"" için 228 öge bulundu
- Yaşayan Miras: Antakya’nın Onarımı için Dayanışma ve İş birliği
Bir kent yeniden nasıl kurulur? Yeniden kurmanın ‘yeni’ olan kısmı aslında eskiyi yaşatmanın yollarını aramak değil mi? Aşina olduğumuz mekanları, tatları, iklimi deneyimledikçe veya tanıdığımız yolları, parkları ve insanları gördükçe kendimizi hatırlamak değil midir olan şey? Biz Antakyalılar gitmek zorunda kaldığımız, sürüldüğümüz veya sürüklendiğimiz diyarlarda hep Antakya’yı düşünüyor ve düşlüyoruz. Peki neden? Bu duyulan özlem esasında bize ne söylüyor? Buna anlam veremeyenlerin düşüncelerini duyuyorum, dinliyorum. Nostaljik, romantize ve hatta ‘fetiş’ olarak değerlendiren yorumları okuyorum. Oysa öyle farklı bir dava var ki ortada, bu mekan nostaljisinin ötesinde bir şey. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Elbette kente dair anıların yıkıma uğraması dayanılmaz ancak mesele bunun ötesinde. Politik çalışmalara yıllarca Lübnan üzerine çalışan antropolog Ghassan Hage (2009) "politik duygular" üzerinden yaklaşır. Yaşanan zulmün ortasında ve özellikle siyasi şiddetin (örneğin Lübnan veya Filistin gibi yerlerde) yükselişe geçtiği yerlerde siyasi duyguların meşru bir hareket alanı sunmasının altını çizer. Bu oldukça ‘kişisel’ görünen duygu bağlamının ne kadar politik bir noktadan evrildiğini ve tam da bu nedenle göz ardı edilmeyecek nitelikte olduğunu vurgular. Aidiyete dair olan duyguların egemenler tarafından sürekli alaşağı edilmesinin ve her daim kendini yenileyen siyasi şiddetin karşısındaki öfkenin etnografisini çözümlemeye çalışır. Buradan hareketle basit bir nostaljik hikayeye indirgenemeyecek öfkemiz, biz Antakyalılar için her gün yaşamı örgütlemenin yollarını bulmaya çalışmanın merkezinde yer alıyor. Antakyalılar yaşamı kurmaya çalışırken bir yandan her gün gündelik hayatın kentte devamlılığını sekteye uğratan bitmek tükenmek bilmeyen sorunlarla uğraşıyorlar. Bu sorunlar bütünsellik içinde görülmesi gereken ve devam eden bir siyasi şiddetin ürünü. Antakya'nın kentsel kimliğinin hedef alındığı tüm uygulamalar yalnızca refahı bozmakla kalmıyor koca bir kentin yaşayan mirasını hedef alıyor. Bu nedenle Antakyalıların öfkesi politik duyguların temeli. Antakyalılara reva görülen ihmal ve yalnızlaştırma kıskacı Antakyalılığı cezalandırmanın ve daha kötüsü yok etmenin kapısını aralıyor. Antakya'ya geri dönmenin yollarını arayan her Antakyalı bu yok oluşa tanıklık etmenin ağırlığını hissedip öfkeyle biraz daha sarılıyor kentine. İşte bu nedenle her gün düşlerine Antakya doluşuyor binlerce insanın. Bizzat kendim Samandağ'da yıkılan evimi yeniden kurabilecek miyim diye her gece kara kara düşünürken en politik duyguların kucağında buluyorum kendimi. İşte depremin yıl dönümüne bir kaç gün kala sessiz kalmanın yalnızca ruhumuzu değil kentimizi de talana teslim etmek olduğunu biliyoruz. Bu nedenle bu kentin savunulması için dünyanın her bir köşesinden yayılan ve büyüyen dayanışma ile hareket etmeye ve söz söylemeye gayret ediyoruz. Akademik, aktivist ve Antakya dostu tüm paydaşlarla bu kentin geleceğinin korunmasının hem Antakyalılar hem de kapsayıcı bir yaşam tarzı özlemi çeken tüm Türkiyeliler için değerini bilerek pek çok koldan sesimizi duyurmaya çabalıyoruz. Bu amaçla gerçekleşen ‘Yaşayan Miras’ forumunu bu örneklerden biri olarak sizinle paylaşmak istiyorum. İngiltere merkezli Sınır Tanımayan Mimarlar (ASF-UK), Herkes İçin Mimarlık (HİM) ve yerelde Nehna’nın da içinde olduğu pek çok Sivil Toplum Kuruluşu’nun ve taban örgütün bir araya gelerek düzenlediği Açık Forum, Antakya’nın onarımı için acilen atılması gereken adımları ve Antakyalı topluluklar için ön plana çıkan meseleleri ele aldı. Kasım 2023’te gerçekleşen bu Forum sonuçları ve bundan sonra nasıl ilerlenmesi gerektiği ortak bir bildiri ile sunuldu. Bundan sonra da devam edecek bu iş birliğini büyütmeyi ve Antakya için çalışmalara bu dayanışma ruhu ile devam etmeyi umut ediyorum. Şimdi sizi bu ortak bildiri ile baş başa bırakıyorum. Yaşamı hep birlikte örgütleyeceğiz ve iyileşeceğiz! Antakya’yı Antakya yapan insanlarıdır! Antakya’da deprem sonrası toplum odaklı yeniden inşa süreci için ortak bir açıklamanın pdf versiyonu için tıklayınız.
- Mekansal Anlamın Politik İnşası: Deprem ve Antakyalı Ortodokslar
6 Şubat depremiyle en çok zarar gören bölgelerin başında Antakya geliyor. Bu yıkımın depremin ilk günlerinde geleneksel medyada yer bulmaması, bölgede en temel insani ihtiyaçların depremin üstünde neredeyse bir yıl geçmesine rağmen hala karşılanamaması, yıkımın ciddi bir rant tehlikesi doğurması; bölgenin çokkültürlü yapısı ve siyasi geçmişi göz önünde bulundurulduğunda politik bir anlam da kazanıyor. Deprem, her toplum gibi Antakyalı Ortodokslar üzerinde de büyük bir tahribat yarattı. Can kayıpları, yıkılan evler ve iş yerlerinin yanı sıra toplum hayatının bel kemiğini oluşturan Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi depremde büyük ölçüde yıkıldı. Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi, Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi, Mar Tekla Kilisesi ve St. Pierre Kilisesi de hasar gören yapılar arasında yer alıyor.[1] Yazımın ilk bölümünde, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamın hangi politik dinamikler üzerine kurulu olduğunu incelemiş ve dört Antakyalı Ortodoks’la yaptığım görüşmeler neticesinde, yerellik, bir arada yaşama kültürü, cemaat hayatı ve yemek olmak üzere dört ana faktörün ön plana çıktığını belirtmiştim. Yazımın bu bölümünde ise depremle birlikte Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlam nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ele alacağım. “Bizi şu an ölüme terk ediyorlar” Antakya’nın çokkültürlü atmosferi, her ne kadar devlet kademesinde de “hoşgörü” mitiyle sunulsa da bunun kısmi bir gerçeklik üzerine kurulu olduğunu belirtmiş ve bu gerçekliğin sınırlarından bahsetmiştim. Deprem günü yaşananlara tanık olan Janet ise bu mitin fiziksel sınırlarını bize şöyle çiziyor: “Sindiremiyorum sanırım. İnsanların ölmeme ihtimali falan vardı. Vardı yani. Bizim cemaatten 55 kişi öldü. Arama kurtarma faaliyetlerine de yardımcı olduğum için söyleyebilirim. Yarısı ölmezdi. Geç müdahale edildiği için bu insanların ölmesi benim kanıma dokunuyor açıkçası. Kader, şans… Bir şekilde, birinin kafasına bir taş düşüyor ve ölebiliyor, okay. Ama böyle kasıtlı olarak yardımın gitmediğini düşünen tayfadanım ben. Bizzat kendi bağlantılarımı devreye sokup baz istasyonu yollamaya çalıştım bizim mahalleye. Bizim Antakya’daki Alevi mahallesi ve Sünni mahallesini ayıran fiziksel sınır nehirdir ya, yolladığımız hiçbir şey nehirden geçmediğinde ben anladım: Bizi şu an ölüme terk ediyorlar. Bunu böyle düşündüğüm için daha da öfkeleniyorum. […] İnsanların ağzında hep şu vardı: ‘Biz kendi kendimize cenazelerimizi kaldırmasak, bunlar bizim cenazemizi de kaldırmazdı’, dediler.” Corç ise bir yandan yardımların gelmemesinde fiziksel koşulların etkili olduğunu belirtirken, diğer yandan bölgeye ulaşan yardımlara referans vererek, Janet’in “ölüme terk edilme” olarak özetlediği duruma dolaylı olarak katılıyor: “İskenderun’daydık. İskenderun, Antakya’nın kuzeyden giriş kapısı. Onun için bütün yardımlar İskenderun’a önceden geldi. Antakya’da iki gün boyunca ulaşım kitlendi. Otobanlarda kilometrelerce kuyruk oluştu. Tek geçit olan Belen Geçidi tıkandı. Bundan dolayı yardımlar Antakya’ya cidden yetişemedi. Bir bu var. Ama bunun yanında, sen de kocaman bir devletsin. Bunun başka yollarını bulabilirsin. Nehna bile gemiyle erzak gönderdi. Bunu Nehna yapabiliyorsa, devlet çok daha fazlasını yapabilirdi. Bundan dolayı burada bir art niyet olduğunu düşünüyorum.” Kendini özellikle kriz anlarında gösteren, bir örgütlenme biçimi olarak tanımlanan politik-olan, bir örgütlenmeme biçimi olarak da ele alınabilir. Paylaştığım tanıklıklardan ve depremin ilk günlerinde Antakya’nın konvansiyonel medyada yer bulmamasından yola çıkarak, Hıristiyan ve Alevilerin yaşadığı bu mahallelerde devletin, depremin en kritik saatlerinde arama-kurtarma faaliyetlerini örgütle(ye)memesini, devlet aklının bir yansıması olarak okumak mümkün. Direniş: “Şehri manevi olarak tekrar kurduk” Antakya’da yaşanan yıkım politik-olanı sadece devlet nezdinde değil, bölgenin Ortodoksları nezdinde de açığa çıkıyor. Bu örgütlülük halinin özellikle dini günlerde kendini belli ettiğini, Antuvan’ın “Bayramlar hiç olmadığı kadar […] şiddetli kutlanıyor” sözünden anlıyoruz. Mekansal anlamın inşasında önemli bir yapı taşlarından biri de aidiyet duygusu. Bu duygu, kişilerin kendilerini ait hissettikleri bir mekana bir anlam yüklemesiyle oluşuyor ve bu anlama da çoğu zaman o mekana karşı bir sorumluluk duygusu da eşlik ediyor.[2] Bu bağlamda depremle birlikte açığa çıkan politik-olan, kendini sadece cemaat içi ilişkilerin yoğunlaşması formunda değil, beraberinde sorumluluk duygusuyla gelen bir direniş ruhu olarak da gösteriyor. Bu direniş ruhunu, Antuvan bize şöyle özetliyor: “Evet, fiziksel bir yıkım yaşadık. Çok canlar kaybettik. Ama onların da hatırasını yaşatacak yeni bir şehir tekrar kurulacak. O şehre zaten o maneviyatı, o ruhu yükleyen bizlerdik. Zaten kalbimize, bizlere nüfuz etmiş şehirden birer parça koyarak, o şehri manevi olarak tekrar kurduk. Eskisi gibi olmayacak. Bunu zaten hepimiz biliyoruz. (…) Taş duvarlar ev olmuyor, sokaklar mahalle olmuyor. O binaları ev yapacak olan bizleriz. O sokakları mahalle yapacak olanlar bizleriz. Bizler, bu şehrin insanları olarak bu şehri tekrar kuracağız ve gerçekten çok daha güçlü bir şekilde kuracağımızı düşünüyorum ben. Tarihler boyunca zaten yaşanmış bu büyük depremler. Biz sekizinciyi yaşadık. Bizlere anlatılan bir efsanenin parçaları olduk. (…) Bize [Antakya] yedi kere yıkıldı, kuruldu, dendi. (…) Bizden sonraki nesiller Antakya sekiz kez yıkıldı ama sekiz kez de kuruldu diyecekler. Bunu kuracak olanlar da bizleriz.” Antakya’ya karşı duyulan sorumluluk hissiyle gelişen direniş ruhunun kök nedenini ise Yahya şu şekilde analiz ediyor: “Tüm bu vakıf başkanları, toplumun ileri gelenleri, kiliselerde dini ritüelleri yapabilecek bir alan açmaya çalıştılar. Hepsi de sağladı bir şekilde bunu. Arsuz’da da ayin yapılıyor şu an, Altınözü, İskenderun, Samandağ’da da ayin yapılıyor. Bunu göçü engellemek için yapmaya çalıştıklarını anlıyorum. ‘Burada bir hayat devam ediyor. Biz buradayız. Burada kalan insanlar var. Buradaki hayatın temel çapalarından birisi devam ediyor’, algısını yaratmaya çalıştılar belki de. Bunu illa bilinçli olarak yaptıklarını söyleyemem.” Yazının ilk bölümünde de belirttiğim gibi cemaat hayatının organizasyonunda temel işlevi olan kiliseler, deprem sonrasında direnişin de organize edildiği mekanlar olarak işlev görüyor. Yaşanan bunca yıkıma rağmen dini törenlerde gözlemlenen coşku, “ما رحنا نحنا هون” (Ma rıhna nehna hon / Gitmedik, buradayız!) mesajını verip Antakya’ya yüklenen mekansal anlamı dolayısıyla politik bir düzleme de taşıyor. “Vatansızlık hissiyatı geldi bana” Türkçeye Yunancadan geçen νοσταλγία (nostalgía, nostalji), νόστος (nóstos, eve dönüş) ve άλγος (álgos, ıstırap) kelimelerinin bileşiminden oluşur. Dolayısıyla nostalgía, sözlük anlamıyla “eve dönüş için çekilen ıstırap” anlamına gelir. Buradan hareketle iki nostalji tipolojisinden bahsedilebilir: Düşünsel nostaljide “ıstırap” vurgulanır ve “eve dönüş” kişide melankoli, umutsuzluk gibi mobilize edici gücü olmayan duygular uyandırır. Buna karşın, yeniden kurucu nostalji olarak kavramsallaştırılan tipolojide ise “eve dönüş” yitirilen evin yeniden inşası için gerekli enerjiyi mobilize eder.[3] Janet aşağıdaki anlatısında yaşanan yıkımın hem ekonomik hem de sosyal boyutunu vurgulayarak Antakya’yla düşünsel nostalji üzerinden bir bağ kuruyor. “Vatansızlık hissiyatı” olarak özetlediği bu durum, Antakya’ya yüklediği mekansal anlamının derinliğinin çok net bir ifadesi: “Toparlanabileceğimize dair çok bir inancım yok bu dakikadan sonra. En azından Antakya’nın içinde toparlanacağımıza dair. Vatansızlık hissiyatı geldi bana son birkaç aydır. (…) Sana verdiler 1+1 daire. Çocukluğunun geçtiği sokak oluyor mu o? Ya da çocukluğunun geçtiği ev oluyor mu? Olmuyor. Dolayısıyla aynı şeye dönebileceğimizi düşünmüyorum. Ama çabalamak gerektiğini düşünüyorum. (…) ‘Geri döneceğiz’ler falanlar filanlar, bunlar bana… Adını koyamıyorum ama fazla Instagram gibi geliyor bana. Dolayısıyla bu retorikten çok hoşnut değilim ben. (…) [Kilise] tekrar yapılsa, ben eminim Arsuz’dan Antakya’ya gelen cemaat olur. Mantıklı mı, değil. Çok para çünkü. O, insanların barınması için harcanmalı.” Buna karşın Antuvan, Antakya’yla yeniden kurucu nostalji üzerinden bağ kuruyor ve “eve dönüş” için umutlu: “Gittiğimiz her yere, o birlik beraberlik duygusuyla birlikte, şehrimizi de yanımıza alarak gittiğimizi düşünüyorum. (…) Herkes geri dönmek için gitti. Herkes geri dönecek diye düşünüyorum.” Antakya’ya geri dönüş konusunda ifade edilen farklı fikirler, bölgedeki belirsizlikle doğrudan ilintili. Bu belirsizliklerin başında, Yahya’nın aşağıda belirttiği gibi, mülkiyetin el değiştirme ihtimali geliyor: “Kilise ve etrafı riskli alan kapsamına alınıp 6306’ya tabii tutulduğunda, [Ortodoksların] oradaki mülkiyet haklarını kaybetmeleri çok ciddi bir risk. Oradaki mülkiyet hakkını kaybettikleri anda, bu insanların Antakya’nın dışındaki TOKİ mahallelerinde, (…) kendi seçmediği insanlarla inşa edilecek bir toplumsal dokunun içinde yaşamak isteyeceklerini de sanmıyorum. Pek umutlu değilim, Antakya özelinde. İnsanların kendileri de çok umutlu değil hakikaten. Bunu, çevreye dağılmış Antakyalılarla konuştuğunda anlıyorsun.” Devletin uygulayabileceği mülkiyetsizleştirme politikaları sonucu bölgenin bir rant alanı haline gelmesi ihtimali de “eve dönüş”ün nasıl olacağı hakkında soru işaretleri doğuruyor: “Özellikle Antakya’nın tarihi merkezinin Sur’daki gibi, bir açık hava müzesine, bir ucubeye dönüştürülebilme fırsatı var. Buraya geri dönmek için zaten [Ortodoksların] maddi olarak güçlerinin yetmeyeceğini düşünüyorum. Bu otomatikman Aleviler için de geçerli. Emek, Aksaray, Armutlu, hepsi yeniden yapılacak. Büyük ihtimalle dönemeyecekler. Ekonomik olarak güçleri yetmeyecek. Yapılmak istenilen demografik değişim, bu vasıtayla hızlandırılmış oldu. Bunun geri dönüşünün çok ihtimal dahilinde olduğunu düşünmüyorum. Özellikle son dört yılı sadece inşaattan oluşan bir ekonomik modelle sürdürmeye çalışan bir iktidar olduğu müddetçe, buranın etrafında oturması çok pahalı olan ve mülkiyetini devletin elinde bulundurduğu bir müzeye dönüşeceğini düşünüyorum. Demografik bir değişim ister istemez yaşanacak.” Antakya merkezde son yıllarda uygulanan soylulaştırma projeleri ve bu projeler aracılığıyla planlan demografik dönüşüm ise, belirtilen şüphelerin zeminini oluşturuyor: “Soylulaştı o mahalleler. Biraz benim kanıma dokunuyordu son dönemlerde. Yerlisi ev bulamamaya başladı. Kötü bir şey bu.” (Janet) “Kilisenin arkasında klasik Antakya evleri olarak bilinen avlulu evlerin, 5 Şubat’a gittiğimizde önemli bir kısmının, yüzde otuzunun kafe, restoran ya da otele döndüğünü görmüşsündür. Orası dönüşüyordu, gentrifié oluyordu (soylulaşıyordu). Kentsel dönüşümün esas vurmak istediği yerse Antakya’da 2013’te ortaya çıkan plan ve 2022’de uygulamaya geçirilmesine karar verilen Alevilerin yaşadığı Emek ve Aksaray Mahallelerinin dönüştürülmesiydi. Ortasına kocaman bir camii dikerek, oranın tamamen kentsel dönüşüme sokulması planı vardı zaten. Devletin aslında demografisiyle oynamak istediği nüfus da Alevilerdi gerçekten. Hıristiyanlık, Yahudilik, oranın turistik imajını destekleyen unsurlar. O yüzden o kiliseyi ortadan kaldıracak kadar büyük bir plana girişmek gibi fikir yok.” (Yahya) Antakya, deprem öncesinde de güç ilişkilerinin soylulaştırma projeleriyle kendini gösterdiği bir mekan. Depremle birlikte yaşanan yıkım, bu bağlamda mekanın devlet eliyle dizaynı için geniş bir alan açıldığını iddia edebiliriz. Bu mekan üzerindeki devlet aklı pratikleri okunduğunda, Antakyalı Ortodoksların “eve dönüş” hakkındaki kaygılarının somut bir zemin kazandığını, Corç’un bize dediklerinden anlıyoruz: “İskan politikaları, buralarda yapılmış bir şey. Çok defa yapılmış şeyler. Yeniden bunu yapabilirler. Özal ya da Demirel döneminde, Amik Ovası’na ciddi bir Çeçen nüfus getirildi. Antakya-Samandağ arasındaki dağ köylerine Karadeniz’den insanlar getirildi. Bunun tekrar yapmayacağının hiçbir garantisi yok. Dolayısıyla devlet her boşluğu doldurur. Daha önceki pratiği zaten bunu yapabileceğini gösteriyor” Söz konusu Antakya’ya geri dönmek olduğunda “Nereye dönülecek?” sorusu kadar “Kim dönecek?” sorusu da cevabı analiz edilmesi gereken temel bir soru olarak karşımıza çıkıyor: “Büyük şehirlere ve yurtdışına gitmeye çalışanlar var. Şu anda, özellikle gençlerde yurt dışına gitme eğilimi çok yoğun. Tabii ne kadarı gidebilir ne kadarı gidecek, bilmiyorum. 2000’li yıllarda da bir yurtdışına gitme furyası olmuştu. Tam Samandağ’da genç nüfus evlendi, nüfus artmaya başladı, sonra da deprem oldu. Yine aynı şeyle karşı karşıya kaldık şu anda. Daha çok ekonomik kaygılarla göçüyor insanlar.” Yukarıda Corç’un da ifade ettiği gibi, deprem Antakya bölgesinde ciddi bir ekonomik belirsizlik de meydana getirdi. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kriz ise mevcut belirsizliğin şiddetini arttırıyor. Bu bağlamda, özellikle söz konusu Ortodoks gençler olunca, politik-olanın “göç” formunda da ortaya çıkması ihtimaller dahilinde. Antakya’nın geleceğine dair sözünü ettiğimiz kaygılar, devlet aklının sadece geçmiş değil, güncel pratikleriyle de ilgili. Depremin üstünden on ay geçmesine rağmen devam eden, diğer bölgelerde çözülmesine rağmen Antakya’da henüz çözülmemiş problemler, Corç’un da aşağıda ifade ettiği gibi, bir “yıldırma politikası” olarak değerlendirebilir. “İnsanları yıldırıyorlar. Adıyaman’da, Maraş’ta su problemi yok. İskenderun’da da deprem Antakya’daki kadar yıkıcı değildi. Buna rağmen, altı aydır -affedersin ama- sürekli bok kokusu çekiyoruz. Çünkü altyapı iptal ve yapılmıyor. Bugün WhatsApp gruplarında şöyle bir konuşma döndü. İskenderun ve Arsuz’daki kıyı şeridinin ciddi bir kısmında, yoğun miktarda koli bakterisi bulunduğu tespit edilmiş. Bu da ne demek? Lağım direk denize boşalıyor. Altı ayda bunu yapamaz mıydın? Hakikaten ciddi bir kayıtsızlık var Hatay bölgesine karşı.” Özetle depremle birlikte fiziksel mekanın değişimi, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamı da dönüştürüyor. Devlet aklı bağlamında politik-olanın “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları olarak kendini göstermesi/gösterebilme ihtimali, cemaat bireylerinin mekana yüklediği anlamı daha da politik bir düzleme çekiyor. Bunun neticesinde, “hoşgörü” mitinin fiziksel sınırları çizilmiş ve sonrasında bir direniş ruhu doğmuş olsa da, bölgedeki belirsizliklerin cemaat üyelerini “eve dönüş” isteği ve “ıstırap” duygusu arasına sıkıştırdığını söylenebilir. Antakya’yı özel kılan, bölgenin Ortodokslarının kendi kimlikleriyle -yapılan bütün eleştirilere rağmen- gündelik hayatın içine karışabilmesi, Yahya’nın ifadesiyle “bir müzelik eşya değil de şehrin aktörleri” olabilmesi. Cemaatin kendi kültürel dokusunda varlığını tekrar tesis edebilmesi için, “Geri döneceğiz!” söyleminin altının doldurulması gerekiyor. Devlet aklı pratikleri olarak özetlediğimiz “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları sonucu açılan geniş mücadele alanında, bölgede çokkültürlülüğün devamının garantörü olarak görülen Arap Alevilerle ortak bir akılda buluşmanın elzem olduğu sonucu çıkarılabilir. [1] Hakan Mertcan, “Antakya’da Zarar Gören Tarihi Mekanlar, Yaralanan Kültürel Miras”, Nehna, Erişim: 11.08.2023, https://nehna.org/antakyada-zarar-goren-tarihi-mekanlar-yaralanan-kulturel-miras/ [2] Doreen Massey, “Geographies of Responsibility”, Geografiska Annaler. Series B, Human Geography, cilt 86, sayı 1, 2004, s. 5–18. [3] Svetlana Boym, The Future of Nostalgia, New York, Basic Books, 2001, s. xviii.
