top of page

"" için 222 öge bulundu

  • Büyülü Şehrin Büyülü Noeli

    Anna ve Mişel’e. Simon ve Ferda’ya. Antakya’nın dirençli insanlarına. Hep ‘’bir varmış bir yokmuş’’ diye başlar hikayeler. Antakya’ya ilk gidişim, bundan beş yıl önce yine bir Aralık sonuydu, yılbaşı zamanı. Bir şehre ilk gidişimde hep heyecanlanırım. Şehir beni nasıl karşılayacak, bana dokunacak mı, kokusu, ruhu nasıl? Sokaklarında yürümedikçe, insanlarıyla sohbet etmedikçe doğru anlayamıyorsunuz şehri. Önceden biraz çalışmıştık; nerede kalınır, nereler gezilecek, nerelerde ne yenecek, neler görülmeli. Dört gün boyunca, aldığımız notların hakkını verdik. Gezdik, eğlendik, güldük, sokaklarını arşınladık, alışverişlerimizi yaptık, yedik, yedik, yedik. Lezzete düşkünlüğümden, aldığım tuzlu yoğurdundan zahterine, salçasından, nar ekşisine, zeytininden sıkma peynirine, künefesine, şarabına kadar her şeyi toplamanın bir bagaj/kargo bedeli olacaktı tabii. Ruhuyla, enerjisiyle her gideni sarıp sarmalayan bir şehir Antakya. Belki biraz köhne bırakılmıştı ama şehrin ruhu, kendine has kokusu, insanların nezaketi, inceliği, içime kazındı bir kere. Bir arada yaşamanın getirdiği saygıdan olmalı o incelik belki. Biz, büyükşehirlerin bizi yoran karmaşasına alışmışız galiba. Sevmesek de bazen gözümüzü kapatıp katlanıyoruz. Artık sık karşılaşmadığımız için unutmuşuz o incelikleri, sakinliği. Bilmediğimiz şey değil oysa. Antakya’ya ikinci gidişim, aslında Nehna sayesinde oldu. İki yıl önce Nehna’da okuduğum “Antakya’da Noel Kutlaması Bir Başkadır” başlıklı yazıydı beni yeniden Antakya’ya çeken. Beş yıl sonra, yine Aralık’ta, bu sefer Noel kutlaması için annemle yollara dökülecektik. Antakya’ya gidişimiz öncesinde, Nehnakurucularından Anna Beylunioğlu’yla bir kitap söyleşisinde tanışmıştım. Bir önceki deneyimime dayanarak biraz daha yerele dair küçük tüyolar aldım ondan. Hazırlıklar tamamdı ama içimde bir endişe. Antakya ya değişmişse, daha önce beni yakalayan o enerjisi, o güzelim ruhu kaybolduysa ya? Hayır, öyle olmadı. Yine sarmaladı Antakya beni her şeyiyle. İçleri portakal, limon ve defne ağaçlarıyla sizi karşılayan iç avlulu evleri, eski şehrin içinde kaybolmayı sevdiğiniz şaşırtıcı, bazen muzip, daracık sokakları… İnsanı zarif, içten, hoşsohbet, güler yüzlü. Şehir de öyle. Hırçın değil, sakindi. Otelimiz Kurtuluş Caddesi üzerindeydi. Tanrıça Tykhe’nin odasına yerleştikten sonra kendimizi Antakya’nın sokaklarına attık. Karşıdan karşıya geçerken yayayı uzaktan gördüğünde nezaketle yol veren güzelim insanların şehri Antakya. Büyükşehirde kornaların üzerine yapışan eller, burada nasıl da sabırlı, sakin bir hale dönüşüyor, şaşırıyorum. İlklerin şehri Antakya’da gezilecek ne çok yer var. Aralık ayının son haftası ve Antakya bizi biraz yağmur ama çoğunlukla güneşle karşılıyor. Medeniyetlerin buluştuğu bu güzel şehir, tarihiyle, gastronomisiyle, mimarisiyle, farklı kültürlerle harmanlanıp bir arada yaşamayı başarmış büyük bir mozaikti. Ne kadar kıymetli! Kurtuluş Caddesi boyunca yürürken, bir yandan da beş yıl önceki bilgimle anneme rehberlik ediyorum. Oysa bayağı değişiklikler olmuş şehirde. Dar sokakların bir kısmı ve üzerindeki yapılar yenilenmiş, güzelleşmiş. Kafe ve restoranlar çoğalmış. Uzun Çarşı hatırladığım gibi, yine rengarenk, cıvıl cıvıl. Aralık ayında taze zahterler çıkıyor karşıma. Alışveriş için çok vaktimiz yok, şimdilik göz ucuyla bakıp nerede ne var, hafızama kaydediyorum. Nasıl olsa yine bulacağım onu, bırakmam. Annemi Antakya’nın efsane lezzetlerinden tepsi kebabıyla tanıştırıyorum. Mideler şenleniyor ama bol yürüyüş de lazım. Ara sokaklara girip kaybolmayı seçiyoruz. Her nasıl becerdiysek, kendimizi Rum Ortodoks Kilisesi’nin sokağında buluyoruz, Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi. Sokak yine civcivli, kalabalık. Sağlı sollu dükkanlar, kilisenin önü Noel kutlaması için süslenmiş, demir kapısı kapalı. İçeri girip bakmayı deniyorum, olamıyor. Kapıdaki beyefendiye yarın akşamki Noel ayinine gelip gelemeyeceğimizi soruyorum. Aldığım cevap kocaman bir hayal kırıklığı. “Çok kalabalık” diyor, “protokol” diyor, “mümkün değil” diyor. Nasıl yani? İstanbul’dan Antakya’ya Noel kutlaması için gel ama gireme. Bir telefon trafiğiyle, Anna ve Mişel’in (Uyar) sihirli dokunuşları işe yarıyor. Nasıl bir inceliktir bu! Çok da yakından tanımadığı insanlar için uğraşan, çözüm üreten bu insanlara gözün kapalı güvenirsin, güvenmelisin de. Antakya ipekçiliği üzerine yazı yazmayacağım elbette. Ama annem için tam yeri. Dükkanlara girsin çıksın, ipeklerin, kumaşların desenlerini, renklerini, nakışlarını incelesin, saatlerce vakit geçirebilir. Onun kumaşlarla ilişkisi bambaşka. Renklerle, motiflerle muazzam işler yaratır o kumaşlardan. Kilise sokağında çeşit çeşit ipek şallar, fularlar satan dükkanlar var. Girdik küçük bir dükkana. Tatlı, güler yüzlü, genç bir hanım, bıcır bıcır. Dükkandaki ipeklerden annemin gözü ışıldıyor. Bir yandan da sohbete dalmışız genç hanımla. Nihayetinde iki üç fular seçip aldık. Genç hanım bize büyük bir incelikle “Bunlar da benim size hediyem” diyerek iki küçük paket uzattı. İçi ısınıyor insanın. Biz “Akşam nerede ne yesek, nereye gitsek?” diye konuşurken, genç hanım üç yıl önce açılmış bir restoranı önerdi. “Sahibi beyefendi hemen karşı dükkanda, gelin sizi tanıştırayım” diye önüne katıp götürdü bizi. Restoran sahibi beyefendi, aynı zamanda kuyumcu. Bizi sıcacık bir gülümsemeyle karşıladı. Kısa bir sohbetten sonra, bizzat kendisi telefon açıp restoranında yerimizi ayırttı. Melekler el uzatmış belli ki o konağa. İçinde portakal ağaçları olan kocaman avlusuyla, 150 yıllık bir konağa adım atmanın keyfi… Nasıl özenli, pırıl pırıl ve mutfağı muazzam lezzetli! Ertesi gün o tatlı beyefendiye teşekkür etmek için tekrar uğradım dükkanına. Bize küçük ipek fularları hediye eden genç hanıma da bizi tanıştırdığı için teşekkür etmemek olmazdı. O kadar beğenmiştik ki, o “melekli” konağı, İstanbul’a dönmeden önceki gecemizde tekrar gittik. Oradan ayrılmak üzereyken kapıda restoranın sahibi zarif beyefendi ve genç oğluyla karşılaştık. Kapı önü sohbetimiz biraz uzun sürdü. O gencecik delikanlı, kocaman gülümsemesiyle İstanbul’u ne kadar sevdiğini yine oraya dönmek istediğini uzun uzun anlattı. Onlardan niye bu kadar çok bahsettiğimi belki başka bir zaman, başka bir hikayede anlatırım. Şimdilik tadı damağımızda kalsın. Onların güzel kalplerini anmak istedim. Noel gecesi heyecanı bambaşka. Üstelik herkesi seferber edip içeri giremezsek diye bir heyecan da var. Ama her şey tıkır tıkır işledi. Kilisenin önünde ve avlusunda muazzam bir kalabalık. Sokağın süsleri gece ışığında bir başka güzel. Beni en çok şaşırtan, hatta duygulandıran, kilisenin önünde, karşıdan karşıya konulmuş, beyaz kırmızı şeritler ve balonlarla süslenmiş ışıklı Merry Christmas yazısıydı. “Medeniyetler şehri burasıymış gerçekten. İstanbul’da görmediğimizi burada görüyorum” diye düşündüm. Tuhaf bir duyguydu bu. Kiliseye, önceden telefonla konuştuğumuz ama o dakika tanıştığımız Simon ve eşi Ferda’yla girdik. Yine ağız dolusu gülümsemeler karşıladı bizi. Minnettarım onlara. Ne sıcacık, tatlı insanlar! Kilisenin avlusuna girerken, bir gün önce bizi reddeden uzun boylu beyefendiye küçük bir göz kırpmayı unutmadım elbette. Avluyu geçip kiliseye girdiğimizde ayin başlamıştı bile. İçerisi tıklım tıklım. İnsanlar gayet şık. Boş bir yer bulup ayini izledim. Gerçekten çok etkileyiciydi. Arapça anlamıyordum ama Noel ritüellerini sevdiğim için farklı bir toplumun kültürünü izlemek çok hoşuma gitmişti. Ayin bitiminde kilisenin avlusu hınca hınç doldu. “Kokteyl ve havai fişek gösterisi başlıyor” dedi Simon. Kilise ve avlusu ışıklandırılmıştı. Avluda kokteyl için masalar ve ikramlar hazırlanmıştı. Herkes birbiriyle büyük bir keyifle sohbet ediyor, birbirini kutluyor, kimileri dans ediyor. Kilisenin çanları çalmaya başladığı anda havai fişek gösterisi başladı. İnanılmaz bir coşku. Kilisenin sokağı, avludaki kadar kalabalıktı. Eminim, dışarıdaki insanlar da aynı coşkuyu yaşıyordu. Antakya bu coşkuya alışık. Birlikte yaşıyor bu insanlar. Aynı suyu, aynı havayı, farklı lezzetleri, geçmişin mirasını beraber paylaşıyorlar. Yedi kere yıkılmış, yedi kere yeniden kurulmuş Antakya’nın insanları, o yüzden bu kadar sıcak, özenli, zarif ve güzel kalpli. Konuşurken gözlerinin içine bakıyorlar bir kere. Savsaklamıyorlar, terslemiyorlar seni. Yarım yamalak da dinlemiyorlar. Belki günde yüzlerce kez duydukları aynı soruyu ilk kez duymuş gibi sabırla cevaplıyorlar. Anna’nın “Humusçu İbrahim’e gitmeden dönme” notunu ancak son güne yetiştirebildim. Küçük dükkanında, arı gibi koşturan müthiş bir kişilik. Bakla ezmesi ve humusunun lezzetini anlatmayacağım. Şanslı olanlar bilir zaten. Antakya’da tattığımız her şeyin bu kadar lezzetli olması, bir tesadüf değil elbette. Geçmişten gelen çok kültürlülük, çeşitlilik, topraklarına duydukları saygı, yöresel tariflerini kuşaktan kuşağa aktararak korumaya özen göstermelerinden. Hülasa, bu coğrafyanın insanı yemek için yaşamayı seçmiş. Bunu öğretiyorlar bizlere. Antakya’da son günümüz. Beş gün boyunca büyülü Antakya’nın gezilmesi gereken her yerini gezdik. Tadılması gereken bütün lezzetlerini tattık. Son alışverişlerimizi tamamladık. Simon ve Ferda’yla telefonda vedalaştık. İstanbul’a döndükten sonra da iletişimimiz kopmadı. 6 Şubat felaketinden sonra korkarak aradım. Çok şükür yaşıyorlardı. Uzun zamandır arayamadım. Arama vakti çoktan gelmiş. Hiçbir şeyi ertelememek lazım. Uçağımızın kalkmasına daha vakit var. “Son bir defa Antakya’nın sokaklarını gezsek” dedik. Meydandaki çarşıda sepet sepet nergislerin kokusu… Almadığımız bir o kalmıştı. Nasıl da zarif bağlamışlar o nergisleri. İstanbul çiçekçilerinin yaptığı gibi, boyunlarından iple sıkmamışlar. Birer koca demet annem ile bana. Antakya’nın nergisleriyle dönüyoruz İstanbul’a. Bu, duyduğum, hissettiğim, Antakya’nın son kokusuydu.Hediye edilen küçük güzelim ipek fuların yükü o kadar ağır ki şimdi.

  • Hatay ne demek?

    Tahir Sezen’in Devlet Arşivi Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan meşhur Osmanlı Yer Adları kitabında Antakya maddesine baktığınızda kitap sizi Hatay maddesine yönlendirir. Sezen, Hatay isminin Osmanlıca karşılığını belirttikten sonra Antakya’nın yüzyıllar içinde Osmanlı idari taksimatında değişimini sıralar. Fakat bu maddede şöyle önemli bir hata vardır. Hatay ismi, aslında Osmanlı belgelerinde hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yer almış bir isim değildir, zira Hatay, bölgenin 1939’da Türkiye’ye katılması sürecinde siyasi saiklerle yaratılmış ve bölgeye yakıştırılmış bir isimdir. 1939’dan önce ise, bugün bölgenin en büyük iki şehri olan İskenderun ve Antakya, Osmanlı idaresi altındayken hiçbir zaman tek bir isimle anılmadılar. MÖ 2. yüzyılda Büyük İskender’in adıyla kurulduğu rivayet edilen İskenderun, Osmanlı taksimatında, 19. yüzyılda Adana vilayetinde yer aldığı kısa bir süre dışında Halep eyaleti/vilayetine bağlı bir kazaydı. Büyük İskender’in önemli komutanlarından Selevkos Nikator’un babası Antioch’u onurlandırmak için şehre adını verdiği Antakya ise Halep eyalet/vilayetinde kaza veya sancak olarak yer aldı. Ancak, 1920’de bölgede kurulan Fransız Mandası Suriyesi idaresinde olan iki şehir, mandanın idari taksimatında Sandjak d’Alexandretta (İskenderun Sancağı) veya Liwaa el İskenderuna (İskenderun Şehri) olarak yer aldılar. Peki, o zaman Hatay ne demek? Bu isim tam olarak ne zaman ortaya çıktı ve ne anlama geliyor? Daha önce belirttiğim gibi bu soruların cevabı bütünüyle bölgenin Türkiye topraklarına dahil olduğu süreçle ilgili. Bilindiği gibi bu süreç, esas olarak Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında imzalanan (ve Fransa Parlamentosu tarafından resmen hiçbir zaman onaylanmayan) bağımsızlık anlaşmasıyla birlikte Sancak’ın statüsünün belirsizliğinden doğan tartışmalarla başladı. Türkiye’nin Sancak’ın bağımsız bir Suriye’nin parçası olmasını engellemek için hızla giriştiği diplomatik ve siyasi atak, dönemin şartları gereği demografik iddiaları güçlendirmeyi elzem kılmıştı. Zira dönemin uluslararası toplumunun en etkin yapısı Milletler Cemiyeti, görünürde bir bölgenin nasıl yönetileceğini o bölge nüfusunun rızasına bırakmıştı. Fakat Milletler Cemiyeti’nin savunageldiği kendi kaderini tayin hakkı, bu yapıyı meydana getirenlerin ırkçı dünya görüşünden ziyadesiyle nasibini almıştı. Bu görüşe göre, o bölgede yaşayan nüfusun rızasının alınması, nasıl yönetileceği için şarttı fakat aynı zamanda uluslararası anlamda yaratılan mandalar sistemi, dünya üzerindeki herkesin rızasının aynı düzeyde önemli görülmediğinin işaretiydi. Buna göre, manda altına alınması kararlaştırılan bölgeler, kendi kendilerini yönetecek olgunlukta ve kapasitede değillerdi; onlar danışmaya muhtaçlardı. Dolayısıyla, bu bölgelerde manda gücü olarak bulunan devletlere, bu bölgeleri özyönetim için yeterli olgunluğa ve kapasiteye kavuşturma görevi verilmişti. Suriye bağlamında bu görev Fransa’nındı, zira Suriye, toprakları üzerinde bölgenin yerlileri tarafından yönetilmek için fazla çeşitliydi ve Suriye’de çoğunluğu oluşturan Müslüman topluluklar, geçmişte yaşanan katliamlar göz önünde bulundurulduğunda, Müslüman olmayan toplumların can güvenliğini sağlayabilecek olgunlukta görülmemişti. Bu ırkçı ve global anlamda adaletsiz ve ayrımcı kendi kaderini tayin hakkının dinamiklerinin nasıl işlediğini Türkiye, 1920’lerde Musul’daki Britanya idaresi Milletler Cemiyeti kararıyla tasdik edildiğinde tecrübe etmişti. 1936’da Sancak’ın kaderi söz konusu olduğunda da Türk tarafı, Arap milliyetçilere göre çok daha organize ve atik davranarak pozisyon almış ve siyaset üretmişti. Bölgedeki nüfus çoğunluğunu elinde bulundurduğunun yanı sıra bölgenin tarihsel olarak Türk olduğunu ispatlamak da bu siyasetin esas önceliğiydi. Bu bağlamda, dönemin hakim ırksal düşüncesinden etkilenmenin ötesine geçerek bu fikriyatı bir adım ileriye taşıyan ve Türklerin de hakim “beyaz medeniyet”in parçası ve hatta kurucusu olduğunu bilimsel olarak kanıtlamaya çalışan Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ne katkı sunan tarihçiler, dilbilimciler ve sosyal bilimciler, bu uluslararası meselenin de yardımına koştular. Bu isimlerden biri de o dönem TBMM’de Siirt mebusu olarak bulunan İsmail Müştak Mayakon’du. Mayakon’un 10 Ekim 1936’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Tarihten Bir Yaprak” yazısı, o dönem Sancak olarak anılan bölgenin bir anlamda kaderini değiştirecekti. Mayakon, bu yazıda söz konusu bölgenin tarihsel olarak ezelden beri Türk (Hata/Eti/Hitit) olduğu tezini temellendirirken, bölgeye bu tez için bir de isim öneriyordu: Hatay. Mayakon’a göre, “Antakya, İskenderun ve havalisinde” yaşayan Türkler, bölgenin “en aşağı kırk asırlık sahip ve sakini”ydiler. Bu teze göre, Orta Asya’dan kalkarak önce Çin’in kuzeyine yerleşen Türkler, tarihsel olarak kendi isimleri olan Hata, Ata ve Eti kelimelerinden yola çıkarak o bölgeye Hatay demişlerdi. Daha sonra dünyanın her yerine yayılan Türklerden Hatay bölgesinde yaşayanlar, gelip Antakya, İskenderun ve havalisine yerleşmişlerdi ve burada kurulan medeniyetin mimarı olmuşlardı. Dolayısıyla, o dönemde o bölgede yaşayan “Türkler bu Hatay Türklerinin çocuklarıydı”. Bu yüzden, Mayakon’a göre, o bölgede yaşayanlar Hatalar ve o bölge de Hatay diye anılmalıydı. 10 Ekim 1936 tarihli gazete kupürü Fakat Mayakon’un bu önerisi doğrudan kabul görmedi. Zira Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936’da TBMM’de yaptığı konuşmada, bölgenin hakiki sahibinin “öz Türkler” olduğunu söylerken, bölgeyi “İskender[u]n–Antakya ve havalisi” diye anmıştı. Bu demek oluyor ki, Hatay ismi 1936 Kasımı’nın başı itibariyle henüz devletin zirvesince kabul edilmemiş ve resmi kullanıma sokulmamıştı. Fakat bölgedeki siyasi mücadelenin önde gelen isimlerinden ve 1938’de kurulacak bağımsız Hatay Devleti’nin ilk ve tek Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, anılarında bir gün Çankaya Köşkü’ne çağrıldığını ve “Antakya-İskenderun ve havalisinin ismi bundan böyle Hatay’dır” talimatı aldığını yazar. Bu olay, çok büyük ihtimalle Kasım ayı içinde vuku bulmuştur, zira tarihçi Sarah Shields’ın Fezzes in the River kitabında aktardığına göre, dönemin ABD Türkiye Büyükelçisi John Macmurray’in, “Mayakon’un yazısının ardından tüm Türkçe gazetelerin bölgeyi Hatay diye anmaya başladığını” belirttiği telgraf 1 Aralık 1936 tarihlidir. Kasım 1936’dan sonra, bu isim Türkiye’de ve bölgedeki Türkiye yanlıları arasında çok yoğun bir şekilde kullanılmaya başlar. Bu o kadar hızlı bir şekilde gerçekleşmişti ki, dönemin Lübnan ve Suriye mandalarından sorumlu Yüksek Komiseri Kont Damien de Martel bile bu ismin bu kadar çabuk benimsenmesine şaşıracaktı. Martel, Fransa Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı telgrafta, “bölgede Hitit isminin üç yüz yıldır hiç bahsinin geçmediğini” fakat buna rağmen Hatay adının hızla kabul görmesinin “Türk tarafının propaganda aygıtının disiplininden kaynaklandığını” belirtmiştir. 1939’da bölgenin Türkiye’ye bağlanmasının ardından Hatay isminin kullanımı tartışılmaz hale geldi. Bu dönemi, Hatay vilayeti sınırları içinde yer alan yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi izledi. 1940’larda, Süveydiye veya Cebel-i Simmen (bölgede yaşayan Aziz Simon’a atfen Arapçada Simon Dağı) denilen yer Samandağ’a, Kuseyr diye anılan bölge Altınözü’ne dönüştürüldü. 1960’ta, Arapça ismi Arsuz olan kasabaya, buraya atanan bir yetkilinin bölgede bolca bulunan okaliptüs ağaçlarını burada hiç bulunmayan çınar ağacı sanması yüzünden Uluçınar ismi verildiği anlatılır. Elbette ki bu isimlerin, özellikle de Hatay’ın, bugün bölgenin isimlendirilmesini kolaylaştıran pratik bir getirisi var. Fakat bunun ötesinde, çoğu isimlendirme siyaseti örneğinde olduğu gibi, bölgenin tarihi mirasının ve ondan devralınan isimlerin de yok olmasına neden oluyor. Belki de bu yüzden Ortodokslar da dahil olmak üzere Antakya ve çevresinde doğanlar veya oralarla bağı olanların hatırı sayılır bir kısmı kendisine Hataylı demekten kaçınır. Nehna’da, bölge özelinde bu isimlendirme politikasının hangi tarihsel tasavvurlarla temellendirildiğini, 1930’larda ve 40’larda Hatay isminin nasıl bir dünya görüşüyle kullanıma sokulduğunu, dönemin önde gelen tarihçilerinin ilgili açıklamaları üzerinden bu sayfalarda tartışmaya devam edeceğim.

