top of page

"" için 210 öge bulundu

  • Yeni Başlayanlar için “Kentsel Dönüşüm Yasası”: Deprem Riski mi, İmar Rantı mı?

    Selim Arda Yılmaz/Unsplash 7 Kasım 2023’te yapılan değişikle birlikte Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen 6306 sayılı Kanun bir kez daha Türkiye’nin gündemine geldi. Yapılan değişiklik kapsamında bir hafta içinde Antakya ve Defne’deki rezerv alan ilan ise deprem sonrasında şehirde artan mülksüzleştirme endişelerini katladı. 2006’dan beri kentsel dönüşüm konusunda gönüllü olarak çalışan ve kentsel dönüşüme konu edilmiş mahallelerle dayanışma süreçlerinde yer alan şehir plancısı Ceyhan Çılğın’a yoğun bir gündem halini alan “Kentsel Dönüşüm Yasası”nı sorduk. Çılğın’la kanunun içeriğine, muhataplarını nasıl etkileyeceğine ve kanunun önümüzdeki süreçte Antakya’da ve Türkiye’nin geri kalan kentlerinde nasıl işletilebileceğine dair konuştuk. Röportaj: Elifsena Biroğlu Kentsel dönüşüm ne demektir, nasıl gerçekleşir? Kim için yapılır? Kentsel dönüşüm, tanımı üzerinde tam anlamıyla uzlaşı olan bir kavram değil. Zaman içinde kentlerde gerçekleşen ya da gerçekleştirilmek istenen uygulamalarla beraber tanımı değişen, çeşitlenen bir kavram. Genel bir tanım olarak kentsel mekanın fiziksel olarak yeniden üretimi diyebiliriz. Kentsel dönüşüm geçmişten günümüze sanayileşmeye bağlı artan nüfusla ortaya çıkan kentsel sorunlar, savaş sonrası yıkımın etkilerinin giderilmesine dönük onarım, deprem ve diğer afet risklerinin azaltılması, eskiyen kent dokusunun yenilenmesi, soylulaştırma gibi gerekçelerle uygulandı. Fakat bu gerekçelere bakarak kentsel dönüşümü tanımlamak eksik bir tanım yapmak olur. Kentsel dönüşüm çeşitli ülkelerde 20. yüzyılın ortalarından itibaren ve Türkiye’de özellikle 2000’li yılların başından günümüze değin son derece belirgin bir şekilde mülkiyete ve barınma hakkına müdahale aracı olarak kullanılıyor. Dünya, literatürde yer alan haliyle “gezegensel kentleşme”ye devam ederken, kentler ve kentsel mekanlar yeniden üretiliyor ama bu üretim piyasa aktörlerinin lehine, yoksul sınıfların dışlanmasıyla gerçekleşiyor. Kapitalizme istediği oranda eklemlenememiş, bu yönde kurumsallaşmasını istediği şekilde gerçekleştirememiş ülkeler, treni kaçırmamak ve sermaye birikimi ve bölüşümü süreçlerine hızla eklemlenebilmek için neoliberal politikaları en radikal halleriyle uygulamaya koyuyorlar. Kentler metalaştırılıyor, değişim değeri potansiyelleriyle küresel ölçekte pazarlanabilir kılınıyor, kentsel rantı yüksek alanlar, üzerinde yaşayanlar yok sayılarak küresel yatırımcıların ilgisine sunulmak üzere uluslararası fuarlarda gösterişli maketlerle tanıtılıyor. Patronları çoğunlukla inşaat sektöründe yer alan medya aygıtları buna göre pozisyon alıyor, kanunlar buna göre yeniden kurgulanıyor, kamu kurumları bu kurguya göre hareket ediyor. Fakat bunca aktöre ve kurumsallaşma çabasına rağmen mülkiyet ya da hak sahipliği tartışmaları liberal hukukun dahi tam olarak göz ardı edemediği çeşitli kazanılmış hakları içerdiğinden, kentsel dönüşüm süreçleri sıklıkla akamete uğruyor. Öyleyse, çokça zayıflamış olsa da, özel mülkiyetin, yaslandığı çeşitli hakların yeniden ele alınması dönüşümün kesintisiz sürebilmesi için elzem hale geliyor. Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Küçükçekmece’de Ayazma Tepeüstü’nde, Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de yaşanan süreçlere detaylı baktığımızda karşımıza çıkan tablo ortada. Bugün konuşacağımız 6306 sayılı yasa da tüm bunların neticesi. Gerekçe olarak afet riskini sunmasına rağmen, kamuoyunda bu yasanın salt “kentsel dönüşüm yasası” olarak anılması da aynı gerçekliğin neticesi. 6306 sayılı kanun içeriğinden bahsedebilir misiniz? Kanunun oluşturulma süreci, uygulanması ve güncellemeleri nasıl gelişti? Öncelikle kanuna dair gazetelerde, TV’lerde, sosyal medyada yapılan tartışmalara dair bir itirazımı dile getirmeliyim. Kamuoyunda yasanın tartışılma biçimine bakılırsa bu yasanın yeni bir yasa olduğu ve yaratacağı olası mağduriyetler karşısında hiçbir mücadele imkanının bulunmadığı yönünde bir sonuca varılabilir. Tartışmalarda yasa o kadar üst perdeden ve ezici bir güç vehmedilerek anlatılıyor ki, çaresizliğe ve umutsuzluğa kapılmak çok olası hale geliyor. Oysa, bu yasa 11 yıldır yürürlükte ve yasaya konu edilmiş mahalleler incelendiğinde, STK’lar, mahalle dernekleri gibi yapılarla bir arada durarak, hukuki hakların bilincinde olarak hak aramanın ve kazanım elde etmenin mümkün olduğunu görüyoruz. 6306 sayılı kanun “Kentsel Dönüşüm Yasası” olarak biliniyor ama tam adı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” şeklinde. Bu kanun 2012 yılında ortaya çıkmadan 7 ay evvel Van Depremi olmuş ve yasa bu depremden sonra yaşananları gerekçe göstererek kurgulanmıştı. Bu yasanın ne anlama geldiğini anlamak için aslında geçmişiyle beraber tartışmak gerekiyor. Yasa 2012 yılında henüz taslak halindeyken gündeme geldiğinde meslek odaları, STK’lar ve bazı siyasi partilerin ciddi tepkisiyle karşılaştı. Kanun maddeleri arasında 11 yıl öncesi için fazlaca iddialı “bu kanun kapsamında tesis edilecek işlemlere tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde dava açılabilir, ancak bu davalarda yürütmenin durdurulmasına karar verilemez” şeklinde bir madde dahi vardı. O dönem bu maddenin afet riskini azaltmaya dönük acilen önlem almak ve bu yüzden mahkemelerin bu önlemlerin yürütmesini durdurmasının önüne geçmek için konulduğunu düşünenler olmuştu. 2014 yılında bu madde Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Yasanın tariflediği üç kategori var: Riskli alan, rezerv yapı alanı ve riskli yapı. Kamuoyunda son değişikliğe kadar daha yoğun konuşulduğu için riskli alan ilanlarına bakarak “afet risk azaltımı” meselesine dair bir değerlendirmeyi kapsamlı biçimde yapmak mümkün oluyor. Bu meseleyi İstanbul’dan hareketle anlatmak isterim. 2012’den günümüze İstanbul’da 72 adet riskli alan ilanı var. Yasanın ve bu yasaya göre uygulama yapan kamu idarelerinin afet riskini azaltmayı temel politika olarak benimseyip benimsemediğini, riskli alan ilanlarına, İstanbul’a dair hazırlanan raporlara ve mahkeme kararlarına bakarak anlamak mümkün. Neticesinde ortaya çıkan tablo bir dolu çelişkiden ibaret. Nasıl bir çelişki bu? 99 depremi sonrasında İstanbul’un sismik açıdan yeniden ele alınması gerekiyordu. Depremden hemen sonra uzmanların yaptığı çeşitli açıklamalara göre, İstanbul’da 30 yıl içinde büyük yıkıcı bir depremin gerçekleşmesi yüksek bir ihtimal olarak görülüyordu. Dolayısıyla İstanbul’un sismik olarak değerlendirilmesi, kapsamlı bir risk analizi yapılması gerekiyordu. 2002 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı’yla (JICA) ortaklaşa hazırladığı, “Türkiye Cumhuriyeti İstanbul ili Sismik Mikro-Bölgeleme Dahil Afet Önleme/Azaltma Temel Planı Çalışması” başlıklı oldukça kapsamlı bir rapor var. Merak ederseniz, bu rapor İBB’nin Deprem ve Zemin İnceleme Şube Müdürlüğü’nün sayfasında hala erişime açık. Bu rapor, moment büyüklükleri değişen 4 farklı deprem senaryosuna göre İstanbul’u mahalle, sokak ve kısmen yapı düzeyinde incelemiş, bu modellere göre ağır-orta-az hasarlı bina sayısı, tahmini ölüm oranı-ölü sayısı, kapanacak yol haritaları, hasar görecek altyapı ağı haritaları, kentsel yapının iyileştirilmesine dönük arazi elde edilebilirliği ve sair analizlerin neticesinde İstanbul için “Stratejik Kentsel Dönüşüm ve Stratejik Kentsel İyileştirme Önerileri”ni yine mahalle düzeyinde haritalandırmıştı. Riskli alan ilan edilen mahalleler ve bu raporun analizlerinde öncelikli olarak riskli olduğu değerlendirilen mahalleler arasında benzeşmeme oranı oldukça yüksek görünüyor. Mesela Sarıyer’de Çamlıtepe ve Fatih Sultan Mehmet mahallelerinin riskli alan ilan edilmesini gerektiren analizlerin kaynağı neydi? Beşiktaş’ta Etiler’de bulunan Polis Okulu arazisi neden riskli alan ilan edilmişti? Gaziosmanpaşa’da riskli olduğu bilinen alanlar var elbette ama toplam yüzölçümünün üçte biri kadarlık 393 hektar alan hangi analizlere göre riskli alan ilan edilmişti? İstanbul’u tümden ele aldığımızı düşünelim, risk azaltımında öncelik bu mahallelerde midir? Bu sorularda yer alacak çokça örnek var. Riskli alan ilanları hangi kriterlere göre yapılmalı? 14 Nisan 2016’ya kadar, kanunun tariflediği ve dolayısıyla riskli alan ilanı için yapmanız gereken çeşitli iş ve işlemler vardı. Kanuna göre, bir yerin riskli alan ilan edilmesi için yerbilimsel etütler, riskli alan ilan edilecek bölgedeki yapıların riskli olduklarına dair analizler gibi verilere ihtiyaç vardı. Ancak mahkemelere sunulan ya da kamuoyuyla imar planları yoluyla paylaşılan raporların bazılarının incelenmesinden, kamu idarelerinin riskli alan ilan edilen bazı yerlerde niteliksel gözlem yaptığı, yani yapıların ruhsatlı olup olmadıklarına ve yapıların, analiz yapanların gözüne “iyi-orta-kötü” durumda görünmelerine göre riskli değerlendirildikleri anlaşılmıştı. Nitekim, söz konusu riskli alan ilanlarından dava konusu edilmiş olanları, örneğin ,Gaziosmanpaşa’da bazı riskli alan ilanları, mahallelilerin açtıkları davalar neticesinde tam da bu nedenle Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından iptal edilmişti. Hal böyle olunca bir çözüm gerekti. Yapılardan belirli örneklemle karotla numune alarak risk analizi yapmak, zemin etütleriyle uğraşmak yerine 2016 yılında yasaya yeni bir hüküm eklendi. Bu hükme göre, “üzerindeki yapıların en az yüzde 65’i imar mevzuatına aykırı veya yapı ruhsatı alınmaksızın inşa edilen ancak sonradan yapı ruhsatı ve iskan ruhsatı alan yapılardan oluşan alanlar” riskli alan ilan edilebilir hale geldi. İstanbul’da ve diğer birçok kentte sadece bu maddeyi kullanarak riskli alan ilan edebileceğiniz öyle çok mahalle var ki! Riskli alan ilan edilen mahallelerde uygulamalar nasıl sürdürülüyor? Bir yerin riskli alan ilan edilmesi burayı dönüştürmeniz için yeterli değil. İlan ettiğiniz riskli alanlarda gerçekleştirmek istediğiniz projelere dönük 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planları yapmanız gerekiyor. Olağan zamanlarda plan yapma yetkisi büyükşehir ya da ilçe belediyelerinde iken, 6306 sayılı kanunun özünde bulunan “olağanüstü” olma hali, bu yetkiyi de bakanlığa veriyor. Üstelik yine mevzuata göre belirlenen kişi başına yeşil alan, donatı alanı gibi standartlar yerine bakanlık, yine 6306’dan aldığı yetkiyle kendisi standart belirleyebiliyor. Neticesinde bütüncül ele alınması gereken kent, bu kez mahalle, sokak ve hatta imar adaları düzeyinde parçalara ayrılıp farklılaştırılmış oluyor. Örneğin, aynı mahalle içinde sokağın bir tarafı riskli alan olmadığı için ilçe belediyesinin hazırladığı yürürlükteki imar planlarına göre yapılaşıyor, sokağın riskli alan ya da rezerv yapı alanı ilan edilen diğer tarafı ise son değişiklikle birlikte yetkilendirilen Kentsel Dönüşüm Başkanlığı tarafından 6306 kapsamında hazırlanan ya da hazırlatılan planlara göre yapılaşıyor. Şehirciliğin teknik terimlerine boğmadan kolayca anlatmak için bir örnek vereyim: Sokağın bir tarafında plan kararlarıyla 5 katlı yapılaşma söz konusu iken, diğer tarafında 15 katlı yapılaşma söz konusu olabiliyor. Bir kent için yaptığınız nüfus projeksiyonları, buna göre oluşturduğunuz kentsel mekanlar, sosyo-ekonomik sorunlara dair çözüm üretme çabaları, böylelikle bütün planlama kararları ve toplumsal fayda önemsiz hale gelmiş oluyor. Kent bütüncül şekilde ele alınmadığından, birbirinden izole alanlar oluşuyor. Ayrıca, son değişiklikten önce riskli alan ya da rezerv yapı alanları için hazırlanan nazım ve uygulama imar planlarına itiraz süresi 30 gün, itirazların değerlendirilmesi için belirlenen süre ise 15 gün şeklindeydi. 