- Ras-el Seni, ‘Habeq’ Kokusu ve Antakya
14 Ocak, “Ras-el Seni” yani yılbaşı. Her 14 Ocak, biraz kurulan sofralar ve biraz da ‘habeq’ (kuru fesleğen) kokusudur çocukluğumdan uzanan. Sabahın çok erken saatlerinde gürültü yapmamak için ayak uçlarında koşuşturan annemin sesine değil ama ‘kibbeh’ (içli köfte) etinin içine eklenen maydonoz kokusuna ve de bulgurla yoğrulan dışına da hafiften dokunduracak oranda kattığı ‘habeq’in keskin kokusuna uyanırdım. O tatlı telaş kaçınılmaz. Müthiş zahmetli ‘kibbeh’ neredeyse hazır olurdu tabii biz kardeşler uyanıncaya dek. Bir gün öncesinden hazırlanan ya da topluca ‘sini’ dediğimiz tepsilerde yapılan ‘kahke’ (külçe) kahvaltı için hazır. Hemen kahvaltım için kahke yerken bir yandan hızlıca anneme yardım etmeye başlardım. İşin çoğu bitmiş olsa da. Bu arada kahke hala en sevdiğim tatlardan. Köftelerin içini doldururken annemle birlikte, annem ‘bitmek üzere zaten, sen bırak hadi bir kahve yap’ derdi. Çocukluğumun, ergenliğimin en önemli görevi süvari kahveyi yapmaktı. Tam ayarını tutturmak kolay değildir ‘koyu’ kahvenin. Biz kahveyi çifte kavrulmuş ve elbette sade ve çay bardağında içeriz. Yılbaşı’na hazırlık sonrası süvari kahveleri yudumlamak gibisi yoktur. Kahvenin en güzel hali, yorgunluk ve heyecan içinde içilen bayram kahvesi. Ras-el seni akşamı tüm aile bir arada sofralar kurulur ve gelen giden eksik olmaz kapıdan. Arapça şarkılar, bazen halaylar… Ve tabii ki çocukların en güzel hediyesi yılbaşı harçlıkları ve tatlılar. Bir yandan Mushabbaq (Züngül) bir yandan baklava…Ras-el Seni pek çoğumuz için çocukluğumuzun ve de yetişkinliğimizin en güzel anılarını biriktirdiğimiz gün. Deprem sonrası Antakya’da Ras-el Seni heyecanı yerini buruk bir yeni yıl başlangıcına bırakıyor. Dünyanın her bir köşesine dağıldık biz Antakyalılar. Çok zor aynı gülümsemeyle o sofraya oturmak pek çoğumuz için. Ne gelen misafirler, ne de misafirlerimizi ağırlayacağımız evler kaldı. Ama Ras-el Seni aynı zamanda Arap Alevilerin için en önemli ritüellerinden biri. Yemeğiyle, duasıyla, birlikteliğiyle. Peki nedir Ras-el Seni? Ras el-Seni, senenin başı demek, yani bildiğiniz yılbaşı. Rumi takvimin ilk günü, Türkiye’de resmi olarak kullanılan Miladi takvime göre 14 Ocak’a denk düşüyor. Rumi takvime göre yılın ilk ayının ilk günü Ras el-Seni olarak kutlanıyor. Türkiye'de (çoğunlukla Hatay, Adana, Mersin şehirlerinde), Suriye'de, Lübnan'da ve diyasporada, Latin Amerika’da Arap Aleviler kutluyor bugünü. 14 Ocak sabahı erkenden küçük olanlar büyük olanların evlerine gider onların yeni yıllarını, bayramlarını kutlar. Ras el-Seni neredeyse yukarıda bahsettiğim ‘kibbeh’ dediğimiz içli köfte ile özdeşleşmiştir. Kibbeh özellikle bugüne özgü bir yemek olarak bilinir ve yenir, misafirlere ikram edilir. Bunun dışında çeşitli tatlılar yapılır. Herkes büyüklerinin evinde toplanır. 50-60 yaşında olsanız bile sizden büyük olanların evine gidersiniz. Büyüklere saygı, şeyhlere saygı gösterilir. Size dinen önderlik etmiştir kirveleriniz, amcalarınız ziyaret edilir. Hemen hemen tüm aileler bu adetleri yerine getirir. Ayrıca özel bir ibadeti yoktur bugünün, genel olarak ziyaretlere gitmek gibi bir ritüel vardır. Ras-el Seni’nin en güzel tarafı birliktelik, bir arada olmak. Eksiğiz bu sene hem de fazlasıyla eksik. Ama yine buluşup ellerini öpeceğiz kalan büyüklerin. O küçücük konteynerda da olsak yoğuracağız içli köfteleri. Hayatta kalmanın mücadelesi sürerken Antakya’da bu ritüellere sarılmak bir kültürel direniş. Bu yılbaşı Antakya’da kaybettiğimiz anların, insanların, mekanların yasını tutarken çocukluğuma bir öpücük konduruyorum. Hatırlamak öylesine bir nostalji değil ve gidenlerin ardından gözyaşıyla sonlanmıyor, gözyaşı ve hüzünle başlasa da. Antakya’ya dair her anlatı sonunda varlığımızı, geçmişimizi ve hafızamızı korumanın ve aktarmanın yolunda birleşiyor. Depremin ardından neredeyse bir sene geçti ve Antakya’da hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Radikal kötülüğün sarmalında yaşam alanlarımız talan ediliyor. Sermaye ve siyaset kıskacında sıkışan Antakyalılar görmezden gelinip kentin rant odaklı yeniden inşa sürecine mahkum ediliyor. Ancak unutmamız gereken bir şey var. Her ritüelimizin temelinde büyük mücadele ve her şeye rağmen zalime kafa tutan halklarımız var. 6 ve 20 Şubat yani depremlerin yıldönümleri yaklaşırken biraz daha ağırlaşıyor acıların yükü. Ancak her an kendimize hatırlatmamız gerek bir konu var: Yıkımın ve sistematik olarak ihmal edilen Antakya insanları olarak korumaya çalıştıklarımız neler? Kentimizi savunmak yalnızca binaları savunmak değil. Hak arayışının kendisi bir bütün. Mülkün korunmasından ortak alanlarımıza, sokaklarından mahalledeki esnaf lokantasına kadar bizim için sosyal ve kültürel anlamda yeniden inşa etmek istediğimiz her şey bu korumanın ve savunmanın bir parçası. Tarihimizle, dilimizle ve tüm ritüellerimizle var olamaya devam edeceğiz. Ve işte tam da bu nedenle tarihin bize fısıldadığı o gizli sözcük direniş! Antakyalılar olarak yine o sofralarda huzurla buluşmak ve evlerimizde yorgunluk kahvemizi içeceğimiz günler için şimdi mücadele zamanı! Ras el-seniy mubarak 3leykin, kıl 3am wa into bi khéyr iñshallah ya cami3en! Fotoğraflar: Bora Selim Gül, Şule Can
- “Rosinante hafızamızı kaybetmemek için eski Antakya’ya dönüyor”
Rosinante, Antakya’da deprem öncesi şehrin hafızasında önemli bir yer tutan, insanların sık sık bir araya geldiği mekanlardan biriydi. Deprem sonrası süreçte bu mekan, bugün şehirde kapılarını tekrardan açmaya başlayan birçok restoran gibi Antakya’nın gastronomi mirasını canlandırarak insanlara umut vermeye hazırlanıyor. Yapılan restorasyonun ardından 6 Ocak’ta yeniden açılacak mekanın sahibi Doğuş Genç’le bu süreci ve Antakya ve çevresinde yemek kültürünün nasıl desteklenebileceği üzerine söyleştik. Röportaj: José Rafael Medeiros Coelho Rosinante’nin ortaya çıkış hikayesini ve senin kişisel yolculuğunu bizlerle paylaşabilir misin? Şarap ve fermantasyonla olan yolculuğum 2014’te başlamıştı. Antakya’da her aile gibi benim de ailem sürkisini, yoğurdunu, turşusunu, zeytinini üreten bir aile. Bu süreçte ilgimi çeken fermantasyonun temel mantığını öğrenerek bira ve şarap üretmeye başladım. Bu üretim tekniklerinde yerel olana yönelerek Türkiye’nin ilk kakuleli birasını ürettim ve atalık tohumumuz olan karakılçık buğdayından deneysel bira çalışmaları yaptım. Bu yolculuğa asıl yön veren olgu, dünyada sadece Antakya’da yetişen gerçek, kadim ve kültürel bir coğrafi özelliği olan, coğrafi işaret alınmasına da katkı sağladığım antik çağlardan bugüne kadar gelen bir üzüm çeşidi olan barburi oldu. Bu yolculuğum sırasında katıldığım birçok tadım, etkinlik, workshop sonrasında bu işi profesyonel olarak yapmaya karar verdim ve bira, şarap, fermantasyon, ekşi mayalı ekmek yapımı vb. eğitimleri vermeye başladım. Şarabın izinden Fransa’ya gitmeye karar verdim. Marsilya’nın kuzeyinde yer alan Longo Mai komününde yaşayarak Fransızcamı geliştirmek, şarap alanında çalışmalar yapmak istedim. Bazı nedenlerden ötürü Türkiye’de kalınca Rosinante’yi açmak için İstanbul’un kendine has mekanlarını Van Gogh kapaklı bir defterle gezerek, sohbet edebildiğim herkesle -garson, mutfak şefi, temizlik görevlisi, barmen, işletmeci, mekan müdavimleri- “36 gün 206 mekan” adını verdiğim bir çalışma yaptım. Ve Rosinante’nin konsepti böyle doğdu. Yerel üretici ve organik tarım yapan çiftliklerden aracısız tedarik ettiğimiz ürünleri sunduğumuz ve doğaya, toprağa, suya ve insana saygılı üretimi benimseyen küçük üreticiden aldığımız ürünleri tedarik ederek kaybolmaya yüz tutmuş olan yerel peynirciliği, adil üretim modelini desteklediğimiz bir konsept. Rosinante’nin kökenlerini öğrenmek gerçekten büyüleyici. Şimdi, odak noktamızı yakın tarihe çevirelim. Antakya yıkıcı deprem geçirdi ve bu deprem şehri, sakinlerini ve Rosinante’yi etkiledi. Depremin size kişisel olarak nasıl etki ettiğini ve Rosinante’nin bu dönemde karşılaştığı zorlukları paylaşabilir misin? Rosinante, dünyanın ilk aydınlatılan caddesinin olduğu, bizlerin eski Antakya evleri diye tabir ettiğimiz bölgenin içerisinde bulunuyordu. Fay hattı şehir merkezinden geçtiği için bu bölge çok büyük oranda yıkıldı. Bizler ikinci gün Rosinante’yi kontrol etmeye gittiğimizde üst katlarının yıkıldığını, bar bölümünün büyük oranda dağıldığını ve kimler olduğunu bilmediğimiz kişiler tarafından yağmalandığını gördük. Bu süreçte bahsettiğimiz üreticilerden aldığımız tüm gıdayı, ıslak mendil, peçete gibi şeyleri insanların toplandığı alanlarda dağıtmaya çalıştık. Şehirden ayrılmak zorunda kaldığımız günden mobil şubemizi açana kadar yedi farklı kez kapımız kırılarak içeri girildi. Bu süreçte eski Antakya evleri bölgesinin yaşadığı en büyük problem yıkım ve sonrasında olan yağmalama ve güvenlik problemiydi ve bu sorun güncel olarak devam ediyor diyebilirim. Kesinlikle, deprem birçok zorluğu beraberinde getirdi. Rosinante’nin yeniden açılma sürecinde karşılaşılan belirli durumlar veya zorluklar hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz? “Mobil Rosinante”yi başlattınız. Bu mobil konsept nasıl gelişti ve bu zorlu dönemde Rosinante’nin varlığını sürdürmeye nasıl etki etti? “Mobil Rosinante” ile ilgili öne çıkan belirli girişimleri veya deneyimleri paylaşabilir misiniz? Rosinante’nin Antakya’ya yeniden dönüşü için üç ana sebep sayabilirim. Birincisi depremde kaybettiğimiz gönül ortaklarımız Oktay ve Lukas’ın anısını yaşatmanın sorumluluğu. İkincisi, şehrimizin yeniden inşası ve Antakya’nın tarihini, kültürünü, hafızasını insanını ve doğasını koruyarak yeniden yükselmesine katkıda bulunmak. Ve üçüncüsü, hafızamızı kaybetmemek. Zira kentler mimari birikimleriyle hafıza mekanlarıdır. Bu süreçte Nisan itibariyle yıkımın daha az olduğu bir bölge olan Harbiye Yolu Caddesi’nde atıl durumda olan bir parkı çevre düzenlemesi, elektrik ve aydınlatma, su ve tuvalet gibi temel ihtiyaçlara göre düzenleyerek, mobil karavanımızıysa deprem sonrası şehirde eksikliğini çok hissettiğimiz hijyen ve sanitasyon kurallarına göre revize ederek taş fırının da içinde olduğu profesyonel bir mutfağa dönüştürdük. Bizim açmamızın ardından, şehrin en eski kahvecilerinden Affan Kahvesi başta olmak üzere Saray Caddesi’nin birçok esnafı çevremizde konteynerlerle işletmelerini yeniden açarak, Defne bölgesinin en hareketli, sosyal ve güvenli alanının oluşmasını ve iş istihdamını sağladı. Bu tür zorluklarla yüzleşirken direncin korunması hayati önem taşıyor. Rosinante’nin ve topluluğunun depremin getirdiği zorluklara rağmen parladığı, öne çıkan özel anları paylaşabilir misiniz? Yerel halk sizleri nasıl karşıladı? Yerel halk tarafından desteklendiğini hissettiniz mi? Bizim evlerimiz ve işyerimiz yıkılınca benim ailemden şehirde kalan tek kişi ben oldum. Bir süre karavanın içerisinde, bir süre de çadırda kaldım. Mobil şubemizi ilk açtığımız gün bulunduğumuz bölgede yaşayan tek bir hane bile yoktu. Çoğu binada elektrik, sokakta da insan bulunmuyordu. Bir şekilde orada yarattığımız hareketlilik insanların tekrardan mahalleye dönmelerine vesile oldu. Çevremizde olan hareketlilik ışık ve ses için herkes gelip teşekkür ediyordu. Seçim süreçlerinde sabah 6:30’dan gece 02.00’ye kadar açık kaldık. Bunun nedeni ise şehre oy kullanmaya gelen insanların güvenli hissettikleri ve rahat edebilecekleri o dönem açık olan tek mekandık. Yerel halk bu süreçte tüm eksikliklerimize rağmen mobil şubemize gelerek sabır gösterdiler ve desteklerini esirgemediler. Minnettarız. Şimdi, zorluklara rağmen, bölgenin gastronomisine katkıda bulunmayı amaçlayan Rosinante ve sizin Antakya ve çevresinde gastronomi kültürünü teşvik etme projelerinizle ilgili daha fazla detay paylaşabilir misiniz? Antakya’nın yeniden inşasına nasıl katkıda bulunmayı ve yerel topluluğu nasıl desteklemeyi planlıyorsunuz? 7 aydır süren restorasyon ve güçlendirme çalışmalarımız sonucunda eski Antakya evlerinin ayakta kalan ve aktif olarak çalışmaya başlayacak olan tek restoranını, kafesini, eski Rosinante’yi yeniden açıyoruz. Şehrimiz tarihi, kültürü ve gastronomisiyle öne çıkan bir şehir. Biz bu üçünü harmanlayarak yeni bir mutfak yaratmaya çalışıyoruz. Sosyal gastronomiyi şehirde ilk kez gündeme getirerek mutfağın etikasıyla ilgileniyoruz. Gıda ve yemek kültürünün toplumsal etkilerini, dönüşüm gücünü vurgulamak istiyoruz. Köydeki teyzeden domates salçası ve nar ekşisi alarak kadim olanı sürdürmek ve sürdürebilmelerine katkı sağlamak istiyoruz. Yaptığımız pizzanın kenarları Antakya simidinden ilham aldı ve İtalyan pizzasıyla füzyon edildi. Kahvaltılık toz zahterle yaptığımız pizzamız ise bulunduğumuz coğrafya olan Levant’ın Lübnan mutfağından esinlenerek yaratıldı. Yakın gelecekte ise Rosinante mutfağını Hatay’ın gastronomisine yeni soluk getirecek kişileri yetiştirmek üzere bir Gastro Talent Academy’ye dönüştürmeyi hedefliyoruz. Sanatçı Ezgi Aysever tarafından tasarlanan yeni logo, Eski Antakya’nın hafıza mekanlarının bir karışımı olarak tanımlanıyor. Bu tasarımın arkasındaki ilhamı açabilir ve Rosinante’nin kimliğinin özünü nasıl yansıttığını açıklayabilir misiniz? Don Kişot, aşırı romantizm ve hayalperestliğin bir göstergesi olarak kabul ediliyor. Ama aslında bana göre hayali gerçeğe dönüştürme serüveninin içerisindedir Don Kişot. Don Kişot’un atı olarak Rosinante zorluklara rağmen sadakatle yanında kalan bir varlık olarak temsil edilir. Hem sadakatin hem fedakarlığın sembolüdür. Aynı zamanda ideallerinin peşinden gidenlerin içindeki gücü azmi ve inadı temsil eder. Cervantes’in hayal gücüyle yazdığı Don Kişot’un hayaleti Antakya’da yeniden beliriveriyor. Rosinante şehri terk etmiyor. Antakya’ya bağlılığını ve sadakatini gösteriyor. Yeni logomuz terk etmediğimiz şehrimizin belleğinin, hafızamızın fiziksel yansıması olan mekanları içeriyor. Son olarak, bu yıl boyunca, sosyal medyada Rosinante’yi sık sık ziyaret eden birçok kişi, restorandaki güzel anılarıyla ilgili videolar ve fotoğraflar paylaştı. Bildiğiniz gibi, 6 Şubat depremlerinde büyük hasar gören Hatay, özellikle tarih kenti Antakya’nın mekansal hafızasını canlı tutmak amacıyla “Beledna Hafıza Haritası” adlı çevrimiçi harita projesi başlatıldı. Antakya ve Hatay sakinlerine, Beledna kullanarak ve Rosinante gibi şehrin önemli gastronomik simgelerinin yer aldığı haritada fotoğraflarını paylaşarak bu mekanları canlı tutmaya ve depremde maalesef yok olan bu şehir simgelerini hatırlamaya yönelik önemini sormak isteriz. Sizce, Beledna’yı kullanmak ve bu tür anıları paylaşmak neden bu tür yerlerin hafızasını canlı tutmak için önemlidir? Antakya evleri, sokakları, kapıları onlarca medeniyetin izlerini taşıyor. Antakya’daki herkes en az bir kere bu sokaklarda gezmiş, en az bir kere buralarda fotoğraf çekmiştir. Bu fotoğraflarda hiç dikkat etmediğimiz bazı detaylar olabilir. Doğum, ölüm ve yaşamın sembolü olan akantüs bitkisinin yaprağının Antakya evlerinin kapı ve pencerelerinde hayat bulması gibi… Tıpkı şimdi şehrimizin doğum, ölüm ve yaşam paradoksunun içinde bulunması gibi… Şehrimizin yeniden doğuşuna katkı için bu anıları paylaşmak ve Beledna’yı kullanmaya davet ederek bitirmek istiyorum.