  • “47 gün sonra Tako’yu kucağıma aldığımdaki hissi tarif edemem”

    Soley Gazel, Antakya’da doğup büyümüş bir mimar. Üniversite için geldiği İstanbul’da mimari tasarım uzman yardımcısı olarak çalışıyor. Ancak kendisiyle bu röportajı yapma sebebim, uzun yıllardır ailesinin bir üyesi olan kedisi Tako. Tako depremde kayboluyor, 47 gün sonra bulunuyor. Bu röportajla başlatmayı umduğum seriyi, hayvan dostlarımızla deprem sürecinde yaşanan dayanışmayı göstermek, kayboluş hikayeleri kadar değerli bulduğum kavuşma hikayelerini ön plana çıkarmak için yapmaya karar verdim. Soley’le depremin ona hissettirdiklerini, Antakya’yı, kedisi Tako’nun depremde kayboluşunu ve bulunuş hikayesini konuştuk. Röportaj: Talin Hüseyinoğlu Biraz Antakya’dan konuşmak isterim seninle. Aslında uzun süre orada yaşadın üniversiteye gidene kadar. Nasıldı Antakya’da yaşamak? Ne ifade ediyor Antakya senin için? Antakya deyince şu an gözlerim doldu. Antakya benim için çok şey ifade ediyor. Sadece doğup büyüdüğüm şehir değil, insanların orada kardeşçe yaşadığı, sokağa çıktığınız anda insanları tanıyıp tanımamanız önemli değil. Her zaman selam verecek birileri olması ve orada tamamen güvende olma hissi, beni Antakya’ya bağlayan şeylerden sadece birkaçı. Gerçekten Antakya’da hepimiz kardeş gibi yaşadık. Ben Hıristiyanım, mesela Paskalya döneminde arkadaşlarıma renkli boyadığımız yumurtalardan götürürdüm ve onlar çok mutlu olurlardı. Kiliseye giderdik beraber. Aynı şekilde onların bayramlarında bize tatlılar, aşureler gelirdi. Kömbeler gelirdi. Hiç kimseyi dini, ırkı, dili diye ayırmadık, herkes gerçekten birbirini insan olduğu için severdi. Bu şekilde büyütüldük, herkesten aynı şeyi gördük. Hoşgörü şehri, zaten herkes öyle biliyor artık. Bir de tabii, Antakya deyince yemekleri atlayamayacağım. İstanbul’a öğrenci olarak geldim ve buradaki arkadaşlarıma sürekli Antakya yemeklerinden bahsettim. Sürekli Antakya’ya gelmeleri için ikna etmeye çalışıyordum. Şu an bile konuşurken tek söylediğim şey, umarım Antakya düzelir ve sizi orada ağırlayabilirim ve bunu tüm kalbimle istiyorum. Bu sıra özellikle Antakya’yı düşünüp öyle uyuyabiliyorum. Sokaklarında gezerken hayal ediyorum kendimi. Depremde birçok arkadaşını, ailesini kaybetmiş biri olarak çok üzgünüm bu durumda olduğumuz için. Yüz yıl düşünsem böyle bir felakete denk geleceğimizi tahmin etmezdim. Herkes İstanbul’dan korkuyordu, burada bir deprem bekleniyordu ama 6 Şubat sabahı telefonlarla uyandık. 30 gün boyunca İstanbul’daki evimde kaldık. Benim amcam 36. saatte çıkarıldı, yanında yengem ve kuzenim çıkamadı maalesef. Üzücü olan onlardan da ses geliyordu belki birinci veya ikinci gün çıksalardı enkazdan, şu an hayatta olabilirlerdi. En yakın arkadaşım Lukas'ı kaybettim, onunla beraber annesi ve babası da enkazdan çıkamadı ve onlar benim ikinci ailemdi. Tonlarca arkadaşımı kaybettim, hala bazı tanıdıklarımın ölüm ve kayıp haberlerini alıyorum. Daha bir sürü insan var çıkmayan ve bu bizim için çok yıpratıcı bir durum oluyor. 30 gün boyunca evde hep beraber kaldık ve hala o kadar kişi eve nasıl sığdık aklım almıyor. Resmen burada küçük bir Antakya yarattık. Birbirimize kenetlendik. İnsanlar da bizi asla yalnız bırakmadı. Biz de Antakya’ya elimizden geldiğince yardım yapmaya çalıştık. Sürekli telefonda bir yerlere ulaşıp eksikleri tamamlamaya çalıştık. Orada kalan herkes için elimizden gelen herşeyi ve fazlasını yaptık. Elimizden de bişey gelmedi, hem onlara hem Antakya’ya hem bize çok yazık oldu. Bazı insanlar depremzedeler için "Gülüyorlar, herşey geçti" diye düşünüyorlar ama aslında hiç göründüğü gibi değil. Dıştan gülüyor, hayata devam ediyoruz gibi görünüyor ama hala içimiz sızlıyor Antakya’yı öyle görünce. Ben hala o fotoğraflara bakınca çok kötü oluyorum. Bana o güveni veren şehir yerle bir oldu ve bu gerçekle devam etmek pek kolay olmuyor. Ama hayattayız ve yaşamaya devam etmek zorundayız. Antakya’nın hepimiz için ifade ettiği şeyler tabii çok başka. Yaşadıklarımızı uzun uzun konuşmayı da çok isterdim ama bu başka bir sohbetin konusu olsun. Ama sana bu sohbetin ana konusu olduğu için kedini sormak istiyorum. Ne zamandır seninle birlikte yaşıyor? Nasıl sahiplendiniz? Şöyle anlatayım. Benim aslında çok ciddi boyutta bir kedi fobim vardı. Bir kediyi görmem bile ataklar geçirmeme sebep oluyordu. Bir metre ötede bile kedi görsem elim ayağım titriyordu. Yazlık komşumuzun kedisi hamileydi. Babama yavrulardan birini bize vermek istediğini söylemiş ve babamda kabul etmiş. Babam bir süre sonra elinde kediyle eve geldi, daha minnacık bir kediydi. O günden sonra çok farklı bir bağ kurdum ve gerçekten annesi gibi oldum. Sürekli benim yanımda oluyordu. İlk başlarda tabii çok korktum ve ürktüm. Yine de korkumun üzerine gittim ve yendim. Şu an onsuz yapamıyorum. Sürekli "Tako nerede? Ne yapıyor? İyi mi?" diye geziniyorum. Anlayacağınız gibi, ismi Tako ve 2 yaşında. Sahiplendiğimizden beri Antakya’da annemlerle yaşıyordu ve annem ile ablam bakıyordu ona. Babam da kalan maması, aşısı gibi sorumluluklarını hallediyordu. Hatta tesadüf 5 Şubat Pazar günü maması bitiyor, babam da Pazartesi alırım diye plan yapıyor. Ve o Pazartesi bizim için hiç başlamadı maalesef. Peki Antakya’da kedi sahibi olmak nasıl bir deneyim? Bizde evlerden misafir eksik olmaz. Çevremizde evini bir hayvanla paylaşan insan sayısı da az. İnsanlar biraz yabancıydı bu konuya. Nasıl tepkiler alıyordun? Misafirliğe gelenler her yer tüy diyerek tepki veriyordu. Annem biraz duruma adapte olmuştu. Tako’nun da salona girmesi yasaktı. Salon kapısı açıldığı an merak ediyor ve salona doğru kaçıyordu. Annem ona çok alışmıştı, misafir geldiği zaman durumu kontrol altına alabiliyordu. İlk başlarda "Evde kedi mi beslenir? Evde hayvan mı olur?" diye tepkiler aldım. Hatta ilk başta anneannem "Evde kedi mi olur?" diye itiraz etmişti. Pandemi döneminde anneannem bizimle kaldı ve bir zaman sonra Tako’yu uzaktan sevmeye başladı. "Çok tatlı, maviş maviş ne güzel bakıyor!" diyordu. Zamanla en azından yakın çevremiz alışmıştı. Tabii depremle tüm düzen yıkıldı. Sen depremde Antakya’da değildin. Nasıl haber aldın? Neler hissettin? Evet, Antakya’da değil, İstanbul’daki evimdeydim. Benim uykum çok hafiftir. Çıt çıksa uyanırım. Abimin telefonla konuşmasını duydum ama sabah oldu ve Antakya’dakilerle konuşuyor sandım. Sonra benim de telefonum çaldı. Piya aradı beni. "Antakya’da büyük bir deprem olmuş. Bizimkilere ulaşamıyoruz. Sizinkilerden haber alabildiniz mi?" dedi. O sırada odamdan çıktım, abimle koridorda karşılaştık. Bana deprem olduğunu ailemizin iyi olduğunu ama amcamların binasının çöktüğünü söyledi. Çökme deyince o sabah mahmurluğu ile bir iki tuğla düşmüş gibi düşündüm. Evet, eski bir apartman ama insan neyle karşılaşacağını bilemiyor ve tahmin edemiyor o ilk anda. Amcamın oğlu da bizimle kalıyor, tabii onu da uyandırdık. Şöyle bir şey oldu. Normalde amcamların hepsi koridora doğru koşuyor, sonra amcam telefonu almak için odaya dönüyor ve bina tam o anda çöküyor. Şans eseri amcam telefonuna ulaşıyor ve yine büyük şans ilk andan beri telefonu çekiyordu. Depremin ilk başından beri kendisiyle iletişim kurabildik, hatta onunla konuşup Antakya’da olan ve enkaz başında bekleyen babamlara haber veriyorduk. Amcamın iyi ve hayatta olduğunu ordakilere söylüyorduk. Hatta amcam kuzenimi aradı ve "Kalk, işe git!" dedi. O da durumun farkında değildi, sadece üzerine bir dolap düştüğünü düşünüyordu. Dışarıya dair hiçbir fikri yoktu. Bunun gibi tonlarca hikaye anlatabilirim ama deprem boyunca yaşadıklarımızı özetlemem gerekirse tamamı felaketti. Günlerce yemek yemeden, uyumadan hayatımıza devam etmeye çalıştık. Bu anlattıkların gerçekten çok üzücü. Öyle bir yaşama şeklimiz var ki, orada senin amcandan gelecek haberi ben de aynı senin hissettiğin duygularla bekliyordum. Bu da şehirdeki yıkım kadar yaşayan halkın da duygusal olarak yıkılmasına sebep oldu aslında. (O anda Tako geldi, Tako'yla selamlaştım) Bu sırada Tako Antakya’da ailenle tabii. Ne yaptı, ilk tepkisi ne oldu, öğrenebildin mi? Evet, o sırada Tako ailemle kalıyor. Artık çoğu kişinin adını bildiği Kışlasaray Mahallesi'nde yaşıyordu benim ailem. Deprem sabahı şöyle oluyor, ablam kalkıyor ve Tako’yu koridorda tam karşısında görüyor. Hemen kucaklıyor onu çıkartmak için ama tam o sırada Tako düşen eşyalardan korkup ablamın kucağından kaçıyor ve bir yere saklanıyor. Arıyorlar ama amcamın enkaz altında olduğu bilgisine ulaşınca apar topar çıkıp enkaz başına gidiyorlar. Bir zaman sonra ablama Tako’yu sordum. Ben ilk anın şokuyla onu da yanlarına aldıklarını düşündüm. Ama ablam evde olduğunu elinden kaçtığını anlattı ve fırsat bulduğu ilk anda eve çıkıp bakacağını söyledi. Bizler gerçekten çok zor tercihler yapmak zorunda kaldık. Evde beraber yaşadığımız canlılar ile aile bireylerimiz arasında, arkadaşlarımız ile başka arkadaşlarımız  arasında hangi birine koşacağımızı şaşırdığımız bir dönemdi. Daha sonraki günlerde ablam evde Tako’yu bulamadığını söyledi. Ben de bir noktada onun kaçtığını ve sokakta olduğuna inandım. Ben de mantıklı düşünemeyecek kadar kötüydüm, yine de bulabilmek için neler yapabiliriz diye düşünmeye başladım. 47 gün boyunca çok kişi tekrar tekrar eve çıktı ve Tako’ya baktı ama kimse Tako’yu bulamadı. Girenler bulabildikleri mamalardan ve su bıraktı ama Tako’yu eve çıkan kimse bulamadı. Bir yandan, Antakya’da olan ailem ve arkadaşlarım eve girip Tako’ya bakıyorlardı. Bir yandan da biz Tako’nun bilgilerinin bulunduğu bir ilan hazırladık, özellikle sosyal medyadan bu ilanı yayılması için çalıştık. Bize bu süreçte yardımcı olan çok fazla hayvansever grup oldu. Oraya gönüllü gelen hayvanseverler, veteriner hekimler bizimle beraber Tako’yu aradı. Uzakta olanlar ilanın sosyal medyada yayılması için paylaşım yaparak bize destek oldular. Bu arayış gerçekten 47 gün boyunca ilk günlerdeki yoğunlukla devam etti. Hatta bir arkadaşım ilanlardan gördüğü başka bir beyaz kediyi bana gönderdi. O an çok heyecanlandım ama maalesef bulunan çocuk Tako değildi. Peki Tako nasıl bulundu? Tako'nun bulunması tamamen tesadüf oldu. 47 gün sonra ablam ve eniştem Antakya’dan giderken eniştem ablama "Son bir kere eve çıkmak ister misin?" diyor. Ablam da "Hayır, çıkmama gerek yok" diyor. Eniştem ısrar edince eve çıkıyorlar ve ablam evin videosunu çekiyor, o video da zaten içler acısı. Tüm hayatımızın nasıl yıkıldığını gördüm. Neyse video çekerken herhalde ablamın kokusu aldı, çünkü ben yokken Tako ablamla uyuyordu. Daha doğrusu oda arkadaşlığı yapıyorlardı. Eve çıkınca bizim evi görmemiz için videoya alırken, telefon ekranından Tako'yu görüyor ve hemen gidip Tako'yu kucaklıyor. İnanılmaz zayıflamış yarı kilosuna düşmüş ve o kadar pis görünüyordu ki, o görüntü aklımdan hala çıkmıyor. Hemen Arsuz’da bir veteriner kliniği bulup oraya götürüyorlar. Tako’ya serum takılıyor, yavaş yavaş yemek yediriyorlar, O kadar zayıflamış ki, birden kusma gibi bir durum olmasın diye çok az az besleme yapmışlar. Daha sonra Tako biraz toparlayınca önce Mersin’e, sonra benim yanıma İstanbul’a yola çıkıyorlar. Benim o gün gözlerim yolda kaldı. Saat başı arayıp nerede olduklarını sordum. İşten eve dönüş yolunu bitiremedim, zaman bir türlü geçmedi o gün benim için. Neyse sonunda Tako geldi inanılmaz ürkmüştü gerçekten, onu hiç o kadar korkmuş görmemiştim. Tabii, şimdi çok daha iyi ama hala her şeyden çok korkuyor. Kapı zili, kapı çarpması veya değişik herhangi bir ses, kısaca he rşeyden korkuyor. İlk geldiği an kucağıma aldım, o kadar zayıflamıştı ki, tutamadım, daha doğrusu tutmaya korktum. Sonra İstanbul'da onu tam teşekküllü bir veteriner kliniğine götürdüm ve Tako genel bir check-uptan geçti. Kan değerlerine bakıldı. Röntgen çekildi, organlarda bir hasar var mı diye bakıldı. Kısaca oluşabilecek tüm sorunlar için detaylı bir muayeneden geçti. Burada gerekli tedavileri de yaptılar veteriner hekimler, sağolsunlar. Tako depremden 47 gün sonra bulunduğunda Ne kadar sürdü bu tedavi süreci? Tako’nun herhangi bir sağlık sorunu oldu mu? Tako’nun maalesef uzun süre açlık kaynaklı karaciğer değerlerinde oynamalar vardı. Susuz kalmasından kaynaklı sorunlar yaşadı ama çok şükür, daha ciddi ve çözümsüz bir sorun yaşamadı. Zordu bizim için tabii ki. Birkaç ilaç verdiler, onları kullandık. Ben mamasına çok dikkat ettim. Az az sık sık besleme yaptım. Sanırım biraz fazla besledim, olması gerekenden kilolu oldu. Ne kadar süre sonra tamamen normal haline döndü? Yaklaşık 2 ay gibi bir süre sonra tamamen normale döndü, hatta şu an cin gibi. Tabii, depremin özellikle davranışlarında hala etkileri var. En azından sağlığına geri kavuşabildi. Zaman içinde travmalarını da aşacağız diye umuyorum. Hepimiz gibi Tako’da da travmalar vardır elbette. Umarım hızlıca bunları da aşabilir. Depremi yaşayan tüm canlılar için dileğim bu. O an orada olanlardan daha farklı şekilde bizlerin de depremzede olduğunu düşünüyorum. Evet, ben de sana katılıyorum. O an orada olanlar depremi yaşadılar o anın korkusu travması herhangi bir şeyle karşılaştırılamaz tabii ki. Ama bizlerin de yaşadığı çaresizlik, bir şey yapamamanın getirdiği o duygusal ağırlık da bambaşka bir konu. Ulaşmak istediğin kimseye ulaşamıyorsun, gitmek istesen yollar kapalı, aklında ailen, hayvanın, evin, yurdun ve arkadaşların var. Yardım gönderiyorsun ulaştıramıyorsun. Adını bile bilmediğimiz aletleri İstanbul’dan, Ankara’dan Antakya’ya enkazdan arkadaşlarımız çıkabilsin diye göndermeye çalıştık. Delirmemek elde değildi o zaman, akıl sağlığımızı korumak çok zordu. Gerçi ne kadar koruyabildik, onu da bilmiyorum. Hayvanlarla alakalı güzel bir dayanışma oldu aslında o dönemde, ben de Antakyada’ki hayvanları ekstra takip ettim. Tabii, mesleğim de biraz etkili oldu konuyla ilgilenmemde. Tako gibi olan çok fazla çocuk vardı. Özellikle direkt bildiğim çocukları o kadar aradım ki, burada olan arkadaşlarım hepsini ismiyle sormaya başladı. Bu seriyi de biraz o dayanışmayı göstermek belki hala hayvanını arayan veya yasını tutan insanlara bir nebze umut olsun, burada geçecek kavuşma hikayeleriyle içlerine bir nebze su serpilsin diye yapmaya karar verdim. Yaşadığın onca kaybın içinde bir yandan Tako’yu arıyorsun. Seninle beraber bir grup insan da aynı istekle Tako'yu aradı, paylaştı orada olanlar çevrede aradı. Tako'nun durumu da çok zordu aslında, gün geçtikçe yaşıyor olma ihtimali de azalıyor ,çünkü bir canlının o yıkılmış evde temiz yemek ve suya ulaşımı olmadan 47 gün hayatta kalması neredeyse bir mucize. Bu da ayrı bir konu. Nasıl hayatta kaldığına dair bir fikrin var mı? Bir de, sen ne hissettin bu dayanışmada hayvanını ararken? Bunca insanın bir olup seninle Tako’yu araması, o mücadeleye destek vermiş olması nasıl geldi o dönemde? Öncelikle giden herkes etrafa su bıraktı. Suya ulaşımın zor olduğu bir dönem de oldu Antakya’da, biliyorsun. O dönem babam eve gittiğinde, bunu söylediğimde boğazım düğümleniyor, en azından suya ulaşabilmesi için klozet kapağını açık bıraktı. Şöyle bir ekstra şanssızlığımız oldu, demin de söylemiştim, Tako’nun maması bitmişti. O an orada bulabildikleri mamalardan da eve bıraktılar tabii. Tam bilmiyorum ama tahminimce mutfakta dökülen yemeklerden yedi. Zaten 47 gün sonra Tako’yu kucağıma aldığımdaki hissi tarif edemem. Çok apayrı, bir daha yaşamak istemeyeceğim bir duygu haliydi o. Hala aynı soruyu soruyorum: 47 gün boyunca nasıl dayandın da tekrar benim yanıma gelebildin? Tako’yu İstanbul’a almak gibi bir fikir hiç yoktu aklımda, orada sürekli yanında birileri vardı ve ben çalışıyorum, yeterince ilgilenemem diye düşünmüştüm. Onun için Antakya’nın daha iyi olacağını düşünüyordum. Babamsa tam tersi hep İstanbul’a götürmemi istedi aslında ama ben onunla yeterince ilgilenemem diye İstanbul’a getirmeyi hiç istemedim. Maalesef orada depreme yakalandı. Keşke getirseydim diyorum şimdi ama bunun için çok geç, depremi orada yaşadı maalesef. Çıkarabilsem herkesi çıkarmak isterdim tabii. İkinci soruna gelecek olursam, hayvanlarımız için, arkadaşlarımız için koşturan çok insan oldu ve ben hala insanlığın olduğunu gördüm. Bunu anlamış oldum. İnsanlar bizim arkadaşlarımız ve ailelerimiz için, daha doğrusu onları enkazlardan çıkartabilmek için iş makinesi buldular. Ses geliyor dediğimizde enkazlara gidip bizim çıkaramadığımız ses oldular. Hayvanlar için mamalar, kutular gönderdiler. Bizim giremediğimiz enkazlara girip hayvanları aradılar. Yaralı gördükleri hayvanların yaralarını sardılar. Kayıp olanları ailelerine ulaştırmak için çok emek verdiler. Çok yalnız kaldığımız bir dönemdi çoğu anlamda ama o bizim gibi hisseden insanların varlığı ve desteğiyle Antakya’ya yakışır bir dayanışma örneği sergilediğimizi düşünüyorum. Tako için gerçekten tanıyan, tanımayan o kadar insan yazdı ki, ne yapabileceklerini soranlar oldu, sadece bulunmasını ümit ettiklerini yazanlar oldu. Kendi hayvanını kaybetmiş olanlar yazdı. "Biz de hayvanımızı arıyoruz nasıl ilerleyebiliriz? Kimlere yazdınız?" diye soranlar oldu. Ben de onların ilanlarını yaymaya çalıştım. Sana da o konuda tüm desteklerin için çok teşekkür ederim. Aynı şekilde senin sayende ulaşabildiğimiz tüm insanlara da teşekkür ederim. Gerçekten çok haklısın söylediklerinde Hatay’ı özellikle hayvanlar konusunda çok yakından takip edebildim. Hatay’a ilk ulaşanların başında veteriner hekimler, hayvan hakları savunucuları ve çeşitli STK'lar vardı. Gerçekten yokluk içinde imkansızlıklar içinde enkazın yarattığı tehlikeler arasında hayvanları kurtarmaya çalıştılar. Sana ulaşan Tako’nun  bulunmasına destek veren kimler oldu? HAYSEV Derneği, Siirt Sokak Canları Derneği, bölgeye gelen meslek odalarından görevli veteriner hekimler, bireysel kurtarma ekipleri. Aklıma gelenler bunlar oldu. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Peki, deprem sonrası Antakya’yla, orada bulunan insan ve hayvanlarla alakalı neler söylemek istersin? Şöyle, ben depremden sonra Antakya’ya bayram zamanı gittim. Doğup büyüdüğüm her taşını sokağını adım kadar iyi bildiğim o şehri maalesef tanıyamadım. Yıkım gerçekten her anlamda çok büyük. Ben gittiğimde enkazın çoğu hala duruyordu. Gittiğim zaman önce kaybettiğim insanların mezarlarını ziyaret ettim. Berkcan'ın, Mona yengemin, Lukas’ın, Mari teyzenin mezarlarında onlarla vedalaşabildim. Ama hala inanamıyorum ve kabullenemiyorum. Lukas’ı hala Melek Konağı'nda, Mari teyzeyi evinde hayal ediyorum. Berkcan bu sene üniversite sınavına girecekti. İstanbul'a gelecekti, onu da burada hayal ediyorum. Antakya’yı da hala eski haliyle hatırlıyorum. Her şey çok geç gitti Antakya’ya, bunu kabullenmekte çok zorlanıyorum. Daha erken birileri gerçekten bir şeyler yapsaydı, şu an sevdiklerimin birçoğu gerçekten yanımda olabilirdi. İnsanlar şu an bile hala çok zor koşullarda yaşıyorlar. Bugün Samandağ’da bir okul çıkışından bir kare gördüm. Her yer toz toprak içinde ve enkaz kalıntıları var. Bu çocuklar o yıkıntının içinde okullarına gitmeye, hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Bu durum o çocuklarda çok ciddi travmalara sebep olacak ileride. Maalesef, yaşadıkları yetmezmiş gibi şu an hala korkunç şeylere tanık olmaya devam ediyorlar. Bizler, yani yetişkinler bile yaşadığımız felaketin etkisini atamadık üstümüzden. Şu an orada yaşayan insanların yaşadıklarına tanık olmak bizim için de çok zor. Çünkü durum gerçekten hala çok kötü. Daha yaşlı olan insanlar da devam edemiyor hayatlarına. Antakya bambaşka bir yerdi. Kimse yeni düzene ve Antakya'nın olmayışına alışabilmiş değil. Benim öngörüm Antakya’nın toparlanmak için 10 yıla ihtiyacı olduğu. Tabii, mesleğimin de etkisi var bu çıkarımda. Umarım Antakya hızlıca toparlanır. Bizim de devam edebilmek için buna ihtiyacımız var. Bu toparlanma bizlerde nasıl bir etki bırakacak, onu da çok düşünüyorum. Yapılacak olan her şey o sokaklar o evler bize kaybettiklerimizi hatırlatacak ve her zaman en derin yerimiz eksik kalacak. Bir yanım geri dönmek için can atarken, bir yanım çok korkuyor Antakya’nın asla eskisi gibi olmayacak olmasından. Şu da bir gerçek ki, bizler başka yerde de yapamayız, dolaşıp yine oraya döneceğiz. Korksak da canımız acısa da cesur bir topluluk olduğumuzu düşünüyorum ve hem toprağımızla hem insanımızla hiçbir felaketin koparamayacağı bağlarımız var. Bazen Antakya’ya gittiğimde sıkıldığım İstanbul’a dönmek istediğim zamanlar oluyordu. Keşke şu an insanım, şehrim kalsaydı da ben gidip sıkıntıdan patlasaydım diyorum. Keşke yine gidip "merhaba" demekten oturamadığım, haytalıyı özel kaşığıyla yediğim, Melek Konağı'nda Lukas’ı göreceğimi bildiğim zamanlara dönebilsem... Tako’yu yine evinde korkusuzca oyun oynarken görebilsem... Gerçekten tarif edemeyeceğim bir özlem duyuyorum. Seni çok iyi anlıyorum, şu an hepimiz o özlemi en derinden hissediyoruz. Biraz ortak duygular yaşadığımızı görüyorum bu konuşmaları yaparken. Herkesin umut etmeye ihtiyacı var. Aynı 47 gün boyunca o ortamda hayatta kalan ve ailesine kavuşan Tako gibi biz de Antakyamıza kavuşacağız. Ne kadar süre geçerse geçsin döneceğiz. Tabii, bizler için aynısı olmayacak, acılarımızı göreceğiz eminim ama ben şehrin ruhunun büyük kısmının içinde yaşayan canlılardan geldiğini düşünüyorum. Görüntü aynı olmasa da hisler aynı olacak herkes döndüğünde ve o zaman işte gerçek Antakyalılar gibi yine yaralarımızı biz saracağız. Ben inanıyorum ki, Tako’nun 47 günlük mücadelesi bizlere umut olacak. Bu mücadeleyi kaybedenler için daha da inanarak mücadele etmeye devam edeceğiz. En azından ben böyle düşünüyorum, sen ne dersin? Evet, hala Antakya’da umut var. "Gitmedik, buradayız" diyenlerin sesleri her yerden duyuluyor. Aslında şu an şehir dışında olanlar da Antakya’dan gitmedi, gitmeyeceğiz de. Çalışmaların başlaması da umut verici ama yeterli değil, daha fazla yardım lazım. Şu an Antakya dışında da Antakya’da da herkes mücadelesini sürdürüyor ve hiç kolay değil. Hayvanlar için de durum aynı. Antakya’da şu an sokakta olan hayvanların, bunların içinde deprem öncesi evlerde yaşayanlar da var maalesef, durumu gerçekten çok kötü. İnsanlar için olan imkansızlıklar ve zorluklar, hayvanlar söz konusu olunca katlanarak büyüyor. Çok fazla bir şey istemiyor hayvanlar bizlerden aslında. Yemek, su ve sevgi beklentisi dışında bir istekleri yok. Şu an açlık ve susuzlukla sınanıyorlar ama elinizi uzattığınızda hala gelip kendini sevdiriyor. Bölgede besleme yapan gönüllüler var. Onların desteklenmesi orada yaşayan hayvanlar için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir hayvanla yaşamanın nasıl bir his olduğunu, bunun bir insana nasıl iyi geldiğini çok iyi biliyorum. Şu an Tako iyi ki var. Canım sıkkın olduğunda kucağıma gelip yatması bile bana iyi geliyor. Umarım herkes bunu deneyimleyebilir. Son olarak kimse orayı orada yaşayan canlıları unutmasın bu felaket bize bir ders olsun. Depreme herkes hazırlıklı olsun, kimin ne zaman başına ne gelecek bilemiyoruz, bizler bunu en acı şekilde öğrendik. Depremde hayvanını kaybetmiş sonra bulmuş biri olarak hayvanlarınız açısından da deprem için hazırlıklı olun. Onlar için de deprem çantanız olsun. Taşıma kutunuz evin hep açık ve kolay ulaşılabilir bir yerinde olsun. Hayvanınızın çipli olması böyle bir durumda kaldığınızda işinizi kolaylaştıracaktır. Çipi sayesinde bulunan çok fazla hayvan oldu çünkü. Tabii, böyle durumlarda tüm önlemleri de alsanız işe yaramayabilir. Ama en azından hazırlıklı olmanıza yarar. Umarım bir daha kimse aynı acıları yaşamaz. Bunca şeyden sonra tek istediğim bu olur. Bu olay herkese ders olsun. Bizim hikayemiz de herkese umut olsun. Biz yaşamıyor olsaydık, Tako tek başına hiçbir şey bilmeden sokakta kalacaktı. Şu an yardım etmenin bir yolu da bölgede bulunan hayvanları sahiplenmek. Dediğim gibi, bir hayvanla yaşamak dünyanın en güzel şeyi, umarım herkes bu deneyimi yaşayabilir. Umarım herkes ders çıkarır bu yaşanandan. Tako’nun bulunmasına, sağlığının toparlanmasına da çok seviniyorum. Bize umut oluğunuz için ikinize de çok teşekkür ediyorum. Asıl hikayemizi anlatabilme imkanı tanıdığınız için ben teşekkür ederim. Soley Gazel ve Tako

