top of page

"" için 210 öge bulundu

  • Yas, inanç, direniş: Yıkımın ardından somut olmayan mirası yeniden düşünmek

    6 Şubat depreminden sonra ikinci gün, yine hiç uyumadığım bir gecenin sabahı olmak üzereyken eşimin telefonu çaldı. Kısaca konuştu babasıyla telefonda ve kapatır kapatmaz dönüp bana ‘yakıt lazım’ dedi. Yaklaşık 10 saatimizi yakıt bulmak için harcadık çünkü eşimin babası Samandağ’da durmadan cenaze kaldırıyordu. Cenazeleri kaldırmak için gece gündüz çalışıyordu Alevi şeyhleri. Her sokak mezarlıktı. Elektrik yok, yakıt yok, her yer mahşer yeri. Dinin gerekliliklerine göre gömülmek için verilen çaba, insanın var olduğu günden beri hayatın sonlanmasına dair en önemli ritüelin gerçekliğini bir antropolog olarak vurdu yüzüme: Ölüm ve cenaze ritüelleri. Hep okuduğum, öğrencilerime anlattığım ama hiç bu denli acı şekilde deneyimleyeceğimi tahmin edemeyeceğim “insan”a dair en önemli geleneklerden biri. Sevdiğine veda etmenin, bu dünyada yaşanmışlığa şahitliğin yegane ritüeli. Türlü zorluklarla da olsa yakıt bulduk ve devam etti cenazeler kalkmaya. En azından bir mezarı olanlar ve adresi olan yitirdiklerimiz, bulunamayan bedenlerin tesellisiydi. Yine 6 Şubat depreminden dört gün sonra haber alamadığımız bir arkadaşımızın hayatta olduğunu ve köyde evlerinin arka tarafında kalan bir sera içinde yaşam mücadelesi verdiğini öğrendik. Zar zor çeken operatörlere rağmen telefonda konuşmayı başardığımız arkadaşımız, annesinin üzerine elbise dolabı düştüğünü ve muhtemelen birkaç kaburgasının kırıldığını söyledi. Bir şekilde onları tahliye edip Adana’ya hastaneye götürmeyi teklif ettik ama arkadaşımızın annesi Sema[1] teyze ‘Şabani bayramından önce hiçbir yere gitmem ve ben hayvanımı bırakamam burada’ dedi. Şaşkın şaşkın birbirimize baktık. Ne yapsak ne etsek çıkmadı oradan. Arap Aleviler için kutsal günlerden biri olan Şabani bayramı 5 Mart’ta. O tarihten önce Sema teyzenin mutlaka hastaneye gitmesi gerektiği için bir şekilde kurbanlık hayvanı birilerine emanet verip ikna ettik ve hastanede tedavisini tamamladı. Ancak Sema teyzenin kaygısı yine benim için önemli bir ders niteliğinde oldu. Bu kadar büyük bir depremden sonra ilk vazgeçilecek gibi gelen oysa pek çok insan için bedensel temel ihtiyaç kadar hayati olan bir şey kültürel ritüeller ve bağlı olduğu inançlar. Yukarıda bahsettiğim ve aile içinde bizzat yaşadığım örnekler bunlardan yalnızca birkaçı. Yaşadığımız bu iki olayı sizinle paylaşmamın sebebi somut olmayan kültürel miras, topluluk mirası ve kültürel olanın yeniden inşasında can alıcı bazı soruları gündeme getirmenin önemine dikkat çekmek amacını taşıyor. Depremin yarattığı yıkım zaten var olma mücadelesi veren, on yıllardır asimilasyon politikalarına ve farklı türde sosyal ve kültürel baskılara maruz kalan ve tüm bunlara direnen topluluklar için nasıl bir anlam taşıyor? Kentin aldığı yaranın ötesinde somut olmayan kültürel miras bağlamında nasıl bir etki yaratıyor? Ve özellikle Samandağ’da ne gibi kültürel direniş öğeleri ortaya çıkıyor? Bu yazıda amacım bu soruları yanıtlamaya çalışırken bir yandan da deprem sonrası her türlü ihmale ve ekolojik yıkıma rağmen hala direnen ‘gitmedik, buradayız’ diyen herkese kendimce bir katkı sunmaktır. 6 ve 20 Şubat depremlerinin en çok düşündürdüğü ve üzerine konuşulduğu noktalardan biri belleğin kendisinin binaların ötesinde ve somut olarak görünenin çok ötesinde bir olgu olmasıdır. Mekanı mekan yapan unsur, hatırlanma biçimleri, o mekanların yaşanma ve deneyimlenme biçimidir. Bu nedenle kişisel hafızaların yok oluşu toplulukların da kişilerin de belki de en çok korktuğu unsurlardan biridir. Bu korku temelde hafızanın işlevi ile yakından ilgilidir: “hafıza sadece geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurmak işlevini üstlenmez aynı zamanda depoladığı bilgilerin gerekli yerlerde hatırlanması işlevini de yerine getirerek günümüz ve gelecek davranışları etkiler. Hafıza, toplumların ekonomik, sosyolojik ve teknolojik durumlarının tarihsel gelişimine göre değişir ve dönemin şartlarına göre şekillenir” (Kırcı 2015:9). 6 ve 20 Şubat depremleri sonrasında Antakya’da hem sosyal anlamda hem de aidiyet anlamında bize “kimlik” kazandıran pek çok kent mekanının yıkıma uğradığına şahit olduk. Ancak bununla beraber yaşanan zorunlu göç, yerinden edilme, hayata tutunma mücadelesi ve tüm sorunların ortasında “kimliğimizi” oluşturan kültürel, sosyal, gündelik ve hafızamıza dair pek çok somut olmayan unsuru nasıl ve kimden koruyacağımız meselesi daha da önem kazandı. Bu sorunun cevabı tarihsel olarak yaşatmak için büyük çabaların verildiği kültürel mirasın ve büyük yıkıma rağmen gündelik hayatı direnişle ve dayanışmayla kuran toplulukların emeğinde yatmaktadır. Kültürel Mirası Tanımlamak Kültürel miras anıtlar ve objelerin koleksiyonu ile sınırlı değildir. Kültürel miras aynı zamanda, nesilden nesle aktarılan sözlü gelenekleri, gösteri sanatlarını, ritüelleri, şölenleri, toplumsal uygulamaları, doğa ve evrenle ilgili uygulamalar veya el sanatları üretmek için kullanılan beceriler gibi gelenekleri veya yaşayan ifadeleri de kapsar. Bunlar her ne kadar somut olmasa da – elle tutulabilir nitelikte olmamalarından dolayı – kültürel mirasımızın çok önemli bir parçasını oluştururlar. Bu, somut olmayan kültürel mirastır; bizim geliştirdiğimiz pratikleri ve gelenekleri kapsayan ve devamlı olarak yeniden üretilen, mirasın yaşayan bir formudur. Somut olmayan kültürel miras kültürümüzle ilişkili bir aidiyet ve kimlik hissi sağlar. Öte yandan, insanlar halen somut olmayan kültürel mirasın ortaya çıkmasında ve aktarılmasında kilit rol oynamaktadır. Nesiller arası aktarım, kimlik ve kimliğe ait tarihsel, etnik, dinsel tüm pratiklerin hepsi somut olmayan kültürel miras kapsamındadır (UNESCO).[2] Elle tutulmayan pratiklerin korunması ve aktarılması elbette zorlayıcıdır ve acil durumlarda, afet ve yıkım sonrasında tehlike altındaki kültürel mirasın korunması için de bu tür durumlarda yapılması gerekenler yine Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) tarafından belirlenmiştir. “Acil durum sırasında ve sonrasında, tehlike altındaki somut ve somut olmayan kültürel mirasın sabitlenmesi ve risklerin azaltılması için yapılması gereken ivedi ve birbirine bağımlı eylemler”in toplamı olarak ifade edilen “kültürel miras ilk yardımı”nın uygulanması için dört aşamalı bir süreç tanımlanmıştır. Buna göre ilk adım “durum incelemesi”, ikinci adım “olay yerinde risk ve hasar tespiti”, üçüncü adım “emniyet altına alma ve sabitleme” sonraki adım ise “ilk toparlanma”dır.[3] Bu ilk yardım tanımının ve protokolünün ötesinde deprem sonrası Antakya’da oluşan çeşitli sorunlar kültürel öğelerin devamı konusunda endişe yaratmaktadır. Sabitlenmesi, kaydedilmesi ve sonrasında toparlanma için destek görmesi gereken kültürel miras Türkiye’de ihmalin diğer yüzünü oluşturmaktadır. Temel ihtiyaçlar konusunda zorluk yaşayan topluluklar oldukları yerlerden şehir dışına göç etmek zorunda kalmaktadır. Bu da aslında kültürel mirası koruma konusunda en büyük handikabı oluşturmaktadır. Tandon’a (2018) göre, “insanları birbirine bağlayan” ve “bir kimlik duygusu sunan” somut ve somut olmayan kültürel mirasa dair her şey, yıkım ve yer değiştirme sırasında daha da değerli hale gelir. “Bu nedenle, kültürel mirasın korunması ve kurtarılması, acil durum sırasında ve sonrasında sağlanan insani yardımlardan ayrılmamalıdır ve geciktirilmemelidir.” Somut olmayan kültürel mirası korumak, somut, tescilli ve de dünya mirası olarak korunma yollarının bilindiği unsurları korumak kadar basit değil. Tam da bu nedenle bir envanterini tutmanın zor olduğu ancak yerelde pek çok grubun kendi anlam dünyaları içerisinde vazgeçilmez olan ritüelleri ve kültürel öğeleri korumayı konuşmak oldukça elzem. Etno-dinsel ritüeller veya kültürel öğelerin tümü aynı zamanda belirli yaşam tarzlarını ve mekansallığı beraberinde taşır. Bir kültürel öğeyi sürdürmek, korumak ve yaşatmak aslında o kültürel pratiğin çıkışına ve oluş şartlarına geri dönmekle mümkündür. Bu nedenle somut olmayan mirası yaşatmak aslında yeniden dirilişin yolunu döşeyen yegane meselelerden biri olmakla beraber, mekân ve yaşam tarzı gibi pek çok unsuru ilgili toplulukların yeniden var etmesi anlamına gelir. İşte kültürel mirasa dair yerelin söz sahibi olması bu nedenle de ayrıca önemlidir. Kültürel öğelerin tarihselliği ve o pratiklerin nasıl olması gerektiğini yalnızca o topluluk üyeleri tarafından tüm derinliğiyle anlaşılır ve anlatılabilir. Antropolojik perspektif mekanı ‘insan’ üzerinden tanımlar ve aslında mekanı anlamlı kılan toplumsal hafızanın ve anlatıların kendileridir. Bu nedenle Assman (2001), mekânları belleğin saklama kapları olarak görür. Aytaç’ın da Asman’ın kavramsallaştırmasıyla altını çizdiği üzere “mekânlar, toplumun kolektif hafızasının üzerine giydirildiği özel uzaysal elamanlardır. Toplumsal bellek, mekânlara ruh ve desen verir, orada yaşar, orayı kendine ait kılar. Bu sayede mekânlar, kolektif hafızada iz bırakarak somutlaşır ve yerel aidiyetin odağı haline gelirler. Mekân böylelikle, toplumsal olanın, kültürel zihnin ve algısal dünyanın içine sızdığı, onu dönüştürdüğü, yeniden şekillendirdiği/ürettiği bir gerçeklik olarak öne çıkar. Bu yönüyle, mekânlar, bir nevi hafıza mekânları olarak görülebilirler.” (Aytaç, 2013:143). Hafıza mekanları bir bina veya müze olabilirken bir kişi veya kolektif aidiyete ve ortak bir hafızaya işaret eder. Bu nedenle bir muvvel[4] duyduğunuzda, o muvvel size silinmeye çalışılan dilinizi, on yıllarca tarlalarda pamuk toplayan tarım işçisi aile büyüklerinizi ve onların yaşadığı ayrımcılığı hatırlatırken bambaşka bir mekandan ve kültürel topluluktan gelen kişiye hüzünlü ama estetik bir şarkı gibi gelir. Muvveli okuyan da onun size anlattıkları da sizin hafıza mekanınıza dairdir ve kolektif bir hafızanın parçasıdır. Toplumsal bellek kimliği, zamanı ve mekanı inşa eden en temel unsurdur. O yüzden deprem sonrası Antakya’da yeniden inşa edeceğimiz şey birkaç barınağın, binanın çok ötesindedir ve bunun başında toplumsal hafıza gelir. Yas ve yas ritüellerinin somut olmayan kültürel mirasta yeri Kültürel miras düşünüldüğünde ölüm ve cenaze törenleri genelde en son akla gelen unsurlardır. Oysa sosyal ve kültürel antropoloji alanında en çok çalışılan ve araştırılan konulardan biri ölüm ve cenaze ritüelleridir. Ölüm kavramının kendisi kişisel bir olay gibi düşünülse de aslında toplumsal olanın ve kültürel, dinsel ve ekonomik pek çok unsurun kesiştiği bir olaydır. Yas, ölüme dair o yöreye ait kadim bilgiler, inançlar (örneğin reenkarnasyon inancı gibi), cenaze törenlerinde kullanılan tüm objeler ve bu törenlerin tüm pratikleri kültürel mirasın parçasıdır ve nesilden nesle aktarılmazsa yok olur. Pek çok tören gibi cenaze törenleri de “ortak kimliklerini ifade etmelerine olanak” verdiğinden, “topluluk kimliğinin ve aidiyetinin birey tarafından hissedilmesini sağlar” (Atay, 2004:21). Cenaze törenleri ve kaybedilen kişilerin dini pratiklere uygun şekilde gömülmesi, anılması ve Arap Alevi geleneğinde olduğu gibi yedinci ve kırkıncı günde yemek, bahur gibi ritüellerin gerçekleştirilmesi yalnızca kültürel olan korumak değil giden kişilere karşı vazifeyi getirmek anlamına gelir. 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası en acı şekilde deneyimlenen kayıp bu cenaze ritüellerinin yeterli düzeyde yerine getirilmemiş olmasıydı. Bu yazının giriş bölümünde verdiğim örnekte olduğu gibi ölümlerin çok fazla sayıda olması din adamlarının cenazelere yetişmek için olağanüstü çabayı bile yetersiz bıraktı. Ancak Samandağ’da depremden sonra kaybettiklerimizin kırkıncı gününde yapılan kadınların bahur ve reyhanlarla yürüyüşü, ‘Hüznümüz isyanımızdır’ eylemi, kimlik ve kültürel olanın anlamının ne kadar güçlü olduğunu ve yas ve cenaze ritüellerinin “birliktelik” ve birlikte yasa katılım ile acıları azaltmanın ne kadar toplumsal bir mesele olduğunu gösterdi. Depremden sonra kaybettiklerimizin 40. gününde Samandağlı kadınlar eşi görülmemiş bir rituel gerçekleştirdi. Her sokağı mezarlık olmuş Samandag’da ellerinde bahur ve reyhanlarla yürüdüler. “Hüznümüz isyanımızdır” olarak bilinen bu eylem kolektif yasın, mahalleye, kente tutulan yasın direnişe kattığı boyutu göstermesi açısından da önemli. Kenti yeniden ayağa kaldırmada acının ve yasın ortaklığı büyük bir rol oynamakta. Antakya, bir yandan fiziksel olarak varolma mücadelesi veren halkların bir yandan da birlikte eyleme geçerek kültürel devamlılık ve varoluş mücadelesine giden birbiri içine geçmiş bir süreci deneyimlemeye devam etmekte. İşte bu bağlamda deprem sonrası kültürel devamlılığının asli unsurları olan bazı bayramların yıkımın ortasında bile olsa yapılması hem Aleviler hem de Antakya halklarının her biri için en büyük kültürel direniş sembolleri olarak kayda geçti. Bu bayramlardan ikisine bizzat katılarak ve deprem sonrasında ‘bir araya’ geliş ve kültürel olanı korumak için özellikle Samandağlıların nasıl olağanüstü bir çaba gösterdiklerini deneyimledim. Yazının bundan sonraki bölümlerinde bu iki bayramı ve deprem sonrası topluluk mirasının ne kadar önemli birer parçası olduğunu anlatmaya gayret edeceğim. Depremden sonra her bir yanı yara almış Hatay’da her sene büyük bir özenle kutlanan ve Arap Aleviler için oldukça büyük ve anlamlı olan bayramların –Gadir Hum ve Evvel Temmuz- yine olağanüstü bir çabayla kutlanması ve deprem sonrası dayanışmanın da sembolü haline gelen kutsal yemek “hırise”nin pişirilmesi kültürel direnişin en büyük iki örneğini oluşturuyor. Depremden sonra Gadir Hum Bayramı ve “hırise” Gadir Hum, Arap Aleviler için en büyük ve en kutsal bayram olarak kabul edilir. Bunun nedeni hem önemli bir olayın anılması ve böylece yapılan haksızlığın tekrar tekrar hatırlatılarak belleğe işlenmesi hem de çok eski zamanlarda vuku bulmuş olmasıdır. Hatıraların, aynı şekilde, bir diğer dayanak noktası da yaşanan mekanlardır. Mekan, aidiyet duygusunu güçlendirir; dolayısıyla, kendini özel kimliğiyle belirlemek ve aidiyet duygusunu güçlendirmek isteyen her grup ortak mekanlar yaratır (Can 2011). Deprem sonrasında bu sene 5 Temmuz tarihinde Gadir Hum bayramının zor şartlar altında bile olsa mümkün olduğunca aynı mekanlarda ve mümkün olmadığı zamanlarda alternatif üreterek yine pek çok biçimde kutlandığını gördük. Hırise, Samandağ, 2023. Foto: Şule Can Gadir Hum tarihsel olarak egemen İslam tarihini de direnişi simgeleyen bir kutsallık taşımakta. İslam tarihinde “Ğadir-Hum” olayı Peygamberden sonra Hz. Ali'nin halife olacağının ilan edildiği ve bununla birlikte dinin kemale erdiğinin (tamamlandığının) tebliği olarak kabul edilir. Hz. Peygamber, Hac ve Umre ziyaretini yapmak üzere Hicret'in 10. yılında tüm sahabeleri ile birlikte Mekke'ye hacca gider. Hac dönüşünde Ğadir-Hum denilen mahalle gelindiğinde Hz. Peygamber, yanı başında duran Hz. Ali'nin elini tutup havaya kaldırır ve şunları söyler: “Ali'nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız” der ve şöyle devam eder: “Ben kimin Mevla'sı isem, Ali de onun Mevla'sıdır.” Böylece Ali'yi İslam aleminin yegane adresi olarak gösterir. Aleviler ve tüm Ehl-i Beyt dostları, Hz. Peygamber'in bu hutbeyi okuduğu Zilhicce ayının 18. gününü “Gadir Hum Bayramı” olarak kutlarlar. Bu olay temelde bir ayrışmaya da işaret eder çünkü Gadir Hum Hz. Ali’nin vasi olarak adres gösterilmesinin kanıtı olarak bilinen bir biattır ancak sonrasında Hz. Ali haksızlığa uğramış ve Hz. Ali’nin yolundan gidenler ile gitmeyenler arasında bir ayrışma yaşanmıştır. Bu nedenle Gadir Hum günümüzde ve deprem sonrasında daha da fazla her Arap Alevi için hafızanın başlangıcı ve egemene karşı tarihi yansıtıyor. Hırisenin dövülmesi, Samandağ 2023. Foto: Şule Can Gadir Hum bayramı gündelik hayata dair de pratikleri belirleyen bir bayram. Gadir Hum bayramı, Arap Alevi dinsel pratiklerinden oldukça uzak yaşayan Samandağlı bireyler için bile oldukça kutsal görülen ve bir şekilde ritüellerine dahil olunan bir bayramdır. Hatırlamanın en önemli pratiği olmasının yanı sıra geçmişin kurulmasına yardımcı olan anlatıların yinelendiği “en büyük” diye nitelenen bir bayramdır. Gadir Hum ritüelinde, Samandağ’ın hemen her hanesinde kurbanlar kesilir, bunu izleyen toplu namazlar kılınır ve akşamları aile ziyaretleri yapılır. Kadınlar gün içerisinde çocuklarıyla beraber en kutsal görünen ibadet mekanlarına “ziyaretlere” giderek ibadetlerinin gerçekleştirirler. Bugünün en önemli özelliği, o gün Samandağ’da ve Antakya’nın büyük bir kısmında “hayat”ın tam anlamıyla durmasıdır. Bu kutsal günde özellikle Arap Aleviler işe gitmez, esnaf işyerlerini açmaz, kamu çalışanları izin alır ve öğrencilerin pek çoğu okula gitmez. Ayrıca herhangi bir ev işi de yapıldığı görülmez. Hatta inanışa göre, bugünde “ölüler bile rahat bırakılır ve ahirette sorgu, sual olmaz.” Deprem sonrasında aynı şekilde herkesin Gadir Hum’da bir araya gelmesi ve yine hırise pişirilip ibadetlerin gerçekleşmesi için büyük bir çaba vardı ve benim de parçası olduğum bir ritüelde bu ortaklığın verdiği gücü hissetme şansı buldum. Ortak mekan aynı zamanda ortak kimliğin mekanıdır. Ait olunan, ortak mekan, yani “bizim” mekanımız, bireysel kimliğin ortak kimlikle bütünleşmesine yardımcı olur. Memlekete, köyüne ya da gündelik hayatın hafıza mekanları olan herhangi bir ortak mekana duyulan özlem aynı zamanda ortak kimliğe bağlılığın da aracıdır. Grup ve mekan bir arada, sembolik bir ortak yaşam kurarlar; grup kendi mekanından ayrı düşse de, bu birlikteliği, kutsal mekanları ve zamanları sembolik olarak yeniden üreterek yaşatır. (Assmann, 2001:43) Kutsal mekanın ve ortak yaşanılan zamanın yeniden üretimi aynı zamanda ortak kimliğe referans olan simgelerin anımsanmasıdır (Can 2011). Evvel Temmuz Ritüeller topluluk üyelerinin yaşamına değer ve anlam kazandırır. Ritüellerin göz ardı edilemeyecek diğer bir özelliği de yinelenmesidir. Yinelenme, geçmişle ilişkiyi kurmasından ziyade, ritüellerin sürekliliğinin hiç kesintiye uğramamış olduğu düşüncesini belleğe yerleştirmektir. Bu nedenle hem kutsallık atfeden hem de Türkiye’nin modern tarihi ve hatta öncesinde bile pek çok kere asimilasyon politikalarına maruz kalmış toplulukların bir araya gelişinde oldukça önemli rol oynayan bayram ve cenaze ritüelleri kesintiye uğramadığı için kültürel direniş sembolleridir. 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası Evvel Temmuz Bayramı’nın 11-15 Temmuz tarihlerinde gelenekselleşen bir festival olarak yapılması da Evvel Temmuz ve bölgedeki halkların tarihi ve kültürel devamlılık için gösterdikleri çaba açısından ayrı bir anlam taşımakta. Evvel Temmuz ‘Temmuz ayının başlangıcı’ anlamına gelen ve yaklaşık beş bin yıl öncesine uzanan bir tarihi olan bölgesel bir bayram. Temmuz ayı çok tanrılı bir din sistemine sahip olan Sümerler döneminde hasadın yapıldığı ve bir sonraki hasat döneminin bereketli geçmesi için bereket tanrısı Tammuz’a kurbanların adandığı ve şenliklerin yapıldığı aydır. Bugün daha çok Arap Alevilerle özdeşleştirilen Evvel Temmuz bayramı aslında tek tanrılı dinlere geçişten sonra çok tanrılı dinlerden kalan nadir geleneklerden biri. Ancak Evvel Temmuz’un kökeninin nereye dayandığına dair birden fazla açıklama olduğunu söylemek gerekir. Birincisi Sümerlere dayanırken ikincisi de Hıristiyan havarileriyle ilgili bir olaya dayanmaktadır. [5] Bölgesel ve kültürel anlamda Evvel Temmuz ritüelleri bize toprağı, doğayı ve birlikteliğin gücünü hatırlatıyor. Her sene ritüellere eklenen ve gençleri daha çok cezbeden popüler bir festival ile birleştirilen bu ritüel artık bereketin ötesinde yeni anlamlar barındırıyor. Öncelikle festivalin şu anki halini 2001’de Samandağ Kalkındırma Derneği kurulduktan sonra aldığını not düşmek gerek. Festival önceleri 2-3 gün sürerken, son birkaç yıldır gündemi ele alan çeşitli paneller, kitap söyleşileri veya film gösterimleri ile 5-6 güne yayılıyor. Festivalin sol-sosyalist kültür açısından da politik bir belleği var. Örneğin, 1980 yılında darbe nedeniyle bayram kutlamaları yasaklanmış ve bu bellek engellenmeye çalışılmıştı (Zubari 2016). Kültürel baskıya karşı Evvel Temmuz bayramları festivale dönüştü. Festivallere davet edilen sanatçılar, feminist örgütlerin görünürlüğü ve örgütlenme pratikleri ile ilgili yapılan etkinlikler, düzenlenen paneller ve sinema gösterimleri hem kentin hem de Samandağ’da yaşayan toplulukların asimilasyon politikalarına karşı duruşu niteliğinde oldu. Festival, tarihsel olarak işçi sınıfı hareketleri ve sol hareketlerin güçlü olduğu Samandağ’ın bu kimliğinin temsili haline geldi. Samandağ’ın politik anlamda temsilini yansıtırken festivalin ücretsiz ve sahilde tüm halka açık olması da ayrıca bir duruşu simgeliyor. 23. Evvel Temmuz Festivali, 2023. Samandağ. Foto: Tuncay Yılmaz Belleğin yitip gittiği, dilin unutulmaya yüz tuttuğu ve her gün biraz daha nefessiz kaldığımız bir dönemde bu festivalin devamlılığı en büyük direniştir. Deprem sonrasında “memleket” üzerine düşünmenin, bir kentin yasını tutmanın ne demek olduğunu deneyimlerken birbirimize tutunup dirilmenin yollarını aramaya başladık. İşte bu festivalin artık yeni bir anlamı ve misyonu var: gidenlerin hatırladıkları haliyle memlekete dönüp yine hasretle sarılacakları “memleket” duygusunu tattırmak. Evvel Temmuz, artık depremden sonra gidenlerin ve özellikle kadınların geri dönüp birbirine sarılıp ağladığı, umutlandığı ve “ev” denilen şeyi yeniden tanımladığı bir zaman olacak uzunca bir süre. Antakya üzerinden düşündüğümüzde deprem sonrası yas, inanç ve direniş halklar için somut olamayan kültürel mirası yeniden tanımlayan bir süreci karşımıza çıkardı. Yas ritüelleri ve kültürel devamlılığı esas alan tüm eylemlilik gündelik hayatı ören ve somut olmayan kültürel mirası hayatın her alanında var olan canlı bir unsur olarak bizi yeniden düşünmeye davet ediyor. Sonuç yerine 6 Şubat depremleriyle hayatımızın bir daha hiç eskisi gibi olmayacağı büyüklükte bir yara aldık. Antakya geleceğini göremediği belirsiz günler yaşıyor ve Antakya’nın kadim etno-dinsel toplulukları ülkenin her bir yanına göç etmek zorunda kalmış durumda. Geri dönüş yollarını her gün arayan bizler kentin geleceğini inşa ederken söz sahibi olmanın da arayışı içinde hala yaşamı kurmak için her gün direnmekteyiz. Hafızalarımızda gömülü pek çok insanı, mekanı, hikayeyi ve değeri kaybettik. Yaşam mücadelesi içinde hiçbirinin yasını yeterince tutamadan bir kentin savunmasının içinde bulduk kendimizi. Binaları, yerleri ve sokakları ‘mekan’ yapan bizim hafızamız. Sahip çıktığımız sosyal ve kültürel hafıza aslında her mekanın ve her anın bekçisi. Biz kültürel kimlik öğelerimize sahip çıkarak ve ritüellerimize deprem sonrasında da dört elle sarılarak ‘bizim’ olan tüm mekanları yeniden kurmaktayız. Binaları aynı şekilde inşa etmenin ötesinde bir şeydir hafızayı kurmak ve yaşatmak. Bu nedenle Antakya’ya dair yaşattığımız her şey tüm gerçekliğiyle, yasıyla, inancıyla direnişin birer parçası olarak hem bugünü hem geleceği inşa edecektir. [1]Kişilerin bilgilerini gizli tutmak amacıyla kullanılan isimler gerçek değildir. [2]https://www.unesco.org.tr/Pages/168/19 [3]http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=445&RecID=5898#Section6 [4]Arapça uzun hava tarzı şarkılara/ağıtlara verilen genel ad. [5]https://www.nehna.org/post/tammuz-a-kurban-hasada-dua-halklara-selam-evvel-temmuz KAYNAKÇA Assman J. 2001. Kültürel bellek: Eski kültürlerde yazı, hatırlama ve politik kimlik. (A. Tekin, Çev.), Ayrıntı Yayınları. Atay, T. 2004. Din Hayattan Çıkar- Antropolojik Denemeler, İletişim Yayınları. Aytaç, Ö. 2013. Kent Mekanları ve Kimlik/Farklılık Sorunu. Idealkent, 9:138-169. Can, Ş. 2011. Nusayrilik, Sır ve Direniş. İstanbul Bilgi Üniversitesi. Yüksek lisans tezi. Kırcı, A.B 2015. Zamana Direnmek: Kişisel Hafıza Mekanları Başkent Üniversitesi. Yüksek lisans tezi. Tandon, A., 2018. Kriz Zamanlarında Kültürel Miras için İlk Yardım. Kültürel Varlıkların Korunması ve Restorasyonu için Uluslararası Çalışma Merkezi (ICCROM), Roma. Zubari, İ. 2016. Doğu Akdeniz'in Asi Coğrafyası: Samandağ. Samandağ Hizmet Vakfı Kültür Yayını.