- ‘Antakya Rum Ortodoks Kilisesi 3-4 yıl içinde yeniden yapılabilir’
Buse Ceren Gül, Antakyalı genç bir mimar. Tam bir Antakya sevdalısı. Covid 19 salgınında kaybettiği dedesinin çocuklukta ona taktığı ismin ardından adlandırdığı Bus•Bus Mimarlık çatısı altında Türkiye’de ve uluslararası alandaki projelerde yer alıyor. Mesleğine tutkusu çok güçlü. Öyle ki, mimar olma hayalleri kurduğu 13 yaşında mimarların sadece tarihi binalar yaptığını sanışını anlatımı beni çok etkiliyor. Bu tutkusu ona Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin ve Saray Caddesi üzerinde vakıfa ait dükkanların rölövesini çıkarma imkanı da tanımış. İşini öyle severek yapmış ki, bugün elimizde istendiği takdirde kiliseyi ve Saray Caddesi’nin büyük kısmını yeniden inşa etme olanağı var. Röportajı gerçekleştirirken şehrini Buse gibi bu kadar seven, mesleğini tutkuyla yapan daha çok insana ihtiyacımız olduğunu düşündüm. Buse Ceren’le depremi, Antakyalı olmayı, Rum Ortodoks Kilisesi’nin rölövesini çıkarma sürecini ve Antakya’yı nasıl inşa edeceğimizi, nasıl geri dönebileceğimizi konuştuk. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Buse öncelikle deprem gecesini sorarak başlamak istiyorum. O gün neredeydiniz? Nasıl yaşadınız o günü? Biz Antakya’da değildik, kardeşimle birlikte Dubai’deydik. Sabaha karşı bulunduğumuz yerde Antakyalı biri vardı. Biliyorsunuz yurtdışına gittiğinde Antakyalılar birbirlerini bulurlar. Sabaha karşı o aradı, ciddi büyük bir deprem oldu diye ama tabii ki idrak edemedim ben. Depremin ne boyutta olabileceğini gözümde kestiremedim açıkçası. Sonrasında kız kardeşimi aradım, annemi aradım, ulaşamadım. Başkalarını aradım, birine ulaşayım da öğreneyim ne durumda olduklarını, hiç kimseye ulaşamadım. Aradan biraz zaman geçti, babamla kardeşimi uyandırmak için aşağıya indim. Ama kime ne olduğunu bilmediğim için onları da korkutmak istemiyordum, biliyorsunuz, kalp krizi durumları olabiliyor. En sonunda kız kardeşim bana ulaştı. “Biz iyiyiz” dedi. Annemle o evdelerdi. Ama annemin telefonu çalıyor ama açılmıyordu. Telefonunu evde unutmuş çıkarken. Çünkü bizim bina da ağır hasarlıydı. Sonrasında döneceğiz ama İstanbul’da da kar yağıyor, havalimanları kapatıldı. En sonunda uçak bulduk, İstanbul’a geldik ama uçakta 5 saat kaldık, o 5 saat içerisinde düşünüyoruz “Ne oldu, ne oluyor, acaba indiğimizde başka bir senaryoyla mı karşılaşacağız?” falan diye. Biz indik, niyetimiz Antakya’ya geçmekti ama uçuşlar iptal oldu. Buradan gönüllüleri götürmek için bir araya gelindi ama orada da birçok sıkıntı yaşandı. Anneme ulaştığımızda, “Buraya gelmeyin, hakkımı size helal etmem, bana oradan yardım edin” dedi, çünkü orada hiç kimse birbirine yardım edemiyordu. Kimse kimseye ulaşamıyordu bile. Biz anneannem ve halamın enkaz altında kaldığını da geç öğrendik. Onlar bize geç bildirdikleri için. Sonrasında tabii ki gitmek istiyorsun ama bir yandan diyorlar ki “Gelirseniz daha kötü olacak her şey. Bari birileri bize dışarıdan bir şeyler yapsınlar”. 6 gün boyunca AFAD’a yalvardık, AKUT’a yalvardık. Sürekli “kaydınızı alıyorum” dediler ama alınan bir kayıt yoktu. Sağolsun üniversiteden arkadaşlarım ulaştılar bana. Antalya’dan, İstanbul’dan giden var, onlar ekip kurdular, gittiler. Bu arada insanlar gidiyor ama enkazlar çok ciddi, binaların yıkımı çok şiddetli. Normal bir binanın yıkımını bir mimar olarak hayal edebiliyorum ama günlerce ben binaların yıkım şekillerini inceledim ki, ne olmuş olabilir diye düşündüm ki, benim bile aklım almadı. Tam onu soracaktım aslında, mimar gözüyle baktığında, neden bu derece bir yıkım olduğuna dair ne söylemek istersin? Öncelik olarak zemin çok önemliydi. Biz de şöyle bir şey yaşadık, mesela müşteri bazen sizden maliyet artmasın diye sizden çok garip şeyler de isteyebiliyor. Yaptığımız bir villa var, bu villada normalde iki katlı diye başladık, sonra beş kata çıktı çünkü zemin etüdü yaptırdım. Zemin etüdünde dolgu çıktı. Ve dolguyu çıkardık çünkü sert zemine yapmanız gerekiyor temeli. Üç metre çıkardık. Üç metreden daha fazlaydı dolgu, 6 metre dolgu çıktı. Adam normalde bizden üç metre istedi. Ama biz dedik ki, “Bunu bu şekilde inşa edemeyiz, bu riski göze alamayız”. Ve biz onu 6 metre ve iki bodrumla çözdük, yani bina 5 kata çıktı. O günden sonra, herkes iyi mi, bütün inşaatlarımız yerinde mi diye herkesi aradığımızda adam dedi ki, “Sıva çatlağı dahi yok”. Sadece mobilyalar yıkılmış o da zaten olabilecek bir şey yüksek tavanlı evlerde. Sabitlemediğiniz sürece zaten şu an bir abajurun yanından geçerken çarptığınızda bile düşer. Ama bu tarz istekler olduğu zaman hem müteahhittin hem mimarın hem inşaat mühendisinin, herkesin o çizgide durması gerekiyor. Çünkü başından beri söylüyorum: “Biz insanlara yuva inşa ediyoruz, mezar inşa etmiyoruz”. Zaten o öldükten sonra mermeri bile bir yıl sonrasında koyuyorlar. Bizim yapacağımız şey bu insanların orada barınabilmesi. Bunu yapamıyorsak, o zaman bu mesleğin de bir anlamı yok, müteahhitliğin zaten bir anlamı yok. Ben sekiz yıldır mimarım, bugüne kadar hiçbir müteahhitle çalışmadım. Hep şunu söyledim, “Ben onların isteklerini karşılayabilecek biri değilim”. Yapamam, vicdanen de yapamam, tasarım olarak da yapamam. Beklentiyi karşılamak çok farklı bir şey, müşteriyle enerjiyi yakalamak çok farklı bir şey. Uzun bir süre birlikte yürüyorsunuz. Ama müteahhitlerle yapılan apartmanlar maalesef ki öyle değil. Onlar maliyet tarafındalar daha çok, o yüzden orada büyük sıkıntı yaşanıyor. Son sözü müteahhit mi söylüyor? Tabii, parayı veren düdüğü çalar mantığı var. Ama bu noktada yapmak istemiyorsa inşaat mühendisi ya da mimar tercih meselesi. Yapıyorsanız, müteahhitten bir farkınız yok zaten. Yapacak müteahhit bulunuyor bir şekilde ama en azından yoruluyor o süreçte ve belki vazgeçiyor. Şöyle bir algı da var, çok demir koyarsak depremde yıkılmaz. Hayır, öyle bir şey de söz konusu değil. İnsanlarda, maalesef ki bizim toplumumuzda, özellikle Antakya’da, yaklaşık 4 yıldır Antakya’da çalışıyorum, her şeyi bilme olgusu vardır. Herkes her şeyi bilir. Mesela mimar olarak biz eğitimliyiz, tabii ki, bunu iyi kullanan da kötü kullanan da var her meslekte olduğu gibi bu. Ama bir kalıpçı da, sıvacı da sizinle aynı işi yaptığını sanıyor. Elektrikçi de sucu da. Siz bir onlarla savaşıyorsunuz, hem de mal sahibi onları daha çok bilirkişi diye görüyor. Hata orada başlıyor zaten. Bu insanların ellerine sağlık, tabii ki iyi ustalar var, biz de onlardan bir şeyler öğreniyoruz. Biz teknik biliyoruz ama saha kısmını tabii ki onlarla yürüyor, ben de çok şey öğrendim bugüne kadar. Ama bunu teknikle birleştirdiğim zaman başarılı oldum zaten. Eğer ki usta bana deseydi ki, “Şunu şöyle yapmak zorundayız”, bilmediğim için tabii ki derim. Ama bir şeyin nasıl olması gerektiğini ancak araştırarak öğrenebiliriz. Bu mimar için de müteahhit için de geçerli. Dünyada her saniye yeni bir şey keşfediliyor, hepsine yetişmek çok zor ama kendi alanınızla ilgili açıp bakabilirsiniz. Antakya’da şehrin ovaya kurulmuş olmasını etkisi var mı bu yıkımda? Tabii ki, illa vardır bir etkisi ama Antakya yüzyıllardır var olan bir şehir ve eski antik kente baktığınız zaman yeri zaten belli. Bu şehirleşmeyle ilgili Türkiye çapında maalesef şöyle bir problem var: Biz master plan yapan bir millet değiliz. Ben yurtdışında şehirler inşa ediyorum, şehir planlarına çalışıyorum, öncelik olarak ilk yaptığımız şey şehir planı. Yani buraya bu şehir kurulur mu ya da bu şehir buraya doğru genişletilir mi? Ama Türkiye’de hep çarpık kentleşme dediğimiz şey var, olmayacak yere de biz yapıyoruz. Evet, eski Antakya’yı düşündüğümüzde altından fay geçiyor olabilir, zemin zamanla mukavemetini kaybetmiş olabilir, sıvılaşma mümkün olabilir, geri kalan içinse ayakta kalan binalar var. Deprem yönetmeliğine baktığınızda 9 şiddetine dayanması gerekir diyor. Hasar almaması gerekir demiyor, diyor ki, ayakta kalacak. Yani bu insanlar bu binayı terk edebilecekler. Orada ayakta duran binalar var. Benim de binalarım ayakta durdu. Yani baktığınızda iki bina yan yana yıkılmış üçüncü bina ayakta duruyor ve insanlar oradan çıkabilmişler. Demek ki yapılabiliyor, orada başka bir sıkıntı var, onun irdelenmesi gerekiyor. Zemin kötüyse o zaman zemin etüdünde çıkması gerekiyordu bunun. Temeli belki daha iyi yapmaları gerekiyordu. Mesela biz bir inşaatımızda fore kazık yaptık. Ciddi maliyet artırdı ama binada sadece sıva çatlağı var, yıkım olmadı ve insanlar arayıp teşekkür ettiler. Demek ki yapılabiliyor. Uygun olmayan zeminlerde de çözümler üretilebiliyor, yeter ki bunu isteyin. Kolon kesme durumu Antakya’da çok var mı? Şu anki açığa çıkanlarda var gözüküyor. Ben hep onu iskelet sistemine benzetiyorum. Kolon-kiriş sistemi bir insanın omurgası gibi düşünün, siz o omurgadan herhangi bir parçayı çıkardığınızda vücudunuzda hasara yol açar, bu da aynı şey. İnsanlar bunu pek idrak edemiyorlar. “Kolon kestik, zaten 10 tane daha kolon var” diyorlar. Öyle bir şey yok, biz yük dağıtıyoruz. Sen o kolonu kestiğinde diğerlerine yük biniyor. Eğer dengeyi şaşırtıyorsan zaten o binaya geçmiş olsun. Zeminin esnekliği noktasında da radya temel daha sağlıklı, çünkü eşit dağıtıyor. Çok şiddetli bir depremdi, bunda herkes hemfikir zaten. Evet ölümlere de yol açabilecek bir deprem ama yeni yapılan binaların yıkılmasını açıklamıyor. Ama bu tamamen yapımla alakalı. Radya temel maliyeti de artırmıyor. Ondan bir 100-200 lira keseceğine onu koysa değeri daha fazla olacak evin. Antakya’da maalesef ki gayrimenkul fiyatları çok hızlı bir şekilde arttı. Kıyasladığınız zaman, en basiti eski Antakya evlerinde bile baktığınızda İstanbul’da 2 milyona alınan evi biz 4-5 milyona alabiliyorduk depremden öncesine kadar. Yani maliyetlere oranla da artmadı. Orada 1 milyonluk evi 1 milyon 100 bine mal etseydi yine 3=4’e satacaktı zaten. Burada 100-200 bin lira için bu kadar insan öldü maalesef. Senin için Antakya ne demek? İnsanlarımızı kaybettik, sen de anneanneni ve halanı, arkadaşlarını kaybettin ama her şeyi bütünüyle düşünürsek biz aslında ne kaybettik? Biz büyük çapta evimizi kaybettik, ben öyle görüyorum. Ben üniversiteyi de dışarıda okudum, meslek hayatına dışarıda başladım ama Antakya çocukluğumdan beri benim için korunaklı bir fanus gibiydi. Tabii, içeride yine sıkıntılar vardı ama dışarıdan gelebilecek her şeye karşı benim güvenli alanımmış gibiydi. Ama şu anda tüm Hatay’da herkes, evini yurdunu kaybetmiş gibi. Evet, Türkiye’de yaşıyoruz ama Antakya bizim için Türkiye’nin kendisiydi. O yüzden çok eksik hissediyoruz. Depremden etkilenen birçok şehir için “elveda” ifadesini gördük, ama Antakyalılar hep “geri döneceğiz” dediler. Antakya’nın bu anlamda farkı ne sence? Çünkü biz birlikte yaşamayı bilen insanlarız. İçeride problemlerimiz var ama Antakya bizim için ev. Sadece oturduğumuz yer olan 200-300 metrekarelik alanlar değil. Ev içerisinde nasıl bir rutinin varsa şehirde de öyle bir rutinin vardı. Herkes herkesi tanır, her işinizi çözebilirsiniz. Saygı, sevgi çerçevesinde her şeyi halledebilirsiniz. Bunu büyürken de böyle öğrendik. Aslında hepimiz için bir eve dönme isteği var. Başka yerde yaşayamayız. Bizim kendi rutinlerimiz var, içtiğimiz kahve bile, mesela biz Mehmet Efendi falan içmeyiz. Antakya kahvesi içeriz. Bizim için en değerli şeylerden biridir. Ben geçenlerde kahve makinasında kahve yaparken içime bir acı oturdu. Bir daha “Antakya kahvesi içemeyecek miyim?” diye düşündüm. Ya da acaba “Antakya kahvesi aldığım yer ayakta mı? Sahibi yaşıyor mu?” Bir gelenek bir kültür bu. Bizim için hep Antakya’nın kötü de olsa, eleştirsek de bazı vazgeçilmezleri vardır. Hani kızarsın çocuğuna. Antakya da bizim için hep böyle bir yer. Peki geri dönebilecek miyiz? Tabii ki döneceğiz. Çünkü biz dışarıda yaşayabilecek bir topluluk değiliz, biz yine bir arada birbirini bulmak için çabalayacak bir toplumuz. O yüzden de oraya geri dönmemiz gerekiyor. Herkesin, her şekilde bir anısı var orada. Ve dediğim gibi Antakya herkesin evi. Sadece bizim gibi orada doğup büyüyenlerin değil, oraya dışarıdan gelen insanların da aidiyet hissettiği bir yer. O yüzden bence herkes geri dönecek diye düşünüyorum ben, tek ümidim de bu. Şehri yeniden nasıl inşa edeceğiz? Eski Antakya bence olduğu yerde inşa edilmek zorunda. Yüzyıllardır zaten orada şekillenmiş. Antakya Kalesi, o surların içerisinde konumlanmış. O yüzden yine aynı yerde, yine aynı şekilde inşa edilmesi gerekecek. Belki tekniklerde farklılıklar olabilir. Sonuçta bu deprem gerçeği hep hayatımızda ve bir daha yaşanacak, bunu biliyoruz. Antakya 7 kere yıkılmıştı ve 8. kez yıkıldı. Bir daha olabilir, bu doğa olayı sonuçta, bunu engelleyemeyiz. Ama yapıları buna göre inşa edebileceğiz. Yeni Antakya’yla ilgili tabii ki neler planlandığını henüz kimse bilmiyor. Ama başlangıçta bana göre önce şehir planının yapılması gerekiyor. Çünkü bir şehrin nereye, nasıl konumlanacağını, ancak onların tayin etmesi gerekiyor. Zemin etütlerinin yeniden yapılması gerekiyor ki, aynı hataya tekrar düşülmesin. Bu deprem 100 yıl sonra olacak diyemeyiz, ne zaman olacağını bilemeyiz. Ya da 4-5 şiddetindeki bir deprem daha da yıkıcı olabilir, çünkü şu an orası hassas bir yer. Ne kadar enerjisi boşaldı desek de bu bir doğa olayı. Bilimsel açıdan ne kadar araştırılsa da yüzde yüz bilinemez. Ama eski Antakya’yı yeniden inşa edebiliriz. Bir mimar olarak sana şehrin yeniden inşası ne ifade ediyor? Ben 13 yaşındayken Halep’e gittiğimde mimar olmaya karar verdim. Eski mimariyi gördüğümde, açıkçası mimariyi o diye düşünmüştüm. “Bu yapıları kim yapıyor?” dediğimde “mimar” demişlerdi, mimarların hep tarihi yapılar yaptığını düşünmüştüm ve benim ondan sonra hayalim mimar olmak olmuştu. Oralarda bir yaşanmışlık olduğunu hissetmiştim ve benim de geleceğe bırakacak, ayakta kalacağına inandığım yapılar hep tarihi yapılardı. Üniversiteye gittiğimde tabii bu kanı değişti, mezun olduktan sonra yeni yapılar yaptım ama eski yapılarda beni çağıran bir şey vardı ki, benim ofisim de önceden bir plazadaydı ama sonrasında eski Antakya beni çağırdığı için o bölgeye yerleştim. Sokak kültürünü orada edindim. Bilgisayarcı vardı -maalesef ailesiyle birlikte ölmüşler-, karşıda berber vardı, otoparkçım vardı, bir mahalle kültürü vardı. Bu hep sevdiğimiz bir şeydi. Daha fazla aidiyet hissettiriyordu. Oraya bir dönüş oldu ve tarihi binalarda iş yapmak, onlara dokunmak. Ben bile bir binaya girdiğimde “Acaba burada kim yaşamıştı, kimler buradan gelip geçmişti?” demek bana bir haz veriyordu. Yapacağım binaların 100-200 yıl ayakta kalabileceğini düşünmek daha tatmin edici bir duygu, sonuçta mimarlık bir tutku. Buse Ceren Gül'ün deprem sonrası ailesiyle geçici olarak bulunduğu evde Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nin rölövesini incelerken Antakya’daki Rum Ortodoks Kilisenin rölövesini çıkardın. Bugün bu sayede kilisenin tüm detaylarıyla yeniden inşa edilebileceğini öğrenmek açıkçası bana umut verdi. Bu süreç nasıl gelişti? Rum Ortodoks Kilisesi, Antakya’nın, Hatay’ın en büyük tarihi binalarından biri. Alan olarak, Saray Caddesi üzerindeki dükkanları, müştemilatları, yemekhanesi da hesaba katarsak, yaklaşık 5 bin metrekareye tekabül ediyor. Saray Caddesi’nin de yüzde 90”ının çizimleri elimizde var. Süreç şöyle gelişti. Saray Caddesindeki dükkanlar arasında dönercisi de var, kitapevi da var, bir sürü işletme var orada ve ihtiyaçlarına göre farklı uygulamalara sebep oldular. Tarihi bir alan ve sit alanındasınız, bu yapıya dokunmak yasak. Bu fark edilince suç duyurusu ve şikayetler oldu. Böyle olunca Anıtlar Kurulu buranın rölövesinin çıkarılmasını yaklaşık 4-5 yıl önce istemişti. Biz 2021’de projeye başladık. Kilise vakfı olduğu için de kendi bütçelerini ayarlayıp ona göre yola çıktılar. 2021’de Antakya’da birçok mimar var ama mimarlık biraz güven de sağlamalı. Ben işimi severek yapıyorum, özellikle eski Antakya söz konusu olunca gerçekten severek yapıyorum. Kilise vakfı da destekledi beni ve biz o şekilde projeyi aldık. İlerleyen süreçte de bir nevi aile gibi olduk. Kendimi de ait hissettiğim bir yer. Evet, ibadethane ama ben mezun olduğumda ilk yaptığım proje camiydi. Katar’da yapmıştım. Buraya döndüğümde de kilise yapmak benim alanım gibi geldi zaten. İçeriye girdiğim zaman bende yarattığı duygular zaten çok başkaydı. 