  • Mekansal Anlamın Politik İnşası ve Antakyalı Ortodokslar

    6 Şubat 2023 tarihli deprem, milyonlarca insanın hayatı üzerinde derin bir tahribat yarattı. Her ne kadar Türkiye’nin içine girdiği siyasi ve ekonomik buhran, depremin yıkıcı etkisinin gündemdeki sıcaklığını gölgelese de bölgedeki belirsizlik tüm şiddetiyle devam ediyor. Antakya[1], depremde en çok zarar alan yerlerin başında geliyor. Efsaneye göre, tarih boyunca yedi kez yıkılmış ve her seferinde küllerinden yeniden doğmuş bu kadim bölgenin yüzyıllar içinde şekillenmiş çokkültürlü etno-demografik yapısı göz önünde bulundurulduğunda, yaşanan kayıplara ayrıca kompleks bir sosyo-kültürel katman daha ekleniyor. Bu katman ise, söz konusu dini, dilsel ve kültürel aidiyetleriyle geniş toplumdan ayrışan Antakyalı Ortodokslar[2] olduğunda, politik bir anlam da kazanıyor. Bu yazıda üç temel noktadan oluşan bir çerçeve benimsiyorum. Birinci olarak, mekansal anlam sabit değildir, güncel koşullara göre yeniden üretilir. İkinci olarak mekansal anlamın şekillendirilmesinde güç ilişkileri önemli bir rol oynar. Son olarak ise, özellikle kriz anlarında çıkan örgütlenme biçimi, mekânsal anlamın politizasyonunu ivmelendiren bir faktördür. Bu çerçevenin ışığında, şu soruya cevap arayacağım: Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlam hangi politik dinamikler üzerine kurulu? Bu soruyu cevaplayabilmek için dört Antakyalı Ortodoks’la yarı-yapılandırılmış mülakat gerçekleştirdim. Görüşmecilere Nehna kanalıyla ulaştım. Konunun hassasiyeti gereği, görüşmecilerin gerçek isimlerini kullanmadım ve niteliksel çalışmalarda sıkça kullanılan anonimleştirme yöntemini tercih ettim. Aşağıda sonuçlarını okuyacağınız çalışmayla Antakyalı Ortodokslarla alakalı mutlak bir temsiliyet iddiam yok, sadece cevabını aradığım sorulara genel bir çerçeve çizmeyi amaçlıyorum. “Biz ilk Hıristiyanlarız, bir yerden gelmedik” Antakya, Kitab-ı Mukaddes’te Hıristiyanlık dininin mensuplarına ilk defa “Mesihçiler” isminin verildiği yer olarak karşımıza çıkıyor.[3] Hıristiyanlığın kurumsallaştığı bu topraklarda yaşayan Ortodokslar, kendilerini binlerce yıllık bu geleneğin mirasçısı olarak görüp, bu yerellik üzerinden aşağıda Corç’un da ifade ettiği gibi Antakya’yla kuvvetli bir bağ kuruyor: Antakya, koskoca bir patrikhanenin adı. Hıristiyanlığın ilk geliştiği, ilk kurumsallaştığı yer, kilisenin oluştuğu yer. Bu tabii önemli. Bizimkilerde şöyle bir gurur var: ‘Biz ilk Hıristiyanlarız. Biz bir yerden gelmedik. Biz zaten buradaydık.’ Bununla övünmeyi severler. Herkes sorar, ‘Bir yerden mi geldin?’, diye. ‘Bir yerden gelmedik, zaten ilk Hıristiyanlar burada, ilk kilise burada’. Bu, onlar için de bir gurur kaynağıdır. […] Bu da elbette tarihsel anlamda bir bağ sağlıyor insanlara. (Corç) Yerellik vurgusunun özellikle Antakyalı Ortodoksların yerelliğinin sorgulandığı durumlarda açığa çıkması, mekanla kurulan ilişkisinin, toplumlar arası ilişki vasıtasıyla yeniden üretildiğini açıklıyor. “Ermeni kilisesi de yok, Ermeni de yok” Görüşmelerden çıkan bir diğer sonuç da gündelik hayat mekanları, sosyal etkileşime de olanak sağlaması. Birbirini tanıyan bireylerin, toplumların kamusal bir alanı ortaklık duygusuyla paylaşması, karşılıklı güven bağlarının tesisinde önemli bir rol oynuyor.[4] Antuvan ve Janet’in de Antakya’yı farklı toplumların bir arada kamusal alanı paylaştığı, birbirini tanıdığı ve bu tanıklıklar üzerinden güven bağları oluşturduğu bir mekan olarak ifade ediyor: [Antakya’da] dar sokaklar, avlulu evler, avluların kapıları hep birbirine bakar. Bir kişinin geçemeyeceği kadar dar bir sokaktır ama kapılar hep birbirine açılır. […]. Oradaki evler bir mahallenin içindeki evler gibi değil, bir evin içindeki odalar gibidir. Bu yüzden insanların diyalogları, ilişkileri en yoğun seviyede oluyor. Mutluluklar, hüzünler iç içe oluyor. (Antuvan) Bizim mahallede bizler vardık. Yahudiler vardı. Bir kısım aydın Sünni vardı. Ve geri kalanı Alevi. […] Bu insanlar birbiriyle […] tanış, arkadaş. Doğal olarak buraya ait hissediyorsun. Çünkü çıkıyorsun, her yer, herkes tanıdık. Öyle bir yerden aidiyet hissediyor olabilir insanlar. (Janet) Peki bu durumda Antakya, bir “hoşgörü kenti” olarak tanımlanabilir mi? “Hoşgörü” retoriği, dolaylı olarak “hoşgören” ve “hoşgörülen” arasında hiyerarşik bir ilişki oluşturuyor.[5] Türkiye konjonktüründe söz konusu gayrimüslimler olduğunda sıklıkla kullanılan bu terim, millet-i hakime ve millet-i mahkume dikotomisini yeniden üreterek Müslüman olan ve olmayanlar arasında eşitsiz bir ilişki yaratıyor. Böylece, gayrimüslimlerin vatandaşlık bağıyla elde ettiği haklar, devlet aklı nezdinde eşit yurttaşlığın bir gereği olarak değil, ihsan edilen bir “lütuf” olarak görülüyor. Hatay, birçok resmî devlet sitesinde “hoşgörü kenti” olarak anılıyor. [6] Bölgede farklı kültür ve inançların bir arada yaşaması üzerine kurulu bu anlatının Antakyalı Ortodokslar için neye karşılık geldiği Corç bize şöyle özetliyor: Ben zaten ‘Antakya, hoşgörü kenti’ şeyinden nefret ediyorum. Tabii ki burası birçok şehre göre çok daha iyi durumda ama burada da her şey güllük gülistanlık değil. Burada da geçmişte kimlik temelli sorunlar yaşandı. Burada da bizim evlerimiz – belki benim ailemin evi değil ama – bizim cemaatimizden insanların evleri işaretlendi. Evlerimiz gözetlendi. […]. Kimliklerinden dolayı hakarete uğradılar. […]. Tamamen bir uyum, ahenk söz konusu değil ama biraz daha iyi sonuçta. […] Yani, söylendiği gibi her şey güllük gülistanlık değil, özellikle konu mal mülk olursa. (Corç) Belirli geçmiş olayların ayrıcalıklı hâle getirilip diğerlerinin geri plana itilerek unutturulması dinamiği üzerine kurulu mitler, tarihsel nüansları ve çelişkileri görmezden gelerek, basitleştirilmiş, monolitik bir tarih anlatısı yaratır. Bu bağlamda mit, tarihin zıttı değildir; zira her mit, kısmi bir gerçeklik üzerine kuruludur.[7] Antakya’nın sosyo-demografik yapısına dair inşa edilen “hoşgörü miti” olarak isimlendirdiğimiz bu retorik, görüşmecimizin de vurguladığı gibi, toplumsal barışı sıkıntıya sokan olayları geri plana atan seçici bir hafızaya dayanıyor, böylece bölgede “azınlık” olarak nitelendirilen toplumların yaşadığı sorunlar muğlaklaştırılıyor. Ancak Janet bize her mitin kısmi bir gerçeklik üzerine kurulduğunu hatırlatıyor: Antakya bir hoşgörü kentidir, tam olarak doğru bir önerme değil. Antakya kimler için bir hoşgörü kentidir? Aleviler, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında tamamen bir harmoni var diyebiliriz. […] Hakikaten Antakya’daki bu hoşgörü ortamının garantörü Alevilerdir. Benim şahsi fikrim. Bir de bir kısım Antakyalı Sünni, aydın bir grup insan vardır. Ama Antakyalı Sünnilerin kalanı için, özellikle köprünün ne kadar dış çeperine gidersen, mahalle mahalle, o kadar kötüleşir. Sivas’ı falan aratmazlar bize. […] Sünni kesimi ikiye ayırmak gerek. Laik ve milliyetçi-mütedeyyin olarak. […] Milliyetçi kesim, bence Alevilerle de çok iyi anlaşmıyor. Bizi de pek sevmiyor. Bizimle bayram kutlayan kesim, yüzde on falan. (Janet) Antakya’nın çokkültürlü yapısının, Antuvan’ın ifadesiyle bir “nezaket iklimi” yarattığını, dolasıyla bölgede asgari düzeyde bir arada yaşama kültürü olduğunu iddia edebiliriz. Buna karşın Antuvan, bir yandan da bahsettiği nezaket ikliminin politik sınırlarını, devlet eliyle gerçekleştirilmek istenen demografik dönüşüme de değinerek şöyle çiziyor: Ülkemiz içinde bizler azınlık olarak nitelendirilen gruplarız. […] Bir azınlığın çoğunluğunu kırma üzere çeşitli [Sünni] nüfuslar buraya getiriliyor. Bu nüfuslar da ne amaçla geldiklerini bilerek geliyorlar buraya. Onlarda bu amaç sürekli diri tutulduğu, diri kaldığı için bir kopukluk yaşanıyor. […] Onlar varlığımızdan haberdarlar. Biz onlardan haberdarız ama bizleri tanımıyorlar. […] O yüzden o bölgelerde [Antakya merkezinin dışında] Antuvan ismini taşımak zorluk çıkarabiliyor. (Antuvan) Yahya ise hoşgörü mitini tarihsel bir perspektiften ele alarak, bölgenin yaşadığı demografik değişimi bize şöyle özetliyor: Çokkültürlülük hikayesi biraz 90’larda ortaya çıkmış bir pazarlama fikri hakikaten. Bunun biraz yurtdışından gelen hem Kürt meselesi hem Ermeni meselesi hem de Kıbrıs’ın yansımalarına karşı üretilmiş bir cevap olduğunu düşünüyorum. Bunun gerçek hayatta bir karşılığı yok mu? Var elbette. Ama abartıldığı kadar, pazarlandığı kadar büyük bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Antakya’ya bakarsan, Antakya, çokkültürlülüğünün ciddi bir kısmını kaybetmişti zaten. […] 5 Şubat gününe dönelim. Antakya sinagogu, dışarıdan Yahudi erkek gelmeden ibadet için açılamaz durumdaydı. Dokuz kişilerdi. Beş erkek vardı. Altı erkek gerekiyor ibadete açmak için sinagogu. Zaten Yahudilerini kaybetmişti aslında. 1930 Antakya haritasına baktığında, Ermeni Kilisesi var Antakya’da. Şu an Ermeni kilise de yok, Ermeni de yok. Ama bir nüfus vardı. Sadece Musa Dağ’dan ibaret değildi Ermeni nüfusu. (Yahya) David Harvey, mekansal içeriğin asıl belirleyici etmeninin sınıf olduğunu belirtiyor. Ona göre, eşitsiz sınıfsal yapılar, beraberinde bir mekansal ayrışma getirir ve bireylerin mekan tercihlerini kısıtlıyor.[8] Buradan hareketle, bütün bu homojenleştirme politikalarına rağmen bölgede çokkültürlü yaşamın devam etmesinde, aşağıda Yahya’nın da vurguladığı gibi, ekonomik etmenler de önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz: Antakya’daki herkesin orta sınıf düzeyinde kalmış olması, az çok zenginleşmiş olmasının, bu [bir arada yaşamaya dair] hikayeyi korumada kesinlikle ciddi bir etmen olduğunu düşünüyorum (Yahya) Yaptığım görüşmelerde bir yandan Antakya’nın mekansal anlamının inşasında çokkültürlülüğün önemini vurgulanırken, diğer yandan bunun tarihsel, ekonomik ve politik sınırları da çiziliyor. Antakya’yı bu bağlamda, sorunların “hoşgörü” mitiyle depolitize edildiği politik bir mekan olarak tanımlayabiliriz. “Kendi kimliğin üzerindeki baskıları, örtüleri kaldırabildiğin bir yer” Antakya’daki cemaat hayatı, görüşmelerde mekansal anlamı şekillendiren önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda kiliseler, aşağıda Antuvan ve Janet’in de ifade ettiği gibi sosyalleşme pratiklerinin yoğun olarak gerçekleştiği mekanlar olarak karşımıza çıkıyor: Kiliseler dini mabetler olmasının yanında çok ciddi sosyalleşme alanları. O yüzden her kilisenin muhakkak bir davet salonu vardır. Her zaman kullanıma açık bir avlusu, bahçesi vardır. Her Pazar ayininden sonra hep beraber bir kahve içilir ve o kahve içilmeden gidilmez. O sohbet edilir, o kahve içilir. (Antuvan) Orası [kilise] sana bir şekilde bir sense of community [bir topluma ait olma duygusu] sağlar. [...]. Mesela oruç boyunca yemekler yaparlar. Her hafta mutlaka bütün insanlar bir öğlenini kilisede yiyor yani. Düşün. Başka bir insan gurubunun algılayamayacağı bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani haftada bir öğlen yemeğini gidip kilisede yiyorsun. […] Oranın bahçesini, facility’sini [imkanlarını] kullanıyorsun. […] Toplu halde bir şeyler yapmak bu insanların kültürüydü. Bu elimizden alınmış oldu bu depremle. (Janet) Antakya’yı Türkiye’nin diğer bölgelerinden farklı kılan, bu mekanda sadece Ortodoks kiliselerinin olması değil, beraberinde cemaat üyelerinin de kendi kimlikleriyle görece daha rahat var olabilmesi. Yahya bu durumu şu şekilde aktarıyor: [Antakya dışında yaşarken] komşularımız bilmezlerdi bizim Hıristiyan olduğumuzu. Daha da ötesi, ben üniversiteye gidene […] kadar nüfus cüzdanı da taşıtmazdı babam yanımızda. […] Nüfus cüzdanı isteniyor okul kaydında. O zamanlar din hanesi vardı ve elle yazılıyordu nüfus cüzdanında. Babam yazıyı taklit ederek, Hıristiyan yazan din hanesine İslam yazar, bantlar üzerine, fotokopisini çekerdi. Kayda fotokopiyi verirdi sadece. […] Antakya’yı özel yapan şey, kendi kimliğinle, annemin babamın da kendi kimliğin üzerindeki baskıları, örtüleri kaldırabildiği bir yer olması [...]. Kiliseye gizli saklı gitmiyorsun. Herkesle birlikte gidebiliyorsun, herkes kiliseye gittiğini biliyor ve dönerken de bunlardan hiç çekinmeden eve dönüyorsun. O communal [toplumsal] pratikleri yaşayabilme hissiyatının verdiği bir farklılık vardı. (Yahya) Antakya’ya özgü ve bu bölge dışında özlemi duyulan kültürel pratikler kilise etrafında şekilleniyor. Bu bölgeyi cemaat bireyleri için özel kılan bir başka faktör görüşmelerde şu şekilde ifade buluyor: Noel’den sonra künefe yemeye giderdik. Burada ünlü bir pastane var, Petek diye. O da bilirdi Noel zamanını. Noel zamanı, kilise çıkışına yakın künefe tepsilerini hazırlardı. Bilirdi, oradan çıkan oraya gelecek, künefe yiyecek. Bunlar yoktu diğer büyük şehirlerde, yaşadığım yerlerde. Bunları arıyor insan. […] Heyecanla yumurta tokuşturmadığın, yumurta rekabeti yapmadığın bir bayram benim için çok vasat bir bayram oluyor (Corç) Dinin daha eğlenceli kısmı etrafında bir sosyalleşme vardır Samandağ’da. Yumurta rekabeti örneğin. Kesinlikle Samandağ’la hiçbir yer yarışamaz. Onun hazırlıkları, antrenmanları, rekabeti, inanılmaz boyuttadır Samandağ’da. (Yahya) Bu pratiklerin kolektif hafızadaki iz düşümünü ise Antuvan anlatıyor: Azınlık hissiyatını yaşadığınız zaman, bu kültürü devam ettirmek, bu gelenekleri sürdürmek, bir sonraki nesle taşımak sizin sorumluluğunuz oluyor Tabiri caizse, Hazreti İsa’nın dirildiğine inanmıyor olabilirsiniz ama yumurta boyamak size gelmiş bir kültürdür. O yumurta tokuşturmak bir gelenektir ve büyüklerden devralınmıştır. Büyükler küçüklerin yumurtasına vurur ve kırar. Yıllar sonra o yumurtayı kıracak olan büyük, sizsiniz. (Antuvan) Özetle kilise, cemaat içi sosyal sermaye kazanımında başat bir rol oynuyor. Diğer bir ifadeyle kiliseler dini mabetler olmalarının yanı sıra, birliktelik hissinin yoğun olarak hissedildiği mekanlar olarak düşünebiliriz. Bu mekanlar ise, Noel’den sonra künefe yemek ya da Paskalya’da yumurta tokuşturma yarışmalarında yaşanan heyecan gibi lokal kültürel pratiklerle özel bir anlam kazanıyor. Her bayramda bahsi geçen pratiklerin gelecek kuşaklara aktarılma bilinciyle yapılması, mekansal anlamın kolektif hafızadaki yerini de canlı tutuyor. Türkiye’nin diğer birçok bölgesinin aksine Ortodoksların kendi kimliklerini Antakya’da nispeten daha rahat yaşayabilmeleri ise, bu bölgeyi politik bağlamda da özel bir mekan kılıyor. “Türk kahvesi hiç içmem mesela” Antakya, UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras kategorisine yemek kültürüyle giren, zengin bir mutfağa sahip. Bu özel yemek kültürü, Antakya dışına çıkıldığında, Antakyalılığın ayırt edici bir unsuru hâline dönüşüyor ve bu durumu Janet bize şu sözlerle aktarıyor: Türkiye’nin tartışmasız en iyi yemeğini biz yapıyoruz abi. Bunda ukalalık da yapıyorum. İnsanlar onunla çok övünüyor, gurur duyuyorlar böyle bir mutfağımız olduğu için. […] Türk kahvesi hiç içmem mesela. Mehmet Efendi kahvesi hiç içmem, köpüklü ve açık olduğu için. Ki severim kahve içmeyi ama köpüklü kahve içmem. (Janet) Yemek kültürü, Antakya dışında bu bölgeyle kurulan bağın da devamlılığını sağlıyor. Özellikle kamusal alanda Hıristiyan olmanın zor olduğu bölgelerde yemek kültürel özün hatırlanmasında temel bir faktör, yine Antakyalılar tarafından çok açıkça ifade ediliyor: Dini ritüelleri hiç publicly [kamusal olarak] yaşayamadığımız, sadece evin içerisinde yaşayabildiğimiz için, [Antakya’yla kurulan] bu ilişki çok fazla dil ve yemek üzerinden sürüyordu. Yemek çok çok çok önemli. Hatta yemek üzerine kurulu bu, diyebilirim. Birincisi, bize neredeyse her ay memleketten bir şeyler gelirdi. Koli gelirdi. Taze meyve, sebze… Çünkü anne tarafında da baba tarafında da kendi bahçeleri var. Zeytin yağ gelir, bulgur gelir, nar ekşisi gelir. Hatta kargo işi ilerleyince süt gelmeye başladı Altınözü’nden. Kendi inekleri var çünkü. (Yahya) Duyusal bellek üzerine çalışan Beatrice Hendrich, tat ve kokuların belirli bir anın, olayın ve mekanın canlandırılmasında önemli bir rolü olduğunu ifade ediyor.[9] Bu bağlamda Antakyalı Ortodokslar için yemek, mekansal anlamın o mekanın dışında da üretilebileceğini gösteren, kimliğin çok önemli bir parçası diyebiliriz. Yaptığım görüşmeler neticesinde, yerellik, bir arada yaşama kültürü, cemaat hayatı ve yemek Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamın oluşumunda ön plana çıkan faktörler olarak gözüküyor. Her biri uzun bir tarihsel süreç içinde şekillenmiş bu faktörler, elbette ki bölgedeki güç ilişkilerinden ve bölgenin geçirdiği sosyo-politik dönüşümlerden bağımsız değil. Peki deprem sonrası Antakyalıların mekanlarına verdikleri anlamda nasıl bir dönüşüm yaşandı? O da bir diğer yazının konusu olsun. [1] Bu yazıda “Antakya” terimini, günümüzde merkezi Şam’da bulunan Antakya Patrikhanesi’nin yetki alanı sınırları içinde kalan İskenderun, Altınözü, Arsuz, Samandağ ve Mersin’i kapsayacak şekilde, geniş anlamıyla kullandım. [2] Kimliklerini “Arap Ortodoks”, “Rum Ortodoks”, “Antakyalı Hıristiyan” gibi farklı biçimlerde tanımlayan, dini aidiyet bakımından Rum Ortodoks olmalarına karşın etno-kültürel açıdan İstanbullu Rumlardan ayrışan bu toplumu, daha kapsayıcı olması bakımından “Antakyalı Ortodoks” olarak nitelendirmeyi tercih ettim. Toplum içindeki kimlik tartışmalarını daha detaylı olarak incelemek için, bkz. Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu, “İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri”, (der.) Haris Rigas, Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları, İstanbul, İstos Yayın, 2018, s. 71-142. [3] Kitab-ı Mukaddes, Elçilerin İşleri 11:25-26: “Öğrencilere ilk kez Antakya’da Mesihçiler adı verildi” [4] Lee Humphreys, “Mobile social networks and urban public space”, New Media & Society, cilt 12, sayı 5, 2010, s. 763-778. [5] Amy Mills, Streets of Memory: Landscape, Tolerance and National Identity in Istanbul, Atina, University of Georgia Press, 2010, s. 308. [6] Türkiye Kültür Portalı, “Hoşgörü Başkenti: Hatay”, Erişim: 25.07.2023, https://www.kulturportali.gov.tr/portal/hosgorubaskentihatay ; T.C. Hatay Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, “Tarihte İlklerin Yaşandığı Şehir Hatay”, Erişim: 25.07.2023, https://hatay.ktb.gov.tr/Eklenti/103881,hatay-brosur-turkcepdf.pdf?0 [7] Durcan Bell, “Mythscapes: Memory, Mythology and National Identity”, British Journal of Sociology, cilt 14, sayı 1, 2003, s. 63-81 [8] David Harvey, “Sınıfsal Yapı ve Mekansal Ayrışma Kuramı”, (çev. Bülent Duru ve Ayten Alkan), 20. Yüzyıl Kenti, Ankara, İmge Kitabevi, 2002, 147-172. [9] Beatrice Henrich, “Mario Levi ve Mıgırdiç Margosyan’da Yemek Hatırlama ve Hatırlatma Yemekleri”, (der.) Leyla Neyzi, Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları, İstanbul, Türkiye İş Bankası yayınları, 2011, s. 93. Öne çıkan görsel: Sat7Türk

  • Yeni Başlayanlar için “Kentsel Dönüşüm Yasası”: Deprem Riski mi, İmar Rantı mı?

