Daha çok ekonomik kaygılarla göçüyor insanlar.” Yukarıda Corç’un da ifade ettiği gibi, deprem Antakya bölgesinde ciddi bir ekonomik belirsizlik de meydana getirdi. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kriz ise mevcut belirsizliğin şiddetini arttırıyor. Bu bağlamda, özellikle söz konusu Ortodoks gençler olunca, politik-olanın “göç” formunda da ortaya çıkması ihtimaller dahilinde. Antakya’nın geleceğine dair sözünü ettiğimiz kaygılar, devlet aklının sadece geçmiş değil, güncel pratikleriyle de ilgili. Depremin üstünden on ay geçmesine rağmen devam eden, diğer bölgelerde çözülmesine rağmen Antakya’da henüz çözülmemiş problemler, Corç’un da aşağıda ifade ettiği gibi, bir “yıldırma politikası” olarak değerlendirebilir. “İnsanları yıldırıyorlar. Adıyaman’da, Maraş’ta su problemi yok. İskenderun’da da deprem Antakya’daki kadar yıkıcı değildi. Buna rağmen, altı aydır -affedersin ama- sürekli bok kokusu çekiyoruz. Çünkü altyapı iptal ve yapılmıyor. Bugün WhatsApp gruplarında şöyle bir konuşma döndü. İskenderun ve Arsuz’daki kıyı şeridinin ciddi bir kısmında, yoğun miktarda koli bakterisi bulunduğu tespit edilmiş. Bu da ne demek? Lağım direk denize boşalıyor. Altı ayda bunu yapamaz mıydın? Hakikaten ciddi bir kayıtsızlık var Hatay bölgesine karşı.” Özetle depremle birlikte fiziksel mekanın değişimi, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamı da dönüştürüyor. Devlet aklı bağlamında politik-olanın “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları olarak kendini göstermesi/gösterebilme ihtimali, cemaat bireylerinin mekana yüklediği anlamı daha da politik bir düzleme çekiyor. Bunun neticesinde, “hoşgörü” mitinin fiziksel sınırları çizilmiş ve sonrasında bir direniş ruhu doğmuş olsa da, bölgedeki belirsizliklerin cemaat üyelerini “eve dönüş” isteği ve “ıstırap” duygusu arasına sıkıştırdığını söylenebilir. Antakya’yı özel kılan, bölgenin Ortodokslarının kendi kimlikleriyle -yapılan bütün eleştirilere rağmen- gündelik hayatın içine karışabilmesi, Yahya’nın ifadesiyle “bir müzelik eşya değil de şehrin aktörleri” olabilmesi. Cemaatin kendi kültürel dokusunda varlığını tekrar tesis edebilmesi için, “Geri döneceğiz!” söyleminin altının doldurulması gerekiyor. Devlet aklı pratikleri olarak özetlediğimiz “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları sonucu açılan geniş mücadele alanında, bölgede çokkültürlülüğün devamının garantörü olarak görülen Arap Alevilerle ortak bir akılda buluşmanın elzem olduğu sonucu çıkarılabilir. [1] Hakan Mertcan, “Antakya’da Zarar Gören Tarihi Mekanlar, Yaralanan Kültürel Miras”, Nehna, Erişim: 11.08.2023, https://nehna.org/antakyada-zarar-goren-tarihi-mekanlar-yaralanan-kulturel-miras/ [2] Doreen Massey, “Geographies of Responsibility”, Geografiska Annaler. Series B, Human Geography, cilt 86, sayı 1, 2004, s. 5–18. [3] Svetlana Boym, The Future of Nostalgia, New York, Basic Books, 2001, s. xviii.

  • Ras-el Seni, ‘Habeq’ Kokusu ve Antakya

    14 Ocak, “Ras-el Seni” yani yılbaşı. Her 14 Ocak, biraz kurulan sofralar ve biraz da ‘habeq’ (kuru fesleğen) kokusudur çocukluğumdan uzanan. Sabahın çok erken saatlerinde gürültü yapmamak için ayak uçlarında koşuşturan annemin sesine değil ama ‘kibbeh’ (içli köfte) etinin içine eklenen maydonoz kokusuna ve de bulgurla yoğrulan dışına da hafiften dokunduracak oranda kattığı ‘habeq’in keskin kokusuna uyanırdım. O tatlı telaş kaçınılmaz. Müthiş zahmetli ‘kibbeh’ neredeyse hazır olurdu tabii biz kardeşler uyanıncaya dek. Bir gün öncesinden hazırlanan ya da topluca ‘sini’ dediğimiz tepsilerde yapılan ‘kahke’ (külçe) kahvaltı için hazır. Hemen kahvaltım için kahke yerken bir yandan hızlıca anneme yardım etmeye başlardım. İşin çoğu bitmiş olsa da.  Bu arada kahke hala en sevdiğim tatlardan. Köftelerin içini doldururken annemle birlikte, annem ‘bitmek üzere zaten, sen bırak hadi bir kahve yap’ derdi.  Çocukluğumun, ergenliğimin en önemli görevi süvari kahveyi yapmaktı. Tam ayarını tutturmak kolay değildir ‘koyu’ kahvenin. Biz kahveyi çifte kavrulmuş ve elbette sade ve çay bardağında içeriz. Yılbaşı’na hazırlık sonrası süvari kahveleri yudumlamak gibisi yoktur. Kahvenin en güzel hali, yorgunluk ve heyecan içinde içilen bayram kahvesi. Ras-el seni akşamı tüm aile bir arada sofralar kurulur ve gelen giden eksik olmaz kapıdan. Arapça şarkılar, bazen halaylar… Ve tabii ki çocukların en güzel hediyesi yılbaşı harçlıkları ve tatlılar. Bir yandan Mushabbaq (Züngül) bir yandan baklava…Ras-el Seni pek çoğumuz için çocukluğumuzun ve de yetişkinliğimizin en güzel anılarını biriktirdiğimiz gün. Deprem sonrası Antakya’da Ras-el Seni heyecanı yerini buruk bir yeni yıl başlangıcına bırakıyor. Dünyanın her bir köşesine dağıldık biz Antakyalılar. Çok zor aynı gülümsemeyle o sofraya oturmak pek çoğumuz için. Ne gelen misafirler, ne de misafirlerimizi ağırlayacağımız evler kaldı. Ama Ras-el Seni aynı zamanda Arap Alevilerin için en önemli ritüellerinden biri. Yemeğiyle, duasıyla, birlikteliğiyle. Peki nedir Ras-el Seni? Ras el-Seni, senenin başı demek, yani bildiğiniz yılbaşı. Rumi takvimin ilk günü, Türkiye’de resmi olarak kullanılan Miladi takvime göre 14 Ocak’a denk düşüyor. Rumi takvime göre yılın ilk ayının ilk günü Ras el-Seni olarak kutlanıyor. Türkiye'de (çoğunlukla Hatay, Adana, Mersin şehirlerinde), Suriye'de, Lübnan'da ve diyasporada, Latin Amerika’da Arap Aleviler kutluyor bugünü. 14 Ocak sabahı erkenden küçük olanlar büyük olanların evlerine gider onların yeni yıllarını, bayramlarını kutlar. Ras el-Seni neredeyse yukarıda bahsettiğim ‘kibbeh’ dediğimiz içli köfte ile özdeşleşmiştir. Kibbeh özellikle bugüne özgü bir yemek olarak bilinir ve yenir, misafirlere ikram edilir. Bunun dışında çeşitli tatlılar yapılır. Herkes büyüklerinin evinde toplanır. 50-60 yaşında olsanız bile sizden büyük olanların evine gidersiniz. Büyüklere saygı, şeyhlere saygı gösterilir. Size dinen önderlik etmiştir kirveleriniz, amcalarınız ziyaret edilir. Hemen hemen tüm aileler bu adetleri yerine getirir. Ayrıca özel bir ibadeti yoktur bugünün, genel olarak ziyaretlere gitmek gibi bir ritüel vardır. Ras-el Seni’nin en güzel tarafı birliktelik, bir arada olmak. Eksiğiz bu sene hem de fazlasıyla eksik. Ama yine buluşup ellerini öpeceğiz kalan büyüklerin. O küçücük konteynerda da olsak yoğuracağız içli köfteleri. Hayatta kalmanın mücadelesi sürerken Antakya’da bu ritüellere sarılmak bir kültürel direniş. Bu yılbaşı Antakya’da kaybettiğimiz anların, insanların, mekanların yasını tutarken çocukluğuma bir öpücük konduruyorum. Hatırlamak öylesine bir nostalji değil ve gidenlerin ardından gözyaşıyla sonlanmıyor, gözyaşı ve hüzünle başlasa da. Antakya’ya dair her anlatı sonunda varlığımızı, geçmişimizi ve hafızamızı korumanın ve aktarmanın yolunda birleşiyor. Depremin ardından neredeyse bir sene geçti ve Antakya’da hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Radikal kötülüğün sarmalında yaşam alanlarımız talan ediliyor. Sermaye ve siyaset kıskacında sıkışan Antakyalılar görmezden gelinip kentin rant odaklı yeniden inşa sürecine mahkum ediliyor. Ancak unutmamız gereken bir şey var. Her ritüelimizin temelinde büyük mücadele ve her şeye rağmen zalime kafa tutan halklarımız var. 6 ve 20 Şubat yani depremlerin yıldönümleri yaklaşırken biraz daha ağırlaşıyor acıların yükü. Ancak her an kendimize hatırlatmamız gerek bir konu var: Yıkımın ve sistematik olarak ihmal edilen Antakya insanları olarak korumaya çalıştıklarımız neler? Kentimizi savunmak yalnızca binaları savunmak değil. Hak arayışının kendisi bir bütün. Mülkün korunmasından ortak alanlarımıza, sokaklarından mahalledeki esnaf lokantasına kadar bizim için sosyal ve kültürel anlamda yeniden inşa etmek istediğimiz her şey bu korumanın ve savunmanın bir parçası. Tarihimizle, dilimizle ve tüm ritüellerimizle var olamaya devam edeceğiz. Ve işte tam da bu nedenle tarihin bize fısıldadığı o gizli sözcük direniş! Antakyalılar olarak yine o sofralarda huzurla buluşmak ve evlerimizde yorgunluk kahvemizi içeceğimiz günler için şimdi mücadele zamanı! Ras el-seniy mubarak 3leykin, kıl 3am wa into bi khéyr iñshallah ya cami3en! Fotoğraflar: Bora Selim Gül, Şule Can

  • “Rosinante hafızamızı kaybetmemek için eski Antakya’ya dönüyor”