7 Kasım 2023’te yapılan değişikliğe göre, bu kanun kapsamındaki alanlara ilişkin onaylanan imar ve parselasyon planları Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’nde 15 gün süreyle ilan edilecek ve bu süre içinde yapılan itirazlar 5 gün içinde değerlendirilecek. Türkiye’de kamu idarelerinin mevcut planlama bakış açısına göre planlara halkın asgari düzeyde katılımı, planların askı süresinde itirazlarını alarak sağlanır. İtirazları ve planların kesinleşmesini takiben dava açma süreleri başlar. Halkın planlama aşamalarına katılımı böylesi sonradan kılınmış iken, değişiklikle birlikte bu süreç, bu kanun kapsamına alınan yerlerde daha da zorlaşacak. Planlara göre hazırlanacak yeni uygulamalar için son değişiklik öncesi arsa payı bakımından üçte iki çoğunluğu sağlamak gerekiyordu. Değişiklikle birlikte, salt çoğunlukla karar almak mümkün hale geldi. Kentsel dönüşümü salt çoğunluğun rızasına göre şekillendirmenin yeni toplumsal sorun alanları yaratması olasıdır. Riskli yapılardan bahsettiniz. Bu yapıların tespiti nasıl yapılıyor? 7 Kasım 2023’te gerçekleşen değişiklikten önce riskli yapı tespiti için sizin başvurmanız gerekiyordu ya da bakanlık veya ilgili kamu idarelerinin talebine istinaden riskli yapı tespiti yaptırılıyordu. Son değişiklikle birlikte siz başvurmamış olsanız da artık Kentsel Dönüşüm Başkanlığı ya da kanunda tariflenen kamu idareleri resen, yani sizin onayınıza ihtiyaç duymadan risk tespiti yapabilecek. Olası engellemelere karşı, risk tespitin gerektirdiği işlemleri yapmak üzere polis ya da jandarma eşliğinde kapalı kapılar açtırılabilecek. Diyelim ki, yapınız riskli yapı olarak tespit edildi, yıkmanız için 90 gün süreniz var, eğer yıkmazsanız, idare kendisi yıkacaktır ama yıkmadan evvel elektriğiniz, suyunuz ve doğalgazınız kesilecek. Tüm bu işlemlere karşı diyelim ki itiraz ve dava açma haklarınızı hiç kullanmadınız ya da kullandığınız halde bir sonuca varamadınız, neticede yapınız yıkıldı ve yeni yapılacak projeye dair arsa payı bakımından önceden üçte iki, son değişiklikle birlikte artık salt çoğunlukla anlaşmanız için 30 gününüz var. Anlaşamazsanız kanunda “acele kamulaştırma” uygulanabileceği yazıyor. Acele kamulaştırmanın riskli yapı düzeyinde uygulandığı bir örnek duymadım ama kanun maddesi olarak duruyor orada. Peki ama neden acele kamulaştırma? Mesele kamulaştırmak ise neden olağan usulde uygulanan kamulaştırma değil de acele kamulaştırma uygulanmak isteniyor? Mesele afet riski ise, riskli yapı olarak tespit edilen binanız yıkılmış, dolayısıyla risk ortadan kalkmış durumda, öyleyse bu acelenin sebebi nedir? Söyleyeyim: Anlaşamama ihtimaline karşı, bir şekilde sürekli aklınızda duracak, mülkiyet hakkınıza yönelebilecek acele kamulaştırma ihtimalini gözetip, bir an evvel anlaşmaya razı olasınız diye. 6 Şubat depremlerinden sonra Türkiye’nin fay kuşağında bulunan kentlerinde bazı hak sahiplerinin riskli yapı tespiti yaptırmak istediğini ve fakat acele kamulaştırma, 90 gün içinde yıkım, elektrik-su-doğalgaz kesintisi, kira yardımı tutarlarının yetersizliği gibi meselelerle birlikte değerlendirip bu tespiti yaptırmaktan vazgeçtiklerini biliyoruz. Kanunda riskli yapılarda, rezerv yapı alanlarında ve riskli alanlarda “öncelikle maliklerle anlaşma yoluna gidilmesi esastır” hükmü var ancak bu esas pek önemsenmiyor. Bakanlık riskli yapı tespitine dair bu endişeleri ortadan kaldırmak yerine, 2019 yılı Temmuz’unda son derece önemli bir değişiklikle eklenen 6A maddesi ve 7 Kasım 2023 tarihli son değişiklikle bu endişeleri gözetmeyen daha merkezi bir tutumu benimsemiş görünüyor. Ceyhan Çılğın 6A’nın “son derece önemli” olmasının nedeni nedir? Bu maddenin eklendiği tarih önemli. İstanbul’da tekrarlanan yerel seçim sona erdikten 2 gün sonra, 25 Haziran 2019’da Meclis’e bir torba yasa geldi. Yerel seçim gündeminin gölgesinde bile yer bulamadı kendine. Bu yasayla birlikte birçok kanunda esaslı değişiklikler yapılırken, 6306 sayılı kanuna 6A adlı “Uygulamaların Resen Yapılması” başlıklı bir madde eklendi. 6A maddesi, parselinizin üzerinde “yıkılacak derecede riskli yapı” var ise yapınızın acilen yıkılması gerektiği kabulünden hareket ediyor. Aslında az evvel anlattığım riskli yapılardan farklı olarak “yıkılacak derecede riskli yapı” diye yeni bir kategori ekliyor. Binanıza bu kapsamda risk tespiti yapılacak. Bakanlık ya da son değişiklikle oluşturulan Kentsel Dönüşüm Başkanlığı yapınızda sizden onay almadan bu tespiti, kapalı kapıları açtırarak ve kolluk desteğiyle yapabilir. Başkanlık bu tespiti yaptı ve yapınız “yıkılacak derecede riskli” olarak değerlendirildi, bunu takiben yapınızın kapısına bir tebligat asılır, bu tebligat mahallenizin muhtarlığında da iki gün süreyle ilan edilir. İtiraz ya da dava süreçlerini işletmediniz ya da işlettiniz ve netice alamadınız diyelim, o zaman başkanlık size yapınızı tahliye etmek için süre verir. Bu sürede yapınızı tahliye etmezseniz kolluk eşliğinde yapınız tahliye edilir. Telefonunuza sahibi olduğunuz parselin tapuda Hazine adına tescil edilmekte olduğuna dair mesaj gelir. Parseliniz artık Hazine adına kayıtlıdır. Hazine adına alınan inşaat ruhsatı ve devamında yine Hazine adına tesis edilen iskan alma süreçleri işletilir. Bu arada yapınızın ve parselinizin dönüşümden önceki bedeli belirlenir, yeni projeden payınıza düşen kısmın bedeli hesaplanır ve borçlanmanız gerekiyorsa sizden bu borcu yeni yapının teslim edildiği tarihte ya da belirlenen başka bir tarihte ödemeniz istenir. Ödeyebilirseniz sorun yok ama ödeyemiyorsanız, dönüşümden önceki taşınmazınız için hesaplanan bedel tarafınıza ödenir, aradaki farkı ödeyemediğiniz için alamadığınız daire Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’na devredilir ve neticede hak sahipliğiniz ortadan kalkar. Yani, aradaki farkı karşılayamıyorsanız evvelden sahibi olduğunuz parselde ikametiniz artık söz konusu değil. Şimdi soralım: Üzerindeki yapı yıkılmış olan bir parselde, yani “yıkılacak derecede riskli yapı”nın ortadan kalktığı durumda, neden özel mülkiyete tabi parseller Hazine adına tescil ediliyor? Bu işlemin gerekçesi nedir? Yeni yapının bir an evvel yapılması mı? Salt çoğunlukla karar alma süreçlerini birçok açıdan doğru bulmuyorum ama çelişkiyi işaret etmek için soruyorum: Neden diğer riskli yapılarda işletilen salt çoğunluk onayı meselesi, 6A kapsamına alınan ve yıkılma süreci tamamlanmış bu yapılarda işletilmiyor? Mülkiyet hakkını bu şekilde ortadan kaldırmakla nasıl bir toplumsal bir fayda elde edilmiş oluyor? Bu maddenin yürürlüğe girdiği dönemde bu kadar görmezden gelinmiş olması, kamuoyunda tartışılmamış olması hayret verici. 2019’da bu maddeyi gündemine almamış, kamuoyunu bilgilendirmemiş siyasi partiler, STK’lar ve meslek odaları gündeme almama gerekçelerini hepimize açıklamalı. Rezerv alan bu düzenlemede nasıl yer alıyor? Kanunun son değişiklikle tartışmaya açılan en önemli maddelerinden biri rezerv yapı alanı tanımının değişmesi elbette. Rezerv yapı alanlarının kullanım amacı yönetmelikte “Riskli alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapılarda ikamet edenlerin nakledileceği rezerv konut ve işyerleri” oluşturmak olarak açıklanıyor. 7 Kasım 2023’te gerçekleşen değişiklikten önce kanunda ve kanunun uygulama yönetmeliğinde rezerv yapı alanı tanımı yapılırken, bu alanların “yeni yerleşim alanı” olarak kullanılacağı belirtiliyordu. Son değişiklikle bu ibare kaldırıldı ve dolayısıyla artık herhangi bir yerin rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılmasının önünde hiçbir engel kalmadı. Bu değişikliğe neden ihtiyaç duyuldu? Ne anlama geliyor? 2016 yılındaki değişiklikle ne kadar kolaylaştırılmış olursa olsun bir yerin riskli alan ilan edilmesi için hala bazı teknik analizlerin yapılması gerekiyor. Yapılmadığı durumda dava dosyalarında zorluklar yaşanıyor, kimi zaman mahkeme kararlarıyla riskli alan iptalleri de söz konusu oluyor. Riskli alanların iptal edilmesi durumunda, bu kararı temel alarak hazırlanan nazım ve uygulama imar planları dayanağını yitirmiş oluyor. Oysa rezerv yapı alanı tespiti için gözlemsel analiz dışında neredeyse hiçbir analiz gerekmiyor. Rezerv yapı alanı kararı almak, bir yeri rezerv yapı alanı olarak belirlemek bu belirsizliklerden hareketle oldukça kolaylaşmış oldu. Üstelik riskli alan ilanları Cumhurbaşkanı kararıyla gerçekleştiğinden Resmi Gazete’den takip edilebiliyorken, rezerv yapı alanı kararı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı’nın onayıyla gerçekleşiyor ve Resmi Gazete’de yayımlanmıyor. Kamuoyunun rezerv yapı alanlarını takip etmesi oldukça zor. Burada duralım ve değişikliğe ilişkin şu soruyu soralım: Rezerv yapı alanları riskli alan ilan edilen yerde yaşayanların nakledileceği alanlar ise, son değişikliğe bağlı olarak halihazırda yerleşim alanı olan alanların rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılmasıyla birlikte riskli alanlarda yaşayanlar nereye nakledilecek? Riskli alanlarda yaşayanlar rezerv yapı alanlarına nakledilecekse, halihazırda rezerv yapı alanlarında yaşayanlar ne olacak? Rezerv yapı alanları, riskli alanlarda yaşayanların nakledileceği alanlar olarak kurgulandığı için bir kira mekanizması işletilmeyecekti, bu da riskli alanlarda yapılmak istenen dönüşüm için kolaylık sağlayacaktı. Kağıt üstünde de olsa kurgu bu şekildeydi ama son değişiklik bu kurguyu da altüst etmiş oldu. Ayrıca özel mülk sahipleri olarak sizin kendi yaşadığınız alanın rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılmasını talep ettiğiniz bir durumda, yapılaşmaya esas toplam metrekarenin yüzde 30’unu Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’na devretmeniz gerekiyor. Kentsel Dönüşüm Başkanlığı, bu şekilde ve yasayla tanımlanan başka birçok yöntemle Türkiye’nin en büyük mülk sahibi haline gelmiş olacak. Buraya kadar saydıklarımızı birlikte düşündüğümüzde, bundan sonra rezerv yapı alanı kararlarında yoğun artışlar görülmesi yüksek bir olasılık haline geliyor. Ayrıca son değişiklikle birlikte rezerv yapı alanları da, riskli alanlar ve riskli yapılarda olduğu gibi yeni uygulamanın yapılabilmesi için elektrik, su ve doğalgaz kesintisi yapılabilecek alanlara eklendi. Bundan böyle kentsel dönüşümün çoğunlukla rezerv yapı alanları üzerinden yürütüleceğini işaret ediyor tüm bunlar. Esasen bugünlerde sıklıkla gündeme getirildiğinin aksine, değişiklik öncesinde de böyle uygulanıyordu bu madde. Bu söylediğiniz nerede ve nasıl uygulandı? Değişiklikten önce rezerv yapı alanları “yeni yerleşim alanı” diye değerlendiriliyordu. Yasa ve yönetmelik bu şekilde ifade ediyordu. Kamuoyu da bunu böyle tartışıyordu. Oysa bu tartışma sahadaki uygulamalara bakmadan yapıldığı için bazı gerçekleri ıskalıyor. Birlikte bakalım. İlk örneğimiz Beykoz’da Tokatköy Mahallesi. Bu mahallede bir alan bakanlık oluruyla Ekim 2019’da rezerv yapı alanı olarak kararlaştırıldı. Bakanlığın imar planı raporunda açıkladığına göre bu alanda 2019 yılında 1715 kişi yaşıyordu. Yine bakanlık verilerine göre, “yeni yerleşim alanı” olması gereken