  • “Nefret söylemi, dışlama pratiklerini meşrulaştıran bir araca dönüştü”

    Depremden hemen sonra bölgeye giderek kapsamlı bir araştırma yapan ve araştırma sonuçlarını raporlaştıran Göç Araştırmaları Derneği (GAR) üyelerinden Doç. Didem Danış, Doç. Deniz Sert ve Dr. Eda Sevinin’le Hatay özelinde afet sonrası göçlere odaklanarak bölgede yaşananlara değindik. Afet ile göçün ilişkisine odaklandığımız bu röportajda, göç eden ailelerin sorunlarını, göçmen ve mültecilerin afetteki konumlarını, sivil toplumu, eğitim sorunlarını ve yeniden inşa konusundaki araştırma bulgularını ele aldık. Bu röportajın öncelikle nefret dilini kullanarak bir felaketin insani boyutlarını örten örtüyü aralamasını, insani ihtiyaçların görülür hale gelmesini ve yeniden inşaa denince aklımıza gelen soruların cevaplarına ışık tutmasını umuyorum. Röportaj: Elifsena Biroğlu GAR’ın raporunda belirtildiği üzere depremden hemen sonra gittiğiniz kentler arasında Hatay da var. Samandağ, Antakya ve Kırıkhan’a gittiğinizi okudum. Bu bölgeye vardığınızda ilk hissettiğiniz şey ne oldu? DS: Biz öncelikle Kayseri’ye uçtuk sonra da arabayla Maraş’a gittik. Oraya vardığımızda Maraş bizi gerçekten çok zorladı. Antep’te ise yıkımın tahminimizden kısmen az olması nispeten iyi bir şeydi. Ama sonrasında Antakya, Samandağ ve Kırıkhan’a gittiğimizde benim hissettiğim çok büyük bir çaresizlik hissiydi. Açıkçası öfke de hissettim. Daha önce Antakya’ya gitmiştim, çok sevdiğim ve güzel anılarım olan bir yerdi. Çok yoğun duygular yaşadığımız bir saha oldu. DD: Çok sayıda şehri geçerek Hatay’a vardık. Maraş, Pazarcık, Antep, Islahiye ve Nurdağı rotası üzerinden Antakya’ya geldik. Daha önce çok kez gittiğim bir bölgeydi, deprem sonrasında gördüğüm manzara ise inanılmazdı. İlk hissiyatım her şeyin gerçek üstü ve apokaliptik oluşuna dairdi. İnanması mümkün olmayan bir görüntü vardı. Samandağ’a gittiğimizde “Bundan daha kötü ne olabilir?” dedik. Bölgeye ilk ulaşabildiğimiz tarih Şubat’ın son günleriydi. O gün henüz yollardan enkaz kaldırılamamıştı. Dolayısıyla çok kaotik bir ortam vardı. Çok büyük bir acı hissettim. ES: Yol boyunca birbirimizi güçlü tutmaya çalıştık. Yıkımın büyüklüğü dehşet vericiydi, deprem denince akla gelen yıkımların çok ötesinde bir şeye şahit olduk. Bir yandan da Hatay’da yalnız bırakılmışlığı gözlemledim. Sivil toplumun da kendi kendine mücadele etmek zorunda kalmasını görmek biraz kızdırmıştı. Çünkü hocaların bahsettiği gibi belirli bir hattan geçmiştik ve Islahiye ile Nurdağı’nda nispeten çadırkentler yapılıyordu. Ancak bu dönemde Hatay’da hala daha su sorununu konuşuyorduk. Yapılabilecekler farklı olabilirdi. Hatay’da araştırma yaparken hiç unutamadığınız bir şeye şahit oldunuz mu? DD: Bunca yerden geçip görmediğimiz bir şeyi Hatay’da görmüştük. Ağır silahlı askerleri görmek beni şaşırtmıştı, enkazların önünde bekliyorlardı. DS: Yıkılan Rönesans’ı hatırlar mısınız? Çocuklarımı büyütürken bana yardımcı olan ve çocuklarım üzerinde büyük emeği olan bir kadın vardı. Sonrasında evlendi ve çocuğu oldu. Depremden sonra ondan hiç haber alamadım. Meğerse Rönesans’ta oturuyormuş, zaten hala bulunamadı. Antakya’ya gittiğimizde Rönesans’ın önüne gittim ve alan tertemizdi. Tüm molozlar kaldırılmıştı. Bunu unutamıyorum. Daha sonraki gidişlerimde hafızama kazınan bir diğer şey de bölgeye dışarıdan gidenlerin iyi olmasının oradakilere iyi gelmeseydi. Size hep bir şeyler ikram etmeye çalışıyorlar. Bu çok acayip bir şey. ES: Sizin sorularınızı duydukça aslında hiçbir şeyin üzerine konuşmadığımızı fark ediyorum. Raporu bir görev bilinciyle yazdık ama geçtiğimiz adımları şu an hatırlıyorum. Hatay’ın girişinden Samandağ’a kadar gördüklerimin hiçbirini unutamıyorum. Çünkü baştan sona bir felakete tanık olduk. DD: Hepimiz için çok ağır bir deneyimdi. Kelimeleri bulmak çok zor. Çok etkilendiğim şeylerden biri de kendi doğallığı içinde ortada bir tür dayanıklılık görmek oldu. Bu kadar olağanüstü bir olaydan sonra insanın hayata ve birbirine tutunması, dayanışma içinde bir şeyler yapılması -elbette kötülükler de vardı- insana dair güzelliklerin ortaya çıkabildiği bir ortamın hala daha varlığı, devam edebilme gücü veriyordu. Raporda belirttiğiniz üzere, bazı ailelerin depremden sonra “bağ evleri”ne göç ettikleri ve bir şekilde birleşerek nispeten güvenli hissettikleri evlerde yaşamaya başladıklarını gözlemlemişsiniz. Göçmenler ve mülteciler için böyle bir durum söz konusu oldu mu? Göç ettiler mi? DS: Homojen bir gruptan bahsetmiyoruz. Kimisi elbette başka şehirde yaşayan akrabalarının yanına gitti. Ancak “bağ evi olan bir göçmen” hiç duymadım. Bu sebeple imkanlar kısıtlı. Ayrıca depremden önce bağ evi gibi alçak katlı ve eski yerler sahiplerinin gözünde değerli olmadığı için genellikle “yabancılara” kiralanıyordu. Fakat bu evler depremde yıkılmayınca bazı kiracıların buradan çıkartıldıkları ve depremzede ev sahiplerinin yerleştiklerini gözlemledik. DD: Nüfus hareketleri açısından birkaç tane temel hareket tespit ettik. İlk depremden sonra insanlar ya görece az hasarlı köylerine yöneldiler ki, bu da bazı köylerin nüfusunu beş - altı katına çıkardı. Deprem bölgesi dışında akrabaları olanlar da bu şehirlere sığındılar. Özellikle Hataylılar için Ankara bir çekim merkezi oldu. Bu özellikle çocuklu ailelerin eğitim için tercih ettikleri bir yoldu. Köyde kısmen güvenli bir alan olsa da eğitim bir sorun. Bu çözümler yerli halk için geçerli tabii. Mültecilerin elbette evleri olmadığı için “kendi evlerine” gidemediler. En önemlisi ise mültecilerin Kırıkhan ve Antakya gibi yerlerde en kötü koşullardaki evlerde yaşadıklarını düşünürsek aslında yıkımdan büyük oranda etkilendiklerini söyleyebiliriz. Dolayısıyla can ve mal kayıpları çok oldu. O bölgede sığınabilecekleri köyleri yoktu ve önemli bir kısım Konya ve Karaman civarına gitti, bir kısım da kendi imkanlarıyla barınma sorunlarını çözmeye çalıştılar. Gözlemlerimiz bu anlamda oldukça karamsar. Bir de tabii bir süre sonra çadırkentler kuruldu. ES: Kırsala geçme konusunu düşününce bir de o dönemki soğuk havayı da hesaba katmak gerekiyor. Tarımda çalışan mültecilerin o soğuk dönemde seralarda barınmak durumunda kaldığı bize anlatıldı. Doğrudan tanıdığımız biri yok ama böyle anlatıları duyduk. Göçmen ve mültecilerin imkanları nispeten daha kısıtlıydı. Çünkü anladığımız kadarıyla çadır paylaşımında da sorunlar oldu. Mesela bazen yerli halkın mültecilerle aynı çadırda veya yakın şekilde kalmak istemediğini gözlemledik. Dolayısıyla tarlada kalmak, gözden uzak olmak anlamına da gelmiş olabilir. Raporda Samandağ ve Kırıkhan örnekleri üzerinden barınma konusunda imkan eşitsizliğinden ve buna yol açan sebeplerden bahsedilmiş. Peki, bu eşitsizlikten dezavantajlı gruplar nasıl etkilendi? ES: Aslında eşitsizlik birçok alanda gözlemlendi, sadece mülteciler özelinde konuşmak yeterli değil. Örneğin; sınıfsal anlamda, toplumsal cinsiyet anlamında… Depremin ilk ayı hak ihlallerini hepimize düşündürdü. “Bir şey olursa ilk onlar etkilenir” dediğimiz grupların gerçekten de ilk etkilenenler olduğunu tespit ettik. Ciddi bir ekonomik eşitsizlikten de bahsediyoruz bu depremde. Sağlam kalan evlere taşınabilecek ekonomik güç, insani yardımlara adil erişim gibi sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Tahliye olanaklarından birçok göçmen ve mültecinin yararlanamadığını da biliyoruz. Bu noktada STK’ların koordinasyonları önem kazandı. Yine de mevcut eşitsizlikler daha da görünür hale geldi. Nefret söylemi de maalesef engellenemedi. Oysaki göçmenlerle ilgilenen STK’lar aslında hem bu gruplara hem de yerli halka yardımlarda bulunmuşlardı. Ancak bu dil yardımlaşmayı da aksattı. DD: Çadırkent yerleşimlerinde de sıkça ötekileştirilmelere şahit olduk. Aslında bunu meşrulaştırılan hepimizin de farkında olduğu nefret dilinin yaygınlaştırılmasıydı. Mülteciler hırsızlıkla ve yağmacılıkla suçlandı, bunu sahada biz de birebir STK çalışanlarından ve yerli halktan sıkça duyduk. Fakat şunu belirtmek lazım: “Bir göçmen veya mülteci bu suçu kesinlikle işlememiştir!” gibi bir şeyi asla söylemiyorum. Çok kaotik bir durumda ciddi anlamda sorunlar yaşandı. İhtiyacından fazlasını alanlar da mutlaka oldu ve bunların içinde mutlaka bu ihlali yapanlar arasında mülteciler ve göçmenler de oldu. Burada altını çizmek istediğimiz şey, bazı kişilerin yaptığı bireysel yanlışların tüm gruba yüklenmesinin yanlış olduğu. Bireysel bir suçu genele yıkmanın sonucunda tüm grup şeytanlaştırıldı ve mültecilerin yardımlara erişimi engellendi. Nefret söylemi aslında dışlama pratiklerini meşrulaştıran bir araca dönüştü. Sonrasında da, seçim sürecindeki artan gergin söylemler ortaya çıktı. Sanki muhalefetin seçim kaybetmesinin tek sebebi göçmenler ve mültecilermiş gibi söylemler oldu. DS: “Çadırkentlere kurulan tuvaletlerin kokusu nereye gidiyorsa Suriyelilerin çadırı da oraya koyulsun!” gibi söylemleri de duyduk sahada. Oldukça zor bir durumdu. Doç. Deniz Sert- Doç. Didem Danış- Dr.Eda Sevinin Gönderilen ulusal/uluslararası insani yardım yeterli miydi? DS: Görüştüğümüz kişiler, gönderilen yardımların yardımı dağıtma yetkisi olan kurumlara verildiğini söyledi. Dolayısıyla belki de yardım yeterliydi, ama dağıtım? ES: Türkiye’de özellikle de göç alanında sivil toplum aslında çok güçlü. Ancak 2022’den sonra, örneğin Birleşmiş Milletler’in yardım fonlarının başka yerlere aktarılacağı bilgisi dolaşıma girdi. Ukrayna’da, Sudan’da bazı krizler patladı ve böylece aslında dikkatler dağıldı. Aslında Türkiye’de deneyimli ve bilgi birikimi zengin bir STK ağı var. Bu sebeple kriz anında STK’lar oldukça hızlı koordine olabilirlerdi. Fakat bahsettiğimiz nefret söylemi, asıl alanı göç olan STK’ların faaliyetlerini de kısıtladı. Nefret söylemi “yapabilirlik”lerin sınırlarını zorladı. Biraz da geçici barınma alanlarında yaşayan kişilerin ilişkilerine değinelim istiyorum. Örneğin bu mekanlarda yerli ve göçmen kadınların, çocukların ilişkileri birbirleriyle nasıl ilerliyor? DS: GAR’ın ilk yayınlanan raporunun[1] ardından bu konuyu konuştuğumuzda çocuklara dağıtılan oyuncaklar arasında bazı ayrıştırmalar olduğundan bahsedildi. DD: İlk seyahatimiz aslında çok hızlı bir değerlendirmeydi. Esas gözlemlerimi üçüncü saha ziyaretimde edinebildim. Çadırkentler, konteyner alanlarında ciddi bir dışlama olduğunu söyleyebiliriz göçmenlere karşı. Fakat bunu herkesin yaptığını söylemek de yanlış olacaktır. İnsani yardım dağıtanlar arasında oldukça adil davrananlar da var. Deprem sonrasında yerine getirilmeyen bazı ihtiyaçlar var ve insanların zor durumda kalmaları bireylerin tepkilerini çekiyor. Dolayısıyla insanlar tepkilerini en yakınlarındakine yansıtıyor. Bu elbette durumu meşrulaştırmaz. Ancak insanlar da en hafif tabiriyle altüst olmuş durumdalar. Kadınlar, çocuklar üzerinde yansımalar da gözlemlenebiliyor. Eğitim başladığında neler oldu? Yerli çocuklar ve göçmen çocuklar eğitime başlarken farklılıklar gözlemlediniz mi? Ortak problemler varsa nelerdi? DS: Okul meselesinde, mülteci çocukları bırakın yerli çocuklar bile eğitime erişimde sorunlar yaşadılar. O dönemde açılabilen okul sayısı çok azdı, taşımalı eğitim de yapılamadı maalesef. Benim ikinci saha ziyaretimde bu gibi sorunlar devam ediyordu. Dolayısıyla yerli çocuklar ne yaşadılarsa göçmen çocuklar da aynı sorunları yaşamışlardır. Tüm halk için insani sorunlar ortak. DD: Hatay’daki farklı ilçelerden öğretmen arkadaşlarım bana bazı gözlemlerini anlattılar. İlk olarak şunu söylemeliyim, toplumsal eşitsizlikler deprem sonrasında da kendini gösteriyor. Bunlarda hem depremin yarattığı yeni eşitsizlikler hem de kişilerin sosyo-ekonomik durumlarının getirdiği avantaj ve dezavantajlar etkili. Herkes için en temel sorunlardan birisi eğitim. Hatay genelinde Reyhanlı-Yayladağ gibi nispeten daha az yıkımın olduğu ilçelerde okullar daha erken açıldı. Ama buralarda da eğitim tam randımanlı başlayamadı, çünkü katılım görece düşük kaldı ve eğitimin niteliği deprem dışı bölgelerdeki gibi ilerlemedi. Daha sonra Antakya-Defne-Samandağ gibi ilçelerde sağlam kalan okul binalarında eğitim başladı. Fakat bu koşullar da eğitim için pek kaliteli değildi, sanırım esas amaç çocukların okul ortamında biraz olsun “normal” hissebilmeseydi. Bölgede çok ciddi sayıda okul yıkılmış durumda. Birçok aile de köylere göç etmiş. Antakya merkezde, Kırıkhan merkezinde nüfus azalmış durumda. Hatay’dan göç edebilen aileler, çocuklarını göç ettikleri yerlerdeki okullara gönderdiler. Yaz tatiliyle beraber görece sağlam kalmayı başarmış yerlere geri dönüşler hızla devam ediyor. Bu da bence önemli bir mesele. Önümüzdeki eğitim-öğretim döneminde, Hatay’da okulların yeniden açılabilmesi ve nitelikli eğitim verilebilmesi, geri dönüşlerin geçici mi yoksa kalıcı mı olacağı konusunda önemli bir belirleyici olacak. Yeniden inşaa sürecini düşündüğümüzde neler yapılmalı? Dezavantajlı grupları da düşününce kimlere hangi görevler düşüyor? DS: Genel olarak herkes için yapılması gerekenlerde eksiklikler var, dezavantajlı gruplar konusunda ne söylesek eksik kalacaktır. En başta bina güvenliği sağlaması, denetimler yapması gerekenlerin işini yapması gerekiyor. Tüm eksikleri sadece sivil toplumun düşünmesi gerçekten onların görevi mi? DD: Merkezi otoritenin yapması gereken çok fazla şey var. Sivil toplum ve yerel aktörler sorunların çözülebilmesi için birlikte, daha yerelden ve daha içeriden bilgi üretebiliyorlar. Bu sebeple karar mekanizmalarında kolektif bir şekilde yer almaları, yeni projeler üretebilmeleri, tüm aşamalara katılabilmeleri çok önemli. ES: Katılımcılığa inanıyorum, fakat ne tür bir katılımcılık? STK’ların çabalarını biliyoruz, kamusal alanın yeniden inşasından bahsediyoruz. Ne kadar koordinasyon çabasında olsak da burada kapsayıcılık ve dahil etme süreçleri çok önemli. En küçük ayrıntıdan, barınma, eğitim, sağlık gibi birçok konuda çözüm üretilmesi gerekiyor. Sizce birlikte yaşayabiliyor muyuz? Afet dönemleri insanları birleştirir mi? Hatay’da birlikte yaşam için ne söylersiniz? DS: Hem evet hem hayır. Her ülkenin vatandaşı kendi içinde bile birlikte yaşamak istemiyor olabilir. Afet dönemleri ise evet, bazen birleştirir. Hatay, tarihinden gelen şekilde “birlikte yaşayan” bir yer. Ancak toplumdaki ayrımcılık gibi konular çözümlenemezse insanlar arasındaki memnuniyetsizlikler artacaktır. DD: Antakya, birlikte yaşam konusunda çok özel bir yer. Bunu mümkün kılan da organik şekilde gelişmiş ve uzun zamana yayılmış bir barınma düzeni. Farklı dinlerin, mezhepsel grupların birlikte ama belirli bir düzen içinde yaşadığını biliyoruz. Depremde ise muazzam bir yıkım oldu. Mevcut koşullarda, çadırkentler geçici olarak barınma konusunda çözümler sundu. Antakya gibi, Hatay gibi farklı grupların uzun yıllara dayanan “uzak ama yakın”, “mesafeli ama ilişkili” yerleşim örüntüsünden, bugün konteyner ve çadırkentlerde “fazla yakın” yaşamayı gerektiren bir örüntüyle karşılaşıyoruz. Haziran ayında Kırıkhan’a gittiğimde görüştüğüm yetkililer, konteynerkentlerdeki yerleşimlerde bir Abdal ailesinin yanına bir memur ailesinin yerleştirildiğini anlattı. Düşünebiliyor musunuz? Yan yana iki konteynerde çok farklı sosyo-kültürel özelliklere sahip, ev içi ve dışı gündelik pratikleri farklı olan iki aile yaşıyor. Konteynerin dışına çıktıklarında “fazla yakın” karşılaşmalar yaşanıyor. Aslında kendi içinde çeşitli “gerilimler” taşıyan yeni dinamiklerden bahsediyoruz. Bunlar önümüzdeki dönem, birlikte yaşam konusunda üzerinde konuşmamız ve araştırmamız gereken meseleler olacak. ES: Hatay gibi çokdilli, çokdinli, çokkültürlü bir yerde ayrışma tohumları çok uzun zamandır ekiliyor ve bunların sonuçlarını görüyoruz. Birlikte yaşamanın bir de sınıfsal bir boyutu var. Bizler Antakya’yı, Defne’yi bugüne kadar biraz da orta sınıflılığıyla bilirdik. Bugün, yeniden yapılandırılmış bir Antakya’ya, Defne’ye tekrar orta sınıfın dahi yerleşip yerleşemeyeceğine dair kuşkularımız var. Onların bile tekrar yerleşemediği bir yerde sınıfsal birliktelikler de grileşiyor. Sınıfsal olarak bu umut kırgınlıkları dayanışma içinde olmaya yine de engel değil. Sınıfsal gettolaşma hakkında da konuşmalıyız. Öne Çıkan Görsel: Doruk Aksel Anıl/Pexels