2021’de proje onaylandı. Sağ olsun, orada Hatay Kültür Valıkları Koruma Anıtlar Kurulu başkanı Ahmet Selbesoğlu Hocamız var. O da bu projeyle ilgili bana hep “Bu binanın başına bir şey gelirse tekrar inşa edilebilecek şekilde çizmen lazım” derdi. Ve gerçekten biz çok detaylandırdık projeyi, malzeme analizi de yaptık. Ahşabından, taşından numune aldık. Bunu da İBB’ye gönderdik, onlar rapor hazırladılar. İçerdeki tahtlarından, kapıların içindeki oymalardan, taşlardaki kırılmalardan tutun da ikonastasisine kadar bütün ikonları detaylı kaydettik, çünkü ikonları çizmek doğru değildi, biz onları çizmedik, onun yerine numaralandırıp hepsini fotoğraf albümü yaptık bundan. Hepsinin yerini, konumunu, bütün her şeyini belirttik başına bir şey gelirse diye. Ama biz bu kadar yakın bir şey olabileceğini tahmin etmezdik, böyle taş üzerinde taş kalmayacağını hiç aklım hayalim almazdı. Elimizde aslında oranın inşası için birçok şey var. Deprem sonrası kilisenin ve birçok yapının taşlarının korunması için de bastırıldı. Üzerlerine şu anda bu taşlar kaldırılamaz diye yazılıyor. Çünkü o taşları kullanmamız gerekiyor. Un ufak olan taşlar da var ama içinde seçilebilecek taşlar da var. Bunları özenle biz ayıracağız. Bilmeyenler için soracağım. Rölöve çıkartılmasının amacı nedir? Restorasyon projeleri üç aşamadan oluşuyor. Rölöve, restitüsyon ve restorasyon. Bunun için de farklı parçalar da var. Bunların hepsi rölöveye, restitüsyona ve restorasyona hizmet eden parçalar. Rölövede şu anki halini belgeliyorsunuz. Zaten bizim için önemli olan şu anki haliydi. Biz şu anki, yani yıkılmadan önceki halini birebir belgelendirdik. Restitüsyon aşaması bu binanın eski hali yani ilk inşa edildiği dönemdeki belgeleri. Onların araştırılmasıyla yani bir sanat tarihçisiyle birlikte yapılması gerekiyor ki, sonrasında restitüsyon çizimleri yapılabilsin. Üçüncü aşama da restorasyon projesi. O da eğer bir yapıyı fonksiyonlandıracaksanız, ona yönelik yapılır ya da restitüsyonda bulmuşsunuzdur, yeniden inşasının yapılması gerekir. Bu amaca yöneliktir. Aslında o yapıyı yüzyıllar boyunca korumaya gerekli olan belgelerdir bunlar. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nin rölövesinin bir kısmı Bu Antakya’da başka tarihi yapılar için de yapılmış mıdır? Sivil mimari örnekleri de var, onların da aslında tekrar yapılması gerekiyor. Ama bana göre şehrin, eski Antakya’nın yapılaşması için öncelikle bu ana binaların yapılması gerekiyor. Buna Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi giriyor. Katolik Kilisesi’nde çok hasar yoktu ama son depremden sonra o da muhtemelen hasar almıştır. Antakya Sinagog’u, Ulu Camii, Habibi Neccar Camii, bunlar Anadolu’nun en önemli yapıları arasında. Onların yeniden aynı yerlerde inşa edilmesi gerekecek. Umuyorum vardır. Çok önceden çizilmiş projesinin olması bile bizim işimize yarayacak şeyler. Vardır diye düşünüyorum, düşünmek istiyorum belki de. Ayrıca Antakya’da tescili yapılmamış fakat nitelikli yapılar mevcut. Aslında onlar bölgenin ara sokaklarının sahipleri. Bu nedenle enkaz çalışmalarında tescilli tescilsiz ayırt etmemek lazım. O bölgenin derhal bölge bilirkişileriyle incelenmesi ve belgelenmesi lazım. Her sokağını, birçok yapısını bildiğim bu sokakları kaybetmek en büyük korkum insanlar depremlerden uyuyamazken ben bir de bu yapıların kaybının korkusunu yaşıyorum. Bu söylediklerin Antakya’nın tekrar aslına uygun olarak yapılabilmesi için umut yaratıyor. Peki bu süreçte sen ne kadar yer alacaksın? Ya da bu çizimler üzerinden çalışılmaya ne zaman başlanabilir? Orayla ilgili bir kamuoyu oluşturuldu. Bu yapıların aslına uygun yapılması için özen gösterilmesi gerekiyor. Ama şu an çok yeni, daha iki haftalık süreçteyiz. Herkesin çok kaybı var, kilisenin de çok kaybı var. Daha cenazeleri çıkmayan insanlar var tabii ki. Burada, İstanbul ve Ankara’da orayla ilgili ne yapılacak konusunda bir çaba var. Ben kiliseden kaynaklı projenin içerisinde yer alacağım. Çünkü Saray Caddesi’nin neredeyse yüzde 90’ı zaten bizim çizimlerimizde var. Bir de ben proje müellifiyim buranın. Proje müellifliği ölene kadar sizde olan, öldükten sonra da ailenize devrolan bir şey. Bu proje biz olmadan yapılamayacak durumda, bu nedenle her türlü biz o alanda olacağız. Ama henüz kiliseyle bir görüşme sağlamadık. Bu özel bir kilise ve bütçesini nasıl oluşturacaklarına dair önce bir plan yapılması gerekiyor. Önümüzde yaklaşık 3-4 yıllık bir süreç olacaktır diye düşünüyorum. Büyük bir kiliseydi. Çok detay var. Biz ne olur ne olmaz diye ofisimden çıkarttırdık. Ofisimi de kaybettim depremde ama içeriden iki tane haricimiz ve kilisenin dosyalarını aldırttık. Çünkü hiç kimsenin hiç kimseden haberi olmadığı için, biz “arşive bir şey olmuş olmasın, yağmur altında kalmasın” diye biz sadece kilisenin projelerini çıkartabildik ofisten. Rica ettim birinden, hayatını tehlikeye attı, hiç istemezdim ama bu bir nevi görev aslında. Tarihe karşı sorumluluklarımız var, ne kadar çok bina yaparsanız yapın, tarihi bir yerde bu gelecek nesle bırakacağınız bir yapı burası. Ayrıca bir cemaatin devamlılığını da sağlayacak. O nedenle önemli bir yapı olduğu için ilk kurtardığımız şey o oldu. Şükür ki, başına bir şey gelmemişti. Aslında kendi aileni de kaybetmiştin ama bir de mesleki bir kaygın oldu bu süreçte. Bu anlamda depremi nasıl yaşadın? Ben burada olduğum için oradaki yıkımın boyutlarını bilmiyordum ama bana kilise vakfı başkanı bir fotoğraf gönderdi. Sonuçta hep görüştüğümüz insanlar olduğu için ister istemez direkt ulaştım. Fadi Bey de bana “kilisemiz yerle bir oldu” dedi, fotoğraflarını gönderdi. Öncelikle idrak edemedim oranın gerçekten kilise olduğunu. Algılayamadım. Ben onu o haliyle çizmedim. Onu gördükten sonra dedim ki, “Demek ki burada bir problem var, eğer burası yıkıldıysa benim ofisim de yıkılmış olmalı”. Yıkılmış, dışarıdan ayakta gözüküyor ama arka parçası komple diğer binaların üzerine düşmüş. Ama başka nerelerde hasar olduğunu bilmediğim için benim kurtarmam gerektiğini düşündüğümden oraya bir arkadaşımı gönderdik. Benim en büyük korkum yağma meselesiydi. İçeride bilgisayarlar falan da var ama onlar önemli değil. Belgeleri almak önemliydi. Sadece bunları, bir insanın taşıyabileceği şeyleri çıkartabildik. Onun dışında her şeyi orada bırakmak durumunda kaldık. Ben de tabii ait olduğum bir yeri bıraktım orada ama en azından şu an kilisenin dosyalarını kurtarmanın rahatlığını yaşıyorum. Bir mimar gözüyle sence bu tarihi kilise neden yıkıldı? Yıkılmaması için neler yapılabilirdi? Bizim zaten ikinci ve üçüncü aşama dediğimiz süreçler olacaktı. Ayrıca bizden statik raporu istenmişti. Bu yıl onları yapacaktık. Eğer bir güçlendirmeye ihtiyacı varsa zaten bunlar uygulanacaktı ama böyle bir fırsatımız olmadı. Neden orada oldu? Burada fay hattının geçtiği yerler önemli, eğer eski Antakya’nın olduğu yerden fay hattı geçiyorsa, bu yıkım zaten olacaktı. Çünkü bu yapılar kagir dediğimiz yapılar. Yani iki katlı, altı taş üstü bağdadi dediğimiz. Kilise kubbeyle birlikte yaklaşık 14 metrelik bir yükseklik ve taştan yapılmış, kolonları var. Tabii ki, böyle bir şiddete dayanmayabilirdi. Ama şöyle bir durum da var, kilise inşa edilirken 1870’li yıllarda yanıp yok olduğu için yerine ahşap değil, taş bir bina yapılıyor. Bu taş bina projelendirilmiyor, proje olmadan yapılıyor. 20 yıl sürüyor ve insanların bağışlarıyla yapılıyor. Birileri para verecek ve onun bir kısmı yapılacak şeklinde ilerliyor. O nedenle bir yerde gördükleri planı muhtemelen, klasik bir Ortodoks kilisesinin nasıl olması gerektiğini birileri söylemiştir, onlar da o şekilde inşa etmiştir. Peki o zamanlar rölöve çıkarmak yok muydu? Tabii ki var. Baktığınızda camiler var, onların hala çizimleri belirli yerlerden çıkıyor. Aslında bizim şu an teknoloji dediğimiz ve binalarda yapmamız gereken şeyleri insanlar yüzyıl öncesinde zaten yapmışlardı. Amerika’yı tekrar keşfetmiyoruz aslında. Biz onların yaptıklarını, manüeli daha dijital bir ortamda sergiliyoruz. Yoksa bizim çizdiğimiz projeler normalde elle çizilen projelerdi. AutoCAD çıktı, biz AutoCAD üzerinden çizdik. Sonuç olarak bunlar zaten vardı. Önemli olan bizim tarihi yapıları koyduğumuz yer. Bir tarihi yapı aslında dünyadaki en önemli şey. Biz gidiyoruz kazı yapıyoruz da heykel çıkıyor, bir kalıntı çıkıyor. Mesela, şimdi ben İzmit’e gideceğim, işim de devam etmek zorunda. Bir adamın arazisinde 200 metrekarelik bir yerde bir parça çıkıyor inşaata başlanacakken. Tarihi bir şeyin üstü kapanmış, biri gelmiş kepçeyi atmış da ortaya çıkmış. Antakya’nın altında 7 kat şehir var. Bizim bunları korumamız gerekiyor. Biz sekizinciyi yaşadık, sekizden sonra dokuza gideceğiz. Depremler devam edecek. Buna kimse engel olamaz. Depremin şeklini yerini değiştiremezsiniz. 500’lü yıllarda yaklaşık 300 bin kişinin öldüğüne dair kayıtlar var. O en şiddetlisi diyorlar ama bana kalırsa bu deprem de aynı şekildeydi. O belki çok yıkıcı bir depremdi, çok katlı yapılar yoktu. Ama şu anda bizdeki ölümlerin sebebi maalesef ki yanlış uygulamalar, yanlış inşaat alanları. O daha fazla insanın ölümüne sebep oldu. Belki Eski Antakya’da kurtulma oranı daha yüksek olurdu iki katlı yapılar olduğu için. Peki şimdi bu yıkımın üzerine şehir yeniden yapılanacak, belki de sonraki yaşanacak depremlere karşı dayanıklılığı belirleyecek. Bu süreçte insanların ölmemesi, bu yapıtların kaybolmaması için sence hangi adımların atılması, nelere dikkat edilmesi gerekiyor? Teknolojiyi kullanmak gerekiyor. Bilim ve teknoloji denilen şeyi gerçekten kullanmak. “Buradan ne kısabilirim?” diye düşünmemek gerekiyor. Dediğim gibi tarihi yapılar yüzyıllar boyunca sizin kültürünüzü geleneğinizi aktardığınız yerler. Bu kiliseler için de, camiler için de geçerli, her yer için geçerli. Sonuç olarak yapı kalıyor, insanların ömrü gidiyor. Mesela, siz de bir Ortodokssunuz, sizin çocuğunuz da öyle. Siz orada bu yaşa kadar oraya nasıl girildiğini, nasıl çıkıldığını, kültürünü, geleneğini biliyorsunuz. Sizin çocuğunuzun da bunu görmesi gerekiyor, yoksa ona nasıl aktarabilirsiniz ya da o kendi nesline nasıl anlatacak? O yüzden bizim bu yapıları korumamız gerektiğini, öncelikle sadece burası için değil, Türkiye’nin her yerinde bu yapıların projelendirilmesi gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Bunun akabinde ne yapılabilir konusunda her şey ortada. Bir inşaatın nasıl yapılması gerektiği, bir restorasyonun nasıl yapılması gerektiğini zaten biliyoruz. Sadece bunu yapmak istemek lazım. Düzgün yaptıktan sonra da sanıyorum mimari açıdan kayıt altına almak da önemli. Şimdi şöyle düşünün biz mimarlık tarihi dersi de alıyoruz. Ben mobilya tarihi dersi de aldım. Yani ta oradaki tahtlara kadar onların da bir tarihi var. Mimarlık tarihinde kazılarda çıkan binaları inceliyoruz. Eski kalıntılarıbularak öğreniyoruz, onların üzerinde çalışarak. Şimdi bizimki de aynı şey. Bu çizimler o zamanlar olsaydı, belki de onlar tekrar inşa edilebilirdi. Şu anda mesela kalıntılar çıkıyor. Toparlıyoruz rölövesini, onun tarihini araştırıyoruz, yani restitüsyon dediğimiz aşama ve daha sonra rekonstrüksyon ya da restorasyon projesini yapıyoruz. Bu zaten yapılan bir şey, biz yoktan bile var edebiliyoruz bu yapıları. Ama önemli olan şu an günümüzde, bizim şansımız 2021 yılında o bina bizim önümüzdeydi, biz onu yapmak istedik, onlar da yaptırmak istediler, bu şekilde bir enerjiyle yapıp bitirdik orayı. Ama yapmamış olsaydık, ertelenmiş olsaydı, şu an elimizde hiçbir şey olmayacaktı, sadece fotoğraflar olacaktı. Şu anda da en büyük sıkıntımız bu, belki fotoğraflar üzerinden birçok yapı yapılmak zorunda kalacak ama ne kadar orijinal olabilecek? Bu noktada rölöve alınması için geç ama binaların dijital ikizlerini almak için geç değil. Şu an yıkılmış ama kaybedilmemesi gereken yapılar için dijital ikiz çıkarma yöntemi ile gönüllü olarak bu alanları taramayı istiyoruz. Şimdi bir süre Antakya’ya gidemeyeceksin. Başka bir şehre yerleşeceksin. Bu nasıl hissettiriyor sana? Bu evi kaybetmek demek. Ev kaybetmek çok ayrı bir şey. Şehri kaybetmek bizim için acı verici bir şey. Şu anda tek istediğim şey eski Antakya’ya dahil olabilmek. Başka bir şehirde olsam da Antakya için çalışacağım. Ben geri dönmek istiyorum. Ben yine işimi orada yapmak istiyorum. Mimarlıkta gidip başka yerlerde de çalışabilirsiniz, “bir süreliğine Antalya’da bir projem var ve onun için oradayım” diyebilirim. Bunu kendime bu şekilde anlatabilirim ama beni çağıran bir yer var orada. Siz ne kadar başka yere giderseniz gidin, Antakya sizi çağırdığı sürece zaten oradan kopamayacaksınız. Ve ben dönmek istiyorum. Benim yine dinlenmek istediğim yer orası. Hayat koşuşturmacasının içinde de evde olma hissi çok başka bir şey. Ben 8 yıl yurtdışında yaşadım, geri döndüğüm zaman hissettiğim o rahatlık, o ait olma isteği hep özleyeceğim bir şey, şu anda da özlüyorum. Ben oradan bir proje amaçlı çıkmıştım ve geri dönemedim. Evimin anahtarı bende ama bir evim yok. Antakyam yok. Birçok insan gitmek istiyor şu anda. Sence başka bir yerde yaşam kurabilir mi Antakyalılar? Bence yapamazlar. Hep bir ait olamama hissi ömürleri boyunca devam edecek. Eğer ki Antakya’yı bir şekilde yeniden şekillendirip yapabilirsek, insanları geri dönmesini sağlayabiliriz. Bir de şöyle bir şey var, malları mülkleri her şeyleri orada, bunları bırakıp da çıkmış olmak bir eksikliğe sebep olacak. Ve Antakya farklı bir şehir. Herkesi bir şekilde döndüren bir şehir. Ben hiç döneceğimi düşünmezdim, üniversiteyi dışarıda okudum, iş hayatına dışarıda başladım, hep “niye Antakya’ya döneyim ki?” algısı vardı. Dönünce önce bir bocaladım ama sonrasında seni öyle bir sarıp sarmalıyor ki, “burası benim korunaklı alanım” diyorsun. Ne olursa olsun ben orada kendimi bir şekilde koruyabilirim. Bence insanların çoğu bu algıda olduğu için, o Antakya sevgisini içlerinde, köklerinde hissettikleri için elbet dönecekler. Belki bir yıl gelmezler ama bir yılın sonunda şartlar sağlandığı zaman Antakya deyip bence geri dönecekler. Bizi kardeşi Buse Ceren Gül’le bir araya getiren yazarlarımızdan Bora Selim Gül’e teşekkürlerimizle… Fotoğraflar: Bora Selim Gül
- Kavga, Sevda ve Hafıza – Antakya
Büyüyor öfkem. Her an biraz daha. Öfkem engel gözyaşlarıma. Enkaz altında kalmayan bedenim gibi dimdik kalmalıyım şimdi. O yıkılmayan son bina gibi. Büyüyor öfkem. Enkaz altında çığlıkları duyarken, çok geç olmasa belki de çok daha fazla insan kurtarılacaktı diye bağırıyor kulağımda kardeşim. Çok geç. Hep geç… Yutkunamıyorum. Doğum yerim Samandağ. Okuduğum okullar, koştuğum sokaklar. En sevdiğim park Büyük Antakya Parkı. En sevdiğim tat ‘Haytalı’. Haber alınamıyor en sevdiklerimden. Susmuyor telefonum. Depremde 6. Kattan kaçtım, kızım kucağımda ağlıyor. Susmuyor telefonum. Ulaşamıyorum en sevdiklerime. Kim nerede, kim nasıl? Panikten donuyorum ve sonra ‘savaş’ emri veriyor beynim. Gün doğarken kaçıp sığınıyorum güvenli bir yere ama bir bir alıyorum haberlerini kurtarıl(a)mayanların. Büyüyor öfkem. Her an biraz daha. Öfkem engel gözyaşlarıma. Telefonda canım ailem dinletiyor bana enkaz altından gelen sesleri. Bağıra bağıra ölüyor insanlar. Kimse yok. Sesleri duyan yok, duysa gelen yok, gelen olsa izin veren yok. Bürokratik bir katliam yaşanıyor, kimsenin haberi yok. Göz yaşı zamanı değil şimdi. 7 Şubat tarih. Tüm zihnim, tüm bedenim, tüm ruhumla kalanlar için savaşırken bir akşam vuruyor beni gerçeklik: önüm, arkam, sağım, solum ölüm, her bir yanım ampüte bedenler, her bir yanım hastalık, her bir yanım enkaz. İki yaşında kızıma sarılırsam kızım kayacak elimden sanki. Öpemiyorum, onu koklarken suçluyum sanki. Geri çekiyorum içime nefesimi. Öfkem büyüyor. Her an biraz daha. Öfkem engel göz yaşlarıma. Kalanlar için dayan. Mücadeleye devam. Kalanlar için savaş. Biraz daha dayan. El koyuluyor dirençliliğe, dayanışmaya. ‘Abla AFAD çökmüş gönderdiğiniz helikoptere.’ ‘Abla jandarma el koymuş malzemelere’. Biz dayandıkça ‘yok’ etmeye devam. Elini uzatmayanlar, uzanan elleri kesiyor. Deli olmak işten değil. Öfkem büyüyor. Öfkemin söylediği bir şey var. Ağıt zamanı değil biraz daha dayan. Tarih 9 Şubat. Soğuktan ölüyorlar. Enkaz altından çıkan da ölüyor enkaz altında kalan da. Yerde ağrıyan kaburgalarımın ağrısından utanıyorum. ‘Eve gidelim’ diyen kızıma cevapsız ve anlamsız sözlerim, bakışlarım. Ev neresi? Hangi ev? Her yanım korku. Geceme uğramayan uyku, beni hapseden çaresizlik, karanlık, herkese yetmeye çalışan varlığım. Erzağı bitiyor ailemin. Babam yaralandı. Çıkamıyor oradan. Hastane yok. Yakıt yok. Arabada uyuyor herkes. Uyumak denirse. Yetişiyor yardım. Buna şükür. Peki ya diğerleri? Bitmiyor hüsran. Öfkem büyüyor. Hiç bu kadar yalnız kaldın mı? Ama aynı zamanda hiç bu kadar kalabalık oldun mu? Her yerden telefonlar yağıyor. Canla başla çalışıyor herkes. Umut veriyor dayanışma. Gurbetten elimi tutanlar, içimi ısıtanlar. Dostlarım, hocalarım, arkadaşlarım… Tek duygum minnettarlık. İyi ki varsınız dökülüyor dudaklarımdan. Daha fazlası yok. Varlığım anlamını kaybederken, direniyorum varlığıyla dostların, yoldaşların. Öfkem büyüyor. Gidenler… gelmeyecekler. Haber alamadıklarım gitmiş meğer. Kime ağıt yakabilirsin? Yasımızı erteleyeceğiz diyorum yaşadığını öğrendiğim canım arkadaşımla konuşurken. Şimdi yas tutma zamanı değil. Samandağ ve Antakya herkes gibi benim de çocukluğum, gençliğim, araştırma saham, ekmeğim, suyum. Bu kente mücadele sözüm var. Bu kent için ölenlere, bu kent için Suriye savaşında her gün sokakları evi yapan eylemcilere, bu kenti yuvası belleyen göçmenlere, tüm farklılıklara, çatışmalara, politikalara rağmen direnen halklara, hepsine sözüm var, sözümüz var. Nasıl durabilirim şimdi, nasıl yas tutabilirim? Öfkem büyüyor. Her an, biraz daha. Kuracağız kentimizi yeniden. Geçmişimizi, geleceğimizi kuracağız yeniden. ‘Nasıl?’ diyor bir arkadaşım. ‘Nerede yaşayacağız, ne yapacağız, nasıl kuracağız, yok olduk’ diyor. Çıkmıyor sesim, kelimeler dökülmüyor bir türlü. Ama bir yanım bağırmak istiyor ‘Biz varız, vardık ve hep var olacağız.’ Bitmedi bu kavga. Depremin yıkımı sonrası kentsel darbelerle mücadele başlayacak. Hangi hafızayı yeniden üreteceğimiz, biz ‘yerli’ halkların ve kültürel mirasın belirleyici olduğu bir gelecek inşasını nasıl başaracağımız sorusu gelecek günlerin, ayların ve yılların en güncel sorusu olacak. Harekete geçmek kan dondurucu yıkımın gölgesinde öyle zor ki. Çadırı bulamadığımız şu günlerde sosyal ve kültürel dayanışma ağlarıyla bir kenti yeniden kurmanın ve bunun yollarının konuşulduğu her şey biraz soyut ve biraz da anlamsız gelse de şu an tutunduğumuz bu ‘bir aradalık’ bize yol gösterici olmalı. Yitirilenlerin ardından 20. Gündeyiz ve birlikte mücadelenin, kentin belleğini düşünmenin önemini ifade etmeye başlıyorum. Kaybedecek vakit yok. Bu kente sevdalı, bu kente emek veren, sahip çıkan herkesin bir şekilde çalışmasını gerek. Yapılacak o kadar çok şey var ki… Öfkem büyüyor ve bu öfkeyi boğacak tek şey mücadeleye devam etmek. Bu öfkenin ve hayatımı, hayatımızı yıkan bu zamanları aşmanın tek yolu yeni Antakya tahayyülü. Bir kenti düşlemek şu an bana/bize iyi gelen tek şey. Bizi biz yapan ama şimdi artık olmayan o kent. O kenti ‘biz’den başkası tanımıyor. O kent başkalarının kulağına fısıldamıyor. Biz duyuyoruz ve biliyoruz. Kimin ne kadar yasını tutarız ve bu ne kadar sürer bilmiyorum. Tek bildiğim öfkemin bana söylediği şey: şimdi yılgınlık zamanı değil. Şimdi gidenler için kalanlarla beraber mücadele zamanı. Ve bir de öfkeme rağmen akan göz yaşlarıma eşlik eden birkaç fotoğraf ve anılarım. Bu paylaştıklarım da kalanlara sözüm olsun. Hatay meclis binasından çekilmiş bir fotoğraf. Akademik tüm çalışmalarımın mekanı. 2016-2017 yıllarında her gün baktığım manzara. Fotoğraf: Şule Can Eski Antakya sokakları. Sevdanın tanımı. Bir kente aşık olmak ne demek? Ben bunu eski Antakya’da anlamıştım. Fotoğraf: Bülent Kaplan Musa Dağı’nda yaktığımız ateş, kurduğumuz sofra ve elbette yanında kadehler. Islandık. Çok yağmur yedik. Çok yorulduk ama nasıl direndiyse Musa Dağı Ermenileri biz de öyle direndik o gün. Senin yolunu, senin görkemini ve onca insanı nasıl ev olduğunu haftalarca unutmayacağız Musa Dağı. Sözüm söz. Fotoğraf: Şule Can Musa Dağı’na tırmanırken çekilen o fotoğraf. O yorgunluk şimdikinin yanında bir hiç. Bugün de ölmedik. Belki yarın olmayacağız. Her gün yeni bir felaket bizi yoklarken belirsizlik içinde ışığım mücadele ve dayanışma. Bildiğim tek yolda. Anladığım tek dilde inandığım şey: Kavgamız, sevdamız, hafızamız Antakya. Varız, buradayız. Gidenlere selam olsun. Bırakmayacağız bu kavgayı. Fotoğraf: Şule Can
- Antakya’da Zarar Gören Tarihi Mekanlar, Yaralanan Kültürel Miras
6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen depremlerden çok sert etkilenen şehirlerden biri olan Antakya, 20 Şubat’ta meydana gelen yeni bir depremle felaketini katladı ve bir anlamda, yıkımın/endişenin başkenti haline geldi. Her iki depremin ardından bakıldığında tarihi kentin birçok yerinin enkaz yığınına dönüştüğü görülmektedir. On binlerce insanın yaşamını yitirdiği, hayvanların öldüğü bu trajedide çok sayıda tarihi mekan ve kültürel birikim ya yok oldu ya çeşitli düzeylerde zarar gördü. Maalesef ki, kutsal kabul edilen birçok yapı da bu karanlık tabloya dahil. Birçok tarihi mekanı kucağına doldurmuş olan, şehrin merkezindeki Kurtuluş Caddesi ve çevresi enkaz alanına dönüştü. 7. yüzyılda Müslümanların kenti ele geçirmesinden sonra inşa edilen ve Anadolu’nun ilk camilerinden biri olarak kabul edilen Habib-i Neccar Camisi’nin kubbesi çöktü, duvarları yıkıldı. Bu mekan, İsa’nın öğretilerini yaymak için Antakya’ya gelen havarilerinden Yahya ve Yunus’un tebliğlerini ilk benimseyen kişi kabul edilen Habib Neccar’a ait olduğuna inanılan mezarın da ev sahibi olması nedeniyle Müslümanlar için olduğu kadar Hıristiyanlar için de önemli bir yerdir.[i] Tarihi Sarımiye Camisi de depremin yıkıcı etkisinden nasibini aldı, Antakya fotoğraflarının vazgeçilmezi olan minaresi yıkıldı. Yine aynı yerde yer alan tarihi Sinagog ve Katolik Kilisesi de zarar gördü. Kurtuluş Caddesi’nin önemli mekanlarından olan ve 1910’lardan günümüze gelen Affan Kahvesi’nin de ağır yaralandığını not etmek gerekir. 16. yüzyılda Memlükler tarafından inşa edilen Ulu Cami de tamamen yıkıldı.[ii] Depremde yıkılan binalardan biri de Antakya Protestan Kilisesi oldu. 1920’lerde yapılan, Fransızlar döneminde elçilik ve banka olarak hizmet gören bina,2000 yılında resmen Protestan Kilisesi olarak kabul edilmişti.[iii] Tarihi niteliğe sahip olan Antakya Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi de büyük ölçüde yıkıldı.[iv] Kilise Vakfı Başkanı Fadi Hurigil, açıklamasında Antik Çağ’ın 3 büyük metropolünden biri olan Antakya’nın, küllerinden yeniden doğacağını belirterek, “Çan düştü, ezan sustu, hazzan göçük altında” dedi.[v] Antakya Protestan Kilisesi Merkezdeki inanç mekanlarının yanı sıra, “canım içi” eski Antakya evleri, sokakları ve birçok tarihi yapı yerle bir oldu. Örneğin, Fransız mimar Leon Benju tarafından 1927 yılında, şehrin kalbi denilebilecek Köprübaşı’nda inşa edilen ve 1938-1939’da Hatay Devleti’nin meclis binası olarak kullanılan yapı yıkıldı. 1928 yılında yapılan Hatay Valilik binası, 20 Şubat’taki depremde çöktü. Yaklaşık bir asırlık ömürleri olan Antakya Postane Binası, Antakya Lisesi, Eski Belediye Binası ve Hatay El Sanatları Teşhir ve Satış Merkezi’nin tarihi binası da hasar gördü.[vi] Hatay Valilik Binası Merkez dışındaki bölgelerdeki büyük yıkım içinde çeşitli mabetleri görüyoruz. Samandağ’daki Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi ve Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi de hasar gören yapılar arasında yer alıyor. Vakıflı Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi 20 Şubat’taki depremde hasar aldı. Mar Tekla Kilisesi ise hafif sıyrıklarla kurtulmayı başardı. 1900 başlarında yapılan ve bölgenin önemli kutsal mekânlarında olan Batıayaz Ermeni Kilisesi’nin durumunun iyi olması, yine Samandağ denilince akla ilk gelen mekanlardan biri olan ve özellikle Aleviler için büyük önem taşıyan tarihi Hıdır (Hızır) Makamı’nın da sağlam olması bunca acı içerisinde rahatlatıcı haberlerden.[vii] Samandağ Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi 1830’larda yapılan, uzun zamandır cemaati olmayan ve bakımsız halde bulunan Kırıkhan Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi, 6 Şubat depremlerinde tamamen yıkıldı. Harbiye’deki Şeyh Yusuf el Hekim Ziyareti ve Şeyh Derviş Ziyareti ise 6 Şubat’taki depremleri atlatıp 20 Şubat depremlerinde az da olsa hasar alan yapılar arasında. Altınözü’nün Tokaçlı köyünde bulunan ve tarihi yaklaşık 700 yıllık olduğu tahmin edilen Meryem Ana Ortodoks Kilisesi de yıkıldı. Yine, Altınözü’nün Sarılar Mahallesi’nde bulunan ve tarihinin 14. yüzyıla kadar uzandığı belirtilen Aziz Georgios Rum Ortodoks Kilisesi de ciddi hasar gördü.[viii] Kırıkhan Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi 16. yüzyılda inşa edildiği ifade edilen İskenderun Mar Circos (Aziz Corc) Kilisesi’nde, İskenderun Karasun Manuk Ermeni Kilisesi’nde ve İskenderun Süryani Katolik Kilisesi’nde ciddi hasarlar meydana gelirken, 1870’lerin başında kurulan İskenderun Aziz Nikola Rum Ortodoks Kilisesi ve yaklaşık 150 yıllık tarihi olan İskenderun Latin Katolik Kilisesi büyük ölçüde yıkıldı. Arsuz’daki 500 yılı aşkın bir tarihi olduğu belirtilen Mar Yuhanna Rum Ortodoks Kilisesi de maalesef tamamen yıkılan yerlerden biri.[ix] Hıristiyanlığın en eski kutsal mekanlarında biri olan ve 1963 yılında Papa VI. Paul tarafından “Hac yeri” olarak ilân edilen Antakya’daki St. Pierre Kilisesi de depremden etkilenen yerler arasında.[x] Dünyanın en eski mağara kilisesi olarak kabul edilen St. Pierre Kilisesi’nin sadece istinat duvarının çökmüş olması küçük bir teselli veriyor. Yine, Arap Alevilerin kutsal mekânları olarak kabul edilen “ziyaret”lerle ilgili bir yıkım haberinin gelmemesi ve sadece birkaç ziyaretin hafif hasarla ayakta kalmış olması da felaketler silsilesi içinde moral veriyor. Tahrip olan, zarar gören kültürel mirasın tam bir envanterini çıkarmak bu küçük yazının sınırlarını aşar. Amacım, bu kutsal alanlar ve birçok kimsenin merak ettiği kültürel miras üzerinden yıkımın boyutunun bir röntgenini çekmekti. Bundan sonrası için ne yapılması gerektiği ayrı bir yazının konusu, fakat şu aşamada yetkililere ilk söylenmesi gereken “önce zarar verme!” Yıkılan bu tarihsel yapıların kalıntıları basit birer moloz değildir. Bunlara şu aşamada kesinlikle rastgele müdahale edilmemeli ve bu yerler, yıkıntılarla birlikte koruma altına alınmalıdır. İleride bu mekanların nasıl yeniden inşa edileceğine, ne tür bir restorasyon gerektiğine ancak ulusal ve uluslararası düzeyde güvenilir uzman kişi ve kurullardan, bilim insanlarından, sivil toplum kuruluşlarından meydana gelen geniş katılımlı komisyonlar eşliğinde karar verilebilir. Son söz olarak, acı ama gerçek, maalesef ki, toplum olarak, tüm canlılar ve doğa olarak, tarihi ve kültürel birikimler olarak ansızın, beklenmedik biçimde “yıkıldık!” “Ahh” çekmek az kalıyor, daha yasımızı tutacak vakit bile gelmedi; daha cenazelerimizi toparlayamadık, kimleri kaybettiğimizi tam bilemiyoruz! Eşsiz kentlerden biri yıkıldı, Asi Gülüşlü bir coğrafya yasa büründü. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz, bizler de! Lakin umutsuz bir karanlığa teslim olamayız. Halen enkazdayız ama yıkıntılar içinden kalkmak zorundayız. Yeniden inşa edeceğimiz sokaklarında acılarımız, anılarımız yanımızda yine asi gülüşlerimizle gezeceğiz! Tekrar çocuklarımızın neşeli bağırışları kol gezecek parklarında, tekrar haytalı yiyecek sevgililer, mahcup bakışlarla; ihtiyarlarımız sohbete dalacak kökü tarihin derinlerinde yatan ağaçların gölgelerinde, Affan çay uzatacak onlara. Hrisi kazanlarının başlarında heyecan içindeki çocuk sıraları uzayacak, bahhûrlar tütecek. Tekrar tekrar yeşereceğiz. [i] “Habib-i Neccar Camii”, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Habib-i_Neccar_Camii [ii] “Ulu Cami”, Antakya Belediyesi, https://www.antakya.bel.tr/icerik/41/640/ulu-cami.aspx [iii] “Deprem, Antakya’daki tarihi kiliseleri yıktı”, NTV, 14.02.2023, https://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/deprem-antakyadaki-tarihi-kiliseleri-yikti,MFWsAiJ73UqDkzS2avW3_A/XTLZYWkAQkKjGWjO0SLVCw ; “Antakya Protestan Kilisesi”, http://www.antakyakilisesi.com/?p=1 [iv] Kökleri 19. yüzyılda olan kilise ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. “Antakya Ortodoks Kilisesi”, https://www.ortodokslartoplulugu.org/kutsal-mekanlar/antakya-ortodoks-kilisesi/ [v] Nur Kaya, “Çan düştü, ezan sustu, hazan göçük altında”, Bianet, 23.02.2023, https://bianet.org/bianet/toplum/274706-can-dustu-ezan-sustu-hazan-gocuk-altinda?bia_source=rss [vi] Şehir merkezindeki kültürel varlıkların durumu ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Kültür Envanteri, https://kulturenvanteri.com/tr/harita/#16.09/36.20336/36.161584 [vii] “Hatay’daki ‘Hızır Türbesi’ depremden etkilenmedi”, Sözcü, 16.02.2023, https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/hataydaki-hizir-turbesi-depremden-etkilenmedi-7593355/ [viii] “Depremin etkisiyle kiliseler de yıkıldı, zarar gördü”, Haber Turk, 13.02.2023, https://www.haberturk.com/depremin-etkisiyle-kiliseler-de-yikildi-zarar-gordu-3565243?page=9 [ix] Arsuz Vakıf Başkanı Deniz: “Mülkümüz yok, kullandığımız kilise bile bizim değil” (Röportaj: Terbiyeli & Uyar), Nehna, 07.04.2022, https://nehna.org/arsuz-vakif-baskani-deniz-mulkumuz-yok-kullandigimiz-kilise-bile-bizim-degil/ [x] “Hatay, St. Pierre Church”, UNESCO, https://whc.unesco.org/en/tentativelists/5613/ ; “St. Pierre Anıt Müzesi”, https://muze.gov.tr/muze-detay?DistId=MRK&SectionId=STP01
- Son Noel, ilk Noel
Antakya’nın son Noeli Antakya’daki son anılarımdan biri. Geçtiğimiz aylarda sıkça ziyaret ettiğim anılardan. Anı yaşamak derler, o gece her saniyeyi anda yaşadım ve en güzeli, bunun farkındaydım. Son Noelimizi unutmamak adına sizi de o anların içine çekiyorum. 24 Aralık 2022, Noel arifesi. Antakya’da sokaklar süslenmiş, Zenginler Mahallesi’nde, Saray Caddesi’nde bir Noel telaşı vardı. İlk önce Noel ayini, yıllardır görmediğin insanlarla kilise bahçesinde bayramlaşma, sohbet. Sonra eski Antakya’da arkadaşlarımla sıcak şarap planımız vardı. Öğleden sonra arkadaşım Öykü’yle kahve içmeye çıktık ve akşam yapacaklarımızı konuştuk. Yan masada lise arkadaşım Vilyım oturuyordu. İstanbul’dan Noel için gelmiş. Uzun zaman görüşmemiştik. Biraz sohbet ettikten sonra akşam kutlamada görüşmek üzere bulunduğumuz kafeden ayrıldık. O gün yapacaklarım arasında yirmi küsur yıl önce Antakya’dan Minnesota’ya taşınan Can abinin ricası üzerine ayinde video çekmek vardı. Öykü ve ablamla akşam 7’de kilisenin önünde buluşacaktık ve lise arkadaşım Tatros’un babası bizi kapıda karşılayacaktı. Biraz geç kalsam da 19:30’u geçmeden kilisenin önünde buluştuk ve içeri girdik. Ayin başladı, kilisede adım atacak yer yoktu. En arkadaydım. Can abinin istediği videoyu çekip gönderdim, hemen cevap verdi. “Bora! Fark etmeden annemi de kadraja almışsın. Hemen önünde. Oraya dönmüş gibi hissettim. Sanki annemin arkasında ben varım. Beni ne kadar mutlu ettin tahmin edemezsin” dedi. Ayin sonrası kilise bahçesinde toplanıldı. Yıllardır görmediğim lise arkadaşlarım Soley’i, Seray’ı, lise ve üniversite arkadaşım Vilyım’ı, kaybolan kedisini evimin sokağında ararken tanıştığım Jasmin’i gördüm, bayramlaştık, ayaküstü sohbet ettik. Benim lise arkadaşlarımın babaları, anneleri, babamın, annemin ilkokul, ortaokul arkadaşları. Gözüm babamın ortaokul arkadaşı antikacı Migel amcayı arıyordu. Birkaç ay önce babamla dükkanına uğradığımızda ondan istediğim bir parça vardı, hem bayramını kutlayacaktım hem de unutmuşsa diye istediğim parçayı hatırlatacaktım. Kalabalıkta seçememiştim belki. O sırada Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu Başkanı, aynı zamanda ablamın lise öğretmeni Meri teyzeyi yine yıllar sonra orada gördüm. Meri teyze ablamı görünce “Mimarımız! İyi ki geldin” dedi ve sarıldı. “Buse benim öğrencimdi, şu an kilisemizin mimarı ve tabii yakışıklımız da Buseciğimin değerli kardeşi Bora” deyip bizi sima ve isim olarak bildiğimiz İzabel ablayla, Marsel ablayla tanıştırdı, bayramlaştık. Kızları Evlin ve ablamın liseden arkadaşı Talin de kutlama için Ankara’dan gelmişti. Onlar da en az anneleri ve teyzeleri kadar samimi ve güleçtiler. Özellikle Evlin’i gördüğümde aklımdan ilk bu geçmişti. O anlarda Evlin’le ve Talin’le 2023 yılında hep irtibatta olacağımızı, dayanışacağımızı, İstanbul’da, Ankara’da bağış toplamak için yan yana standlarımız olacağını bilmiyorduk. Bir sonraki Noel aynı bahçede görüşeceğimizi varsayıp vedalaştık. Daha sonra Öykü’nün arkadaşı Edmon, tüm kalabalığı kilise de kadraja girecek şekilde fotoğraflamamız için ve Öykü’nün @otukosu Instagram sayfasında paylaşması için bizi kilisenin idare odası kısmına çıkardı. Orada son Noel’i izledik birlikte. Bundan yıllar sonra da hatırlanacak o Noel’i kaydettik. Arka planda hep Feyruz’dan “Laylet Eid” (Bayram Gecesi) çalıyordu. O kadar çaldı ki ağzımıza takılmaması mümkün değildi. Hem Feyruz’a eşlik ettik hem sevdiklerimizle zaman geçirdik, bazılarına veda ettiğimizi bilmeden. Şimdi çektiğimiz fotoğraflara, videolara bakıyorum da, depremden önce bir araya geldiğimiz son etkinlikmiş bu. Videolarımıza yansımış insanların bazıları, hatta bu yazıda bahsettiğim bazı insanlar artık aramızda değiller. Belki de isimlerinin başına “rahmetli” yazmam gerekiyordu ama yazamadım, yazmak istemedim. Yazıyı yazmamın amacı son Noel’in anısıyla birlikte adlarının yaşaması çünkü. Bir videoda Lukas hep bir yerlere yetişmeye çalışır gibi çıkmış. Lukas’ın ikizi Piya İstanbul’dan Noel için dönmüş, belki uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla konuşuyor. Saat 20:30 gibi gecenin olmazsa olmazı havai fişek gösterisi için kalabalığa döndük. Havai fişekle birlikte çan sesleri tüm eski Antakya’da yankılanıyordu. Türkiye’de başka bir kilisede görülmeyen, hatta Lübnanlı arkadaşımın sözleriyle Lübnan’da dahi görülmeyen -bu yoruma şaşırmıştım- bir gösteriydi bu. Havai fişek ne kadar büyükse ve renkliyse kalabalıktan bir o kadar “Vooov!” sesleri yükseliyordu. Her “vooov”da Öykü’nün de benim de yüzüm ayrı gülümsüyordu. Kilise