    Rosinante, Antakya’da deprem öncesi şehrin hafızasında önemli bir yer tutan, insanların sık sık bir araya geldiği mekanlardan biriydi. Deprem sonrası süreçte bu mekan, bugün şehirde kapılarını tekrardan açmaya başlayan birçok restoran gibi Antakya’nın gastronomi mirasını canlandırarak insanlara umut vermeye hazırlanıyor. Yapılan restorasyonun ardından 6 Ocak’ta yeniden açılacak mekanın sahibi Doğuş Genç’le bu süreci ve Antakya ve çevresinde yemek kültürünün nasıl desteklenebileceği üzerine söyleştik. Röportaj: José Rafael Medeiros Coelho Rosinante’nin ortaya çıkış hikayesini ve senin kişisel yolculuğunu bizlerle paylaşabilir misin? Şarap ve fermantasyonla olan yolculuğum 2014’te başlamıştı. Antakya’da her aile gibi benim de ailem sürkisini, yoğurdunu, turşusunu, zeytinini üreten bir aile. Bu süreçte ilgimi çeken fermantasyonun temel mantığını öğrenerek bira ve şarap üretmeye başladım. Bu üretim tekniklerinde yerel olana yönelerek Türkiye’nin ilk kakuleli birasını ürettim ve atalık tohumumuz olan karakılçık buğdayından deneysel bira çalışmaları yaptım. Bu yolculuğa asıl yön veren olgu, dünyada sadece Antakya’da yetişen gerçek, kadim ve kültürel bir coğrafi özelliği olan, coğrafi işaret alınmasına da katkı sağladığım antik çağlardan bugüne kadar gelen bir üzüm çeşidi olan barburi oldu. Bu yolculuğum sırasında katıldığım birçok tadım, etkinlik, workshop sonrasında bu işi profesyonel olarak yapmaya karar verdim ve bira, şarap, fermantasyon, ekşi mayalı ekmek yapımı vb. eğitimleri vermeye başladım. Şarabın izinden Fransa’ya gitmeye karar verdim. Marsilya’nın kuzeyinde yer alan Longo Mai komününde yaşayarak Fransızcamı geliştirmek, şarap alanında çalışmalar yapmak istedim. Bazı nedenlerden ötürü Türkiye’de kalınca Rosinante’yi açmak için İstanbul’un kendine has mekanlarını Van Gogh kapaklı bir defterle gezerek, sohbet edebildiğim herkesle -garson, mutfak şefi, temizlik görevlisi, barmen, işletmeci, mekan müdavimleri- “36 gün 206 mekan” adını verdiğim bir çalışma yaptım. Ve Rosinante’nin konsepti böyle doğdu. Yerel üretici ve organik tarım yapan çiftliklerden aracısız tedarik ettiğimiz ürünleri sunduğumuz ve doğaya, toprağa, suya ve insana saygılı üretimi benimseyen küçük üreticiden aldığımız ürünleri tedarik ederek kaybolmaya yüz tutmuş olan yerel peynirciliği, adil üretim modelini desteklediğimiz bir konsept. Rosinante’nin kökenlerini öğrenmek gerçekten büyüleyici. Şimdi, odak noktamızı yakın tarihe çevirelim. Antakya yıkıcı deprem geçirdi ve bu deprem şehri, sakinlerini ve Rosinante’yi etkiledi. Depremin size kişisel olarak nasıl etki ettiğini ve Rosinante’nin bu dönemde karşılaştığı zorlukları paylaşabilir misin? Rosinante, dünyanın ilk aydınlatılan caddesinin olduğu, bizlerin eski Antakya evleri diye tabir ettiğimiz bölgenin içerisinde bulunuyordu. Fay hattı şehir merkezinden geçtiği için bu bölge çok büyük oranda yıkıldı. Bizler ikinci gün Rosinante’yi kontrol etmeye gittiğimizde üst katlarının yıkıldığını, bar bölümünün büyük oranda dağıldığını ve kimler olduğunu bilmediğimiz kişiler tarafından yağmalandığını gördük. Bu süreçte bahsettiğimiz üreticilerden aldığımız tüm gıdayı, ıslak mendil, peçete gibi şeyleri insanların toplandığı alanlarda dağıtmaya çalıştık. Şehirden ayrılmak zorunda kaldığımız günden mobil şubemizi açana kadar yedi farklı kez kapımız kırılarak içeri girildi. Bu süreçte eski Antakya evleri bölgesinin yaşadığı en büyük problem yıkım ve sonrasında olan yağmalama ve güvenlik problemiydi ve bu sorun güncel olarak devam ediyor diyebilirim. Kesinlikle, deprem birçok zorluğu beraberinde getirdi. Rosinante’nin yeniden açılma sürecinde karşılaşılan belirli durumlar veya zorluklar hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz? “Mobil Rosinante”yi başlattınız. Bu mobil konsept nasıl gelişti ve bu zorlu dönemde Rosinante’nin varlığını sürdürmeye nasıl etki etti? “Mobil Rosinante” ile ilgili öne çıkan belirli girişimleri veya deneyimleri paylaşabilir misiniz? Rosinante’nin Antakya’ya yeniden dönüşü için üç ana sebep sayabilirim. Birincisi depremde kaybettiğimiz gönül ortaklarımız Oktay ve Lukas’ın anısını yaşatmanın sorumluluğu. İkincisi, şehrimizin yeniden inşası ve Antakya’nın tarihini, kültürünü, hafızasını insanını ve doğasını koruyarak yeniden yükselmesine katkıda bulunmak. Ve üçüncüsü, hafızamızı kaybetmemek. Zira kentler mimari birikimleriyle hafıza mekanlarıdır. Bu süreçte Nisan itibariyle yıkımın daha az olduğu bir bölge olan Harbiye Yolu Caddesi’nde atıl durumda olan bir parkı çevre düzenlemesi, elektrik ve aydınlatma, su ve tuvalet gibi temel ihtiyaçlara göre düzenleyerek, mobil karavanımızıysa deprem sonrası şehirde eksikliğini çok hissettiğimiz hijyen ve sanitasyon kurallarına göre revize ederek taş fırının da içinde olduğu profesyonel bir mutfağa dönüştürdük. Bizim açmamızın ardından, şehrin en eski kahvecilerinden Affan Kahvesi başta olmak üzere Saray Caddesi’nin birçok esnafı çevremizde konteynerlerle işletmelerini yeniden açarak, Defne bölgesinin en hareketli, sosyal ve güvenli alanının oluşmasını ve iş istihdamını sağladı. Bu tür zorluklarla yüzleşirken direncin korunması hayati önem taşıyor. Rosinante’nin ve topluluğunun depremin getirdiği zorluklara rağmen parladığı, öne çıkan özel anları paylaşabilir misiniz? Yerel halk sizleri nasıl karşıladı? Yerel halk tarafından desteklendiğini hissettiniz mi? Bizim evlerimiz ve işyerimiz yıkılınca benim ailemden şehirde kalan tek kişi ben oldum. Bir süre karavanın içerisinde, bir süre de çadırda kaldım. Mobil şubemizi ilk açtığımız gün bulunduğumuz bölgede yaşayan tek bir hane bile yoktu. Çoğu binada elektrik, sokakta da insan bulunmuyordu. Bir şekilde orada yarattığımız hareketlilik insanların tekrardan mahalleye dönmelerine vesile oldu. Çevremizde olan hareketlilik ışık ve ses için herkes gelip teşekkür ediyordu. Seçim süreçlerinde sabah 6:30’dan gece 02.00’ye kadar açık kaldık. Bunun nedeni ise şehre oy kullanmaya gelen insanların güvenli hissettikleri ve rahat edebilecekleri o dönem açık olan tek mekandık. Yerel halk bu süreçte tüm eksikliklerimize rağmen mobil şubemize gelerek sabır gösterdiler ve desteklerini esirgemediler. Minnettarız. Şimdi, zorluklara rağmen, bölgenin gastronomisine katkıda bulunmayı amaçlayan Rosinante ve sizin Antakya ve çevresinde gastronomi kültürünü teşvik etme projelerinizle ilgili daha fazla detay paylaşabilir misiniz? Antakya’nın yeniden inşasına nasıl katkıda bulunmayı ve yerel topluluğu nasıl desteklemeyi planlıyorsunuz? 7 aydır süren restorasyon ve güçlendirme çalışmalarımız sonucunda eski Antakya evlerinin ayakta kalan ve aktif olarak çalışmaya başlayacak olan tek restoranını, kafesini, eski Rosinante’yi yeniden açıyoruz. Şehrimiz tarihi, kültürü ve gastronomisiyle öne çıkan bir şehir. Biz bu üçünü harmanlayarak yeni bir mutfak yaratmaya çalışıyoruz. Sosyal gastronomiyi şehirde ilk kez gündeme getirerek mutfağın etikasıyla ilgileniyoruz. Gıda ve yemek kültürünün toplumsal etkilerini, dönüşüm gücünü vurgulamak istiyoruz. Köydeki teyzeden domates salçası ve nar ekşisi alarak kadim olanı sürdürmek ve sürdürebilmelerine katkı sağlamak istiyoruz. Yaptığımız pizzanın kenarları Antakya simidinden ilham aldı ve İtalyan pizzasıyla füzyon edildi. Kahvaltılık toz zahterle yaptığımız pizzamız ise bulunduğumuz coğrafya olan Levant’ın Lübnan mutfağından esinlenerek yaratıldı. Yakın gelecekte ise Rosinante mutfağını Hatay’ın gastronomisine yeni soluk getirecek kişileri yetiştirmek üzere bir Gastro Talent Academy’ye dönüştürmeyi hedefliyoruz. Sanatçı Ezgi Aysever tarafından tasarlanan yeni logo, Eski Antakya’nın hafıza mekanlarının bir karışımı olarak tanımlanıyor. Bu tasarımın arkasındaki ilhamı açabilir ve Rosinante’nin kimliğinin özünü nasıl yansıttığını açıklayabilir misiniz? Don Kişot, aşırı romantizm ve hayalperestliğin bir göstergesi olarak kabul ediliyor. Ama aslında bana göre hayali gerçeğe dönüştürme serüveninin içerisindedir Don Kişot. Don Kişot’un atı olarak Rosinante zorluklara rağmen sadakatle yanında kalan bir varlık olarak temsil edilir. Hem sadakatin hem fedakarlığın sembolüdür. Aynı zamanda ideallerinin peşinden gidenlerin içindeki gücü azmi ve inadı temsil eder. Cervantes’in hayal gücüyle yazdığı Don Kişot’un hayaleti Antakya’da yeniden beliriveriyor. Rosinante şehri terk etmiyor. Antakya’ya bağlılığını ve sadakatini gösteriyor. Yeni logomuz terk etmediğimiz şehrimizin belleğinin, hafızamızın fiziksel yansıması olan mekanları içeriyor. Son olarak, bu yıl boyunca, sosyal medyada Rosinante’yi sık sık ziyaret eden birçok kişi, restorandaki güzel anılarıyla ilgili videolar ve fotoğraflar paylaştı. Bildiğiniz gibi, 6 Şubat depremlerinde büyük hasar gören Hatay, özellikle tarih kenti Antakya’nın mekansal hafızasını canlı tutmak amacıyla “Beledna Hafıza Haritası” adlı çevrimiçi harita projesi başlatıldı. Antakya ve Hatay sakinlerine, Beledna kullanarak ve Rosinante gibi şehrin önemli gastronomik simgelerinin yer aldığı haritada fotoğraflarını paylaşarak bu mekanları canlı tutmaya ve depremde maalesef yok olan bu şehir simgelerini hatırlamaya yönelik önemini sormak isteriz. Sizce, Beledna’yı kullanmak ve bu tür anıları paylaşmak neden bu tür yerlerin hafızasını canlı tutmak için önemlidir? Antakya evleri, sokakları, kapıları onlarca medeniyetin izlerini taşıyor. Antakya’daki herkes en az bir kere bu sokaklarda gezmiş, en az bir kere buralarda fotoğraf çekmiştir. Bu fotoğraflarda hiç dikkat etmediğimiz bazı detaylar olabilir. Doğum, ölüm ve yaşamın sembolü olan akantüs bitkisinin yaprağının Antakya evlerinin kapı ve pencerelerinde hayat bulması gibi… Tıpkı şimdi şehrimizin doğum, ölüm ve yaşam paradoksunun içinde bulunması gibi… Şehrimizin yeniden doğuşuna katkı için bu anıları paylaşmak ve Beledna’yı kullanmaya davet ederek bitirmek istiyorum.

  • Son Noel, ilk Noel

    Antakya’nın son Noeli Antakya’daki son anılarımdan biri. Geçtiğimiz aylarda sıkça ziyaret ettiğim anılardan. Anı yaşamak derler, o gece her saniyeyi anda yaşadım ve en güzeli, bunun farkındaydım. Son Noelimizi unutmamak adına sizi de o anların içine çekiyorum. 24 Aralık 2022, Noel arifesi. Antakya’da sokaklar süslenmiş, Zenginler Mahallesi’nde, Saray Caddesi’nde bir Noel telaşı vardı. İlk önce Noel ayini, yıllardır görmediğin insanlarla kilise bahçesinde bayramlaşma, sohbet. Sonra eski Antakya’da arkadaşlarımla sıcak şarap planımız vardı. Öğleden sonra arkadaşım Öykü’yle kahve içmeye çıktık ve akşam yapacaklarımızı konuştuk. Yan masada lise arkadaşım Vilyım oturuyordu. İstanbul’dan Noel için gelmiş. Uzun zaman görüşmemiştik. Biraz sohbet ettikten sonra akşam kutlamada görüşmek üzere bulunduğumuz kafeden ayrıldık. O gün yapacaklarım arasında yirmi küsur yıl önce Antakya’dan Minnesota’ya taşınan Can abinin ricası üzerine ayinde video çekmek vardı. Öykü ve ablamla akşam 7’de kilisenin önünde buluşacaktık ve lise arkadaşım Tatros’un babası bizi kapıda karşılayacaktı. Biraz geç kalsam da 19:30’u geçmeden kilisenin önünde buluştuk ve içeri girdik. Ayin başladı, kilisede adım atacak yer yoktu. En arkadaydım. Can abinin istediği videoyu çekip gönderdim, hemen cevap verdi. “Bora! Fark etmeden annemi de kadraja almışsın. Hemen önünde. Oraya dönmüş gibi hissettim. Sanki annemin arkasında ben varım. Beni ne kadar mutlu ettin tahmin edemezsin” dedi. Ayin sonrası kilise bahçesinde toplanıldı. Yıllardır görmediğim lise arkadaşlarım Soley’i, Seray’ı, lise ve üniversite arkadaşım Vilyım’ı, kaybolan kedisini evimin sokağında ararken tanıştığım Jasmin’i gördüm, bayramlaştık, ayaküstü sohbet ettik. Benim lise arkadaşlarımın babaları, anneleri, babamın, annemin ilkokul, ortaokul arkadaşları. Gözüm babamın ortaokul arkadaşı antikacı Migel amcayı arıyordu. Birkaç ay önce babamla dükkanına uğradığımızda ondan istediğim bir parça vardı, hem bayramını kutlayacaktım hem de unutmuşsa diye istediğim parçayı hatırlatacaktım. Kalabalıkta seçememiştim belki. O sırada Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu Başkanı, aynı zamanda ablamın lise öğretmeni Meri teyzeyi yine yıllar sonra orada gördüm. Meri teyze ablamı görünce “Mimarımız! İyi ki geldin” dedi ve sarıldı. “Buse benim öğrencimdi, şu an kilisemizin mimarı ve tabii yakışıklımız da Buseciğimin değerli kardeşi Bora” deyip bizi sima ve isim olarak bildiğimiz İzabel ablayla, Marsel ablayla tanıştırdı, bayramlaştık. Kızları Evlin ve ablamın liseden arkadaşı Talin de kutlama için Ankara’dan gelmişti. Onlar da en az anneleri ve teyzeleri kadar samimi ve güleçtiler. Özellikle Evlin’i gördüğümde aklımdan ilk bu geçmişti. O anlarda Evlin’le ve Talin’le 2023 yılında hep irtibatta olacağımızı, dayanışacağımızı, İstanbul’da, Ankara’da bağış toplamak için yan yana standlarımız olacağını bilmiyorduk. Bir sonraki Noel aynı bahçede görüşeceğimizi varsayıp vedalaştık. Daha sonra Öykü’nün arkadaşı Edmon, tüm kalabalığı kilise de kadraja girecek şekilde fotoğraflamamız için ve Öykü’nün @otukosu Instagram sayfasında paylaşması için bizi kilisenin idare odası kısmına çıkardı. Orada son Noel’i izledik birlikte. Bundan yıllar sonra da hatırlanacak o Noel’i kaydettik. Arka planda hep Feyruz’dan “Laylet Eid” (Bayram Gecesi) çalıyordu. O kadar çaldı ki ağzımıza takılmaması mümkün değildi. Hem Feyruz’a eşlik ettik hem sevdiklerimizle zaman geçirdik, bazılarına veda ettiğimizi bilmeden. Şimdi çektiğimiz fotoğraflara, videolara bakıyorum da, depremden önce bir araya geldiğimiz son etkinlikmiş bu. Videolarımıza yansımış insanların bazıları, hatta bu yazıda bahsettiğim bazı insanlar artık aramızda değiller. Belki de isimlerinin başına “rahmetli” yazmam gerekiyordu ama yazamadım, yazmak istemedim. Yazıyı yazmamın amacı son Noel’in anısıyla birlikte adlarının yaşaması çünkü. Bir videoda Lukas hep bir yerlere yetişmeye çalışır gibi çıkmış. Lukas’ın ikizi Piya İstanbul’dan Noel için dönmüş, belki uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla konuşuyor. Saat 20:30 gibi gecenin olmazsa olmazı havai fişek gösterisi için kalabalığa döndük. Havai fişekle birlikte çan sesleri tüm eski Antakya’da yankılanıyordu. Türkiye’de başka bir kilisede görülmeyen, hatta Lübnanlı arkadaşımın sözleriyle Lübnan’da dahi görülmeyen -bu yoruma şaşırmıştım- bir gösteriydi bu. Havai fişek ne kadar büyükse ve renkliyse kalabalıktan bir o kadar “Vooov!” sesleri yükseliyordu. Her “vooov”da Öykü’nün de benim de yüzüm ayrı gülümsüyordu. Kilise Antakya’nın kalbinde olduğu için kutlama birçok yerden gözüküyordu. Kilisenin bahçesine bakan restoran da tıklım tıklımdı. Hem kilisenin kutlamasına başka ses gitmesin diye hem de geceye özel olarak restoranda müzik çalmamış. Oradaki insanlar da ilahileri ve Feyruz’un Noel şarkılarını dinlemiş. O gece Noel uzun zamandır hiç olmadığı kadar coşkulu kutlandı Antakya’da. Pandemi yasaklarının tam olarak kalktığı ilk Noel’di. Her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyorum artık. Normalde Noel ayinine sadece cemaatin katılımına izin olur. O Noel, ayinin kapıları cemaatten olmayanlara da açıktı. Aileler, dostlar kuşaklar boyunca bir araya getiren geleneklere sarılı bir şekilde, diğer dost topluluklarla birlikte bu kilisenin gölgesinde son kez toplandı. O zaman bilmiyorduk ama atalarımızın bildiği, bizim bildiğimiz kilise bize, bizler de ona veda ediyormuşuz. Kilisede geçirdiğimiz dört saat sonunda Öykü’yle kendimizi eski Antakya sokaklarına attık. İlk hedefimiz eski Antakya’da bulunan evimizdi. Asıl planımız orada toplanıp sıcak şarap yapmaktı ama ısıtıcı çalışmıyordu. Bir de biraz üşendiğimiz için hemen ilerimizdeki şarap evine gitmeye karar verdik. Konu konuyu açınca Öykü ve Öykü’nün kardeşi Doğa’yla orada gece iki, üçe kadar oturduk. Sıcak şarabın tadı da tam olması gerektiği gibiydi. Antakya şarabından yapılmıştı. Orada da Noel’den dolayı Feyruz’un Noel şarkıları çalıyordu tabii. Dilimize dolanan Laylet Eid peşimizi bırakmamıştı. Çok da şikayet ettiğimiz söylenemezdi aslında. Şarapçıdan ayrılırken dükkan sahibi bize eski Antakya’nın çıkışına kadar eşlik etmek istedi. Bir şey olacağından değil de, içi rahat olsun diye. Kapısını bile kapatmadı, kimsenin gelip bir şey çalmayacağını biliyordu. Son Noel hayatım boyunca aklımın bir ucunda parlayacak. Geçtiğimiz aylarda ne zaman Antakya’yı özlesem o geceye döndüğüm için ve Antakya yıkılmadan önce edindiğim en özel, en taze anılardan olduğu için hiçbir ayrıntısını unutmadım. Zihnimde Antakya’ya dair kalan bir hazine olarak kaldı. Bugün ise Antakyamız olmadan geçirdiğimiz ilk Noel. Özel günlerde kaybettiğimiz canların, Antakya’nın yokluğu daha çok hissediliyor. Depremden sonra Antakya’dan gitmek zorunda kalan Ortodoks topluluktan insanlar bugün Noel için topraklarına, Antakya’ya dönüyor. Noel’de Antakya’yı yalnız bırakmamak için, kaybettikleri insanların mezarlarını ziyaret etmek için. Kilise yıkılmış olabilir ama Antakya’dan Noel ayini eksik olmaz. Kilisenin mimarı Buse Ceren Gül (ablam), Dünya Anıtlar Fonu’nun desteğiyle kilisenin deprem öncesi bulunduğu konumda Noel ağacı süsledi. Bu gece artık dümdüz ve zifiri karanlık olan Saray Caddesi’ni ve eski Antakya sokaklarını o ağaç aydınlatacak. Mübarek güne güzel haber yakışır. Bugün eski Antakya’ya bir Noel, bir gün daha uzağız ama yeniden inşa edilecek kiliseye bir gün daha yakınız, çünkü Dünya Anıtlar Fonu, kilisenin yeniden inşası için gereken dünya çapı fon çağrısını bugün kurulan ve süslenen Noel ağacıyla başlatıyor. İlk Noel, son Noel’e ve geçmişe veda değil, aynı zamanda yeni başlangıçlara ve umut dolu, Antakyalı yarınlara selam dursun! Dedemin deyişiyle, Tanrı kaybettiğimiz canların meleklerini yardımcı kılsın. En yakın zamanda, o bahçede, kaybettiklerimizin anısıyla, sevdiklerimizle olma dileğiyle sağlıklı, umut dolu Noeller. Ğiyd ıl milad mejid. Kil am u intum bi kheir. Depremin ardından yıkılan Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nde süslenen çam ağacı