  • Antakya’dan Vazgeçmemek: Çok Kültürlülüğün Yeniden İnşası

    Binlerce yıllık geçmişinde bir cazibe merkezi olma özelliğini hiç yitirmeyen Antakya farklı kültürel, etnik, dini özelliklere sahip çok sayıda topluluğa ev sahipliği yapmış, onları beslemiş ve onların çeşitliliğinden beslenerek günümüze gelmiştir.[1] Antakya’yı Antakya yapan unsurlar o kadar fazla ki… Kimine göre Antakya leziz mezelerin ve yemeklerin diyarı, kimine göre “Hıristiyan” kelimesinin ilk defa verildiği St. Pierre Kilisesi’nin bulunduğu, Anadolu’nun ilk camisi Habib-i Neccar Camisi’nin ev sahibi olan, aynı sokakta cami, kilise ve havranın bulunduğu, sayısını kestirmenin zor olduğu çok sayıda türbeye ev sahipliği yapan kadim bir kent Antakya. Kimine göre binlerce yıllık höyükleri, Titus Tüneli’ni, St. Simon Manastırı’nı barındıran, her yerinden tarih fışkıran eşsiz bir coğrafya Antakya. Türkiye’nin son Ermeni Köyü’nün bulunduğu, narenciyenin, maydanozun, zahterin, kaliteli tütünün, eşsiz zeytinyağının, nar ekşisinin, tadına doyum olmayan yerel içkilerin memleketidir Antakya kimine göre. Şüphesiz ki, ister yemek, ister kilise/cami/havra/türbe, ister zengin tarihi eserler/yapılar/anıtlar, isterse yetiştirilen ürünler veya tarihi çarşılar olsun herkesin farklı bir Antakya algısı var. Ancak insan yapımı, insan eseri tüm bu sayılanlardan ve akla gelebilecek diğer unsurlardan bağımsız olarak, Antakya’yı Antakya yapan en önemli öge bölgede yaşayan insanlardır, bu insanların sahip oldukları farklı kültürlerdir, bu kültürlerin şehre kattıklarıdır. Tarihsel süreç içerisinde her gelen medeniyetin, kiminin az, kiminin çok iz bıraktığı Antakya’da çok kültürlü yapı yeni etkileşime girilen toplulukların da katkılarıyla yeniden üretilmiş ve sonraki nesillere aktarılmıştır. Geçmişte ortaya çıkan savaşlar, depremler, kıtlıklar, salgın hastalıklar, siyasi değişiklikler Antakya üzerinde derin izler bırakmış, ancak farklılıkların yan yana olduğu yapı her seferinde yeniden üretilerek şehir tekrar ayağa kalkabilmiştir. 6 Şubat 2023’te yaşanan ve 11 ilde büyük yıkıma yol açan depremlerde en fazla hasarın oluştuğu ve en fazla can kaybının yaşandığı yer Antakya ve çevresi oldu. Tarihte depremlerle defalarca yerle bir olan Antakya’da 6 Şubat 2023 depremlerinde binlerce bina yıkılıp/kullanılmaz hale gelip on binlerce insan hayatını kaybederken, 20 Şubat 2023’te yaşanan Antakya merkezli deprem ilk depremleri atlatabilen binaların önemli kısmında ağır hasara yol açıp yeni can kayıplarına sebep oldu. Arka arkaya yaşanan depremler neticesinde özellikle Antakya şehir merkezi, Defne, Samandağ ve Kırıkhan ilçelerinde çok ağır hasarlar ortaya çıktı. Depremler neticesinde ortaya çıkan yıkımla birlikte Antakya şehir merkezi ve çevreleyen bölgede, yara almadan veya hafif yaralarla kurtulabilen yüzbinlerce insan evlerinden oldu, muazzam bir barınma sorunu ortaya çıktı. Antakya’nın alışılagelmiş ılıman ikliminin aksine, ilk depremlerin yaşandığı günlerde hüküm süren şiddetli yağış ve aşırı soğuklar barınma ihtiyacının çok daha derinden hissedilmesine yol açtı. Kaçınılmaz olarak, yakınlarını, akrabalarını, dostlarını kaybeden, evlerinden işyerlerinden olan insanlar bölgeden ayrılmaya, Mersin ve Antalya başta olmak üzere Türkiye’nin çeşitli şehirlerine göç etmeye başladılar. Depremin yollarda oluşturduğu tahribata ilave olarak Antakya’da yaşayan insanların kitlesel olarak şehirden ayrılmaya çalışması neticesinde, deprem öncesi olağan şartlarda bile yetersiz durumdaki Antakya’yı diğer illere bağlayan yollar neredeyse tamamen kilitlendi. Olağan koşullarda araçla bir saat bile sürmeyen Antakya-İskenderun arasındaki mesafe 20 Şubat’ı takip eden günlerde 13-14 saatte alınabildi. Kitlesel göçler neticesinde, Antakya şehir merkezi başta olmak üzere bazı bölgeler neredeyse tamamen insandan arınmış yerlere dönüştü. Hayatın normal akışında şehrin her saat yaşayan, cıvıl cıvıl caddelerinde deprem sonrasındaki haftalarda, depremden günler sonra bölgeye ulaşan iş makineleri dışında hiçbir şeyin sesi duyulmaz hale geldi. Bu satırlar yazıldığında depremin üzerinden aylar geçmişti. Bu süre zarfında Antakya şehir merkezi başta olmak üzere yörenin çeşitli kesimlerinde yürütülen çalışmalara rağmen enkaz kaldırma çalışmaları hala tamamlanabilmiş değil. İhale usulüyle gerçekleştirilen enkaz kaldırma işlemleri bölgede beraberinde yeni sorunlar ve yeni mağduriyetler ortaya çıkarırken pek çok konuda belirsizlikler devam ediyor. Hala yıkılan evlerin yerine yeni evlerin mi yapılacağı, konutu hasar alıp da yıkılmamış insanların durumunun ne olacağı netlik kazanmış değil. Bölgede yaşayan insanlar bu konularda yetkililerin, kimi zaman birbiriyle çelişen açıklamaları nedeniyle ne yapacaklarını bilemez duruma geldiler. Evlerini, iş yerlerini, yakınlarını kaybeden insanlar tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de belirsizliklerle de mücadele etmek durumunda. Deprem sonrasında şehri terk edenlerin de dönmesiyle birlikte Antakya’nın çeşitli yerlerinde kurulan geçici barınma yerleri ihtiyacı karşılamada son derece yetersiz kaldı. Depremin üzerinden zaman geçtikçe bölgede hayata tutunmaya çalışan insanların sorunları azalmak bir yana daha da artarken, maalesef bölgedeki insanların sorunları giderek hızlı bir şekilde sadece bölge insanlarının bir sorunu haline dönüştü. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere bölgede kamu kurum ihtiyacı had safhaya ulaşırken bu konularda yeterli adımlar atılabilmiş değil. Deprem neticesinde çok sayıda eğitim kurumu kullanılmaz hale gelirken, sağlam olan önemli sayıda okulun çeşitli kamu kurumlarının kullanımına sunulması bölgede zaten yetersiz olan okul sayısını muazzam bir soruna dönüştürdü. Ne zaman tamamlanacağı belirsiz olan enkaz kaldırma çalışmalarının devam ettiği bu süreçte, Antakya’nın geleceğine dair çok sayıda söylem ortaya atıldı, şehir merkezinin geleceğine dair bazı planlar geliştirilmeye başlandı. Şehir merkezinin neredeyse tamamen yok olduğu bir ortamda Antakya’nın yeniden inşası ve geleceğine dair hızlı kararların alındığı bir süreçten geçiliyor. Bu yazının amacı, yeni süreçte Antakya’nın ihtiyacının sadece konut ve iş yerlerinin inşa edilmesiyle sınırlı olmadığının, en az bunlar kadar önemli olan unsurun şehrin çok kültürlülüğünün yeniden hayat bulacağı fiziksel ve sosyal ortamların oluşturulması olduğunu vurgulamak. Bir Homojenleştirme Süreci: Bir Zamanlar Antakya’dan Günümüz Antakya’sına Antakya’nın farklı dinlerden, dillerden, etnik unsurlardan oluşan topluluklara sahip olması sıklıkla ön plana çıkarılan bir özelliği. Bu farklılıkların bulunması genellikle olumlu bir özellik olarak kabul görülüp söz konusu çeşitliliğin vurgulanması amacıyla son dönemlerde Hatay için “Medeniyetler Şehri” tanımlanması kullanılmaya başlandı ve bölgede farlılıklara dair hoşgörünün varlığı özellikle vurgulanır hale geldi.[2] Antakya’nın dinsel, dilsel ve etnik çeşitliliğinin kökenleri binlerce yıl öncesine dayanmakla birlikte Şubat 2023 depremlerinden önceki nüfus yapısının özellikle son bir asır içinde yaşanan olaylardan etkilendiğini söylemek mümkün. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yaşanan toprak kayıpları kitlesel göçlere neden olurken devletin sınırları içerisinde kalan nüfusun yapısında önemli değişikliklere yol açmıştı. Bu dönemde, Balkanlar ve Kafkaslar başta olmak üzere imparatorluğun kaybettiği topraklarda yaşayan Müslüman topluluklar kitlesel olarak Anadolu’ya göç etmişti. Yaşanan göçlere ve arka arkaya gerçekleşen savaşlara rağmen Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Anadolu’da Müslüman olmayan önemli bir nüfus varlığını devam ettiriyordu.[3] Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasın ardından imzalanan Lozan Antlaşması’na ek olarak imzalanan sözleşmelerden biri Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesi gerçekleştirilmesini öngörmekteydi. Buna göre Türkiye’de yaşayan Rum Ortodokslar Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar ise Türkiye’ye göç edecekti.[4] Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Fransız mandası altında bırakılan Suriye’nin bir parçası olarak değerlendirilen Antakya, Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesinden etkilenmemişti. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden Temmuz 1939’a kadar Fransız yönetimi altında olan ve bu dönemde İskenderun Sancağı olarak adlandırılan Antakya’yı içine alan bölgede farklı toplulukların varlığı devam etti. İskenderun Sancağı dönemine dair nüfus verileri tartışmalı olmakla birlikte, bu dönemdeki nüfus yapısına dair rakam belirtilen çalışmaların neredeyse tamamında bölgedeki nüfus yapısının çeşitliliği ön plana çıkar. Fransızların İskenderun Sancağı’nı yönetimleri altında bulundurdukları süre içerisinde nüfus dahil farklı alanlarda ayrıntılı kayıtların tutulduğu Fransız arşivleri en sağlıklı verileri barındırır. Fransız kayıtlarına göre, 1936 yılı itibariyle İskenderun Sancağı’nda 219.080 insan yaşıyor ve bunların 85 bin 242’sini Türkler (% 38.9), 62.026’sını Alevi Araplar (% 28.3), 24 bin 911’ini Ermeniler (% 11.4), 22 bin 461’ini Sünni Araplar (% 10.3), 18.051’ini Rum-Ortodoks Araplar ve Ermeniler dışındaki diğer Hıristiyanlar (% 8.2), 4 bin 831’ini Kürtler (% 2.21) ve geriye kalan 1.558’ini Çerkezler ve Yahudiler başta olmak üzere diğer topluluklara mensup kişiler (% 0.72) oluşturuyordu.[5] Bu rakamlardan açıkça görüldüğü üzere, İskenderun Sancağı döneminde yöre nüfusu içerisinde hiçbir topluluk çoğunluğu oluşturmamakta, farklı toplulukların oluşturduğu oldukça heterojen nüfus yapısı bariz biçimde ön plana çıkıyordu. İskenderun Sancağı’ndaki nüfus yapısı bölgenin binlerce yıllık tarihinin bir unsuru olarak oluşmuştu. Birinci Dünya Savaşı ve takip eden Kurtuluş Savaşı Antakya yöresinin nüfus yapısını etkilemişse de, bölgenin farklı din, dil ve etnik özelliklere sahip toplulukları barındırma özelliği değişmemişti[6]. Son bir asırlık süreçte Antakya’nın nüfus yapısında en önemli değişiklik İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde yaşandı. Uluslararası gelişmelerin de etkisiyle 1936 yılının sonlarında başlayan olaylar neticesinde İskenderun Sancağı’nda topluluklar arası gerilim tırmanmış, şiddet olaylarının da yaşandığı bir süreç on binlerce insanın başka ülkelere göç etmesiyle sonuçlanmıştı. Bölgenin İskenderun Sancağı’ndan Hatay Devleti’ne ve akabinde Hatay vilayetine dönüştürüldüğü bu süreçte yaklaşık 50 bin kişinin başka ülkelere göç etti. O dönemki nüfus düşünüldüğünde, bu rakam bölgede yaşayan insanların yüzde 20’sinden fazlasının ayrılması anlamına gelir. Göç edenlerin etnik/kültürel özellikleri incelendiğinde Antakya yöresinde yaşayan topluluklar arasında orantısız bir dağılım olduğu bariz biçimde görülür. Nitekim, göç edenler arasında en büyük grubu Ermeniler oluşturmuş ve bu süreçte 22 bin civarında Ermeni bölgeden ayrılarak başka ülkelere göç etmişti. Bu süreçte en fazla göç veren diğer iki topluluk, 10 bin civarında kişinin göç ettiği Arap Aleviler ve yine 10 bin civarında göç veren Sünni Araplar olmuştu. Bunları dışında, bölgede varlığı yine binlerce yıl öncesine dayanan Hıristiyan Araplardan da 5 bin civarında kişi göç etti.[7] Topluluklara dair yukarıda belirtilen 1936 nüfus verileri dikkate alındığında, bu süreçte yaşanan göçlerin bölgenin nüfus yapısına etkileri daha açık biçimde anlaşılır. Antakya yöresinden Türkiye’ye katılım sürecinde gerçekleşen bu göçlerden en fazla etkilenen topluluk olan Ermenilerin bölgedeki varlığı neredeyse tamamen sona erdi.[8] Ermenilerden sonra göçlerin bölgedeki topluluklar arasında en fazla etkilediği topluluk Hıristiyan Araplar oldu. Bu süreçte Hıristiyan Araplardan 5 bin civarında insanın göç ettiği çok sayıda çalışmada belirtilmekle birlikte,[9] bazı kaynaklarda bu topluluğa mensup göç edenlerin sayısı 11 bin 500 olarak verilir.[10] Hatta bazı kaynaklarda, bu süreçte Antakya yöresinde yaşayan Hıristiyan Arap nüfusunun yüzde 80 civarında azaldığı belirtilir.[11] Hangi rakam kabul edilirse edilsin, bir zamanlar bölge nüfusunun önemli bir kısmını Hıristiyan Araplar oluştururken günümüzde sayılarının çok azaldığı gerçeği değişmez. Hıristiyan Arapların başka ülkelere göçleri bölgenin Türkiye’ye katılması sürecini takip eden dönemde de devam etti. Türkiye’nin pek çok bölgesinden 1960’lar ve 1970’lerde Batı Avrupa ülkelerine gerçekleşen işçi göçü kapsamında Hatay’dan da göçler yaşandı ve çok sayıda Hıristiyan Arap bu dönemde Batı Avrupa’ya göç etti.[12] Günümüzde Hıristiyan Arap nüfusunun toplu olarak yaşadığı Altınözü’nde bulunan Sarılar mahallesi ve Tokaçlı (köyü) mahallesinde yapılan saha çalışmalarında, iş göçü kapsamında çok sayıda gencin Batı Avrupa’ya göç ettiği bilgisi aktarılır.[13] Göç eden bu kişilerin zamanla ailelerini de yanlarına aldıkları ve bu durumun Sarılar ve Tokaçlı’daki Hıristiyan Arap nüfusunda önemli bir azalmaya sebep olduğu yapılan görüşmelerde dile getirilir. İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde yaşananlar ve takip eden süreçteki nüfus hareketleri neticesinde 6 Şubat 2023 depremleri yaşandığında Antakya yöresinde yaşayan Hıristiyan Arap ve Ermeni sayısı sembolik seviyelere gerilemişti. Nitekim, Mersin ve Hatay’da depremler öncesinde yaşayan Hıristiyan Araplarının toplam nüfusunun on bin civarında olduğu tahmin edilirken,[14] Ermenilerin bölgedeki varlığının sadece Vakıflı köyüyle sınırlı kaldığı ve toplamda 150’nin altına gerilediği belirtiliyordu.[15] Antakya’ya varlıklarıyla kültürel zenginlik katan Yahudilerin ise Antakya’daki varlığı 2015 yılı itibariyle 17 kişiden oluşuyordu.[16] Nasıl bir “Medeniyet Şehri”? 6 Şubat 2023 depremleri öncesinde Antakya’nın ve daha genel olarak Hatay’ın bir “medeniyetler şehri” olduğu sürekli tekrarlanıp şehrin ulusal ve uluslararası düzeyde bir cazibe merkezi haline gelmesi sağlanmaya çalışılmıştı. Şunu belirtmek gerekir ki, Antakya tarihsel süreçte her daim bir cazibe merkezi olma özelliğini sürdürmüştü. O nedenle günümüzde Antakya’ya dair farkındalığın arttırılmasını sağlamak için “medeniyetler şehri” gibi bir söylemin yaygınlaştırılmaya çalışması yerine tarihsel süreçte her daim bölgenin ayrılmaz bir unsuru olan çok kültürlülüğün içinde bulunulan süreçte de devamlılığının sağlanmaya çalışılması çok daha yararlı olur. Yakın dönemde Antakya’yla ilgili yaşanan tartışmalarda biri ‘Antakya’ adının kullanımına dair olmuştur. 2000’li yılların başından itibaren, resmi iş ve işlemlerde Antakya adının kullanımının kademeli olarak azaltılması yönünde bir süreç ortaya çıkmıştı. 2007 öncesinde, Antakya ilçesinde doğan kişilerin doğum yerleri kimlik kartlarında “merkez ilçe Antakya” olarak yazılıyordu. 11 Nisan 2000’de İçişleri Bakanlığı’nın gönderdiği yazıyla ‘Antakya’ adının kullanımı sona erdirilmiş, nüfus kartlarında sadece ‘merkez’ ibaresine yer verilmişti. Bölgede faaliyet gösteren meslek kuruluşları, dini toplulukların liderleri, Antakya konusunda çalışmalar yapan tarihçilerin Antakya adının yeniden kullanılması konusunda yaptıkları çağrılar günümüze kadar karşılık bulmamıştı.[17] Antakya adının kaldırılmasının bölgede on yıllardır bilinçli olarak uygulanan asimilasyon politikalarının bir uzantısı olduğu yönünde görüşler bölgede yaşayan kişiler tarafından dile getirilmişti. Nitekim Antakya adının kaldırılması, nüfus kartlarındaki Antakya ibaresinin kaldırılmasıyla sınırlı kalmamış, şehrin tek yeşil alanı konumunda olan “Antakya Belediye Parkı”nın adı da “Atatürk Parkı” olarak değiştirilmiş, trafik levhalarında Antakya ibarelerini kaldırılarak “Hatay Merkez” ibarelerine yer verilmiştir. Antakya isminin kullanılmaması konusunda görüşlerini aktaran yöre insanlarının da belirttiği gibi, esasında Antakya adı çok kültürlülükle özdeşleştirir. Duyarlı bir Antakyalının sözleriyle, “Antakya’nın tarihi ile Hatay’ın tarihi bir değil. Antakya bir kültürün, bir tarihin adıdır. Hatay ise sadece bir il”.[18] Dolayısıyla Antakya adının kullanılmaması, Hatay adının onun yerine ikame edilmeye çalışılması bölgenin etnik, kültürel zenginliğinin en önemli simgesi konumundaki adının unutulması ve bölgenin sıradanlaştırılmasına yol açar.[19] Antakya adının kullanılmaması yönündeki resmi düzenlemelerin yanı sıra, bölgede yaşanan bazı olaylar, “Medeniyetler şehri” tanımlamasına hiç uymuyor. Bölgenin dini çeşitliliğini simgelemesi amacıyla 2012’de inşa edilen “Hoşgörü Heykeli”nin akıbeti, hoşgörünün hiç de derin kökleri olmadığını gösterir. Antakya Balıkçılar Çarşısı’nın bulunduğu cadde üzerinde inşa edilen ve üç semavi dini temsil eden hilal, haç ve Davut yıldızının bulunduğu heykel kısa sürede tahrip edildi. Belediye de çözümü heykeli yeniden inşa ettirmek yerine, yerine zeytin dalı bulunan bir heykel yaptırmakta ve dini simgelere yeni “Hoşgörü Heykeli”nde yer verilmemekte bulmuştu.[20] “Medeniyetler şehri”nin gerçek anlamda bu adının hakkını verebilmesi için farklı topluluklara mensup insanların ötekileştirilmedikleri sosyal, kültürel ve siyasal ortamın oluşturulması ve devam ettirilmesi zorunlu. Ancak burada şunu vurgulamak gerekir ki, “medeniyetler şehri” adlandırılmasının yaygınlaştırılması ve hoşgörüye dair yapılan vurguyla birlikte sıklıkla dile getirilen Hatay’da farklı etnik ve dini toplulukların bir arada yaşadığına dair söylemler çok da gerçekliği yansıtmaz. Evet, Antakya’da çok farklı topluluklar geçmişte de vardı, Şubat 2023 depremleri öncesinde de vardı. Esasında Antakya’da veya daha geniş bir biçimde Hatay’da, farklı topluluklar hiç de yansıtılmaya çalışıldığı gibi birlikte yaşamıyor, tarihte de birlikte yaşamamışlardı aslında. Hatay’daki durumu birliktelikten çok yanyanalık olarak tanımlamak daha doğru olur.[21] Tarihten günümüze kadar, günümüzde şehirleşmenin ortaya çıkardığı çok sayıda istisnaya rağmen, Hatay’da farklı toplulukların yaşadıkları mahalle ve köyler net bir biçimde ayrışır. Hatta 2012 yılında yürürlüğe giren 6360 Sayılı Kanun çerçevesinde, Hatay’daki ilçeler bile ayrıştırıldı. Bu düzenlemeyle 2012 öncesinde Antakya sınırları içerisinde olan ve nüfusunun tamamına yakınını Arap Alevilerin oluşturduğu bölgeler ayrılıp “Defne” adında yeni kurulan bir ilçe, İskenderun’dan da yine Arap Alevilerin büyük çoğunluğu oluşturduğu mahalle ve köyler “Arsuz” adında yeni kurulan bir ilçeye dönüştürüldü. Tarihsel olarak Samandağ’ın büyük çoğunluğu da Arap Alevilerden oluştuğu dikkate alındığında, 2012 yılındaki düzenlemeyle Arap Alevilerin Hatay’da yaşadıkları yerler ilçeler bazında da net biçimde ayrıştırılmış oldu.[22] 2012’de Defne ve Arsuz ilçelerinin kurulmasının ardında yatan en önemli sebebin Antakya ve İskenderun ilçe belediyelerinin yerel seçimlerde belli bir siyasi parti tarafından kazanılmasını sağlamak olduğunu söylemek mümkün.[23] Belirli partilerin daha fazla sayıda ilçe belediyelerini kazanmalarını sağlamak amacıyla suni bölümlemelerle Defne ve Arsuz ilçelerinin kurulması, Antakya’nın sahip olduğu tarihsel kimlikle çelişiyor. Bu durum, son seçim sonuçlarında da ortaya çıktığı üzere, Hatay’ın ilçeleri arasında net bir ayrışmanın ortaya çıkmasına sebep oldu.[24] Böylesi bir durum, bölgede yaşayan topluluklar arasında mevcut sosyal, kültürel ayrışmanın siyasal alanda da net bir biçimde ortaya çıkmasına ve ayrışmanın yeniden üretilip derinleşeceği mecraların oluşmasına sebep olacak. Bölgede çok kültürlülüğün devam ettirilmesi farklı dil, din ve etnik özelliklere sahip insanların bölgede yaşamaya devam etmeleri, farklı kültürlerle ve bölgenin çeşitliliğini yansıtan eserlerin, isimlerin devamlığıyla sağlanabilir. Önceki bölümde üzerinde durulduğu üzere, Antakya yöresinin çeşitliliğinin en önemli unsurlardan olan Hıristiyan Araplar ve Ermenilerin sayısal olarak bölgedeki varlığı sosyal, siyasal, ekonomik nedenlerden dolayı neredeyse tamamen silinme noktasına geldi. Sayısal olarak son derece sembolik rakamlara gerilemiş olan bu iki topluluğa mensup insanların 6 Şubat depremleri sonrası sağlıklı nüfus verilerine ulaşmak oldukça güç. Depremlerden kaynaklanan insan kaybı ve göçlerin etkileri henüz tam olarak bilinmemekle birlikte, bu toplulukların aktif olarak günümüze kadar kullandıkları, Antakya’yla özdeşleşmiş çok sayıda dini yapının depremlerden etkilendiği biliniyor. Yaşanan depremlerde Hıristiyan Ortodoksların Antakya şehir merkezinde, Arsuz’da ve Altınözü’nün Tokaçlı mahallesinde bulunan kiliseleri tamamen yıkılırken yine Altınözü’nün Sarılar mahallesinde bulunan kiliseleri ağır hasar aldı. Sonuç Yerine Şüphesiz ki, Antakya’yı yeniden inşa etmeye yönelik faaliyetlerde, bölgenin deprem öncesi yapısına sadık kalınması son derece önemli. Depremde yıkılan Habib-i Neccar Camii, Antakya şehir merkezinde bulunan Rum Ortodoks Kilisesi ve Protestan Kilisesi başta olmak üzere diğer kiliselerin, Antakya’nın neredeyse sembolü haline gelen Meclis Kültür Sanat Merkezi binası ve Hatay Valiliği olarak kullanılan bina dahil olmak ve bunlarla sınırlı olmamak kaydıyla Antakya şehir merkezindeki diğer tarihi binaların herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, aynı hassasiyet gözetilerek yeniden inşa edilmesi/onarılması şehrin geleceği için hayati önem arz ediyor.[25] Şehrin geçmişle olan bağını, çok kültürlü kimliğini yansıtan bu yapıların yeniden inşa edilmesi, şehrin belleğini oluşturan farklı toplulukların bölgede varlığının sürdürülmesini sağlayacak koşulların sağlanması, Antakya’nın “Kayıp Şehirler ve Medeniyetler” için hazırlanan kitaplarda yer almasına rağmen günümüzde de yeniden ayağa kalkabilmesine ve çok kültürlü yapısını gelecek nesillere aktarmasına katkıda bulunacak.[26] Antakya adını unutturmaya çalışarak, Antakya’nın toplumsal çeşitliliğini, kültürel zenginliklerini dikkate almadan girişilecek yeniden inşa süreçleri geçmişinden kopuk “yeni” bir şehir oluşturmaktan öteye gidemeyecek. Bunun gerçekleşmesi Antakya’yı sıradanlaştırmanın ötesinde bir amaca hizmet etmeyecek. Antakya yeniden inşa edilirken, geçmişin mirası esas alınarak, çok kültürlü yapısının yeniden üretilebileceği koşullar sağlanarak adımlar atılması tercih olmaktan çok bir zorunluluk ve gelecek nesillere olan bir borçtur. [1] Bu yazıda Antakya adı sadece resmi işlemlerde ‘Hatay Merkez’ olarak belirtilen merkez ilçeyi kastedecek şekilde kullanılmıyor. Bu ilçeyi çevreleyen diğer ilçelerden de bahsederken tarihsel adlandırmaya uygun biçimde Antakya adı kullanılıyor. [2] Farklı dillerde türkü ve şarkıları seslendiren, farklı dinlere dair ilahileri de repertuarında bulunduran Antakya Medeniyetler Korosu 2007’den beri faaliyetlerini sürdürüyor ve bölgenin çokkültürlülüğünün ulusal ve uluslararası bilinirliliğinin artmasına katkıda bulunuyor. [3] Soner Çağaptay (2006). Islam, Secularism, and Nationalism in Modern Turkey: Who is a Turk?, Routledge. [4] Mehmet Ali Gökaçtı (2017). Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi, İletişim Yayınları. [5] Levent Duman (2016). “Vatan”ın Son Parçası: Hatay’daki Uluslaştırma Politikaları, İletişim Yayınları, s. 128. [6] 1915’te yaşanan Ermeni tehciri kapsamında Antakya yöresinde yaşayan Ermenilerin de yaşadıkları yerlerden göç ettirilmesi planlandı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu planlarına karşı Antakya yöresinin Musa Dağ bölgesinde yaşayan Ermeniler direnişe geçti ve 40 gün devam eden direnişin ardından Fransız savaş gemileri tarafından bölgeden tahliye edilip Mısır’ın Port Said şehrine götürüldü. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Mısır’a götürülen Ermenilerin büyük kısmı daha önce yaşadıkları Antakya yöresindeki evlerine döndüler. Antakya yöresinin otokton Ermenilerine ilave olarak, 1921 yılında Ankara Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Anlaşması’yla birlikte Kilikya’da yaşayan Ermeniler Fransız yönetimi altında kalan bölgelere sevk edildi. Bu kapsamda, o dönemde Fransız yönetimi altında kalan İskenderun Sancağı’na da önemli sayıda Ermeni göç etti. Kilikya’dan gelen Ermeniler İskenderun Sancağı’nın çeşitli bölgelerine yerleştirildi, bunların iskanı için Milletler Cemiyeti yeni köylerin kurulması dahil çeşitli faaliyetlerde bulundu. Ayrıntılar için bkz. a.g.e.; Levent Duman (2017). “Birinci Dünya Savaşı’ndan günümüze Antakya/Hatay’daki nüfus hareketleri ve göçler”, Hakan Mertcan (ed.), Asi Gülüşlüm: Ah Güzel Antakya, İletişim Yayınları, s. 79-89. [7] Duman, 2016; Duman, 2017; Şule Can ve Levent Duman (2022). "Fransız Manda Dönemini 'İçeriden' Hatırlamak: Hatay'da Bir Sözlü Tarih Çalışması", Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 49, s. 505-517. Akademik çalışmalarda Antakya yöresinde yaşayan Hıristiyan Ortodoksların adlandırılmaları konusunda farklı isimler kullanılıyor. Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşayan Hıristiyan Ortodokslardan farklı olarak ibadetlerini Arapça gerçekleştiren bu topluluk “Hıristiyan Arap”, “Rum Ortodoks”, “Arap Ortodoks”, “Arapdilli Doğu Ortodoksları” gibi farklı isimlerle anılıyor. Bu topluluğa mensup kişilerin kendilerini adlandırmaları konusunda farklı tercihleri olduğu göze çarpıyor. Bu topluluğa mensup kişiler arasında da kendilerini tanımlama konusunda fikir birliği olmadığı yazarın sahada yaptığı çalışmalarda göze çarpmıştır. Bölgedeki toplulukların kendilerini tanımlamalarına dair farklı isimleri tercih etmeleri yörenin sayısal olarak en kalabalık topluluklarından biri olan Arap Aleviler için de söz konusu. Dışardan tanımlayanların bu topluluk için sıklıkla kullandıkları “Nusayri” terimi esasında hakir anlamlar içerir ve Arap Alevilerin kendilerini tanımlamaları konusunda benimsenmez. Bunun yerine “Arap Alevi”, “Alevi Arap”, “Alevi” tanımlamaları daha sık biçimde tercih ediliyor. Hıristiyan Arapların adlandırılması için bkz. Haris Rigas (2018). “Örnek Vatandaşlar mı? Beşinci Kol Mu? Sekülerlik ve Çokkültürlülük Arasında Suriye ve Türkiye’deki Rum Ortodoks Toplulukları,” Haris Rigas (der.), Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları, İstanbul: istos Yayın, s. 9-42; Zerrin Arslan ve Şule Can (2022). “Kültürel Kimlik İnşası ve Bellek: Antakyalı Ortodoks Hristiyan Kadınlar ve Gençler”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt 25, Sayı 2, s. 254-277. [8] İskenderun Sancağı döneminde, Musa Dağ’daki 7 Ermeni köyü dışında Antakya şehir merkezi, Kırıkhan, Belen’in bazı mahalleleri başta olmak üzere bölgede önemli sayıda Ermeni yaşarken, günümüzde yalnızca Vakıflı’da çok büyük çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu az sayıda Ermeni yaşıyor. [9] Çağaptay, 2006, s. 121; Philip Khoury, P. (1987). Syria and the French Mandate: The Politics of Arab Nationalism, 1920-1945, I. B. Tauris, s.513; Kasaba, R. (2010). “Antakya between Empire and Nation”, P. Nikiforos Diamandouros, Thalia Dragonas ve Çağlar Keyder (ed.) Spatial Conceptions of the Nation: Mondernizing Geographies in Greece and Turkey, I.B. Tauris Publishers., s.202. [10] Serhan Ada (2005). Türk-Fransız İlişkilerinde Hatay Sorunu (1918-1939), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 223. [11] Sarah Shields (2011). Fezzes in the River: Identity Politics and European Diplomacy in the Middle East on the Eve of World War II, Oxford University Press, s. 232-236. [12] Duman, 2017. [13] 2012’de yürürlüğe giren Büyükşehir Belediyesi Kanunu’yla, köy statüsünde olan Tokaçlı mahalle statüsü kazandı. [14] Leyla Uyar (2017). “Bir kültür kesitinde Arap Hıristiyanlar”, Hakan Mertcan (ed.), Asi Gülüşlüm: Ah Güzel Antakya, İletişim Yayınları, s. 147. [15] Duman, 2016, s. 414. [16] Sonyel Oflazoğlu (2017). “Antakya Arap Yahudileri ve göç süreçleri: Leh Leha”, Hakan Mertcan (ed.), Asi Gülüşlüm: Ah Güzel Antakya, İletişim Yayınları, s. 183. [17] “Hatay’da Antakya Tartışması,” Hürriyet, 14 Eylül 2010, https://www.hurriyet.com.tr/gundem/hatayda-antakya-tartismasi-15776912, Erişim Tarihi: 6.06.2023. [18] “Antakya’da yeni asimilasyon,” Evrensel, 17 Eylül 2010 https://www.evrensel.net/haber/181959/antakya-da-yeni-asimilasyon, Erişim Tarihi: 6.06.2023. [19] Kuruluşu binlerce yıl öncesine dayanan Antakya şehri ve onu çevreleyen bölge tarihte farklı adlarla anıldı. Fransız manda rejimi altında “İskenderun Sancağı” olarak adlandırılmasına rağmen, Hatay adının kullanımı görece yenidir. İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde bölge nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu iddialarını desteklemek ve çok eski tarihlerden beri bölgenin bir Türk yurdu olduğu tezlerini güçlendirmeye yönelik çabalardan biri ‘Hatay’ adının icat edilmesi oldu. Kimi yazarlara göre, Hatay adı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verildi. Hatay adı kullanılarak bölge ile Orta Asya arasında bağ kurulmaya ve bu süreçteki Türkiye’nin tezleri desteklenmeye çalışıldı. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Duman, 2016; Levent Duman (2018). “Siyasi Bir Araç Olarak Haritalar: Basında İskenderun Sancağı Haritaları”, Alternatif Politika, Cilt 10, Sayı 3, s. 321-348. [20] Duman, 2016, s. 418. [21] a.g.e. [22] Şunu belirtmek gerekir ki, şu an geçerli ilçe belediye sınırları çerçevesinde Defne, Arsuz ve Samandağ dışında kalan yerlerde de önemli sayıda Arap Alevi mahallesi bulunuyor. Örneğin, Antakya şehir merkezi ile Kırıkhan arasında kalan bölgede Serinyol dahil olmak üzere (bunlar şehrin batı tarafında kaldığı için coğrafi olarak Defne ilçesine eklenemedi) çok sayıda Arap Alevi mahallesi, İskenderun şehir merkezinde Arap Alevi mahalleleri, Altınözü’nde yer alan Arap Alevi mahalleleri mevcut. Fakat Defne ve Arsuz ilçelerinin kurulmasıyla 2012 öncesinde Antakya veya İskenderun’da nüfusunun tamamına yakını Arap Alevilerden oluşan yerler suni biçimde ayrıştırılmış ve bu şekilde Antakya ve İskenderun ilçe belediyelerinin Arap Alevilerin veya onların destekleyecekleri adayların kontrolüne geçmesinin önüne geçilmiş oldu. [23] Levent Duman (2020). “Seçimlerde sınırlar: ‘Başarılı’ bir stratejik taksimat örneği olarak Defne İlçesi’nin kurulması,” Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 9, Sayı 4, s. 2611-2626. [24] 28 Mayıs 2023’te yapılan Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinde, Kemal Kılıçdaroğlu geçerli oyların Arsuz’da yüzde 76,49’unu, Defne’de yüzde 91,35’ini, Samandağ’da yüzde 92,51’ini alırken, Recep Tayyip Erdoğan’ın oy oranı Arsuz’da yüzde 23,51, Defne’de yüzde 8,65, Samandağ’da yüzde 7,49 oldu. ‘Hatay Seçim Sonuçları’. NTV. 30 Mayıs 2023. https://secim.ntv.com.tr/hatay-cumhurbaskanligi-secim-sonuclari (Erişim Tarihi: 2.06.2023). [25] 1920’lerde Fransızlar tarafından bir sinema salonu olarak inşa edilen ve ilk olarak Ampir (Empire) Sineması olarak adlandırılan Meclis binasının adı, daha sonra İskenderun Sancağı’na gelerek Türkiye adına Fransız yetkililerle görüşmeler yürüten Orgeneral Asım Gündüz’e ithafen Haziran 1938’de Gündüz Sineması olarak değiştirildi. Sonraki süreçte Hatay Millet Meclisi’nin ilk toplantılarına da ev sahipliği yapan bu bina Hatay’ın Türkiye’ye katılması sonrasında da sinema olarak hizmet vermeye devam etti. Uzun yıllar müstehcen filmlerin gösterildiği özel mülk statüsünde bir sinema olarak kullanılan Gündüz Sineması geçtiğimiz yıllarda Hatay Valiliği tarafından satın alındı ve “Meclis Kültür Sanat Merkezi” olarak kullanıma açıldı. Ayrıntılar için bkz. Duman, 2016. [26] Shally-Jensen ve Vivian tarafından yeni yayınlanan “A Cultural Encyclopedia of Lost Cities and Civilizations” başlıklı çalışmasında Antakya geniş yer ayrıldı. Michael Shally-Jensen ve Anthony Vivian (2023). A Cultural Encyclopedia of Lost Cities and Civilizations, Santa Barbara: ABC-CLIO.