bu alanda halihazırda 239 bina ve bu binalarda 604’ü konut olmak üzere 665 bağımsız birim söz konusudur. Bütün bu verilere rağmen, üzerinde yapılaşma olan bir yerleşim yeri nasıl oldu da rezerv yapı alanı ilan edildi? Çünkü bu yapıların bulunduğu parsellerin mülkiyeti Beykoz Belediyesi’ne ve Hazine’ye ait. Öyleyse rezerv yapı alanı kararı alınırken, gecekonduların bulunduğu alanlar, üzerinde yerleşim olmayan “yeni yerleşim alanları” olarak değerlendirilmiş olmalı. Fakat rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan örnekleri inceledikçe meselenin bunu da aşan bir tarafı olduğunu görüyoruz. Örneğin, riskli alan ilan edilen, riskli alan ilanının mahkeme kararıyla iptalinden sonra rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan Fikirtepe’de alandaki toplam mülkiyetin yüzde 80 civarı özel mülkiyetten oluşuyor ve bu alanda on binlerce insanın yaşadığı binlerce yapı bulunuyor. Yani esasen bu yasa değişikliğinden önce de, halihazırda yerleşim alanı olan yerler rezerv yapı alanı olarak bakanlık tarafından kararlaştırılabiliyordu. Son değişiklikle buna yasal bir altyapı oluşturuldu. Bu tartışmanın rezerv yapı alanlarında yoğunlaşmasının en temel sebebi, son değişiklikle artık yasal altyapısı oluşturulmuş şekliyle ama olanca muğlaklığıyla rezerv yapı alanı kategorisinin kentin tümüne uygulanabilir kılınması, 6306 kapsamındaki çeşitli uygulamalara (kentsel dönüşüm, salt çoğunluk, elektrik, su, doğalgaz kesintisi vs.) dahil edilmesidir. Bu değişikliğin esas gerekçesi riskli alan ilanları ve detaylarıyla uğraşmak yerine, tespit kriterleri oldukça gözlemsel olan, bilimsel bir tespiti içermesine ihtiyaç duyulmayan rezerv yapı alanı kararıyla yapılmak istenen işlemlerin karşılaşacağı olası engeller azaltılmış oluyor. Riskli alan ilanlarının mahkeme kararlarıyla iptal edildiği yerlerde bu kez rezerv alan kararıyla karşılaşıyor olmamız da bu yüzden. Yasada güçlendirmeye dair neler yer alıyor? Yasada ve uygulama yönetmeliğinde güçlendirme iki maddede bahis konusu. Sadece bu tutum dahi yasanın afet riskine bakış açısını ortaya koymaya yetiyor. Riskli alanlarda ya da rezerv yapı alanlarında yer alan yapılar için güçlendirme söz konusu değil. Sadece riskli yapılar için konuşabiliriz. Şöyle diyelim, riskli olduğu tespit edilen yapınız yıkıldıktan sonra yeni yapı için onay süreçlerinde salt çoğunluk yeterliyken, yasa ve yönetmelikte yer alan hükümlere göre güçlendirme için hak sahiplerinin Kat Mülkiyeti Kanunu’na referansla 5’te 4 onayı isteniyor. Oysa her an gerçekleşebileceği düşünülen bir afete karşı “güçlendirme”, deprem riskinin hızla bertarafı düşünüldüğünde oldukça önemli bir seçenek. Elbette, bunu güçlendirmenin, binanın yıkılıp yeniden yapılmasından yüzde 60 daha az maliyetli olduğu durumlar için söylüyorum. Nitekim 6 Şubat depremlerinden sonra, doğru güçlendirme tekniği kullanılan yapıların ayakta kaldığı görüldü. Yasa buna rağmen son değişiklikte bu durumu gözetmedi. Bir binayı yıktığınızda, yeniden benzer yapılaşma koşullarını sağlayamadığınız durumda da güçlendirme düşünülebilir. Peki ya kiracılar bu süreçte ne yaşıyor? Mülk sahiplerinin yaşadıklarını konuştuk hep. Mülk sahipliği hep korunaklı bir alan gibi görülürdü, oysa bu yasa “afet riski” gerekçesiyle mülk sahipliğini de bu korunaklı alandan çıkartıyor. Kiracıların hak sahipliği ise, çok daha geride bir yerde konumlanıyor. Riskli yapı tespit edilen yerlerde mülk sahiplerine 18 ay boyunca aylık ödeme yapılırken, riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarında mülk sahiplerine 48 ay süreyle kira yardımı yapılıyor. Aylık ödemeler illere göre değişiklik gösteriyor ama 1 Nisan 2023 itibariyle İstanbul’da mülk sahiplerine bakanlık tarafından yapılan kira yardımı aylık 3500 TL. Kiracılara yapılan ödeme ise tek seferliğine ve yine illere göre değişmekle birlikte bu tutarın 2 katı kadar. 1 Nisan 2023 itibariyle İstanbul’da kiracılara yapılan yardım tek seferlik ve 7000 TL’dir. Yasa ve yönetmelik, bir yıl ve üzeri kira sözleşmesi sahiplerine, yeni uygulamada ortaya çıkacak konut sayısına göre konut teklif edilebileceğini, borçlandırma ya da kredi verme suretiyle bunun yapılabileceğini söylüyor. Bir yandan ise son değişiklikle gelen şöyle bir tuhaflık söz konusu. Salt çoğunluğun içinde ve dönüşüme onay veren taraftasınız diyelim, hak sahibisiniz ancak dönüşüm sonrası gerçekleştirilecek uygulamadan teklif edilen konutu alabilecek durumda değilsiniz. Değişiklikle gelen maddeye göre, 775 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca dar gelirli veya yoksul kabul edilirseniz ve üzerinize kayıtlı başka bir konut yok ise, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’yla paylı mülkiyetin bulunduğu alanlarda başkanlık bu konutu alıyor, size ya da eşinize alamadığınız ve sizin olamayan o konutta Medeni Kanun’a referansla oturma hakkı veriyor. Özel mülkiyetiniz ortadan kalktı ve siz artık miras bırakamayacağınız bir oturma hakkına (!) sahipsiniz. Yasadaki son değişikliklerinin tümünü değerlendirdiğinizde sizce en önemli hususlar neler? Son değişiklikler bir bütün olarak çok önemli değişiklikler ama ben özellikle rezerv yapı alanının tanımsal değişikliğini ve 3’te 2’nin salt çoğunluk olarak değiştirilmesine dair değişiklikleri yaratacağı etkiler bakımından son derece önemli buluyorum. Bundan sonra kentsel dönüşümde riskli alan ilanlarından daha çok rezerv yapı alanı kararlarıyla ilerleneceğini düşünüyorum. Riskli alan ilanlarına göre tespit edilme kriterleri oldukça kolay çünkü neredeyse hiçbir kriteri yok. Riskli alanlarda kentsel dönüşüme dair yasanın tanımladığı uygulama süreçlerinin neredeyse tamamı rezerv yapı alanlarında da uygulanabilir hale geldi üstelik. Salt çoğunluk değişikliğinin önemi ise kentsel dönüşümün daha düşük bir onay mekanizmasıyla gerçekleştirilmesi. Detaylandırayım. Son değişiklik öncesinde riskli yapılarda, riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında yapılacak yeni uygulamalar için arsa payı bakımından 3’te 2 çoğunluğun onayı gerekiyordu. Kamu idareleri 3’te 2’yi sağlamak için bir miktar da olsa taviz veriyor, yeni projeyi o alanda yaşayanların beklentisine göre bir miktar da olsa şekillendirmek durumunda kalıyordu. 7 Kasım 2023 tarihli değişiklik ile artık 3’te 2 çoğunluk değil salt çoğunluğa yani arsa payı bakımından yüzde 50 artı 1’e ihtiyaç var. Değişiklik öncesinde 3’te 2’nin kararıyla, bu karara katılmayan 3’te 1’in mülkiyet hakkı kullanımının tümüyle ortadan kalkmasına varabilen bir süreç işleyebiliyordu. Artık riskli alanlarda, riskli yapılarda ve rezerv yapı alanlarında bu durum arsa payında erişilen salt çoğunlukla ortaya çıkacak. Bu değişikliği olumlu bulanlar Beykoz Tokatköy’de, Okmeydanı Fetihtepe’de ya da Üsküdar Kirazlıtepe’de ve daha birçok alanda yaşananlara bakmalılar. Değişiklikte deprem bölgesini içeren çeşitli düzenlemeler mevcut. Bu değişiklikler için neler söylersiniz? 7 Kasım 2023 tarihli torba yasayla 6306 sayılı yasa değiştirilirken, idari yargılamaya ilişkin mevzuatta da deprem bölgesiyle sınırlı olmak üzere çeşitli değişiklikler yapıldı. Hasar tespit süreçlerine dair davalar özelinde, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda bazı değişiklikler söz konusu. Dava süreçlerinde yer alan cevaba cevap ya da savunmaya cevap faslı kaldırıldı, keşif ve bilirkişi raporlarına dair süreler kısaltıldı ve mahkemelerin bu işlemleri takiben 15 gün içinde davaları sonuçlandırması gerektiği düzenlendi. İstinaf aşamasında kararların iki ay içinde verilmesine dair madde düzenlendi. Bu gibi çeşitli detaylarda düzenlemeler var. Deprem bölgesinde hasar tespitlerine dair mahkeme süreçlerini hızlandırmak, yaşamı böylesi bir afetle altüst olmuş hak sahiplerinin işini daha da zorlaştırmak demek. Esas öncelik kalıcı konutlar yapılmadan evvel geçici konutların nitelikli, sağlıklı ve yaşanabilir bir çevrede ikame edilmesi olmalı. Afet sonrası süreçteyiz ama ihtiyaç duyulan gıda, giysi, geçici barınma meseleleri afetin hemen sonrasındaymış gibi sürüyor. Henüz gündelik hayat olağana yakın bir nitelik kazanmış değil ve üstelik önümüz kış. Bunca meselenin yanında göç edenlerin ya da hala deprem bölgesinde yaşayanların kanunla tariflenen süreçleri, tariflenen sürelerde takip etmeleri çok zor. Antakya’da 6306 sayılı yasa kapsamında kentsel sit alanı riskli alan ilan edilmişti, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonraki uygulamaların neler olacağını düşünüyorsunuz? 6306’da korunacak tarihi yapıların bulunduğu alanlara ilişkin sadece bir hüküm var, o da sit alanlarında yapılacak uygulamalarda Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan sadece görüş alınacağını bildiren bir hüküm. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan alınacak görüş “uygun görüş” olmak zorunda da değil üstelik. Ama Antakya’da süreç biraz farklı işliyor. Antakya’da tescilli ve tarihi yapıların yoğunlaştığı kentsel sit alanı “riskli alan” ilan edilmişti. Riskli alan ilanıyla birlikte bu alanda planlama yetkisi dahil birçok yetki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na geçti. Fakat bir protokol yapıldı ve Kültür ve Turizm Bakanlığı bu alanda yapılacak işlemlere dair yetkiyi kendisi kullanacak. Henüz kamuoyuna resmen açıklanmış, hükümleri netleşmiş bir koruma amaçlı imar planı söz konusu değil ancak hazırlanmakta olduğunu biliyoruz. Burada Hatay Büyükşehir Belediyesi ve Antakya Belediyesi’nin sürece ne kadar dahil olduğunu ya da edildiğini bilmiyoruz. Hatay’daki sivil toplum kuruluşları bu sürece etki etmeye çalışıyor ancak bunun ne düzeyde gerçekleştiği tartışmalı. Saydığım kurumlar ve kesimler dahil edilmeden plan kararlarına yansıyacak nasıl bir analiz süreci işletildi, göreceğiz. Tescilli ya da tescilli olmasa da Antakya’nın o eşsiz kent dokusunu oluşturan avlulu evlerin, hanların yıkım süreçleri de tartışmalı. Az evvel bahsettiğim imar planları kamuoyuna açıklanınca 6306’nın hangi düzeyde plana etki ettiğini görmüş olacağız. Geçtiğimiz hafta Hatay Barosu Çevre ve Kent Hukuki Komisyonu Başkanı Avukat Ecevit Alkan’ın paylaştığı belgelerden Defne ve Antakya’da bir de rezerv yapı alanı kararı alındığını görüyoruz. Bu kararı siz nasıl yorumluyorsunuz? Ecevit Bey’in paylaşımında yer alan belgede 13 Kasım 2023 tarihli Bakanlık oluruyla Antakya ve Defne’de toplam 207,35 hektarlık bir alanın rezerv yapı alanı olarak kararlaştırıldığını kararlaştırılan alanın krokisiyle birlikte gördüm. Gördüğümüz gibi, bir şekilde meseleyi takip edenlerin bilgiye ulaşmasıyla rezerv yapı alanı kararından haberdar oluyoruz. Bakanlık kurumsal olarak açıklamadığı için kamuoyunun doğrudan öğrenebilmesi ve takip edebilmesi mümkün değil. Bakanlık bu kararları kamuoyuna açık şekilde duyurmalı ve ilan etmeli. Bunun dışında, açıkçası son değişiklikten önce deprem bölgesinde çoğunlukla 6A maddesinin uygulanacağını düşünüyordum. Nitekim deprem bölgesinde çeşitli kentlerde uygulandı da. Ancak son değişiklikle birlikte rezerv yapı alanı kararı kamu idareleri bakımından oldukça işlevsel hale gelmiş durumda. Antakya’da rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alan çoğunlukla özel mülkiyete tabi ve imar planlarına göre konut adalarının depremden önce fiziksel olarak oluştuğu, parselasyon planlarının bulunduğu bir alan. Yani, burada zemin yapısı ve diğer parametrelerin uygun olduğu bir durumda, halihazırda bu