  • Torna tezgahından Noel sofrasına: Keşşir dolması

    Antakya’da yaşayan Hıristiyanlar için her yıl, Aralık ayının 24’üyle başlayan ve 31’inde biten Noel haftası, büyük, küçük tüm aile üyelerinin, özlem gidermesi, sohbet etmesi ve Noel geleneğine uygun yemeklerde bir araya gelmesi için eşi bulunmaz bir haftadır. 2022 yılı sonuna kadar Antakya’dan ne kadar uzakta olsam da Noel haftasında Antakya’da olmak için çalışırdım. Antakya’da 6 Şubat’ta meydana gelen “asrın depremi” nedeniyle sevdiğim ve özlediğim şehre gitmek ne yazık ki bu yıl mümkün değil. Noel’in yaklaştığı bugünlerde ise tek yapabildiğim, çocukluğumdan bu yana Antakya’da yaşamış olduğum harika Noel anılarımla avunmak. En üstteki fotoğrafta gördüğünüz kilise ve avlusu maalesef yıkılmış durumda ama olsun. Her şeye rağmen, gülümseyen Noel çocuklarını hatırlayarak buruk bir mutluluk duymaya devam ediyorum. Noel anılarım arasında ilk aklıma gelen Antakya’ya özgü Noel yemekleri oluyor. İki aya yakın süren bir perhiz döneminden sonra gelen Noel haftasında minik içli köfteler, tavuklu, martadellalı çorbalar, Noel çörekleri bolca tüketilir. Antakya’ya özgü bir başka geleneksel yemek, çoğu sofralarda sadece bu dönemde yerini alır. Bu özel yemeğin adı Antakya’ca adıyla “keşşir dolması”. Türkçe sözlükte “keşşir” havuç anlamına geliyor. Antakya çevresinde yetişen bordo-mor arası renkte ve boyu neredeyse 30 santimetreye ulaşabilen bu havuç, keşşir dolmasının ana elemanı. Rengi ve ağza bulaşan farklı lezzetiyle özel bu havuç çeşidi ayrıca turşulara da katılır. Uzun kış akşamlarında sobada korların üzerine atarak pişirirdiğimizi hatırlıyorum keşşiri. Sonra da üzerindeki kül ve yanmış kabuğu sıyırıp kardeşlerimle beraber yerdik. Koyu mor renge boyanan ellerimiz ve dudaklarımıza bakıp birbirimize takılırdık. Keşşir o kadar serttir ki, içini elle oymak neredeyse imkansız. Bu yüzden bu havucun dolmalık hale getirilmesi ancak tornada oyulmasıyla mümkün olur. Aile büyükleri tarafından pazardan seçilerek satın alınan mor havuçlar, oyulmak üzere ahşap işi yapan tornacıya götürülür. Antakya’da Aralık ayı boyunca birkaç torna ustası, en az bir tornalarını, pahalı olmayan bir ücret karşılığında müşterilerin getirdiği havucu oymak için hazır tutarlar. Torna ustası havuçları dikkatli bir şekilde oyar. Oyulan havuçlar eve getirilir, üstleri rendelenip içleri dışları yıkanır. İçleri Antakya’ya özgü baharatlar, rendelenmiş soğan, pirinç ve az yağlı dolmalık kıymayla hazırlanan dolma harcıyla doldurulur. Doldurulmuş havuçların ağızları da ince bir havuç dilimiyle kapatılır. Tencereye yerleştirilen keşşir dolmaları, yeterli miktarda su eklenerek bir süre için kaynamaya bırakılır. Pişmeye yakın, dolmaların üzerin, tereyağında yakılan kuru nane ve bol miktarda ezilmiş sarımsaklı bir sos boca edilir. Ayrıca nar ekşisi de eklenen keşşir dolması, yenebilecek sıcaklığına gelene kadar demlenmeye bırakılır. Koyu mor renge bürünmüş pişmiş dolma, tabaklara servis edilir ve dolmanın iştah açan tatlı ve ekşi tatları barındıran özel suyu sos olarak dolmaların üzerine katılır. Keşşir dolmasını dileyen yoğurtla yer. Laf aramızda, bu çok özel lezzete sahip dolma suyunu ben, tek başına çorba olarak içmeye bayılırım. Bu dolma evlerimizde ortalama olarak yılda bir defa pişirilir, afiyetle yenir ve kendine özgü tat ve kokusu bir yıl boyunca unutulmaz. Bu özgün ve geleneksel yemeği yine Antakya’da hep beraber yemek umuduyla… Fotoğraflar: Abdulla Sert

  • Büyülü Şehrin Büyülü Noeli

    Anna ve Mişel’e. Simon ve Ferda’ya. Antakya’nın dirençli insanlarına. Hep ‘’bir varmış bir yokmuş’’ diye başlar hikayeler. Antakya’ya ilk gidişim, bundan beş yıl önce yine bir Aralık sonuydu, yılbaşı zamanı. Bir şehre ilk gidişimde hep heyecanlanırım. Şehir beni nasıl karşılayacak, bana dokunacak mı, kokusu, ruhu nasıl? Sokaklarında yürümedikçe, insanlarıyla sohbet etmedikçe doğru anlayamıyorsunuz şehri. Önceden biraz çalışmıştık; nerede kalınır, nereler gezilecek, nerelerde ne yenecek, neler görülmeli. Dört gün boyunca, aldığımız notların hakkını verdik. Gezdik, eğlendik, güldük, sokaklarını arşınladık, alışverişlerimizi yaptık, yedik, yedik, yedik. Lezzete düşkünlüğümden, aldığım tuzlu yoğurdundan zahterine, salçasından, nar ekşisine, zeytininden sıkma peynirine, künefesine, şarabına kadar her şeyi toplamanın bir bagaj/kargo bedeli olacaktı tabii. Ruhuyla, enerjisiyle her gideni sarıp sarmalayan bir şehir Antakya. Belki biraz köhne bırakılmıştı ama şehrin ruhu, kendine has kokusu, insanların nezaketi, inceliği, içime kazındı bir kere. Bir arada yaşamanın getirdiği saygıdan olmalı o incelik belki. Biz, büyükşehirlerin bizi yoran karmaşasına alışmışız galiba. Sevmesek de bazen gözümüzü kapatıp katlanıyoruz. Artık sık karşılaşmadığımız için unutmuşuz o incelikleri, sakinliği. Bilmediğimiz şey değil oysa. Antakya’ya ikinci gidişim, aslında Nehna sayesinde oldu. İki yıl önce Nehna’da okuduğum “Antakya’da Noel Kutlaması Bir Başkadır” başlıklı yazıydı beni yeniden Antakya’ya çeken. Beş yıl sonra, yine Aralık’ta, bu sefer Noel kutlaması için annemle yollara dökülecektik. Antakya’ya gidişimiz öncesinde, Nehnakurucularından Anna Beylunioğlu’yla bir kitap söyleşisinde tanışmıştım. Bir önceki deneyimime dayanarak biraz daha yerele dair küçük tüyolar aldım ondan. Hazırlıklar tamamdı ama içimde bir endişe. Antakya ya değişmişse, daha önce beni yakalayan o enerjisi, o güzelim ruhu kaybolduysa ya? Hayır, öyle olmadı. Yine sarmaladı Antakya beni her şeyiyle. İçleri portakal, limon ve defne ağaçlarıyla sizi karşılayan iç avlulu evleri, eski şehrin içinde kaybolmayı sevdiğiniz şaşırtıcı, bazen muzip, daracık sokakları… İnsanı zarif, içten, hoşsohbet, güler yüzlü. Şehir de öyle. Hırçın değil, sakindi. Otelimiz Kurtuluş Caddesi üzerindeydi. Tanrıça Tykhe’nin odasına yerleştikten sonra kendimizi Antakya’nın sokaklarına attık. Karşıdan karşıya geçerken yayayı uzaktan gördüğünde nezaketle yol veren güzelim insanların şehri Antakya. Büyükşehirde kornaların üzerine yapışan eller, burada nasıl da sabırlı, sakin bir hale dönüşüyor, şaşırıyorum. İlklerin şehri Antakya’da gezilecek ne çok yer var. Aralık ayının son haftası ve Antakya bizi biraz yağmur ama çoğunlukla güneşle karşılıyor. Medeniyetlerin buluştuğu bu güzel şehir, tarihiyle, gastronomisiyle, mimarisiyle, farklı kültürlerle harmanlanıp bir arada yaşamayı başarmış büyük bir mozaikti. Ne kadar kıymetli! Kurtuluş Caddesi boyunca yürürken, bir yandan da beş yıl önceki bilgimle anneme rehberlik ediyorum. Oysa bayağı değişiklikler olmuş şehirde. Dar sokakların bir kısmı ve üzerindeki yapılar yenilenmiş, güzelleşmiş. Kafe ve restoranlar çoğalmış. Uzun Çarşı hatırladığım gibi, yine rengarenk, cıvıl cıvıl. Aralık ayında taze zahterler çıkıyor karşıma. Alışveriş için çok vaktimiz yok, şimdilik göz ucuyla bakıp nerede ne var, hafızama kaydediyorum. Nasıl olsa yine bulacağım onu, bırakmam. Annemi Antakya’nın efsane lezzetlerinden tepsi kebabıyla tanıştırıyorum. Mideler şenleniyor ama bol yürüyüş de lazım. Ara sokaklara girip kaybolmayı seçiyoruz. Her nasıl becerdiysek, kendimizi Rum Ortodoks Kilisesi’nin sokağında buluyoruz, Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi. Sokak yine civcivli, kalabalık. Sağlı sollu dükkanlar, kilisenin önü Noel kutlaması için süslenmiş, demir kapısı kapalı. İçeri girip bakmayı deniyorum, olamıyor. Kapıdaki beyefendiye yarın akşamki Noel ayinine gelip gelemeyeceğimizi soruyorum. Aldığım cevap kocaman bir hayal kırıklığı. “Çok kalabalık” diyor, “protokol” diyor, “mümkün değil” diyor. Nasıl yani? İstanbul’dan Antakya’ya Noel kutlaması için gel ama gireme. Bir telefon trafiğiyle, Anna ve Mişel’in (Uyar) sihirli dokunuşları işe yarıyor. Nasıl bir inceliktir bu! Çok da yakından tanımadığı insanlar için uğraşan, çözüm üreten bu insanlara gözün kapalı güvenirsin, güvenmelisin de. Antakya ipekçiliği üzerine yazı yazmayacağım elbette. Ama annem için tam yeri. Dükkanlara girsin çıksın, ipeklerin, kumaşların desenlerini, renklerini, nakışlarını incelesin, saatlerce vakit geçirebilir. Onun kumaşlarla ilişkisi bambaşka. Renklerle, motiflerle muazzam işler yaratır o kumaşlardan. Kilise sokağında çeşit çeşit ipek şallar, fularlar satan dükkanlar var. Girdik küçük bir dükkana. Tatlı, güler yüzlü, genç bir hanım, bıcır bıcır. Dükkandaki ipeklerden annemin gözü ışıldıyor. Bir yandan da sohbete dalmışız genç hanımla. Nihayetinde iki üç fular seçip aldık. Genç hanım bize büyük bir incelikle “Bunlar da benim size hediyem” diyerek iki küçük paket uzattı. İçi ısınıyor insanın. Biz “Akşam nerede ne yesek, nereye gitsek?” diye konuşurken, genç hanım üç yıl önce açılmış bir restoranı önerdi. “Sahibi beyefendi hemen karşı dükkanda, gelin sizi tanıştırayım” diye önüne katıp götürdü bizi. Restoran sahibi beyefendi, aynı zamanda kuyumcu. Bizi sıcacık bir gülümsemeyle karşıladı. Kısa bir sohbetten sonra, bizzat kendisi telefon açıp restoranında yerimizi ayırttı. Melekler el uzatmış belli ki o konağa. İçinde portakal ağaçları olan kocaman avlusuyla, 150 yıllık bir konağa adım atmanın keyfi… Nasıl özenli, pırıl pırıl ve mutfağı muazzam lezzetli! Ertesi gün o tatlı beyefendiye teşekkür etmek için tekrar uğradım dükkanına. Bize küçük ipek fularları hediye eden genç hanıma da bizi tanıştırdığı için teşekkür etmemek olmazdı. O kadar beğenmiştik ki, o “melekli” konağı, İstanbul’a dönmeden önceki gecemizde tekrar gittik. Oradan ayrılmak üzereyken kapıda restoranın sahibi zarif beyefendi ve genç oğluyla karşılaştık. Kapı önü sohbetimiz biraz uzun sürdü. O gencecik delikanlı, kocaman gülümsemesiyle İstanbul’u ne kadar sevdiğini yine oraya dönmek istediğini uzun uzun anlattı. Onlardan niye bu kadar çok bahsettiğimi belki başka bir zaman, başka bir hikayede anlatırım. Şimdilik tadı damağımızda kalsın. Onların güzel kalplerini anmak istedim. Noel gecesi heyecanı bambaşka. Üstelik herkesi seferber edip içeri giremezsek diye bir heyecan da var. Ama her şey tıkır tıkır işledi. Kilisenin önünde ve avlusunda muazzam bir kalabalık. Sokağın süsleri gece ışığında bir başka güzel. Beni en çok şaşırtan, hatta duygulandıran, kilisenin önünde, karşıdan karşıya konulmuş, beyaz kırmızı şeritler ve balonlarla süslenmiş ışıklı Merry Christmas yazısıydı. “Medeniyetler şehri burasıymış gerçekten. İstanbul’da görmediğimizi burada görüyorum” diye düşündüm. Tuhaf bir duyguydu bu. Kiliseye, önceden telefonla konuştuğumuz ama o dakika tanıştığımız Simon ve eşi Ferda’yla girdik. Yine ağız dolusu gülümsemeler karşıladı bizi. Minnettarım onlara. Ne sıcacık, tatlı insanlar! Kilisenin avlusuna girerken, bir gün önce bizi reddeden uzun boylu beyefendiye küçük bir göz kırpmayı unutmadım elbette. Avluyu geçip kiliseye girdiğimizde ayin başlamıştı bile. İçerisi tıklım tıklım. İnsanlar gayet şık. Boş bir yer bulup ayini izledim. Gerçekten çok etkileyiciydi. Arapça anlamıyordum ama Noel ritüellerini sevdiğim için farklı bir toplumun kültürünü izlemek çok hoşuma gitmişti. Ayin bitiminde kilisenin avlusu hınca hınç doldu. “Kokteyl ve havai fişek gösterisi başlıyor” dedi Simon. Kilise ve avlusu ışıklandırılmıştı. Avluda kokteyl için masalar ve ikramlar hazırlanmıştı. Herkes birbiriyle büyük bir keyifle sohbet ediyor, birbirini kutluyor, kimileri dans ediyor. Kilisenin çanları çalmaya başladığı anda havai fişek gösterisi başladı. İnanılmaz bir coşku. Kilisenin sokağı, avludaki kadar kalabalıktı. Eminim, dışarıdaki insanlar da aynı coşkuyu yaşıyordu. Antakya bu coşkuya alışık. Birlikte yaşıyor bu insanlar. Aynı suyu, aynı havayı, farklı lezzetleri, geçmişin mirasını beraber paylaşıyorlar. Yedi kere yıkılmış, yedi kere yeniden kurulmuş Antakya’nın insanları, o yüzden bu kadar sıcak, özenli, zarif ve güzel kalpli. Konuşurken gözlerinin içine bakıyorlar bir kere. Savsaklamıyorlar, terslemiyorlar seni. Yarım yamalak da dinlemiyorlar. Belki günde yüzlerce kez duydukları aynı soruyu ilk kez duymuş gibi sabırla cevaplıyorlar. Anna’nın “Humusçu İbrahim’e gitmeden dönme” notunu ancak son güne yetiştirebildim. Küçük dükkanında, arı gibi koşturan müthiş bir kişilik. Bakla ezmesi ve humusunun lezzetini anlatmayacağım. Şanslı olanlar bilir zaten. Antakya’da tattığımız her şeyin bu kadar lezzetli olması, bir tesadüf değil elbette. Geçmişten gelen çok kültürlülük, çeşitlilik, topraklarına duydukları saygı, yöresel tariflerini kuşaktan kuşağa aktararak korumaya özen göstermelerinden. Hülasa, bu coğrafyanın insanı yemek için yaşamayı seçmiş. Bunu öğretiyorlar bizlere. Antakya’da son günümüz. Beş gün boyunca büyülü Antakya’nın gezilmesi gereken her yerini gezdik. Tadılması gereken bütün lezzetlerini tattık. Son alışverişlerimizi tamamladık. Simon ve Ferda’yla telefonda vedalaştık. İstanbul’a döndükten sonra da iletişimimiz kopmadı. 6 Şubat felaketinden sonra korkarak aradım. Çok şükür yaşıyorlardı. Uzun zamandır arayamadım. Arama vakti çoktan gelmiş. Hiçbir şeyi ertelememek lazım. Uçağımızın kalkmasına daha vakit var. “Son bir defa Antakya’nın sokaklarını gezsek” dedik. Meydandaki çarşıda sepet sepet nergislerin kokusu… Almadığımız bir o kalmıştı. Nasıl da zarif bağlamışlar o nergisleri. İstanbul çiçekçilerinin yaptığı gibi, boyunlarından iple sıkmamışlar. Birer koca demet annem ile bana. Antakya’nın nergisleriyle dönüyoruz İstanbul’a. Bu, duyduğum, hissettiğim, Antakya’nın son kokusuydu.Hediye edilen küçük güzelim ipek fuların yükü o kadar ağır ki şimdi.