  • As Antioch Endures its Seventh Month in the Dust

    Wonder and curiosity, kept alive throughout history by the irregular colors that appear as one descends from Mount Amanus to the Amik Valley, are mixed with a sense of uneasiness these days. The dust that mixes with the air in Antioch (Tr. Antakya), which breathes where the Orontes meets the Mediterranean, is nothing but processed history returning to foreign matter. In this landscape, there are disagreements about which building has ceased to be itself. On a building wall that was under demolition order and annulment lawsuit, someone spray-painted the words “[MY] COURT / NOT DEMOLISHED, WILL NOT BE DEMOLISHED” in red. A Disputed Building In the district, where at least a few demolitions are carried out daily, the trucks accompanying the bulldozers are obliged to stack and transport selected building materials, together with clothes and other personal belongings that could not be neatly separated. Looking at the view, it seems evident that the rubble is just left there. Even a short four-minute walk from Kemal Paşa Street to the Bazaar requires swallowing a truckload of dust amidst the demolition work—the dust from the Habib-i Neccar Mosque, previously a pagan temple and a church, and dozens of apartment buildings mingle on that street. Still, further down the road, the Long Bazaar stubbornly tries to continue the exchange as a public space, announcing the presence of a community. Walking on Kemal Paşa Street The debris, collected and left behind in the field This short piece contains notes from my emotionally and geographically turbulent week-long trip. It began in the Tömük municipality of Mersin and ended in neighboring Antioch seven and a half months after the earthquake. Compiled as a humble update accompanied by images, the article will list what the residents said in Antioch about the basic essentials required for daily living. First, Long Bazaar: “You’re not from here, are you?” This question, which is a diagnosis of foreignness, usually strikes me as a warning, perhaps a little condescending. But what I felt this week was that for the shopkeepers of Antioch, the question functioned as a sign of gratification. The shopkeepers of the Long Bazaar have returned to the settlements around Antioch from the provinces where they were guests, have opened their shops, and are waiting for their customers. The sight of outsiders wandering around and asking for things Antioch people know well brings smiles to their conversations. There are conversations that take the atmosphere out of the state of emergency: my share was to listen to the itinerary of the kerebiç, a pistachio-filled cookie that can be found beyond my childhood residence of Mersin. When I told them I came from Mersin, orders were accompanied by amusing conversations about the differentiated culinary cultures. I was already familiar with this rivalry. What was unfamiliar was that Yunus Bucak, the oldest baker of the Bazaar, said, “Me too,” when I said, “We are from Mersin.” I meant to talk about the part of my childhood in the Cilician Plains, whereas he was talking about leaving Antioch three or four days after the earthquake. The earthquake touched both of them, though: My primary school in Mersin, where I studied for four years, has become unusable due to the earthquake. Probably for the last time, I walked around its garden on this trip. With officials pinning the hope for recovery on construction, there is no significant reconstruction activity in the center of Antioch. New housing is concentrated in the Altınözü-Kansu area.The only thing that could give hope to shopkeepers at this stage would be to make transportation to the Bazaar possible and relatively easy. Many shops have opened, from bakeries to wicker makers, toy shops to herbalists—including the famous PÖÇ butcher, one of the favorites of Vedat Milör, our nationally renowned “gourmand” and who hates the term. It is not easy for them to survive: There is no public transportation in the center of Antakya. Traffic rules are based on the mutual understanding of drivers rather than signs, lights, and police officers. Dents and rubble on the roads demand the utmost attention. Under these conditions, online shopping from across Turkey should be encouraged, recognizing that daily visits to the bazaar from outside are challenging. Examples exist but are limited. In the plain between the center of Antioch and the Belen Plateau, there are settlements established by different municipalities in cooperation. Many returnees from Antakya have started to live in these “container cities.” However, there are also tents on the sidewalks outside the central government’s control. While these should be identified and moved, the inhabitants of the registered settlements make a list of problems, from water leakage to power outages. In front of the Saint Pierre Church, a tent area has also been set up. As far as I understand from the previous reports, the compound started in February with about ten AFAD (Eng. Disaster and Emergency Management Presidency) tents and has since expanded to include dozens more, including makeshift tents. A container city in the direction of Belen As soon as we arrived in Saint Pierre, many children surrounded us. Baran seemed especially determined to accompany us. Thanks to him, I learned a lot about the previous months. When he saw me heading towards the old entrance, i.e., the stairs, he warned me in a panic, “A stone will fall on your head!” It had happened to him just a few days ago, he said. Instead, he pointed to the new entrance. Here, too, I had already paid attention to the rocks that had fallen from the mountain beyond where we were walking, but pretending not to care, we walked to the museum entrance. Baran’s family left their neighborhood that was damaged, not by the earthquake itself, but by the rocks that had fallen due to the earthquake: “Otherwise, our house was solid,” he said. Therefore, they settled in one of the tents below the Church. “In the earthquake, people took refuge in those tunnels,” he said, pointing to the tunnels and caverns where church members once sought refuge during raids. The tunnel Baran pointed to with his finger The tent area below Saint Pierre Church Baran dropped out of school when he should have been in the sixth grade. There is no current data on the school attendance rate, which was reportedly around 60% at the end of March. Özgür Tıraş, head of the Hatay branch of Eğitim-Sen (Education and Science Workers’ Union), told the press that the number of students in Defne, a neighboring municipality, had dropped from 36,000 last year to 28,000 this September. Lacking the equivalent of this data, several anecdotes in Antioch suggest that container schools opened in a third of the more than 50 settlements have led first to overcrowded classrooms and then to a drop in school attendance. Transportation to school is another deterrent factor. Walking even for a few minutes under damaged buildings and on dusty and damaged roads is a challenge. Students who cannot walk often wait hours for the bus, which is usually overcrowded, or resort to hitchhiking to and from school, causing concern for their parents. Henceforth Analyzing historical sources over damaged buildings in the ancient city of Antioch, Paveł Filipczak, a historian of Byzantine, concludes that the city’s history is marked by earthquakes more so than rebellions. Accordingly, the physical damage observed on buildings representing secular or religious authorities was caused by earthquakes, not by conflicting factions. From this, Filipczak concludes that Antioch had a “relatively peaceful” population. Having seen the manifestation of an earthquake on their buildings, the people of modern-day Antioch show remarkable resilience and unity, echoing their predecessors. Like those who rebuilt the city before them, the people who strive today will be making a record in the deep-rooted history of Antioch. Antioch