Antakya’nın kalbinde olduğu için kutlama birçok yerden gözüküyordu. Kilisenin bahçesine bakan restoran da tıklım tıklımdı. Hem kilisenin kutlamasına başka ses gitmesin diye hem de geceye özel olarak restoranda müzik çalmamış. Oradaki insanlar da ilahileri ve Feyruz’un Noel şarkılarını dinlemiş. O gece Noel uzun zamandır hiç olmadığı kadar coşkulu kutlandı Antakya’da. Pandemi yasaklarının tam olarak kalktığı ilk Noel’di. Her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyorum artık. Normalde Noel ayinine sadece cemaatin katılımına izin olur. O Noel, ayinin kapıları cemaatten olmayanlara da açıktı. Aileler, dostlar kuşaklar boyunca bir araya getiren geleneklere sarılı bir şekilde, diğer dost topluluklarla birlikte bu kilisenin gölgesinde son kez toplandı. O zaman bilmiyorduk ama atalarımızın bildiği, bizim bildiğimiz kilise bize, bizler de ona veda ediyormuşuz. Kilisede geçirdiğimiz dört saat sonunda Öykü’yle kendimizi eski Antakya sokaklarına attık. İlk hedefimiz eski Antakya’da bulunan evimizdi. Asıl planımız orada toplanıp sıcak şarap yapmaktı ama ısıtıcı çalışmıyordu. Bir de biraz üşendiğimiz için hemen ilerimizdeki şarap evine gitmeye karar verdik. Konu konuyu açınca Öykü ve Öykü’nün kardeşi Doğa’yla orada gece iki, üçe kadar oturduk. Sıcak şarabın tadı da tam olması gerektiği gibiydi. Antakya şarabından yapılmıştı. Orada da Noel’den dolayı Feyruz’un Noel şarkıları çalıyordu tabii. Dilimize dolanan Laylet Eid peşimizi bırakmamıştı. Çok da şikayet ettiğimiz söylenemezdi aslında. Şarapçıdan ayrılırken dükkan sahibi bize eski Antakya’nın çıkışına kadar eşlik etmek istedi. Bir şey olacağından değil de, içi rahat olsun diye. Kapısını bile kapatmadı, kimsenin gelip bir şey çalmayacağını biliyordu. Son Noel hayatım boyunca aklımın bir ucunda parlayacak. Geçtiğimiz aylarda ne zaman Antakya’yı özlesem o geceye döndüğüm için ve Antakya yıkılmadan önce edindiğim en özel, en taze anılardan olduğu için hiçbir ayrıntısını unutmadım. Zihnimde Antakya’ya dair kalan bir hazine olarak kaldı. Bugün ise Antakyamız olmadan geçirdiğimiz ilk Noel. Özel günlerde kaybettiğimiz canların, Antakya’nın yokluğu daha çok hissediliyor. Depremden sonra Antakya’dan gitmek zorunda kalan Ortodoks topluluktan insanlar bugün Noel için topraklarına, Antakya’ya dönüyor. Noel’de Antakya’yı yalnız bırakmamak için, kaybettikleri insanların mezarlarını ziyaret etmek için. Kilise yıkılmış olabilir ama Antakya’dan Noel ayini eksik olmaz. Kilisenin mimarı Buse Ceren Gül (ablam), Dünya Anıtlar Fonu’nun desteğiyle kilisenin deprem öncesi bulunduğu konumda Noel ağacı süsledi. Bu gece artık dümdüz ve zifiri karanlık olan Saray Caddesi’ni ve eski Antakya sokaklarını o ağaç aydınlatacak. Mübarek güne güzel haber yakışır. Bugün eski Antakya’ya bir Noel, bir gün daha uzağız ama yeniden inşa edilecek kiliseye bir gün daha yakınız, çünkü Dünya Anıtlar Fonu, kilisenin yeniden inşası için gereken dünya çapı fon çağrısını bugün kurulan ve süslenen Noel ağacıyla başlatıyor. İlk Noel, son Noel’e ve geçmişe veda değil, aynı zamanda yeni başlangıçlara ve umut dolu, Antakyalı yarınlara selam dursun! Dedemin deyişiyle, Tanrı kaybettiğimiz canların meleklerini yardımcı kılsın. En yakın zamanda, o bahçede, kaybettiklerimizin anısıyla, sevdiklerimizle olma dileğiyle sağlıklı, umut dolu Noeller. Ğiyd ıl milad mejid. Kil am u intum bi kheir. Depremin ardından yıkılan Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nde süslenen çam ağacı
- Torna tezgahından Noel sofrasına: Keşşir dolması
Antakya’da yaşayan Hıristiyanlar için her yıl, Aralık ayının 24’üyle başlayan ve 31’inde biten Noel haftası, büyük, küçük tüm aile üyelerinin, özlem gidermesi, sohbet etmesi ve Noel geleneğine uygun yemeklerde bir araya gelmesi için eşi bulunmaz bir haftadır. 2022 yılı sonuna kadar Antakya’dan ne kadar uzakta olsam da Noel haftasında Antakya’da olmak için çalışırdım. Antakya’da 6 Şubat’ta meydana gelen “asrın depremi” nedeniyle sevdiğim ve özlediğim şehre gitmek ne yazık ki bu yıl mümkün değil. Noel’in yaklaştığı bugünlerde ise tek yapabildiğim, çocukluğumdan bu yana Antakya’da yaşamış olduğum harika Noel anılarımla avunmak. En üstteki fotoğrafta gördüğünüz kilise ve avlusu maalesef yıkılmış durumda ama olsun. Her şeye rağmen, gülümseyen Noel çocuklarını hatırlayarak buruk bir mutluluk duymaya devam ediyorum. Noel anılarım arasında ilk aklıma gelen Antakya’ya özgü Noel yemekleri oluyor. İki aya yakın süren bir perhiz döneminden sonra gelen Noel haftasında minik içli köfteler, tavuklu, martadellalı çorbalar, Noel çörekleri bolca tüketilir. Antakya’ya özgü bir başka geleneksel yemek, çoğu sofralarda sadece bu dönemde yerini alır. Bu özel yemeğin adı Antakya’ca adıyla “keşşir dolması”. Türkçe sözlükte “keşşir” havuç anlamına geliyor. Antakya çevresinde yetişen bordo-mor arası renkte ve boyu neredeyse 30 santimetreye ulaşabilen bu havuç, keşşir dolmasının ana elemanı. Rengi ve ağza bulaşan farklı lezzetiyle özel bu havuç çeşidi ayrıca turşulara da katılır. Uzun kış akşamlarında sobada korların üzerine atarak pişirirdiğimizi hatırlıyorum keşşiri. Sonra da üzerindeki kül ve yanmış kabuğu sıyırıp kardeşlerimle beraber yerdik. Koyu mor renge boyanan ellerimiz ve dudaklarımıza bakıp birbirimize takılırdık. Keşşir o kadar serttir ki, içini elle oymak neredeyse imkansız. Bu yüzden bu havucun dolmalık hale getirilmesi ancak tornada oyulmasıyla mümkün olur. Aile büyükleri tarafından pazardan seçilerek satın alınan mor havuçlar, oyulmak üzere ahşap işi yapan tornacıya götürülür. Antakya’da Aralık ayı boyunca birkaç torna ustası, en az bir tornalarını, pahalı olmayan bir ücret karşılığında müşterilerin getirdiği havucu oymak için hazır tutarlar. Torna ustası havuçları dikkatli bir şekilde oyar. Oyulan havuçlar eve getirilir, üstleri rendelenip içleri dışları yıkanır. İçleri Antakya’ya özgü baharatlar, rendelenmiş soğan, pirinç ve az yağlı dolmalık kıymayla hazırlanan dolma harcıyla doldurulur. Doldurulmuş havuçların ağızları da ince bir havuç dilimiyle kapatılır. Tencereye yerleştirilen keşşir dolmaları, yeterli miktarda su eklenerek bir süre için kaynamaya bırakılır. Pişmeye yakın, dolmaların üzerin, tereyağında yakılan kuru nane ve bol miktarda ezilmiş sarımsaklı bir sos boca edilir. Ayrıca nar ekşisi de eklenen keşşir dolması, yenebilecek sıcaklığına gelene kadar demlenmeye bırakılır. Koyu mor renge bürünmüş pişmiş dolma, tabaklara servis edilir ve dolmanın iştah açan tatlı ve ekşi tatları barındıran özel suyu sos olarak dolmaların üzerine katılır. Keşşir dolmasını dileyen yoğurtla yer. Laf aramızda, bu çok özel lezzete sahip dolma suyunu ben, tek başına çorba olarak içmeye bayılırım. Bu dolma evlerimizde ortalama olarak yılda bir defa pişirilir, afiyetle yenir ve kendine özgü tat ve kokusu bir yıl boyunca unutulmaz. Bu özgün ve geleneksel yemeği yine Antakya’da hep beraber yemek umuduyla… Fotoğraflar: Abdulla Sert
- Büyülü Şehrin Büyülü Noeli
Anna ve Mişel’e. Simon ve Ferda’ya. Antakya’nın dirençli insanlarına. Hep ‘’bir varmış bir yokmuş’’ diye başlar hikayeler. Antakya’ya ilk gidişim, bundan beş yıl önce yine bir Aralık sonuydu, yılbaşı zamanı. Bir şehre ilk gidişimde hep heyecanlanırım. Şehir beni nasıl karşılayacak, bana dokunacak mı, kokusu, ruhu nasıl? Sokaklarında yürümedikçe, insanlarıyla sohbet etmedikçe doğru anlayamıyorsunuz şehri. Önceden biraz çalışmıştık; nerede kalınır, nereler gezilecek, nerelerde ne yenecek, neler görülmeli. Dört gün boyunca, aldığımız notların hakkını verdik. Gezdik, eğlendik, güldük, sokaklarını arşınladık, alışverişlerimizi yaptık, yedik, yedik, yedik. Lezzete düşkünlüğümden, aldığım tuzlu yoğurdundan zahterine, salçasından, nar ekşisine, zeytininden sıkma peynirine, künefesine, şarabına kadar her şeyi toplamanın bir bagaj/kargo bedeli olacaktı tabii. Ruhuyla, enerjisiyle her gideni sarıp sarmalayan bir şehir Antakya. Belki biraz köhne bırakılmıştı ama şehrin ruhu, kendine has kokusu, insanların nezaketi, inceliği, içime kazındı bir kere. Bir arada yaşamanın getirdiği saygıdan olmalı o incelik belki. Biz, büyükşehirlerin bizi yoran karmaşasına alışmışız galiba. Sevmesek de bazen gözümüzü kapatıp katlanıyoruz. Artık sık karşılaşmadığımız için unutmuşuz o incelikleri, sakinliği. Bilmediğimiz şey değil oysa. Antakya’ya ikinci gidişim, aslında Nehna sayesinde oldu. İki yıl önce Nehna’da okuduğum “Antakya’da Noel Kutlaması Bir Başkadır” başlıklı yazıydı beni yeniden Antakya’ya çeken. Beş yıl sonra, yine Aralık’ta, bu sefer Noel kutlaması için annemle yollara dökülecektik. Antakya’ya gidişimiz öncesinde, Nehnakurucularından Anna Beylunioğlu’yla bir kitap söyleşisinde tanışmıştım. Bir önceki deneyimime dayanarak biraz daha yerele dair küçük tüyolar aldım ondan. Hazırlıklar tamamdı ama içimde bir endişe. Antakya ya değişmişse, daha önce beni yakalayan o enerjisi, o güzelim ruhu kaybolduysa ya? Hayır, öyle olmadı. Yine sarmaladı Antakya beni her şeyiyle. İçleri portakal, limon ve defne ağaçlarıyla sizi karşılayan iç avlulu evleri, eski şehrin içinde kaybolmayı sevdiğiniz şaşırtıcı, bazen muzip, daracık sokakları… İnsanı zarif, içten, hoşsohbet, güler yüzlü. Şehir de öyle. Hırçın değil, sakindi. Otelimiz Kurtuluş Caddesi üzerindeydi. Tanrıça Tykhe’nin odasına yerleştikten sonra kendimizi Antakya’nın sokaklarına attık. Karşıdan karşıya geçerken yayayı uzaktan gördüğünde nezaketle yol veren güzelim insanların şehri Antakya. Büyükşehirde kornaların üzerine yapışan eller, burada nasıl da sabırlı, sakin bir hale dönüşüyor, şaşırıyorum. İlklerin şehri Antakya’da gezilecek ne çok yer var. Aralık ayının son haftası ve Antakya bizi biraz yağmur ama çoğunlukla güneşle karşılıyor. Medeniyetlerin buluştuğu bu güzel şehir, tarihiyle, gastronomisiyle, mimarisiyle, farklı kültürlerle harmanlanıp bir arada yaşamayı başarmış büyük bir mozaikti. Ne kadar kıymetli! Kurtuluş Caddesi boyunca yürürken, bir yandan da beş yıl önceki bilgimle anneme rehberlik ediyorum. Oysa bayağı değişiklikler olmuş şehirde. Dar sokakların bir kısmı ve üzerindeki yapılar yenilenmiş, güzelleşmiş. Kafe ve restoranlar çoğalmış. Uzun Çarşı hatırladığım gibi, yine rengarenk, cıvıl cıvıl. Aralık ayında taze zahterler çıkıyor karşıma. Alışveriş için çok vaktimiz yok, şimdilik göz ucuyla bakıp nerede ne var, hafızama kaydediyorum. Nasıl olsa yine bulacağım onu, bırakmam. Annemi Antakya’nın efsane lezzetlerinden tepsi kebabıyla tanıştırıyorum. Mideler şenleniyor ama bol yürüyüş de lazım. Ara sokaklara girip kaybolmayı seçiyoruz. Her nasıl becerdiysek, kendimizi Rum Ortodoks Kilisesi’nin sokağında buluyoruz, Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi. Sokak yine civcivli, kalabalık. Sağlı sollu dükkanlar, kilisenin önü Noel kutlaması için süslenmiş, demir kapısı kapalı. İçeri girip bakmayı deniyorum, olamıyor. Kapıdaki beyefendiye yarın akşamki Noel ayinine gelip gelemeyeceğimizi soruyorum. Aldığım cevap kocaman bir hayal kırıklığı. “Çok kalabalık” diyor, “protokol” diyor, “mümkün değil” diyor. Nasıl yani? İstanbul’dan Antakya’ya Noel kutlaması için gel ama gireme. Bir telefon trafiğiyle, Anna ve Mişel’in (Uyar) sihirli dokunuşları işe yarıyor. Nasıl bir inceliktir bu! Çok da yakından tanımadığı insanlar için uğraşan, çözüm üreten bu insanlara gözün kapalı güvenirsin, güvenmelisin de. Antakya ipekçiliği üzerine yazı yazmayacağım elbette. Ama annem için tam yeri. Dükkanlara girsin çıksın, ipeklerin, kumaşların desenlerini, renklerini, nakışlarını incelesin, saatlerce vakit geçirebilir. Onun kumaşlarla ilişkisi bambaşka. Renklerle, motiflerle muazzam işler yaratır o kumaşlardan. Kilise sokağında çeşit çeşit ipek şallar, fularlar satan dükkanlar var. Girdik küçük bir dükkana. Tatlı, güler yüzlü, genç bir hanım, bıcır bıcır. Dükkandaki ipeklerden annemin gözü ışıldıyor. Bir yandan da sohbete dalmışız genç hanımla. Nihayetinde iki üç fular seçip aldık. Genç hanım bize büyük bir incelikle “Bunlar da benim size hediyem” diyerek iki küçük paket uzattı. İçi ısınıyor insanın. Biz “Akşam nerede ne yesek, nereye gitsek?” diye konuşurken, genç hanım üç yıl önce açılmış bir restoranı önerdi. “Sahibi beyefendi hemen karşı dükkanda, gelin sizi tanıştırayım” diye önüne katıp götürdü bizi. Restoran sahibi beyefendi, aynı zamanda kuyumcu. Bizi sıcacık bir gülümsemeyle karşıladı. Kısa bir sohbetten sonra, bizzat kendisi telefon açıp restoranında yerimizi ayırttı. Melekler el uzatmış belli ki o konağa. İçinde portakal ağaçları olan kocaman avlusuyla, 150 yıllık bir konağa adım atmanın keyfi… Nasıl özenli, pırıl pırıl ve mutfağı muazzam lezzetli! Ertesi gün o tatlı beyefendiye teşekkür etmek için tekrar uğradım dükkanına. Bize küçük ipek fularları hediye eden genç hanıma da bizi tanıştırdığı için teşekkür etmemek olmazdı. O kadar beğenmiştik ki, o “melekli” konağı, İstanbul’a dönmeden önceki gecemizde tekrar gittik. Oradan ayrılmak üzereyken kapıda restoranın sahibi zarif beyefendi ve genç oğluyla karşılaştık. Kapı önü sohbetimiz biraz uzun sürdü. O gencecik delikanlı, kocaman gülümsemesiyle İstanbul’u ne kadar sevdiğini yine oraya dönmek istediğini uzun uzun anlattı. Onlardan niye bu kadar çok bahsettiğimi belki başka bir zaman, başka bir hikayede anlatırım. Şimdilik tadı damağımızda kalsın. Onların güzel kalplerini anmak istedim. Noel gecesi heyecanı bambaşka. Üstelik herkesi seferber edip içeri giremezsek diye bir heyecan da var. Ama her şey tıkır tıkır işledi. Kilisenin önünde ve avlusunda muazzam bir kalabalık. Sokağın süsleri gece ışığında bir başka güzel. Beni en çok şaşırtan, hatta duygulandıran, kilisenin önünde, karşıdan karşıya konulmuş, beyaz kırmızı şeritler ve balonlarla süslenmiş ışıklı Merry Christmas yazısıydı. “Medeniyetler şehri burasıymış gerçekten. İstanbul’da görmediğimizi burada görüyorum” diye düşündüm. Tuhaf bir duyguydu bu. Kiliseye, önceden telefonla konuştuğumuz ama o dakika tanıştığımız Simon ve eşi Ferda’yla girdik. Yine ağız dolusu gülümsemeler karşıladı bizi. Minnettarım onlara. Ne sıcacık, tatlı insanlar! Kilisenin avlusuna girerken, bir gün önce bizi reddeden uzun boylu beyefendiye küçük bir göz kırpmayı unutmadım elbette. Avluyu geçip kiliseye girdiğimizde ayin başlamıştı bile. İçerisi tıklım tıklım. İnsanlar gayet şık. Boş bir yer bulup ayini izledim. Gerçekten çok etkileyiciydi. Arapça anlamıyordum ama Noel ritüellerini sevdiğim için farklı bir toplumun kültürünü izlemek çok hoşuma gitmişti. Ayin bitiminde kilisenin avlusu hınca hınç doldu. “Kokteyl ve havai fişek gösterisi başlıyor” dedi Simon. Kilise ve avlusu ışıklandırılmıştı. Avluda kokteyl için masalar ve ikramlar hazırlanmıştı. Herkes birbiriyle büyük bir keyifle sohbet ediyor, birbirini kutluyor, kimileri dans ediyor. Kilisenin çanları çalmaya başladığı anda havai fişek gösterisi başladı. İnanılmaz bir coşku. Kilisenin sokağı, avludaki kadar kalabalıktı. Eminim, dışarıdaki insanlar da aynı coşkuyu yaşıyordu. Antakya bu coşkuya alışık. Birlikte yaşıyor bu insanlar. Aynı suyu, aynı havayı, farklı lezzetleri, geçmişin mirasını beraber paylaşıyorlar. Yedi kere yıkılmış, yedi kere yeniden kurulmuş Antakya’nın insanları, o yüzden bu kadar sıcak, özenli, zarif ve güzel kalpli. Konuşurken gözlerinin içine bakıyorlar bir kere. Savsaklamıyorlar, terslemiyorlar seni. Yarım yamalak da dinlemiyorlar. Belki günde yüzlerce kez duydukları aynı soruyu ilk kez duymuş gibi sabırla cevaplıyorlar. Anna’nın “Humusçu İbrahim’e gitmeden dönme” notunu ancak son güne yetiştirebildim. Küçük dükkanında, arı gibi koşturan müthiş bir kişilik. Bakla ezmesi ve humusunun lezzetini anlatmayacağım. Şanslı olanlar bilir zaten. Antakya’da tattığımız her şeyin bu kadar lezzetli olması, bir tesadüf değil elbette. Geçmişten gelen çok kültürlülük, çeşitlilik, topraklarına duydukları saygı, yöresel tariflerini kuşaktan kuşağa aktararak korumaya özen göstermelerinden. Hülasa, bu coğrafyanın insanı yemek için yaşamayı seçmiş. Bunu öğretiyorlar bizlere. Antakya’da son günümüz. Beş gün boyunca büyülü Antakya’nın gezilmesi gereken her yerini gezdik. Tadılması gereken bütün lezzetlerini tattık. Son alışverişlerimizi tamamladık. Simon ve Ferda’yla telefonda vedalaştık. İstanbul’a döndükten sonra da iletişimimiz kopmadı. 6 Şubat felaketinden sonra korkarak aradım. Çok şükür yaşıyorlardı. Uzun zamandır arayamadım. Arama vakti çoktan gelmiş. Hiçbir şeyi ertelememek lazım. Uçağımızın kalkmasına daha vakit var. “Son bir defa Antakya’nın sokaklarını gezsek” dedik. Meydandaki çarşıda sepet sepet nergislerin kokusu… Almadığımız bir o kalmıştı. Nasıl da zarif bağlamışlar o nergisleri. İstanbul çiçekçilerinin yaptığı gibi, boyunlarından iple sıkmamışlar. Birer koca demet annem ile bana. Antakya’nın nergisleriyle dönüyoruz İstanbul’a. Bu, duyduğum, hissettiğim, Antakya’nın son kokusuydu.Hediye edilen küçük güzelim ipek fuların yükü o kadar ağır ki şimdi.