  • “47 gün sonra Tako’yu kucağıma aldığımdaki hissi tarif edemem”

    Soley Gazel, Antakya’da doğup büyümüş bir mimar. Üniversite için geldiği İstanbul’da mimari tasarım uzman yardımcısı olarak çalışıyor. Ancak kendisiyle bu röportajı yapma sebebim, uzun yıllardır ailesinin bir üyesi olan kedisi Tako. Tako depremde kayboluyor, 47 gün sonra bulunuyor. Bu röportajla başlatmayı umduğum seriyi, hayvan dostlarımızla deprem sürecinde yaşanan dayanışmayı göstermek, kayboluş hikayeleri kadar değerli bulduğum kavuşma hikayelerini ön plana çıkarmak için yapmaya karar verdim. Soley’le depremin ona hissettirdiklerini, Antakya’yı, kedisi Tako’nun depremde kayboluşunu ve bulunuş hikayesini konuştuk. Röportaj: Talin Hüseyinoğlu Biraz Antakya’dan konuşmak isterim seninle. Aslında uzun süre orada yaşadın üniversiteye gidene kadar. Nasıldı Antakya’da yaşamak? Ne ifade ediyor Antakya senin için? Antakya deyince şu an gözlerim doldu. Antakya benim için çok şey ifade ediyor. Sadece doğup büyüdüğüm şehir değil, insanların orada kardeşçe yaşadığı, sokağa çıktığınız anda insanları tanıyıp tanımamanız önemli değil. Her zaman selam verecek birileri olması ve orada tamamen güvende olma hissi, beni Antakya’ya bağlayan şeylerden sadece birkaçı. Gerçekten Antakya’da hepimiz kardeş gibi yaşadık. Ben Hıristiyanım, mesela Paskalya döneminde arkadaşlarıma renkli boyadığımız yumurtalardan götürürdüm ve onlar çok mutlu olurlardı. Kiliseye giderdik beraber. Aynı şekilde onların bayramlarında bize tatlılar, aşureler gelirdi. Kömbeler gelirdi. Hiç kimseyi dini, ırkı, dili diye ayırmadık, herkes gerçekten birbirini insan olduğu için severdi. Bu şekilde büyütüldük, herkesten aynı şeyi gördük. Hoşgörü şehri, zaten herkes öyle biliyor artık. Bir de tabii, Antakya deyince yemekleri atlayamayacağım. İstanbul’a öğrenci olarak geldim ve buradaki arkadaşlarıma sürekli Antakya yemeklerinden bahsettim. Sürekli Antakya’ya gelmeleri için ikna etmeye çalışıyordum. Şu an bile konuşurken tek söylediğim şey, umarım Antakya düzelir ve sizi orada ağırlayabilirim ve bunu tüm kalbimle istiyorum. Bu sıra özellikle Antakya’yı düşünüp öyle uyuyabiliyorum. Sokaklarında gezerken hayal ediyorum kendimi. Depremde birçok arkadaşını, ailesini kaybetmiş biri olarak çok üzgünüm bu durumda olduğumuz için. Yüz yıl düşünsem böyle bir felakete denk geleceğimizi tahmin etmezdim. Herkes İstanbul’dan korkuyordu, burada bir deprem bekleniyordu ama 6 Şubat sabahı telefonlarla uyandık. 30 gün boyunca İstanbul’daki evimde kaldık. Benim amcam 36. saatte çıkarıldı, yanında yengem ve kuzenim çıkamadı maalesef. Üzücü olan onlardan da ses geliyordu belki birinci veya ikinci gün çıksalardı enkazdan, şu an hayatta olabilirlerdi. En yakın arkadaşım Lukas'ı kaybettim, onunla beraber annesi ve babası da enkazdan çıkamadı ve onlar benim ikinci ailemdi. Tonlarca arkadaşımı kaybettim, hala bazı tanıdıklarımın ölüm ve kayıp haberlerini alıyorum. Daha bir sürü insan var çıkmayan ve bu bizim için çok yıpratıcı bir durum oluyor. 30 gün boyunca evde hep beraber kaldık ve hala o kadar kişi eve nasıl sığdık aklım almıyor. Resmen burada küçük bir Antakya yarattık. Birbirimize kenetlendik. İnsanlar da bizi asla yalnız bırakmadı. Biz de Antakya’ya elimizden geldiğince yardım yapmaya çalıştık. Sürekli telefonda bir yerlere ulaşıp eksikleri tamamlamaya çalıştık. Orada kalan herkes için elimizden gelen herşeyi ve fazlasını yaptık. Elimizden de bişey gelmedi, hem onlara hem Antakya’ya hem bize çok yazık oldu. Bazı insanlar depremzedeler için "Gülüyorlar, herşey geçti" diye düşünüyorlar ama aslında hiç göründüğü gibi değil. Dıştan gülüyor, hayata devam ediyoruz gibi görünüyor ama hala içimiz sızlıyor Antakya’yı öyle görünce. Ben hala o fotoğraflara bakınca çok kötü oluyorum. Bana o güveni veren şehir yerle bir oldu ve bu gerçekle devam etmek pek kolay olmuyor. Ama hayattayız ve yaşamaya devam etmek zorundayız. Antakya’nın hepimiz için ifade ettiği şeyler tabii çok başka. Yaşadıklarımızı uzun uzun konuşmayı da çok isterdim ama bu başka bir sohbetin konusu olsun. Ama sana bu sohbetin ana konusu olduğu için kedini sormak istiyorum. Ne zamandır seninle birlikte yaşıyor? Nasıl sahiplendiniz? Şöyle anlatayım. Benim aslında çok ciddi boyutta bir kedi fobim vardı. Bir kediyi görmem bile ataklar geçirmeme sebep oluyordu. Bir metre ötede bile kedi görsem elim ayağım titriyordu. Yazlık komşumuzun kedisi hamileydi. Babama yavrulardan birini bize vermek istediğini söylemiş ve babamda kabul etmiş. Babam bir süre sonra elinde kediyle eve geldi, daha minnacık bir kediydi. O günden sonra çok farklı bir bağ kurdum ve gerçekten annesi gibi oldum. Sürekli benim yanımda oluyordu. İlk başlarda tabii çok korktum ve ürktüm. Yine de korkumun üzerine gittim ve yendim. Şu an onsuz yapamıyorum. Sürekli "Tako nerede? Ne yapıyor? İyi mi?" diye geziniyorum. Anlayacağınız gibi, ismi Tako ve 2 yaşında. Sahiplendiğimizden beri Antakya’da annemlerle yaşıyordu ve annem ile ablam bakıyordu ona. Babam da kalan maması, aşısı gibi sorumluluklarını hallediyordu. Hatta tesadüf 5 Şubat Pazar günü maması bitiyor, babam da Pazartesi alırım diye plan yapıyor. Ve o Pazartesi bizim için hiç başlamadı maalesef. Peki Antakya’da kedi sahibi olmak nasıl bir deneyim? Bizde evlerden misafir eksik olmaz. Çevremizde evini bir hayvanla paylaşan insan sayısı da az. İnsanlar biraz yabancıydı bu konuya. Nasıl tepkiler alıyordun? Misafirliğe gelenler her yer tüy diyerek tepki veriyordu. Annem biraz duruma adapte olmuştu. Tako’nun da salona girmesi yasaktı. Salon kapısı açıldığı an merak ediyor ve salona doğru kaçıyordu. Annem ona çok alışmıştı, misafir geldiği zaman durumu kontrol altına alabiliyordu. İlk başlarda "Evde kedi mi beslenir? Evde hayvan mı olur?" diye tepkiler aldım. Hatta ilk başta anneannem "Evde kedi mi olur?" diye itiraz etmişti. Pandemi döneminde anneannem bizimle kaldı ve bir zaman sonra Tako’yu uzaktan sevmeye başladı. "Çok tatlı, maviş maviş ne güzel bakıyor!" diyordu. Zamanla en azından yakın çevremiz alışmıştı. Tabii depremle tüm düzen yıkıldı. Sen depremde Antakya’da değildin. Nasıl haber aldın? Neler hissettin? Evet, Antakya’da değil, İstanbul’daki evimdeydim. Benim uykum çok hafiftir. Çıt çıksa uyanırım. Abimin telefonla konuşmasını duydum ama sabah oldu ve Antakya’dakilerle konuşuyor sandım. Sonra benim de telefonum çaldı. Piya aradı beni. "Antakya’da büyük bir deprem olmuş. Bizimkilere ulaşamıyoruz. Sizinkilerden haber alabildiniz mi?" dedi. O sırada odamdan çıktım, abimle koridorda karşılaştık. Bana deprem olduğunu ailemizin iyi olduğunu ama amcamların binasının çöktüğünü söyledi. Çökme deyince o sabah mahmurluğu ile bir iki tuğla düşmüş gibi düşündüm. Evet, eski bir apartman ama insan neyle karşılaşacağını bilemiyor ve tahmin edemiyor o ilk anda. Amcamın oğlu da bizimle kalıyor, tabii onu da uyandırdık. Şöyle bir şey oldu. Normalde amcamların hepsi koridora doğru koşuyor, sonra amcam telefonu almak için odaya dönüyor ve bina tam o anda çöküyor. Şans eseri amcam telefonuna ulaşıyor ve yine büyük şans ilk andan beri telefonu çekiyordu. Depremin ilk başından beri kendisiyle iletişim kurabildik, hatta onunla konuşup Antakya’da olan ve enkaz başında bekleyen babamlara haber veriyorduk. Amcamın iyi ve hayatta olduğunu ordakilere söylüyorduk. Hatta amcam kuzenimi aradı ve "Kalk, işe git!" dedi. O da durumun farkında değildi, sadece üzerine bir dolap düştüğünü düşünüyordu. Dışarıya dair hiçbir fikri yoktu. Bunun gibi tonlarca hikaye anlatabilirim ama deprem boyunca yaşadıklarımızı özetlemem gerekirse tamamı felaketti. Günlerce yemek yemeden, uyumadan hayatımıza devam etmeye çalıştık. Bu anlattıkların gerçekten çok üzücü. Öyle bir yaşama şeklimiz var ki, orada senin amcandan gelecek haberi ben de aynı senin hissettiğin duygularla bekliyordum. Bu da şehirdeki yıkım kadar yaşayan halkın da duygusal olarak yıkılmasına sebep oldu aslında. (O anda Tako geldi, Tako'yla selamlaştım) Bu sırada Tako Antakya’da ailenle tabii. Ne yaptı, ilk tepkisi ne oldu, öğrenebildin mi? Evet, o sırada Tako ailemle kalıyor. Artık çoğu kişinin adını bildiği Kışlasaray Mahallesi'nde yaşıyordu benim ailem. Deprem sabahı şöyle oluyor, ablam kalkıyor ve Tako’yu koridorda tam karşısında görüyor. Hemen kucaklıyor onu çıkartmak için ama tam o sırada Tako düşen eşyalardan korkup ablamın kucağından kaçıyor ve bir yere saklanıyor. Arıyorlar ama amcamın enkaz altında olduğu bilgisine ulaşınca apar topar çıkıp enkaz başına gidiyorlar. Bir zaman sonra ablama Tako’yu sordum. Ben ilk anın şokuyla onu da yanlarına aldıklarını düşündüm. Ama ablam evde olduğunu elinden kaçtığını anlattı ve fırsat bulduğu ilk anda eve çıkıp bakacağını söyledi. Bizler gerçekten çok zor tercihler yapmak zorunda kaldık. Evde beraber yaşadığımız canlılar ile aile bireylerimiz arasında, arkadaşlarımız ile başka arkadaşlarımız  arasında hangi birine koşacağımızı şaşırdığımız bir dönemdi. Daha sonraki günlerde ablam evde Tako’yu bulamadığını söyledi. Ben de bir noktada onun kaçtığını ve sokakta olduğuna inandım. Ben de mantıklı düşünemeyecek kadar kötüydüm, yine de bulabilmek için neler yapabiliriz diye düşünmeye başladım. 47 gün boyunca çok kişi tekrar tekrar eve çıktı ve Tako’ya baktı ama kimse Tako’yu bulamadı. Girenler bulabildikleri mamalardan ve su bıraktı ama Tako’yu eve çıkan kimse bulamadı. Bir yandan, Antakya’da olan ailem ve arkadaşlarım eve girip Tako’ya bakıyorlardı. Bir yandan da biz Tako’nun bilgilerinin bulunduğu bir ilan hazırladık, özellikle sosyal medyadan bu ilanı yayılması için çalıştık. Bize bu süreçte yardımcı olan çok fazla hayvansever grup oldu. Oraya gönüllü gelen hayvanseverler, veteriner hekimler bizimle beraber Tako’yu aradı. Uzakta olanlar ilanın sosyal medyada yayılması için paylaşım yaparak bize destek oldular. Bu arayış gerçekten 47 gün boyunca ilk günlerdeki yoğunlukla devam etti. Hatta bir arkadaşım ilanlardan gördüğü başka bir beyaz kediyi bana gönderdi. O an çok heyecanlandım ama maalesef bulunan çocuk Tako değildi. Peki Tako nasıl bulundu? Tako'nun bulunması tamamen tesadüf oldu. 47 gün sonra ablam ve eniştem Antakya’dan giderken eniştem ablama "Son bir kere eve çıkmak ister misin?" diyor. Ablam da "Hayır, çıkmama gerek yok" diyor. Eniştem ısrar edince eve çıkıyorlar ve ablam evin videosunu çekiyor, o video da zaten içler acısı. Tüm hayatımızın nasıl yıkıldığını gördüm. Neyse video çekerken herhalde ablamın kokusu aldı, çünkü ben yokken Tako ablamla uyuyordu. Daha doğrusu oda arkadaşlığı yapıyorlardı. Eve çıkınca bizim evi görmemiz için videoya alırken, telefon ekranından Tako'yu görüyor ve hemen gidip Tako'yu kucaklıyor. İnanılmaz zayıflamış yarı kilosuna düşmüş ve o kadar pis görünüyordu ki, o görüntü aklımdan hala çıkmıyor. Hemen Arsuz’da bir veteriner kliniği bulup oraya götürüyorlar. Tako’ya serum takılıyor, yavaş yavaş yemek yediriyorlar, O kadar zayıflamış ki, birden kusma gibi bir durum olmasın diye çok az az besleme yapmışlar. Daha sonra Tako biraz toparlayınca önce Mersin’e, sonra benim yanıma İstanbul’a yola çıkıyorlar. Benim o gün gözlerim yolda kaldı. Saat başı arayıp nerede olduklarını sordum. İşten eve dönüş yolunu bitiremedim, zaman bir türlü geçmedi o gün benim için. Neyse sonunda Tako geldi inanılmaz ürkmüştü gerçekten, onu hiç o kadar korkmuş görmemiştim. Tabii, şimdi çok daha iyi ama hala her şeyden çok korkuyor. Kapı zili, kapı çarpması veya değişik herhangi bir ses, kısaca he rşeyden korkuyor. İlk geldiği an kucağıma aldım, o kadar zayıflamıştı ki, tutamadım, daha doğrusu tutmaya korktum. Sonra İstanbul'da onu tam teşekküllü bir veteriner kliniğine götürdüm ve Tako genel bir check-uptan geçti. Kan değerlerine bakıldı. Röntgen çekildi, organlarda bir hasar var mı diye bakıldı. Kısaca oluşabilecek tüm sorunlar için detaylı bir muayeneden geçti. Burada gerekli tedavileri de yaptılar veteriner hekimler, sağolsunlar. Tako depremden 47 gün sonra bulunduğunda Ne kadar sürdü bu tedavi süreci? Tako’nun herhangi bir sağlık sorunu