  • Antakya Toz Altındaki Yedinci Ayı Bitirirken

    Amanos Dağları’ndan Amik Ovası’na inerken görünen düzensiz renklerin tarih boyunca canlı tuttuğu hayret ve merak duygusu bu günlerde tedirginliğe karışıyor. Asi Nehri ile Akdeniz’in buluştuğu yerde nefes alan Antakya’nın soluğuna karışan toz, işlenmiş tarihin yabancı maddeye dönüşünden başka bir şey değil. Bu tabloda hangi binanın kendisi olmaktan çıktığına dair anlaşmazlıklar da var. Hakkında yıkım kararı verilip iptal davası açılmış bir binanın duvarına kırmızı spreyle “MAHKEME[M] / YIKILMADI, YIKILMAYACAK” diye not düşülmüş. İhtilaflı bina Her gün hiç değilse birkaç yıkımın yapıldığı ilçede dozerlere eşlik eden kamyonlar seçme yapı malzemelerini onlardan muntazam ayrılamamış kıyafet ve benzeri kişisel eşyalarla birlikte mecburen istifleyip taşıyorlar. Manzaraya bakınca molozların ise öylece bırakıldığı belli oluyor. Kemal Paşa Caddesi’nden Hasırcılar Çarşısı’na kadarki dört dakikalık kısa yürüyüş bile yıkım çalışmaları arasında bir kamyon toz yutmak demek. Habib-i Neccar Camii ve onlarca apartmanın tozu o caddede birbirine karışıyor. Yine de yolun devamında Uzun Çarşı, toplum olma halini duyuran bir kamu alanı olarak değiş-tokuşu inatla sürdürmeye çalışıyor. Kemal Paşa Caddesi’nde yürüyüş Toplanan ve yıkıntı alanında bırakılan materyaller Bu yazı, depremin yedi buçuk ay sonrasında Tömük’te başlayıp Antakya’da biten, hem duygusal hem coğrafı olarak gelgitli bir haftalık seyahatin notlarından oluşuyor. Görüntüler eşliğinde naçizane bir güncelleme mahiyetinde derlediğim bu yazı, günlük hayatın asgari gereklerine dair Antakya’da konuşulanları sıralayacak. Öncelikle Uzun Çarşı: "Sen buralı değilsin herhalde?" Yabancılık teşhisi içeren bu soru bana genelde bir uyarı, belki biraz da küçümseme hissi verir. Fakat bu hafta hissettiğim, Antakya esnafı için sorunun bir memnuniyet belirtisi işlevi gördüğü. Uzun Çarşı’nın esnafı misafir oldukları illerden Antakya çevresindeki yerleşkelere dönmüş, dükkanlarını açıp işbaşı yapmış ve müşterilerini bekliyorlar. Dışarıdan birilerinin gelip dolaşması, Antakyalıların iyi bildiği şeyleri sorarak alışveriş yapması onları gülümsemeli konuşmalara gark ediyor. Ortamı olağanüstü hal olmaktan çıkaran sohbetler var: Benim payıma düşen kerebiçin Mersin’den ibaret olmayan güzergahını tane tane dinlemek. Mersin'den geldiğimi söylemem üzerine katıktan kömbeye, yemeklerdeki farklılaşmaya dair eğlenceli konuşmalar eşliğinde siparişler hazırlandı. Bu rekabete eskiden de aşinaydım zaten. Tanıdık olmayan ise "Mersin'den geldik" diyince çarşının en eski fırıncısı Yunus Bucak’ın "ben de" demesiydi. Ben çocukluğumun Çukurova’daki kısmından, o ise depremden 3-4 gün sonra Antakya'yı terk edişinden bahsediyordu. Deprem ikisine de dokundu gerçi: Mersin’de dört sene okuduğum 24 Kasım İlkokulu da depremden sonra kullanılamaz hale gelmiş, muhtemelen bu seyahatte son kez bahçesinde dolaşmış oldum. Resmi makamların toparlanma umudunu inşaata endekslediği koşullarda bile Antakya merkezinde göze çarpan bir yeniden yapılanma faaliyeti yok. Yeni konutlar Altınözü-Kansu taraflarında yoğunlaşıyor. Bu aşamada esnaf için umut verebilecek yegane şey çarşıya ulaşımın mümkün ve nispeten rahat kılınması olurdu. Fırınlardan hasırcılara, oyuncakçılardan aktarlara birçok dükkan açılmış, Vedat Milör’ün favorilerinden Pöç Kasabı dahil. Ayakta durmalarıysa kolay olmayacak, zira Antakya içi toplu taşıma yok. Trafik kuralları da levhalardan, ışıklardan ve polislerden çok sürücülerin karşılıklı anlayışı üzerine kurulu. Yollardaki göçük ve molozlar ciddi dikkat istiyor. Bu şartlarda çarşıya dışarıdan günübirlik ziyaretlerin zorlayıcı olduğu farkındalığıyla Türkiye genelinden internet alışverişlerinin teşvik edilmesi gerekiyor. Örnekler mevcut, ancak sınırlı. Antakya’nın merkezi ile Belen Yaylası arasındaki ovada farklı belediyelerin iş bölümü yaparak kurduğu yerleşkeler mevcut. Geri dönen Antakyalıların büyük kısmı buralarda yaşamaya başlamış. Ancak merkezi yönetimin kontrolü dışında oluşmuş kaldırım kenarı çadırlar da mevcut. Bunların tespiti ve taşınması gerekirken konteynerlerde su sızıntısı, elektrik kesintisi gibi sorunların devam ettiği söyleniyor. Saint Pierre Kilisesi’nin hemen aşağısında ise bir çadır alanı kurulmuş. Raporlardan anladığım kadarıyla Şubat ayında on kadar AFAD çadırıyla oluşmaya başlayan yerleşkeye bugün derme çatma çadırlar dahil onlarcası eklenmiş halde. Belen yönündeki bir konteyner kent Saint Pierre’e varır varmaz çok sayıda çocuk etrafımızı sardı. Baran özellikle eşlik etmeye kararlı görünüyordu. Sağolsun, geçen aylarla ilgili bayağı bir şey anlattı. Eski girişe, yani merdivenlere yöneldiğimi görünce beni “kafana taş düşer bak” diye panikle uyardı. Birkaç gün önce kendisinin başına gelmiş. Yeni girişi gösterdi. Burada da yürüdüğümüz yerin ötesine dağdan düşmüş kayalara dikkat kesilmiştim bir kere, ama aldırış etmiyor gibi yaparak müze girişine kadar yürüdük. Baran’ın ailesi depremin değil, depreme bağlı olarak dağ yamacına düşen kayaların yıktığı mahalledeymiş. “bizim ev sağlamdı aslında ama taş düştü” dedi. Hal böyle olunca Saint Pierre’in aşağısındaki çadırlardan birine yerleşmiş onlar da. “Depremde millet şu tünellere sığındı” diye, bir zamanlar kilise mensuplarının baskınlardan kaçmak üzere kullandıkları sanılan tünel ve oyukları gösterdi. Baran'ın elle gösterdiği tünel Saint Pierre Kilisesi'nin aşağı tarafındaki çadır alanı Altıncı sınıfa geçmesi gerekirken okulu bırakmış Baran. Mart ayı sonunda %60’ları bulduğu rapor edilen okula devam oranının Eylül itibariyle kaç olduğuna dair güncel bir veri yok. Defne’de geçen sene 36 bin olan öğrenci sayısının bu Eylül itibariyle 28 bine düştüğü Eğitim-Sen Hatay Şube Başkanı Özgür Tıraş’ın sözleriyle basına yansımıştı. Antakya’da ise 50’yi aşkın yerleşkenin üçte birinde kurulan konteyner okulların önce kalabalık sınıflara, sonra da okula devam oranında düşüşe yol açtığı anekdotlara konu oluyor. Okula gidiş yolu da bir başka caydırıcı unsur. Tozlu ve hasarlı yollarda, binaların altından birkaç dakika yürümek bile mesele. Yürüyemeyecek durumda olanlar saatlerce otobüs bekleyip genelde tıklım tıklım kendini gösteren az sayıda otobüsü takip ediyorlar, veya otostop gibi ailelerini tedirgin eden yollarla okula gidip gelmek durumunda kalıyorlarmış. Sonuç yerine Doğu Roma tarihçisi Paveł Filipczak, Antakya antik kentindeki hasar görmüş binaları incelediğinde şehrin tarihine isyanlardan ziyade depremlerin damga vurduğunu düşünmüştü. Ona göre seküler ya da dini makamları temsil eden yapılarda gözlemlenebilen fiziksel hasar, çatışan gruplardan değil depremlerden ileri geliyor. Buradan hareketle Filipczak, Antakya’nın “görece barışçıl” bir halka sahip olduğu sonucuna varıyor. Bugünkü Antakya halkı da öncülleri gibi kayda değer bir direnç ve birliktelik gösterirken evlerinde ortak deprem tecellisini görüyor. Şehri daha önce yeniden inşa edenler gibi bugün çabalayan halk da Antakya’nın köklü tarihine bir kayıt düşmüş olacak. Antakya

  • Depreme İnanmamak

    Vakıflı köyünün girişindeki kahvede ahşap masada bir iskambil oyunuyla başlıyoruz. Masaya iskambil kağıtlarını dizerek bana dikkatle izlememi söylüyor. Öncesinde, boş bir kâğıdın en üstüne rakamların hangi harflere karşılık geldiğini yazmıştı. Benden rastgele seçmemi istediği kartların değerlerini not edip, kâğıdın üstünde, onun direktifleriyle toplama ve çarpma işlemleri yapıyorum. Sonunda vardığımız çok basamaklı sayıdaki rakamların, hangi harflere karşılık geldiğini ona söylememi istiyor. Bütün bu dört işlemde vardığımız çok basamaklı sayı, benim ismim ve soy ismimi ortaya çıkarıyor. Umuyor ki dikkatle izledim, çünkü öğrendikten sonra bu iskambil numarasını ben de kullanabileceğim. Bu oyunu takip etmeye çalışırken bir yandan da depremin aslında bir deprem olmadığına dair karşılaştığım ilk hikâyeyi de dinlemiş oluyorum. Doktora çalışmamın parçası olarak yaptığım ziyaretteki karşılaşmalarımı tamamen yönetebileceğimi düşünmüyordum ama depreme dair alternatif açıklamaların bu kadar yaygın olacağını da beklememiştim. Bu yazının çıkış noktası, depremden sonra Antakya bölgesine depremden sonraki dönemde yaptığım üç ayrı ziyarette depremin aslında ‘ne’ olduğuna dair duyduğum anlatılar. Yaptığım ziyaretlerde görüşmecilerin hiçbirine depreme inanıp inanmadıklarını sormadım. Ama görüşmelerim sırasında depremin gerçekliğine dair farklı inanışlar olduğunu gördüm. Bu görüşler bölgeden olup depremi Antakya’da yaşamayan ve daha sonra bölgeye gelen bir kişi ile hem bölgeden olup hem de depremi ve sonrasını orada geçirmiş iki kişinin anlatılarına dayanıyor. Yani aslında bu yazının konusu, Şubat depremlerine yönelik ‘komplo teorileri’ de diyebiliriz. ‘Komplo teorisi’ yerine ‘anlatı’ demeyi tercih etmemin sebebi, anlatıların bir veri olarak değerlendirilebileceği fikrini ciddiye almak. Bu yazıda, söze dökülen iddiaların doğruluk, yanlışlık ya da geçerliliğini tartışmak ya da tartışmaya açmak yerine, dinlediklerimi felaket sonrası ortaya çıkan anlatılar olarak görerek, neden depremden konuşmaya başlayınca bu görüşlerin de yüzeye çıkmaya başladıkları üzerine düşünmek istiyorum. Greg Dening, tarih anlatıları ile ilgilenen bir antropolog. Ben de onun Pasifik’te kültürlerarası karşılaşmada, William Gooch adında bir Avrupalının öldürülmesinden yola çıkarak geçmişi nasıl bildiğimizi tartıştığı kimi terimlerden faydalanacağım.[i] Dening, şimdiki zamana yayılan, biçim değiştirmiş, tercüme edilmiş, yorumlanmış, özetlenmiş geçmişlere Tarih diyelim diye öneriyor. Tarih, o halde, bir şimdi oluşturmak üzere geçmişi sembolik biçimlerde kodladığımız yollar olmalı. Geçmiş, yalnızca deneyim değil; metinlere dönüşmüş, yani, yazılmış, söylenmiş ve maddi nesnelerde yakalanmış metinlerdir. Anlamak için kültürel kodlarına sahip olduğumuz, okumayı öğrendiğimiz bu metinleri, Dening, “metinleşen geçmişler” diye tanımlıyor. Dedikoduyu ele alalım. Bir dedikodunun tarihi sahneye koyuşunda, gerçeklik yargısındaki kararımızı erteleyip, dedikodunun bize dayattığı katılma biçimlerine uyarız. Tarihleri canlandırıyoruz ve hayatlarımızı onları sahnelediği anların eleştirmenleri olarak yaşıyoruz. Pasifik çalışmalarında kendine özgü bir anlamı olan ‘kargo’ kelimesinden yararlanarak, ‘metinleşen geçmiş’i şöyle açıklıyor Dening: Kargo, sahilde karşılaşılan maddi kültür nesnelerini işaret eder; demir keski, İncil, ya da tüfek gibi. Ait olduğumuz kültürde nesneleri “okuyacak” kodlara sahibizdir. Nesneler kültürler arası sınırları geçtiklerinde ise anlamlarını yeniden icat etmek gereklidir. Metinleşen geçmiş, tıpkı maddi nesneler gibi, takip eden geleceklere bir ‘kargo’dur, her zaman onu yeniden icat eden şimdilerde ‘karaya çıkar.’[ii] Benim için, depreme dair anlatılar, Greg’in terminolojisi ile “metinleşen tarihler,” depremin nasıl meydana geldiğini anlattıkları için değil ama depremi Antakya’nın geçmişine karşı okudukları için anlamlı. Hem geçmişten gelen mülkiyet ilişkilerinin nasıl örgütlendiğini, hem de depremde en geniş çaplı yıkıma uğramış bölgenin yeniden yapılırken yeniden örgütlenen mülkiyet ilişkilerini yorumlama, dahil olma, dışarıda kalma, buna karşı tutum alma biçimlerine dair iddialar içeriyorlar. Önce duyduklarımı anlatacağım, daha sonra bu anlatıları okumanın kurduğu yakınlıkları ile ilgilenerek vardığım birkaç sonuçtan bahsedeceğim. Patlayıcılar döşenmiş yeraltı tünelleri Vakıflı köyünde kahvede karşıma çıkan anlatının temelini afetin büyüklüğü oluşturuyor. Anlatıcı, şunu sorarak başlıyor: “Deprem olduğu zaman filanca yerde deprem oldu diye duyarız. Bir değil, iki değil, on bir il yıkıldı; bu kadar büyük bir yıkım deprem olabilir mi?” Ben Suriye’deki etkisini ekliyorum. Depremin ne olduğuna dair inanışı, böyle büyük çaplı bir yıkımın deprem olarak nitelenmeyeceği sonucuna götürüyor onu. Peki o zaman bu yıkımı nasıl açıklayabiliriz? Ben burada doğdum, ömrüm boyunca burada yaşadım, bütün bu topraklarda ne kadar gedik var, avucumun için gibi bilirim, diyor. Ona göre, Suriye ve Hatay’ı yer yer üstündeki sınırları gözetmeden kapsayan yeraltı tünellerine patlayıcı yerleştirdiler ve hepsini 6 Şubat’ta bir anda patlattılar. Deprem hikayesinin ardında böyle bir patlama olduğundan emin ama fail konusunda net bir görüşü yok. Ancak böyle büyük bir eylemin altından kalkabilecek bir fail olmalı. Böyle bir patlamanın neden düzenlenmiş olabileceğiyle ilgili olarak da kendisinin hâkim olamayacağı bir bilgi ve ilişki ağına işaret ediyor. Harp gemisi, Deprem çubukları Depremle ilgili ikinci anlatıyı, konuşmayı benim başlatmadığım bir karşılaşmada dinliyorum. İskenderun-Arsuz dolmuşunda yan yana oturduğumuz biriyle sohbete başlıyoruz. Birkaç yıldır yurtdışında yaşıyor. Benim bir Amerikan üniversitesinde doktora yaptığımı öğrenince benim Amerika’da kalmaya devam edebileceğimi söylüyor. Amerika’da sağlık hizmetlerine erişimin zorluğundan bahsedince belki de Amerika yerine Kanada’da yaşamamın en doğrusu olacağı sonucuna varıyor. Bu henüz bir ön sohbet. Belli bir tanışıklığın sağlanmasının ardından, Arsuz’a yaklaştıkça belirginleşen yıkıntı izlerinden, depremden konuşmaya geçebiliyoruz. Vakıflı köyünde bir sohbette depremin aslında deprem değil, bir patlama olduğunu duyduğumu aktarıyorum. Buna “Tabii, sen inanıyor musun deprem olduğuna?” diye karşılık veriyor. Ancak onun anlatısı, Vakıflı’da duyduğum anlatıdan farklı. Bana İstanbul Boğazı’na gelen gemiye dair haberleri mutlaka görmüş olmam gerektiğini söylüyor. Gemi, birkaç günü İstanbul Boğaz’ında geçirdikten sonra Akdeniz’e inmiş. Geminin Boğaz’dan Akdeniz’e inmesiyle depremin zamanı örtüşüyor. Bu harp gemisinden uzaya gönderilen sinyallerle, bu gemiden değil ama geminin uzayda bağlantı kurduğu uydulardan bölgeye gönderilen ‘deprem çubuklarının’ sarsıntıyı tetiklediğini düşünüyor. Teknolojinin böyle bir müdahaleyi mümkün kılacak kadar gelişmiş olduğuna güvenebilirim. Neden depremin, asıl hedef olduğunu söylediği İstanbul’da değil de Antakya bölgesinde olduğunu soruyorum. İstanbul’da deprem olmadığını çünkü fayların deprem yaratmaya hazır olmadığını, sinyallerin burada deprem yaratamadığını söylüyor. ‘Deprem çubukları’ dediği zaman kafamda lazer ışınları belirmişti ama konuşmamızın akışı içinde anlatıcıdan tam olarak neyi kastettiğini açıklamasını istemedim. ‘Deprem çubukları’ epey davetkar bir terim olduğu için internette aramaya başlıyorum. Bu terimi ilk kez Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım, bir konferansta yaptığı konuşmada kullanmış.[iii] Lazer ışınlarına pek de benzemeyen bir şey tarif ediyor gibi: “uzaydan atılan titanyum alaşımlı 10 metre çubuklar.” Deprem çubuklarını araştırırken konuşmamızda geçen ‘harp gemisi’ni de yanlış anladığımı fark ediyorum. Boğaz’dan geçerek Akdeniz’e gelen bir savaş gemisi yerine aslında HAARP’a bağlı bir gemiyi anlamam gerekiyordu. Yani Amerikan hava ve deniz kuvvetleri tarafından finanse edilen “Yüksek Frekanslı Etkin Kutup Işıkları Araştırma Programı” (HAARP). Konuşmamızın başında doktora yaptığım ülkede bir hayat kurmamı dileyen, benimle bunun imkanlarını tartışan kişi, yine bana aynı ülkenin felaketin faili olduğunu anlatıyordu. Ben Amerika’dayım ama dedim, ben de zaten oradasın diye sana bunları sana anlatıyorum diye cevap verdi. “Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer” Başka bir görüşmemde hem Vakıflı köyünde hem Arsuz dolmuşunda duyduğum hikayelerden bahsedip, pek çok kişiden depremin gerçek bir deprem olduğuna inanmadıklarını dinlediğimi söylüyorum. Görüşmecim buna “Elbette,” diye cevap veriyor ve böylece onu da dinlemeye başlıyorum. Diğer iki anlatının aksine, depremin nasıl olduğuna dair ayrıntılı bir açıklaması yok. Bunun yerine, Antakya’nın konumu ve önemini iyice kavramamın önemiyle söze başlıyor. Dünyanın ikinci kilisesinin burada olduğunu, Bizans döneminde limana kral ve kraliçe için kayıklarla gelen taze sebze ve meyveleri, 80’li yıllarda Samandağ çevresinde yaptığı gezintilerde karşılaştığı ama daha sonra yağmalandığını söylediği mağara kilisesi kabartmalarını anlatıyor. “Benim sana anlatmak istediğim şu; Antakya çok önemli bir yer.” Bu konuşmada Antakya aslında sürekli daha kötüye giden koşullarda, eksilen, yağmalanan, yok olan bir yer aynı zamanda. Deyim yerindeyse, bir türlü yakasını bırakmayacakları türden bir yer. Burada, yine, faili tam olarak bilemiyoruz. Arsuz’da yaptığım bu görüşmede telefonundan Antakya’da yıkılmış mahallesinde ayakta duran evinin fotoğrafını gösteriyor: “Evim yıkılmadı ama burada yaşanabilir mi?” Komşularını sorduğum zaman çok anlatacak şey var deyip konuyu nazikçe sessizleşerek kapatıyor. Konuştuğum üç kişinin de böyle kayıpları var. Antropolog Christian Dole, araştırma sahasını “felaket-sonrası Türkiye” olarak kavramlaştırırken 1999 depremi sonraki zaman-mekâna gönderme yapıyor. [iv]Dole, geçmişle süren güçlü bağlar ve yaşanabilir bir geleceğin inşası arasında, kaybı ve ‘yaşamaya devam etme’ deneyimini iyimserlik bağlamında ele alıyor. Kendini ‘meşgul etmek’ de yaşamaya devam etmeninin bir stratejisi olarak karşımıza çıkıyor diye öneriyor. Kendini meşgul etmek, başkalarıyla meşgul olmak da olduğu için sosyal bir bağlamı var. Tekrarlanan “Hayat devam ediyor” cümlesindeki belirsizlik içinde geleceğin başka türlü olabileceği fikrine bağlılık etrafında örgütlenen bir yaşama yönelik olma durumu. Depreme yönelik anlatılarda, kendi dışında olan ve daha önce ve başka yerlerde olduğu gibi yaşamın koşullarını belirleyen baş edilemez bir kuvvet var. Bunun da bir çeşit teslimiyet anlamına da geldiğini düşünüyorum. Ama bence bu anlatılardan varabileceğimiz sonuç yalnızca bu değil. Dole, yıkıcı ve kompleks bir olay olan deprem, kanıta dayalı suçluluk ve tazmin edilebilir zarar çerçeveleri ile hukukun gramerine kolayca tercüme edilmediğini söylüyor. Deprem söz konusu olduğunda sorumluluk nasıl isnat edilir?[v] Hukukun, büyük çaplı bir felaket karşısında suçu tanımlama ve isnat etme konusundaki yetersiz kaldığına değiniyor. Yas, belirli bir tarihsellik içinde şekillenmiş olan şimdinin yapısal gerçeklikleriyle buluşuyor diyor Dole. Yalnız, bu analizde şimdiyi şekillendiren tarihselliğin tam olarak ne olduğunu anlayamıyoruz. Buna göre, sonuç kısmında depreme dair anlatıların geçmişi nasıl bildiğimize dair ne anlama geldiğine dair birkaç şey söyleyeceğim. Sonuç yerine Yakın zaman önce Fransa’nın, Cezayir’de, ilkini 1960’ta gerçekleştirdiği, toplam 57 nükleer denemenin, Cezayir’in sömürge statüsünün sona erdiği tarihin ötesine uzanan etkileri ile ilgili bir haber yayınlandı.[vi] Haber, Cezayir çölündeki askeri tesisin, 1968 yılında sökülerek Cezayir’e teslim edildiğini yazıyordu. Cezayir çölünde yapılan nükleer testlerin birinde, çevredeki şehirleri sarsan bir patlama meydana gelmiş, düzgün kapatılmayan bir yeraltı deliğinde atmosfere radyoaktif madde sızmıştı. Haber, Cezayir devletinin, Fransa’dan nükleer atıkların gömdüğü yerleri gösteren topografik haritaları talep ettiğini, buna karşın Fransa’nın nükleer test arşivini teslim etmeyi reddettiğini yazıyordu. Fransa’nın Cezayir’de yaptığı nükleer testlerle ilgili haberin, Vakıflı’da duyduğum deprem anlatısını aklıma getirmesinin nedeni bazı anahtar kelimeler. Yeraltı delikleri, sarsıntı gibi… Bu kelimelerin benim için kısa süre önce yaptığım bir görüşmeyi hatırlatması şaşırtıcı değil. Depremin ve nükleer testlerin bir araya gelmesinin ise çağrışım dışında bir ilgisi yok. Öyleyse, birisi tarihsel talep, diğeri ‘komplo teorisi’ olarak cisimleşen bu geçmişler iki bambaşka düzleme mi ait? Eğer Cezayir’deki nükleer testlerin tazminat talebinde form bulan bu varlığı olmasa, ona dair anlatılar başka kanallarda sızıp, konuşmalarda ifade edilip, hayatlarına farklı biçimlerde devam edecekti. Sonuç yerine söylemek istediğim bir iki şey var. Birincisi, depremi toplumsal boyutları ile gündeme getirmeye ve gündemde tutmaya gayret eden tüm konuşmalarda, depremi tekil bir olay olarak görmemek, takip edebileceğimiz geçmişlere doğru izini sürmenin mümkün olduğu bir mülksüzleşmenin en son halkası olarak değerlendirmek gerektiğinin tekrar tekrar vurgulandığı. Depreme dair anlatıların bu takip etme çizgisinde sistematik olarak kanıtlama zorunluluğu duymadan aynı noktaya değindiğini düşünüyorum. İkincisi, bölgede kesişen emperyalizmleri tanımlayabilecek yeterli kavramsal araçlara sahip olmadığımız için anlatılarda görünüp kaybolan ama tarif edilemeyen bir emperyalizm vurgusu taşıdığını söylemek mümkün. Tarih okumasının nasıl sahneye konulduğuna bakarak, tarihsel zamanı parçalara ayırmak zorunluluğundan muaf olan bu anlatıların emperyalizmi içerebildiğini söyleyebilirim. Şimdilerde ‘karaya vuran’ metinleşen geçmişin, deprem-sonrası tarihsel anın anlamlarla ‘doluluğunun’ bir parçası olduğundan bahsettim. Bu yalnızca kalkıp gidince meydana çıkan bir şeydi. Öne çıkan görsel kaynak: Pexels/Doruk Aksel Anıl [i] Greg Dening. 1995. The Death of William Gooch: A History’s Anthropology. Melbourne University Press. [ii] Ibid, 24. [iii] Oda TV. 17 Şubat 2023. “Uzay Ajansı Başkanı ciddi ciddi anlattı… Uzaydan atılan titanyum deprem çubukları.” https://www.odatv4.com/guncel/uzay-ajansi-baskani-ciddi-ciddi-anlatti-uzaydan-atilan-titanyum-deprem-cubuklari-271114. Erişim: 8 Eylül 2023. ` [iv] Christopher Dole. 2022. “The Optimism of Catastrophe: Loss and Liveable Futures in Post-Disaster Turkey.” Ethnos. [v] Ibid, 13. [vi] Ali Yahi. 24 Ağustos 2023. “Fransa’nın Cezayir çölünde yaptığı nükleer denemeler, sessizliğe gömüldü.” Independent Türkçe.