- Hatay ne demek?
Tahir Sezen’in Devlet Arşivi Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan meşhur Osmanlı Yer Adları kitabında Antakya maddesine baktığınızda kitap sizi Hatay maddesine yönlendirir. Sezen, Hatay isminin Osmanlıca karşılığını belirttikten sonra Antakya’nın yüzyıllar içinde Osmanlı idari taksimatında değişimini sıralar. Fakat bu maddede şöyle önemli bir hata vardır. Hatay ismi, aslında Osmanlı belgelerinde hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yer almış bir isim değildir, zira Hatay, bölgenin 1939’da Türkiye’ye katılması sürecinde siyasi saiklerle yaratılmış ve bölgeye yakıştırılmış bir isimdir. 1939’dan önce ise, bugün bölgenin en büyük iki şehri olan İskenderun ve Antakya, Osmanlı idaresi altındayken hiçbir zaman tek bir isimle anılmadılar. MÖ 2. yüzyılda Büyük İskender’in adıyla kurulduğu rivayet edilen İskenderun, Osmanlı taksimatında, 19. yüzyılda Adana vilayetinde yer aldığı kısa bir süre dışında Halep eyaleti/vilayetine bağlı bir kazaydı. Büyük İskender’in önemli komutanlarından Selevkos Nikator’un babası Antioch’u onurlandırmak için şehre adını verdiği Antakya ise Halep eyalet/vilayetinde kaza veya sancak olarak yer aldı. Ancak, 1920’de bölgede kurulan Fransız Mandası Suriyesi idaresinde olan iki şehir, mandanın idari taksimatında Sandjak d’Alexandretta (İskenderun Sancağı) veya Liwaa el İskenderuna (İskenderun Şehri) olarak yer aldılar. Peki, o zaman Hatay ne demek? Bu isim tam olarak ne zaman ortaya çıktı ve ne anlama geliyor? Daha önce belirttiğim gibi bu soruların cevabı bütünüyle bölgenin Türkiye topraklarına dahil olduğu süreçle ilgili. Bilindiği gibi bu süreç, esas olarak Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında imzalanan (ve Fransa Parlamentosu tarafından resmen hiçbir zaman onaylanmayan) bağımsızlık anlaşmasıyla birlikte Sancak’ın statüsünün belirsizliğinden doğan tartışmalarla başladı. Türkiye’nin Sancak’ın bağımsız bir Suriye’nin parçası olmasını engellemek için hızla giriştiği diplomatik ve siyasi atak, dönemin şartları gereği demografik iddiaları güçlendirmeyi elzem kılmıştı. Zira dönemin uluslararası toplumunun en etkin yapısı Milletler Cemiyeti, görünürde bir bölgenin nasıl yönetileceğini o bölge nüfusunun rızasına bırakmıştı. Fakat Milletler Cemiyeti’nin savunageldiği kendi kaderini tayin hakkı, bu yapıyı meydana getirenlerin ırkçı dünya görüşünden ziyadesiyle nasibini almıştı. Bu görüşe göre, o bölgede yaşayan nüfusun rızasının alınması, nasıl yönetileceği için şarttı fakat aynı zamanda uluslararası anlamda yaratılan mandalar sistemi, dünya üzerindeki herkesin rızasının aynı düzeyde önemli görülmediğinin işaretiydi. Buna göre, manda altına alınması kararlaştırılan bölgeler, kendi kendilerini yönetecek olgunlukta ve kapasitede değillerdi; onlar danışmaya muhtaçlardı. Dolayısıyla, bu bölgelerde manda gücü olarak bulunan devletlere, bu bölgeleri özyönetim için yeterli olgunluğa ve kapasiteye kavuşturma görevi verilmişti. Suriye bağlamında bu görev Fransa’nındı, zira Suriye, toprakları üzerinde bölgenin yerlileri tarafından yönetilmek için fazla çeşitliydi ve Suriye’de çoğunluğu oluşturan Müslüman topluluklar, geçmişte yaşanan katliamlar göz önünde bulundurulduğunda, Müslüman olmayan toplumların can güvenliğini sağlayabilecek olgunlukta görülmemişti. Bu ırkçı ve global anlamda adaletsiz ve ayrımcı kendi kaderini tayin hakkının dinamiklerinin nasıl işlediğini Türkiye, 1920’lerde Musul’daki Britanya idaresi Milletler Cemiyeti kararıyla tasdik edildiğinde tecrübe etmişti. 1936’da Sancak’ın kaderi söz konusu olduğunda da Türk tarafı, Arap milliyetçilere göre çok daha organize ve atik davranarak pozisyon almış ve siyaset üretmişti. Bölgedeki nüfus çoğunluğunu elinde bulundurduğunun yanı sıra bölgenin tarihsel olarak Türk olduğunu ispatlamak da bu siyasetin esas önceliğiydi. Bu bağlamda, dönemin hakim ırksal düşüncesinden etkilenmenin ötesine geçerek bu fikriyatı bir adım ileriye taşıyan ve Türklerin de hakim “beyaz medeniyet”in parçası ve hatta kurucusu olduğunu bilimsel olarak kanıtlamaya çalışan Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ne katkı sunan tarihçiler, dilbilimciler ve sosyal bilimciler, bu uluslararası meselenin de yardımına koştular. Bu isimlerden biri de o dönem TBMM’de Siirt mebusu olarak bulunan İsmail Müştak Mayakon’du. Mayakon’un 10 Ekim 1936’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Tarihten Bir Yaprak” yazısı, o dönem Sancak olarak anılan bölgenin bir anlamda kaderini değiştirecekti. Mayakon, bu yazıda söz konusu bölgenin tarihsel olarak ezelden beri Türk (Hata/Eti/Hitit) olduğu tezini temellendirirken, bölgeye bu tez için bir de isim öneriyordu: Hatay. Mayakon’a göre, “Antakya, İskenderun ve havalisinde” yaşayan Türkler, bölgenin “en aşağı kırk asırlık sahip ve sakini”ydiler. Bu teze göre, Orta Asya’dan kalkarak önce Çin’in kuzeyine yerleşen Türkler, tarihsel olarak kendi isimleri olan Hata, Ata ve Eti kelimelerinden yola çıkarak o bölgeye Hatay demişlerdi. Daha sonra dünyanın her yerine yayılan Türklerden Hatay bölgesinde yaşayanlar, gelip Antakya, İskenderun ve havalisine yerleşmişlerdi ve burada kurulan medeniyetin mimarı olmuşlardı. Dolayısıyla, o dönemde o bölgede yaşayan “Türkler bu Hatay Türklerinin çocuklarıydı”. Bu yüzden, Mayakon’a göre, o bölgede yaşayanlar Hatalar ve o bölge de Hatay diye anılmalıydı. 10 Ekim 1936 tarihli gazete kupürü Fakat Mayakon’un bu önerisi doğrudan kabul görmedi. Zira Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936’da TBMM’de yaptığı konuşmada, bölgenin hakiki sahibinin “öz Türkler” olduğunu söylerken, bölgeyi “İskender[u]n–Antakya ve havalisi” diye anmıştı. Bu demek oluyor ki, Hatay ismi 1936 Kasımı’nın başı itibariyle henüz devletin zirvesince kabul edilmemiş ve resmi kullanıma sokulmamıştı. Fakat bölgedeki siyasi mücadelenin önde gelen isimlerinden ve 1938’de kurulacak bağımsız Hatay Devleti’nin ilk ve tek Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, anılarında bir gün Çankaya Köşkü’ne çağrıldığını ve “Antakya-İskenderun ve havalisinin ismi bundan böyle Hatay’dır” talimatı aldığını yazar. Bu olay, çok büyük ihtimalle Kasım ayı içinde vuku bulmuştur, zira tarihçi Sarah Shields’ın Fezzes in the River kitabında aktardığına göre, dönemin ABD Türkiye Büyükelçisi John Macmurray’in, “Mayakon’un yazısının ardından tüm Türkçe gazetelerin bölgeyi Hatay diye anmaya başladığını” belirttiği telgraf 1 Aralık 1936 tarihlidir. Kasım 1936’dan sonra, bu isim Türkiye’de ve bölgedeki Türkiye yanlıları arasında çok yoğun bir şekilde kullanılmaya başlar. Bu o kadar hızlı bir şekilde gerçekleşmişti ki, dönemin Lübnan ve Suriye mandalarından sorumlu Yüksek Komiseri Kont Damien de Martel bile bu ismin bu kadar çabuk benimsenmesine şaşıracaktı. Martel, Fransa Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı telgrafta, “bölgede Hitit isminin üç yüz yıldır hiç bahsinin geçmediğini” fakat buna rağmen Hatay adının hızla kabul görmesinin “Türk tarafının propaganda aygıtının disiplininden kaynaklandığını” belirtmiştir. 1939’da bölgenin Türkiye’ye bağlanmasının ardından Hatay isminin kullanımı tartışılmaz hale geldi. Bu dönemi, Hatay vilayeti sınırları içinde yer alan yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi izledi. 1940’larda, Süveydiye veya Cebel-i Simmen (bölgede yaşayan Aziz Simon’a atfen Arapçada Simon Dağı) denilen yer Samandağ’a, Kuseyr diye anılan bölge Altınözü’ne dönüştürüldü. 1960’ta, Arapça ismi Arsuz olan kasabaya, buraya atanan bir yetkilinin bölgede bolca bulunan okaliptüs ağaçlarını burada hiç bulunmayan çınar ağacı sanması yüzünden Uluçınar ismi verildiği anlatılır. Elbette ki bu isimlerin, özellikle de Hatay’ın, bugün bölgenin isimlendirilmesini kolaylaştıran pratik bir getirisi var. Fakat bunun ötesinde, çoğu isimlendirme siyaseti örneğinde olduğu gibi, bölgenin tarihi mirasının ve ondan devralınan isimlerin de yok olmasına neden oluyor. Belki de bu yüzden Ortodokslar da dahil olmak üzere Antakya ve çevresinde doğanlar veya oralarla bağı olanların hatırı sayılır bir kısmı kendisine Hataylı demekten kaçınır. Nehna’da, bölge özelinde bu isimlendirme politikasının hangi tarihsel tasavvurlarla temellendirildiğini, 1930’larda ve 40’larda Hatay isminin nasıl bir dünya görüşüyle kullanıma sokulduğunu, dönemin önde gelen tarihçilerinin ilgili açıklamaları üzerinden bu sayfalarda tartışmaya devam edeceğim.
- “47 gün sonra Tako’yu kucağıma aldığımdaki hissi tarif edemem”
Soley Gazel, Antakya’da doğup büyümüş bir mimar. Üniversite için geldiği İstanbul’da mimari tasarım uzman yardımcısı olarak çalışıyor. Ancak kendisiyle bu röportajı yapma sebebim, uzun yıllardır ailesinin bir üyesi olan kedisi Tako. Tako depremde kayboluyor, 47 gün sonra bulunuyor. Bu röportajla başlatmayı umduğum seriyi, hayvan dostlarımızla deprem sürecinde yaşanan dayanışmayı göstermek, kayboluş hikayeleri kadar değerli bulduğum kavuşma hikayelerini ön plana çıkarmak için yapmaya karar verdim. Soley’le depremin ona hissettirdiklerini, Antakya’yı, kedisi Tako’nun depremde kayboluşunu ve bulunuş hikayesini konuştuk. Röportaj: Talin Hüseyinoğlu Biraz Antakya’dan konuşmak isterim seninle. Aslında uzun süre orada yaşadın üniversiteye gidene kadar. Nasıldı Antakya’da yaşamak? Ne ifade ediyor Antakya senin için? Antakya deyince şu an gözlerim doldu. Antakya benim için çok şey ifade ediyor. Sadece doğup büyüdüğüm şehir değil, insanların orada kardeşçe yaşadığı, sokağa çıktığınız anda insanları tanıyıp tanımamanız önemli değil. Her zaman selam verecek birileri olması ve orada tamamen güvende olma hissi, beni Antakya’ya bağlayan şeylerden sadece birkaçı. Gerçekten Antakya’da hepimiz kardeş gibi yaşadık. Ben Hıristiyanım, mesela Paskalya döneminde arkadaşlarıma renkli boyadığımız yumurtalardan götürürdüm ve onlar çok mutlu olurlardı. Kiliseye giderdik beraber. Aynı şekilde onların bayramlarında bize tatlılar, aşureler gelirdi. Kömbeler gelirdi. Hiç kimseyi dini, ırkı, dili diye ayırmadık, herkes gerçekten birbirini insan olduğu için severdi. Bu şekilde büyütüldük, herkesten aynı şeyi gördük. Hoşgörü şehri, zaten herkes öyle biliyor artık. Bir de tabii, Antakya deyince yemekleri atlayamayacağım. İstanbul’a öğrenci olarak geldim ve buradaki arkadaşlarıma sürekli Antakya yemeklerinden bahsettim. Sürekli Antakya’ya gelmeleri için ikna etmeye çalışıyordum. Şu an bile konuşurken tek söylediğim şey, umarım Antakya düzelir ve sizi orada ağırlayabilirim ve bunu tüm kalbimle istiyorum. Bu sıra özellikle Antakya’yı düşünüp öyle uyuyabiliyorum. Sokaklarında gezerken hayal ediyorum kendimi. Depremde birçok arkadaşını, ailesini kaybetmiş biri olarak çok üzgünüm bu durumda olduğumuz için. Yüz yıl düşünsem böyle bir felakete denk geleceğimizi tahmin etmezdim. Herkes İstanbul’dan korkuyordu, burada bir deprem bekleniyordu ama 6 Şubat sabahı telefonlarla uyandık. 30 gün boyunca İstanbul’daki evimde kaldık. Benim amcam 36. saatte çıkarıldı, yanında yengem ve kuzenim çıkamadı maalesef. Üzücü olan onlardan da ses geliyordu belki birinci veya ikinci gün çıksalardı enkazdan, şu an hayatta olabilirlerdi. En yakın arkadaşım Lukas'ı kaybettim, onunla beraber annesi ve babası da enkazdan çıkamadı ve onlar benim ikinci ailemdi. Tonlarca arkadaşımı kaybettim, hala bazı tanıdıklarımın ölüm ve kayıp haberlerini alıyorum. Daha bir sürü insan var çıkmayan ve bu bizim için çok yıpratıcı bir durum oluyor. 30 gün boyunca evde hep beraber kaldık ve hala o kadar kişi eve nasıl sığdık aklım almıyor. Resmen burada küçük bir Antakya yarattık. Birbirimize kenetlendik. İnsanlar da bizi asla yalnız bırakmadı. Biz de Antakya’ya elimizden geldiğince yardım yapmaya çalıştık. Sürekli telefonda bir yerlere ulaşıp eksikleri tamamlamaya çalıştık. Orada kalan herkes için elimizden gelen herşeyi ve fazlasını yaptık. Elimizden de bişey gelmedi, hem onlara hem Antakya’ya hem bize çok yazık oldu. Bazı insanlar depremzedeler için "Gülüyorlar, herşey geçti" diye düşünüyorlar ama aslında hiç göründüğü gibi değil. Dıştan gülüyor, hayata devam ediyoruz gibi görünüyor ama hala içimiz sızlıyor Antakya’yı öyle görünce. Ben hala o fotoğraflara bakınca çok kötü oluyorum. Bana o güveni veren şehir yerle bir oldu ve bu gerçekle devam etmek pek kolay olmuyor. Ama hayattayız ve yaşamaya devam etmek zorundayız. Antakya’nın hepimiz için ifade ettiği şeyler tabii çok başka. Yaşadıklarımızı uzun uzun konuşmayı da çok isterdim ama bu başka bir sohbetin konusu olsun. Ama sana bu sohbetin ana konusu olduğu için kedini sormak istiyorum. Ne zamandır seninle birlikte yaşıyor? Nasıl sahiplendiniz? Şöyle anlatayım. Benim aslında çok ciddi boyutta bir kedi fobim vardı. Bir kediyi görmem bile ataklar geçirmeme sebep oluyordu. Bir metre ötede bile kedi görsem elim ayağım titriyordu. Yazlık komşumuzun kedisi hamileydi. Babama yavrulardan birini bize vermek istediğini söylemiş ve babamda kabul etmiş. Babam bir süre sonra elinde kediyle eve geldi, daha minnacık bir kediydi. O günden sonra çok farklı bir bağ kurdum ve gerçekten annesi gibi oldum. Sürekli benim yanımda oluyordu. İlk başlarda tabii çok korktum ve ürktüm. Yine de korkumun üzerine gittim ve yendim. Şu an onsuz yapamıyorum. Sürekli "Tako nerede? Ne yapıyor? İyi mi?" diye geziniyorum. Anlayacağınız gibi, ismi Tako ve 2 yaşında. Sahiplendiğimizden beri Antakya’da annemlerle yaşıyordu ve annem ile ablam bakıyordu ona. Babam da kalan maması, aşısı gibi sorumluluklarını hallediyordu. Hatta tesadüf 5 Şubat Pazar günü maması bitiyor, babam da Pazartesi alırım diye plan yapıyor. Ve o Pazartesi bizim için hiç başlamadı maalesef. Peki Antakya’da kedi sahibi olmak nasıl bir deneyim? Bizde evlerden misafir eksik olmaz. Çevremizde evini bir hayvanla paylaşan insan sayısı da az. İnsanlar biraz yabancıydı bu konuya. Nasıl tepkiler alıyordun? Misafirliğe gelenler her yer tüy diyerek tepki veriyordu. Annem biraz duruma adapte olmuştu. Tako’nun da salona girmesi yasaktı. Salon kapısı açıldığı an merak ediyor ve salona doğru kaçıyordu. Annem ona çok alışmıştı, misafir geldiği zaman durumu kontrol altına alabiliyordu. İlk başlarda "Evde kedi mi beslenir? Evde hayvan mı olur?" diye tepkiler aldım. Hatta ilk başta anneannem "Evde kedi mi olur?" diye itiraz etmişti. Pandemi döneminde anneannem bizimle kaldı ve bir zaman sonra Tako’yu uzaktan sevmeye başladı. "Çok tatlı, maviş maviş ne güzel bakıyor!" diyordu. Zamanla en azından yakın çevremiz alışmıştı. Tabii depremle tüm düzen yıkıldı. Sen depremde Antakya’da değildin. Nasıl haber aldın? Neler hissettin? Evet, Antakya’da değil, İstanbul’daki evimdeydim. Benim uykum çok hafiftir. Çıt çıksa uyanırım. Abimin telefonla konuşmasını duydum ama sabah oldu ve Antakya’dakilerle konuşuyor sandım. Sonra benim de telefonum çaldı. Piya aradı beni. "Antakya’da büyük bir deprem olmuş. Bizimkilere ulaşamıyoruz. Sizinkilerden haber alabildiniz mi?" dedi. O sırada odamdan çıktım, abimle koridorda karşılaştık. Bana deprem olduğunu ailemizin iyi olduğunu ama amcamların binasının çöktüğünü söyledi. Çökme deyince o sabah mahmurluğu ile bir iki tuğla düşmüş gibi düşündüm. Evet, eski bir apartman ama insan neyle karşılaşacağını bilemiyor ve tahmin edemiyor o ilk anda. Amcamın oğlu da bizimle kalıyor, tabii onu da uyandırdık. Şöyle bir şey oldu. Normalde amcamların hepsi koridora doğru koşuyor, sonra amcam telefonu almak için odaya dönüyor ve bina tam o anda çöküyor. Şans eseri amcam telefonuna ulaşıyor ve yine büyük şans ilk andan beri telefonu çekiyordu. Depremin ilk başından beri kendisiyle iletişim kurabildik, hatta onunla konuşup Antakya’da olan ve enkaz başında bekleyen babamlara haber veriyorduk. Amcamın iyi ve hayatta olduğunu ordakilere söylüyorduk. Hatta amcam kuzenimi aradı ve "Kalk, işe git!" dedi. O da durumun farkında değildi, sadece üzerine bir dolap düştüğünü düşünüyordu. Dışarıya dair hiçbir fikri yoktu. Bunun gibi tonlarca hikaye anlatabilirim ama deprem boyunca yaşadıklarımızı özetlemem gerekirse tamamı felaketti. Günlerce yemek yemeden, uyumadan hayatımıza devam etmeye çalıştık. Bu anlattıkların gerçekten çok üzücü. Öyle bir yaşama şeklimiz var ki, orada senin amcandan gelecek haberi ben de aynı senin hissettiğin duygularla bekliyordum. Bu da şehirdeki yıkım kadar yaşayan halkın da duygusal olarak yıkılmasına sebep oldu aslında. (O anda Tako geldi, Tako'yla selamlaştım) Bu sırada Tako Antakya’da ailenle tabii. Ne yaptı, ilk tepkisi ne oldu, öğrenebildin mi? Evet, o sırada Tako ailemle kalıyor. Artık çoğu kişinin adını bildiği Kışlasaray Mahallesi'nde yaşıyordu benim ailem. Deprem sabahı şöyle oluyor, ablam kalkıyor ve Tako’yu koridorda tam karşısında görüyor. Hemen kucaklıyor onu çıkartmak için ama tam o sırada Tako düşen eşyalardan korkup ablamın kucağından kaçıyor ve bir yere saklanıyor. Arıyorlar ama amcamın enkaz altında olduğu bilgisine ulaşınca apar topar çıkıp enkaz başına gidiyorlar. Bir zaman sonra ablama Tako’yu sordum. Ben ilk anın şokuyla onu da yanlarına aldıklarını düşündüm. Ama ablam evde olduğunu elinden kaçtığını anlattı ve fırsat bulduğu ilk anda eve çıkıp bakacağını söyledi. Bizler gerçekten çok zor tercihler yapmak zorunda kaldık. Evde beraber yaşadığımız canlılar ile aile bireylerimiz arasında, arkadaşlarımız ile başka arkadaşlarımız arasında hangi birine koşacağımızı şaşırdığımız bir dönemdi. Daha sonraki günlerde ablam evde Tako’yu bulamadığını söyledi. Ben de bir noktada onun kaçtığını ve sokakta olduğuna inandım. Ben de mantıklı düşünemeyecek kadar kötüydüm, yine de bulabilmek için neler yapabiliriz diye düşünmeye başladım. 