oldu mu? Tako’nun maalesef uzun süre açlık kaynaklı karaciğer değerlerinde oynamalar vardı. Susuz kalmasından kaynaklı sorunlar yaşadı ama çok şükür, daha ciddi ve çözümsüz bir sorun yaşamadı. Zordu bizim için tabii ki. Birkaç ilaç verdiler, onları kullandık. Ben mamasına çok dikkat ettim. Az az sık sık besleme yaptım. Sanırım biraz fazla besledim, olması gerekenden kilolu oldu. Ne kadar süre sonra tamamen normal haline döndü? Yaklaşık 2 ay gibi bir süre sonra tamamen normale döndü, hatta şu an cin gibi. Tabii, depremin özellikle davranışlarında hala etkileri var. En azından sağlığına geri kavuşabildi. Zaman içinde travmalarını da aşacağız diye umuyorum. Hepimiz gibi Tako’da da travmalar vardır elbette. Umarım hızlıca bunları da aşabilir. Depremi yaşayan tüm canlılar için dileğim bu. O an orada olanlardan daha farklı şekilde bizlerin de depremzede olduğunu düşünüyorum. Evet, ben de sana katılıyorum. O an orada olanlar depremi yaşadılar o anın korkusu travması herhangi bir şeyle karşılaştırılamaz tabii ki. Ama bizlerin de yaşadığı çaresizlik, bir şey yapamamanın getirdiği o duygusal ağırlık da bambaşka bir konu. Ulaşmak istediğin kimseye ulaşamıyorsun, gitmek istesen yollar kapalı, aklında ailen, hayvanın, evin, yurdun ve arkadaşların var. Yardım gönderiyorsun ulaştıramıyorsun. Adını bile bilmediğimiz aletleri İstanbul’dan, Ankara’dan Antakya’ya enkazdan arkadaşlarımız çıkabilsin diye göndermeye çalıştık. Delirmemek elde değildi o zaman, akıl sağlığımızı korumak çok zordu. Gerçi ne kadar koruyabildik, onu da bilmiyorum. Hayvanlarla alakalı güzel bir dayanışma oldu aslında o dönemde, ben de Antakyada’ki hayvanları ekstra takip ettim. Tabii, mesleğim de biraz etkili oldu konuyla ilgilenmemde. Tako gibi olan çok fazla çocuk vardı. Özellikle direkt bildiğim çocukları o kadar aradım ki, burada olan arkadaşlarım hepsini ismiyle sormaya başladı. Bu seriyi de biraz o dayanışmayı göstermek belki hala hayvanını arayan veya yasını tutan insanlara bir nebze umut olsun, burada geçecek kavuşma hikayeleriyle içlerine bir nebze su serpilsin diye yapmaya karar verdim. Yaşadığın onca kaybın içinde bir yandan Tako’yu arıyorsun. Seninle beraber bir grup insan da aynı istekle Tako'yu aradı, paylaştı orada olanlar çevrede aradı. Tako'nun durumu da çok zordu aslında, gün geçtikçe yaşıyor olma ihtimali de azalıyor ,çünkü bir canlının o yıkılmış evde temiz yemek ve suya ulaşımı olmadan 47 gün hayatta kalması neredeyse bir mucize. Bu da ayrı bir konu. Nasıl hayatta kaldığına dair bir fikrin var mı? Bir de, sen ne hissettin bu dayanışmada hayvanını ararken? Bunca insanın bir olup seninle Tako’yu araması, o mücadeleye destek vermiş olması nasıl geldi o dönemde? Öncelikle giden herkes etrafa su bıraktı. Suya ulaşımın zor olduğu bir dönem de oldu Antakya’da, biliyorsun. O dönem babam eve gittiğinde, bunu söylediğimde boğazım düğümleniyor, en azından suya ulaşabilmesi için klozet kapağını açık bıraktı. Şöyle bir ekstra şanssızlığımız oldu, demin de söylemiştim, Tako’nun maması bitmişti. O an orada bulabildikleri mamalardan da eve bıraktılar tabii. Tam bilmiyorum ama tahminimce mutfakta dökülen yemeklerden yedi. Zaten 47 gün sonra Tako’yu kucağıma aldığımdaki hissi tarif edemem. Çok apayrı, bir daha yaşamak istemeyeceğim bir duygu haliydi o. Hala aynı soruyu soruyorum: 47 gün boyunca nasıl dayandın da tekrar benim yanıma gelebildin? Tako’yu İstanbul’a almak gibi bir fikir hiç yoktu aklımda, orada sürekli yanında birileri vardı ve ben çalışıyorum, yeterince ilgilenemem diye düşünmüştüm. Onun için Antakya’nın daha iyi olacağını düşünüyordum. Babamsa tam tersi hep İstanbul’a götürmemi istedi aslında ama ben onunla yeterince ilgilenemem diye İstanbul’a getirmeyi hiç istemedim. Maalesef orada depreme yakalandı. Keşke getirseydim diyorum şimdi ama bunun için çok geç, depremi orada yaşadı maalesef. Çıkarabilsem herkesi çıkarmak isterdim tabii. İkinci soruna gelecek olursam, hayvanlarımız için, arkadaşlarımız için koşturan çok insan oldu ve ben hala insanlığın olduğunu gördüm. Bunu anlamış oldum. İnsanlar bizim arkadaşlarımız ve ailelerimiz için, daha doğrusu onları enkazlardan çıkartabilmek için iş makinesi buldular. Ses geliyor dediğimizde enkazlara gidip bizim çıkaramadığımız ses oldular. Hayvanlar için mamalar, kutular gönderdiler. Bizim giremediğimiz enkazlara girip hayvanları aradılar. Yaralı gördükleri hayvanların yaralarını sardılar. Kayıp olanları ailelerine ulaştırmak için çok emek verdiler. Çok yalnız kaldığımız bir dönemdi çoğu anlamda ama o bizim gibi hisseden insanların varlığı ve desteğiyle Antakya’ya yakışır bir dayanışma örneği sergilediğimizi düşünüyorum. Tako için gerçekten tanıyan, tanımayan o kadar insan yazdı ki, ne yapabileceklerini soranlar oldu, sadece bulunmasını ümit ettiklerini yazanlar oldu. Kendi hayvanını kaybetmiş olanlar yazdı. "Biz de hayvanımızı arıyoruz nasıl ilerleyebiliriz? Kimlere yazdınız?" diye soranlar oldu. Ben de onların ilanlarını yaymaya çalıştım. Sana da o konuda tüm desteklerin için çok teşekkür ederim. Aynı şekilde senin sayende ulaşabildiğimiz tüm insanlara da teşekkür ederim. Gerçekten çok haklısın söylediklerinde Hatay’ı özellikle hayvanlar konusunda çok yakından takip edebildim. Hatay’a ilk ulaşanların başında veteriner hekimler, hayvan hakları savunucuları ve çeşitli STK'lar vardı. Gerçekten yokluk içinde imkansızlıklar içinde enkazın yarattığı tehlikeler arasında hayvanları kurtarmaya çalıştılar. Sana ulaşan Tako’nun  bulunmasına destek veren kimler oldu? HAYSEV Derneği, Siirt Sokak Canları Derneği, bölgeye gelen meslek odalarından görevli veteriner hekimler, bireysel kurtarma ekipleri. Aklıma gelenler bunlar oldu. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Peki, deprem sonrası Antakya’yla, orada bulunan insan ve hayvanlarla alakalı neler söylemek istersin? Şöyle, ben depremden sonra Antakya’ya bayram zamanı gittim. Doğup büyüdüğüm her taşını sokağını adım kadar iyi bildiğim o şehri maalesef tanıyamadım. Yıkım gerçekten her anlamda çok büyük. Ben gittiğimde enkazın çoğu hala duruyordu. Gittiğim zaman önce kaybettiğim insanların mezarlarını ziyaret ettim. Berkcan'ın, Mona yengemin, Lukas’ın, Mari teyzenin mezarlarında onlarla vedalaşabildim. Ama hala inanamıyorum ve kabullenemiyorum. Lukas’ı hala Melek Konağı'nda, Mari teyzeyi evinde hayal ediyorum. Berkcan bu sene üniversite sınavına girecekti. İstanbul'a gelecekti, onu da burada hayal ediyorum. Antakya’yı da hala eski haliyle hatırlıyorum. Her şey çok geç gitti Antakya’ya, bunu kabullenmekte çok zorlanıyorum. Daha erken birileri gerçekten bir şeyler yapsaydı, şu an sevdiklerimin birçoğu gerçekten yanımda olabilirdi. İnsanlar şu an bile hala çok zor koşullarda yaşıyorlar. Bugün Samandağ’da bir okul çıkışından bir kare gördüm. Her yer toz toprak içinde ve enkaz kalıntıları var. Bu çocuklar o yıkıntının içinde okullarına gitmeye, hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Bu durum o çocuklarda çok ciddi travmalara sebep olacak ileride. Maalesef, yaşadıkları yetmezmiş gibi şu an hala korkunç şeylere tanık olmaya devam ediyorlar. Bizler, yani yetişkinler bile yaşadığımız felaketin etkisini atamadık üstümüzden. Şu an orada yaşayan insanların yaşadıklarına tanık olmak bizim için de çok zor. Çünkü durum gerçekten hala çok kötü. Daha yaşlı olan insanlar da devam edemiyor hayatlarına. Antakya bambaşka bir yerdi. Kimse yeni düzene ve Antakya'nın olmayışına alışabilmiş değil. Benim öngörüm Antakya’nın toparlanmak için 10 yıla ihtiyacı olduğu. Tabii, mesleğimin de etkisi var bu çıkarımda. Umarım Antakya hızlıca toparlanır. Bizim de devam edebilmek için buna ihtiyacımız var. Bu toparlanma bizlerde nasıl bir etki bırakacak, onu da çok düşünüyorum. Yapılacak olan her şey o sokaklar o evler bize kaybettiklerimizi hatırlatacak ve her zaman en derin yerimiz eksik kalacak. Bir yanım geri dönmek için can atarken, bir yanım çok korkuyor Antakya’nın asla eskisi gibi olmayacak olmasından. Şu da bir gerçek ki, bizler başka yerde de yapamayız, dolaşıp yine oraya döneceğiz. Korksak da canımız acısa da cesur bir topluluk olduğumuzu düşünüyorum ve hem toprağımızla hem insanımızla hiçbir felaketin koparamayacağı bağlarımız var. Bazen Antakya’ya gittiğimde sıkıldığım İstanbul’a dönmek istediğim zamanlar oluyordu. Keşke şu an insanım, şehrim kalsaydı da ben gidip sıkıntıdan patlasaydım diyorum. Keşke yine gidip "merhaba" demekten oturamadığım, haytalıyı özel kaşığıyla yediğim, Melek Konağı'nda Lukas’ı göreceğimi bildiğim zamanlara dönebilsem... Tako’yu yine evinde korkusuzca oyun oynarken görebilsem... Gerçekten tarif edemeyeceğim bir özlem duyuyorum. Seni çok iyi anlıyorum, şu an hepimiz o özlemi en derinden hissediyoruz. Biraz ortak duygular yaşadığımızı görüyorum bu konuşmaları yaparken. Herkesin umut etmeye ihtiyacı var. Aynı 47 gün boyunca o ortamda hayatta kalan ve ailesine kavuşan Tako gibi biz de Antakyamıza kavuşacağız. Ne kadar süre geçerse geçsin döneceğiz. Tabii, bizler için aynısı olmayacak, acılarımızı göreceğiz eminim ama ben şehrin ruhunun büyük kısmının içinde yaşayan canlılardan geldiğini düşünüyorum. Görüntü aynı olmasa da hisler aynı olacak herkes döndüğünde ve o zaman işte gerçek Antakyalılar gibi yine yaralarımızı biz saracağız. Ben inanıyorum ki, Tako’nun 47 günlük mücadelesi bizlere umut olacak. Bu mücadeleyi kaybedenler için daha da inanarak mücadele etmeye devam edeceğiz. En azından ben böyle düşünüyorum, sen ne dersin? Evet, hala Antakya’da umut var. "Gitmedik, buradayız" diyenlerin sesleri her yerden duyuluyor. Aslında şu an şehir dışında olanlar da Antakya’dan gitmedi, gitmeyeceğiz de. Çalışmaların başlaması da umut verici ama yeterli değil, daha fazla yardım lazım. Şu an Antakya dışında da Antakya’da da herkes mücadelesini sürdürüyor ve hiç kolay değil. Hayvanlar için de durum aynı. Antakya’da şu an sokakta olan hayvanların, bunların içinde deprem öncesi evlerde yaşayanlar da var maalesef, durumu gerçekten çok kötü. İnsanlar için olan imkansızlıklar ve zorluklar, hayvanlar söz konusu olunca katlanarak büyüyor. Çok fazla bir şey istemiyor hayvanlar bizlerden aslında. Yemek, su ve sevgi beklentisi dışında bir istekleri yok. Şu an açlık ve susuzlukla sınanıyorlar ama elinizi uzattığınızda hala gelip kendini sevdiriyor. Bölgede besleme yapan gönüllüler var. Onların desteklenmesi orada yaşayan hayvanlar için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir hayvanla yaşamanın nasıl bir his olduğunu, bunun bir insana nasıl iyi geldiğini çok iyi biliyorum. Şu an Tako iyi ki var. Canım sıkkın olduğunda kucağıma gelip yatması bile bana iyi geliyor. Umarım herkes bunu deneyimleyebilir. Son olarak kimse orayı orada yaşayan canlıları unutmasın bu felaket bize bir ders olsun. Depreme herkes hazırlıklı olsun, kimin ne zaman başına ne gelecek bilemiyoruz, bizler bunu en acı şekilde öğrendik. Depremde hayvanını kaybetmiş sonra bulmuş biri olarak hayvanlarınız açısından da deprem için hazırlıklı olun. Onlar için de deprem çantanız olsun. Taşıma kutunuz evin hep açık ve kolay ulaşılabilir bir yerinde olsun. Hayvanınızın çipli olması böyle bir durumda kaldığınızda işinizi kolaylaştıracaktır. Çipi sayesinde bulunan çok fazla hayvan oldu çünkü. Tabii, böyle durumlarda tüm önlemleri de alsanız işe yaramayabilir. Ama en azından hazırlıklı olmanıza yarar. Umarım bir daha kimse aynı acıları yaşamaz. Bunca şeyden sonra tek istediğim bu olur. Bu olay herkese ders olsun. Bizim hikayemiz de herkese umut olsun. Biz yaşamıyor olsaydık, Tako tek başına hiçbir şey bilmeden sokakta kalacaktı. Şu an yardım etmenin bir yolu da bölgede bulunan hayvanları sahiplenmek. Dediğim gibi, bir hayvanla yaşamak dünyanın en güzel şeyi, umarım herkes bu deneyimi yaşayabilir. Umarım herkes ders çıkarır bu yaşanandan. Tako’nun bulunmasına, sağlığının toparlanmasına da çok seviniyorum. Bize umut oluğunuz için ikinize de çok teşekkür ediyorum. Asıl hikayemizi anlatabilme imkanı tanıdığınız için ben teşekkür ederim. Soley Gazel ve Tako