    Selim Arda Yılmaz/Unsplash 7 Kasım 2023’te yapılan değişikle birlikte Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen 6306 sayılı Kanun bir kez daha Türkiye’nin gündemine geldi. Yapılan değişiklik kapsamında bir hafta içinde Antakya ve Defne’deki rezerv alan ilan ise deprem sonrasında şehirde artan mülksüzleştirme endişelerini katladı. 2006’dan beri kentsel dönüşüm konusunda gönüllü olarak çalışan ve kentsel dönüşüme konu edilmiş mahallelerle dayanışma süreçlerinde yer alan şehir plancısı Ceyhan Çılğın’a yoğun bir gündem halini alan “Kentsel Dönüşüm Yasası”nı sorduk. Çılğın’la kanunun içeriğine, muhataplarını nasıl etkileyeceğine ve kanunun önümüzdeki süreçte Antakya’da ve Türkiye’nin geri kalan kentlerinde nasıl işletilebileceğine dair konuştuk. Röportaj: Elifsena Biroğlu Kentsel dönüşüm ne demektir, nasıl gerçekleşir? Kim için yapılır? Kentsel dönüşüm, tanımı üzerinde tam anlamıyla uzlaşı olan bir kavram değil. Zaman içinde kentlerde gerçekleşen ya da gerçekleştirilmek istenen uygulamalarla beraber tanımı değişen, çeşitlenen bir kavram. Genel bir tanım olarak kentsel mekanın fiziksel olarak yeniden üretimi diyebiliriz. Kentsel dönüşüm geçmişten günümüze sanayileşmeye bağlı artan nüfusla ortaya çıkan kentsel sorunlar, savaş sonrası yıkımın etkilerinin giderilmesine dönük onarım, deprem ve diğer afet risklerinin azaltılması, eskiyen kent dokusunun yenilenmesi, soylulaştırma gibi gerekçelerle uygulandı. Fakat bu gerekçelere bakarak kentsel dönüşümü tanımlamak eksik bir tanım yapmak olur. Kentsel dönüşüm çeşitli ülkelerde 20. yüzyılın ortalarından itibaren ve Türkiye’de özellikle 2000’li yılların başından günümüze değin son derece belirgin bir şekilde mülkiyete ve barınma hakkına müdahale aracı olarak kullanılıyor. Dünya, literatürde yer alan haliyle “gezegensel kentleşme”ye devam ederken, kentler ve kentsel mekanlar yeniden üretiliyor ama bu üretim piyasa aktörlerinin lehine, yoksul sınıfların dışlanmasıyla gerçekleşiyor. Kapitalizme istediği oranda eklemlenememiş, bu yönde kurumsallaşmasını istediği şekilde gerçekleştirememiş ülkeler, treni kaçırmamak ve sermaye birikimi ve bölüşümü süreçlerine hızla eklemlenebilmek için neoliberal politikaları en radikal halleriyle uygulamaya koyuyorlar. Kentler metalaştırılıyor, değişim değeri potansiyelleriyle küresel ölçekte pazarlanabilir kılınıyor, kentsel rantı yüksek alanlar, üzerinde yaşayanlar yok sayılarak küresel yatırımcıların ilgisine sunulmak üzere uluslararası fuarlarda gösterişli maketlerle tanıtılıyor. Patronları çoğunlukla inşaat sektöründe yer alan medya aygıtları buna göre pozisyon alıyor, kanunlar buna göre yeniden kurgulanıyor, kamu kurumları bu kurguya göre hareket ediyor. Fakat bunca aktöre ve kurumsallaşma çabasına rağmen mülkiyet ya da hak sahipliği tartışmaları liberal hukukun dahi tam olarak göz ardı edemediği çeşitli kazanılmış hakları içerdiğinden, kentsel dönüşüm süreçleri sıklıkla akamete uğruyor. Öyleyse, çokça zayıflamış olsa da, özel mülkiyetin, yaslandığı çeşitli hakların yeniden ele alınması dönüşümün kesintisiz sürebilmesi için elzem hale geliyor. Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Küçükçekmece’de Ayazma Tepeüstü’nde, Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de yaşanan süreçlere detaylı baktığımızda karşımıza çıkan tablo ortada. Bugün konuşacağımız 6306 sayılı yasa da tüm bunların neticesi. Gerekçe olarak afet riskini sunmasına rağmen, kamuoyunda bu yasanın salt “kentsel dönüşüm yasası” olarak anılması da aynı gerçekliğin neticesi. 6306 sayılı kanun içeriğinden bahsedebilir misiniz? Kanunun oluşturulma süreci, uygulanması ve güncellemeleri nasıl gelişti? Öncelikle kanuna dair gazetelerde, TV’lerde, sosyal medyada yapılan tartışmalara dair bir itirazımı dile getirmeliyim. Kamuoyunda yasanın tartışılma biçimine bakılırsa bu yasanın yeni bir yasa olduğu ve yaratacağı olası mağduriyetler karşısında hiçbir mücadele imkanının bulunmadığı yönünde bir sonuca varılabilir. Tartışmalarda yasa o kadar üst perdeden ve ezici bir güç vehmedilerek anlatılıyor ki, çaresizliğe ve umutsuzluğa kapılmak çok olası hale geliyor. Oysa, bu yasa 11 yıldır yürürlükte ve yasaya konu edilmiş mahalleler incelendiğinde, STK’lar, mahalle dernekleri gibi yapılarla bir arada durarak, hukuki hakların bilincinde olarak hak aramanın ve kazanım elde etmenin mümkün olduğunu görüyoruz. 6306 sayılı kanun “Kentsel Dönüşüm Yasası” olarak biliniyor ama tam adı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” şeklinde. Bu kanun 2012 yılında ortaya çıkmadan 7 ay evvel Van Depremi olmuş ve yasa bu depremden sonra yaşananları gerekçe göstererek kurgulanmıştı. Bu yasanın ne anlama geldiğini anlamak için aslında geçmişiyle beraber tartışmak gerekiyor. Yasa 2012 yılında henüz taslak halindeyken gündeme geldiğinde meslek odaları, STK’lar ve bazı siyasi partilerin ciddi tepkisiyle karşılaştı. Kanun maddeleri arasında 11 yıl öncesi için fazlaca iddialı “bu kanun kapsamında tesis edilecek işlemlere tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde dava açılabilir, ancak bu davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez” şeklinde bir madde dahi vardı. O dönem bu maddenin afet riskini azaltmaya dönük acilen önlem almak ve bu yüzden mahkemelerin bu önlemlerin yürütmesini durdurmasının önüne geçmek için konulduğunu düşünenler olmuştu. 2014 yılında bu madde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yasanın tariflediği üç kategori var: Riskli alan, rezerv yapı alanı ve riskli yapı. Kamuoyunda son değişikliğe kadar daha yoğun konuşulduğu için riskli alan ilanlarına bakarak “afet risk azaltımı” meselesine dair bir değerlendirmeyi kapsamlı biçimde yapmak mümkün oluyor. Bu meseleyi İstanbul’dan hareketle anlatmak isterim. 2012’den günümüze İstanbul’da 72 adet riskli alan ilanı var. Yasanın ve bu yasaya göre uygulama yapan kamu idarelerinin afet riskini azaltmayı temel politika olarak benimseyip benimsemediğini, riskli alan ilanlarına, İstanbul’a dair hazırlanan raporlara ve mahkeme kararlarına bakarak anlamak mümkün. Neticesinde ortaya çıkan tablo bir dolu çelişkiden ibaret. Nasıl bir çelişki bu? 99 depremi sonrasında İstanbul’un sismik açıdan yeniden ele alınması gerekiyordu. Depremden hemen sonra uzmanların yaptığı çeşitli açıklamalara göre, İstanbul’da 30 yıl içinde büyük yıkıcı bir depremin gerçekleşmesi yüksek bir ihtimal olarak görülüyordu. Dolayısıyla İstanbul’un sismik olarak değerlendirilmesi, kapsamlı bir risk analizi yapılması gerekiyordu. 2002 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’yla (JICA) ortaklaşa hazırladığı, “Türkiye Cumhuriyeti İstanbul ili Sismik Mikro-Bölgeleme Dahil Afet Önleme/Azaltma Temel Planı Çalışması” başlıklı oldukça kapsamlı bir rapor var. Merak ederseniz, bu rapor İBB’nin Deprem ve Zemin İnceleme Şube Müdürlüğü’nün sayfasında hala erişime açık. Bu rapor, moment büyüklükleri değişen 4 farklı deprem senaryosuna göre İstanbul’u mahalle, sokak ve kısmen yapı düzeyinde incelemiş, bu modellere göre ağır-orta-az hasarlı bina sayısı, tahmini ölüm oranı-ölü sayısı, kapanacak yol haritaları, hasar görecek altyapı ağı haritaları, kentsel yapının iyileştirilmesine dönük arazi elde edilebilirliği ve sair analizlerin neticesinde İstanbul için “Stratejik Kentsel Dönüşüm ve Stratejik Kentsel İyileştirme Önerileri”ni yine mahalle düzeyinde haritalandırmıştı. Riskli alan ilan edilen mahalleler ve bu raporun analizlerinde öncelikli olarak riskli olduğu değerlendirilen mahalleler arasında benzeşmeme oranı oldukça yüksek görünüyor. Mesela Sarıyer’de Çamlıtepe ve Fatih Sultan Mehmet mahallelerinin riskli alan ilan edilmesini gerektiren analizlerin kaynağı neydi? Beşiktaş’ta Etiler’de bulunan Polis Okulu arazisi neden riskli alan ilan edilmişti? Gaziosmanpaşa’da riskli olduğu bilinen alanlar var elbette ama toplam yüzölçümünün üçte biri kadarlık 393 hektar alan hangi analizlere göre riskli alan ilan edilmişti? İstanbul’u tümden ele aldığımızı düşünelim, risk azaltımında öncelik bu mahallelerde midir? Bu sorularda yer alacak çokça örnek var. Riskli alan ilanları hangi kriterlere göre yapılmalı? 14 Nisan 2016’ya kadar, kanunun tariflediği ve dolayısıyla riskli alan ilanı için yapmanız gereken çeşitli iş ve işlemler vardı. Kanuna göre, bir yerin riskli alan ilan edilmesi için yerbilimsel etütler, riskli alan ilan edilecek bölgedeki yapıların riskli olduklarına dair analizler gibi verilere ihtiyaç vardı. Ancak mahkemelere sunulan ya da kamuoyuyla imar planları yoluyla paylaşılan raporların bazılarının incelenmesinden, kamu idarelerinin riskli alan ilan edilen bazı yerlerde niteliksel gözlem yaptığı, yani yapıların ruhsatlı olup olmadıklarına ve yapıların, analiz yapanların gözüne “iyi-orta-kötü” durumda görünmelerine göre riskli değerlendirildikleri anlaşılmıştı. Nitekim, söz konusu riskli alan ilanlarından dava konusu edilmiş olanları, örneğin ,Gaziosmanpaşa’da bazı riskli alan ilanları, mahallelilerin açtıkları davalar neticesinde tam da bu nedenle Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından iptal edilmişti. Hal böyle olunca bir çözüm gerekti. Yapılardan belirli örneklemle karotla numune alarak risk analizi yapmak, zemin etütleriyle uğraşmak yerine 2016 yılında yasaya yeni bir hüküm eklendi. Bu hükme göre, “üzerindeki yapıların en az yüzde 65’i imar mevzuatına aykırı veya yapı ruhsatı alınmaksızın inşa edilen ancak sonradan yapı ruhsatı ve iskan ruhsatı alan yapılardan oluşan alanlar” riskli alan ilan edilebilir hale geldi. İstanbul’da ve diğer birçok kentte sadece bu maddeyi kullanarak riskli alan ilan edebileceğiniz öyle çok mahalle var ki! Riskli alan ilan edilen mahallelerde uygulamalar nasıl sürdürülüyor? Bir yerin riskli alan ilan edilmesi burayı dönüştürmeniz için yeterli değil. İlan ettiğiniz riskli alanlarda gerçekleştirmek istediğiniz projelere dönük 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planları yapmanız gerekiyor. Olağan zamanlarda plan yapma yetkisi büyükşehir ya da ilçe belediyelerinde iken, 6306 sayılı kanunun özünde bulunan “olağanüstü” olma hali, bu yetkiyi de bakanlığa veriyor. Üstelik yine mevzuata göre belirlenen kişi başına yeşil alan, donatı alanı gibi standartlar yerine bakanlık, yine 6306’dan aldığı yetkiyle kendisi standart belirleyebiliyor. Neticesinde bütüncül ele alınması gereken kent, bu kez mahalle, sokak ve hatta imar adaları düzeyinde parçalara ayrılıp farklılaştırılmış oluyor. Örneğin, aynı mahalle içinde sokağın bir tarafı riskli alan olmadığı için ilçe belediyesinin hazırladığı yürürlükteki imar planlarına göre yapılaşıyor, sokağın riskli alan ya da rezerv yapı alanı ilan edilen diğer tarafı ise son değişiklikle birlikte yetkilendirilen Kentsel Dönüşüm Başkanlığı tarafından 6306 kapsamında hazırlanan ya da hazırlatılan planlara göre yapılaşıyor. Şehirciliğin teknik terimlerine boğmadan kolayca anlatmak için bir örnek vereyim: Sokağın bir tarafında plan kararlarıyla 5 katlı yapılaşma söz konusu iken, diğer tarafında 15 katlı yapılaşma söz konusu olabiliyor. Bir kent için yaptığınız nüfus projeksiyonları, buna göre oluşturduğunuz kentsel mekanlar, sosyo-ekonomik sorunlara dair çözüm üretme çabaları, böylelikle bütün planlama kararları ve toplumsal fayda önemsiz hale gelmiş oluyor. Kent bütüncül şekilde ele alınmadığından, birbirinden izole alanlar oluşuyor. Ayrıca, son değişiklikten önce riskli alan ya da rezerv yapı alanları için hazırlanan nazım ve uygulama imar planlarına itiraz süresi 30 gün, itirazların değerlendirilmesi için belirlenen süre ise 15 gün şeklindeydi. 7 Kasım 2023’te yapılan değişikliğe göre, bu kanun kapsamındaki alanlara ilişkin onaylanan imar ve parselasyon planları Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nde 15 gün süreyle ilan edilecek ve bu süre içinde yapılan itirazlar 5 gün içinde değerlendirilecek. Türkiye’de kamu idarelerinin mevcut planlama bakış açısına göre planlara halkın asgari düzeyde katılımı, planların askı süresinde itirazlarını alarak sağlanır. İtirazları ve planların kesinleşmesini takiben dava açma süreleri başlar. Halkın planlama aşamalarına katılımı böylesi sonradan kılınmış iken, değişiklikle birlikte bu süreç, bu kanun kapsamına alınan yerlerde daha da zorlaşacak. Planlara göre hazırlanacak yeni uygulamalar için son değişiklik öncesi arsa payı bakımından üçte iki çoğunluğu sağlamak gerekiyordu. Değişiklikle birlikte, salt çoğunlukla karar almak mümkün hale geldi. Kentsel dönüşümü salt çoğunluğun rızasına göre şekillendirmenin yeni toplumsal sorun alanları yaratması olasıdır. Riskli yapılardan bahsettiniz. Bu yapıların tespiti nasıl yapılıyor? 7 Kasım 2023’te gerçekleşen değişiklikten önce riskli yapı tespiti için sizin başvurmanız gerekiyordu ya da bakanlık veya ilgili kamu idarelerinin talebine istinaden riskli yapı tespiti yaptırılıyordu. Son değişiklikle birlikte siz başvurmamış olsanız da artık Kentsel Dönüşüm Başkanlığı ya da kanunda tariflenen kamu idareleri resen, yani sizin onayınıza ihtiyaç duymadan risk tespiti yapabilecek. Olası engellemelere karşı, risk tespitin gerektirdiği işlemleri yapmak üzere polis ya da jandarma eşliğinde kapalı kapılar açtırılabilecek. Diyelim ki, yapınız riskli yapı olarak tespit edildi, yıkmanız için 90 gün süreniz var, eğer yıkmazsanız, idare kendisi yıkacaktır ama yıkmadan evvel elektriğiniz, suyunuz ve doğalgazınız kesilecek. Tüm bu işlemlere karşı diyelim ki itiraz ve dava açma haklarınızı hiç kullanmadınız ya da kullandığınız halde bir sonuca varamadınız, neticede yapınız yıkıldı ve yeni yapılacak projeye dair arsa payı bakımından önceden üçte iki, son değişiklikle birlikte artık salt çoğunlukla anlaşmanız için 30 gününüz var. Anlaşamazsanız kanunda “acele kamulaştırma” uygulanabileceği yazıyor. Acele kamulaştırmanın riskli yapı düzeyinde uygulandığı bir örnek duymadım ama kanun maddesi olarak duruyor orada. Peki ama neden acele kamulaştırma? Mesele kamulaştırmak ise neden olağan usulde uygulanan kamulaştırma değil de acele kamulaştırma uygulanmak isteniyor? Mesele afet riski ise, riskli yapı olarak tespit edilen binanız yıkılmış, dolayısıyla risk ortadan kalkmış durumda, öyleyse bu acelenin sebebi nedir? Söyleyeyim: Anlaşamama ihtimaline karşı, bir şekilde sürekli aklınızda duracak, mülkiyet hakkınıza yönelebilecek acele kamulaştırma ihtimalini gözetip, bir an evvel anlaşmaya razı olasınız diye. 6 Şubat depremlerinden sonra Türkiye’nin fay kuşağında bulunan kentlerinde bazı hak sahiplerinin riskli yapı tespiti yaptırmak istediğini ve fakat acele kamulaştırma, 90 gün içinde yıkım, elektrik-su-doğalgaz kesintisi, kira yardımı tutarlarının yetersizliği gibi meselelerle birlikte değerlendirip bu tespiti yaptırmaktan vazgeçtiklerini biliyoruz. Kanunda riskli yapılarda, rezerv yapı alanlarında ve riskli alanlarda “öncelikle maliklerle anlaşma yoluna gidilmesi esastır” hükmü var ancak bu esas pek önemsenmiyor. Bakanlık riskli yapı tespitine dair bu endişeleri ortadan kaldırmak yerine, 2019 yılı Temmuz’unda son derece önemli bir değişiklikle eklenen 6A maddesi ve 7 Kasım 2023 tarihli son değişiklikle bu endişeleri gözetmeyen daha merkezi bir tutumu benimsemiş görünüyor. Ceyhan Çılğın 6A’nın “son derece önemli” olmasının nedeni nedir? Bu maddenin eklendiği tarih önemli. İstanbul’da tekrarlanan yerel seçim sona erdikten 2 gün sonra, 25 Haziran 2019’da Meclis’e bir torba yasa geldi. Yerel seçim gündeminin gölgesinde bile yer bulamadı kendine. Bu yasayla birlikte birçok kanunda esaslı değişiklikler yapılırken, 6306 sayılı kanuna 6A adlı “Uygulamaların Resen Yapılması” başlıklı bir madde eklendi. 6A maddesi, parselinizin üzerinde “yıkılacak derecede riskli yapı” var ise yapınızın acilen yıkılması gerektiği kabulünden hareket ediyor. Aslında az evvel anlattığım riskli yapılardan farklı olarak “yıkılacak derecede riskli yapı” diye yeni bir kategori ekliyor. Binanıza bu kapsamda risk tespiti yapılacak. Bakanlık ya da son değişiklikle oluşturulan Kentsel Dönüşüm Başkanlığı yapınızda sizden onay almadan bu tespiti, kapalı kapıları açtırarak ve kolluk desteğiyle yapabilir. Başkanlık bu tespiti yaptı ve yapınız “yıkılacak derecede riskli” olarak değerlendirildi, bunu takiben yapınızın kapısına bir tebligat asılır, bu tebligat mahallenizin muhtarlığında da iki gün süreyle ilan edilir. İtiraz ya da dava süreçlerini işletmediniz ya da işlettiniz ve netice alamadınız diyelim, o zaman başkanlık size yapınızı tahliye etmek için süre verir. Bu sürede yapınızı tahliye etmezseniz kolluk eşliğinde yapınız tahliye edilir. Telefonunuza sahibi olduğunuz parselin tapuda Hazine adına tescil edilmekte olduğuna dair mesaj gelir. Parseliniz artık Hazine adına kayıtlıdır. Hazine adına alınan inşaat ruhsatı ve devamında yine Hazine adına tesis edilen iskan alma süreçleri işletilir. Bu arada yapınızın ve parselinizin dönüşümden önceki bedeli belirlenir, yeni projeden payınıza düşen kısmın bedeli hesaplanır ve borçlanmanız gerekiyorsa sizden bu borcu yeni yapının teslim edildiği tarihte ya da belirlenen başka bir tarihte ödemeniz istenir. Ödeyebilirseniz sorun yok ama ödeyemiyorsanız, dönüşümden önceki taşınmazınız için hesaplanan bedel tarafınıza ödenir, aradaki farkı ödeyemediğiniz için alamadığınız daire Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’na devredilir ve neticede hak sahipliğiniz ortadan kalkar. Yani, aradaki farkı karşılayamıyorsanız evvelden sahibi olduğunuz parselde ikametiniz artık söz konusu değil. Şimdi soralım: Üzerindeki yapı yıkılmış olan bir parselde, yani “yıkılacak derecede riskli yapı”nın ortadan kalktığı durumda, neden özel mülkiyete tabi parseller Hazine adına tescil ediliyor? Bu işlemin gerekçesi nedir? Yeni yapının bir an evvel yapılması mı? Salt çoğunlukla karar alma süreçlerini birçok açıdan doğru bulmuyorum ama çelişkiyi işaret etmek için soruyorum: Neden diğer riskli yapılarda işletilen salt çoğunluk onayı meselesi, 6A kapsamına alınan ve yıkılma süreci tamamlanmış bu yapılarda işletilmiyor? Mülkiyet hakkını bu şekilde ortadan kaldırmakla nasıl bir toplumsal bir fayda elde edilmiş oluyor? Bu maddenin yürürlüğe girdiği dönemde bu kadar görmezden gelinmiş olması, kamuoyunda tartışılmamış olması hayret verici. 2019’da bu maddeyi gündemine almamış, kamuoyunu bilgilendirmemiş siyasi partiler, STK’lar ve meslek odaları gündeme almama gerekçelerini hepimize açıklamalı. Rezerv alan bu düzenlemede nasıl yer alıyor? Kanunun son değişiklikle tartışmaya açılan en önemli maddelerinden biri rezerv yapı alanı tanımının değişmesi elbette. Rezerv yapı alanlarının kullanım amacı yönetmelikte “Riskli alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapılarda ikamet edenlerin nakledileceği rezerv konut ve işyerleri” oluşturmak olarak açıklanıyor. 7 Kasım 2023’te gerçekleşen değişiklikten önce kanunda ve kanunun uygulama yönetmeliğinde rezerv yapı alanı tanımı yapılırken, bu alanların “yeni yerleşim alanı” olarak kullanılacağı belirtiliyordu. Son değişiklikle bu ibare kaldırıldı ve dolayısıyla artık herhangi bir yerin rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılmasının önünde hiçbir engel kalmadı. Bu değişikliğe neden ihtiyaç duyuldu? Ne anlama geliyor? 2016 yılındaki değişiklikle ne kadar kolaylaştırılmış olursa olsun bir yerin riskli alan ilan edilmesi için hala bazı teknik analizlerin yapılması gerekiyor. Yapılmadığı durumda dava dosyalarında zorluklar yaşanıyor, kimi zaman mahkeme kararlarıyla riskli alan iptalleri de söz konusu oluyor. Riskli alanların iptal edilmesi durumunda, bu kararı temel alarak hazırlanan nazım ve uygulama imar planları dayanağını yitirmiş oluyor. Oysa rezerv yapı alanı tespiti için gözlemsel analiz dışında neredeyse hiçbir analiz gerekmiyor. Rezerv yapı alanı kararı almak, bir yeri rezerv yapı alanı olarak belirlemek bu belirsizliklerden hareketle oldukça kolaylaşmış oldu. Üstelik riskli alan ilanları Cumhurbaşkanı kararıyla gerçekleştiğinden Resmi Gazete’den takip edilebiliyorken, rezerv yapı alanı kararı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı’nın onayıyla gerçekleşiyor ve Resmi Gazete’de yayımlanmıyor. Kamuoyunun rezerv yapı alanlarını takip etmesi oldukça zor. Burada duralım ve değişikliğe ilişkin şu soruyu soralım: Rezerv yapı alanları riskli alan ilan edilen yerde yaşayanların nakledileceği alanlar ise, son değişikliğe bağlı olarak halihazırda yerleşim alanı olan alanların rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılmasıyla birlikte riskli alanlarda yaşayanlar nereye nakledilecek? Riskli alanlarda yaşayanlar rezerv yapı alanlarına nakledilecekse, halihazırda rezerv yapı alanlarında yaşayanlar ne olacak? Rezerv yapı alanları, riskli alanlarda yaşayanların nakledileceği alanlar olarak kurgulandığı için bir kira mekanizması işletilmeyecekti, bu da riskli alanlarda yapılmak istenen dönüşüm için kolaylık sağlayacaktı. Kağıt üstünde de olsa kurgu bu şekildeydi ama son değişiklik bu kurguyu da altüst etmiş oldu. Ayrıca özel mülk sahipleri olarak sizin kendi yaşadığınız alanın rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılmasını talep ettiğiniz bir durumda, yapılaşmaya esas toplam metrekarenin yüzde 30’unu Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’na devretmeniz gerekiyor. Kentsel Dönüşüm Başkanlığı, bu şekilde ve yasayla tanımlanan başka birçok yöntemle Türkiye’nin en büyük mülk sahibi haline gelmiş olacak. Buraya kadar saydıklarımızı birlikte düşündüğümüzde, bundan sonra rezerv yapı alanı kararlarında yoğun artışlar görülmesi yüksek bir olasılık haline geliyor. Ayrıca son değişiklikle birlikte rezerv yapı alanları da, riskli alanlar ve riskli yapılarda olduğu gibi yeni uygulamanın yapılabilmesi için elektrik, su ve doğalgaz kesintisi yapılabilecek alanlara eklendi. Bundan böyle kentsel dönüşümün çoğunlukla rezerv yapı alanları üzerinden yürütüleceğini işaret ediyor tüm bunlar. Esasen bugünlerde sıklıkla gündeme getirildiğinin aksine, değişiklik öncesinde de böyle uygulanıyordu bu madde. Bu söylediğiniz nerede ve nasıl uygulandı? Değişiklikten önce rezerv yapı alanları “yeni yerleşim alanı” diye değerlendiriliyordu. Yasa ve yönetmelik bu şekilde ifade ediyordu. Kamuoyu da bunu böyle tartışıyordu. Oysa bu tartışma sahadaki uygulamalara bakmadan yapıldığı için bazı gerçekleri ıskalıyor. Birlikte bakalım. İlk örneğimiz Beykoz’da Tokatköy Mahallesi. Bu mahallede bir alan bakanlık oluruyla Ekim 2019’da rezerv yapı alanı olarak kararlaştırıldı. Bakanlığın imar planı raporunda açıkladığına göre bu alanda 2019 yılında 1715 kişi yaşıyordu. Yine bakanlık verilerine göre, “yeni yerleşim alanı” olması gereken bu alanda halihazırda 239 bina ve bu binalarda 604’ü konut olmak üzere 665 bağımsız birim söz konusudur. Bütün bu verilere rağmen, üzerinde yapılaşma olan bir yerleşim yeri nasıl oldu da rezerv yapı alanı ilan edildi? Çünkü bu yapıların bulunduğu parsellerin mülkiyeti Beykoz Belediyesi’ne ve Hazine’ye ait. Öyleyse rezerv yapı alanı kararı alınırken, gecekonduların bulunduğu alanlar, üzerinde yerleşim olmayan “yeni yerleşim alanları” olarak değerlendirilmiş olmalı. Fakat rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan örnekleri inceledikçe meselenin bunu da aşan bir tarafı olduğunu görüyoruz. Örneğin, riskli alan ilan edilen, riskli alan ilanının mahkeme kararıyla iptalinden sonra rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan Fikirtepe’de alandaki toplam mülkiyetin yüzde 80 civarı özel mülkiyetten oluşuyor ve bu alanda on binlerce insanın yaşadığı binlerce yapı bulunuyor. Yani esasen bu yasa değişikliğinden önce de, halihazırda yerleşim alanı olan yerler rezerv yapı alanı olarak bakanlık tarafından kararlaştırılabiliyordu. Son değişiklikle buna yasal bir altyapı oluşturuldu. Bu tartışmanın rezerv yapı alanlarında yoğunlaşmasının en temel sebebi, son değişiklikle artık yasal altyapısı oluşturulmuş şekliyle ama olanca muğlaklığıyla rezerv yapı alanı kategorisinin kentin tümüne uygulanabilir kılınması, 6306 kapsamındaki çeşitli uygulamalara (kentsel dönüşüm, salt çoğunluk, elektrik, su, doğalgaz kesintisi vs.) dahil edilmesidir. Bu değişikliğin esas gerekçesi riskli alan ilanları ve detaylarıyla uğraşmak yerine, tespit kriterleri oldukça gözlemsel olan, bilimsel bir tespiti içermesine ihtiyaç duyulmayan rezerv yapı alanı kararıyla yapılmak istenen işlemlerin karşılaşacağı olası engeller azaltılmış oluyor. Riskli alan ilanlarının mahkeme kararlarıyla iptal edildiği yerlerde bu kez rezerv alan kararıyla karşılaşıyor olmamız da bu yüzden. Yasada güçlendirmeye dair neler yer alıyor? Yasada ve uygulama yönetmeliğinde güçlendirme iki maddede bahis konusu. Sadece bu tutum dahi yasanın afet riskine bakış açısını ortaya koymaya yetiyor. Riskli alanlarda ya da rezerv yapı alanlarında yer alan yapılar için güçlendirme söz konusu değil. Sadece riskli yapılar için konuşabiliriz. Şöyle diyelim, riskli olduğu tespit edilen yapınız yıkıldıktan sonra yeni yapı için onay süreçlerinde salt çoğunluk yeterliyken, yasa ve yönetmelikte yer alan hükümlere göre güçlendirme için hak sahiplerinin Kat Mülkiyeti Kanunu’na referansla 5’te 4 onayı isteniyor. Oysa her an gerçekleşebileceği düşünülen bir afete karşı “güçlendirme”, deprem riskinin hızla bertarafı düşünüldüğünde oldukça önemli bir seçenek. Elbette, bunu güçlendirmenin, binanın yıkılıp yeniden yapılmasından yüzde 60 daha az maliyetli olduğu durumlar için söylüyorum. Nitekim 6 Şubat depremlerinden sonra, doğru güçlendirme tekniği kullanılan yapıların ayakta kaldığı görüldü. Yasa buna rağmen son değişiklikte bu durumu gözetmedi. Bir binayı yıktığınızda, yeniden benzer yapılaşma koşullarını sağlayamadığınız durumda da güçlendirme düşünülebilir. Peki ya kiracılar bu süreçte ne yaşıyor? Mülk sahiplerinin yaşadıklarını konuştuk hep. Mülk sahipliği hep korunaklı bir alan gibi görülürdü, oysa bu yasa “afet riski” gerekçesiyle mülk sahipliğini de bu korunaklı alandan çıkartıyor. Kiracıların hak sahipliği ise, çok daha geride bir yerde konumlanıyor. Riskli yapı tespit edilen yerlerde mülk sahiplerine 18 ay boyunca aylık ödeme yapılırken, riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarında mülk sahiplerine 48 ay süreyle kira yardımı yapılıyor. Aylık ödemeler illere göre değişiklik gösteriyor ama 1 Nisan 2023 itibariyle İstanbul’da mülk sahiplerine bakanlık tarafından yapılan kira yardımı aylık 3500 TL. Kiracılara yapılan ödeme ise tek seferliğine ve yine illere göre değişmekle birlikte bu tutarın 2 katı kadar. 1 Nisan 2023 itibariyle İstanbul’da kiracılara yapılan yardım tek seferlik ve 7000 TL’dir. Yasa ve yönetmelik, bir yıl ve üzeri kira sözleşmesi sahiplerine, yeni uygulamada ortaya çıkacak konut sayısına göre konut teklif edilebileceğini, borçlandırma ya da kredi verme suretiyle bunun yapılabileceğini söylüyor. Bir yandan ise son değişiklikle gelen şöyle bir tuhaflık söz konusu. Salt çoğunluğun içinde ve dönüşüme onay veren taraftasınız diyelim, hak sahibisiniz ancak dönüşüm sonrası gerçekleştirilecek uygulamadan teklif edilen konutu alabilecek durumda değilsiniz. Değişiklikle gelen maddeye göre, 775 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca dar gelirli veya yoksul kabul edilirseniz ve üzerinize kayıtlı başka bir konut yok ise, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’yla paylı mülkiyetin bulunduğu alanlarda başkanlık bu konutu alıyor, size ya da eşinize alamadığınız ve sizin olamayan o konutta Medeni Kanun’a referansla oturma hakkı veriyor. Özel mülkiyetiniz ortadan kalktı ve siz artık miras bırakamayacağınız bir oturma hakkına (!) sahipsiniz. Yasadaki son değişikliklerinin tümünü değerlendirdiğinizde sizce en önemli hususlar neler? Son değişiklikler bir bütün olarak çok önemli değişiklikler ama ben özellikle rezerv yapı alanının tanımsal değişikliğini ve 3’te 2’nin salt çoğunluk olarak değiştirilmesine dair değişiklikleri yaratacağı etkiler bakımından son derece önemli buluyorum. Bundan sonra kentsel dönüşümde riskli alan ilanlarından daha çok rezerv yapı alanı kararlarıyla ilerleneceğini düşünüyorum. Riskli alan ilanlarına göre tespit edilme kriterleri oldukça kolay çünkü neredeyse hiçbir kriteri yok. Riskli alanlarda kentsel dönüşüme dair yasanın tanımladığı uygulama süreçlerinin neredeyse tamamı rezerv yapı alanlarında da uygulanabilir hale geldi üstelik. Salt çoğunluk değişikliğinin önemi ise kentsel dönüşümün daha düşük bir onay mekanizmasıyla gerçekleştirilmesi. Detaylandırayım. Son değişiklik öncesinde riskli yapılarda, riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında yapılacak yeni uygulamalar için arsa payı bakımından 3’te 2 çoğunluğun onayı gerekiyordu. Kamu idareleri 3’te 2’yi sağlamak için bir miktar da olsa taviz veriyor, yeni projeyi o alanda yaşayanların beklentisine göre bir miktar da olsa şekillendirmek durumunda kalıyordu. 7 Kasım 2023 tarihli değişiklik ile artık 3’te 2 çoğunluk değil salt çoğunluğa yani arsa payı bakımından yüzde 50 artı 1’e ihtiyaç var. Değişiklik öncesinde 3’te 2’nin kararıyla, bu karara katılmayan 3’te 1’in mülkiyet hakkı kullanımının tümüyle ortadan kalkmasına varabilen bir süreç işleyebiliyordu. Artık riskli alanlarda, riskli yapılarda ve rezerv yapı alanlarında bu durum arsa payında erişilen salt çoğunlukla ortaya çıkacak. Bu değişikliği olumlu bulanlar Beykoz Tokatköy’de, Okmeydanı Fetihtepe’de ya da Üsküdar Kirazlıtepe’de ve daha birçok alanda yaşananlara bakmalılar. Değişiklikte deprem bölgesini içeren çeşitli düzenlemeler mevcut. Bu değişiklikler için neler söylersiniz? 7 Kasım 2023 tarihli torba yasayla 6306 sayılı yasa değiştirilirken, idari yargılamaya ilişkin mevzuatta da deprem bölgesiyle sınırlı olmak üzere çeşitli değişiklikler yapıldı. Hasar tespit süreçlerine dair davalar özelinde, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda bazı değişiklikler söz konusu. Dava süreçlerinde yer alan cevaba cevap ya da savunmaya cevap faslı kaldırıldı, keşif ve bilirkişi raporlarına dair süreler kısaltıldı ve mahkemelerin bu işlemleri takiben 15 gün içinde davaları sonuçlandırması gerektiği düzenlendi. İstinaf aşamasında kararların iki ay içinde verilmesine dair madde düzenlendi. Bu gibi çeşitli detaylarda düzenlemeler var. Deprem bölgesinde hasar tespitlerine dair mahkeme süreçlerini hızlandırmak, yaşamı böylesi bir afetle altüst olmuş hak sahiplerinin işini daha da zorlaştırmak demek. Esas öncelik kalıcı konutlar yapılmadan evvel geçici konutların nitelikli, sağlıklı ve yaşanabilir bir çevrede ikame edilmesi olmalı. Afet sonrası süreçteyiz ama ihtiyaç duyulan gıda, giysi, geçici barınma meseleleri afetin hemen sonrasındaymış gibi sürüyor. Henüz gündelik hayat olağana yakın bir nitelik kazanmış değil ve üstelik önümüz kış. Bunca meselenin yanında göç edenlerin ya da hala deprem bölgesinde yaşayanların kanunla tariflenen süreçleri, tariflenen sürelerde takip etmeleri çok zor. Antakya’da 6306 sayılı yasa kapsamında kentsel sit alanı riskli alan ilan edilmişti, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonraki uygulamaların neler olacağını düşünüyorsunuz? 6306’da korunacak tarihi yapıların bulunduğu alanlara ilişkin sadece bir hüküm var, o da sit alanlarında yapılacak uygulamalarda Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan sadece görüş alınacağını bildiren bir hüküm. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan alınacak görüş “uygun görüş” olmak zorunda da değil üstelik. Ama Antakya’da süreç biraz farklı işliyor. Antakya’da tescilli ve tarihi yapıların yoğunlaştığı kentsel sit alanı “riskli alan” ilan edilmişti. Riskli alan ilanıyla birlikte bu alanda planlama yetkisi dahil birçok yetki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na geçti. Fakat bir protokol yapıldı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı bu alanda yapılacak işlemlere dair yetkiyi kendisi kullanacak. Henüz kamuoyuna resmen açıklanmış, hükümleri netleşmiş bir koruma amaçlı imar planı söz konusu değil ancak hazırlanmakta olduğunu biliyoruz. Burada Hatay Büyükşehir Belediyesi ve Antakya Belediyesi’nin sürece ne kadar dahil olduğunu ya da edildiğini bilmiyoruz. Hatay’daki sivil toplum kuruluşları bu sürece etki etmeye çalışıyor ancak bunun ne düzeyde gerçekleştiği tartışmalı. Saydığım kurumlar ve kesimler dahil edilmeden plan kararlarına yansıyacak nasıl bir analiz süreci işletildi, göreceğiz. Tescilli ya da tescilli olmasa da Antakya’nın o eşsiz kent dokusunu oluşturan avlulu evlerin, hanların yıkım süreçleri de tartışmalı. Az evvel bahsettiğim imar planları kamuoyuna açıklanınca 6306’nın hangi düzeyde plana etki ettiğini görmüş olacağız. Geçtiğimiz hafta Hatay Barosu Çevre ve Kent Hukuki Komisyonu Başkanı Avukat Ecevit Alkan’ın paylaştığı belgelerden Defne ve Antakya’da bir de rezerv yapı alanı kararı alındığını görüyoruz. Bu kararı siz nasıl yorumluyorsunuz? Ecevit Bey’in paylaşımında yer alan belgede 13 Kasım 2023 tarihli Bakanlık oluruyla Antakya ve Defne’de toplam 207,35 hektarlık bir alanın rezerv yapı alanı olarak kararlaştırıldığını kararlaştırılan alanın krokisiyle birlikte gördüm. Gördüğümüz gibi, bir şekilde meseleyi takip edenlerin bilgiye ulaşmasıyla rezerv yapı alanı kararından haberdar oluyoruz. Bakanlık kurumsal olarak açıklamadığı için kamuoyunun doğrudan öğrenebilmesi ve takip edebilmesi mümkün değil. Bakanlık bu kararları kamuoyuna açık şekilde duyurmalı ve ilan etmeli. Bunun dışında, açıkçası son değişiklikten önce deprem bölgesinde çoğunlukla 6A maddesinin uygulanacağını düşünüyordum. Nitekim deprem bölgesinde çeşitli kentlerde uygulandı da. Ancak son değişiklikle birlikte rezerv yapı alanı kararı kamu idareleri bakımından oldukça işlevsel hale gelmiş durumda. Antakya’da rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alan çoğunlukla özel mülkiyete tabi ve imar planlarına göre konut adalarının depremden önce fiziksel olarak oluştuğu, parselasyon planlarının bulunduğu bir alan. Yani, burada zemin yapısı ve diğer parametrelerin uygun olduğu bir durumda, halihazırda bu parsellerde imar planlarına göre yeniden yapılaşma mümkündü. Bakanlık bunun yerine rezerv yapı alanı kararına yöneldi. Böylelikle bu alanda yetki artık yerel yönetimlerde değil, doğrudan bakanlıkta. Bu yasanın ortaya çıktığı günden beri Bakanlık, Türkiye’deki tüm kentsel dönüşüm süreçlerinde merkezi karar ve yürütme organı niteliğini elde etmiş durumda ve rezerv yapı alanı ilan edilen bu alanda da Bakanlık kentsel dönüşümü 6306’nın sunduğu olanaklarla uygulamak istiyor. Yasaya göre riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında yapılacak yeni uygulama için yapılar yıktırılmadan önce ve salt çoğunlukla karar alınması gerekiyor. Rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alanda, binalar çok büyük oranda yıkılmış durumda. Bakanlığın salt çoğunluğu değil, burada yapılacak yeni uygulama için arsa payı ya da kiracılık üzerinden hak sahiplerinin tümünün onayını alması gerekiyor. Hak sahiplerinin de yaşam alanlarına dönük bütün talepleri referans alarak imar adalarında kooperatifler, mahalle ölçeğinde dernekler kurarak örgütlenmesi gerekiyor. Rezerv yapı alanı kararına bağlı sürdürülecek işlemlerde, örneğin yapılacak yeni uygulamalarda inşa sürecini de tek elden yürütebilmek için ya da hazırlanacak imar planlarının doğrudan takibi için böylesi bir birlikteliğe ihtiyaç var. Depremden sonraki koşullar nedeniyle bunu sağlamak çok zor ama bu deprem bölgesiyle dayanışma içinde olanların öncelik vermesi gereken bir durum. Burada oluşturulacak konutlar kimler için oluşturulacak, bu alandaki hak sahipleri için mi? Rezerv yapı alanı ilan edilen alanda zemin yapısı, en zayıf ve zayıf zemin alanlarının bulunduğu alanlar olarak analiz edilmiş. AFAD ve Hatay Valiliği’nin 2021 yılında yayımladığı İRAP Raporu’nda bu zeminler için “olası bir depremde, zemin büyütmesi, sıvılaşma, kopma, oturma ve heyelanlara bağlı şiddetin en çok hissedileceği zeminlerdir. Ne yazık ki bugün şehrin büyük bir bölümü bu zeminler üzerinde yer alır” deniliyor. Rezerv yapı alanının bir kısmında bazı planlama, tasarım ve mimarlık büroları Türkiye Tasarım Vakfı (TTV) koordinasyonuyla çeşitli çalışmalar sürdürüyor. Bu çalışmalar hangi imar planlarına göre, hangi plan kararlarına göre sürdürülüyor? Doğrudan avan proje ya da vaziyet planı mı çalışılıyor? Hangi analizlere göre bu tasarımlar yapılıyor? Depremden sonra İstanbul’a, Ankara’ya, Antalya’ya, Adana’ya, Mersin’e taşınan Antakyalılar bu sürecin neresinde? TTV’nin Hatay’da ve Adıyaman’da yürüttüğü süreci bu gerekçelerle doğru bulmuyorum. Öncelikli olanın nitelikli mimarlık olduğunu düşünmüyorum. Öncelikli olan hak sahipliğinin ölçütlerinin, imar planlarıyla oluşturulacak bütün standartların, hazırlanacak planların deprem öncesinde burada yaşayan kiracıları da gözetecek şekilde depremden öncesiyle başlatılarak deprem sonrasının da sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel analizlerini öncelikli kılacak şekilde ele alınması. Burada yapılacak çalışmalarda şu gerçeğin daima akılda tutulması gerekiyor: Antakya’yı özellikli kılan sadece tarihsel yapıları değil, toplumsal ilişkileri ve kültürel yapısı. Bunlara dair analizleri içermeden, burada yer alan STK’ları ve meslek odalarını tüm aşamalara dahil etmeden yapılacak çalışmalardan, hazırlanacak planlardan toplumsal bir fayda elde etmek olası değil. Kanun düzenlemesinin reforma ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz? Devletin merkezi bir tutumla afet riskinin bertarafına dair tutum alması anlaşılır bir tutum. Fakat bunun afet riskiyle sürekli karşı karşıya olan ve risk azaltım süreçlerinde başarı sağlayan diğer ülkelerdeki gibi yerel yönetimleri, STK’ları, toplumu içeren şekilde sürdürülmesi, bu riskin ortadan kaldırılması için oldukça önemli. 6306 sayılı yasanın çizdiği şablon katılımcılığı, yereli ve toplumsalı içeren bir anlayıştan uzak. Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının dahliyle sürdürülmesi gereken afet riski azaltım süreci daha da merkezi bir tutumla ele alınır hale gelecek. Ayrıca, bu söyleşinin başında da belirttiğim gibi, afet riskinin söz konusu olduğu alanların rasyonel analizlere göre tespit edilmesi ve öncelikli alanlara göre bir uygulama takvimi oluşturulması gerekiyor. Kentsel dönüşümü tek çare olarak görmek ya da riskli yapıların yıkılmasıyla uygulamaya başlamak, bu süreci hem oldukça uzatıyor hem de çeşitli mağduriyetler yaratıyor. Oysa güçlendirmenin de ciddi bir seçenek olarak öne çıkartılması ve uygun yapılarda mutlaka güçlendirmenin teşvik edilmesi gerekiyor. İmar planları hazırlanırken halkın yüksek düzeyde katılımının sağlanması ve bu planların bakanlığın koordinasyonunda yerelin dinamiklerini daha iyi bilen ve halka doğrudan ulaşabilecek yerel yönetimlerce hazırlanması gerekiyor. Burada esaslı şart katılımın hakim kılınması olmalı. 6 Şubat depremlerinde ortaya çıkan yıkımın bir sürü nedeni var elbette ama en esaslılarından biri kentlerin yapılaşma karakteristiğini belirleyen planların deprem gerçeğini gözetmemiş olmaları. Türkiye’nin fay kuşaklarında yer alan şehirlerinde, yürürlükteki tüm imar planları deprem gerçeğini merkeze alarak bir an evvel yeniden değerlendirilmeli. Afet riskiyle mücadelenin önemli araçlarından biri bu tutum. Sadece 6306 değil, bütün bir imar mevzuatı kentlerimizi dirençli hale getirmek için yeniden ele alınmalı. Bizlerin ise bu taleplerin etrafında toplanan, örgütlenen toplumsal mekanizmalar oluşturmamız elzem. Meslek odalarının uzun zamandır süren edilgenliğinden kurtulması, 6306 uygulamalarına konu edilen mahallelerin yanında aktif konum alması gerekiyor.