47 gün boyunca çok kişi tekrar tekrar eve çıktı ve Tako’ya baktı ama kimse Tako’yu bulamadı. Girenler bulabildikleri mamalardan ve su bıraktı ama Tako’yu eve çıkan kimse bulamadı. Bir yandan, Antakya’da olan ailem ve arkadaşlarım eve girip Tako’ya bakıyorlardı. Bir yandan da biz Tako’nun bilgilerinin bulunduğu bir ilan hazırladık, özellikle sosyal medyadan bu ilanı yayılması için çalıştık. Bize bu süreçte yardımcı olan çok fazla hayvansever grup oldu. Oraya gönüllü gelen hayvanseverler, veteriner hekimler bizimle beraber Tako’yu aradı. Uzakta olanlar ilanın sosyal medyada yayılması için paylaşım yaparak bize destek oldular. Bu arayış gerçekten 47 gün boyunca ilk günlerdeki yoğunlukla devam etti. Hatta bir arkadaşım ilanlardan gördüğü başka bir beyaz kediyi bana gönderdi. O an çok heyecanlandım ama maalesef bulunan çocuk Tako değildi. Peki Tako nasıl bulundu? Tako'nun bulunması tamamen tesadüf oldu. 47 gün sonra ablam ve eniştem Antakya’dan giderken eniştem ablama "Son bir kere eve çıkmak ister misin?" diyor. Ablam da "Hayır, çıkmama gerek yok" diyor. Eniştem ısrar edince eve çıkıyorlar ve ablam evin videosunu çekiyor, o video da zaten içler acısı. Tüm hayatımızın nasıl yıkıldığını gördüm. Neyse video çekerken herhalde ablamın kokusu aldı, çünkü ben yokken Tako ablamla uyuyordu. Daha doğrusu oda arkadaşlığı yapıyorlardı. Eve çıkınca bizim evi görmemiz için videoya alırken, telefon ekranından Tako'yu görüyor ve hemen gidip Tako'yu kucaklıyor. İnanılmaz zayıflamış yarı kilosuna düşmüş ve o kadar pis görünüyordu ki, o görüntü aklımdan hala çıkmıyor. Hemen Arsuz’da bir veteriner kliniği bulup oraya götürüyorlar. Tako’ya serum takılıyor, yavaş yavaş yemek yediriyorlar, O kadar zayıflamış ki, birden kusma gibi bir durum olmasın diye çok az az besleme yapmışlar. Daha sonra Tako biraz toparlayınca önce Mersin’e, sonra benim yanıma İstanbul’a yola çıkıyorlar. Benim o gün gözlerim yolda kaldı. Saat başı arayıp nerede olduklarını sordum. İşten eve dönüş yolunu bitiremedim, zaman bir türlü geçmedi o gün benim için. Neyse sonunda Tako geldi inanılmaz ürkmüştü gerçekten, onu hiç o kadar korkmuş görmemiştim. Tabii, şimdi çok daha iyi ama hala her şeyden çok korkuyor. Kapı zili, kapı çarpması veya değişik herhangi bir ses, kısaca he rşeyden korkuyor. İlk geldiği an kucağıma aldım, o kadar zayıflamıştı ki, tutamadım, daha doğrusu tutmaya korktum. Sonra İstanbul'da onu tam teşekküllü bir veteriner kliniğine götürdüm ve Tako genel bir check-uptan geçti. Kan değerlerine bakıldı. Röntgen çekildi, organlarda bir hasar var mı diye bakıldı. Kısaca oluşabilecek tüm sorunlar için detaylı bir muayeneden geçti. Burada gerekli tedavileri de yaptılar veteriner hekimler, sağolsunlar. Tako depremden 47 gün sonra bulunduğunda Ne kadar sürdü bu tedavi süreci? Tako’nun herhangi bir sağlık sorunu oldu mu? Tako’nun maalesef uzun süre açlık kaynaklı karaciğer değerlerinde oynamalar vardı. Susuz kalmasından kaynaklı sorunlar yaşadı ama çok şükür, daha ciddi ve çözümsüz bir sorun yaşamadı. Zordu bizim için tabii ki. Birkaç ilaç verdiler, onları kullandık. Ben mamasına çok dikkat ettim. Az az sık sık besleme yaptım. Sanırım biraz fazla besledim, olması gerekenden kilolu oldu. Ne kadar süre sonra tamamen normal haline döndü? Yaklaşık 2 ay gibi bir süre sonra tamamen normale döndü, hatta şu an cin gibi. Tabii, depremin özellikle davranışlarında hala etkileri var. En azından sağlığına geri kavuşabildi. Zaman içinde travmalarını da aşacağız diye umuyorum. Hepimiz gibi Tako’da da travmalar vardır elbette. Umarım hızlıca bunları da aşabilir. Depremi yaşayan tüm canlılar için dileğim bu. O an orada olanlardan daha farklı şekilde bizlerin de depremzede olduğunu düşünüyorum. Evet, ben de sana katılıyorum. O an orada olanlar depremi yaşadılar o anın korkusu travması herhangi bir şeyle karşılaştırılamaz tabii ki. Ama bizlerin de yaşadığı çaresizlik, bir şey yapamamanın getirdiği o duygusal ağırlık da bambaşka bir konu. Ulaşmak istediğin kimseye ulaşamıyorsun, gitmek istesen yollar kapalı, aklında ailen, hayvanın, evin, yurdun ve arkadaşların var. Yardım gönderiyorsun ulaştıramıyorsun. Adını bile bilmediğimiz aletleri İstanbul’dan, Ankara’dan Antakya’ya enkazdan arkadaşlarımız çıkabilsin diye göndermeye çalıştık. Delirmemek elde değildi o zaman, akıl sağlığımızı korumak çok zordu. Gerçi ne kadar koruyabildik, onu da bilmiyorum. Hayvanlarla alakalı güzel bir dayanışma oldu aslında o dönemde, ben de Antakyada’ki hayvanları ekstra takip ettim. Tabii, mesleğim de biraz etkili oldu konuyla ilgilenmemde. Tako gibi olan çok fazla çocuk vardı. Özellikle direkt bildiğim çocukları o kadar aradım ki, burada olan arkadaşlarım hepsini ismiyle sormaya başladı. Bu seriyi de biraz o dayanışmayı göstermek belki hala hayvanını arayan veya yasını tutan insanlara bir nebze umut olsun, burada geçecek kavuşma hikayeleriyle içlerine bir nebze su serpilsin diye yapmaya karar verdim. Yaşadığın onca kaybın içinde bir yandan Tako’yu arıyorsun. Seninle beraber bir grup insan da aynı istekle Tako'yu aradı, paylaştı orada olanlar çevrede aradı. Tako'nun durumu da çok zordu aslında, gün geçtikçe yaşıyor olma ihtimali de azalıyor ,çünkü bir canlının o yıkılmış evde temiz yemek ve suya ulaşımı olmadan 47 gün hayatta kalması neredeyse bir mucize. Bu da ayrı bir konu. Nasıl hayatta kaldığına dair bir fikrin var mı? Bir de, sen ne hissettin bu dayanışmada hayvanını ararken? Bunca insanın bir olup seninle Tako’yu araması, o mücadeleye destek vermiş olması nasıl geldi o dönemde? Öncelikle giden herkes etrafa su bıraktı. Suya ulaşımın zor olduğu bir dönem de oldu Antakya’da, biliyorsun. O dönem babam eve gittiğinde, bunu söylediğimde boğazım düğümleniyor, en azından suya ulaşabilmesi için klozet kapağını açık bıraktı. Şöyle bir ekstra şanssızlığımız oldu, demin de söylemiştim, Tako’nun maması bitmişti. O an orada bulabildikleri mamalardan da eve bıraktılar tabii. Tam bilmiyorum ama tahminimce mutfakta dökülen yemeklerden yedi. Zaten 47 gün sonra Tako’yu kucağıma aldığımdaki hissi tarif edemem. Çok apayrı, bir daha yaşamak istemeyeceğim bir duygu haliydi o. Hala aynı soruyu soruyorum: 47 gün boyunca nasıl dayandın da tekrar benim yanıma gelebildin? Tako’yu İstanbul’a almak gibi bir fikir hiç yoktu aklımda, orada sürekli yanında birileri vardı ve ben çalışıyorum, yeterince ilgilenemem diye düşünmüştüm. Onun için Antakya’nın daha iyi olacağını düşünüyordum. Babamsa tam tersi hep İstanbul’a götürmemi istedi aslında ama ben onunla yeterince ilgilenemem diye İstanbul’a getirmeyi hiç istemedim. Maalesef orada depreme yakalandı. Keşke getirseydim diyorum şimdi ama bunun için çok geç, depremi orada yaşadı maalesef. Çıkarabilsem herkesi çıkarmak isterdim tabii. İkinci soruna gelecek olursam, hayvanlarımız için, arkadaşlarımız için koşturan çok insan oldu ve ben hala insanlığın olduğunu gördüm. Bunu anlamış oldum. İnsanlar bizim arkadaşlarımız ve ailelerimiz için, daha doğrusu onları enkazlardan çıkartabilmek için iş makinesi buldular. Ses geliyor dediğimizde enkazlara gidip bizim çıkaramadığımız ses oldular. Hayvanlar için mamalar, kutular gönderdiler. Bizim giremediğimiz enkazlara girip hayvanları aradılar. Yaralı gördükleri hayvanların yaralarını sardılar. Kayıp olanları ailelerine ulaştırmak için çok emek verdiler. Çok yalnız kaldığımız bir dönemdi çoğu anlamda ama o bizim gibi hisseden insanların varlığı ve desteğiyle Antakya’ya yakışır bir dayanışma örneği sergilediğimizi düşünüyorum. Tako için gerçekten tanıyan, tanımayan o kadar insan yazdı ki, ne yapabileceklerini soranlar oldu, sadece bulunmasını ümit ettiklerini yazanlar oldu. Kendi hayvanını kaybetmiş olanlar yazdı. "Biz de hayvanımızı arıyoruz nasıl ilerleyebiliriz? Kimlere yazdınız?" diye soranlar oldu. Ben de onların ilanlarını yaymaya çalıştım. Sana da o konuda tüm desteklerin için çok teşekkür ederim. Aynı şekilde senin sayende ulaşabildiğimiz tüm insanlara da teşekkür ederim. Gerçekten çok haklısın söylediklerinde Hatay’ı özellikle hayvanlar konusunda çok yakından takip edebildim. Hatay’a ilk ulaşanların başında veteriner hekimler, hayvan hakları savunucuları ve çeşitli STK'lar vardı. Gerçekten yokluk içinde imkansızlıklar içinde enkazın yarattığı tehlikeler arasında hayvanları kurtarmaya çalıştılar. Sana ulaşan Tako’nun bulunmasına destek veren kimler oldu? HAYSEV Derneği, Siirt Sokak Canları Derneği, bölgeye gelen meslek odalarından görevli veteriner hekimler, bireysel kurtarma ekipleri. Aklıma gelenler bunlar oldu. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Peki, deprem sonrası Antakya’yla, orada bulunan insan ve hayvanlarla alakalı neler söylemek istersin? Şöyle, ben depremden sonra Antakya’ya bayram zamanı gittim. Doğup büyüdüğüm her taşını sokağını adım kadar iyi bildiğim o şehri maalesef tanıyamadım. Yıkım gerçekten her anlamda çok büyük. Ben gittiğimde enkazın çoğu hala duruyordu. Gittiğim zaman önce kaybettiğim insanların mezarlarını ziyaret ettim. Berkcan'ın, Mona yengemin, Lukas’ın, Mari teyzenin mezarlarında onlarla vedalaşabildim. Ama hala inanamıyorum ve kabullenemiyorum. Lukas’ı hala Melek Konağı'nda, Mari teyzeyi evinde hayal ediyorum. Berkcan bu sene üniversite sınavına girecekti. İstanbul'a gelecekti, onu da burada hayal ediyorum. Antakya’yı da hala eski haliyle hatırlıyorum. Her şey çok geç gitti Antakya’ya, bunu kabullenmekte çok zorlanıyorum. Daha erken birileri gerçekten bir şeyler yapsaydı, şu an sevdiklerimin birçoğu gerçekten yanımda olabilirdi. İnsanlar şu an bile hala çok zor koşullarda yaşıyorlar. Bugün Samandağ’da bir okul çıkışından bir kare gördüm. Her yer toz toprak içinde ve enkaz kalıntıları var. Bu çocuklar o yıkıntının içinde okullarına gitmeye, hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Bu durum o çocuklarda çok ciddi travmalara sebep olacak ileride. Maalesef, yaşadıkları yetmezmiş gibi şu an hala korkunç şeylere tanık olmaya devam ediyorlar. Bizler, yani yetişkinler bile yaşadığımız felaketin etkisini atamadık üstümüzden. Şu an orada yaşayan insanların yaşadıklarına tanık olmak bizim için de çok zor. Çünkü durum gerçekten hala çok kötü. Daha yaşlı olan insanlar da devam edemiyor hayatlarına. Antakya bambaşka bir yerdi. Kimse yeni düzene ve Antakya'nın olmayışına alışabilmiş değil. Benim öngörüm Antakya’nın toparlanmak için 10 yıla ihtiyacı olduğu. Tabii, mesleğimin de etkisi var bu çıkarımda. Umarım Antakya hızlıca toparlanır. Bizim de devam edebilmek için buna ihtiyacımız var. Bu toparlanma bizlerde nasıl bir etki bırakacak, onu da çok düşünüyorum. Yapılacak olan her şey o sokaklar o evler bize kaybettiklerimizi hatırlatacak ve her zaman en derin yerimiz eksik kalacak. Bir yanım geri dönmek için can atarken, bir yanım çok korkuyor Antakya’nın asla eskisi gibi olmayacak olmasından. Şu da bir gerçek ki, bizler başka yerde de yapamayız, dolaşıp yine oraya döneceğiz. Korksak da canımız acısa da cesur bir topluluk olduğumuzu düşünüyorum ve hem toprağımızla hem insanımızla hiçbir felaketin koparamayacağı bağlarımız var. Bazen Antakya’ya gittiğimde sıkıldığım İstanbul’a dönmek istediğim zamanlar oluyordu. Keşke şu an insanım, şehrim kalsaydı da ben gidip sıkıntıdan patlasaydım diyorum. Keşke yine gidip "merhaba" demekten oturamadığım, haytalıyı özel kaşığıyla yediğim, Melek Konağı'nda Lukas’ı göreceğimi bildiğim zamanlara dönebilsem... Tako’yu yine evinde korkusuzca oyun oynarken görebilsem... Gerçekten tarif edemeyeceğim bir özlem duyuyorum. Seni çok iyi anlıyorum, şu an hepimiz o özlemi en derinden hissediyoruz. Biraz ortak duygular yaşadığımızı görüyorum bu konuşmaları yaparken. Herkesin umut etmeye ihtiyacı var. Aynı 47 gün boyunca o ortamda hayatta kalan ve ailesine kavuşan Tako gibi biz de Antakyamıza kavuşacağız. Ne kadar süre geçerse geçsin döneceğiz. Tabii, bizler için aynısı olmayacak, acılarımızı göreceğiz eminim ama ben şehrin ruhunun büyük kısmının içinde yaşayan canlılardan geldiğini düşünüyorum. Görüntü aynı olmasa da hisler aynı olacak herkes döndüğünde ve o zaman işte gerçek Antakyalılar gibi yine yaralarımızı biz saracağız. Ben inanıyorum ki, Tako’nun 47 günlük mücadelesi bizlere umut olacak. Bu mücadeleyi kaybedenler için daha da inanarak mücadele etmeye devam edeceğiz. En azından ben böyle düşünüyorum, sen ne dersin? Evet, hala Antakya’da umut var. "Gitmedik, buradayız" diyenlerin sesleri her yerden duyuluyor. Aslında şu an şehir dışında olanlar da Antakya’dan gitmedi, gitmeyeceğiz de. Çalışmaların başlaması da umut verici ama yeterli değil, daha fazla yardım lazım. Şu an Antakya dışında da Antakya’da da herkes mücadelesini sürdürüyor ve hiç kolay değil. Hayvanlar için de durum aynı. Antakya’da şu an sokakta olan hayvanların, bunların içinde deprem öncesi evlerde yaşayanlar da var maalesef, durumu gerçekten çok kötü. İnsanlar için olan imkansızlıklar ve zorluklar, hayvanlar söz konusu olunca katlanarak büyüyor. Çok fazla bir şey istemiyor hayvanlar bizlerden aslında. Yemek, su ve sevgi beklentisi dışında bir istekleri yok. Şu an açlık ve susuzlukla sınanıyorlar ama elinizi uzattığınızda hala gelip kendini sevdiriyor. Bölgede besleme yapan gönüllüler var. Onların desteklenmesi orada yaşayan hayvanlar için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir hayvanla yaşamanın nasıl bir his olduğunu, bunun bir insana nasıl iyi geldiğini çok iyi biliyorum. Şu an Tako iyi ki var. Canım sıkkın olduğunda kucağıma gelip yatması bile bana iyi geliyor. Umarım herkes bunu deneyimleyebilir. Son olarak kimse orayı orada yaşayan canlıları unutmasın bu felaket bize bir ders olsun. Depreme herkes hazırlıklı olsun, kimin ne zaman başına ne gelecek bilemiyoruz, bizler bunu en acı şekilde öğrendik. Depremde hayvanını kaybetmiş sonra bulmuş biri olarak hayvanlarınız açısından da deprem için hazırlıklı olun. Onlar için de deprem çantanız olsun. Taşıma kutunuz evin hep açık ve kolay ulaşılabilir bir yerinde olsun. Hayvanınızın çipli olması böyle bir durumda kaldığınızda işinizi kolaylaştıracaktır. Çipi sayesinde bulunan çok fazla hayvan oldu çünkü. Tabii, böyle durumlarda tüm önlemleri de alsanız işe yaramayabilir. Ama en azından hazırlıklı olmanıza yarar. Umarım bir daha kimse aynı acıları yaşamaz. Bunca şeyden sonra tek istediğim bu olur. Bu olay herkese ders olsun. Bizim hikayemiz de herkese umut olsun. Biz yaşamıyor olsaydık, Tako tek başına hiçbir şey bilmeden sokakta kalacaktı. Şu an yardım etmenin bir yolu da bölgede bulunan hayvanları sahiplenmek. Dediğim gibi, bir hayvanla yaşamak dünyanın en güzel şeyi, umarım herkes bu deneyimi yaşayabilir. Umarım herkes ders çıkarır bu yaşanandan. Tako’nun bulunmasına, sağlığının toparlanmasına da çok seviniyorum. Bize umut oluğunuz için ikinize de çok teşekkür ediyorum. Asıl hikayemizi anlatabilme imkanı tanıdığınız için ben teşekkür ederim. Soley Gazel ve Tako