  • Mekansal Anlamın Politik İnşası ve Antakyalı Ortodokslar

    6 Şubat 2023 tarihli deprem, milyonlarca insanın hayatı üzerinde derin bir tahribat yarattı. Her ne kadar Türkiye’nin içine girdiği siyasi ve ekonomik buhran, depremin yıkıcı etkisinin gündemdeki sıcaklığını gölgelese de bölgedeki belirsizlik tüm şiddetiyle devam ediyor. Antakya[1], depremde en çok zarar alan yerlerin başında geliyor. Efsaneye göre, tarih boyunca yedi kez yıkılmış ve her seferinde küllerinden yeniden doğmuş bu kadim bölgenin yüzyıllar içinde şekillenmiş çokkültürlü etno-demografik yapısı göz önünde bulundurulduğunda, yaşanan kayıplara ayrıca kompleks bir sosyo-kültürel katman daha ekleniyor. Bu katman ise, söz konusu dini, dilsel ve kültürel aidiyetleriyle geniş toplumdan ayrışan Antakyalı Ortodokslar[2] olduğunda, politik bir anlam da kazanıyor. Bu yazıda üç temel noktadan oluşan bir çerçeve benimsiyorum. Birinci olarak, mekansal anlam sabit değildir, güncel koşullara göre yeniden üretilir. İkinci olarak mekansal anlamın şekillendirilmesinde güç ilişkileri önemli bir rol oynar. Son olarak ise, özellikle kriz anlarında çıkan örgütlenme biçimi, mekânsal anlamın politizasyonunu ivmelendiren bir faktördür. Bu çerçevenin ışığında, şu soruya cevap arayacağım: Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlam hangi politik dinamikler üzerine kurulu? Bu soruyu cevaplayabilmek için dört Antakyalı Ortodoks’la yarı-yapılandırılmış mülakat gerçekleştirdim. Görüşmecilere Nehna kanalıyla ulaştım. Konunun hassasiyeti gereği, görüşmecilerin gerçek isimlerini kullanmadım ve niteliksel çalışmalarda sıkça kullanılan anonimleştirme yöntemini tercih ettim. Aşağıda sonuçlarını okuyacağınız çalışmayla Antakyalı Ortodokslarla alakalı mutlak bir temsiliyet iddiam yok, sadece cevabını aradığım sorulara genel bir çerçeve çizmeyi amaçlıyorum. “Biz ilk Hıristiyanlarız, bir yerden gelmedik” Antakya, Kitab-ı Mukaddes’te Hıristiyanlık dininin mensuplarına ilk defa “Mesihçiler” isminin verildiği yer olarak karşımıza çıkıyor.[3] Hıristiyanlığın kurumsallaştığı bu topraklarda yaşayan Ortodokslar, kendilerini binlerce yıllık bu geleneğin mirasçısı olarak görüp, bu yerellik üzerinden aşağıda Corç’un da ifade ettiği gibi Antakya’yla kuvvetli bir bağ kuruyor: Antakya, koskoca bir patrikhanenin adı. Hıristiyanlığın ilk geliştiği, ilk kurumsallaştığı yer, kilisenin oluştuğu yer. Bu tabii önemli. Bizimkilerde şöyle bir gurur var: ‘Biz ilk Hıristiyanlarız. Biz bir yerden gelmedik. Biz zaten buradaydık.’ Bununla övünmeyi severler. Herkes sorar, ‘Bir yerden mi geldin?’, diye. ‘Bir yerden gelmedik, zaten ilk Hıristiyanlar burada, ilk kilise burada’. Bu, onlar için de bir gurur kaynağıdır. […] Bu da elbette tarihsel anlamda bir bağ sağlıyor insanlara. (Corç) Yerellik vurgusunun özellikle Antakyalı Ortodoksların yerelliğinin sorgulandığı durumlarda açığa çıkması, mekanla kurulan ilişkisinin, toplumlar arası ilişki vasıtasıyla yeniden üretildiğini açıklıyor. “Ermeni kilisesi de yok, Ermeni de yok” Görüşmelerden çıkan bir diğer sonuç da gündelik hayat mekanları, sosyal etkileşime de olanak sağlaması. Birbirini tanıyan bireylerin, toplumların kamusal bir alanı ortaklık duygusuyla paylaşması, karşılıklı güven bağlarının tesisinde önemli bir rol oynuyor.[4] Antuvan ve Janet’in de Antakya’yı farklı toplumların bir arada kamusal alanı paylaştığı, birbirini tanıdığı ve bu tanıklıklar üzerinden güven bağları oluşturduğu bir mekan olarak ifade ediyor: [Antakya’da] dar sokaklar, avlulu evler, avluların kapıları hep birbirine bakar. Bir kişinin geçemeyeceği kadar dar bir sokaktır ama kapılar hep birbirine açılır. […]. Oradaki evler bir mahallenin içindeki evler gibi değil, bir evin içindeki odalar gibidir. Bu yüzden insanların diyalogları, ilişkileri en yoğun seviyede oluyor. Mutluluklar, hüzünler iç içe oluyor. (Antuvan) Bizim mahallede bizler vardık. Yahudiler vardı. Bir kısım aydın Sünni vardı. Ve geri kalanı Alevi. […] Bu insanlar birbiriyle […] tanış, arkadaş. Doğal olarak buraya ait hissediyorsun. Çünkü çıkıyorsun, her yer, herkes tanıdık. Öyle bir yerden aidiyet hissediyor olabilir insanlar. (Janet) Peki bu durumda Antakya, bir “hoşgörü kenti” olarak tanımlanabilir mi? “Hoşgörü” retoriği, dolaylı olarak “hoşgören” ve “hoşgörülen” arasında hiyerarşik bir ilişki oluşturuyor.[5] Türkiye konjonktüründe söz konusu gayrimüslimler olduğunda sıklıkla kullanılan bu terim, millet-i hakime ve millet-i mahkume dikotomisini yeniden üreterek Müslüman olan ve olmayanlar arasında eşitsiz bir ilişki yaratıyor. Böylece, gayrimüslimlerin vatandaşlık bağıyla elde ettiği haklar, devlet aklı nezdinde eşit yurttaşlığın bir gereği olarak değil, ihsan edilen bir “lütuf” olarak görülüyor. Hatay, birçok resmî devlet sitesinde “hoşgörü kenti” olarak anılıyor. [6] Bölgede farklı kültür ve inançların bir arada yaşaması üzerine kurulu bu anlatının Antakyalı Ortodokslar için neye karşılık geldiği Corç bize şöyle özetliyor: Ben zaten ‘Antakya, hoşgörü kenti’ şeyinden nefret ediyorum. Tabii ki burası birçok şehre göre çok daha iyi durumda ama burada da her şey güllük gülistanlık değil. Burada da geçmişte kimlik temelli sorunlar yaşandı. Burada da bizim evlerimiz – belki benim ailemin evi değil ama – bizim cemaatimizden insanların evleri işaretlendi. Evlerimiz gözetlendi. […]. Kimliklerinden dolayı hakarete uğradılar. […]. Tamamen bir uyum, ahenk söz konusu değil ama biraz daha iyi sonuçta. […] Yani, söylendiği gibi her şey güllük gülistanlık değil, özellikle konu mal mülk olursa. (Corç) Belirli geçmiş olayların ayrıcalıklı hâle getirilip diğerlerinin geri plana itilerek unutturulması dinamiği üzerine kurulu mitler, tarihsel nüansları ve çelişkileri görmezden gelerek, basitleştirilmiş, monolitik bir tarih anlatısı yaratır. Bu bağlamda mit, tarihin zıttı değildir; zira her mit, kısmi bir gerçeklik üzerine kuruludur.[7] Antakya’nın sosyo-demografik yapısına dair inşa edilen “hoşgörü miti” olarak isimlendirdiğimiz bu retorik, görüşmecimizin de vurguladığı gibi, toplumsal barışı sıkıntıya sokan olayları geri plana atan seçici bir hafızaya dayanıyor, böylece bölgede “azınlık” olarak nitelendirilen toplumların yaşadığı sorunlar muğlaklaştırılıyor. Ancak Janet bize her mitin kısmi bir gerçeklik üzerine kurulduğunu hatırlatıyor: Antakya bir hoşgörü kentidir, tam olarak doğru bir önerme değil. Antakya kimler için bir hoşgörü kentidir? Aleviler, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında tamamen bir harmoni var diyebiliriz. […] Hakikaten Antakya’daki bu hoşgörü ortamının garantörü Alevilerdir. Benim şahsi fikrim. Bir de bir kısım Antakyalı Sünni, aydın bir grup insan vardır. Ama Antakyalı Sünnilerin kalanı için, özellikle köprünün ne kadar dış çeperine gidersen, mahalle mahalle, o kadar kötüleşir. Sivas’ı falan aratmazlar bize. […] Sünni kesimi ikiye ayırmak gerek. Laik ve milliyetçi-mütedeyyin olarak. […] Milliyetçi kesim, bence Alevilerle de çok iyi anlaşmıyor. Bizi de pek sevmiyor. Bizimle bayram kutlayan kesim, yüzde on falan. (Janet) Antakya’nın çokkültürlü yapısının, Antuvan’ın ifadesiyle bir “nezaket iklimi” yarattığını, dolasıyla bölgede asgari düzeyde bir arada yaşama kültürü olduğunu iddia edebiliriz. Buna karşın Antuvan, bir yandan da bahsettiği nezaket ikliminin politik sınırlarını, devlet eliyle gerçekleştirilmek istenen demografik dönüşüme de değinerek şöyle çiziyor: Ülkemiz içinde bizler azınlık olarak nitelendirilen gruplarız. […] Bir azınlığın çoğunluğunu kırma üzere çeşitli [Sünni] nüfuslar buraya getiriliyor. Bu nüfuslar da ne amaçla geldiklerini bilerek geliyorlar buraya. Onlarda bu amaç sürekli diri tutulduğu, diri kaldığı için bir kopukluk yaşanıyor. […] Onlar varlığımızdan haberdarlar. Biz onlardan haberdarız ama bizleri tanımıyorlar. […] O yüzden o bölgelerde [Antakya merkezinin dışında] Antuvan ismini taşımak zorluk çıkarabiliyor. (Antuvan) Yahya ise hoşgörü mitini tarihsel bir perspektiften ele alarak, bölgenin yaşadığı demografik değişimi bize şöyle özetliyor: Çokkültürlülük hikayesi biraz 90’larda ortaya çıkmış bir pazarlama fikri hakikaten. Bunun biraz yurtdışından gelen hem Kürt meselesi hem Ermeni meselesi hem de Kıbrıs’ın yansımalarına karşı üretilmiş bir cevap olduğunu düşünüyorum. Bunun gerçek hayatta bir karşılığı yok mu? Var elbette. Ama abartıldığı kadar, pazarlandığı kadar büyük bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Antakya’ya bakarsan, Antakya, çokkültürlülüğünün ciddi bir kısmını kaybetmişti zaten. […] 5 Şubat gününe dönelim. Antakya sinagogu, dışarıdan Yahudi erkek gelmeden ibadet için açılamaz durumdaydı. Dokuz kişilerdi. Beş erkek vardı. Altı erkek gerekiyor ibadete açmak için sinagogu. Zaten Yahudilerini kaybetmişti aslında. 1930 Antakya haritasına baktığında, Ermeni Kilisesi var Antakya’da. Şu an Ermeni kilise de yok, Ermeni de yok. Ama bir nüfus vardı. Sadece Musa Dağ’dan ibaret değildi Ermeni nüfusu. (Yahya) David Harvey, mekansal içeriğin asıl belirleyici etmeninin sınıf olduğunu belirtiyor. Ona göre, eşitsiz sınıfsal yapılar, beraberinde bir mekansal ayrışma getirir ve bireylerin mekan tercihlerini kısıtlıyor.