  • 'Antakya'nın gerçek mirası, insanlarının yaşamı ve geçmişidir'

    Sohbetimizin ikinci kısmında (ilk kısmı için burayı tıklayınız) Andrea De Giorgi Nehna'ya bölgedeki depremlerin uzun tarihini ve yüzyıllar boyunca Antakya'yı nasıl yeniden şekillendirdiğini anlatıyor. İtalyan arkeolog, geçmişteki depremleri kentin modern tarihiyle ilişkilendiriyor ve sonuncusu da dahil olmak üzere bu depremlerin hem miras hem de hayatta kalma açısından bölge arkeolojisi için ne anlama geldiğini anlatıyor. Ona göre, Antakya'nın mirasının en önemli yönü, sadece maddi tarihi değil, M.Ö. 300'de kurulduğundan bu yana kenti ve çok kültürlü, çok dilli nüfusunu karakterize eden kozmopolitizm, senkretizm ve hoşgörünün uzun yaşamlı tarihi. De Giorgi, ekonomik ve siyasi çıkarları kentin tarihi ve geleneklerinin önüne koyacak kötü planlanmış yeniden inşa projelerinden endişe duyuyor, ancak Antakyalıların eninde sonunda kentin ve geleceğinin kontrolünü ele geçireceklerinden ve yüzyıllar boyunca yaptıkları gibi kenti çoğulcu bir yerleşim bölgesi olarak yeniden şekillendireceklerinden de emin. Bir arkeolog olarak, kentin arkeolojik olarak bize anlatacak çok şeyi olduğuna ve antik dünyanın günümüze ulaşan en önemli kent merkezlerinden biri olarak tarihinin hala yazılmakta olduğuna ve Helenistik ve Roma döneminin ötesini düşünerek, tekrarlanan yıkımlarından ziyade uzun sürekliliğine vurgu yapılması gerektiğine inanıyor. Röportaj: Arie Amaya-Akkermans Antakya'nın antik dönemdeki tarihinden bölgenin geçmişte çok sayıda depreme maruz kaldığı iyi biliniyor, fakat kitabınızdan kaç tane olduğunu öğrenince şaşırdım. M.Ö. 1. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasındaki dönemde elliden fazla depremden bahsediyoruz. Evet, çok vardı. Buranın özelliği, bu tekrar eden olayların yarattığı yıkıma rağmen, toplulukların hayatlarına devam etmesi ve insanların her zaman kollarını sıvayıp işlerine geri dönmesidir. Tüm bu depremler modern arkeolojiyi ve olanaklarını nasıl etkiledi? Antakya'daki deprem elbette büyük bir felaket ve arkeolojik açıdan da iyi değil. Teorik olarak, topografyayı daha iyi anlamak için enkaz temizlenirken bazı arkeolojik çalışmalar yapmak için bir fırsat olabilirdi, bu da neyin inşa edilip edilemeyeceğini anlamada etkili olabilirdi. Ancak Türkiye'de hükümet yeniden inşa planlarıyla tamamen farklı bir yöne gidiyor. Kayseri ya da Konya gibi uzak yerlerden gelen ve Antakya'nın ne olduğu, tarihi ya da gelenekleri hakkında hiçbir fikri olmayan mimar ve inşaatçılar hakkında hikayeler duyuyoruz. Ama mesele sadece bu değil. İçimden bir ses, hükümetin yeniden inşa konusunda bir uzlaşma sağlamak isteyeceğini ve inşaat sektörünün cumhurbaşkanının siyasi mekanizmasındaki ana varlıklardan biri olması nedeniyle, mümkün olduğunca hızlı ve mümkün olan en yüksek inşaatı yapmaya çalışacaklarını söylüyor. Antakya bölgesinde TOKİ inşa edip etmediklerini bilmiyorum ama en azından çok benzer bir şey yapacaklardır. Ellerinde şehirlerin nasıl görünmesi gerektiğine dair bir şablon var. Öncelikle yerinden edilme ve ardından tam merkezde, bölgede var olabilecek her türlü kültürel veya sosyal heterojenliği görmezden gelen renkli toplu konut projeleriyle çevrili bir alışveriş merkezi. Editörlüğünü yaptığınız bir kitap için Jordan Pickett'in Antakya'nın Roma ve Helenistik dönemlerdeki depremlerden sonra yeniden inşa projelerine ilişkin katkısını okurken, bu projelerin şu anda uygulamaya konulacak olan master plandan çok daha ayrıntılı ve iyi düşünülmüş olduğunu gördüm. Antakya'daki insanların bu konuda güçlü hislere sahip olduğunu ve miraslarını yaşatma konusunda kararlı olduklarını biliyorum ama hükümet bu konuda pek konuşmuyor. Kitabın başında ve sonunda Antakya halklarının mirasından bahsediyorsunuz ve buranın büyüklüğünü, tarihini ve geçmişini özetliyorsunuz. Antakya'nın gerçek mirasının halklarının yaşamları ve geçmişleri olduğunu ve yatay olarak çok katmanlı bir şehir ve toplumda farklı toplulukların, tarihlerin, tarzların bu garip birleşimi olduğunu söylüyorsunuz. Elbette bu devletin istemediği bir şey, zaten hiçbir zaman da istemediler ve şimdi bunu tamamen silmek için ellerine eşsiz bir fırsat geçti. Garip bir şekilde, sanki Antakya'dan geriye kalan tek şey, derin tarihsel anlamda Samandağ'daymış gibi hissediyorum. Samandağ ve Seleucia Pieria'yı düşündüğümde, hiçbir zaman derinlemesine araştırılmadığını görüyorum. Geçmişte denedik, fakat Hatay'daki koşullar, diğer araştırmacılara yer olmaması ve her şeyi sıkı bir şekilde kontrol etme istekleri göz önüne alındığında, gerçekten başaramadık. Bu talihsiz bir durum. Samandağ, Delta ve Seleucia Pieria'da, tarih boyunca büyük şehirden süzülüp gelen kültürel olguların mükemmel bir yansıması var. Samandağ hiçbir zaman tam olarak inşa edilmediği ya da bitirilmediği için deprem sırasında tamamen yıkılamadı. Belli bir dereceye kadar güvenli bir yer olmaya devam ediyor, çünkü her zaman olduğu gibi hala yapım aşamasında. Arapça konuşulan çoğunluk/azınlıkların yeri bir tür sınırdır ki her zaman bu sınır daha da aşağıya itilmiş ve şimdi Suriye’yi saymazsanız onları itecek hiçbir yer yok. Ve Samandağ hala yaşıyor, Antakya'nın kuzeyinde olduğu gibi hiçliğin ortasında bir konteyner kent değil. Açıkçası beklentiler olumsuz ve işler iyi görünmüyor ama bir depremden sonra bölgenin bir başka büyük ölçekli dönüşümü için alan olabileceğini düşünmek istiyorum. Antakya'daki insanların dayanıklılığına ve inanılmaz direncine güveniyorum. Antakya halkında çok fazla acı, kızgınlık ve keder var. Memleketlerine nasıl tutunduklarını görebiliyorsunuz, bu yüzden nihayetinde bir gelecek sağlayacak ve bu kalıntıları bir yaşam duygusu, bir umut duygusu ve bir gelecek duygusuyla dolduracak gücün bu olacağına inanıyorum. Arkeoloji hakkında saatlerce konuşabiliriz ama asıl önemli olan insanların evlerine geri dönmeleri, elektrik ve suya kavuşmaları ve Antakya'da ya da başka bir yerde hayatlarını yeniden inşa edebilecekleri bir alana sahip olmalarıdır. Yardım almaları gerekiyor, 2023'te işler bu şekilde olmamalı. Antakya'da tarihin ve mirasın inşa edilme ve yeniden inşa edilme biçimi, kentteki modern miras söylemlerinde Hitit kralı Suppiluliuma'nın yıldızlaşma hikayesini düşündürüyor. Eğer 2022 yılında Antakya'ya turist olarak gittiyseniz ve bu ilk gelişinizse, Suppi'nin kentin tarihindeki en önemli kişi olduğunu düşünürdünüz. İnanılmaz derecede meşhur. Ve her hediyelik eşya dükkanında Atatürk ve Büyük İskender'le aynı rafta yer alıyor. Dondurmacıda, berberde, takside ve siz bu çok ünlü kişinin kim olduğunu merak ediyorsunuz. Aslında bu kişi hakkında bildiğimiz tek şey adı. Heykel hakkında henüz akademik bir yayın yok ve on bir yaşında olduğunu biliyoruz, çünkü heykel ancak 2012 yılında Tell Tayinat'ın Demir Çağı yerleşkesinde keşfedildi. Yani Antakya'nın mirasının simgesi olarak sadece on yıl önce keşfedildi. Bu bana Antakyalıların miras olarak gördükleri şeyde bir akışkanlık, bir esneklik olduğunu düşündürüyor. Onu gördüğünüzde Büyük İskender kadar ünlü olduğunu düşünürsünüz. Ya da belki daha ünlü. Ama onun hakkında hiçbir şey duymamışsınızdır ve aslında çok az bilinen bir karakter. Çok kısa bir süre içinde çok önemli bir figür haline geldi. Şehrin ikonografisinin bir parçası. Böyle bir şey ancak Antakya'da olabilir. Yani gelecek hâlâ açık. Aslında, arkeolog Tim Harrison geçen gün bana telif hakkını aldıklarını söyledi, yani her türlü minyatür kopyanın üretimi için telif haklarını elinde tutan bir dernek veya şirket var. Antakya'da sokak ve çarşı, 1905, Gertrude Bell Arşivi Bu hikaye size Hatay hakkında gerçekten bir şeyler anlatıyor. Oraya gidip bu ailelerle birlikte yaşadığınızda ve bu insanlarla günlük yaşamlarını paylaştığınızda, her şey çok sıradan görünüyor, sanki Türkiye'nin herhangi bir yerinde olabilirmişsiniz gibi. Ancak zamanla, katmanları soymaya başladığınızda, bu toplulukların bazı bölümlerinin Türkiye'ye ne kadar zayıf bir şekilde entegre olduğunu ve entegrasyonun çoğunun kelimenin tam anlamıyla silah zoruyla yapıldığını görmeye başlıyorsunuz. Birçok evde bir büyükannenin Türkçeyi akıcı bir şekilde konuşmadığını söyleyebilirsiniz. Bazen de hiç konuşmuyorlar. Burası bir sınır bölgesi olmaya devam ediyor ve pek çok açıdan bu haliyle tam olarak istenmeyen bir sınır bölgesi. Bu konuda bir sınırda olma hali var ve depremden sonraki yıllarda bu sınırda olma halinin ne olacağını ya da ne hale geleceğini gerçekten bilemiyoruz. Kitapta 19. yüzyılın sonlarından ve Osmanlı İmparatorluğu'nun sonlarına doğru yaşanan dönemden bahsediyorsunuz ve öyle görünüyor ki, Osmanlılar ister Hıristiyan ister Müslüman olsun, oradaki kültürel miras öğeleriyle pek ilgilenmemişler. Burada Osmanlı döneminin neyi yapıp neyi yapmadığına girmeye gerek yok, ancak en azından Ermeni Soykırımı günlerine kadar bir tür çok kültürlü topluma sahip olduğunuzu ve dini inançların, etnik kökenlerin bir araya geldiği bir topluluk hissi olduğunu iddia edebilirsiniz. M.Ö. 3. yüzyılda Büyük İskender tarafından kurulduğundan beri şehrin DNA'sı bu oldu. Bölgenin Helenistik öncesi tarihini düşündüğünüzde bile, farklı etnik gruplardan (Hitit, Hurrili, Yunan, Mari, Sami vb.) güneşin altında mutlu yaşamlarını sürdüren birçok halkla bu çok benzersiz duruma sahipsiniz. Ama arada bir dinlerini ve dillerini değiştiriyorlar, geçmişten gelen unsurları yeni bir kültürel forma taşıyorlar, yine de aynı yerlerde yerleşik kalıyorlar. Tıpkı Alevilerin Daphne ve Apollo efsanesiyle ünlü Harbiye şelalelerinde ibadet etmeleri gibi... Bu bölgede her türlü olasılık var. Kiliselerin senkretizmleri (farklı inanç ve uygulamaları bir araya getirmek) çok farklı değil. Atalardan gelen davranışların sürekliliği. Geçmişte Alevileri dini zulümden kurtarmak için onları saklayan Samandağ'daki Rum Ortodokslar ile Aleviler arasındaki yakın bağları da düşünün. Alevi iken şimdi Rum Ortodoks ya da Müslüman olan ya da tam tersi olan ailelerin din değiştirmeleri söz konusu. Asla bir araya getirilemeyecek birçok farklı unsurdan oluşan bir dağılım söz konusu. John Chrysostom'un vaazlarında Hıristiyanların sinagoglara gitmesinden ya da Yahudilerin kiliseye katılmasından şikâyet ettiğini okuyabilirsiniz. Sonra da bazı pagan festivallerine katılmak için Dafne'ye giderler. Bu Antakya'da çok sık görülen bir olay - dini otoriteler senkretizmden şikayet ederler. Tüm bunların sonunda, Antakya'yı sarsan birçok depremin ve M.S. 526'da Antakya tarihinin en büyük depremi de dahil olmak üzere bunların sonuçlarının ve yeniden inşalarının farkında olan bir arkeolog olarak, ileride ne görüyorsunuz ve bölgenin gelecekteki arkeolojisinde ne beklemeliyiz? İyimser bir bakış açısı sunmak istiyorum. Antakya halkının şehirlerinin yeniden inşasında yer alacağına inanmak istiyorum ve yerinden edilen insanlara yeni konutlar ve yeni fırsatlar sunacak, mantıklı ve sürdürülebilir bir yeniden inşanın gerçekleşmesi gerektiğinden eminim. Bu yeniden yapılanma, bölgenin uzun tarihini dikkate alan, sadece Roma dönemine ait olması gerekmeyen pek çok geleneği tanıyan bir yeniden yapılanma olmalıdır. Osmanlı evleri de, bu döneme ait güzel Rum ve Ermeni mimarisi de dahil olmak üzere yeniden inşa edilebilir. Yerleri turist dostu ve turizm için uygun hale getirme baskısı nedeniyle, bu restorasyonların düzgün ve saygılı bir şekilde yapılacağına inanmak istiyorum. Elbette bu bağlamda, kent tarihinin hala bilinmeyen farklı yönlerini göstermek için arkeolojiye de yer olacaktır. Antakya'nın arkeolojik olarak bize anlatacak çok şeyi olduğunu umuyoruz. Hala öyle. Helenistik öncesi ya da Roma dönemine ait katmanları kurtarmaktan bahsetmenin çok mantıklı olup olmadığından tam olarak emin değilim. Ancak, hükümet ve yerel paydaşlar işlerini doğru yaparlarsa Antakya'nın bölgenin kültürel merkez üssü haline gelmesi için büyük fırsatlar olacaktır. Şu anda Antakya ve eski şehri hakkında yanlış bir nostalji yaşanıyor, ancak düşündüğünüzde ve geçmişte insanlarla yaptığınız konuşmaları hatırladığınızda, aslında eski şehir o kadar da güzel değildi ve birçok insan ondan nefret ediyor ve birbiriyle aynı kafelerin ne kadar korkunç ve yapay olduğundan ve hiçbir şeyin otantik olmadığından sürekli şikayet ediyordu. Zamanın bir anına, o zamanki şeylerin yoğunluğuna dair bir nostalji olabilir, ancak şimdi böylesine içler acısı bir durumda olan eski şehirle ilgili farklı şeyler yapmak için fırsatlar olması da mümkün. Bazen insanlar Antakya'nın sadece 1920'lerden kalma geniş balkonlu ve avlulu o güzel Osmanlı evlerinden oluştuğunu hayal ediyor, ancak durum böyle değildi. Çok çirkin mahalleler de vardı, örneğin Trajan Su Kemeri'nin etrafındaki bölgeyi düşünün. Ben hala bundan iyi bir şey çıkacağına inanmak istiyorum ama bu uzun yıllar alacak. Şehir hala enkazla hesaplaşıyor, kimin ne yapacağına ya da buradan nereye gideceklerine dair bir fikir yok. Moloz sorunu çok önemli bir konu. Yüz milyonlarca tondan bahsediyoruz. Bu arkeolojik bir sorun, ekolojik bir sorun, sosyal bir sorun. Ölçeği o kadar büyük ki akıl almaz. Asi Nehri üzerindeki evler, Antakya, 1905, Gertrude Bell Arşivi Öne çıkan görsel: Antakya, 1950'ler özel koleksiyon

  • 'Antioch’s real heritage is the lives of its peoples and their pasts'

    In the second part of our conversation (click here for the first part) Andrea De Giorgi spoke to Nehna about the long history of earthquakes in the region, and how they have reshaped Antioch throughout the centuries. The Italian archaeologist contextualizes the earthquakes from the past with the modern history of the city, and tells us what these earthquakes, including the most recent one, mean for the archaeology of the region, both in terms of heritage and survival. In his view, the most central aspect of Antioch’s heritage is not simply its material history but the long lived history of cosmopolitanism, syncretism and tolerance that have characterized the city and its multicultural, multilingual populations ever since it was founded in 300 BCE. De Giorgi worries about poorly planned reconstruction projects that will put economic and political interests ahead of the history and traditions of the city, but he is also confident that Antiochians will eventually take control of the city and its future, reshaping it as a pluralistic enclave, in the same way that they have done through the centuries. As an archaeologist, he also believes that the city still has much to tell us archaeologically, and that as one of the most important urban centers in the ancient world that have survived into our days, its history is still being written and an emphasis should be placed on its long continuity, more than on its repeated destructions, thinking beyond the Hellenistic and Roman period. Interview: Arie Amaya-Akkermans It is well known from the history of Antioch in antiquity that the region has suffered a number of earthquakes in the past, but I was astonished to learn from your book how many of them there were; we are talking about more than fifty, in the period between the 1st century BCE and the 19th century. There were a lot of them, yes. It is the special character of this place, that despite the destruction created by these recurring events, the communities went on with their lives and people always rolled up their sleeves and went back to work. How did all these earthquakes affect modern archaeology and its possibilities? The earthquake in Antioch is of course a great catastrophe, and in archaeological terms it’s also not great news. In theory, it would be an opportunity to do some archaeological work as the rubble is being cleared, in order to understand the topography better, which could have an impact in understanding what is safe to build or not. But the Turkish government is going in a totally different direction with their reconstruction plans. We hear stories about architects and builders coming from distant places like Kayseri or Konya, who have no idea about what Antakya was, its history or traditions. But it is not just that. I have the feeling there will be a moment when the government will want to get a consensus on the reconstruction, and with the construction industry being one of the main assets in the president’s political machinery, they will try to build as fast as possible, the tallest possible. I don’t know if they’re building TOKI (mass housing development program) in the Antakya area, but at the very least they will do something very similar. They have a template of what cities are supposed to look like. First of all displacement, and then in the very center a shopping mall, surrounded by colorful mass housing projects that ignore any form of cultural or social heterogeneity that might have existed in the area. When I was reading Jordan Pickett’s contribution for a book you are editing, about the reconstruction projects of Antioch after earthquakes in the Roman and Hellenistic eras, they seem much more elaborate and well thought out than the current master plan that will be set into motion. I know that people in Antakya feel strongly about this, and are adamant about keeping their heritage alive, but the government isn’t having much of a conversation. At the beginning and at the end of the book you talk about the heritage of the peoples of Antioch and you summarize the greatness of the place, of its history and its past. You say that Antioch’s real heritage is the lives of its peoples and their pasts, and this strange combination of different communities, histories, styles in a horizontally multilayered city and society. Of course this is something that the state doesn’t want and they never wanted it in the first place, and now they are presented with a unique opportunity to erase it altogether. Strangely enough, I feel as if all that is left of Antakya, in a deep historical sense, is actually in Samandağ. When I think about Samandağ and Seleucia Pieria, it’s never been thoroughly investigated. In the past we tried, but given the conditions in Hatay, where there’s no room for other researchers and their desire to tightly control everything, we really couldn’t get it together, which is unfortunate. In Samandağ, the Delta, and Seleucia Pieria, you have the perfect reflection of cultural phenomena that filtered out from the big city throughout history. In the sense that Samandağ was never really completely built or finished, it couldn’t be completely destroyed during the earthquake. It remains that safe place to a certain degree, because it is still under construction as it always was. It is a kind of frontier as the proper Arabic speaking majority/minority place, which was always pushed further and further down and now there’s nowhere to push them, unless you mean into Syria. And Samandağ is still alive, it’s not a city of containers in the middle of nowhere as it is north of Antakya. The prospects are obviously gray, and things are not looking good, but I would like to think that there could be space for yet another large-scale transformation of the region after an earthquake. I trust the endurance and the incredible resilience of the people in Antioch. There’s a lot of pain, resentment and grief, in the people of Antakya, you can see how they’re clinging to their home, so I trust that will be ultimately the force that will ensure a future and fill those ruins with a sense of life, a sense of hope, a sense of future. We can talk about archaeology for many hours, but what really matters is that people get back their homes, and that they have running electricity, and running water, and a place to rebuild their lives, whether in Antakya or elsewhere. They need to receive some assistance; this is not the way things should be in 2023. The way that history and heritage are built and rebuilt in Antakya makes me think about the story of the rise to stardom of Hittite king Suppiluliuma in modern heritage discourses in the city. If you went to Antakya in 2022, as a tourist, and it’s your first time there, you would think that Suppi is the most important person in the history of the city. Incredibly famous. And he’s there on the same shelf with Atatürk and Alexander the Great, in every souvenir shop. He’s at the ice cream shop, at the barber, he is hanging from the taxi, and you’re curious to learn who this very famous person is. It turns out that the only thing that we actually know about this person is his name, the statue is not even academically published yet, and he’s all but eleven years old – for it was discovered at the Iron Age settlement of Tell Tayinat only in 2012. So he was invented as this icon of Antakya’s heritage only a decade ago. It makes me think that there’s this fluidity, this flexibility, in what Antiochians consider heritage. If you see him, you would think he’s as famous as Alexander the Great. Or perhaps more famous. But you never heard about him and he’s actually a very little known character. He went on to become such a major figure in so little time. It is such a part of the iconography of the city. Something like this could only happen in Antioch. So the future remains open. Archaeologist Tim Harrison told me the other day that they actually copyrighted it, so that there is this association or company that holds the copyrights for the production of all kinds of miniature copies. Street and Bazaar in Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive This story really tells you something about Hatay. When you go and live there, and you live with these families and share with these people their day to day life, everything seems so ordinary, as if you could be anywhere in Turkey. But with time, when you start peeling the layers, you begin to see how poorly integrated some parts of these communities are into Turkey, and that much of the integration was done literally at gunpoint. You can tell that the grandmother in many households doesn’t speak Turkish fluently. Sometimes they don’t speak it at all. It remains a borderland, and a borderland that is in many ways not exactly wanted as it is. There’s this liminality about it and we really can’t tell what this liminality will be or become in the years ahead after the earthquake. In the book you talk about the end of the 19th century and the period towards the end of the Ottoman Empire, and it seems that the Ottomans themselves were not particularly interested in the heritage landscape there, whether Christian or Muslim. We don’t really need to get here into the ins and outs of the Ottoman period, but you can argue that at least until the days of the Armenian Genocide, you had a kind of multicultural society and there was a sense of a community that was a conglomerate of religious beliefs, ethnicities. That has been the DNA of the city basically since its foundation by Alexander the Great in the 3rd century BCE. Even when you think about the pre-Hellenistic history of the region, you have this very unique situation, with many peoples living their happy lives in the sun there, from different ethnic groups (Hittite, Hurrian, Greek, Mari, Semitic etc). But every once in a while, they change their religion and language, carrying over elements from the past into a new cultural form, yet they remain settled in the same places. In the same way that Alawites worship in the waterfalls of Harbiye, famous for the myth of Daphne and Apollo. There are all kinds of possibilities in this territory. The syncretisms of the churches weren't very different. A continuity of ancestral behaviors. Think also about the intimate bonds between the Alawites and the Greek Orthodox in Samandağ who were hiding the Alawites in the past, in order to save them from religious persecution. There are conversions back and forth, of families who were Alawite and are now Greek Orthodox or Muslim, or the other way around. There’s a dispersion of many different elements that can never be glued together. You can read in the homilies of John Chrysostom where he’s complaining about Christians going to the synagogues or Jews attending church. And then they go to Dafne to partake in some pagan festivals. This is a very frequent event in Antioch – religious authorities complaining about syncretism. At the end of all this, as an archaeologist, aware of the many earthquakes that rocked Antioch and their aftermath and reconstructions, including the largest earthquake in the history of Antioch in 526 CE, what do you see ahead and what should we expect in the future archaeology of the region? I want to offer an optimistic take. I want to believe that the people of Antakya will be involved in the reconstruction of their city, and I am certain that a reconstruction needs to take place that is sensible and sustainable and that will offer new housing and new opportunities for the people that have been displaced. It must be a reconstruction that takes into consideration the long history of the place, recognizing its many traditions, not necessarily only Roman. Also the Ottoman houses can be rebuilt, including the beautiful Greek and Armenian architecture from this period. Because of the pressure of making places tourist friendly and viable for tourism, I want to believe that these restorations will be done properly and respectfully. There will be room for archaeology, of course, in this context, to show different facets of the history of the city that are still unknown. We hope that Antioch still has many things to tell us archaeologically. It still does. Whether it makes so much sense to talk about saving say the pre-Hellenistic or Roman layers, I’m not entirely sure. However, there will be great opportunities for Antioch to become a cultural epicenter of the region if the government and the local stakeholders do their job right. There is a false nostalgia going on now about Antakya and its old city, but when you think about it, and remember conversations you had with people in the past, actually the old city wasn’t that pretty and many people hated it and complained regularly about how horrible and faux were all these identical cafes, and how nothing was authentic. There could be a nostalgia about a moment in time, about the compactness of things then, but it’s possible that there are now opportunities to do things differently with the old city which was in such a deplorable state. Sometimes people imagine that Antakya was only made of those beautiful Ottoman houses from the 1920s with large balconies and courtyards, but it wasn’t the case. There were a lot of terribly ugly neighborhoods, for example think about the area around the Aqueduct of Trajan. I still want to believe that something good is going to come out of this, but it will take many years. The city is still reckoning with the rubble, there’s no sense of who’s going to do what, or where they will go from here. The problem of the rubble is a very significant issue. We’re talking about hundreds of millions of tons. It is an archaeological problem, an ecological problem, a social problem. The scale is so big it’s incomprehensible. Houses on the Orontes River, Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive Featured Image: Street and Bazaar in Antakya, 1905, Gertrude Bell Archive