parsellerde imar planlarına göre yeniden yapılaşma mümkündü. Bakanlık bunun yerine rezerv yapı alanı kararına yöneldi. Böylelikle bu alanda yetki artık yerel yönetimlerde değil, doğrudan bakanlıkta. Bu yasanın ortaya çıktığı günden beri Bakanlık, Türkiye’deki tüm kentsel dönüşüm süreçlerinde merkezi karar ve yürütme organı niteliğini elde etmiş durumda ve rezerv yapı alanı ilan edilen bu alanda da Bakanlık kentsel dönüşümü 6306’nın sunduğu olanaklarla uygulamak istiyor. Yasaya göre riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında yapılacak yeni uygulama için yapılar yıktırılmadan önce ve salt çoğunlukla karar alınması gerekiyor. Rezerv yapı alanı olarak kararlaştırılan alanda, binalar çok büyük oranda yıkılmış durumda. Bakanlığın salt çoğunluğu değil, burada yapılacak yeni uygulama için arsa payı ya da kiracılık üzerinden hak sahiplerinin tümünün onayını alması gerekiyor. Hak sahiplerinin de yaşam alanlarına dönük bütün talepleri referans alarak imar adalarında kooperatifler, mahalle ölçeğinde dernekler kurarak örgütlenmesi gerekiyor. Rezerv yapı alanı kararına bağlı sürdürülecek işlemlerde, örneğin yapılacak yeni uygulamalarda inşa sürecini de tek elden yürütebilmek için ya da hazırlanacak imar planlarının doğrudan takibi için böylesi bir birlikteliğe ihtiyaç var. Depremden sonraki koşullar nedeniyle bunu sağlamak çok zor ama bu deprem bölgesiyle dayanışma içinde olanların öncelik vermesi gereken bir durum. Burada oluşturulacak konutlar kimler için oluşturulacak, bu alandaki hak sahipleri için mi? Rezerv yapı alanı ilan edilen alanda zemin yapısı, en zayıf ve zayıf zemin alanlarının bulunduğu alanlar olarak analiz edilmiş. AFAD ve Hatay Valiliği’nin 2021 yılında yayımladığı İRAP Raporu’nda bu zeminler için “olası bir depremde, zemin büyütmesi, sıvılaşma, kopma, oturma ve heyelanlara bağlı şiddetin en çok hissedileceği zeminlerdir. Ne yazık ki bugün şehrin büyük bir bölümü bu zeminler üzerinde yer alır” deniliyor. Rezerv yapı alanının bir kısmında bazı planlama, tasarım ve mimarlık büroları Türkiye Tasarım Vakfı (TTV) koordinasyonuyla çeşitli çalışmalar sürdürüyor. Bu çalışmalar hangi imar planlarına göre, hangi plan kararlarına göre sürdürülüyor? Doğrudan avan proje ya da vaziyet planı mı çalışılıyor? Hangi analizlere göre bu tasarımlar yapılıyor? Depremden sonra İstanbul’a, Ankara’ya, Antalya’ya, Adana’ya, Mersin’e taşınan Antakyalılar bu sürecin neresinde? TTV’nin Hatay’da ve Adıyaman’da yürüttüğü süreci bu gerekçelerle doğru bulmuyorum. Öncelikli olanın nitelikli mimarlık olduğunu düşünmüyorum. Öncelikli olan hak sahipliğinin ölçütlerinin, imar planlarıyla oluşturulacak bütün standartların, hazırlanacak planların deprem öncesinde burada yaşayan kiracıları da gözetecek şekilde depremden öncesiyle başlatılarak deprem sonrasının da sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel analizlerini öncelikli kılacak şekilde ele alınması. Burada yapılacak çalışmalarda şu gerçeğin daima akılda tutulması gerekiyor: Antakya’yı özellikli kılan sadece tarihsel yapıları değil, toplumsal ilişkileri ve kültürel yapısı. Bunlara dair analizleri içermeden, burada yer alan STK’ları ve meslek odalarını tüm aşamalara dahil etmeden yapılacak çalışmalardan, hazırlanacak planlardan toplumsal bir fayda elde etmek olası değil. Kanun düzenlemesinin reforma ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz? Devletin merkezi bir tutumla afet riskinin bertarafına dair tutum alması anlaşılır bir tutum. Fakat bunun afet riskiyle sürekli karşı karşıya olan ve risk azaltım süreçlerinde başarı sağlayan diğer ülkelerdeki gibi yerel yönetimleri, STK’ları, toplumu içeren şekilde sürdürülmesi, bu riskin ortadan kaldırılması için oldukça önemli. 6306 sayılı yasanın çizdiği şablon katılımcılığı, yereli ve toplumsalı içeren bir anlayıştan uzak. Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nın kurulmasıyla birlikte, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının dahliyle sürdürülmesi gereken afet riski azaltım süreci daha da merkezi bir tutumla ele alınır hale gelecek. Ayrıca, bu söyleşinin başında da belirttiğim gibi, afet riskinin söz konusu olduğu alanların rasyonel analizlere göre tespit edilmesi ve öncelikli alanlara göre bir uygulama takvimi oluşturulması gerekiyor. Kentsel dönüşümü tek çare olarak görmek ya da riskli yapıların yıkılmasıyla uygulamaya başlamak, bu süreci hem oldukça uzatıyor hem de çeşitli mağduriyetler yaratıyor. Oysa güçlendirmenin de ciddi bir seçenek olarak öne çıkartılması ve uygun yapılarda mutlaka güçlendirmenin teşvik edilmesi gerekiyor. İmar planları hazırlanırken halkın yüksek düzeyde katılımının sağlanması ve bu planların bakanlığın koordinasyonunda yerelin dinamiklerini daha iyi bilen ve halka doğrudan ulaşabilecek yerel yönetimlerce hazırlanması gerekiyor. Burada esaslı şart katılımın hakim kılınması olmalı. 6 Şubat depremlerinde ortaya çıkan yıkımın bir sürü nedeni var elbette ama en esaslılarından biri kentlerin yapılaşma karakteristiğini belirleyen planların deprem gerçeğini gözetmemiş olmaları. Türkiye’nin fay kuşaklarında yer alan şehirlerinde, yürürlükteki tüm imar planları deprem gerçeğini merkeze alarak bir an evvel yeniden değerlendirilmeli. Afet riskiyle mücadelenin önemli araçlarından biri bu tutum. Sadece 6306 değil, bütün bir imar mevzuatı kentlerimizi dirençli hale getirmek için yeniden ele alınmalı. Bizlerin ise bu taleplerin etrafında toplanan, örgütlenen toplumsal mekanizmalar oluşturmamız elzem. Meslek odalarının uzun zamandır süren edilgenliğinden kurtulması, 6306 uygulamalarına konu edilen mahallelerin yanında aktif konum alması gerekiyor.

  • Arsuz’da umut etmek, Antakya’yı özlemek

    Arsuz’la ilk 2000 yılında PTT Evleri dedikleri bir yerin yakınında bir ev almamızla tanıştım. Masmavi evlerin olduğu bir sitede 5 numaralı evin artık yazlık evimiz olduğunu söylediler. O zaman altı yedi yaşlarındaydım. Bahçeli, karşısında havuzu olan tanıdığım çoğu insanla ve beraber büyüdüğüm arkadaşlarımla paylaşacağım bir sitede zaman geçirme fikrinin beni ne kadar heyecanlandırdığını hala hatırlıyorum. O yıldan itibaren her yaz, annemin okuldaki işlerinin ve 28-29 Haziran’da Petrus ve Pavlus Bayramı’nın coşkulu kutlamalarının bitmesiyle karpuzumuzu bile alarak Arsuz’daki yazlık evimize taşınmaya başladık. Antakya’daki tüm düzen oraya kurulmuştu. Odalarımız, rutinlerimiz, arkadaşlarımız hepsi oradaydı. Hatta pazarları gittiğimiz kilise bile vardı. Oradaki cemaatle de Antakya’daki gibi ayinden sonra kilisenin bahçesinde kahveler içiliyordu. Aynı Antakya’daki kilise gibi tanıdık yüzler, bilindik sohbetler. Tek fark daha yazlık kıyafetlerle sıcaktan yakınmalar ekleniyordu o sohbetlere. Her şey Antakya’nın yazlık haliydi. Çarşısı, yemek yenen yerleri, insanları… En yakın hastanenin bile bir saat mesafede olduğu bu küçük yazlık evde çok güzel zamanlar geçiriyordum. Haziran ayında heyecanla yazlık hazırlığı yapıp Eylül ayında ağlayarak dönüyordum. Ancak Antakya’ya döndüğümde hemen o ağlayan, Arsuz’u özleyecek çocuk gidiyordu. Bu sefer Antakya’da olmanın heyecanı başlıyordu. Antakya’daki arkadaşlarım, rutinlerim, okul arkadaşlarım derken, Arsuz günler içinde siliniyordu kafamdan. Yıllar geçtikçe Arsuz’da geçirdiğim süre azalsa da her yaz mutlaka Arsuz’da oluyordum. Ancak yaptığımız etkinlikler zamanla değişti. Arkadaşlarımızla çocuk oyunları oynamaktan, Arsuz’un kasabasına gitmek, gece eğlence mekanlarında sabahlamak, denize gitmek gibi daha genç aktiviteler yapmaya başladık. Antakya kadar güvenli ve tanıdıktı nasıl olsa ve yazın verdiği rahatlıkla da daha da özgürdüm. Arsuz’da saatler sanki yaz ve kış saati geçişi yapar gibi akardı. Her şey, gerçekten yazın tadını çıkarmanın en iyi yolu gibiydi. Ankara’da yaşamaya başladıktan sonra da Arsuz, dilimden ve hayatımdan hiç çıkmadı. Kışın herkes birbirine Arsuz’a ne zaman geleceğini sormaya başlardı. Herkesin tek sorusu, "Bu sene ne zaman Arsuz’a geleceksin?" olurdu. Ankara’dan Arsuz’a gitmek bazen zahmetli gelebilirdi, ancak söylenerek gittiğim yıllarda bile dönüşte veda etmek çok zor geliyordu. Depremden tam yedi ay sonra yine Arsuz’daydım. Yazlık evimde… Bu sefer her şey çok buruktu. İnsanlar eksik, sohbetler eksik olan insanların bıraktığı acıyla buruk, kilise bile orada değildi. Herkes elinde kalan tek yere sığınmış gibiydi, yani yazlık evlerine. Antakya’nın küçük yavrusu, ailelerin yazlık evleri artık yaz neşesini değil, depremin yasını taşıyordu. O küçük kasaba şimdi sırtında onca yükle kocaman bir yere dönmüştü. İnsanlar hayatta kalan tüm aile fertleriyle aynı evlerin içinde yaşamaya başlamışlar. Herkesin hayatı düzeni o kadar değişmiş ki, her şey normal gibi görünse de orayı o insanları bilen biri olarak herkesin ne kadar zorlandığını görebildim. Herkesin gülümsemesi eksilmiş, tek tesellileri Arsuz’da olmak olmuştu. Arsuz’a dükkan açan Antakyalı esnaflardan bahsederken gerçekten gülümsüyordu insanlar; işte o zaman Antakya’ya duyulan özlemi daha da iyi gördüm. Bir komşum Arsuz’un içi aynı çarşı oldu, "bi git gör" dedi, o an benim boğazım düğümlenirken onun gözleri parladı. Depremin etkileri hala devam ediyor. Bunu en net olarak yaptığım sohbetlerde gördüm. Tüm konuşmalar depreme bağlanıyor, o an herkes uzaklara dalıyor. İnsanlar uzaklara dalarken aklımdan "Kaç sene sonra dönebileceğiz? Bu belirsiz süre ne zaman bitecek? Antakya eski haline dönecek mi?" gibi cevapsız tonlarca soruyla devam ediyor gün. En zoru ise orada ailelerini kaybetmiş insanlarla karşılaşmak. Asıl o zaman o özlemin kokusu geliyor. Düzgün veda edilmeden giden kocaman bir şehrin ve yanında aldığı tüm insanların, anıların yası o kasabayı özlem kokutuyor. O özlem bile tanıdık bir his getiriyor orada. Antakya’nın bir küçüğü Arsuz, herkese tanıdık geliyor. Aslında başka şehirlerde olmayan o tanıdıklığı görmek, insanlara iyi geliyor. Zaten herkes tam da bu nedenle Arsuz’a dönmüş. Başka şehirlerde kısa süre kalan insanlar, kimse kimseye hal hatır bile sormuyor, tanıdık bir yüz bile yok kalamadık döndük en azından kahvemizi komşumuzla içiyoruz diyorlar. Bir yandan da Antakya’nın durumu kimsenin aklından çıkmıyor. Önümüzde uzun bir süreç var ama başka yerde yapamayız, yapamadık diyorlar. Yıllar sonra dönebileceğiz maalesef Antakya’ya bu durumun bilincinde olmak, kabullenmek yerine daha da büyük bir özlem getiriyor. Arsuz’da geçirdiğim zamanda ben de hep Antakya’yı özledim. İnsanlarla tesadüfen Saray Caddesi’nde karşılaşmayı, kilisenin bahçesinde kahve içerken insanları görmeyi, gülmeyi, şehirde olan son olayların özetini almayı, oradan çıkıp teyzemlerin dükkanında iyi kaynamış Antakya kahvesi içmeyi, oradan ani bir planla eski Antakya sokaklarında bu sefer iyi kaynamış süvari kahve içmeyi, gittiğim her yerde tanıdık görmeyi ve o insanların iyi olduğunu bilmeyi özledim. Şehrin en tanıdık yer olmasını ve Ankara’da hiç hissetmediğim kadar güvende olmayı özledim. İnsanımı, şehrimi o tanıdık hissi özledim. Deprem sonrası Arsuz’da kaldığım günlerde en iyi anladığım şey şu oldu: Bizler, o topraklarda, o çoklu kültürün içinde, en iyi umut etmeyi öğrenmişiz. O yüzden tüm bu yoğun duygulara rağmen, inanıyorum ki kendi ellerimizle Antakya’yı yeniden kuracağız. Arsuz bizi o tanıdık hisle sarıp sarmalarken, biz yaralarımızı sarıp Antakya’ya yazın neşesini götüreceğiz. Mutlaka geri döneceğiz.