  • Barbara bereketi: Şimdi değil ise elbet bir gün!

    “ken yeme ken bi adîm al'zemen bint îsma burbarah milyanî îmen ma ıştahıt burbarah mâl u la kan hîmma jmal vahdî hubb al'hakîka kan alî sağîlha al'bâl” “Bir varmış bir yokmuş, Barbara adında iman dolu bir kız varmış. Barbara para için can atmaz, güzelliğe önem vermezmiş. Aklında olan tek şey hakikate olan sevgiymiş” diyerek bir hikâye gibi başlar bu ilahinin sözleri. Anlatılansa onun, yüzyıllar önce inandığı doğrular yolunda bu topraklarda canını vermiş genç bir kızın hikayesidir: Şehit Azize Barbara. Şehit Azize Barbara, 3. ve 4. yüzyıllar arasında kimi kaynaklara göre, günümüz Türkiye sınırları içinde İzmit olarak bilinen Nicomedia şehrinde yaşamış. Kimi kaynaklara göre ise yaşadığı yer, Lübnan sınırları içinde kalan Asi Nehri’nin de kaynağını içine alan Heliopolis antik şehriymiş. Barbara, pagan bir tüccarın kızı. Annesinin vefatından sonra üzerine titreyen babası, kızının büyüdükçe güzelleştiğini fark etmesiyle onu yabancı gözlerden korumak için sadece kendisinin ve pagan rahiplerinin girebileceği bir kule inşa ettirir. Barbara, kulenin tepesinde yalnız kaldığı süre boyunca dünyayı, güzelliklerini ve yaratılışı düşünmeye başlar. Artık putların insan eliyle yapıldığını ve bu dünyayı yaratamayacaklarını anladığında ise babasının ve rahiplerin öğretilerini almayı reddederek kendisini gerçek Tanrı’yı bulmaya adar. Babası kulede yalnız başına kalmasının onun fikirlerini etkilediğini düşünerek artık insanların arasına karışması için izin verdiğinde ise Barbara tek başına düşündüğü fikirlerin yolundan giderek şehirdeki kendi gibi genç olan rahibelerle tanışır ve onlardan Hıristiyanlığın öğretisini alır. Artık kendisini bulmaya adadığı Tanrı’ya, hakikate olan sevgiye kavuşmuştur ve şehre tüccar kılığında gizlenerek gelen bir rahip tarafından vaftiz edilerek Hıristiyan olur. Aynı dönemde babası evlerine bir hamam inşa ettiriyordur. Barbara, babasının seyahatte olmasından istifade ederek, hamamı planlardaki gibi iki pencereli değil, güneşin gireceği üç pencere yaptırarak aynı bir kilise gibi Kutsal Üçlü’nün birliğini sağlar. Duvara elleriyle bir haç kazır ve sevinçle Tanrı’ya dua etmeye başlar. Fakat bu sevinci çok uzun sürmez, zaten kızının hamamda yaptırdığı değişiklikten şüphelenen babasına yakalanır. Barbara, babasına Tanrı’yı, gerçek sevgiyi, Kutsal Üçleme’yi anlatır ama babasına göre sadece atalarının dinine, pagan tanrılarına ihanet etmiştir. Barbara’yı kendi elleriyle öldürmelidir. Barbara babasından kaçmaya başlar. Bu onun için sadece babasından kaçmak değil hakikate olan sevgiye doğru kaçmaktır. O koştukça Tanrı da onun yolundan giden bu genç kızın yollarını açar. Karşısına çıkan bir tepeyi çıkması gerektiğinde Tanrı mucizesini gösterir. Tepe ortadan ikiye ayrılarak Barbara’ya yol açar ve babasının geçişini engeller. Babasının askerlerle beraber tepeyi geçerek ardında iz sürmesi gerekir ama tepenin ardında dahi hiçbir iz bulamazlar, çünkü Barbara koştukça tarlalarda henüz yeni yeşermiş buğday filizleri onun ayak izlerini gizlemek istercesine serpilip büyümeye başlar. Barbara ardında rüzgârda salınan başaklarıyla adeta ona el sallayan buğday tarlaları bırakarak bir mağaraya sığınır. Babası, kızını uzun ve sonuçsuz bir şekilde aradıktan sonra tepede iki çoban görür ve içlerinden biri ona kızının saklandığı gördükleri mağarayı gösterir. Babası onu yakaladıktan sonra açlık ve işkenceler içinde bırakarak şehrin valisi Martianus'a teslim eder. Barbara, esaret altında gün boyu ağır işkencelere maruz kalır ama her gece Tanrı’ya dua etmekten vazgeçmez. Tanrı da çektiği tüm acılara rağmen kendi yolundan ayrılmayan bu genç kızın yaralarını dua ettiği her gecenin sabahında iyileştirir ama bu babasını ve Martianus’u durdurmaktan öte daha da öfkelendirir. Onlar daha ağır işkenceler yapmaya, Barbara her gece dua etmeye, Tanrı her sabah onun yaralarını iyileştirmeye devam eder. Kalabalığın içinde yaşanana bu zulme bütün şehir kör, sağır, dilsiz olmuştur sanki. Hiçbiri hakikatin peşinden koşan bu genç kızın hakkını arayamaz. Bütün şehir korkusundan susar ama içlerinden Juliana isimli bir kadın çıkar. Artık yaşanan bu zulme daha fazla sessiz kalamaz. Hiç kimsenin cesaret edemediği kadar gür çıkar sesi ve genç bir kızın güçlülerin yalanlarına boyun eğmediği için, inandığı gerçeğin peşinden gittiği için çektiği zulmü anlatır bütün şehirde. Juliana da çok geçmeden tutuklanır ve Barbara’yla beraber işkence görmeye başlar. Ama mutludurlar, çünkü doğrularını gizleyerek yaşamaktansa haykırarak bu yolda ölmek yeğdir onlar için. Öyle de olur. Barbara ile Juliana günlerce işkence gördükten sonra başları kesilerek şehit edilirler. Barbara’yı bizzat babası idam eder. İnandığı doğrular ve uğruna canını verdiği gerçeğe olan sevgisiyle o genç kız, hiçbir zaman 21.yaşını göremeden 21.yüzyıla dek bin yılı aşkın süredir anılan, dualar edilen ve yolundan gidilen Şehit Azize Barbara’dır. Tıpkı bir masal gibi başlayan ilahisinin de sonunda dediği gibi: “İsa şöyle dedi: Kızım, bana inandığın sürece yüreğinde senden başka hiçbir şey olmayacak ve sen benim yüreğimde yaşayacaksın/Kim senin sevginde ve inancında kalırsa, tövbe edecek ve yücelik tacına kavuşacak ve Tanrı onu da yanına alacaktır.” Şehit Azize Barbara, Mesih İsa’nın ve ona inananların yüreğinde sonsuz yaşama ve uğruna canını verdiği hakikate ermiştir artık. Bugün onun için en büyük bayramdır, bugün onun bayramıdır. Yüzyıllardır Heliopolis’ten Nicomedia’ya, Asi Nehri boyunca Lübnan’dan Antakya’ya, Filistin’den Suriye’ye değin buğdaylar kaynar evlerde bu bayram gününde, 4 Aralık gecesinde. Kaynayan buğdaylar ise en basit şekilde şeker, genellikle ceviz olmak üzere kuruyemiş ve mevsimine göre nar taneleriyle karıştırılarak Arapça ‘haşlanmış’ anlamındaki “sıliqa” denilen tatlı yapılır. 4 Aralık gecesi bir bayram tatlısı gibi yapılsa da yapılış amacı ve taşıdığı anlamıyla cenazelerin 40.günü yapılan sıliqayla aynıdır. Gerçek sevgi yolunda, inancıyla vefat eden her kişi toprağa düşen bir buğday tanesinin yeni buğday başaklarına tohum olduğu gibi ardında sevgi tohumları eker ve sıliqanın buğday taneleri de o tohumdan çoğalan yeni buğday taneleri misali ardından gelen insanları temsil eder. Aynı zamanda bir başka inanışa göre, buğdayın Barbara Bayramı’nda özellikle yapılması ise onun ayak izlerini gizlemek üzere filizden başağa büyüyen buğday tarlalarını temsil eder. Antakya’da bu geleneğe dair bir iz bulamadıysam da Lübnan ve Suriye’de 4 Aralık gecesi pamuğa buğday tohumları ekilir ve Noel ağacının altına koyularak Noel gecesine kadar filizlenip uzaması beklenirmiş. Tıpkı Azize Barbara’yı korumak için uzayıp büyüyen buğday filizleri gibi... Asi Nehri boyunca süregelen bayram geleneklerinden bir diğeri ise bu gece dökülen lokma (züngül) ve taş kadayıf (kdayef) tatlıları. Lokma kızartılıp şerbete batırılmış hamur topları iken, taş kadayıf da aynı mantıkla hazırlanan ama içerisine ceviz, ağız peyniri ya da kaymak koyulan kapalı bir tatlı. Peki, bu basit tatlıları bu gece için özel kılan, bütün bir coğrafya boyunca tıpkı Asi Nehri gibi sınırları aşarak bütün evlere girmesinin sebebi ne mi dersiniz? Bu tatlılar bu bayram günü için özel yapılan değil, aslında özel “seçilen” tatlılar. Mutfak kültürü itibariyle Antakya’dan Lübnan’a, Suriye’den Filistin’e kadar uzanan coğrafyada bu tatlıları gündelik yaşamın içinde bulmanız mümkün. Bu tatlıları bu bayram için seçilecek kadar özel kılan ise kızgın yağda kızartılarak yapılması. Azize Barbara nasıl ki çektiği acıların, maruz kaldığı zulmün ve işkencelerin ardından sonsuz yaşama, sevgiye, güzelliğe kavuşup bizim Azizemiz oluyorsa, bu tatlılar da kızgın ateşten çıkarak şerbetle tatlandığından bu bayram için anlamlı görülmüş ve sınırları, yüzyılları aşan bir geleneğe dönüşmüş. Lübnan ve Suriye’de bu güne özel genelleşmiş bir bayram geleneği olarak mamûl yapıldığı olsa da, belki de Asi Nehri Antakya’dan Lübnan’a doğru akmadığından olsa gerek sadece Antakya’nın olmazsa olmaz Barbara tatlısı zeytinyağlı kerebiçtir. Aralık ayında henüz yeni bitmiş olan zeytin sezonuyla birlikte hasadın ilk zeytinyağlarıyla pişen o kerebiçlerin kokusu, mahalle fırınlarından kara tepsiler üzerinde sokaklara kadar yayılır, bayramın bereketi evlerden öte tüm şehre yayılırdı. Bayramın bereketi tüm şehre yayılırken coşkusu komşunun kapısını da çalar Antakya’da. Beraber yaşamanın en güzel örneklerinden biri olarak Antakya’da Ortodoks komşu evlerinden 13 gün sonra bir kez daha Hicri takvime göre 17 Aralık’ta bu sefer Alevi komşu evlerinde kutlanır Barbara Bayramı. 17 Aralık günü başlayan bayram yedi çeşit bakliyatla yapılan Barbara yemeği, üç gün boyunca yenildikten sonra, üçüncü günün sonunda hırise kazanları kaynar. Barbara yemeğinin ise Azize Barbara şehit edildikten sonra mezarını ziyaret eden sevenlerinin, mezarında her biri bir başka mevsime ait olan her çeşit bakliyat yetiştiğini gördüklerinde onun bereketinin beraberlerinde kalması için bu bakliyatlarla yaptıkları yemekten başladığına inanılır. Sınırları aşmış yüzlerce yıllık geleneklerin yanında yaklaşık son 50 yıldır Lübnan’da ve ardından Suriye ve Filistin’de yapılan kutlamalardan biri de Barbara Bayramı gecesi çocukların kostümler giyinip kılık değiştirerek, “Heyshlee ya Barbara!”, yani “Çabuk kaç ey Barbara” diye dolaşmalarıdır. Bu kutlama, Azize evden kaçarken bahçıvan kıyafetlerini giyinerek kılık değiştirilmesiyle ilişkilendirildiği gibi, Kuzey Amerika’nın artan etkileşimleri sonucu Cadılar Bayramı kostümlerinin Azize Barbara’nın kaçarken kılık değiştirmesi ile bağdaştırılması sonucu başlamış bir gelenek olduğu da düşünülür. Azize Barbara’nın Heliopolis antik şehrinde yaşadığı inanışına göre, en büyük kutlamalardan biri de tüm baskılara rağmen Filistin’de, Ramallah’ın Aboud köyünde, Azize Barbara’nın saklandığı mağara olduğuna inanılan mağara kilisede yapılır. Şimdi ise Asi Nehri boyunca Antakya’dan Lübnan’a, Suriye’den Filistin’e Barbara İlahisinin hep bir ağızdan söylendiği, evlerde kaynayan buğdayın bereketinin sınırları aşarak bir araya geldiği topraklarda bayramın sevinci yok artık. Geride sadece hüzün, yıkım, acı ve memleket içinde memleket hasreti kaldı. Sevincin içinden yükselen ortak ilahi sesleri, yerini yıkımın içinden ayağa kalkmaya çalışan halkların sınırların ardında buluşan sesine bıraktı. Azize Barbara’nın çektiği acıların, yıkımların, hüzünlerin ardından kavuştuğu sevginin, mutluluğun hayaliyle güzel günlere kavuşmayı bekleyen halkların sesleri yükseliyor bugün sınırları aşarak: “Adha mash hala’ yawman ma!” “Şimdi değil ise elbet bir gün!” Elbet bir gün yine Antakya’ya yeniden yayılacak kerebiç kokuları, yine tütecek bayram bahurları Filistin’in Aboud köyünde, yine çocuklar dolaşacak kostümleriyle Suriye’de, Lübnan’da. İşte o gün hiç olmadığı kadar bereketli gelecek kaynayan buğdaylar, hiç olmadığı kadar tatlı olacak kızgın yağdan şerbete düşen tatlılar ve hiç olmadığı kadar coşkuyla anımsayacak Azize’sini insanlar: onun gibi acının içinden huzura; hüzünün içinden mutluluğa ve ölümün içinden yaşama kalkarak… Yemek fotoğraflarının bazıları Hataytube facebook hesabından alınmıştır.