  • 'Antioch is a city geologically and environmentally complex and without parallel'

    foto_great1/Unsplash The publication of the Routledge book “Antioch: A History” in 2021, by Andrea De Giorgi and Asa Eger, was the most comprehensive survey to date of the city’s material history, incorporating new reassessments of archaeological evidence, updating the state of our knowledge about the city’s long past. De Giorgi, a native of Turin and professor of classics at Florida State University, began his career excavating in the Greek colonies of southern Italy, such as Locri. Over time, his interests gradually shifted towards the Roman colonies in the Eastern Mediterranean, particularly in the modern territories of Turkey and Syria. At present he is the excavation director at Cosa, in southwestern Tuscany. De Giorgi has devoted many years to studying the archaeology and culture of the Roman period, with a special interest in the particular features of the city of Antioch and its environs. As a part of the series Antiochene Studies, with Brepols Publishers, in collaboration with other scholars, De Giorgi continues to explore the long-lasting legacy of Antioch, striving to complete the publication of findings from the Princeton excavations in Antioch before World War II. During the first part of our interview, De Giorgi spoke to us about the history of modern excavations in Antioch during the Princeton era, the finding and dispersion of the Antioch mosaics in museums throughout the world and the obstacles faced by modern archaeology in the city. Interview: Arie Amaya-Akkermans The Princeton Committee for the Excavation of Antioch on the Orontes, between 1932 and 1939, is an important part of the story that you told in your book “Antioch: A History”, and we learn there that the excavations took place during quite an interesting period that happened to coincide with the annexation of Antioch to the Turkish republic as the province of Hatay; a very turbulent period. Why is it so important for us today to learn about and from the Princeton Excavations? The history of the Princeton excavations is one of the points that I always bring up when trying to persuade people to work on these archives, not only because you get to cast light on Antioch and its materiality, but because there is also the fascinating history of the committee: You had this group of Americans in Hatay, incredibly ambitious, who were struggling to put a budget together to make this enormous project happen. And then it happened. But think about the period: It wasn’t just the tensions in Europe after World War I, the rampant nationalism in the Middle East, the mess of the Ottoman Empire and its disintegration, which is the recipe for a lethal concoction in the region. It was also what happened in America around the time of the Great Depression. These people were making plans for Antioch in the late 1920s and then the depression hit and the market collapsed like in 2008, and institutions backed out because they didn’t have any money left. Charles Rufus Morey was the person at the helm, and he was a visionary, a real intellectual and had a vision for Antioch, so he managed to get the operation started in 1932, with an understanding that the situation in Hatay is complicated, but the French Mandate authorities had reassured them that the project was viable. Princeton University, with the blessing of the State Department, said that they can go to Syria, and the authorities of the mandate also said everything is fine, so the whole thing got a head start. At this time the French Mandate was in the process of developing a museum of antiquities. Yes, exactly. In that part of the world at the time, archaeology was pretty much in French hands and you had these monumental figures in the field. They were the only interlocutors for the Americans, and the Americans on their part, put together a team, and they were also able to involve the Louvre, and everything looked fine. The problem is that everyone who was giving the go ahead blessings at the time, they had never visited Antioch, they had never done a scrap of reconnaissance, and they had no idea what they were up against. Hunt Floor Mosaic, Worcester Art Museum, early 6th century CE, excavated in 1936 It didn’t take them too long to become aware of the reality, and already in the first season things were getting very complicated. Colonial excavations were still a thing then (Antioch was perhaps the last grand excavation of the colonial period), so they would show up dressed in white wearing a fedora hat, with a stick and hundreds of workers. There was still that idea of hiring a zillion laborers, and digging without focusing in any area in specific, it was all very 1920s. But Antioch is a city without parallel, it’s geologically and environmentally very complicated; if one has a sense of where things are, you could make it work. They hadn’t done their homework, or at least they hadn’t done enough surveying, and besides that, they hadn’t built any real relationships with the local population, so they always ended up with this issue of contracts being broken, being infringed, people pulling out, or a situation when the lease is up and you can’t dig anymore. There was no real conversation with local stakeholders. The Princeton Committee was put to halt in 1939 during World War II and then what happened? Basically in 1939 the whole world went crazy, and even French archaeologist Lassus, one of the main figures in the region, had to go back to France to serve in the army. It's World War II with all of its horrors. Lassus and William Alexander Campbell had literally promised each other that after the war they would resume the excavation, but by the time the war ended, the stamina had disappeared and no one was eager or willing to confront the new Turkish authorities, to seek a new permit. Truth being said, the Turkish authorities, especially during 1939, and after the coup in Hatay, showed willingness to work with the Franco-American team. But this team always had their reservations about the Turkish authorities. In their notes, they record their thoughts about what’s happening in the region at time, and regard it as a tragedy. They think that there’s no legal ground for this military coup that is unfolding, right before their eyes, and they’re not happy with the situation. In their eyes, Antakya is mostly inhabited by Arabs, and this whole Turkish takeover, with militias and the army, wasn’t going anywhere good. Even before the events took place, there were expulsions of Arabs and Armenians from Iskenderun in 1938. I am sure this appeared very threatening in the eyes of the Americans. Absolutely. In their diaries, Lassus and Campbell write not only excavation notes, but also comment on recent events, and from them we know there were riots happening in the city constantly, with people being chased, or being lynched. At some point, while they write about a number of marble fragments, they also tell the story of an Armenian that was being chased by Turks, and that eventually made it to safety but he had to jump into the Orontes River in order to save his life. The insanity of the times is well recorded. A couple of times they were forced to evacuate the camp, pack their things and go to Beirut. By then it was only Campbell and Lassus who were still active there, while Morey and the others had more or less given up or lost interest. Donald Wilber, on the other hand, was an agent provocateur; he worked for the CIA. It’s such a part of the history of Western archaeology of the Middle East to be a spy, even though sometimes people think it’s just funny stories. Definitely. People have no idea about the many archaeologists or people who were connected to archaeological work were in fact official agents of the American government. After 1939, the Princeton Committee is not there anymore, but in the interim period, there is this spectacular dispersion of the Antioch mosaics that go to Princeton, and then basically everywhere, to many other museums. How did this come about? Did they enter into any kind of agreement with the authorities to divide up the found mosaics or how did the mosaics then travel all over the world? It all starts with the main institutions involved, who were major stakeholders in the excavation, such as Princeton, the Louvre, or the Baltimore Museum. There are the infamous partage agreements, you can call them looting agreements: We dig out stuff, we put it together, we take photographs of it, we study it, and then we also take it. In the framework of the French Mandate in Syria, they could do basically anything they wanted and it was more than anything a discussion amongst themselves; the conversations often revolved around the quality of the finds. Antioch excavations, Byzantine Stadium, 1932, Princeton Committee for the Excavation of Antioch There are significant pieces like the Judgment of Paris, an important 2nd century CE mosaic discovered in Antioch in 1932, which went to the Louvre, and then institutions were asking the Louvre, ok now you got the Judgment of Paris, so what are we going to get? This is how it all started. The sponsoring institutions were funding these expeditions not only because of love of science; they obviously wanted the treasures. This is how you built collections in the 1930s. The trouble begins as soon as the number of mosaic pavements exceeds the capacity of these institutions. Of course you have some magnificent pavements but you also have more average stuff. And what happens next started at the Worcester Art Museum in Massachusetts: Sometime around 1936 the museum had enough material in storage to put together the first exhibition about ancient Antioch in history, and then the main curator who was also the director of the museum, initiated this unfortunate trend of selling pavements to other institutions, and this situation continued until the 50s and the 60s. I know for example that a local museum in Saint Petersburg, Florida, purchased three panels. At this point the folks in Princeton were in terrible financial deficit after the excavations, and by the 1960s they were still trying to fill all those holes in their budget, and the sale of the pavements ended up being the panacea of all the problems. This is how museums and institutions in America that were active in the 1960s, each one got a bit of Antioch, and you would be surprised if you look at a map of all the museums that have material from Antioch, it’s mind blowing. I think there is a period in American museums, especially after the 1960s, when all the important periods of classical art had already been collected, and then they start on a second wave of acquisitions in which every museum needs to have the newer stuff, like Cycladic marbles, Antiochian pavements or Assyrian terracottas. You need to keep up with the trends. Absolutely. It’s exactly that. And that is how the collection of mosaics from the excavations was basically scattered, to the point that even a museum in Cuba has a couple of pavements from Antioch. There was a Jesuit university there that had been established by American missionaries, and they purchased a couple of very good pavements. Has Turkey tried to claim them back and ask for their return? AG: The ministry of culture in Turkey has sent letters to various institutions, such as Harvard or Baltimore. Martyrion, Seleucia Pieria (Çevlik), 1938, Princeton Committee for the Excavation of Antioch Since there have been some returns from the Met, such as the Kilia idol from the Shelby White and Leon Levy collection, I suppose that Turkey is now emboldened. The requests for repatriation are of course about flexing muscles but historically and legally, if you think about the whole context of 1932-1939, there’s no scrap of evidence that can be shown that this is a part of Turkish culture that has been taken out of the country without permission. Not even the best lawyer in the world could win such a case. In your book, there was something very striking for me, and it is that if you happened to go to Antakya, before the earthquakes, and nobody told you that this was Antioch there is no way for you to know where you are. In this sense I think the region is really unique; even in Beirut after all its war destructions there is a physical sense of the past. There is a huge disconnect between the archaeological record of Antioch and the present of Antakya (now past). The literary footprint of Antioch in the classical world is so gigantic, it’s everywhere from the New Testament to Anna Komnene’s Alexiad, which is a text set so far off from Antioch emotionally and intellectually, and yet Antioch takes up entire chapters. But then you go to Antakya, and there’s almost nothing to see. It’s so strange. It is strange. It’s a part of the mystic of the city, I guess. When you think about other cities in the region, like Beirut or Istanbul, it’s incomparable. No matter how overbuilt Istanbul is, if you’re next to Hagia Sophia, you could spatially visualize things. Antakya is something else, and it’s very unfortunate that although great opportunities arose in the past for resurrecting portions of the ancient city, they weren’t fully seized. The entire 1930s was a big fiasco archaeologically. Sure, a few hundred mosaics have been found, and that’s great, but where are they from? What is their context? You’re trying to understand what Harbiye is, which is where many of the pavements came from, and when you look at those plans, it’s mind-boggling, there’s nothing left, things have been literally razed off the ground. When you go to places like Çevlik, and you enter the Vespasian Titus tunnels, and climb above them, you can see the exact place where the Martyrium was taken, the one that is now at the Hatay Archaeological Museum, and it looks like a job made by a plumber. You get not only a sense of the incompleteness of the site, so violently excavated but also that it was done in a hurry. In your book we also learn a lot about the search for the Byzantine churches of Antioch, something that has been tried many times in the past, and how little, or next to nothing has been found. But then I think about the Bronze Age archaeology of the region, and how sites like Tell Kurdu, Tell Atchana and Tell Tayinat, in a way are more transparent to archaeologists historically and materially than the Roman and Byzantine past, and I find this mind blowing. Of course. Let’s put it this way, the only place in Antioch where any work could be possibly done is the former island at Küçükdalyan, that’s where you could perhaps reveal the picture of what actual Antioch was, but so far there’s not much going on, bits and pieces that don’t really give you the bigger picture and maintenance of what has been already excavated. Perhaps you could excavate on the slope of the mountain, but you would need to excavate 10 or 12 meters before getting to the Islamic layers; the sedimentation has accumulated there for many centuries. Andrea de Giorgi

  • 'Antakya Jeolojik ve Çevresel Olarak Karmaşık, Benzeri Olmayan Bir Şehir'