  • Hakikat ile Düş Arasında ‘Geri Dönmek’

    (burada doğduk, burada öleceğiz, geri döneceğiz..) Antakya’nın yaşadığı tarifsiz yıkımın ardından 9 ayı geride bıraktık. Şehir, yaralarını sarmak bir yana, depremin ilk anlarından daha kötü durumda. Bitmek tükenmek bilmeyen yıkımlar, kapanan yollar, çözül(e)meyen altyapı sorunları, toplama kampı hissi uyandıran konteyner kentler ve yüzlerce derme çatma iş yeri görüntüsüyle tüm zarafetini yitirmiş bir kentle baş başayız. Semalardan eksik olmayan toz bulutları, 6 Şubat gecesinin yarattığı hüzün gibi dolaşıyor üzerimizde. Enkaz kaldırma çalışmalarıyla kent merkezinde oluşan devasa boş alanlar, içimizde büyüyen boşluğu tariflercesine genişliyor. Bir insanın, belki de yaşamına sığdıramayacağı kadar sayıda trajik ölüm öyküsüne birkaç gün içinde tanık olmak ve bu öykülere eşini, dostunu, ailesini kurban vermek, Antakyalıların ruhunda onarılmaz gedikler açtı. Bu korkunç yük yetmiyormuş gibi, kadim kentin yok oluşuna tanıklık etmek gibi ağır bir hakikatin altında ezilen, eski neşesini yitirmiş bir toplum olarak yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Tüm bu olumsuzluğa rağmen, deprem sonrası yaşanan zorunlu göçün ana teması ‘geri dönüş’ olmuştu. Depremin hemen ardından yerel kaynaklara göre 1 milyon 700 binlik nüfusta 650 bini aşkın insan kenti terk etti.[1] Temel yaşamsal fonksiyonların bile sürdürülemediği kentten ilk haftada çıkanlardan biri de bendim. Ailemle Ankara’ya yaptığımız yolculuğun ardından, Antakya’dan ayrı kalmanın getirdiği suçluluk duygusu dayanılmaz bir hal aldı ve bizi bir hafta içinde geri dönüşe sürükledi. Henüz barınacak bir yere bile sahip değilken bir bilinmeze yapılan bu geri dönüş yolculuğunda elbette yalnız değildik. İlk şokun atlatılmasıyla beraber, daha çok genç nüfusun başını çektiği, kenti sahiplenme arzusunun kamçıladığı sınırlı bir geri dönüş hareketi yaşandı. Kalmakta ısrar etmek beraberinde sayısız olumsuzluğu getirecekti elbet. Zorlu hava şartlarında çadırda barınmak ve sayısı binleri bulan artçı depremlere alışmaya çalışmak, kısa sürede göç düşüncesini değişmez tartışma konumuz haline getirmişti. Afet koşullarına henüz yeni yeni alışmaya çalışırken 20 Şubat akşamı yaşanan 6.4’lük Hatay depremi ve onu takip eden 32 büyük artçı[2], dayanılmaz koşullara direnen binlerce insanı daha göç etmeye ikna etti. Gidenler, kente dair sevgilerini haykırmak adına yıkık duvarları geri dönüş sözleriyle süslediler. Basında yer alan haberler, yerel kaynakların açıklamaları ve sosyal medyanın gündemine oturan beyanlarla Antakyalıların kentlerine olan bağlılıkları tüm ülkenin dikkatini çekti. ‘Geri dönüş’ artık sadece gidenlerin değil, halihazırda farklı kentlerde yaşayan Antakyalıların da gündemi olmuştu. Belki de, şehrimizi kaybetmiş olmayı kabullenememenin bir dışavurumu olarak geri dönmeye ve kentimizi yeniden kurmaya odaklanmıştık. Lakin bunca zaman sonra gelinen noktada, tersine göç hayallerinin bulanıklaştığını görüyoruz. Dönmek isteyenlerden ziyade hiç gitmemiş olanların bile barınma sorunlarını kendi imkanlarıyla çözdüğü, maddi imkanı olmayanların insani koşullardan yoksun halde yaşamaya çalıştığı bir ortamda geri dönmek sahiden mümkün mü? Sebebi savaşlar, afetler veya ekonomik sorunlar da olsa göç olgusu, çoğunlukla kalıcı ve öğrenilen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Göç eden, gittiği yere tutunmaya çalıştıkça geldiği yerden uzaklaşıyor. Göç kararının doğası gereği, geldiği yerde yapamadığını/bulamadığını gittiği yerde yapma/bulma uğraşı, esasen kişinin geldiği yerden daimi kopuşunun temelini hazırlıyor. Kısmen başarılı olduğu düşünülen bir göç eylemi, hızlıca yakın çevre-aile-arkadaş üçgeninde örnek hale gelip çekici bir unsura dönüşüyor. Gidilen yerin imkanları, kısa süre içinde yeni insanların da göç kararını tetikliyor. Böylece, büyük göçlerin ardından düşük yoğunluklu da olsa göç olgusunun yıllar boyu sürebildiğini görüyoruz. Duygular çoğu zaman, yaşam koşullarına yenik düşüyor. Göç sonrası geri dönüşlerin kolay olamadığı hakikatinin de ötesinde, artık yüz binler için ne geri dönebilecekleri bir ev ne de geri dönebilecekleri bir iş kaldı. Şehir genelinde 90 bine yakın[3] bina yıkık veya ağır hasarlıyken, yerel ekonominin ana arterlerinden olan küçük sanayi sitesindeki 2 bin iş yerinin 1700’ü ağır hasar aldı[4]. Barınma sorunu olmayanlar için de caydırı birçok etken var: Çevre kirliliği insan sağlığını tehdit edecek boyutta, şebeke sularının kullanımı halen riskli, hiçbir hastanede tam teşekküllü sağlık hizmeti yok, çocuklar için güvenli oyun alanları yok, eğitim alanları güvensiz, sosyalleşme alanları kısıtlı, birçok bölgede kültür sanat faaliyetleri askıda, güvenli gıdaya erişim zor, iş imkanları sektörel bazda sınırlı, güvenli konut sayısı çok az, yeni imar planları belirsiz... Yazdıkça uzayıp giden bu şartlar altında, bir kenti çok sevmek geri dönmek için yeterli koşul olabilir mi gerçekten? Bu insani koşulların elbet bir gün normalleşeceğini düşünelim; Antakyalıların kent hafızasını oluşturan mekanlar aslına uygun inşa edilmeden, tarihe tanıklık etmiş caddeler korunmadan Antakya’da yaşama ısrarının bir kalıcılığı olur mu? Uzun Çarşı’nın, Saray Caddesi’nin, Kurtuluş’un, Kiliselerin, Habib-i Neccar’ın, Affan Sokakları’nın, Meclis binasının olmadığı bir Antakya, geri dönüşün simgesi olabilir mi? Resmi kurumların insafına bırakılamayacak kadar tarihi bir dönemecin eşiğindeyiz. Hiçbir ayrım gözetmeksizin, kentin çok kültürlü yapısına paralel örgütlenecek çalıştaylar/platformlar bize yol gösterebilir. Deprem riskinin her daim var olacağını bildiğimiz bu kentte yeniden inşanın bilimsel yükünü mimarların, mühendislerin ve şehir planlayıcılarının üstlendiği, sosyal-kültürel yükünü meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının ve elbette bu kente gönül vermiş bireylerin üstlendiği devasa bir düşünsel ortaklığın zorlanmasına mecburuz. Geri dönüş ihtimalini gerçek kılmak; Antakya’nın insanca yaşanılabilir bir kent olmasını ve çok kültürlü tarihi mirasın korunarak inşa edilmesini sağlamakla mümkün olacaktır. Sivil toplum olarak bu yönde bir basınç oluşturamazsak, kişiliğimizin yapı taşlarını oluşturan o eşsiz kent kültürü sadece bir hatıra olarak hafızamızda kalır. Antakya hiçbirimizin tanımadığı yeni bir kente dönüşebilir. Peki artık tanıyamadığımız bir kente dönmek, gerçekten geri dönmek midir? [1] Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş'tan canlı yayında çağrı: 700 bin kişi şehri terk etti, Hatay'a sahip çıkmamız lazım - Son Dakika [2] Hatay’da Meydana Gelen 6.4 Büyüklüğündeki Deprem Hk. Basın Bülteni-1 (afad.gov.tr) [3] Depremlerin vurduğu Hatay'da en ağır yıkım Antakya'da (aa.com.tr) [4] Hatay'da yan sanayi yok oldu: 2 bin işletmeden geriye 300'ü kaldı (gazeteduvar.com.tr)

  • Endangered Museums and Cultural Heritage: Gaza’s Heritage in the Rage of Bombardment

    Abed Khaled / AP Photo On October 19, Gaza bore witness to the shattering destruction of one of the world's oldest churches, intensifying our grave apprehensions about the ruthless erasure of Gaza's history and heritage. Amidst relentless bombardment, the city bleeds its historical and cultural essence, once a cradle of over eight civilizations—Pharaonic, Canaanite, Roman, Byzantine, and Islamic. This catastrophic loss stands as a harrowing testament to the brutal annihilation of invaluable human history and cultural legacy. The loss of Gaza's world oldest church intensified our concern for the erasure of its historical and tangible heritage amidst ongoing bombardment. This event not only led to the disheartening disappearance of centuries-old history and diversity but also raised our concern for the safety of other sites serving as gateways to numerous ancient and pre-modern civilizations. Gaza hosts significant historical monuments and museums portraying its history and heritage, endangered by artillery. In 2011, Gaza's Tell Umm-Amer and Anthedon Harbor (Gaza's Old Harbor) were recognized as World Heritage by UNESCO after the Palestinian Authority's request. "Across Gaza lie many historical sites, including 150 houses, 20 mosques, and three churches. There are found an old souq (souq) and a fountain (sabil)." (Al-Monitor, 2016) As the strip endures the continuing barrage of heavy bombardment since October 7, the uncertain condition of endangered museums has become a pressing concern. A day after the destruction of the ancient Greek Orthodox Church of St. Porphyrius, an emblem of 15 centuries of prayers, another tragedy befell the Rafah Museum- Gaza's Museum of Palestinian Heritage - now lying in ruins in Southern Gaza. Opened to visitors in December 2022, after 30 years of painstaking collection, the museum represents a Palestinian woman's dedication and cultural awareness. Suhayla Shahin, a Professor of Technology and Education, also in charge of the "Khawater" humanitarian initiative for Gaza's children, invested more than $60.000 in curating cultural and archaeological artifacts. Standing before the rubble and remnants of her museum, Shahin mourns the irretrievable loss of a significant portion of Gaza's cultural heritage. Her poignant expressions, shared via social media and news channels, echo the profound lamentation over the profound loss. Still optimistic, Shahin says, "Children of Gaza will rebuild it." "It hasn't been a year yet since the opening. The museum was not only nationally oriented but also had a universal message. I wanted to keep the generations connected to the history and culture of Gaza and Palestine, but the war destroyed it. They destroyed it. They targeted the museum. They're targeting our heritage." (Suhayla Shahin/ainkisar.ps, 2023) Suhayla Shahin. ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 Gaza’s Museum.ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 The Qasr al-Basha (Pasha Palace Museum; Radwan Castle and Napoleon's Fort), a historical public museum tracing its origins to the Mamluk period, is situated in al-Wehda Street in the Old City of Gaza, only ten minutes walk from al-Ahli Baptist Hospital and Church of St. Porphyruis. This 13th-century palace served as a residence for Mamluk and Ottoman governors, later used by Napoleon during the French campaign in the 19th century, operated as a girls' school in the 20th century, and ultimately was turned into a museum in the 21st century. Unfortunately, the museum has reported partial destruction caused by Israeli bombshells. It is not the first time al-Wehda Street, where the palace is located, has witnessed destruction. In May 2021, after an Israeli airstrike, the street lived a catastrophe (called the massacre of al-Wehda) left the city in sorrow, and Gazan saying: "the street has died." Now, after 44 days of bombardment, we learn that al-Wehda faced yet another leveling that eventually affected the museum. Qasr al-Basha (interior) - Ultra Palestine, 2022 A satellite image showing the level of destruction in Gaza. New York Times, November 20, 2023/Location of Qasr al-Basha In the wake of the current conflict, Khalid 'Azb expressed to al-Jazeera the sorrow felt by the damage inflicted upon the Gaza Strip's private museums. His message underscores the deep value Gazans place on their tangible heritage and awareness of the significance of its preservation. 