  • Arsuz’da umut etmek, Antakya’yı özlemek

    Arsuz’la ilk 2000 yılında PTT Evleri dedikleri bir yerin yakınında bir ev almamızla tanıştım. Masmavi evlerin olduğu bir sitede 5 numaralı evin artık yazlık evimiz olduğunu söylediler. O zaman altı yedi yaşlarındaydım. Bahçeli, karşısında havuzu olan tanıdığım çoğu insanla ve beraber büyüdüğüm arkadaşlarımla paylaşacağım bir sitede zaman geçirme fikrinin beni ne kadar heyecanlandırdığını hala hatırlıyorum. O yıldan itibaren her yaz, annemin okuldaki işlerinin ve 28-29 Haziran’da Petrus ve Pavlus Bayramı’nın coşkulu kutlamalarının bitmesiyle karpuzumuzu bile alarak Arsuz’daki yazlık evimize taşınmaya başladık. Antakya’daki tüm düzen oraya kurulmuştu. Odalarımız, rutinlerimiz, arkadaşlarımız hepsi oradaydı. Hatta pazarları gittiğimiz kilise bile vardı. Oradaki cemaatle de Antakya’daki gibi ayinden sonra kilisenin bahçesinde kahveler içiliyordu. Aynı Antakya’daki kilise gibi tanıdık yüzler, bilindik sohbetler. Tek fark daha yazlık kıyafetlerle sıcaktan yakınmalar ekleniyordu o sohbetlere. Her şey Antakya’nın yazlık haliydi. Çarşısı, yemek yenen yerleri, insanları… En yakın hastanenin bile bir saat mesafede olduğu bu küçük yazlık evde çok güzel zamanlar geçiriyordum. Haziran ayında heyecanla yazlık hazırlığı yapıp Eylül ayında ağlayarak dönüyordum. Ancak Antakya’ya döndüğümde hemen o ağlayan, Arsuz’u özleyecek çocuk gidiyordu. Bu sefer Antakya’da olmanın heyecanı başlıyordu. Antakya’daki arkadaşlarım, rutinlerim, okul arkadaşlarım derken, Arsuz günler içinde siliniyordu kafamdan. Yıllar geçtikçe Arsuz’da geçirdiğim süre azalsa da her yaz mutlaka Arsuz’da oluyordum. Ancak yaptığımız etkinlikler zamanla değişti. Arkadaşlarımızla çocuk oyunları oynamaktan, Arsuz’un kasabasına gitmek, gece eğlence mekanlarında sabahlamak, denize gitmek gibi daha genç aktiviteler yapmaya başladık. Antakya kadar güvenli ve tanıdıktı nasıl olsa ve yazın verdiği rahatlıkla da daha da özgürdüm. Arsuz’da saatler sanki yaz ve kış saati geçişi yapar gibi akardı. Her şey, gerçekten yazın tadını çıkarmanın en iyi yolu gibiydi. Ankara’da yaşamaya başladıktan sonra da Arsuz, dilimden ve hayatımdan hiç çıkmadı. Kışın herkes birbirine Arsuz’a ne zaman geleceğini sormaya başlardı. Herkesin tek sorusu, "Bu sene ne zaman Arsuz’a geleceksin?" olurdu. Ankara’dan Arsuz’a gitmek bazen zahmetli gelebilirdi, ancak söylenerek gittiğim yıllarda bile dönüşte veda etmek çok zor geliyordu. Depremden tam yedi ay sonra yine Arsuz’daydım. Yazlık evimde… Bu sefer her şey çok buruktu. İnsanlar eksik, sohbetler eksik olan insanların bıraktığı acıyla buruk, kilise bile orada değildi. Herkes elinde kalan tek yere sığınmış gibiydi, yani yazlık evlerine. Antakya’nın küçük yavrusu, ailelerin yazlık evleri artık yaz neşesini değil, depremin yasını taşıyordu. O küçük kasaba şimdi sırtında onca yükle kocaman bir yere dönmüştü. İnsanlar hayatta kalan tüm aile fertleriyle aynı evlerin içinde yaşamaya başlamışlar. Herkesin hayatı düzeni o kadar değişmiş ki, her şey normal gibi görünse de orayı o insanları bilen biri olarak herkesin ne kadar zorlandığını görebildim. Herkesin gülümsemesi eksilmiş, tek tesellileri Arsuz’da olmak olmuştu. Arsuz’a dükkan açan Antakyalı esnaflardan bahsederken gerçekten gülümsüyordu insanlar; işte o zaman Antakya’ya duyulan özlemi daha da iyi gördüm. Bir komşum Arsuz’un içi aynı çarşı oldu, "bi git gör" dedi, o an benim boğazım düğümlenirken onun gözleri parladı. Depremin etkileri hala devam ediyor. Bunu en net olarak yaptığım sohbetlerde gördüm. Tüm konuşmalar depreme bağlanıyor, o an herkes uzaklara dalıyor. İnsanlar uzaklara dalarken aklımdan "Kaç sene sonra dönebileceğiz? Bu belirsiz süre ne zaman bitecek? Antakya eski haline dönecek mi?" gibi cevapsız tonlarca soruyla devam ediyor gün. En zoru ise orada ailelerini kaybetmiş insanlarla karşılaşmak. Asıl o zaman o özlemin kokusu geliyor. Düzgün veda edilmeden giden kocaman bir şehrin ve yanında aldığı tüm insanların, anıların yası o kasabayı özlem kokutuyor. O özlem bile tanıdık bir his getiriyor orada. Antakya’nın bir küçüğü Arsuz, herkese tanıdık geliyor. Aslında başka şehirlerde olmayan o tanıdıklığı görmek, insanlara iyi geliyor. Zaten herkes tam da bu nedenle Arsuz’a dönmüş. Başka şehirlerde kısa süre kalan insanlar, kimse kimseye hal hatır bile sormuyor, tanıdık bir yüz bile yok kalamadık döndük en azından kahvemizi komşumuzla içiyoruz diyorlar. Bir yandan da Antakya’nın durumu kimsenin aklından çıkmıyor. Önümüzde uzun bir süreç var ama başka yerde yapamayız, yapamadık diyorlar. Yıllar sonra dönebileceğiz maalesef Antakya’ya bu durumun bilincinde olmak, kabullenmek yerine daha da büyük bir özlem getiriyor. Arsuz’da geçirdiğim zamanda ben de hep Antakya’yı özledim. İnsanlarla tesadüfen Saray Caddesi’nde karşılaşmayı, kilisenin bahçesinde kahve içerken insanları görmeyi, gülmeyi, şehirde olan son olayların özetini almayı, oradan çıkıp teyzemlerin dükkanında iyi kaynamış Antakya kahvesi içmeyi, oradan ani bir planla eski Antakya sokaklarında bu sefer iyi kaynamış süvari kahve içmeyi, gittiğim her yerde tanıdık görmeyi ve o insanların iyi olduğunu bilmeyi özledim. Şehrin en tanıdık yer olmasını ve Ankara’da hiç hissetmediğim kadar güvende olmayı özledim. İnsanımı, şehrimi o tanıdık hissi özledim. Deprem sonrası Arsuz’da kaldığım günlerde en iyi anladığım şey şu oldu: Bizler, o topraklarda, o çoklu kültürün içinde, en iyi umut etmeyi öğrenmişiz. O yüzden tüm bu yoğun duygulara rağmen, inanıyorum ki kendi ellerimizle Antakya’yı yeniden kuracağız. Arsuz bizi o tanıdık hisle sarıp sarmalarken, biz yaralarımızı sarıp Antakya’ya yazın neşesini götüreceğiz. Mutlaka geri döneceğiz.

  • Tehlike Altındaki Müzeler ve Kültürel Miras: Bombardımanın altında kalan Gazze'nin Mirası

    Abed Khaled / AP Photo 19 Ekim'de, Gazze dünyanın en eski kiliselerinden birinin yerle bir edilmesine tanıklık etti ve Gazze'nin tarihinin ve mirasının acımasızca silinmesine ilişkin ciddi endişelerimizi artırdı. Acımasız bombardımanın ortasında, bir zamanlar aralarında Firavun, Kenan, Roma, Bizans ve İslam medeniyetlerinin de bulunduğu sekizden fazla medeniyetin bir zamanlar beşiği olan şehir, tarihi ve kültürel özünü kaybediyor. Bu feci kayıp, paha biçilmez insanlık tarihinin ve kültürel mirasın acımasızca yok edilmesinin üzücü bir kanıtı olarak duruyor. Gazze'nin en eski kiliselerinden birinin kaybı, devam eden bombardımanlar sırasında tarihi ve somut mirasın silinmesine yönelik endişelerimizi yoğunlaştırdı. Bu olay sadece asırlık tarihin ve çeşitliliğin üzücü yok oluşunun sebep olmakla kalmadı, aynı zamanda çok sayıda kadim ve modernite öncesi medeniyete açılan kapıların güvenliği konusundaki kaygıları büyüttü. Gazze, bölgenin tarihini ve mirasını yansıtan ve bombardıman nedeniyle tehlike altında olan önemli tarihi anıtlara ve müzelere ev sahipliği yapıyor. Gazze'deki Tell Umm-Amer ve Anthedon Limanı (Gazze'nin Eski Limanı) 2011 yılında Filistin Yönetimi'nin talebi üzerine UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak kabul edilmişti. "Gazze'de 150 ev, 20 cami ve üç kilise dahil olmak üzere birçok tarihi yer bulunuyor. Ayrıca eski bir çarşı (souq) ve bir çeşme (sabil) var." (Al-Monitor, 2016.) Gazze Şeridi, 7 Ekim'den bu yana devam eden ağır bombardımana maruz kalırken, tehlike altındaki müzelerin belirsiz durumu yakıcı bir aciliyet haline geldi. 15 asırdır duaların simgesi Aziz Borfiryus Rum Ortodoks Kilisesi'nin yıkılmasından bir gün sonra, Refah Müzesi -Gazze'nin Filistin Mirası Müzesi- de Güney Gazze'de harabeye döndü. Aralık 2022'de 30 yıldır itinayla bir araya getirilen bir koleksiyonla ziyarete açılan müze, Filistinli bir kadının adanmışlığını ve kültürel farkındalığını temsil ediyordu. Teknoloji ve eğitim profesörü ve Gazze'deki çocuklara yönelik 'Khawater' insani yardım girişiminin yöneticisi Suhayla Shahin, kültürel ve arkeolojik eserlerin küratörlüğüne 60 bin dolardan fazla yatırım yaptı. Müzesinin enkazı ve kalıntıları önünde duran Shahin, Gazze'nin kültürel mirasının önemli bir kısmının telafi edilemez kaybının yasını tutuyor. Sosyal medya ve haber kanalları aracılığıyla paylaşılan dokunaklı ifadeleri, derin kayıp karşısında duyulan derin ağıtı yansıtıyor. Yine de iyimser bir şekilde "Gazze'nin çocukları onu yeniden inşa edecek" diyor: "Açılışın üzerinden henüz bir yıl bile geçmedi. Müze sadece ulusal olana odaklanmıyordu, aynı zamanda evrensel bir mesajı vardı. Nesilleri Gazze ve Filistin'in tarihi ve kültürüyle bağlantılı tutmak istedim ama savaş bunu yok etti. Yok ettiler. Müzeyi hedef aldılar. Mirasımızı hedef alıyorlar." (Suhayla Shahin/ainkisar.ps, 2023) Suhayla Shahin, ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 Refah Müzesi, ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 Kökeni Memlük dönemine kadar uzanan tarihi bir kamu müzesi olan Qasr al-Basha (Paşa Sarayı Müzesi, Radwan Kalesi ve Napolyon'un Kalesi), Gazze'nin Eski Şehri'ndeki el-Wehda Caddesi'nde, el-Ahli Baptist Hastanesi ve Aziz Borfiryus Kilisesi'ne sadece on dakikalık yürüme mesafesinde yer alıyor. 13. yüzyıldan kalma bu saray, Memlük ve Osmanlı valilerinin ikametgahı olarak hizmet vermiş, daha sonra 19. yüzyıldaki Fransız seferi sırasında Napolyon tarafından kullanılmış. 20. yüzyılda kız okulu olarak faaliyet gösteren saray, nihayetinde 21. yüzyılda müzeye dönüştürülmüş. Ne yazık ki müze, İsrail bombalarının neden olduğu kısmi bir yıkıma maruz kaldı. Sarayın bulunduğu el-Wehda Caddesi ilk kez bir yıkıma tanık olmuyor. Mayıs 2021'de İsrail'in hava saldırısının ardından cadde, şehri kahreden ve Gazzelilerin "cadde öldü" dediği bir felaket (el-Wehda katliamı olarak anılıyor) yaşamıştı. Şimdi, bombardımanın başlamasından 44 gün sonra, el-Wehda'nın müzeyi de etkileyen bir başka yıkımla karşı karşıya kaldığını öğreniyoruz. Qasr al-Basha (iç mekan) - Ultra Palestine, 2022 Gazze'deki yıkım seviyesini gösteren bir uydu görüntüsü. New York Times, 20 Kasım 2023/Qasr al-Basha Khalid 'Azb, mevcut çatışmaların ardından Gazze Şeridi'ndeki özel müzelerin gördüğü zarardan duyduğu üzüntüyü Al Jazeera'ya anlattı. 'Azb'ın mesajı, Gazzelilerin somut miraslarına verdikleri derin değerin ve bunların korunmasının öneminin farkında olduklarının altını çiziyor. 'Azb, Filistinlilerin, Gazze Şeridi'nin zengin maddi mirasını korumaya adanmış farklı müzeler kurmak ve sürdürmek için gösterdikleri önemli çabalara değiniyor. Bu müzelerin çoğunun Dikkat çekici bir şekilde, bu müzelerin çoğu Kuzey ve Güney Gazze'de yer alıyor. Önemli arkeolojik ve kültürel mirasın ıstıraplı kaybının ardından, kuşatma ve bombardıman altındaki bu müzelerin belirsiz kaderi ciddi endişelere yol açtı. Gazze'deki al-Khudary, al-'Aqqad, al-Shahwan, Abu Lehya, Abu Alian ve diğerleri gibi aileler, özel ev müzeleri kurarak dikkat çekici bir çaba ortaya koymuşlardı. Bu aileler, Gazze'nin mirasına yönelik gerçekleşmesi muhtemel tehdide dair endişelerini mevcut çatışma ortaya çıkmadan önce bile medyada dile getirmişlerdi. Bu müzelerin her biri, mirasın koruyucusu olarak var oluyor ve kurucularının anılarını ve özlemlerini somutlaştırıyor. Şimdi, devam eden krizin ortasında, bu zengin kaynakların savunmasızlığı, geçmiş ve bugünle kurulan bu hayati bağlantıların korunmasının aciliyetini önemle vurguluyor. Bu müzeler, Gazzelilerin ileri görüşlülüğünün ve zorluklar karşısında miraslarını koruma konusundaki kararlılıklarının dokunaklı andaçları olmaya devam ediyor. Gazze'nin zorlu koşullarında, bir grup özel müze, kültürel dayanıklılığın çapaları olarak duruyor. Bu müzeler arasında Filistinli ünlü işadamı Jawdat al-Khudari tarafından kurulan Gazze Müzesi ya da Mathaf al-Funduq (Otel Müzesi) de yer alıyor. Kuzey Gazze'deki al-Muthaf Otel'in sınırları içinde yer alan bu eşsiz kurum, sadece Bronz Çağı'na (M.Ö. 3500) kadar uzanan tarihi kalıntıları barındırmakla kalmıyor, aynı zamanda kültürel etkinlikleri teşvik ediyor, çocukların ve yetişkinlerin ilgisini çekerek şehrin zengin mirasının canlı bir tasvirini ortaya koyuyor. Ablukadan önce, ziyaretçiler için bir geçit görevi gören otelde konaklayan bir misafir, otel restoranında seçkin kültürel deneyimlerin tadına bakabilir ve müzesinde tarihi bir tura çıkabilirdi. Ancak tıpkı Qasr al-Pasha gibi otelin bulunduğu ve Gazzeliler tarafından şeridin en güzel sokağı diye tarif edilen el-Rasheed Caddesi'nin İsrail saldırılarından ciddi şekilde etkilendiğine ilişkin 3 Kasım tarihli haberler de müze ve otelin durumu hakkında belirsizlik yaratıyor. Mathaf al-Funduq, Müze Salonu, almathaf.ps İsrail bombardımanından önce ve sonra al-Rasheed Caddesi (2023), Khalil Hamra ve Abed Khaled/AP Photos Gazze'nin güneyindeki Han Yunus'a bağlı el-Karara köyünde zeytin ağaçları arasında eski bir evde yer alan Al-Qarara Kültür Müzesi (veya Han Yunus Müzesi), sanatçı çift Najla ve Mohamed Abu Lehya'nın yaratıcı çabalarını yansıtıyor. Altı milyon yıllık zaman dilimine yayılan insan yapımı eserlere ev sahipliği yapan bu müze, şeridin Kenan döneminden modern çağa uzanan tarihini gözler önüne seriyor. Bu müze, kalıntıları korumanın ötesinde kültürel zanaatkarlığı teşvik ediyor. Müze, her biri farklı bir temaya adanmış farklı odalardan oluşuyor. Eşsiz bir odada Filistin nakışları ve tarih boyunca çiftçiler ve köylüler tarafından kullanılan aletler gibi kültürel eserler sergileniyor. 2 Kasım'da Mohammad Nahla bize al-Qarara Müzesi'nin İsrail'in son bombardımanından etkilenen pek çok kültür merkezi arasında yer aldığını söyledi. Al-Qarara Müzesi, Kültür Odası, The Christian Science Monitor, 2021 Han Yunus'un merkezinde, Waleed al-'Aqqad büyük bir saygıyla Gazze tarihinin beş bin yıllık anlatısını Al-'Aqqad Kültürel Miras Arkeoloji Merkezi'nde koruyor. Antik ve modernite öncesi eserler, tablolar ve kültürel şaheserlerden oluşan bu koleksiyon, Filistin kültürel mirasının sürekliliğinin kanıtı. Endişeli bir tarih bekçisi olan al-'Aqqad, Al Jazeera'ya 35 yıllık bir rüyayı korumak için müzede uyuduğunu söylemişti. Müzeden en son 22 Şubat 2020'de el-Ayn sayesinde haberdar olmuştuk. Waleed al-'Aqqad, Ibraheem Abu Mustafa/Reuters, 2016 Marwan al-Shahwan'ın Han Yunus'taki Yeraltı Müzesi farklı medeniyetlere ait 10 binden fazla esere ev sahipliği yapıyor. Al-Shawhan, Al Monitor'a verdiği bir röportajda, büyükbabasının "halkın ve şehrin tarihi"ni anlatmak ve korumak için bir müze kurma hayalini hatırlıyordu. Bu hayal, 30 yıllık bir yolculuğun ardından gerçeğe dönüştü. Ne yazık ki, Gazze'ye yönelik son saldırılar al-Shahwan'ın müzesinin güvenliğini tehdit etti. Gazze'deki bu müzenin kısmen zarar gördüğüne dair haber, 21 Ekim 2023 tarihinde Khalid 'Azb tarafından Al Jazeera'ya bildirildi. "Umarım bir gün bu müze kendine daha büyük bir ev bulur" Marwan Al-Shahwan, 2016. Al-Shahwan Müzesi'nin bir köşesi, Diya al-Kahloout, Al Jazeera, 2011 Bu özel müzeler, yalnızca Gazzelilerin direnişini incelikle yansıtan bir vizyon ve adanmışlığın bir tezahürü değiller. Aynı zamanda, Gazze'nin kültürel mirasının korunmasında bu müzelerin önemi büyük. Kurucularının duygularını ve bu kurumların doğasında var olan önemini yansıtıyorlar. Ne yazık ki, ailelere ait birçok müze dünyada tanınmıyor. Müzelere dair mevcut materyallerin büyük çoğunluğunun Arapça olması, popüler arama motorları aracılığıyla erişilebilirliği sınırlıyor. Yine de, her müzenin sahibinin, sergileriyle ilgilenenlerle etkileşim sağlamak için ilgi çekici sosyal medya içerikleri oluşturma girişiminde bulunması dikkate değer. İsrail bombardımanlarında hayatını kaybeden sivillerin yer aldığı listeyi detaylı bir şekilde incelenmeme rağmen Suhayla Shahin, Jawdat al-Khudary, Najla ve Mohamed Abu Lehya, Waleed Al-'Aqqad ve Marwan Al-Shahwan hakkında teyitli bir bilgiye ulaşamadım. Bu isimlerin durumları yoğun bombardıman nedeniyle belirsizliğini koruyor. Ayrıca, bahsi geçen müzelerin ve kuzeyinden güneyine kadar Gazze'deki diğer müzelerin halihazırdaki durumları da belirsiz. Aynı şekilde, Roma Mezarlığı ve Salman al-Nabahin'in çiftliğinde keşfettiği ve muhafaza etmeye çalıştığı Bizans Mozaiği gibi tarihi simgelerin gördüğü zararın seviyesi de bilinmiyor. Uluslar binalardan önce hayatları korumaya çalışırken, şu aşamada Gazze'deki mirasın muazzam kaybına ilişkin kapsamlı bir tartışma yürütmek zorlayıcı olabilir. Fakat Kuzey ve Güney bölgelerinde, özellikle Han Yunus'ta yoğunlaşan bu müzelerin korunmasına şu anda aktif bir şekilde müdahil olmayan uluslararası kurumların yokluğuna dikkat çekmemiz gerekir. Timothy Clack, Oxford Üniversitesi tarafından yayınlanan ve Ukrayna'nın işgalini yorumlayan makalesinde, savaşların kültürel mirası yok ederek insanları ve kimlikleri yok ettiğinin altını çiziyor. Clack, savaşların normalde "kültür kırımı" (culturicide) olarak adlandırdığı sistematik bir miras yıkımına yol açtığını ileri sürüyor. 1954 Lahey Sözleşmesi'ne göre kültürel ve tarihi mirasın korunması evrensel bir sorumluluktur: "Gerçek ve başlıca görevi (a) fıkrasında zikredilen menkul kültürel varlıknı koruma veya teşhirden ibaret olan müze, büyük kitaplık, arşiv deposu gibi binalarla (a) fıkrasında açıklanan menkul kültürel varlıknın silahlı bir çatışma halinde korunmasına mahsus sığınaklar" (Lahey Sözleşmesi, 1/C, 1954) Bombardımanın zirve yaptığı dönemde, Akdeniz'de çeşitli etnik ve dini grupların evi olan bir Filistin şehrinin kültürel ve maddi varlıkları ciddi bir tehdit altında. Gazze'nin çok yönlü ve tarihi açıdan zengin mirasının korunmasını amaçlayan global bir eyleme aracılık etmek bir yükümlülük. Uluslararası toplumun dikkatini Gazze'nin ağır hasar görmüş kentsel altyapısına çekerken, bölgenin mirasının korunması açısından hayati önem taşıyan özel müzelerin ve daha pek çoğunun yıkım ve bombaların sisi altında kalabileceğine dair samimi bir endişe var. 9 Kasım 2023/Al Jazeera (Harita yazar tarafından revize edildi ve müze bilgileri eklendi) ------- Abu Don, Mohammad. (May 17, 2020) Al-Qarar Museum in Gaza: A Heritage Shrine of the Strip’s History. -Al-Sharq al-Awsat. https://aawsat.com/home/article/2289126/متحف-«القرارة»-في-غزة-مزار-تراثي-شاهد-على-تاريخ-القطاع AFP. (November 01, 2011) The Palestinian Authority Prepares a List of the Historical Sites to Include to World Heritage. France24. https://www.france24.com/ar/20111101-palestinians-archaeology-unesco-membership-twenty-historic-sites Ahmad, Eman. (February 22, 2020) Waleed al-Aqqad: Owner of the First Home-Based Museum Narrates the History of Five Civilizations. AlAaqyn News, https://al-ain.com/article/walid-akkad-individual-museum-civilizations-gaza Al-Sha’er, Hani. (December 18, 2018) Two Gazan Couples Succeed in Opening a Museum, Anadolu Agency. https://www.aa.com.tr/ar/التقارير/زوجان-في-غزة-ينجحان-في-افتتاح-متحف-تقرير/1340850 Al Jazeera Lab. (November 9, 2023) Israel’s Attakcs on Gaza: The Weapons and Scale of Destruction, Al Jazeera.https://www.aljazeera.com/news/longform/2023/11/9/israel-attacks-on-gaza-weapons-and-scale-of-destruction At al-Qarara Cultural Museum You Find All Eras Took Palestine as Home. (January 16, 2018) Shabaq 24. https://sabq24.ps/post/14846/في-متحف-القرارة-الثقافي-ترى-كل-العصور-التي-وطئت-فلسطين Azb, Khalid. (October 17, 2023) Gaza: A Heritage Destroyed by War and Sieged by Israel. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/opinions/2023/10/17/غزة-تراث-تدمره-الحرب-وتحاصره Clack, Timothy. Cultural Heritage on the Frontline: the destruction of peoples and identities in war. Oxford News. https://www.ox.ac.uk/news/2022-10-04-cultural-heritage-frontline-destruction-peoples-and-identities-war Convention For the Protection of Cultural Property in the Event of Armed Conflict With Regulations For the Execution of the Convention. (May 14, 1954) UNESCO. https://en.unesco.org/sites/default/files/1954_Convention_EN_2020.pdf Dağlıoğlu, E. C. (2023, October 24). ‘İşgal bitmeden Filistinlilerin kültürel kimliğine yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz.’ Nehna. https://www.nehna.org/post/isgal-bitmeden-filistinlilerin-kulturel-kimligine-yonelik-sadece-kucuk-adimlar-atabiliriz El-Komi, Ahmed. (December 27, 2016) How One Gazan is Preserving Palestinian Heritage in His Basement. Al-Monitor. https://www.al-monitor.com/originals/2016/12/gaza-palestinian-heritage-museum-artifacts.html EuroNews. (December 10, 2021) Muthaf Waleed al-Aqqad in Preserves the History of the Country and its Jeopardizes Artifacts in Gaza. Euronews. https://arabic.euronews.com/2021/12/10/watch-walid-al-aqqad-museum-gaza-preserves-country-s-history-lost-antiquities Fayyad, Ahmad. (October 10, 2009) A Palestinian Founds a Museum in Khan Younes. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/culture/2009/10/27/فلسطيني-يؤسس-متحفا-بخان-يونس Ibrahim, Amani. (October 19, 2023) People and Buildings: Three World Heritage Sites in Gaza, Did the Occupation Bombshell them? Bab Misr. https://www.babmsr.com/البشر-والحجر-3-مواقع-تراث-عالمي-في-غزة-ه/ Mansour, Nahed. (January 21, 2023) A Palestinian Woman Takes Upon Here Establishing the First Cultural Museum. Alghad. https://www.alghad.tv/سيدة-فلسطينية-تنشئ-أول-متحف-للتراث-على/ McKeran, Bethsn. (September 1, 2023) ‘We can’t take any of this for granted’: Gaza’s Fight to Keep its Treasures Safe at Home. The Guardian. https://www.theguardian.com/world/2023/sep/03/its-heartbreaking-our-heritage-is-being-stolen-gazas-fight-to-keep-its-treasures-safe-at-home Nahla, Mohammad. (November 2, 2023) Israel Bombardment Destroys the Cultural Centers in Gaza Strip. Mada al-Balad. https://www.elbalad.news/5984269 Namey, Isra (September 14, 201) In Gaza, a Museum Filled with History ‘Picked Up’ Along the Way. The Christian Science Monitor. https://www.csmonitor.com/World/Middle-East/2021/0914/In-Gaza-a-museum-filled-with-history-picked-up-along-the-way Qasr al-Basha from a Historical Monument to a Museum. PLO: Ministry of Tourism and Antiquity. https://www.mota.ps/arabic/?p=1012 Solomon, Tessa, Excavation of Roman Cemetery Reveals Coffins Craved with Images of Grapes and Dolphins. ArtNews. https://www.artnews.com/art-news/news/excavation-roman-cemetery-reveals-coffins-gaza-city-1234680497/ This is My Story: Marwan Shahwan an Artifacts Collector. Al Jazeera. https://www.youtube.com/watch?v=jPfVymoabro Yaghi, Amjad. (January 25, 2023) Suhayla Shahin Founds a Museum of Palestinian Heritage in Rafah. Alharabi al-Jadeed. https://www.alaraby.co.uk/society/سهيلة-شاهين-تؤسس-متحف-التراث-الفلسطيني-في-رفح