    Routledge tarafından 2021 yılında yayımlanan Andrea De Giorgi ve Asa Eger tarafından kaleme alınan Antioch: A History (Antakya: Bir Tarih) kitabı, arkeolojik bulguların yeni değerlendirmelerini de içererek, kentin uzun geçmişi hakkındaki bilgilerimizi güncelliyor. Bu kitap, kentin maddi tarihi hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma. Florida Eyalet Üniversitesi'nde Klasik Arkeoloji profesörü De Giorgi, kariyerine Locri gibi Güney İtalya'daki eski Yunan kolonilerinde kazılar yaparak başladı. Zamanla ilgi alanı Doğu Akdeniz'e, özellikle de modern Türkiye ve Suriye topraklarındaki Roma kolonilerine doğru kaydı. Şu anda Güneybatı Toskana'daki Cosa'da kazı direktörü olarak yapıyor. De Giorgi uzun yıllarını Roma dönemi arkeolojisi ve kültürünü incelemeye adadı, Antakya ve çevresinin özelliklerine özel bir ilgi duydu. De Giorgi, Brepols Publishers ve diğer akademisyenlerin işbirliğiyle, Antiochene Studies serisinin bir parçası olarak, Antakya'nın uzun süreli mirasını keşfetmeye devam ediyor ve İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Antakya'daki Princeton kazılarından elde edilen bulguların yayınlanmasını tamamlamaya çalışıyor. Söyleşimizin ilk bölümünde De Giorgi’yle Princeton döneminde Antakya'da yapılan modern kazıların tarihi, Antakya mozaiklerinin bulunması ve dünyanın dört bir yanındaki müzelere dağıtılması ve modern arkeolojinin kentte karşılaştığı engeller hakkında konuştuk. Röportaj: Arie Amaya-Akkermans Princeton Asi Nehri Üzerindeki Antakya Kazı Komitesi'nin 1932-1939 yılları arasındaki çalışmaları, Antioch: A History adlı kitabınızda anlattığınız hikayenin önemli bir parçası. Ve orada kazıların oldukça ilginç bir dönemde, Antakya'nın Hatay vilayeti olarak Türkiye Cumhuriyeti'ne iltihakıyla aynı döneme denk geldiğini öğreniyoruz. Çok çalkantılı bir dönem. Bugün bizim için Princeton kazıları hakkında bilgi edinmek neden bu kadar önemli? Princeton kazılarının tarihi, insanları bu arşivler üzerinde çalışmaya ikna etmeye çalışırken her zaman gündeme getirdiğim noktalardan biri. Sadece Antakya'ya ve onun gerçekliğine ışık tuttuğunu için değil, aynı zamanda komitenin büyüleyici tarihi de söz konusudur: Hatay'da inanılmaz derecede hırslı bir grup Amerikalı vardı ve bu muazzam projeyi gerçekleştirmek için bir bütçe oluşturmaya çalışıyorlardı. Ve sonra gerçekleşiyor. Ama o dönemi düşünün. Bu sadece Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da yaşanan gerginlikler, Ortadoğu'da yükselen milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması gibi bölgede ölümcül bir parçalanmaya yol açan bir dönem değil. Büyük Buhran döneminde Amerika'da da olan buydu. Bu insanlar 1920'lerin sonunda Antakya için planlar yapıyorlardı ve sonra buhran oldu ve 2008'deki gibi piyasa çöktü ve kurumlar geri çekildi çünkü hiç paraları kalmamıştı. Hunt Taban Mozaiği, Worcester Sanat Müzesi, MS 6. yüzyıl başları, 1936 yılında kazılmıştır Charles Rufus Morey işin başındaki kişiydi, vizyon sahibi, gerçek bir entelektüeldi ve Antakya için bir vizyonu vardı. 1932'de Hatay'daki durumun karmaşık olduğunu bilerek, ancak Fransız Manda yetkililerinin projenin uygulanabilir olduğu konusunda kendilerine güvence vermesiyle operasyonu başlatmayı başardı. Princeton Üniversitesi, Dışişleri Bakanlığı'nın onayıyla Suriye'ye gidebileceklerini söyledi ve Manda yetkilileri de her şeyin yolunda olduğunu söyledi, böylece her şey bir başlamış oldu. Bu sırada Fransız Mandası bir eski eserler müzesini geliştirme sürecindeydi. Evet, aynen öyle. O dönemde dünyanın o bölgesinde arkeoloji büyük ölçüde Fransızların elindeydi ve bu alanda anıtsal figürler vardı. Amerikalılar için tek muhatap onlardı ve Amerikalılar da bir ekip oluşturdular. Louvre'u da işin içine katmayı başardılar, her şey yolunda görünüyordu. Sorun şu ki, o dönemde bu işe onay veren hiç kimse Antakya'yı ziyaret etmemiş, en ufak bir keşif yapmamıştı ve neyle karşı karşıya olduklarına dair hiçbir fikirleri yoktu. Gerçeğin farkına varmaları çok uzun sürmedi ve daha ilk zamanlarda işler çok karmaşık bir hal almaya başladı. O zamanlar kolonyal kazılar hala önemli bir şeydi. Antakya belki de kolonyal dönemin son büyük kazısıydı. Bu yüzden beyazlar giymiş, fötr şapkalı, elinde bir sopa ve yüzlerce işçiyle ortaya çıkıyorlardı. Hala milyonlarca işçi tutma ve belirli bir alana odaklanmadan kazı yapma fikri vardı, hepsi tam 1920'lerden kalma hallerdi. Ancak Antakya benzeri olmayan bir şehir, jeolojik ve çevresel olarak çok karmaşık. Ancak birilerinin neyin nerede olduğuna dair bir fikri varsa, bunu başarabilirsiniz. Ama ev ödevlerini yapmamışlardı ya da en azından yeterince etüt yapmamışlardı. Bunun yanı sıra, yerel halkla gerçek bir ilişki kurmamışlardı, bu yüzden her zaman sözleşmelerin bozulması, ihlal edilmesi, insanların çekilmesi ya da kira sözleşmesinin sona ermesi gibi artık kazı yapamayacakları durumlar oluştu. Yerel paydaşlarla gerçek bir diyalog yoktu. Princeton Komitesi 1939'da İkinci Dünya Savaşı sırasında durduruldu ve sonra ne oldu? Aslında 1939'da tüm dünya çılgına döndü ve bölgenin en önemli isimlerinden biri olan Fransız arkeolog Lassus bile orduya katılmak için Fransa'ya geri dönmek zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı, tüm dehşetiyle başlamıştı. Lassus ve William Alexander Campbell savaştan sonra kazılara devam edeceklerine dair birbirlerine söz vermişlerdi, ancak savaş sona erdiğinde dayanma gücü kaybolmuştu ve kimse Türk yetkililerle yeni bir izin almak için yüzleşmeye hevesli ya da istekli değildi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türk yetkililer, özellikle 1939'da, Hatay'daki darbeden sonra, Fransız-Amerikan ekibiyle çalışmaya istekli olduklarını gösterdiler. Ancak bu ekibin Türk yetkililer hakkında her zaman çekinceleri olmuştur. Notlarında, o dönemde bölgede olup bitenlerle ilgili düşüncelerini kaydediyorlar ve bunu bir trajedi olarak görüyorlar. Gözlerinin önünde cereyan eden bu askeri darbenin yasal bir zemini olmadığını düşünüyorlar ve durumdan memnun değiller. Onların gözünde Antakya'da çoğunlukla Araplar yaşıyor ve Türkiye'nin milisler ve orduyla birlikte burayı ele geçirmesi hiç de iyiye alamet değil. Olaylar gerçekleşmeden önce bile, 1938'de İskenderun'dan Arap ve Ermenilerin sürülmesi söz konusuydu. Eminim, bu durum Amerikalıların gözünde çok tehditkâr görünmüştür. Kesinlikle. Lassus ve Campbell günlüklerinde sadece kazı notları yazmakla kalmıyor, aynı zamanda son olaylar hakkında da yorumlarda bulunuyorlar ve onlardan şehirde sürekli ayaklanmalar olduğunu, insanların kovalandığını veya linç edildiğini biliyoruz. Bir noktada, bir dizi mermer parçası hakkında yazarken, Türkler tarafından kovalanan ve sonunda güvenli bir yere ulaşan, ancak hayatını kurtarmak için Asi Nehri'ne atlamak zorunda kalan bir Ermeni'nin hikayesini de anlatıyorlar. O zamanların akıl almazlığı iyi kaydedilmiştir. Birkaç kez kampı boşaltmak, eşyalarını toplamak ve Beyrut'a gitmek zorunda kaldılar. O zamanlar orada hala aktif olan sadece Campbell ve Lassus'tu. Morey ve diğerleri ise az çok pes etmiş ya da ilgilerini kaybetmişlerdi. Donald Wilber ise bir ajan provokatördü, CIA için çalışıyordu. Bazen insanlar bunun sadece komik hikayeler olduğunu düşünse de, casus olmak Orta Doğu'daki Batı arkeoloji tarihinin bir parçasıdır. Kesinlikle. İnsanlar pek çok arkeolog ya da arkeolojik çalışmalarla bağlantılı kişinin aslında Amerikan hükümetinin resmi ajanları olduğunu bilmiyorlar. 1939'dan sonra Princeton Komitesi artık yok, ancak ara dönemde Antakya mozaikleri Princeton'a ve daha sonra neredeyse her yere, diğer birçok müzeye dağılıyor. Bu nasıl oldu? Bulunan mozaikleri bölüşmek için yetkililerle herhangi bir anlaşma yaptılar mı ya da mozaikler nasıl dünyanın dört bir yanına dağıldı? Her şey Princeton, Louvre ya da Baltimore Müzesi gibi kazıda büyük pay sahibi olan ana kurumlarla başlıyor. Meşhur paylaşım anlaşmaları var, bunlara yağma anlaşmaları da diyebilirsiniz. Bazı şeylerı kazıp çıkartıyoruz, bir araya getiriyoruz, fotoğraflarını çekiyoruz, inceliyoruz ve sonra da alıyoruz. Suriye'deki Fransız Mandası'nda, temelde istedikleri her şeyi yapabiliyorlardı. Bu anlaşmalar, her şeyden çok kendi aralarında bir tartışmaydı. Tartışmalar genellikle buluntuların kalitesi etrafında dönüyordu. Paris'in Yargısı gibi önemli parçalar var, 1932'de Antakya'da keşfedilen MS 2. yüzyıla ait önemli bir mozaik. Louvre'a gitti ve sonra kurumlar Louvre'a soruyor, "Tamam, şimdi Paris'in Yargısı'nı aldınız, peki biz ne alacağız?" diye. İşte her şey böyle başladı. Sponsor kurumlar bu keşif gezilerini sadece bilim sevgisi nedeniyle finanse etmiyorlardı; belli ki bu hazineleri istiyorlardı. 1930'larda koleksiyonlar bu şekilde oluşturuluyordu. Antakya kazıları, Bizans Stadyumu, 1932, Princeton Antakya Kazı Komitesi Sorun, taban mozaiklerinin sayısının bu kurumların kapasitesini aştığı anda başlıyor. Elbette bazı muhteşem taban mozaikleri var ama aynı zamanda daha ortalama şeyleriniz de var. Aslında sorun, Massachusetts'teki Worcester Sanat Müzesi'nde başladı. 1936 civarında müzenin deposunda Antik Antakya'nın tarihiyle ilgili ilk sergiyi oluşturmaya yetecek kadar malzeme vardı ve daha sonra aynı zamanda müzenin müdürü olan ana küratör, bu talihsiz taban mozaiklerini başka kurumlara satmaya başladı. Bu durum 50'li ve 60'lı yıllara kadar devam etti. Örneğin, Florida'daki Saint Petersburg'ta yerel bir müzenin üç panel satın aldığını biliyorum. Bu dönemde, Princeton'dakiler de kazılardan sonra korkunç bir mali açık içindeydiler ve 1960'lara gelindiğinde hala bütçelerindeki açıkları kapatmaya çalışıyorlardı ve taban mozaiklerinin satışı tüm sorunların ilacı oldu. Amerika'da 1960'larda aktif olan müze ve kurumlar böyleydiler, her biri Antakya'dan bir parça aldı ve Antakya'dan eserler bulunduran tüm müzelerin haritasına bakarsanız şaşırırsınız, akıllara durgunluk verir. Bence Amerikan müzelerinde, özellikle 1960'lardan sonra, klasik sanatın tüm önemli dönemlerinin zaten toplandığı bir dönem var ve daha sonra Kiklad mermerleri, Antakya döşemeleri veya Asur terrakottaları gibi daha yeni şeylere sahip olmak için ikinci bir satın alma dalgası başlıyor. Trendlere ayak uydurmaları gerekiyor. Kesinlikle. Aynen öyle. Kazılardan elde edilen mozaik koleksiyonu temelde bu şekilde dağıldı, öyle ki, Küba'daki bir müzede bile Antakya'dan birkaç taban mozaiği var. Orada Amerikalı misyonerler tarafından kurulmuş bir Cizvit üniversitesi vardı ve birkaç tane çok iyi taban mozaiği satın aldılar. Türkiye onları geri almaya ve iadelerini talep etmeye çalıştı mı? Türkiye Kültür Bakanlığı, Harvard veya Baltimore gibi çeşitli kurumlara mektuplar gönderdi. Martyrion, Seleucia Pieria (Çevlik), 1938, Princeton Antakya Kazıları Komitesi MET'ten Shelby White ve Leon Levy koleksiyonundan Kilia idolü gibi bazı geri dönüşler olduğu için, sanırım Türkiye şimdi cesaretlendi. Ülkeye geri dönüş talepleri elbette gücünü göstermekle ilgili, fakat tarihsel ve yasal olarak, 1932-1939 bağlamının tamamını düşünürseniz, bunun Türk kültürünün izinsiz olarak ülke dışına çıkarılmış bir parçası olduğuna dair gösterilebilecek en ufak bir kanıt yok. Dünyanın en iyi avukatı bile böyle bir davayı kazanamaz. Kitabınızda benim için çok çarpıcı olan bir şey vardı. Eğer depremlerden önce Antakya'ya gittiyseniz ve kimse size buranın Antakya olduğunu söylemediyse, nerede olduğunuzu bilmenizin hiçbir yolu yok. Bu anlamda bölgenin gerçekten eşsiz olduğunu düşünüyorum. Beyrut'ta bile tüm savaş yıkımlarından sonra geçmişe dair fiziksel bir his var. Antakya'nın arkeolojik kayıtları ile Antakya'nın bugünü (artık geçmişi) arasında büyük bir kopukluk var. Antakya'nın klasik dünyadaki edebi izi o kadar büyük ki, Yeni Ahit'ten Antakya’dan duygusal ve entellektüel olarak çok uzakta geçen Anna Komnene'nin Alexiad'ına kadar her yerde var, ve yine de Antakya tüm bölümleri kaplıyor. Ama sonra Antakya'ya gidiyorsunuz ve görecek neredeyse hiçbir şey yok. Bu çok garip. Garip bir şey. Sanırım bu da şehrin gizeminin bir parçası. Bölgedeki Beyrut ya da İstanbul gibi diğer şehirler Antakya'yla kıyaslanamaz. İstanbul ne kadar aşırı inşa edilmiş olursa olsun, Ayasofya'nın yanındaysanız, mekansal olarak bir şeyleri görselleştirebilirsiniz. Antakya bambaşka bir yer ve geçmişte antik kentin bazı bölümlerini yeniden canlandırmak için büyük fırsatlar doğmasına rağmen bunların tam olarak değerlendirilememiş olması çok talihsiz bir durum. 1930'ların tamamı arkeolojik açıdan büyük bir fiyaskoydu. Elbette, birkaç yüz mozaik bulundu ve bu harika, ama bunlar nereden? Bağlamları nedir? Harbiye'nin ne olduğunu, taban mozaiklerinin çoğunun nereden geldiğini anlamaya çalışıyorsunuz ve o planlara baktığınızda akıllara durgunluk veriyor, hiçbir şey kalmamış, her şey kelimenin tam anlamıyla yerle bir edilmiş. Çevlik gibi yerlere gittiğinizde, Vespasian Titus tünellerine girip yukarı çıktığınızda, şu anda Hatay Arkeoloji Müzesi'nde bulunan Martyrium'un alındığı yeri tam olarak görebiliyorsunuz ve bir tesisatçının yaptığı bir iş gibi görünüyor. Sadece alanın tamamlanmamışlığını, çok şiddetli bir şekilde kazıldığını değil, aynı zamanda aceleyle yapıldığını da hissediyorsunuz. Kitabınızda ayrıca, geçmişte birçok kez denenmiş olan Antakya'daki Bizans kiliselerinin araştırılması ve neredeyse hiçbir şey bulunamadığı hakkında da çok şey öğreniyoruz. Ama sonra bölgenin Tunç Çağı arkeolojisini ve Tell Kurdu, Tell Atchana ve Tell Tayinat gibi yerlerin arkeologlar için tarihsel ve maddi olarak Roma ve Bizans geçmişinden nasıl daha şeffaf olduğunu düşünüyorum ve bunu akıllara durgunluk veren bir şey olarak görüyorum. Tabii ki. Şöyle söyleyelim, Antakya'da herhangi bir çalışmanın yapılabileceği tek yer Küçükdalyan'daki eski adadır. Belki de gerçek Antakya'nın resmini ortaya çıkarabileceğiniz yer orasıdır ama şu ana kadar pek bir şey yapılmadı. Size gerçekten büyük resmi vermeyen parçalar ve zaten kazılmış olanın bakımının yapılması dışında hiçbir şey yapılmadı. Belki dağın yamacında kazı yapabilirsiniz, ancak İslami katmanlara ulaşmadan önce 10 veya 12 metre kazı yapmanız gerekir. Tortulaşma yüzyıllardır orada birikmiş. Andrea De Giorgi

  • Antakyamızdan Vazgeçmeyeceğiz

    Foto: Bora Selim Gül Bir süre sonra evimi yıkacaklar ve ben buna hazır mıyım, hiç bilmiyorum. Benim evim o kadar güzeldi ki. Yerde parıl parıl parlayan gri beyaz karoları, tavanda lamine parkeleri vardı. Üç katlıydı benim evim, üçüncü kata iki buçuk yıl önce taşınmıştık. Her gelen hayran kalırdı. Her şeyiyle biz ilgilenmiştik, ağırlık olmasın diye çatı yaptık, gelen işçiler çatıya bağlanan ve benim odamda ve salonda görünen direkleri görüntü açısından kesebileceklerini söylediler. Babam tereddütsüz "hayır" cevabını verdi. Ben de tüm o direkleri boyayıp güzel hale getirmiştim. Biz üçüncü kata taşınmadan önce binayı sağlamlaştırmak için aylarca uğraştı. Babam sayesinde evimiz başımıza yıkılmadı. Ben biliyordum ama bir gün çok büyük bir deprem olursa evimizin yıkılmayacağını. Evimizde uyandığım ilk sabah anneme "Anne burası dağ evi gibi, harika!" diye sevinçle çığlık atmıştım. Cam balkonlu terasımız vardı, cam balkonu gören herkes "Ay çok zor olmuyor mu bunları silmek?" diye sorduğunda annemle birbirimize bakar, aynı anda "Yooo, daha kolay hatta, açılabiliyor bunlar" diyip kıkırdardık. Camın hemen yanında bir kanepe vardı. Kışları terasa kuruyorduk sobamızı. Sobadaki odunların takırdama seslerini dinleyerek, camdan gökyüzünü izleyerek uyurdum ben her gece. Terasa açılan bir mutfağımız vardı. Bulaşık yıkarken penceresinden İncir'i, Attun'u, Tarçın'ı ve diğer bütün kedilerimi izleyip seslenirdim. Yukarı bakarlar ve hızla kapıya doğru koşarlardı. Aşağıya indiğim gibi yirmisi de orada olurdu, sesimi duymayanlar diğer kedilerin koştuğunu görünce kapıda biterlerdi hemen. Miyavlamalar eşliğinde mama koyardım önlerine, hayranlıkla nasıl yediklerini seyrederdim. Bahçemiz vardı küçük. Patlıcan, domates, biber, pazı, roka, zahter, fesleğen yetiştirirdik, bahçe kapısı aralandığı gibi kedi misafirlerimiz girerdi. Gölgelik bir alan bulup altında uzanırlar, bizi izlerlerdi. Kavurucu yaz sıcaklarında da suladığımız toprağın üstüne yatıp keyif çıkartırlardı. İncir hanım prenses olduğu için diğer kedilerle asla yemek yemezdi, benimle üçüncü kata çıkar, özel kabında yemeğini yerdi. Hatta bazen ben evdeyken annem kapıdan bana "Bir misafirimiz var!" diye seslenirdi bana. Sokağın başından evime gidene kadar on beş kişiye selam verirdim, bazen komşularımız bahçelerinde oturup dedikodu yaparlarken "Ooo hanımlar, nabersiniz bakalım?" diye takılırdım onlara. Güzel bir yemek piştiği zaman evlerde birbirimize bir tabak götürürdük. Kek yapacağız kabartma tozu mu bitmiş evde? Bir koşu karşı komşuma gider oradan alırdım. Bahçede mangalımızı yakar, patlıcan, biber, domatesleri közlerdik. Közlenince bir yandan onları soyup doğrardık, bir çırpıda abagannucu yapardık etler pişerken. İlk kedi beslemeye başladığımız zamanlar ben et vermek isteyince kızan annem ve babam her mangal yaptığımızda her birine bir iki parça verirdi. Yemeklerinden kısar, "Arttı bunlar yaaaaaa. Çocuklara verelim" bahanesiyle hemen aşağıya inip yedirmeye başlamışlardı. Her sıkıldığımızda eski Antakya sokaklarını gezer, kafelerden gelen "Habbeytek bessayf"i dinlerdik. Habbeytek bessayf, habbeytek bişşiti. Ben lisedeyken Sade diye bir kafe vardı, okuldan kaçar kendi yaptıkları buzlu çaylarını içmeye giderdik. Oranın sahibi abi bir ara yanımıza gelmiş ve ilişkilerle ilgili hala hatırladığım bir konuşma yapmıştı. Bir sonbahar akşamı eski sevgilimle el ele Antakya'yı karış karış gezmiştik. Her cuma dershane çıkışı Keyfo'ya gider acılı, yeşil süs biberli tavuk dürümümü yer, kendi yaptıkları mayonezi direkt ağzıma sıkmamak için büyük savaş verirdim. Kuzenlerimden “acaba Döver'e kahvaltıya mı gitsek?” lafını duyan halam "Yeşim'in yeri daha iyi, çok lezzetli" deyip bizi o parayı koymaktan vazgeçirir, kendi hazırladığı kahvaltıyı yedirirdi bize. Yaz geceleri bizim evin salonunda iki kocaman masa açardık, tüm aileyi çağırıp ziyafet çekerdik. Humusları, taratorları, abagannucları açar, kebapları masaya dizerdik. Boğma rakıları kadehlere doldurup aynı anda içerdik. En yakın arkadaşım, Saray Caddesi’ni gezerken "Abdo daha iyi kanka" dediğimde "Saçmalama, Çağlayan daha güzel tabii ki" diye çıkışırdı. Normalde Abdocu olan annem bir gün "Kızım Çağlayan daha güzel galiba ya, eti daha fazla koyuyorlar" demesiyle o ihaneti iliklerime kadar hissetmiştim. Öğrenciyiz tabii, kitap fiyatları da malum, tüm öğretim yılı boyunca Sayar Fotokopi'nin önündeki sıralarla geçerdi günlerimiz. Bazen Cemil Meriç Kütüphanesi'nde sabaha kadar ders çalışırız diye kendimizi gaza getirip en fazla saat gece ikiye kadar çalışır, sonra da sabahı getirene kadar canımız çıkardı, ilk gelen dolmuşla evlere dağılırdık. Antakya Anadolu Lisesi'nde okudum ben. Çok farklıydı benim okulum. Sınıftan çıktığın an direkt dışarıya çıkmış olurdun. Koridorlar dışarıya açılırdı, kapalı değildi. Avlumuz vardı. Eğer kendimizi ödüllendirmek istiyorsak La Mistik'e giderdik, güzel atmosferiyle ruhumuzu, yemekleriyle de midemizi doyururduk. Yazın kavurucu sıcaklarında canımız künefeden çok haytalı çekerdi, eski Antakya'dan girip Affan'a çıkardık. Arka bahçede soğuk haytalılarımızı yerdik. Antakya'ya gelen herkesin ruhu da midesi de çok iyi doyardı. Hıdırbey’e gider, sanki önceden onlarca kez okumamış gibi Musa Ağacı’nın hikayesini okur, buz gibi suyuyla ferahlardık. Kiliseleri gezer, ezan sesiyle çan sesinin aynı anda sesini duyardık. Düğünlerde de çok iyi bilirdik eğlenmesini. Arapça şarkılar vazgeçilmezimiz olurdu, kokteylli düğünlerde kendi yaptıkları bir litrelik boğma rakıyı koyarlardı her masaya. Sandığınız gibi sarhoş olmazdı kimse, zaten hep içildiği için herkes bilirdi içmenin adabını. Evi temizlerken dinlemek için oluşturduğum bir playlistim vardı. Evimi süpürür, Antakya kahvesini yapar, süvari bardaklara doldurur, müzik dinlerken evi silmeye başlardım. Normalde on beş dakikada silinebilecek evi keyifle, dans ede ede yarım saatte silerdim. Bazı yaz geceleri kulaklığı takıp sahnede ünlü bir şarkıcıymış gibi dans ederdim. Bazen de salondaki koltuğumda sabaha kadar dizi izler, günün aydınlanmasını yavaş yavaş içeri giren ışık huzmeleriyle anlardım. Biri bize kahvaltıya mı gelecek? Zeytin salatamız, çökeleklerimiz, humusumuz, bahçeden kopardığımız domates, biber, rokalarla sofrayı donatırdık. Tüm yaz kuzenlerimle sabaha kadar oyun oynardık, sohbet eder, özlemimizi giderirdik. Hatta deprem olduğu gün bizde toplanmış, gece 2’de Antakya köftesi sipariş etmiştik. Notlarımda hala en son “bir normal az acılı, bir kaşarlı acısız, bir normal acısız mayonezsiz, bir kaşarlı acısız, bir sadece kaşarlı” yazıyor. Meğer o gece evdeki son yemeğimizmiş. Onlar depremden on dakika önce evlerine gitmişti, ben de tam uyumaya giderken yakalanmıştım depreme. On dakika önce haykıra haykıra gülen kuzenim elinde kanla bağırarak ağlıyordu. On dakika önce oyun oynayan biz ölümü bekliyorduk. On dakika önce deli mutlu olan biz sağanak yağmurda bağıra çağıra ıslanıyorduk. Eğer bir eviniz varsa onu çok sevin, olur mu? Temizlik yapmaya çok üşendiğiniz evlerinizi bıkıp usanmadan keyif ala ala temizleyin. Güzel mutfaklarınızda güzel yemeklerinizi pişirin. Mahallenizi sevin, sokak hayvanlarını besleyin. Çünkü evsiz ve memleketsiz kalırsanız bu kadar basit şeyleri yapamadığınız için bile çok acı çekiyorsunuz. Bir eviniz, bir memleketiniz olduğu için; tüm anılarınız yıkık binalar altında kalmadığı için; memleketiniz tanınmaz halde olmadığı ve kokmadığı için; “Memleket neresi?” diye sorulunca “Antakya” cevabını duyulunca "Geçmiş olsun, Antakya dümdüz olmuş" cümlelerini duymadığınız için; artık işe yaramayacağını bildiğiniz halde cüzdanınızdan çıkaramadığınız bir anahtarınız olmadığı için; biri "Eve gidiyorum" deyince kalbinize bir ağrı saplanmadığı için; bayramlarda, tatillerde dönebileceğiniz bir memleketiniz olduğu için; gece boyunca deprem rüyaları görmediğiniz için çok şanslısınız. Bütün bunları yaşayan, evsiz kalan bizler için bunların değerini bilin, olur mu? Antakya çok kez yerle bir oldu, tekrar inşa ettiler. Biz de Antakya’yı tekrar inşa edeceğiz. Bu ne memleket sevdası diyorsanız Antakya’yı, Antakyalıları hiç tanımamışsınız demektir. Çünkü Antakya birçok kültürün, Arap’ın, Türk’ün, Alevi’nin, Ermeni’nin Yahudi’nin, Hıristiyan’ın kardeşçe yaşadığı bir yerdi, kültürel mirasından beslenen, şehrin ve insanın iç içe geçtiği, ayrılmaz bir bütün olduğu bir yerdi. Biz hep kendimizi çok şanslı hissettik buralı olduğumuz için. O nedenle bizlere başka şehirlerde altın tepside tüm güzellikleri sunsanız da biz Antakyamızdan vazgeçmeyiz, vazgeçmeyeceğiz. Depremden sonra evimiz. Elimdeki yenidünyalar bizim bahçemizde bu yıla kadar meyve vermeyen ağacımızdan

  • TMMOB: Hatay’da Asbest Tüm Canlıların Hayatını Tehdit Ediyor

    TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nce 20.09.2023 tarihinde ‘Deprem Sonrası İnşaat ve Yıkıntı Atıklarında Asbestin İncelenmesi: Hatay Örneği’ başlıklı bir basın açıklaması yapıldı. Biz de Nehna olarak şube yönetim kurulu üyesi Utku Fırat tarafından sunulan bu basın açıklamasını takip ettik. Açıklamada, ülkemizde asbestin çıkarılması ve kullanılmasının 2010 ve 2013 yılında çıkarılan yönetmelikler ile yasaklanmış olmasına rağmen; bu tarihlerden önce inşa edilmiş olan binalarda sıkça kullanılmış olduğu ve bu binaların yıkılması ile asbest liflerinn ortaya çıkacağı varsayımı ile bu araştırmaya başlandığı belirtildi. Bu ihtimal sebebiyle yapılan araştırma neticesinde düzenlenen rapor kamuoyuyla paylaşıldı. Rapora göre; 02.09.2023 ve 03.09.2023 tarihinde Hatay ilinin çeşitli noktalarından alınmış olan 45 adet numunenin incelenmesi neticesinde bu numunelerden 16’sında asbest tespit edilmiştir. Bu numunelerden bir kısmı yıkıntılardan alınmış olan katı numuneler, bir kısmı ise yüzeylerden stub yoluyla alınmış toz numuneler olduğu görülüyor. Raporda dikkat çekilen detay ise çalışmanın yapıldığı tarihlerden 2-3 gün kadar önce bölgede gök gürültülü yağışlar ve fırtınalar gerçekleştiği, bu sebeple fauna ve yerleşim alanlarının yüzeyinde bulunan toz yoğunluğunun düştüğü, dolayısıyla çalışma sırasında tespit edilen asbestin 2-3 gün süre zarfında biriken tozlardan alındığıdır. Bu detay, uzun süre yağışın olmadığı özellikle yaz aylarında asbest oranının tespit edilenin çok üstünde olabileceğini gösteriyor. Asbestin toz halinde havaya karışması neticesinde bölgede yaşayanların solunum yoluyla maruz kalacağı, Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) tarafından ‘kesin kanserojen’ olarak kabul edildiği ve etkilerinin 15-20 yıl sonra ortaya çıktığı belirtilen rapora göre alınması gereken acil önlemler şöyle sıralanıyor: Yıkım yapılan bölgelerde yaşayan halkın, çalışanların ve gönüllülerin mutlaka FFP3 koruyuculuk derecesinde maske kullanması, Bölgede yıkım yapılırken mutlaka sulama yapılarak, ortaya çıkması muhtemel tozların önlenmesi, Hafriyat çalışmalarında görev alan işçilere maske temin edilmesi ve asbestin zararları konusunda gerekli bilgilendirmenin yapılması, Yıkımına başlanmamış binalarda asbestli malzeme olup olmadığının tespit edilmesi ve tespit edilen asbestli malzemelerin ayrıştırıldıktan sonra yıkım işlemine başlanması, Enkaz kaldırma çalışmaları sırasında kullanılan kamyonların kasaları örtünmeden trafiğe çıkmasına izin verilmemesi, Asbestli malzemenin gerekli izolasyon işlemleri yapılarak yaşam alanlarından uzak bir bölgede depolanması. Bölgemizde meydana gelen depremler neticesinde akut dönemde öncelikle can ve mal kayıplarına ilişkin zararlar gündemimizdeyken, aradan geçen sürede özellikle alınmayan tedbirler sebebiyle çevresel zararlar da gündemimizde yer tutmaya başladı. Haberimize konu olan rapora göre, enkaz kaldırma ya da yıkımlar esnasında alınmayan tedbirler ve ihmaller sebebiyle halk sağlığı tehlikeye atılıyor. Bu tehlike maalesef sadece bugünümüzü değil; geleceğimizi de tehdit ediyor.

bottom of page