'Azb elaborated on the substantial efforts undertaken by the Palestinians in establishing and maintaining different museums dedicated to safeguarding the strip's abundant material legacy. Notably, most of these museums are in Northern and Southern Gaza. After the distressing loss of significant archaeological and cultural heritage, serious concerns arise regarding the uncertain fate of these museums under siege and bombardment. Families in Gaza, such as al-Khudary, al-‘Aqqad, al-Shahwan, Abu Lehya, Abu Alian, and others showed remarkable efforts by establishing private home museums. These families expressed their concern about the imminent threat posed to Gaza's heritage to news channels even before the current conflict unfolded. Each museum acts as a custodian of heritage and embodies the memories and aspirations of its founders. Now, amid the ongoing turmoil, the vulnerability of these repositories accentuates the urgent need to safeguard these vital connections to the past and present. These museums remain poignant reminders of the foresightedness and dedication of Gazans in preserving their heritage in the face of adversity. In the challenging conditions of Gaza, a group of private museums stands as anchors of cultural resilience. Among these museums is Gaza's Museum or Mathaf- al-Funduq (The Hotel's Museum), established by Jawdat al-Khudari, a renowned Palestinian businessman. Within the confines of the al-Muthaf Hotel in Northern Gaza, this unique establishment not only harbors historical relics dating back to the Bronze Age (3500 BCE) but also fosters cultural events, engaging children and adults, painting a vibrant portrayal of the strip's rich heritage. Before the blockade, serving as a gateway for visitors, a guest could relish a stay at the hotel, savor cultural experiences at the restaurant, and embark on a historical tour at its museum. On November 3, the news reported severe impact due to Israeli strikes on al-Rasheed Street, described by Gazan as the strip’s most beautiful street, leaving us in the dark about the condition of the museum. Mathaf al-Funduq, Museum Hall, almathaf.ps Al-Rasheed Street before and after Israeli bombardment (2023), Khalil Hamra and Abed Khaled/AP Photos Nestled among olive trees in an old house at al-Qarara village in Khan Younes, Southern Gaza, Al-Qarara Cultural Museum (or Khan Younes Museum) reflects the creative efforts of artist couple Najla and Mohamed Abu Lehya. Housing artifacts of a six million years timespan, this museum put togehter the strip's history from the Canaanite period to the modern era. Beyond conserving relics, this museum fosters cultural craftsmanship. The museum comprises distinct rooms, each designated to a different theme. A unique room showcases cultural artifacts, including Palestinian embroidery and tools used by farmers and villagers throughout history. On November 2, Mohammad Nahla told us that the al-Qarara Museum was amongst the many cultural centers affected by the recent Israeli bombardment. Al-Qarara Museum, Cultural room, The Christian Science Monitor, 2021 In the heart of Khan Younes, Waleed al-'Aqqad has reverently preserved a five-millennia-long of Gaza's history at the Al-'Aqqad Cultural Center of Heritage Archeology. This collection of ancient and premodern antiquities, paintings, and cultural masterpieces is a testimony to the endurance of the Palestinian cultural heritage. As an anxious guardian of history, al-'Aqqad told al-Jazeera that he sleeps in the museum to safeguard a 35-year-old dream. We last heard about the museum on February 22, 2020, in al-Ayn news. Waleed al-‘Aqqad -Reuters/Ibraheem Abu Mustafa, 2016 Marwan al-Shahwan's Underground Museum in Khan Younes stands tall as a home of over 10,000 artifacts from several civilizations. In an interview with Al-Monitor, Al-Shawhan recalled his grandfather's dream of establishing a museum to narrate and preserve ‘the history of the people and the city.’ The dream became a reality after 30 years of journey. Unfortunately, recent attacks on Gaza have jeopardized the safety of Al-Shahwan's repository. The partial damage that affected this Gazan museum was last reported on October 21, 2023, by Khalid 'Azb to al-Jazeera. "I hope this museum will find a bigger home" Marwan Al-Shahwan, 2016. An angle of al-Shahwan Museum, Diya al-Kahlout, Al Jazeera, 2011 These private museums not only demonstrate a vision and commitment that subtly reflect Gazan’s resilience but also play a paramount role in protecting Gaza's cultural legacy. They echo the sentiments of their founders and their inherent significance. Unfortunately, many family-owned museums remain unfamiliar to the broader world. Most of the available material is in Arabic, limiting accessibility through popular search engines. Nevertheless, it is notable that each museum’s founders have taken the initiative to establish an engaging social media presence, ensuring interaction with those interested in their exhibits. Despite the thorough review of the list detailing the civilians killed by the Israeli bombardments provided by the Ministry of Health, the information about Suhyala Shahin, Jawdat al-Khudari, Najla and Mohamed Abu Lehya, Waleed Al-'Aqqad, and Marwan Al-Shahwan could not be confirmed. Their well-fair remains uncertain amidst the extensive airstrikes. Also, the current state of the mentioned museums, and others laying throughout Gaza from the North to the South, remains uncertain. Likewise, the level of harm inflicted upon historical landmarks such as the Roman Cemetery and the Byzantine Mosaic floor, which Salman al-Nabahin discovered on his farm and worked to preserve, remains unknown. As nations prioritize saving lives over buildings, it might be challenging, at this stage, to have a discussion on the tremendous loss of heritage infrastructure in Gaza. However, we need to draw the attention of the absent international organizations that are currently not actively involved in protecting these sites—concentrated in the Northern and Southern provinces, especially Khan Younes. In an opinion article published by Oxford University commenting on the invasion of Ukraine, Timothy Clack underlines that wars decimate people and identities by destroying cultural heritage. Clack asserts that wars typically launch systematic destruction of heritage that he calls 'culturicide.' According to the Hague Convention of 1954, cultural and historical heritage is a universal responsibility to protect. "Buildings whose main and effective purpose is to preserve or exhibit the movable cultural property defined in sub-paragraph (a) such as museums, large libraries and depositories of archives, and refuges intended to shelter, in the event of armed conflict." (The Hague Convention, 1/C, 1954.) Under the zenith of bombardment, the cultural and material heritage of a Mediterranean Palestinian city that is home to a diverse blend of ethnic and religious groups faces a grave threat. It is imperative to catalyze global action aimed at preventing such calamities and conserving the multifaceted and historically rich Gazan heritage. While calling the international communities' attention to Gaza's severely damaged urban infrastructure, there's a genuine concern that these crucially important private museums and several more might be buried in the haze of destruction and bombshells. November 9, 2023/Al Jazeera. (map modified and museums’ information added) ------- Abu Don, Mohammad. (May 17, 2020) Al-Qarara Museum in Gaza: A Heritage Shrine of the Strip's History. -Al-Sharq al-Awsat. https://aawsat.com/home/article/2289126/متحف-«القرارة»-في-غزة-مزار-تراثي-شاهد-على-تاريخ-القطاع AFP. (November 1, 2011) The Palestinian Authority Prepares a List of the Historical Sites to Include in World Heritage. France24. https://www.france24.com/ar/20111101-palestinians-archaeology-unesco-membership-twenty-historic-sites Ahmad, Eman. (February 22, 2020) Waleed al-Aqqad: Owner of the First Home-Based Museum Narrates the History of Five Civilizations. AlAaqyn News, https://al-ain.com/article/walid-akkad-individual-museum-civilizations-gaza Al-Sha'er, Hani. (December 18, 2018) A Gazan Couple Succeeds in Opening a Museum, Anadolu Agency. https://www.aa.com.tr/ar/التقارير/زوجان-في-غزة-ينجحان-في-افتتاح-متحف-تقرير/1340850 Al Jazeera Lab. (November 9, 2023) Israel's Attacks on Gaza: The Weapons and Scale of Destruction, Al Jazeera. https://www.aljazeera.com/news/longform/2023/11/9/israel-attacks-on-gaza-weapons-and-scale-of-destruction At al-Qarara Cultural Museum, You Find All Eras Took Palestine as Home. (January 16, 2018) Shabaq 24. https://sabq24.ps/post/14846/في-متحف-القرارة-الثقافي-ترى-كل-العصور-التي-وطئت-فلسطين Azb, Khaled. (October 17, 2023) Gaza: A Heritage Destroyed by War and Siege by Israel. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/opinions/2023/10/17/غزة-تراث-تدمره-الحرب-وتحاصره Clack, Timothy. Cultural Heritage on the Frontline: The Destruction of Peoples and Identities in War. Oxford News. https://www.ox.ac.uk/news/2022-10-04-cultural-heritage-frontline-destruction-peoples-and-identities-war Convention for the Protection of Cultural Property in the Event of Armed Conflict With Regulations for the Execution of the Convention. (May 14, 1954) UNESCO. https://en.unesco.org/sites/default/files/1954_Convention_EN_2020.pdf Dağlıoğlu, E. C. (2023, October 24). ‘İşgal bitmeden Filistinlilerin kültürel kimliğine yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz.’ Nehna. https://www.nehna.org/post/isgal-bitmeden-filistinlilerin-kulturel-kimligine-yonelik-sadece-kucuk-adimlar-atabiliriz El-Komi, Ahmed. (December 27, 2016) How One Gazan is Preserving Palestinian Heritage in His Basement. Al-Monitor. https://www.al-monitor.com/originals/2016/12/gaza-palestinian-heritage-museum-artifacts.html EuroNews. (December 10, 2021) Muthaf Waleed al-Aqqad in Preserves the History of the Country and its Jeopardized Artifacts in Gaza. Euronews. https://arabic.euronews.com/2021/12/10/watch-walid-al-aqqad-museum-gaza-preserves-country-s-history-lost-antiquities Fayyad, Ahmad. (October 10, 2009) A Palestinian Finds a Museum in Khan Younes. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/culture/2009/10/27/فلسطيني-يؤسس-متحفا-بخان-يونس Ibrahim, Amani. (October 19, 2023) People and Buildings: Three World Heritage Sites in Gaza, Did the Occupation Bombshell them? Bab Misr. https://www.babmsr.com/البشر-والحجر-3-مواقع-تراث-عالمي-في-غزة-ه/ Mansour, Nahed. (January 21, 2023) A Palestinian Woman Takes Upon Her Establishing the First Cultural Museum. Alghad. https://www.alghad.tv/سيدة-فلسطينية-تنشئ-أول-متحف-للتراث-على/ McKeran, Bethsn. (September 1, 2023) 'We Can't Take Any of This for Franted': Gaza's Fight to Keep its Treasures Safe at Home. The Guardian. https://www.theguardian.com/world/2023/sep/03/its-heartbreaking-our-heritage-is-being-stolen-gazas-fight-to-keep-its-treasures-safe-at-home Nahla, Mohammad. (November 2, 2023) Israel Bombardment Destroys the Cultural Centers in Gaza Strip. Mada al-Balad. https://www.elbalad.news/5984269 Namey, Isra (September 14, 201) In Gaza, a Museum Filled with History 'Picked Up' Along the Way. The Christian Science Monitor. https://www.csmonitor.com/World/Middle-East/2021/0914/In-Gaza-a-museum-filled-with-history-picked-up-along-the-way Qasr al-Basha from a Historical Monument to a Museum. PLO: Ministry of Tourism and Antiquity. https://www.mota.ps/arabic/?p=1012 Solomon, Tessa, Excavation of Roman Cemetery Reveals Coffins Craved with Images of Grapes and Dolphins. ArtNews. https://www.artnews.com/art-news/news/excavation-roman-cemetery-reveals-coffins-gaza-city-1234680497/ This is My Story: Marwan Al-Shahwan: an Artifacts Collector. Al Jazeera. https://www.youtube.com/watch?v=jPfVymoabro Yaghi, Amjad. (January 25, 2023) Suhayla Shahin Establishes a Museum of Palestinian Heritage in Rafah. Alharabi al-Jadeed. https://www.alaraby.co.uk/society/سهيلة-شاهين-تؤسس-متحف-التراث-الفلسطيني-في-رفح

  • Tehlike Altındaki Müzeler ve Kültürel Miras: Bombardımanın altında kalan Gazze'nin Mirası

    Abed Khaled / AP Photo 19 Ekim'de, Gazze dünyanın en eski kiliselerinden birinin yerle bir edilmesine tanıklık etti ve Gazze'nin tarihinin ve mirasının acımasızca silinmesine ilişkin ciddi endişelerimizi artırdı. Acımasız bombardımanın ortasında, bir zamanlar aralarında Firavun, Kenan, Roma, Bizans ve İslam medeniyetlerinin de bulunduğu sekizden fazla medeniyetin bir zamanlar beşiği olan şehir, tarihi ve kültürel özünü kaybediyor. Bu feci kayıp, paha biçilmez insanlık tarihinin ve kültürel mirasın acımasızca yok edilmesinin üzücü bir kanıtı olarak duruyor. Gazze'nin en eski kiliselerinden birinin kaybı, devam eden bombardımanlar sırasında tarihi ve somut mirasın silinmesine yönelik endişelerimizi yoğunlaştırdı. Bu olay sadece asırlık tarihin ve çeşitliliğin üzücü yok oluşunun sebep olmakla kalmadı, aynı zamanda çok sayıda kadim ve modernite öncesi medeniyete açılan kapıların güvenliği konusundaki kaygıları büyüttü. Gazze, bölgenin tarihini ve mirasını yansıtan ve bombardıman nedeniyle tehlike altında olan önemli tarihi anıtlara ve müzelere ev sahipliği yapıyor. Gazze'deki Tell Umm-Amer ve Anthedon Limanı (Gazze'nin Eski Limanı) 2011 yılında Filistin Yönetimi'nin talebi üzerine UNESCO tarafından Dünya Mirası olarak kabul edilmişti. "Gazze'de 150 ev, 20 cami ve üç kilise dahil olmak üzere birçok tarihi yer bulunuyor. Ayrıca eski bir çarşı (souq) ve bir çeşme (sabil) var." (Al-Monitor, 2016.) Gazze Şeridi, 7 Ekim'den bu yana devam eden ağır bombardımana maruz kalırken, tehlike altındaki müzelerin belirsiz durumu yakıcı bir aciliyet haline geldi. 15 asırdır duaların simgesi Aziz Borfiryus Rum Ortodoks Kilisesi'nin yıkılmasından bir gün sonra, Refah Müzesi -Gazze'nin Filistin Mirası Müzesi- de Güney Gazze'de harabeye döndü. Aralık 2022'de 30 yıldır itinayla bir araya getirilen bir koleksiyonla ziyarete açılan müze, Filistinli bir kadının adanmışlığını ve kültürel farkındalığını temsil ediyordu. Teknoloji ve eğitim profesörü ve Gazze'deki çocuklara yönelik 'Khawater' insani yardım girişiminin yöneticisi Suhayla Shahin, kültürel ve arkeolojik eserlerin küratörlüğüne 60 bin dolardan fazla yatırım yaptı. Müzesinin enkazı ve kalıntıları önünde duran Shahin, Gazze'nin kültürel mirasının önemli bir kısmının telafi edilemez kaybının yasını tutuyor. Sosyal medya ve haber kanalları aracılığıyla paylaşılan dokunaklı ifadeleri, derin kayıp karşısında duyulan derin ağıtı yansıtıyor. Yine de iyimser bir şekilde "Gazze'nin çocukları onu yeniden inşa edecek" diyor: "Açılışın üzerinden henüz bir yıl bile geçmedi. Müze sadece ulusal olana odaklanmıyordu, aynı zamanda evrensel bir mesajı vardı. Nesilleri Gazze ve Filistin'in tarihi ve kültürüyle bağlantılı tutmak istedim ama savaş bunu yok etti. Yok ettiler. Müzeyi hedef aldılar. Mirasımızı hedef alıyorlar." (Suhayla Shahin/ainkisar.ps, 2023) Suhayla Shahin, ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 Refah Müzesi, ainkisar.ps/Abdulla al-Attar, 2023 Kökeni Memlük dönemine kadar uzanan tarihi bir kamu müzesi olan Qasr al-Basha (Paşa Sarayı Müzesi, Radwan Kalesi ve Napolyon'un Kalesi), Gazze'nin Eski Şehri'ndeki el-Wehda Caddesi'nde, el-Ahli Baptist Hastanesi ve Aziz Borfiryus Kilisesi'ne sadece on dakikalık yürüme mesafesinde yer alıyor. 