[8] Buradan hareketle, bütün bu homojenleştirme politikalarına rağmen bölgede çokkültürlü yaşamın devam etmesinde, aşağıda Yahya’nın da vurguladığı gibi, ekonomik etmenler de önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz: Antakya’daki herkesin orta sınıf düzeyinde kalmış olması, az çok zenginleşmiş olmasının, bu [bir arada yaşamaya dair] hikayeyi korumada kesinlikle ciddi bir etmen olduğunu düşünüyorum (Yahya) Yaptığım görüşmelerde bir yandan Antakya’nın mekansal anlamının inşasında çokkültürlülüğün önemini vurgulanırken, diğer yandan bunun tarihsel, ekonomik ve politik sınırları da çiziliyor. Antakya’yı bu bağlamda, sorunların “hoşgörü” mitiyle depolitize edildiği politik bir mekan olarak tanımlayabiliriz. “Kendi kimliğin üzerindeki baskıları, örtüleri kaldırabildiğin bir yer” Antakya’daki cemaat hayatı, görüşmelerde mekansal anlamı şekillendiren önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda kiliseler, aşağıda Antuvan ve Janet’in de ifade ettiği gibi sosyalleşme pratiklerinin yoğun olarak gerçekleştiği mekanlar olarak karşımıza çıkıyor: Kiliseler dini mabetler olmasının yanında çok ciddi sosyalleşme alanları. O yüzden her kilisenin muhakkak bir davet salonu vardır. Her zaman kullanıma açık bir avlusu, bahçesi vardır. Her Pazar ayininden sonra hep beraber bir kahve içilir ve o kahve içilmeden gidilmez. O sohbet edilir, o kahve içilir. (Antuvan) Orası [kilise] sana bir şekilde bir sense of community [bir topluma ait olma duygusu] sağlar. [...]. Mesela oruç boyunca yemekler yaparlar. Her hafta mutlaka bütün insanlar bir öğlenini kilisede yiyor yani. Düşün. Başka bir insan gurubunun algılayamayacağı bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani haftada bir öğlen yemeğini gidip kilisede yiyorsun. […] Oranın bahçesini, facility’sini [imkanlarını] kullanıyorsun. […] Toplu halde bir şeyler yapmak bu insanların kültürüydü. Bu elimizden alınmış oldu bu depremle. (Janet) Antakya’yı Türkiye’nin diğer bölgelerinden farklı kılan, bu mekanda sadece Ortodoks kiliselerinin olması değil, beraberinde cemaat üyelerinin de kendi kimlikleriyle görece daha rahat var olabilmesi. Yahya bu durumu şu şekilde aktarıyor: [Antakya dışında yaşarken] komşularımız bilmezlerdi bizim Hıristiyan olduğumuzu. Daha da ötesi, ben üniversiteye gidene […] kadar nüfus cüzdanı da taşıtmazdı babam yanımızda. […] Nüfus cüzdanı isteniyor okul kaydında. O zamanlar din hanesi vardı ve elle yazılıyordu nüfus cüzdanında. Babam yazıyı taklit ederek, Hıristiyan yazan din hanesine İslam yazar, bantlar üzerine, fotokopisini çekerdi. Kayda fotokopiyi verirdi sadece. […] Antakya’yı özel yapan şey, kendi kimliğinle, annemin babamın da kendi kimliğin üzerindeki baskıları, örtüleri kaldırabildiği bir yer olması [...]. Kiliseye gizli saklı gitmiyorsun. Herkesle birlikte gidebiliyorsun, herkes kiliseye gittiğini biliyor ve dönerken de bunlardan hiç çekinmeden eve dönüyorsun. O communal [toplumsal] pratikleri yaşayabilme hissiyatının verdiği bir farklılık vardı. (Yahya) Antakya’ya özgü ve bu bölge dışında özlemi duyulan kültürel pratikler kilise etrafında şekilleniyor. Bu bölgeyi cemaat bireyleri için özel kılan bir başka faktör görüşmelerde şu şekilde ifade buluyor: Noel’den sonra künefe yemeye giderdik. Burada ünlü bir pastane var, Petek diye. O da bilirdi Noel zamanını. Noel zamanı, kilise çıkışına yakın künefe tepsilerini hazırlardı. Bilirdi, oradan çıkan oraya gelecek, künefe yiyecek. Bunlar yoktu diğer büyük şehirlerde, yaşadığım yerlerde. Bunları arıyor insan. […] Heyecanla yumurta tokuşturmadığın, yumurta rekabeti yapmadığın bir bayram benim için çok vasat bir bayram oluyor (Corç) Dinin daha eğlenceli kısmı etrafında bir sosyalleşme vardır Samandağ’da. Yumurta rekabeti örneğin. Kesinlikle Samandağ’la hiçbir yer yarışamaz. Onun hazırlıkları, antrenmanları, rekabeti, inanılmaz boyuttadır Samandağ’da. (Yahya) Bu pratiklerin kolektif hafızadaki iz düşümünü ise Antuvan anlatıyor: Azınlık hissiyatını yaşadığınız zaman, bu kültürü devam ettirmek, bu gelenekleri sürdürmek, bir sonraki nesle taşımak sizin sorumluluğunuz oluyor Tabiri caizse, Hazreti İsa’nın dirildiğine inanmıyor olabilirsiniz ama yumurta boyamak size gelmiş bir kültürdür. O yumurta tokuşturmak bir gelenektir ve büyüklerden devralınmıştır. Büyükler küçüklerin yumurtasına vurur ve kırar. Yıllar sonra o yumurtayı kıracak olan büyük, sizsiniz. (Antuvan) Özetle kilise, cemaat içi sosyal sermaye kazanımında başat bir rol oynuyor. Diğer bir ifadeyle kiliseler dini mabetler olmalarının yanı sıra, birliktelik hissinin yoğun olarak hissedildiği mekanlar olarak düşünebiliriz. Bu mekanlar ise, Noel’den sonra künefe yemek ya da Paskalya’da yumurta tokuşturma yarışmalarında yaşanan heyecan gibi lokal kültürel pratiklerle özel bir anlam kazanıyor. Her bayramda bahsi geçen pratiklerin gelecek kuşaklara aktarılma bilinciyle yapılması, mekansal anlamın kolektif hafızadaki yerini de canlı tutuyor. Türkiye’nin diğer birçok bölgesinin aksine Ortodoksların kendi kimliklerini Antakya’da nispeten daha rahat yaşayabilmeleri ise, bu bölgeyi politik bağlamda da özel bir mekan kılıyor. “Türk kahvesi hiç içmem mesela” Antakya, UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras kategorisine yemek kültürüyle giren, zengin bir mutfağa sahip. Bu özel yemek kültürü, Antakya dışına çıkıldığında, Antakyalılığın ayırt edici bir unsuru hâline dönüşüyor ve bu durumu Janet bize şu sözlerle aktarıyor: Türkiye’nin tartışmasız en iyi yemeğini biz yapıyoruz abi. Bunda ukalalık da yapıyorum. İnsanlar onunla çok övünüyor, gurur duyuyorlar böyle bir mutfağımız olduğu için. […] Türk kahvesi hiç içmem mesela. Mehmet Efendi kahvesi hiç içmem, köpüklü ve açık olduğu için. Ki severim kahve içmeyi ama köpüklü kahve içmem. (Janet) Yemek kültürü, Antakya dışında bu bölgeyle kurulan bağın da devamlılığını sağlıyor. Özellikle kamusal alanda Hıristiyan olmanın zor olduğu bölgelerde yemek kültürel özün hatırlanmasında temel bir faktör, yine Antakyalılar tarafından çok açıkça ifade ediliyor: Dini ritüelleri hiç publicly [kamusal olarak] yaşayamadığımız, sadece evin içerisinde yaşayabildiğimiz için, [Antakya’yla kurulan] bu ilişki çok fazla dil ve yemek üzerinden sürüyordu. Yemek çok çok çok önemli. Hatta yemek üzerine kurulu bu, diyebilirim. Birincisi, bize neredeyse her ay memleketten bir şeyler gelirdi. Koli gelirdi. Taze meyve, sebze… Çünkü anne tarafında da baba tarafında da kendi bahçeleri var. Zeytin yağ gelir, bulgur gelir, nar ekşisi gelir. Hatta kargo işi ilerleyince süt gelmeye başladı Altınözü’nden. Kendi inekleri var çünkü. (Yahya) Duyusal bellek üzerine çalışan Beatrice Hendrich, tat ve kokuların belirli bir anın, olayın ve mekanın canlandırılmasında önemli bir rolü olduğunu ifade ediyor.[9] Bu bağlamda Antakyalı Ortodokslar için yemek, mekansal anlamın o mekanın dışında da üretilebileceğini gösteren, kimliğin çok önemli bir parçası diyebiliriz. Yaptığım görüşmeler neticesinde, yerellik, bir arada yaşama kültürü, cemaat hayatı ve yemek Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamın oluşumunda ön plana çıkan faktörler olarak gözüküyor. Her biri uzun bir tarihsel süreç içinde şekillenmiş bu faktörler, elbette ki bölgedeki güç ilişkilerinden ve bölgenin geçirdiği sosyo-politik dönüşümlerden bağımsız değil. Peki deprem sonrası Antakyalıların mekanlarına verdikleri anlamda nasıl bir dönüşüm yaşandı? O da bir diğer yazının konusu olsun. [1] Bu yazıda “Antakya” terimini, günümüzde merkezi Şam’da bulunan Antakya Patrikhanesi’nin yetki alanı sınırları içinde kalan İskenderun, Altınözü, Arsuz, Samandağ ve Mersin’i kapsayacak şekilde, geniş anlamıyla kullandım. [2] Kimliklerini “Arap Ortodoks”, “Rum Ortodoks”, “Antakyalı Hıristiyan” gibi farklı biçimlerde tanımlayan, dini aidiyet bakımından Rum Ortodoks olmalarına karşın etno-kültürel açıdan İstanbullu Rumlardan ayrışan bu toplumu, daha kapsayıcı olması bakımından “Antakyalı Ortodoks” olarak nitelendirmeyi tercih ettim. Toplum içindeki kimlik tartışmalarını daha detaylı olarak incelemek için, bkz. Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu, “İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri”, (der.) Haris Rigas, Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları, İstanbul, İstos Yayın, 2018, s. 71-142. [3] Kitab-ı Mukaddes, Elçilerin İşleri 11:25-26: “Öğrencilere ilk kez Antakya’da Mesihçiler adı verildi” [4] Lee Humphreys, “Mobile social networks and urban public space”, New Media & Society, cilt 12, sayı 5, 2010, s. 763-778. [5] Amy Mills, Streets of Memory: Landscape, Tolerance and National Identity in Istanbul, Atina, University of Georgia Press, 2010, s. 308. [6] Türkiye Kültür Portalı, “Hoşgörü Başkenti: Hatay”, Erişim: 25.07.2023, https://www.kulturportali.gov.tr/portal/hosgorubaskentihatay ; T.C. Hatay Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, “Tarihte İlklerin Yaşandığı Şehir Hatay”, Erişim: 25.07.2023, https://hatay.ktb.gov.tr/Eklenti/103881,hatay-brosur-turkcepdf.pdf?0 [7] Durcan Bell, “Mythscapes: Memory, Mythology and National Identity”, British Journal of Sociology, cilt 14, sayı 1, 2003, s. 63-81 [8] David Harvey, “Sınıfsal Yapı ve Mekansal Ayrışma Kuramı”, (çev. Bülent Duru ve Ayten Alkan), 20. Yüzyıl Kenti, Ankara, İmge Kitabevi, 2002, 147-172. [9] Beatrice Henrich, “Mario Levi ve Mıgırdiç Margosyan’da Yemek Hatırlama ve Hatırlatma Yemekleri”, (der.) Leyla Neyzi, Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları, İstanbul, Türkiye İş Bankası yayınları, 2011, s. 93. Öne çıkan görsel: Sat7Türk

  • Barbara bereketi: Şimdi değil ise elbet bir gün!