  • Endangered Museums and Cultural Heritage: Gaza’s Heritage in the Rage of Bombardment

    Abed Khaled / AP Photo On October 19, Gaza bore witness to the shattering destruction of one of the world's oldest churches, intensifying our grave apprehensions about the ruthless erasure of Gaza's history and heritage. Amidst relentless bombardment, the city bleeds its historical and cultural essence, once a cradle of over eight civilizations—Pharaonic, Canaanite, Roman, Byzantine, and Islamic. This catastrophic loss stands as a harrowing testament to the brutal annihilation of invaluable human history and cultural legacy. The loss of Gaza's world oldest church intensified our concern for the erasure of its historical and tangible heritage amidst ongoing bombardment. This event not only led to the disheartening disappearance of centuries-old history and diversity but also raised our concern for the safety of other sites serving as gateways to numerous ancient and pre-modern civilizations. Gaza hosts significant historical monuments and museums portraying its history and heritage, endangered by artillery. In 2011, Gaza's Tell Umm-Amer and Anthedon Harbor (Gaza's Old Harbor) were recognized as World Heritage by UNESCO after the Palestinian Authority's request. "Across Gaza lie many historical sites, including 150 houses, 20 mosques, and three churches. There are found an old souq (souq) and a fountain (sabil)." (Al-Monitor, 2016) As the strip endures the continuing barrage of heavy bombardment since October 7, the uncertain condition of endangered museums has become a pressing concern. A day after the destruction of the ancient Greek Orthodox Church of St. Porphyrius, an emblem of 15 centuries of prayers, another tragedy befell the Rafah Museum- Gaza's Museum of Palestinian Heritage - now lying in ruins in Southern Gaza. Opened to visitors in December 2022, after 30 years of painstaking collection, the museum represents a Palestinian woman's dedication and cultural awareness. Suhayla Shahin, a Professor of Technology and Education, also in charge of the "Khawater" humanitarian initiative for Gaza's children, invested more than $60.000 in curating cultural and archaeological artifacts. Standing before the rubble and remnants of her museum, Shahin mourns the irretrievable loss of a significant portion of Gaza's cultural heritage. Her poignant expressions, shared via social media and news channels, echo the profound lamentation over the profound loss. Still optimistic, Shahin says, "Children of Gaza will rebuild it." "It hasn't been a year yet since the opening. The museum was not only nationally oriented but also had a universal message. I wanted to keep the generations connected to the history and culture of Gaza and Palestine, but the war destroyed it. They destroyed it. They targeted the museum. They're targeting our heritage." (Suhayla Shahin/ainkisar.ps, 2023) Suhayla Shahin. ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 Gaza’s Museum.ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 The Qasr al-Basha (Pasha Palace Museum; Radwan Castle and Napoleon's Fort), a historical public museum tracing its origins to the Mamluk period, is situated in al-Wehda Street in the Old City of Gaza, only ten minutes walk from al-Ahli Baptist Hospital and Church of St. Porphyruis. This 13th-century palace served as a residence for Mamluk and Ottoman governors, later used by Napoleon during the French campaign in the 19th century, operated as a girls' school in the 20th century, and ultimately was turned into a museum in the 21st century. Unfortunately, the museum has reported partial destruction caused by Israeli bombshells. It is not the first time al-Wehda Street, where the palace is located, has witnessed destruction. In May 2021, after an Israeli airstrike, the street lived a catastrophe (called the massacre of al-Wehda) left the city in sorrow, and Gazan saying: "the street has died." Now, after 44 days of bombardment, we learn that al-Wehda faced yet another leveling that eventually affected the museum. Qasr al-Basha (interior) - Ultra Palestine, 2022 A satellite image showing the level of destruction in Gaza. New York Times, November 20, 2023/Location of Qasr al-Basha In the wake of the current conflict, Khalid 'Azb expressed to al-Jazeera the sorrow felt by the damage inflicted upon the Gaza Strip's private museums. His message underscores the deep value Gazans place on their tangible heritage and awareness of the significance of its preservation. 'Azb elaborated on the substantial efforts undertaken by the Palestinians in establishing and maintaining different museums dedicated to safeguarding the strip's abundant material legacy. Notably, most of these museums are in Northern and Southern Gaza. After the distressing loss of significant archaeological and cultural heritage, serious concerns arise regarding the uncertain fate of these museums under siege and bombardment. Families in Gaza, such as al-Khudary, al-‘Aqqad, al-Shahwan, Abu Lehya, Abu Alian, and others showed remarkable efforts by establishing private home museums. These families expressed their concern about the imminent threat posed to Gaza's heritage to news channels even before the current conflict unfolded. Each museum acts as a custodian of heritage and embodies the memories and aspirations of its founders. Now, amid the ongoing turmoil, the vulnerability of these repositories accentuates the urgent need to safeguard these vital connections to the past and present. These museums remain poignant reminders of the foresightedness and dedication of Gazans in preserving their heritage in the face of adversity. In the challenging conditions of Gaza, a group of private museums stands as anchors of cultural resilience. Among these museums is Gaza's Museum or Mathaf- al-Funduq (The Hotel's Museum), established by Jawdat al-Khudari, a renowned Palestinian businessman. Within the confines of the al-Muthaf Hotel in Northern Gaza, this unique establishment not only harbors historical relics dating back to the Bronze Age (3500 BCE) but also fosters cultural events, engaging children and adults, painting a vibrant portrayal of the strip's rich heritage. Before the blockade, serving as a gateway for visitors, a guest could relish a stay at the hotel, savor cultural experiences at the restaurant, and embark on a historical tour at its museum. On November 3, the news reported severe impact due to Israeli strikes on al-Rasheed Street, described by Gazan as the strip’s most beautiful street, leaving us in the dark about the condition of the museum. Mathaf al-Funduq, Museum Hall, almathaf.ps Al-Rasheed Street before and after Israeli bombardment (2023), Khalil Hamra and Abed Khaled/AP Photos Nestled among olive trees in an old house at al-Qarara village in Khan Younes, Southern Gaza, Al-Qarara Cultural Museum (or Khan Younes Museum) reflects the creative efforts of artist couple Najla and Mohamed Abu Lehya. Housing artifacts of a six million years timespan, this museum put togehter the strip's history from the Canaanite period to the modern era. Beyond conserving relics, this museum fosters cultural craftsmanship. The museum comprises distinct rooms, each designated to a different theme. A unique room showcases cultural artifacts, including Palestinian embroidery and tools used by farmers and villagers throughout history. On November 2, Mohammad Nahla told us that the al-Qarara Museum was amongst the many cultural centers affected by the recent Israeli bombardment. Al-Qarara Museum, Cultural room, The Christian Science Monitor, 2021 In the heart of Khan Younes, Waleed al-'Aqqad has reverently preserved a five-millennia-long of Gaza's history at the Al-'Aqqad Cultural Center of Heritage Archeology. This collection of ancient and premodern antiquities, paintings, and cultural masterpieces is a testimony to the endurance of the Palestinian cultural heritage. As an anxious guardian of history, al-'Aqqad told al-Jazeera that he sleeps in the museum to safeguard a 35-year-old dream. We last heard about the museum on February 22, 2020, in al-Ayn news. Waleed al-‘Aqqad -Reuters/Ibraheem Abu Mustafa, 2016 Marwan al-Shahwan's Underground Museum in Khan Younes stands tall as a home of over 10,000 artifacts from several civilizations. In an interview with Al-Monitor, Al-Shawhan recalled his grandfather's dream of establishing a museum to narrate and preserve ‘the history of the people and the city.’ The dream became a reality after 30 years of journey. Unfortunately, recent attacks on Gaza have jeopardized the safety of Al-Shahwan's repository. The partial damage that affected this Gazan museum was last reported on October 21, 2023, by Khalid 'Azb to al-Jazeera. "I hope this museum will find a bigger home" Marwan Al-Shahwan, 2016. An angle of al-Shahwan Museum, Diya al-Kahlout, Al Jazeera, 2011 These private museums not only demonstrate a vision and commitment that subtly reflect Gazan’s resilience but also play a paramount role in protecting Gaza's cultural legacy. They echo the sentiments of their founders and their inherent significance. Unfortunately, many family-owned museums remain unfamiliar to the broader world. Most of the available material is in Arabic, limiting accessibility through popular search engines. Nevertheless, it is notable that each museum’s founders have taken the initiative to establish an engaging social media presence, ensuring interaction with those interested in their exhibits. Despite the thorough review of the list detailing the civilians killed by the Israeli bombardments provided by the Ministry of Health, the information about Suhyala Shahin, Jawdat al-Khudari, Najla and Mohamed Abu Lehya, Waleed Al-'Aqqad, and Marwan Al-Shahwan could not be confirmed. Their well-fair remains uncertain amidst the extensive airstrikes. Also, the current state of the mentioned museums, and others laying throughout Gaza from the North to the South, remains uncertain. Likewise, the level of harm inflicted upon historical landmarks such as the Roman Cemetery and the Byzantine Mosaic floor, which Salman al-Nabahin discovered on his farm and worked to preserve, remains unknown. As nations prioritize saving lives over buildings, it might be challenging, at this stage, to have a discussion on the tremendous loss of heritage infrastructure in Gaza. However, we need to draw the attention of the absent international organizations that are currently not actively involved in protecting these sites—concentrated in the Northern and Southern provinces, especially Khan Younes. In an opinion article published by Oxford University commenting on the invasion of Ukraine, Timothy Clack underlines that wars decimate people and identities by destroying cultural heritage. Clack asserts that wars typically launch systematic destruction of heritage that he calls 'culturicide.' According to the Hague Convention of 1954, cultural and historical heritage is a universal responsibility to protect. "Buildings whose main and effective purpose is to preserve or exhibit the movable cultural property defined in sub-paragraph (a) such as museums, large libraries and depositories of archives, and refuges intended to shelter, in the event of armed conflict." (The Hague Convention, 1/C, 1954.) Under the zenith of bombardment, the cultural and material heritage of a Mediterranean Palestinian city that is home to a diverse blend of ethnic and religious groups faces a grave threat. It is imperative to catalyze global action aimed at preventing such calamities and conserving the multifaceted and historically rich Gazan heritage. While calling the international communities' attention to Gaza's severely damaged urban infrastructure, there's a genuine concern that these crucially important private museums and several more might be buried in the haze of destruction and bombshells. November 9, 2023/Al Jazeera. (map modified and museums’ information added) ------- Abu Don, Mohammad. (May 17, 2020) Al-Qarara Museum in Gaza: A Heritage Shrine of the Strip's History. -Al-Sharq al-Awsat. https://aawsat.com/home/article/2289126/متحف-«القرارة»-في-غزة-مزار-تراثي-شاهد-على-تاريخ-القطاع AFP. (November 1, 2011) The Palestinian Authority Prepares a List of the Historical Sites to Include in World Heritage. France24. https://www.france24.com/ar/20111101-palestinians-archaeology-unesco-membership-twenty-historic-sites Ahmad, Eman. (February 22, 2020) Waleed al-Aqqad: Owner of the First Home-Based Museum Narrates the History of Five Civilizations. AlAaqyn News, https://al-ain.com/article/walid-akkad-individual-museum-civilizations-gaza Al-Sha'er, Hani. (December 18, 2018) A Gazan Couple Succeeds in Opening a Museum, Anadolu Agency. https://www.aa.com.tr/ar/التقارير/زوجان-في-غزة-ينجحان-في-افتتاح-متحف-تقرير/1340850 Al Jazeera Lab. (November 9, 2023) Israel's Attacks on Gaza: The Weapons and Scale of Destruction, Al Jazeera. https://www.aljazeera.com/news/longform/2023/11/9/israel-attacks-on-gaza-weapons-and-scale-of-destruction At al-Qarara Cultural Museum, You Find All Eras Took Palestine as Home. (January 16, 2018) Shabaq 24. https://sabq24.ps/post/14846/في-متحف-القرارة-الثقافي-ترى-كل-العصور-التي-وطئت-فلسطين Azb, Khaled. (October 17, 2023) Gaza: A Heritage Destroyed by War and Siege by Israel. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/opinions/2023/10/17/غزة-تراث-تدمره-الحرب-وتحاصره Clack, Timothy. Cultural Heritage on the Frontline: The Destruction of Peoples and Identities in War. Oxford News. https://www.ox.ac.uk/news/2022-10-04-cultural-heritage-frontline-destruction-peoples-and-identities-war Convention for the Protection of Cultural Property in the Event of Armed Conflict With Regulations for the Execution of the Convention. (May 14, 1954) UNESCO. https://en.unesco.org/sites/default/files/1954_Convention_EN_2020.pdf Dağlıoğlu, E. C. (2023, October 24). ‘İşgal bitmeden Filistinlilerin kültürel kimliğine yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz.’ Nehna. https://www.nehna.org/post/isgal-bitmeden-filistinlilerin-kulturel-kimligine-yonelik-sadece-kucuk-adimlar-atabiliriz El-Komi, Ahmed. (December 27, 2016) How One Gazan is Preserving Palestinian Heritage in His Basement. Al-Monitor. https://www.al-monitor.com/originals/2016/12/gaza-palestinian-heritage-museum-artifacts.html EuroNews. (December 10, 2021) Muthaf Waleed al-Aqqad in Preserves the History of the Country and its Jeopardized Artifacts in Gaza. Euronews. https://arabic.euronews.com/2021/12/10/watch-walid-al-aqqad-museum-gaza-preserves-country-s-history-lost-antiquities Fayyad, Ahmad. (October 10, 2009) A Palestinian Finds a Museum in Khan Younes. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/culture/2009/10/27/فلسطيني-يؤسس-متحفا-بخان-يونس Ibrahim, Amani. (October 19, 2023) People and Buildings: Three World Heritage Sites in Gaza, Did the Occupation Bombshell them? Bab Misr. https://www.babmsr.com/البشر-والحجر-3-مواقع-تراث-عالمي-في-غزة-ه/ Mansour, Nahed. (January 21, 2023) A Palestinian Woman Takes Upon Her Establishing the First Cultural Museum. Alghad. https://www.alghad.tv/سيدة-فلسطينية-تنشئ-أول-متحف-للتراث-على/ McKeran, Bethsn. (September 1, 2023) 'We Can't Take Any of This for Franted': Gaza's Fight to Keep its Treasures Safe at Home. The Guardian. https://www.theguardian.com/world/2023/sep/03/its-heartbreaking-our-heritage-is-being-stolen-gazas-fight-to-keep-its-treasures-safe-at-home Nahla, Mohammad. (November 2, 2023) Israel Bombardment Destroys the Cultural Centers in Gaza Strip. Mada al-Balad. https://www.elbalad.news/5984269 Namey, Isra (September 14, 201) In Gaza, a Museum Filled with History 'Picked Up' Along the Way. The Christian Science Monitor. https://www.csmonitor.com/World/Middle-East/2021/0914/In-Gaza-a-museum-filled-with-history-picked-up-along-the-way Qasr al-Basha from a Historical Monument to a Museum. PLO: Ministry of Tourism and Antiquity. https://www.mota.ps/arabic/?p=1012 Solomon, Tessa, Excavation of Roman Cemetery Reveals Coffins Craved with Images of Grapes and Dolphins. ArtNews. https://www.artnews.com/art-news/news/excavation-roman-cemetery-reveals-coffins-gaza-city-1234680497/ This is My Story: Marwan Al-Shahwan: an Artifacts Collector. Al Jazeera. https://www.youtube.com/watch?v=jPfVymoabro Yaghi, Amjad. (January 25, 2023) Suhayla Shahin Establishes a Museum of Palestinian Heritage in Rafah. Alharabi al-Jadeed. https://www.alaraby.co.uk/society/سهيلة-شاهين-تؤسس-متحف-التراث-الفلسطيني-في-رفح

  • Hakikat ile Düş Arasında ‘Geri Dönmek’

    (burada doğduk, burada öleceğiz, geri döneceğiz..) Antakya’nın yaşadığı tarifsiz yıkımın ardından 9 ayı geride bıraktık. Şehir, yaralarını sarmak bir yana, depremin ilk anlarından daha kötü durumda. Bitmek tükenmek bilmeyen yıkımlar, kapanan yollar, çözül(e)meyen altyapı sorunları, toplama kampı hissi uyandıran konteyner kentler ve yüzlerce derme çatma iş yeri görüntüsüyle tüm zarafetini yitirmiş bir kentle baş başayız. Semalardan eksik olmayan toz bulutları, 6 Şubat gecesinin yarattığı hüzün gibi dolaşıyor üzerimizde. Enkaz kaldırma çalışmalarıyla kent merkezinde oluşan devasa boş alanlar, içimizde büyüyen boşluğu tariflercesine genişliyor. Bir insanın, belki de yaşamına sığdıramayacağı kadar sayıda trajik ölüm öyküsüne birkaç gün içinde tanık olmak ve bu öykülere eşini, dostunu, ailesini kurban vermek, Antakyalıların ruhunda onarılmaz gedikler açtı. Bu korkunç yük yetmiyormuş gibi, kadim kentin yok oluşuna tanıklık etmek gibi ağır bir hakikatin altında ezilen, eski neşesini yitirmiş bir toplum olarak yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Tüm bu olumsuzluğa rağmen, deprem sonrası yaşanan zorunlu göçün ana teması ‘geri dönüş’ olmuştu. Depremin hemen ardından yerel kaynaklara göre 1 milyon 700 binlik nüfusta 650 bini aşkın insan kenti terk etti.[1] Temel yaşamsal fonksiyonların bile sürdürülemediği kentten ilk haftada çıkanlardan biri de bendim. Ailemle Ankara’ya yaptığımız yolculuğun ardından, Antakya’dan ayrı kalmanın getirdiği suçluluk duygusu dayanılmaz bir hal aldı ve bizi bir hafta içinde geri dönüşe sürükledi. Henüz barınacak bir yere bile sahip değilken bir bilinmeze yapılan bu geri dönüş yolculuğunda elbette yalnız değildik. İlk şokun atlatılmasıyla beraber, daha çok genç nüfusun başını çektiği, kenti sahiplenme arzusunun kamçıladığı sınırlı bir geri dönüş hareketi yaşandı. Kalmakta ısrar etmek beraberinde sayısız olumsuzluğu getirecekti elbet. Zorlu hava şartlarında çadırda barınmak ve sayısı binleri bulan artçı depremlere alışmaya çalışmak, kısa sürede göç düşüncesini değişmez tartışma konumuz haline getirmişti. Afet koşullarına henüz yeni yeni alışmaya çalışırken 20 Şubat akşamı yaşanan 6.4’lük Hatay depremi ve onu takip eden 32 büyük artçı[2], dayanılmaz koşullara direnen binlerce insanı daha göç etmeye ikna etti. Gidenler, kente dair sevgilerini haykırmak adına yıkık duvarları geri dönüş sözleriyle süslediler. Basında yer alan haberler, yerel kaynakların açıklamaları ve sosyal medyanın gündemine oturan beyanlarla Antakyalıların kentlerine olan bağlılıkları tüm ülkenin dikkatini çekti. ‘Geri dönüş’ artık sadece gidenlerin değil, halihazırda farklı kentlerde yaşayan Antakyalıların da gündemi olmuştu. Belki de, şehrimizi kaybetmiş olmayı kabullenememenin bir dışavurumu olarak geri dönmeye ve kentimizi yeniden kurmaya odaklanmıştık. Lakin bunca zaman sonra gelinen noktada, tersine göç hayallerinin bulanıklaştığını görüyoruz. Dönmek isteyenlerden ziyade hiç gitmemiş olanların bile barınma sorunlarını kendi imkanlarıyla çözdüğü, maddi imkanı olmayanların insani koşullardan yoksun halde yaşamaya çalıştığı bir ortamda geri dönmek sahiden mümkün mü? Sebebi savaşlar, afetler veya ekonomik sorunlar da olsa göç olgusu, çoğunlukla kalıcı ve öğrenilen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Göç eden, gittiği yere tutunmaya çalıştıkça geldiği yerden uzaklaşıyor. Göç kararının doğası gereği, geldiği yerde yapamadığını/bulamadığını gittiği yerde yapma/bulma uğraşı, esasen kişinin geldiği yerden daimi kopuşunun temelini hazırlıyor. Kısmen başarılı olduğu düşünülen bir göç eylemi, hızlıca yakın çevre-aile-arkadaş üçgeninde örnek hale gelip çekici bir unsura dönüşüyor. Gidilen yerin imkanları, kısa süre içinde yeni insanların da göç kararını tetikliyor. Böylece, büyük göçlerin ardından düşük yoğunluklu da olsa göç olgusunun yıllar boyu sürebildiğini görüyoruz. Duygular çoğu zaman, yaşam koşullarına yenik düşüyor. Göç sonrası geri dönüşlerin kolay olamadığı hakikatinin de ötesinde, artık yüz binler için ne geri dönebilecekleri bir ev ne de geri dönebilecekleri bir iş kaldı. Şehir genelinde 90 bine yakın[3] bina yıkık veya ağır hasarlıyken, yerel ekonominin ana arterlerinden olan küçük sanayi sitesindeki 2 bin iş yerinin 1700’ü ağır hasar aldı[4]. Barınma sorunu olmayanlar için de caydırı birçok etken var: Çevre kirliliği insan sağlığını tehdit edecek boyutta, şebeke sularının kullanımı halen riskli, hiçbir hastanede tam teşekküllü sağlık hizmeti yok, çocuklar için güvenli oyun alanları yok, eğitim alanları güvensiz, sosyalleşme alanları kısıtlı, birçok bölgede kültür sanat faaliyetleri askıda, güvenli gıdaya erişim zor, iş imkanları sektörel bazda sınırlı, güvenli konut sayısı çok az, yeni imar planları belirsiz... Yazdıkça uzayıp giden bu şartlar altında, bir kenti çok sevmek geri dönmek için yeterli koşul olabilir mi gerçekten? Bu insani koşulların elbet bir gün normalleşeceğini düşünelim; Antakyalıların kent hafızasını oluşturan mekanlar aslına uygun inşa edilmeden, tarihe tanıklık etmiş caddeler korunmadan Antakya’da yaşama ısrarının bir kalıcılığı olur mu? Uzun Çarşı’nın, Saray Caddesi’nin, Kurtuluş’un, Kiliselerin, Habib-i Neccar’ın, Affan Sokakları’nın, Meclis binasının olmadığı bir Antakya, geri dönüşün simgesi olabilir mi? Resmi kurumların insafına bırakılamayacak kadar tarihi bir dönemecin eşiğindeyiz. Hiçbir ayrım gözetmeksizin, kentin çok kültürlü yapısına paralel örgütlenecek çalıştaylar/platformlar bize yol gösterebilir. Deprem riskinin her daim var olacağını bildiğimiz bu kentte yeniden inşanın bilimsel yükünü mimarların, mühendislerin ve şehir planlayıcılarının üstlendiği, sosyal-kültürel yükünü meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının ve elbette bu kente gönül vermiş bireylerin üstlendiği devasa bir düşünsel ortaklığın zorlanmasına mecburuz. Geri dönüş ihtimalini gerçek kılmak; Antakya’nın insanca yaşanılabilir bir kent olmasını ve çok kültürlü tarihi mirasın korunarak inşa edilmesini sağlamakla mümkün olacaktır. Sivil toplum olarak bu yönde bir basınç oluşturamazsak, kişiliğimizin yapı taşlarını oluşturan o eşsiz kent kültürü sadece bir hatıra olarak hafızamızda kalır. Antakya hiçbirimizin tanımadığı yeni bir kente dönüşebilir. Peki artık tanıyamadığımız bir kente dönmek, gerçekten geri dönmek midir? [1] Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş'tan canlı yayında çağrı: 700 bin kişi şehri terk etti, Hatay'a sahip çıkmamız lazım - Son Dakika [2] Hatay’da Meydana Gelen 6.4 Büyüklüğündeki Deprem Hk. Basın Bülteni-1 (afad.gov.tr) [3] Depremlerin vurduğu Hatay'da en ağır yıkım Antakya'da (aa.com.tr) [4] Hatay'da yan sanayi yok oldu: 2 bin işletmeden geriye 300'ü kaldı (gazeteduvar.com.tr)

  • Değişen Mitler, Değişmeyen Devlet Aklı-II: “Sıkıntı olmasın diye haçı söktük”