13. yüzyıldan kalma bu saray, Memlük ve Osmanlı valilerinin ikametgahı olarak hizmet vermiş, daha sonra 19. yüzyıldaki Fransız seferi sırasında Napolyon tarafından kullanılmış. 20. yüzyılda kız okulu olarak faaliyet gösteren saray, nihayetinde 21. yüzyılda müzeye dönüştürülmüş. Ne yazık ki müze, İsrail bombalarının neden olduğu kısmi bir yıkıma maruz kaldı. Sarayın bulunduğu el-Wehda Caddesi ilk kez bir yıkıma tanık olmuyor. Mayıs 2021'de İsrail'in hava saldırısının ardından cadde, şehri kahreden ve Gazzelilerin "cadde öldü" dediği bir felaket (el-Wehda katliamı olarak anılıyor) yaşamıştı. Şimdi, bombardımanın başlamasından 44 gün sonra, el-Wehda'nın müzeyi de etkileyen bir başka yıkımla karşı karşıya kaldığını öğreniyoruz. Qasr al-Basha (iç mekan) - Ultra Palestine, 2022 Gazze'deki yıkım seviyesini gösteren bir uydu görüntüsü. New York Times, 20 Kasım 2023/Qasr al-Basha Khalid 'Azb, mevcut çatışmaların ardından Gazze Şeridi'ndeki özel müzelerin gördüğü zarardan duyduğu üzüntüyü Al Jazeera'ya anlattı. 'Azb'ın mesajı, Gazzelilerin somut miraslarına verdikleri derin değerin ve bunların korunmasının öneminin farkında olduklarının altını çiziyor. 'Azb, Filistinlilerin, Gazze Şeridi'nin zengin maddi mirasını korumaya adanmış farklı müzeler kurmak ve sürdürmek için gösterdikleri önemli çabalara değiniyor. Bu müzelerin çoğunun Dikkat çekici bir şekilde, bu müzelerin çoğu Kuzey ve Güney Gazze'de yer alıyor. Önemli arkeolojik ve kültürel mirasın ıstıraplı kaybının ardından, kuşatma ve bombardıman altındaki bu müzelerin belirsiz kaderi ciddi endişelere yol açtı. Gazze'deki al-Khudary, al-'Aqqad, al-Shahwan, Abu Lehya, Abu Alian ve diğerleri gibi aileler, özel ev müzeleri kurarak dikkat çekici bir çaba ortaya koymuşlardı. Bu aileler, Gazze'nin mirasına yönelik gerçekleşmesi muhtemel tehdide dair endişelerini mevcut çatışma ortaya çıkmadan önce bile medyada dile getirmişlerdi. Bu müzelerin her biri, mirasın koruyucusu olarak var oluyor ve kurucularının anılarını ve özlemlerini somutlaştırıyor. Şimdi, devam eden krizin ortasında, bu zengin kaynakların savunmasızlığı, geçmiş ve bugünle kurulan bu hayati bağlantıların korunmasının aciliyetini önemle vurguluyor. Bu müzeler, Gazzelilerin ileri görüşlülüğünün ve zorluklar karşısında miraslarını koruma konusundaki kararlılıklarının dokunaklı andaçları olmaya devam ediyor. Gazze'nin zorlu koşullarında, bir grup özel müze, kültürel dayanıklılığın çapaları olarak duruyor. Bu müzeler arasında Filistinli ünlü işadamı Jawdat al-Khudari tarafından kurulan Gazze Müzesi ya da Mathaf al-Funduq (Otel Müzesi) de yer alıyor. Kuzey Gazze'deki al-Muthaf Otel'in sınırları içinde yer alan bu eşsiz kurum, sadece Bronz Çağı'na (M.Ö. 3500) kadar uzanan tarihi kalıntıları barındırmakla kalmıyor, aynı zamanda kültürel etkinlikleri teşvik ediyor, çocukların ve yetişkinlerin ilgisini çekerek şehrin zengin mirasının canlı bir tasvirini ortaya koyuyor. Ablukadan önce, ziyaretçiler için bir geçit görevi gören otelde konaklayan bir misafir, otel restoranında seçkin kültürel deneyimlerin tadına bakabilir ve müzesinde tarihi bir tura çıkabilirdi. Ancak tıpkı Qasr al-Pasha gibi otelin bulunduğu ve Gazzeliler tarafından şeridin en güzel sokağı diye tarif edilen el-Rasheed Caddesi'nin İsrail saldırılarından ciddi şekilde etkilendiğine ilişkin 3 Kasım tarihli haberler de müze ve otelin durumu hakkında belirsizlik yaratıyor. Mathaf al-Funduq, Müze Salonu, almathaf.ps İsrail bombardımanından önce ve sonra al-Rasheed Caddesi (2023), Khalil Hamra ve Abed Khaled/AP Photos Gazze'nin güneyindeki Han Yunus'a bağlı el-Karara köyünde zeytin ağaçları arasında eski bir evde yer alan Al-Qarara Kültür Müzesi (veya Han Yunus Müzesi), sanatçı çift Najla ve Mohamed Abu Lehya'nın yaratıcı çabalarını yansıtıyor. Altı milyon yıllık zaman dilimine yayılan insan yapımı eserlere ev sahipliği yapan bu müze, şeridin Kenan döneminden modern çağa uzanan tarihini gözler önüne seriyor. Bu müze, kalıntıları korumanın ötesinde kültürel zanaatkarlığı teşvik ediyor. Müze, her biri farklı bir temaya adanmış farklı odalardan oluşuyor. Eşsiz bir odada Filistin nakışları ve tarih boyunca çiftçiler ve köylüler tarafından kullanılan aletler gibi kültürel eserler sergileniyor. 2 Kasım'da Mohammad Nahla bize al-Qarara Müzesi'nin İsrail'in son bombardımanından etkilenen pek çok kültür merkezi arasında yer aldığını söyledi. Al-Qarara Müzesi, Kültür Odası, The Christian Science Monitor, 2021 Han Yunus'un merkezinde, Waleed al-'Aqqad büyük bir saygıyla Gazze tarihinin beş bin yıllık anlatısını Al-'Aqqad Kültürel Miras Arkeoloji Merkezi'nde koruyor. Antik ve modernite öncesi eserler, tablolar ve kültürel şaheserlerden oluşan bu koleksiyon, Filistin kültürel mirasının sürekliliğinin kanıtı. Endişeli bir tarih bekçisi olan al-'Aqqad, Al Jazeera'ya 35 yıllık bir rüyayı korumak için müzede uyuduğunu söylemişti. Müzeden en son 22 Şubat 2020'de el-Ayn sayesinde haberdar olmuştuk. Waleed al-'Aqqad, Ibraheem Abu Mustafa/Reuters, 2016 Marwan al-Shahwan'ın Han Yunus'taki Yeraltı Müzesi farklı medeniyetlere ait 10 binden fazla esere ev sahipliği yapıyor. Al-Shawhan, Al Monitor'a verdiği bir röportajda, büyükbabasının "halkın ve şehrin tarihi"ni anlatmak ve korumak için bir müze kurma hayalini hatırlıyordu. Bu hayal, 30 yıllık bir yolculuğun ardından gerçeğe dönüştü. Ne yazık ki, Gazze'ye yönelik son saldırılar al-Shahwan'ın müzesinin güvenliğini tehdit etti. Gazze'deki bu müzenin kısmen zarar gördüğüne dair haber, 21 Ekim 2023 tarihinde Khalid 'Azb tarafından Al Jazeera'ya bildirildi. "Umarım bir gün bu müze kendine daha büyük bir ev bulur" Marwan Al-Shahwan, 2016. Al-Shahwan Müzesi'nin bir köşesi, Diya al-Kahloout, Al Jazeera, 2011 Bu özel müzeler, yalnızca Gazzelilerin direnişini incelikle yansıtan bir vizyon ve adanmışlığın bir tezahürü değiller. Aynı zamanda, Gazze'nin kültürel mirasının korunmasında bu müzelerin önemi büyük. Kurucularının duygularını ve bu kurumların doğasında var olan önemini yansıtıyorlar. Ne yazık ki, ailelere ait birçok müze dünyada tanınmıyor. Müzelere dair mevcut materyallerin büyük çoğunluğunun Arapça olması, popüler arama motorları aracılığıyla erişilebilirliği sınırlıyor. Yine de, her müzenin sahibinin, sergileriyle ilgilenenlerle etkileşim sağlamak için ilgi çekici sosyal medya içerikleri oluşturma girişiminde bulunması dikkate değer. İsrail bombardımanlarında hayatını kaybeden sivillerin yer aldığı listeyi detaylı bir şekilde incelenmeme rağmen Suhayla Shahin, Jawdat al-Khudary, Najla ve Mohamed Abu Lehya, Waleed Al-'Aqqad ve Marwan Al-Shahwan hakkında teyitli bir bilgiye ulaşamadım. Bu isimlerin durumları yoğun bombardıman nedeniyle belirsizliğini koruyor. Ayrıca, bahsi geçen müzelerin ve kuzeyinden güneyine kadar Gazze'deki diğer müzelerin halihazırdaki durumları da belirsiz. Aynı şekilde, Roma Mezarlığı ve Salman al-Nabahin'in çiftliğinde keşfettiği ve muhafaza etmeye çalıştığı Bizans Mozaiği gibi tarihi simgelerin gördüğü zararın seviyesi de bilinmiyor. Uluslar binalardan önce hayatları korumaya çalışırken, şu aşamada Gazze'deki mirasın muazzam kaybına ilişkin kapsamlı bir tartışma yürütmek zorlayıcı olabilir. Fakat Kuzey ve Güney bölgelerinde, özellikle Han Yunus'ta yoğunlaşan bu müzelerin korunmasına şu anda aktif bir şekilde müdahil olmayan uluslararası kurumların yokluğuna dikkat çekmemiz gerekir. Timothy Clack, Oxford Üniversitesi tarafından yayınlanan ve Ukrayna'nın işgalini yorumlayan makalesinde, savaşların kültürel mirası yok ederek insanları ve kimlikleri yok ettiğinin altını çiziyor. Clack, savaşların normalde "kültür kırımı" (culturicide) olarak adlandırdığı sistematik bir miras yıkımına yol açtığını ileri sürüyor. 1954 Lahey Sözleşmesi'ne göre kültürel ve tarihi mirasın korunması evrensel bir sorumluluktur: "Gerçek ve başlıca görevi (a) fıkrasında zikredilen menkul kültürel varlıknı koruma veya teşhirden ibaret olan müze, büyük kitaplık, arşiv deposu gibi binalarla (a) fıkrasında açıklanan menkul kültürel varlıknın silahlı bir çatışma halinde korunmasına mahsus sığınaklar" (Lahey Sözleşmesi, 1/C, 1954) Bombardımanın zirve yaptığı dönemde, Akdeniz'de çeşitli etnik ve dini grupların evi olan bir Filistin şehrinin kültürel ve maddi varlıkları ciddi bir tehdit altında. Gazze'nin çok yönlü ve tarihi açıdan zengin mirasının korunmasını amaçlayan global bir eyleme aracılık etmek bir yükümlülük. Uluslararası toplumun dikkatini Gazze'nin ağır hasar görmüş kentsel altyapısına çekerken, bölgenin mirasının korunması açısından hayati önem taşıyan özel müzelerin ve daha pek çoğunun yıkım ve bombaların sisi altında kalabileceğine dair samimi bir endişe var. 9 Kasım 2023/Al Jazeera (Harita yazar tarafından revize edildi ve müze bilgileri eklendi) ------- Abu Don, Mohammad. (May 17, 2020) Al-Qarar Museum in Gaza: A Heritage Shrine of the Strip’s History. -Al-Sharq al-Awsat. https://aawsat.com/home/article/2289126/متحف-«القرارة»-في-غزة-مزار-تراثي-شاهد-على-تاريخ-القطاع AFP. (November 01, 2011) The Palestinian Authority Prepares a List of the Historical Sites to Include to World Heritage. France24. https://www.france24.com/ar/20111101-palestinians-archaeology-unesco-membership-twenty-historic-sites Ahmad, Eman. (February 22, 2020) Waleed al-Aqqad: Owner of the First Home-Based Museum Narrates the History of Five Civilizations. AlAaqyn News, https://al-ain.com/article/walid-akkad-individual-museum-civilizations-gaza Al-Sha’er, Hani. (December 18, 2018) Two Gazan Couples Succeed in Opening a Museum, Anadolu Agency. https://www.aa.com.tr/ar/التقارير/زوجان-في-غزة-ينجحان-في-افتتاح-متحف-تقرير/1340850 Al Jazeera Lab. (November 9, 2023) Israel’s Attakcs on Gaza: The Weapons and Scale of Destruction, Al Jazeera.https://www.aljazeera.com/news/longform/2023/11/9/israel-attacks-on-gaza-weapons-and-scale-of-destruction At al-Qarara Cultural Museum You Find All Eras Took Palestine as Home. (January 16, 2018) Shabaq 24. https://sabq24.ps/post/14846/في-متحف-القرارة-الثقافي-ترى-كل-العصور-التي-وطئت-فلسطين Azb, Khalid. (October 17, 2023) Gaza: A Heritage Destroyed by War and Sieged by Israel. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/opinions/2023/10/17/غزة-تراث-تدمره-الحرب-وتحاصره Clack, Timothy. Cultural Heritage on the Frontline: the destruction of peoples and identities in war. Oxford News. https://www.ox.ac.uk/news/2022-10-04-cultural-heritage-frontline-destruction-peoples-and-identities-war Convention For the Protection of Cultural Property in the Event of Armed Conflict With Regulations For the Execution of the Convention. (May 14, 1954) UNESCO. https://en.unesco.org/sites/default/files/1954_Convention_EN_2020.pdf Dağlıoğlu, E. C. (2023, October 24). ‘İşgal bitmeden Filistinlilerin kültürel kimliğine yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz.’ Nehna. https://www.nehna.org/post/isgal-bitmeden-filistinlilerin-kulturel-kimligine-yonelik-sadece-kucuk-adimlar-atabiliriz El-Komi, Ahmed. (December 27, 2016) How One Gazan is Preserving Palestinian Heritage in His Basement. Al-Monitor. https://www.al-monitor.com/originals/2016/12/gaza-palestinian-heritage-museum-artifacts.html EuroNews. (December 10, 2021) Muthaf Waleed al-Aqqad in Preserves the History of the Country and its Jeopardizes Artifacts in Gaza. Euronews. https://arabic.euronews.com/2021/12/10/watch-walid-al-aqqad-museum-gaza-preserves-country-s-history-lost-antiquities Fayyad, Ahmad. (October 10, 2009) A Palestinian Founds a Museum in Khan Younes. Al Jazeera. https://www.aljazeera.net/culture/2009/10/27/فلسطيني-يؤسس-متحفا-بخان-يونس Ibrahim, Amani. (October 19, 2023) People and Buildings: Three World Heritage Sites in Gaza, Did the Occupation Bombshell them? Bab Misr. https://www.babmsr.com/البشر-والحجر-3-مواقع-تراث-عالمي-في-غزة-ه/ Mansour, Nahed. (January 21, 2023) A Palestinian Woman Takes Upon Here Establishing the First Cultural Museum. Alghad. https://www.alghad.tv/سيدة-فلسطينية-تنشئ-أول-متحف-للتراث-على/ McKeran, Bethsn. (September 1, 2023) ‘We can’t take any of this for granted’: Gaza’s Fight to Keep its Treasures Safe at Home. The Guardian. https://www.theguardian.com/world/2023/sep/03/its-heartbreaking-our-heritage-is-being-stolen-gazas-fight-to-keep-its-treasures-safe-at-home Nahla, Mohammad. (November 2, 2023) Israel Bombardment Destroys the Cultural Centers in Gaza Strip. Mada al-Balad. https://www.elbalad.news/5984269 Namey, Isra (September 14, 201) In Gaza, a Museum Filled with History ‘Picked Up’ Along the Way. The Christian Science Monitor. https://www.csmonitor.com/World/Middle-East/2021/0914/In-Gaza-a-museum-filled-with-history-picked-up-along-the-way Qasr al-Basha from a Historical Monument to a Museum. PLO: Ministry of Tourism and Antiquity. https://www.mota.ps/arabic/?p=1012 Solomon, Tessa, Excavation of Roman Cemetery Reveals Coffins Craved with Images of Grapes and Dolphins. ArtNews. https://www.artnews.com/art-news/news/excavation-roman-cemetery-reveals-coffins-gaza-city-1234680497/ This is My Story: Marwan Shahwan an Artifacts Collector. Al Jazeera. https://www.youtube.com/watch?v=jPfVymoabro Yaghi, Amjad. (January 25, 2023) Suhayla Shahin Founds a Museum of Palestinian Heritage in Rafah. Alharabi al-Jadeed. https://www.alaraby.co.uk/society/سهيلة-شاهين-تؤسس-متحف-التراث-الفلسطيني-في-رفح