    “ken yeme ken bi adîm al'zemen bint îsma burbarah milyanî îmen ma ıştahıt burbarah mâl u la kan hîmma jmal vahdî hubb al'hakîka kan alî sağîlha al'bâl” “Bir varmış bir yokmuş, Barbara adında iman dolu bir kız varmış. Barbara para için can atmaz, güzelliğe önem vermezmiş. Aklında olan tek şey hakikate olan sevgiymiş” diyerek bir hikâye gibi başlar bu ilahinin sözleri. Anlatılansa onun, yüzyıllar önce inandığı doğrular yolunda bu topraklarda canını vermiş genç bir kızın hikayesidir: Şehit Azize Barbara. Şehit Azize Barbara, 3. ve 4. yüzyıllar arasında kimi kaynaklara göre, günümüz Türkiye sınırları içinde İzmit olarak bilinen Nicomedia şehrinde yaşamış. Kimi kaynaklara göre ise yaşadığı yer, Lübnan sınırları içinde kalan Asi Nehri’nin de kaynağını içine alan Heliopolis antik şehriymiş. Barbara, pagan bir tüccarın kızı. Annesinin vefatından sonra üzerine titreyen babası, kızının büyüdükçe güzelleştiğini fark etmesiyle onu yabancı gözlerden korumak için sadece kendisinin ve pagan rahiplerinin girebileceği bir kule inşa ettirir. Barbara, kulenin tepesinde yalnız kaldığı süre boyunca dünyayı, güzelliklerini ve yaratılışı düşünmeye başlar. Artık putların insan eliyle yapıldığını ve bu dünyayı yaratamayacaklarını anladığında ise babasının ve rahiplerin öğretilerini almayı reddederek kendisini gerçek Tanrı’yı bulmaya adar. Babası kulede yalnız başına kalmasının onun fikirlerini etkilediğini düşünerek artık insanların arasına karışması için izin verdiğinde ise Barbara tek başına düşündüğü fikirlerin yolundan giderek şehirdeki kendi gibi genç olan rahibelerle tanışır ve onlardan Hıristiyanlığın öğretisini alır. Artık kendisini bulmaya adadığı Tanrı’ya, hakikate olan sevgiye kavuşmuştur ve şehre tüccar kılığında gizlenerek gelen bir rahip tarafından vaftiz edilerek Hıristiyan olur. Aynı dönemde babası evlerine bir hamam inşa ettiriyordur. Barbara, babasının seyahatte olmasından istifade ederek, hamamı planlardaki gibi iki pencereli değil, güneşin gireceği üç pencere yaptırarak aynı bir kilise gibi Kutsal Üçlü’nün birliğini sağlar. Duvara elleriyle bir haç kazır ve sevinçle Tanrı’ya dua etmeye başlar. Fakat bu sevinci çok uzun sürmez, zaten kızının hamamda yaptırdığı değişiklikten şüphelenen babasına yakalanır. Barbara, babasına Tanrı’yı, gerçek sevgiyi, Kutsal Üçleme’yi anlatır ama babasına göre sadece atalarının dinine, pagan tanrılarına ihanet etmiştir. Barbara’yı kendi elleriyle öldürmelidir. Barbara babasından kaçmaya başlar. Bu onun için sadece babasından kaçmak değil hakikate olan sevgiye doğru kaçmaktır. O koştukça Tanrı da onun yolundan giden bu genç kızın yollarını açar. Karşısına çıkan bir tepeyi çıkması gerektiğinde Tanrı mucizesini gösterir. Tepe ortadan ikiye ayrılarak Barbara’ya yol açar ve babasının geçişini engeller. Babasının askerlerle beraber tepeyi geçerek ardında iz sürmesi gerekir ama tepenin ardında dahi hiçbir iz bulamazlar, çünkü Barbara koştukça tarlalarda henüz yeni yeşermiş buğday filizleri onun ayak izlerini gizlemek istercesine serpilip büyümeye başlar. Barbara ardında rüzgârda salınan başaklarıyla adeta ona el sallayan buğday tarlaları bırakarak bir mağaraya sığınır. Babası, kızını uzun ve sonuçsuz bir şekilde aradıktan sonra tepede iki çoban görür ve içlerinden biri ona kızının saklandığı gördükleri mağarayı gösterir. Babası onu yakaladıktan sonra açlık ve işkenceler içinde bırakarak şehrin valisi Martianus'a teslim eder. Barbara, esaret altında gün boyu ağır işkencelere maruz kalır ama her gece Tanrı’ya dua etmekten vazgeçmez. Tanrı da çektiği tüm acılara rağmen kendi yolundan ayrılmayan bu genç kızın yaralarını dua ettiği her gecenin sabahında iyileştirir ama bu babasını ve Martianus’u durdurmaktan öte daha da öfkelendirir. Onlar daha ağır işkenceler yapmaya, Barbara her gece dua etmeye, Tanrı her sabah onun yaralarını iyileştirmeye devam eder. Kalabalığın içinde yaşanana bu zulme bütün şehir kör, sağır, dilsiz olmuştur sanki. Hiçbiri hakikatin peşinden koşan bu genç kızın hakkını arayamaz. Bütün şehir korkusundan susar ama içlerinden Juliana isimli bir kadın çıkar. Artık yaşanan bu zulme daha fazla sessiz kalamaz. Hiç kimsenin cesaret edemediği kadar gür çıkar sesi ve genç bir kızın güçlülerin yalanlarına boyun eğmediği için, inandığı gerçeğin peşinden gittiği için çektiği zulmü anlatır bütün şehirde. Juliana da çok geçmeden tutuklanır ve Barbara’yla beraber işkence görmeye başlar. Ama mutludurlar, çünkü doğrularını gizleyerek yaşamaktansa haykırarak bu yolda ölmek yeğdir onlar için. Öyle de olur. Barbara ile Juliana günlerce işkence gördükten sonra başları kesilerek şehit edilirler. Barbara’yı bizzat babası idam eder. İnandığı doğrular ve uğruna canını verdiği gerçeğe olan sevgisiyle o genç kız, hiçbir zaman 21.yaşını göremeden 21.yüzyıla dek bin yılı aşkın süredir anılan, dualar edilen ve yolundan gidilen Şehit Azize Barbara’dır. Tıpkı bir masal gibi başlayan ilahisinin de sonunda dediği gibi: “İsa şöyle dedi: Kızım, bana inandığın sürece yüreğinde senden başka hiçbir şey olmayacak ve sen benim yüreğimde yaşayacaksın/Kim senin sevginde ve inancında kalırsa, tövbe edecek ve yücelik tacına kavuşacak ve Tanrı onu da yanına alacaktır.” Şehit Azize Barbara, Mesih İsa’nın ve ona inananların yüreğinde sonsuz yaşama ve uğruna canını verdiği hakikate ermiştir artık. Bugün onun için en büyük bayramdır, bugün onun bayramıdır. Yüzyıllardır Heliopolis’ten Nicomedia’ya, Asi Nehri boyunca Lübnan’dan Antakya’ya, Filistin’den Suriye’ye değin buğdaylar kaynar evlerde bu bayram gününde, 4 Aralık gecesinde. Kaynayan buğdaylar ise en basit şekilde şeker, genellikle ceviz olmak üzere kuruyemiş ve mevsimine göre nar taneleriyle karıştırılarak Arapça ‘haşlanmış’ anlamındaki “sıliqa” denilen tatlı yapılır. 4 Aralık gecesi bir bayram tatlısı gibi yapılsa da yapılış amacı ve taşıdığı anlamıyla cenazelerin 40.günü yapılan sıliqayla aynıdır. Gerçek sevgi yolunda, inancıyla vefat eden her kişi toprağa düşen bir buğday tanesinin yeni buğday başaklarına tohum olduğu gibi ardında sevgi tohumları eker ve sıliqanın buğday taneleri de o tohumdan çoğalan yeni buğday taneleri misali ardından gelen insanları temsil eder. Aynı zamanda bir başka inanışa göre, buğdayın Barbara Bayramı’nda özellikle yapılması ise onun ayak izlerini gizlemek üzere filizden başağa büyüyen buğday tarlalarını temsil eder. Antakya’da bu geleneğe dair bir iz bulamadıysam da Lübnan ve Suriye’de 4 Aralık gecesi pamuğa buğday tohumları ekilir ve Noel ağacının altına koyularak Noel gecesine kadar filizlenip uzaması beklenirmiş. Tıpkı Azize Barbara’yı korumak için uzayıp büyüyen buğday filizleri gibi... Asi Nehri boyunca süregelen bayram geleneklerinden bir diğeri ise bu gece dökülen lokma (züngül) ve taş kadayıf (kdayef) tatlıları. Lokma kızartılıp şerbete batırılmış hamur topları iken, taş kadayıf da aynı mantıkla hazırlanan ama içerisine ceviz, ağız peyniri ya da kaymak koyulan kapalı bir tatlı. Peki, bu basit tatlıları bu gece için özel kılan, bütün bir coğrafya boyunca tıpkı Asi Nehri gibi sınırları aşarak bütün evlere girmesinin sebebi ne mi dersiniz? Bu tatlılar bu bayram günü için özel yapılan değil, aslında özel “seçilen” tatlılar. Mutfak kültürü itibariyle Antakya’dan Lübnan’a, Suriye’den Filistin’e kadar uzanan coğrafyada bu tatlıları gündelik yaşamın içinde bulmanız mümkün. Bu tatlıları bu bayram için seçilecek kadar özel kılan ise kızgın yağda kızartılarak yapılması. Azize Barbara nasıl ki çektiği acıların, maruz kaldığı zulmün ve işkencelerin ardından sonsuz yaşama, sevgiye, güzelliğe kavuşup bizim Azizemiz oluyorsa, bu tatlılar da kızgın ateşten çıkarak şerbetle tatlandığından bu bayram için anlamlı görülmüş ve sınırları, yüzyılları aşan bir geleneğe dönüşmüş. Lübnan ve Suriye’de bu güne özel genelleşmiş bir bayram geleneği olarak mamûl yapıldığı olsa da, belki de Asi Nehri Antakya’dan Lübnan’a doğru akmadığından olsa gerek sadece Antakya’nın olmazsa olmaz Barbara tatlısı zeytinyağlı kerebiçtir. Aralık ayında henüz yeni bitmiş olan zeytin sezonuyla birlikte hasadın ilk zeytinyağlarıyla pişen o kerebiçlerin kokusu, mahalle fırınlarından kara tepsiler üzerinde sokaklara kadar yayılır, bayramın bereketi evlerden öte tüm şehre yayılırdı. Bayramın bereketi tüm şehre yayılırken coşkusu komşunun kapısını da çalar Antakya’da. Beraber yaşamanın en güzel örneklerinden biri olarak Antakya’da Ortodoks komşu evlerinden 13 gün sonra bir kez daha Hicri takvime göre 17 Aralık’ta bu sefer Alevi komşu evlerinde kutlanır Barbara Bayramı. 17 Aralık günü başlayan bayram yedi çeşit bakliyatla yapılan Barbara yemeği, üç gün boyunca yenildikten sonra, üçüncü günün sonunda hırise kazanları kaynar. Barbara yemeğinin ise Azize Barbara şehit edildikten sonra mezarını ziyaret eden sevenlerinin, mezarında her biri bir başka mevsime ait olan her çeşit bakliyat yetiştiğini gördüklerinde onun bereketinin beraberlerinde kalması için bu bakliyatlarla yaptıkları yemekten başladığına inanılır. Sınırları aşmış yüzlerce yıllık geleneklerin yanında yaklaşık son 50 yıldır Lübnan’da ve ardından Suriye ve Filistin’de yapılan kutlamalardan biri de Barbara Bayramı gecesi çocukların kostümler giyinip kılık değiştirerek, “Heyshlee ya Barbara!”, yani “Çabuk kaç ey Barbara” diye dolaşmalarıdır. Bu kutlama, Azize evden kaçarken bahçıvan kıyafetlerini giyinerek kılık değiştirilmesiyle ilişkilendirildiği gibi, Kuzey Amerika’nın artan etkileşimleri sonucu Cadılar Bayramı kostümlerinin Azize Barbara’nın kaçarken kılık değiştirmesi ile bağdaştırılması sonucu başlamış bir gelenek olduğu da düşünülür. Azize Barbara’nın Heliopolis antik şehrinde yaşadığı inanışına göre, en büyük kutlamalardan biri de tüm baskılara rağmen Filistin’de, Ramallah’ın Aboud köyünde, Azize Barbara’nın saklandığı mağara olduğuna inanılan mağara kilisede yapılır. Şimdi ise Asi Nehri boyunca Antakya’dan Lübnan’a, Suriye’den Filistin’e Barbara İlahisinin hep bir ağızdan söylendiği, evlerde kaynayan buğdayın bereketinin sınırları aşarak bir araya geldiği topraklarda bayramın sevinci yok artık. Geride sadece hüzün, yıkım, acı ve memleket içinde memleket hasreti kaldı. Sevincin içinden yükselen ortak ilahi sesleri, yerini yıkımın içinden ayağa kalkmaya çalışan halkların sınırların ardında buluşan sesine bıraktı. Azize Barbara’nın çektiği acıların, yıkımların, hüzünlerin ardından kavuştuğu sevginin, mutluluğun hayaliyle güzel günlere kavuşmayı bekleyen halkların sesleri yükseliyor bugün sınırları aşarak: “Adha mash hala’ yawman ma!” “Şimdi değil ise elbet bir gün!” Elbet bir gün yine Antakya’ya yeniden yayılacak kerebiç kokuları, yine tütecek bayram bahurları Filistin’in Aboud köyünde, yine çocuklar dolaşacak kostümleriyle Suriye’de, Lübnan’da. İşte o gün hiç olmadığı kadar bereketli gelecek kaynayan buğdaylar, hiç olmadığı kadar tatlı olacak kızgın yağdan şerbete düşen tatlılar ve hiç olmadığı kadar coşkuyla anımsayacak Azize’sini insanlar: onun gibi acının içinden huzura; hüzünün içinden mutluluğa ve ölümün içinden yaşama kalkarak… Yemek fotoğraflarının bazıları Hataytube facebook hesabından alınmıştır.

bottom of page