    Mudanya’da sıcak bir yaz günü, aniden bastıran tek başıma bira içme isteğime engel olamayarak kendimi sokağa attım. Bu yeni taşındığım sevimli ilçenin sahilinde ilerlerken, sonradan eski bir Rum evi olduğunu öğrendiğim, içinden Rumca müziklerin yükseldiği mavi-beyaz renkli bir mekan dikkatimi çekti. İçeri girdim. Kendimle hoşça bir zaman geçirdikten sonra, mekanın girişine dekoratif amaçla konulan, Yunanistan’da yol kenarlarında da görebileceğiniz yol kenarındaki mabetlere benzer bir kilise maketi gördüm. Maketin yanına gittiğimde, haçının yerinde olmadığını fark ettim. Sebebini mekanda çalışan garsona sorduğumda ise aldığım cevap adeta yaratılan siyasi iklimin özetiydi: “Sıkıntı olmasın diye haçı söktük.” AKP’nin ilk yıllarında benimsediği, eleştirisini yazının ilk bölümünde yaptığım hoşgörü miti üzerine kurulu “farklılıkların armonisi” anlayışı bugün terk edilmiş durumda. Türkiye, Gezi Olayları’yla ivmelenen bir otoriterleşme sürecinden geçiyor. Politik gücün tek kişide konsolide olduğu başkanlık sistemine geçişle birlikte, devlet aklının birincil önceliği olan “milli beka” ve “istikrar”ın yeni tanımı, Erdoğan iktidarının devamlılığı. Bu doğrultuda AKP, meşruiyetini popülist söylem ve icraatlar üzerinden temellendirmeye çalışıyor. Popülizm, toplumu “saf halk”a karşı “yozlaşmış elitler” olmak üzere iki homojen karşıt gruba ayırarak, siyasetin halkın “genel irade”sinin ifadesi olması gerektiğini savunun bir ideoloji.[i] Bu iki kutbun sınırları, popülist iktidarın çıkarlarına hizmet edecek şekilde esner. Bu bağlamda, yazının ilk kısmında değindiğim, nüanslardan yoksun tekdüze tarih anlatısı olan mitler, “yozlaşmış elitler” olarak tanımlanan grupları devlet aklının politik ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden tanımlar. AKP’nin popülist jargonunun vazgeçilmez unsuru olan “yerli ve milliler”e karşı “iç ve dış mihraklar” ikileminde Rumlar, devlet aklı nezdinde nerede konumlanıyor? Bu çerçevede, Rumlar özelinde “milli beka” ve “istikrar” ekseninde üretilen mitler neler? Otoriterleşen Türkiye’nin siyasi ikliminin, geniş anlamıyla Rum cemaatinin iç ilişkileri üzerindeki izdüşümü ne? Yazının bu bölümünde, her biri detaylı bir araştırma gerektiren yukarıdaki sorulara istinaden genel bir bakış açısı sunmaya çalışacağım. Bunu yaparken yüksek lisans tezimdeki mülakatlardan faydalanacağım. Türkiye’nin siyasi atmosferinin hassasiyeti gereği, alıntıladığım bütün isimleri anonimleştirdim. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi içinse, Rum cemaatini oluşturan iki grubu “İstanbullu Ortodoks” ve “Antakyalı Ortodoks” olarak grupladım. Bu isimlendirmeleri tercih etmemin sebebi ise Antakyalı Ortodoksların kendilerini tanımlarken farklı kimliklendirme biçimleri kullanmaları. Mudanya'daki haçsız kilise maketi Popülist Söylem ve Rumlar Cumhuriyet’in başından beri “gayrımilli” olarak tanımlanan Türk resmi tarihyazımının kök ötekisi Rumlar, AKP’nin ilk dönemlerinde, pragmatist bir refleksle “Türkiye mozaiğinin bir rengi” olarak anıldılar. Günümüzde ise bu anlayışın terk edildiğini, 2019 İstanbul Yerel Seçimleri’nden önce aşağıda sırasıyla paylaştığımız Erdoğan ve Canikli’nin yaptığı açıklamalardan anlıyoruz: Burası İstanbul, bir diğer adıyla İslambol. Burası Konstantinapol değil ama burayı böyle görmek isteyenler var. Böyle görmek isteyenlere karşı 22 günümüz var. […] Allah yar ve yardımcımız olsun. Hiç unutmayın evelallah bu millet ezanlarının susturulmasına müsaade etmedi. Bu ülkede Kuran sesi dinmedi, bayrak inmedi.[ii] Topal Osman Ağa’nın Kurtuluş Savaşı döneminde Pontuslulara karşı, bu bölgeyi Pontuslulaştırmak isteyenlere karşı verdiği mücadelenin benzerini şu anda yine biz torunları tarafından verilmesiyle karşı karşıyayız. Daha doğrusu böyle bir yükle, böyle bir sorumlulukla karşı karşıyayız. O zaman Topal Osman Ağa hangi amaçla kime karşı bu mücadeleyi vermişse şimdi de aynı hain projeyi hayata geçirmek isteyenlere karşı o projeyi inşallah biz akamete uğratmak için Giresunlular olarak bu çalışmayı sürdüreceğiz.[iii] AKP’nin, İmamoğlu’nu Milli Mücadele’ye referans vererek Pontusluluk ve Bizans üzerinden itibarsızlaştırılmaya çalışması, bize Rumlar bağlamında değişmeyen devlet aklı refleksini tekrar hatırlatıyor. Tarihi nüanslardan yoksun “iç düşman” miti, tıpkı Cumhuriyet’in ilk elli senesinde olduğu gibi, dönemin siyasi ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden üretiliyor. AKP’nin Rumlar özelinde popülizm malzemesi sadece Rum-Türk ortak tarihiyle sınırlı değil. Buna ek olarak, Rumların maddi kültürel mirasları da popülist diskur ve eylemde bir “egemenlik meselesi” olarak karşımıza çıkıyor. Sadece dini değil siyasi anlamı da tarihsel ağır bir yük taşıyan Ayasofya’nın 2020’de müzeden camiye dönüştürülmesi hakkında Erdoğan’ın aşağıda alıntıladığım konuşması, Doğu/Batı, Müslüman/Hıristiyan ikiliği kıskacında bir çatışma yaratıyor. Bu çatışma aracılığıyla, anayasal vatandaşlık tanımı hiçe sayılacak şekilde “Türk milletinin dini” olarak tanımlanan İslam üzerinden bir “mazlumluk miti” kurgulanıyor: Cuma namazı ile birlikte Ayasofya’yı ibadete açmayı planlıyoruz. […] Bu kararın, içeride ve dışarıda çeşitli tartışmalara yol açması muhtemeldir. […] Ayasofya’nın hangi amaçla kullanılacağı konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla ilgilidir. […] Edebiyatımızın zirve isimlerinden Peyami Safa ise, “Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiş, bilakis cesaretini artırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır” diyordu. […] Ayasofya’nın dirilişi, Mescid-i Aksa’nın özgürlüğe kavuşmasının habercisidir. Ayasofya’nın dirilişi, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların fetret devrinden çıkış iradesinin ayak sesidir. Ayasofya’nın dirilişi, sadece Müslümanların değil, onlarla birlikte tüm mazlumların, mağdurların, ezilmişlerin, sömürülmüşlerin umut ateşinin yeniden alevlenişidir. Ayasofya’nın dirilişi, Türk Milleti, Müslümanlar ve tüm insanlık olarak dünyaya söyleyecek yeni sözlerimiz olduğunun ifadesidir.[iv] AKP’nin kendi siyasi tabanını konsolide etmek amacıyla, Bizans/Osmanlı, Müslüman/Hıristiyan, Pontus/Türk ikilemleri üzerinden yarattığı mitler, bu toprakların asli unsurları olan Rumları “yerli ve millinin ötekisi” olarak konumlandırıyor. Bu düşmanlaştırmanın İstanbullu ve Antakyalı Ortodoksların ilişkiselliğine nasıl bir etkisi olduğunu Antakyalı Ortodoks Corç’tan dinliyoruz: Ben Rum muyum? Bu tartışılır. Tartışılmayacak şey şu ki ben Ortodoksum. Bu sebepten dolayı da -ama öyle ama böyle- Rum cemaatinin bir parçasıyım. Bu ülkede yaşayan her Ortodoks gibi ya da bu olayı [Ayasofya’nın camiye çevrilmesi] duyan her normal insan gibi, bu kararı kınıyorum. […] Bu açıdan, Ayasofya’nın camiye çevrilmesini her şeyden önce bir güç göstergesi. Bu ülkenin gerçek sahibi kim, onu anlatmaya çalışıyorlar. […] Hem ülke içinde hem ülke dışında mücadele halindeler. Peki bu mücadelenin gerçekten 6000-8000 kişi kalmış Rumlara karşı verildiğini söyleyebilir miyiz? Bence bu fazla abartı olur. Ancak onlar bizim geçmişimizle, hayaletlerimizle savaş halindeler. Erbaş’ın kılıçla hutbe vermesi zaten bunu göstermiyor mu? […] Yunanistan’ın Ayasofya’dan sonra yaptığı açıklama yaptığı açıklama, Akdeniz’deki gerginlikler… İnsan korkuyor yani. Bir yandan böyle şeyler olunca kendimi cemaate daha bir ait hissediyorum, neticede kaç kişiyiz? E, diğer bir yandan da ülkeye olan bağım zayıflıyor haliyle. […] Tipleri [Ayasofya’nın önünde toplanan fanatikler] görmedin mi? Bu insanlarla nasıl bir arada yaşayabilirsin ki?[v] Her ne kadar AKP’nin kendi iktidarını meşrulaştırmak için Rumlar üzerinden ürettiği popülist söylem ve icraatların referans noktası İstanbullu Ortodokslar olsa da bu düşmanlaştırmanın cemaatin de facto parçası olan Antakyalı Ortodokslar nezdinde bir endişe yarattığını söyleyebiliriz. Corç’un belirttiği bu endişeyi, Antakyalı Ortodoks Yahya bize tarihsel bir perspektiften temellendirerek sunuyor. Bunu yaparken, bir önceki yazıda detaylandırdığımız İstanbullu ve Antakyalı Ortodoksların karşılıklı bağımlılık halini de vurguluyor: Doğruyu söyleyeyim, Rumlara çok hayran değilim. Ama öyle tansiyon yükseldiğinde insan çekiniyor. […] Çünkü benim bütün sevdiklerim Rum kurumlarında. Benim çocuklarım gitmiyor ama yakınlarımın çocuklara Rum okullarına gidiyorlar. […] 6-7 Eylül’de bu kiliseye [Kadıköy’de bir kilise] de saldırdılar. Önünüzdeki ikonaların hepsini kırdılar. […] Huzurlu bir mahalle [Kadıköy] burası. Gördünüz işte. Buraya gelene kadar kaç kişiye selam verdim. Müslüman hepsi. İyi anlaşırız. Bir sorunumuz yok ama işte… Anlıyorsunuz, değil mi?[vi] Cumhuriyet’in başından itibaren adeta “Türk ne değildir?” sorusuna cevap verecek şekilde devlet tarafından inşa edilen Rum imajı, bugün AKP’nin “yerli ve milli” olarak görmediklerini itibarsızlaştırmak için kullandığı popülist bir araç. Devlet aklınca üretilen ne dünün “hoşgörü” mitinin ne de bugünün “iç düşman” ve “mazlumluk” mitlerinin, bu toprakların asli unsurları olan Rumları eşit vatandaş olarak görmediği aşikar. Bu da bize mitler değişse de devlet aklının Rumlara olan yaklaşımının değişmediğini gösteriyor. Günümüzün kutuplaştırıcı siyasi ikliminde, devlet tarafından sistematik olarak ötekileştirilen Rum cemaatine de facto olarak dahil olmanın Antakyalı Ortodokslarda -kendilerini Rum cemaatine karşı nasıl konumladıklarından bağımsız olarak- bir kaygı yaratıyor. Bu kaygının altında ise günümüzde kendini Kürt, Alevi, mülteci, LGBTİ+ karşıtı linç vakalarıyla da gösteren “6-7 Eylül ruhu”nun hala canlı olması yatıyor. Bu politik konjonktürün, Antakyalı Ortodoksların Rum cemaatiyle ortak dini aidiyet ve ortak kurumlar üzerinden kurduğu bağı güçlendirdiğini söyleyebiliriz. [i] Cas Mudde ve Rovira Kaltwasser Cristóbal, “Exclusionary vs. Inclusionary Populism: Comparing Contemporary Europe and Latin America”, Government and Opposition, 48 (2), 2012, s. 147-174. [ii] “Erdoğan: Burası İstanbul, diğer adıyla İslambol ama Konstantinapol olarak görmek isteyenler var”, Independent Türkçe, 2 Haziran 2019, https://www.indyturk.com/node/38146/haber/erdoğan-burası-istanbul-diğer-adıyla-islambol-ama-konstantinapol-olarak-görmek, Erişim: 11.09.2022. [iii] Yetvart Danzikyan, “İçimizdeki Pontus”, Agos, 7 Haziran 2019, https://www.agos.com.tr/tr/yazi/22518/icimizdeki-pontus, Erişim: 11.09.2022. [iv] “Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Ayasofya Açıklaması: Ayasofya’da Kılınacak İlk Namazın Tarihi Belli Oldu!”, 10 Temmuz 2020, Haber Global, https://www.youtube.com/watch?v=F0Hm2scQQ8g&ab_channel=HaberGlobal, Erişim:11.09.2022. [v] Ümit Yıldız, L’inclusion dans une communauté marginalisée : les avantages et les inconvénients, Yüksek Lisans Tezi, Bordeaux Üniversitesi, 2020. [vi] a.g.e Öne çıkan görsel: 24 Temmuz 2020’de Ayasofya’nın camiye çevrildiği ilk namazda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş

  • Değişen Mitler, Değişmeyen Devlet Aklı-I: AKP Dönemi’nde İstanbullu ve Antakyalı Ortodokslar

    “Rum” kelimesi size neyi çağrıştırıyor? Yunanca, İstanbul, Ortodoksluk, Rum mezeleri, Rum müziği, Rum meyhanesi ve konuyla biraz daha ilgiliyseniz ya da direk konunun kalbindeyseniz belki Arapça ve Antakya dediğinizi duyar gibiyim. Tarihle ilgilenenleriniz ya da Rum kimliği özelinde kolektif hafızaya sahip olanlarınız ise, bu etno-kültürel ve dinsel unsurlara bir de cemaatin demografik yapısını kökten değiştiren, devlet eliyle organize edilmiş bir dizi olay ekleyecektir. Buradan hareketle, devlet için “Rum” kimliğinin anlamı sadece etno-kültürel ve dinsel bir kategoriye indirgenebilir mi? Devlet yönetmeye dair bir akıl yürütme biçimi olarak tanımlanabilecek “devlet aklı”, siyaset felsefesinin tartışmalı konularından biridir. Gündelik hayatı düzenleyen normlara tabi olmayan devlet aklının birincil önceliği, politik gücü konsolide etmektir.[i] Foucault’nun da belirttiği üzere, üstün otoritenin çıkarları, ülkeyi oluşturan bireylerin çıkarlarından ve hatta temel etik prensiplerden önce gelir. Devlet aklı yasalar uyarınca komuta edilmez, yasaları komuta eder.[ii] Bunu yaparken de “milli güvenlik”, “istikrar” ekseninde öngördüğü politikaları meşrulaştırabilmek için birtakım “mitler” üretir. Mitler, tarihi olayların nüanslarını, karmaşıklığını göz ardı ederek tekdüze anlatılar yaratır.[iii] Ulus-devletleşme sürecinde ivmelenen”, “biz” ve “onlar” arasındaki sınırı belirginleştiren ve “biz” diye tanımlanan grubun haklılığını ispatlama çabasında olan bu mitler, sadece ulus inşa etmek amacıyla kullanılan bir araç değildir. Devlet aklı, güncel politik ihtiyaçlarına cevap verecek ve dolayısıyla kendi politikalarını meşrulaştıracak şekilde bu anlatıları yeniden üretir. Başka bir deyişle tarihin kendi içkin karmaşıklığından yoksun tekdüze anlatısı, devlet aklı aracılığıyla bugünün mitini oluşturur. Türk resmi tarih yazımının başat “ötekilerinden” Rumlar, devlet aklının ürettiği politikaların sonuçlarını en ağır yaşayan gruplardan biri. Yunanistan-Türkiye arasında imzalanan Mübadele Sözleşmesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 64 Sürgünü cemaatin demografik yapısını geri döndürülemez şekilde değiştiren olaylardan sadece birkaçı. Peki, sayıları -geniş ya da dar anlamıyla- birkaç binlere kadar gerilemiş Rumlar, Türkiye’nin radikal politik değişikliklere tanık olduğu AKP döneminde devlet aklı için ne ifade ediyor? Rumlara ilişkin üretilen mitler neler? Devletin Rum cemaatini dolaylı ya doğrudan ilgilendiren politikaları, cemaatin de facto parçası haline gelmiş Antakyalı Ortodokslar ve İstanbullu Ortodokslar arasındaki ilişkiyi nasıl şekillendiriyor? Her biri ayrı bir araştırmanın konusu olabilecek bu sorulara, bu yazıda genel bir çerçeve çizmeye çalışacağım. İlk bölümde “Türkiye’nin demokratikleşme serüveni” diye adlandırabileceğimiz AKP’nin ilk yıllarına, ikinci bölümde ise hala içinden geçtiğimiz, AKP’nin otoriterleşme sürecine odaklanacağım. Yazının ana dayanağı ise 2020 yılında yazdığım yüksek lisans tezim olacak. Tezden alıntıladığım mülakatlardaki isimleri, konunun hassasiyeti gereği anonimleştirdim. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, bugün Rum cemaatini oluşturan iki grubu İstanbullu Ortodoks ve Antakyalı Ortodoks olarak sınıflandırdım. Bu iki kimliklendirme biçimini tercih etmemin nedeni ise Antakyalı görüşmecilerim etno-dinsel kimliklerini Rum, Arap, Ortodoks, Antakyalı Ortodoks, Arapça konuşan Rum Ortodoks gibi farklı şekillerde tanımlaması. Agos, 20.08.2010 Demokratikleşen Türkiye’nin “vitrini” ve Rumlar AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle birlikte ivmelenen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci, ülkedeki gayrimüslimlerin devlet kademesinde ilk defa muhatap alındığı bir dönem oldu. Cumhuriyet’in başından itibaren anayasal vatandaşlık tanımını hiçe sayacak şekilde devlet aklı nezdinde “beşinci kol” olarak görülen ve devletin homojenleştirme politikaları sebebiyle ülke sınırları içindeki varlıkları büyük ölçüde silinen Rumlar, demokratik açılımla birlikte “çokkültürlü Türkiye mozaiği” anlatısının vazgeçilmez bir unsuru haline geldiler.[iv] Yolların kesiştiği İstanbul’da kültürler, medeniyetler, ırklar, renkler kaynaştı. İstanbul’u yegâne yapan başka bir özelliği de bu şehide camilerin, kiliselerin ve havraların aynı sokak ve mahallede sırt sırta, barış anlayış ve hoşgörü içinde varlıklarını sürdürmeleridir. […] O minarelerden yükselen ezan sesi, çan ve hazan sesini bastırmaz. İstanbul, bir kültür başkenti olduğu kadar hoşgörü başkentidir. […] Sadece İstanbul bile, Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğunun, AB’nin tabii üyesi olduğunun somut göstergesidir. […] Ayasofya’yı imar eden İsidoros ve Anthemios’u, Süleymaniye’nin mimarı Sinan’ı, Sultanahmet’in mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’yı […] İstanbul için göz nuru dökmüş tüm sanatçıları hürmetle selamlıyorum.[v] Erdoğan, 2010’da İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi münasebetiyle yaptığı bu konuşmasında, Türkiye’nin AB’nin doğal bir parçası olduğu savını ülkedeki “birlikte yaşama kültürü” ve “hoşgörü” miti üzerinden temellendiriyor. Bu anlatının, devlet aklı uyarınca, aslında tarihsel bir devamlılığın sonucu olduğunu da dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar’ın konuşmasından anlıyoruz: Osmanlı İmparatorluğu dünyadaki kurulmuş ve belki de kurulabilecek devletler içerisinde en müstesna devlettir. […] Osmanlı İmparatorluğunu büyük, aziz yapan İslam ile şereflenmesidir. Osmanlı Devleti’ni büyük yapan âlicenaplığıdır. Osmanlı Devleti’ni büyük yapan hoşgörüsüdür. Kimsenin dinine, ırkına baskı yapmamış, karışmamış ve dünyaya barış getirmiş, huzur getirmiş.[vi] Bu anlayış her ne kadar hoşgörü mitiyle hoşgören ve hoşgörülen arasında hiyerarşik kurarak “millet-i mahkume” ve “millet-i hakime” ikiliğini yeniden üretse de dönemin ruhunun cemaat içinde nasıl bir etki yarattığını Niko ve Josef bize şöyle özetliyor: Eskiden Rumca şarkı söylemek imkansızdı. İm-kan-sız! Düşünsene, bizim ailelerimiz ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ dönemlerini yaşadı, bırak Rumca şarkı söylemeyi. […] Ondan dolayı Rumca şarkı söylemek öyle yabana atılacak bir ‘özgürlük’ değil. […] AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte bir hoşgörü ortamı doğdu ama zaten bunun temelleri hazırdı. Şurada kalmışız kaç kişi. Bunun üzerinde tabii, kolay yani öyle şeyler söylemek. […] Yine de iyi şeyler yapılmadı değil. Örneğin vakıf malları konusunda iyileştirmeler yapıldı. Önemli bu. […] Bugün Grek konseptli restoranlar her yerde. Her yerde sıkıntısız bir şekilde Rumca şarkılar çalıyor. Ama konuyu buna indirgeyebilir miyiz? Bu beni geniş toplumla eşit kılar mı? İşte bunlar zor sorular.[vii] (Niko, İstanbullu Ortodoks) Rum denilince akla ilk gelen biz [Antakyalı Ortodoks] değiliz belki ama bu olumlu atmosferden bizi de etkilemişti tabii. Bu ülkenin tarihinde ilk sonuçta. Örneğin Patrik Hazretleri bazı organizasyonlara çağırılıyordu. […] Sonuçta birçoğumuz Rum kurumlarında çalışıyoruz. Çocuklarımız Rum okullarında okuyor. Rumları etkileyen şeyler genellikle bizi de direkt etkiliyor yani. […] İnsanların ilgisi de arttı o dönemde. Kiliseleri gezmek isteyen insanların sayısı arttı. Rumlar daha bir tanındı. E, o zaman da biz devreye giriyoruz. İnsanları gezdiriyoruz vs. Önemin artıyor o zaman. […] Vakıf konusunda da bazı olumlu adımlar atıldı. Ekonomik olarak ne kadar güçlüysen, her şey o kadar sürdürülebilir oluyor neticede. Bu da [İstanbullu Ortodokslarla] problemin olsun, olmasın, sana da yansıyor. […] Biz onlara bağımlıyız, onlar da bize. Kaç kişi kaldılar ki? […] Köylerden çok insan geldi İstanbul’a. Rumların kurumlarında iş buldular. Bir de okul mevzusu var. Tabii, çocuğunu Fransız kolejlerinde okutamayanlar Rum okullarını tercih ediyorlar. Sonuçta aynı din. […]  Ha tabii, [AKP] ne kadar samimiymiş, onu bugünden bakınca anlıyorsun. Sana bir şey diyeyim mi? Hıristiyansan, yine de ikinci sınıfsın burada. Osmanlı’dan beri böyle değil mi? Ne değişti ki?[viii] (Josef, Antakyalı Ortodoks) Devletin bir azınlık grubunun dinsel, dilsel, etnik, kültürel aidiyetlerinin meşru olarak görmesi, o grubu oluşturan bireylerin bundan böyle eşit vatandaşlar olarak kabul edilmesi ve böylece yaşadıkları haksızlıklara karşı bir mücadele alanının açılması anlamına gelmiyor. Niko ve Josef’in de altını çizdiği, “etnik restoranların, hafta sonu festivallerinin, ötekiyle flörtün çokkültürlülüğü” olarak tanımlanabilecek AKP’nin ilk dönemlerinde benimsediği çokkültürlülük anlayışı, Rumların varlığını “demokratikleşen Türkiye’nin vitrini”ne indirgiyor.[ix] Dönemin pozitif havası cemaat içinde heyecan yaratsa da beklentilerin karşılanmadığı açık. İstanbullu Ortodoksların nüfuslarının azalması sebebiyle kurumlarının geleceğinin tehlikeye girmesine karşın bir çözüm olarak Antakyalı Ortodoksların bu topluluğa de facto olarak dahil olması ve neticesinde birçoklarının Rum kurumlarında çalışması, çocuklarının Rum okullarında okuyabilme olanağı, Josef’in de ifade ettiği üzere, karşılıklı bir bağımlılık hali yaratıyor.[x] Bu ilişki, sadece cemaat içi dinamiklere bağlı değil. Ülkenin siyasi atmosferi de cemaat içi ilişkilerin şekillenmesinde bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Devlet aklının Rumlara olan “pozitif” yaklaşımının samimiyeti bugünden bakılınca sorgulansa da AKP’nin ilk dönemlerinde umut vadeden siyasi iklimin, Antakyalı Ortodoksların özellikle Rum kurumlarıyla kurdukları bağın güçlenmesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bugün ise bambaşka bir siyasi atmosferdeyiz. Hız kesmeden otoriterleşen AKP hükümeti, popülist bir anlayışla ülkeyi “yerli ve milliler” ve “ötekiler” olarak kutuplaştırmaya devam ediyor. Peki Cumhuriyet’in başından beri “gayrımillî” olarak addedilen Rumlar, bugünkü siyasi konjonktürde devlet aklı tarafından nasıl algılanıyor? Bu algıya paralel olarak hangi mitler üretiliyor ve bu mitler, İstanbullu ve Antakyalı Ortodoksların ilişkiselliğini nasıl etkiliyor? Bu sorulara ise yazının ikinci bölümünde cevap arayacağız. [i] Eva Pugnet, “Les Lumières françaises : le moment machiavélien français ?”, Revue électronique des Lettres et sciences humaines de l’Université de La Réunion, n° 3, 2016, s. 233-248. [ii] Michel Foucault, Sécurité, territoire, population. Cours au Collège de France (1977-1978), Paris, Seuil/Gallimard, 2004, s. 262-263. [iii] Duncan Bell, “Mythscapes: memory, mythology, and national identity”, British Journal of Sociology, n° 1, 2003, s. 63-81. [iv] Haris Rigas, “Örnek Vatandaşlar mı? Beşinci Kol mu? Sekülerlik ve Çokkültürlülük Arasında Suriye ve Türkiye’deki Rum Ortodoks Toplulukları”, Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları içinde, der. Haris Rigas, İstanbul, İstos Yayın, 2018, s. 9-43. [v] Muhammer Ferik, Recep Tayyip Erdoğanlı Yıllar, 2015. [vi] Erdoğan Bayraktar, “Açılış Konuşmaları”, Osmanlı Coğrafyası Kültürel Arşiv Mirasının Yönetimi ve Tapu Arşivlerinin Rolü Uluslararası Kongresi, İstanbul, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Dairesi Başkanlığı Yayını, 6, 2012, s. 7. [vii] Ümit Yıldız, L’inclusion dans une communauté marginalisée : les avantages et les inconvénients, Yüksek Lisans Tezi, Bordeaux Üniversitesi, 2020. [viii] a.g.e. [ix] Stanley Fish, “Boutique Multiculturalism, or Why Liberals Are Incapable of Thinking about Hate Speech”, Critical Inquiry, Cilt 23, 2, 1997, s. 378-395. [x] Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu, “İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri”, Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları içinde, der. Haris Rigas, İstanbul, İstos Yayın, 2018, s. 71-143. Öne çıkan görsel: 2018 yılında Balat’taki Bulgar Kilisesi’nin açılış töreninden

bottom of page