  • “Antakya’nın yeniden inşaya değil, onarılmaya ve iyileşmeye ihtiyacı var”

    Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden Dr. Tuğçe Tezer, 2013 yılında bir biberli ekmek vesilesiyle tanıştıktan sonra Antakya’yı en önemli ilgi ve araştırma alanı haline getirdi. SALT Araştırma’nın desteğiyle “Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi” çalışmasını yapan Tezer, 6 Şubat depreminden bu yana Antakya için hiç durmadan çalışıyor. Tezer’le Antakya özelinde güncel durumu, Antakya’daki iyileşme sürecini, Antakya’da kent planı yapılırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini konuştuk. Röportaj: Elifsena Biroğlu Depremden sonra en çok yıkımla karşılaşılan yerlerin başında belki de Antakya bölgesi geliyor. Bu durumun temel sebepleri sizce nelerdir? Aslında benzer şeyleri korkarım ki, İstanbul da dahil olmak üzere Türkiye’nin birçok şehri için -tabii hayatta kalırsak- konuşacağız. Antakya’yla ilgili bu yıla kadar hep geçmiş dönemleri çalıştım ve 2000’li yıllardan sonrasına hiç ilgi duymamıştım. Doktora tezim de 19. yüzyıldan bugüne kadar Antakya’nın yerleşme tarihine odaklanıyor. Depremden sonra, sorduğunuz soruyu ben de çok fazla düşündüm ve araştırdım. Jeoloji mühendisi ya da inşaat mühendisi değilim, fakat şehir plancısı olarak tüm bu disiplinlerin anlatmak istediklerini asgari düzeyde anlamak üzere bir eğitim alıyoruz. 6 Şubat depremlerini bugün neredeyse “Antakya, Hatay Depremleri” olarak anmamızın sanırım bazı temel sebepleri var. 2000’li yıllardan sonraki dönemde Anadolu’daki pek çok şehirde planlama ve yapılaşma açısından çok problemli zamanlar yaşandı. Örneğin, Türkiye’nin tarihinde yaklaşık 42 tane imar affı içerikli yasa olduğu yazılıyor. Yani, denetimsiz ve mühendislik hizmeti almamış, bu nedenle ruhsatsız olan yapıların ruhsatlı hale getirildiği süreçlerden bahsediyoruz. Duyduğum kadarıyla 2018’de başlayıp 2021’e dek devam eden “imar barışı” sürecinde sadece Hatay’da 90 binin üzerinde başvuru yapılmış. 90 bin yapı demek her yapıda en az 4-5 konut varsa ve her konuta ortalama 3.6 aile büyüklüğünü tanımlarsak, çok büyük bir nüfusa tekabül ediyor. Aslında genel olarak başımıza gelen şeylerin insanın doğayla olan anlamsız mücadelesinden kaynaklandığını düşünüyorum. İnsan tarihsel süreç içinde, bir parçası olduğu doğadan yavaş yavaş uzaklaştı, giderek doğayı bir hammadde ve maalesef tüketme özgürlüğü olan bir kaynak sanmaya başladı. Hatay’daki Amik Gölü ve çevresindeki bataklıkların 1950’lerde başlayıp 1975’te tümüyle kurutulması, buradaki doğa-insan kopuşunun önemli bir örneği. Amik Gölü kurutulduktan sonra ortaya çıkarak Amik Ovası’na eklenen çok verimli ve büyük bir alan, önce parsellenerek tarım alanı haline getiriliyor. Sonra kuruyan gölün kuzey ucuna beton dökülerek, 2007 yılında yapılmış olan Hatay Havaalanı’nı artık hepimiz biliyoruz. Emre Özşahin’in 2010 tarihli makalesine göre burada havaalanı yapılmamalıydı. Özşahin bu nedenleri genel olarak şöyle sıralıyor; öncelikle burada üç önemli fay hattının kesişim noktası, ikinci ve en az ilki kadar önemli olan diğer sebep ise burasının sulak alan, hatta su öğesi olması. Burada suyun hafızası var. Nasıl bir hafızadan bahsediyoruz? Akdeniz kıyısında, Amanos Dağları’nın hemen arkasında Antakya’nın da içinde olduğu bir ova sistemi var. Antakya bu ova sistemi içinde sırtını Habib-i Neccar Dağı’na yaslıyor. Bugün bile Habib-i Neccar Dağı’na bakınca üzerinde ince sırt çizgileri görürsünüz. Onlar aslında Antakya’nın tarih boyunca oluşmuş kadim su sisteminin bir parçasıdır. Osmanlı zamanında yağmur suları bu oluklarda toplanırmış, oradan yavaşça kılcal su yollarından aşağı doğru akarmış. Buradan eski Antakya’nın içine, Roma döneminde oluşturulup Osmanlı döneminde korunarak geliştirilen "arıklı yol” sistemine gelen su, bu yolları takip ederek Asi Nehri’ne ulaşırmış. Döneme ilişkin birçok çalışmada, Osmanlı döneminde yağmurlu bir günde Antakya’da yürüyenin ayakkabasına çamur değmediği yazılır. Bunu günümüz kentleri için bile söylemek çok zor. Amik Gölü kurutulurken ekolojik yapısı bozulan Asi Nehri’nin de tabanı çöküyor. Taban o kadar aşağı seviyeye iniyor ki, bugün Köprübaşı dediğimiz mevkide yer alan tarihi Roma Köprüsü’nün ayakları nehrin içinde yukarıda kalıyor. En nihayetinde bu köprü için dönemin koruma kurulu tarafından yıkım kararı veriliyor. Bunun yerine motorlu taşıtlara uygun betonarme bir köprü yapılıyor. Asi Nehri ile Antakya halkının ilişkisi aslında “suya dokunma” seviyesindeyken, yani su kenarına oturup içinde sallarla gezilebilirken, zamanla çevresinin betonlaştığı ve nehrin giderek “uzaktan izlenen” ve doğallığını günden güne kaybeden bir su kanalına dönüştüğünü gözlemliyoruz. O dönemin gazetelerinde Asi Nehri’nin hastalık ve kötü kokular saçtığına dair haberler yer alıyor. Ama Asi Nehri’nin başına gelenler, insan eliyle yapılan şeyler. İşte bu dönemde su ve insanların arasındaki organik ve doğrudan ilişki de büyük zarar görüyor. Asi Nehri’nin, kıvrımları olan organik bir nehir iken, artık sadece bir su kanalına dönüştüğü bu süreçte, kanalın her iki tarafı da toprakla doldurularak elde edilen zemin üzerinde yapılaşma başlıyor ve nehrin en kesiti iyice daralıyor. Biz depremden sonra Antakyalı Harita Mühendisi Kenan Kantarcı’nın ortofoto çalışmalarında, su kenarındaki yapıların nasıl yıkıldığını görüyoruz. Aynı süreçte, Amik Gölü’nün neredeyse ortasında yapılan havaalanının pistinde ve ona ulaşan yolda meydana gelen kırılmaların nelere sebep olduğunu gördük. Hatay’ın “büyükşehir” olması bu süreci nasıl etkiliyor? 2012 yılında Hatay’ın “Büyükşehir” statüsüne geçmesini takiben, 2014 yılında yapılan seçimden sonra büyükşehir belediyesi burada faaliyete geçiyor. Normal koşullarda planlama mevzuatımız gereği bir yer büyükşehir olduğunda öncelikle bir çevre düzeni planı süreci yaşanması beklenir. Planlama sürecinde öncelikle sosyal, fiziksel, ekonomik, kültürel, doğal nitelikler vb. tüm temaların dahil olduğu, yerleşilebilirlik analizinin de dahil olduğu bütünsel ve güncel bir analiz çalışması yapılır. Bu analizler doğrultusunda sentez yapılır ve sentezin işaret ettiği konular ışığında plan kararları oluşturulur. Fakat 2014’ten önce Antakya ve çevresinde belde ve köy statüsünde olan tüm yerleşim birimleri, büyükşehir statüsüne geçilmesiyle birlikte mahallelere dönüşüyor. Belde belediyeleri döneminde beldeler için Belde Belediyeleri’nin, köyler içinse İl Özel İdaresi’nin yaptığı imar planları bulunuyor. Fakat bu planlarda, doğal alanlar üzerinde yüksek katlı yapılaşma kararlarının olduğunu biliyoruz. İşte Hatay Büyükşehir Belediyesi’nin kurulmasının ardından yapılan Çevre Düzeni Planı, yukarıda bahsettiğim bütünsel analiz-sentez süreçleri ve onları takiben plan kararlarının üretildiği bir süreç yerine; önceki dönemde yapılan imar planlarının sayısallaştırılarak bir araya getirildiği ve uyumlulaştırıldığı bir süreçle hazırlandı. Öte yandan zeytinlikler, alüvyal zeminlerin yanı sıra Hüseyin Korkmaz’ın 2006’da yayınladığı Antakya zemin mukavemet haritalarında, Antakya’nın bugünkü (deprem öncesi) yerleşik alanının tamamının zemin niteliği açısından “az sağlam, zayıf ve en zayıf zemin” üzerinde kurulu olduğunu görüyoruz. Bu konuda denetim nasıl? Antakya’da aslında her aşamada bir denetimsizlik söz konusu. Normalde yapı denetimi sisteminden beklediğimiz şey, bir yapının yapım aşamalarının, yapım tekniği ve kullanılan malzemelerin incelenmesi, denetlenmesi, bu doğrultuda ruhsat süreci tamamlanarak onay almasıdır. Ama Antakya’da maalesef bu süreçler yeterince iyi işlememiş. Ayrıca kentsel dönüşüm dediğimiz mesele, Antakya’da depremselliği ve afet riski yüksek olan alanlarda ne yazık ki bir türlü uygulanmadı. Yıkımın temel nedenleri arasında; yerleşime uygun olmayan zemin üzerinde yapılaşılmış olması, doğru mimarlık ve inşaat tekniklerinin kullanılmaması, uygun malzeme kullanılmaması, denetim mekanizmasının düzgün şekilde işlememesi, yapı inşa edildikten sonra yapının içerisinde -kolonların kesilmesi gibi- değişiklikler yapılması gibi nedenler yer alıyor. Doğa aslında bize sonsuz bir anlayış vaat etmiyor. Ona istediğimiz her şeyi yapıp karşılık olarak en iyisini yapmasını bekleyemeyiz. Deprem bir doğa olayı, doğru. Fakat bir doğal afete dönüşmesi için insana ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla Antakya’da depremin bu kadar yıkıcı gerçekleşmesinde faili doğada değil, insanda aramalıyız. Biz Antakya üzerine çalışanlar, Antakya’da yaşayan insanlar ve kenti yönetenler, buranın depremselliğini her zaman biliyorduk. “Yeniden inşa” ve yeniden bir mekanı planlama ne anlama gelir? Genel anlamda, “yeniden inşa” demek aslında o yerin tamamen yıkılmış olması anlamına geliyor. Bir şeyi yeniden inşa etmek, yeniden kurmak demek, bir kent parçasının mevcut durumunun, iyileşmesinin mümkün olmayacak kadar yıkılmış olması demek. Bu açıdan ben Antakya’da gerçekleşecek sürece “onarım” ve “iyileşme” demeyi tercih ediyorum. Bu süreçte farklı tercihler, yaklaşımlar söz konusu olabilir. Eskisine benzeyen bir yeniden inşa veya eskisiyle biçimsel olarak benzemeyen ama tarihsel bazı bilgileri taşıyarak teknoloji ile yeni bir mekan inşa etmek gibi yaklaşımlara tarihte rastlanıyor. Bir yeri “yeniden planlamak” dediğimiz mesele de depremden sonra sıklıkla sadece “barınma alanlarını inşa etmek”ten ibaret gibi algılanıyor. Aslında barınma alanları, bir şehrin planlanması dediğimiz toplamın sadece küçük bir bölümünü oluşturur. Bu sadece bir başlangıç noktası olabilir, çünkü yerleşik nüfusu olmadan bir kent olmaz. Barınma alanlarıyla beraber bütün ulaşım sistemi, erişilebilirliği sağlanmış sosyal tesisler, kentsel alt yapı alanları, sağlık ve eğitim tesisleri, çalışma alanları, doğal alanlar gibi bileşenlerin tamamı, aslında planlamanın ve yeniden planlamanın parçalarıdır. Konumuz Antakya’ya gelince, ben depremden sonra hiç “yeniden inşa” ifadesini tercih etmedim. Antakya’nın fiziksel, sosyal ve kültürel katmanlarıyla tümüyle yıkılıp, yok olduğunu kabul edebilmemiz mümkün değil. Depremden sonra sağ kalmayı başarabilmiş, pek çok yakınını, ailesini, komşusunu kaybetmiş bu güzel toplumun yaşama mekanı olan kadim Antakya kentinin yıkılıp yeniden inşa edilmeye değil, rehabilite edilmeye ve onarılmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Onun için “Antakya’nın yeniden planlanması” dediğimiz meselede, tanımı böyle yapmayı tercih ediyorum ve herkese öneriyorum. Antakya’da gerçekten ruhuyla, tarihiyle, kültürüyle “aslına uygun” bir yeniden inşa mümkün mü? Taş binaları, avlulu evleri, eski caddeleri, Antakya’yı eskisi gibi görmek yeniden mümkün olacak mı? Buradaki “aslına uygun” ifadesi depremden bugüne kadar olan süreçte beni de çok düşündürdü. Yakın arkadaşım, Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı Mimar Mustafa Özçelik’in önemli bir sorusuyla bunu düşünmeye başladım: “Aslına uygun, tamam; fakat hangi aslına?” Antakya’nın aslı nedir? Buna kafan yoran çok kişi var ve aslında Antakya, herkes için başka dönemsel katmanlar üzerinden bambaşka anlamların yüklenebileceği bir yer. Mesela benim için Osmanlı son dönemi, Fransız dönemi, Erken Cumhuriyet dönemi son yıllarda en çok düşündüğüm dönemler. Fakat yarın Roma dönemine hayran olduğumu fark edebilirim, zaten Antakya pek çok insana bu çok katmanlı düşünce olanağını sağladığı için de çok özel bir yer. Durum böyle olunca, Antakya’da “aslına uygun” bir onarım süreci hem çok zor hem de bir mecburiyet halini alıyor. Evet, bence bu yapılabilir. Yapılabilmesi sürecinin en önemli parçası, “Antakyalı” dediğimiz o güzel nüfus. Depremden sonra beni pek şaşırtmayan ama çok etkileyen bazı şeyler oldu. Depremden hemen sonra Antakyalılar çeşitli gönüllü platformlar oluşturdular ve çok sayıda insan elini Antakya için taşın altına koymak üzere bu gruplara katıldı. Önceden de Kurtuluş Caddesi’nde yürürken birçok dernek tabelası görürdük, bunların hiçbirinin boş yere kurulmadığını depremle beraber tekrar anladık. Kadim dönemlerden itibaren Antakya halkı kültür ve sanatı gündelik hayatlarına dahil edebilmiş, çok katmanlı ve çok kültürlü bir nüfus olmayı başarmış. Gerek yemekleri gerek zanaatlarıyla Antakyalılar yüzyıllar içinde aşama aşama kurulan güzel bir sistem içinde yaşıyordu. Antakya’nın aslına uygun iyileşmesi, aslında tüm bunların 5 Şubat’taki haline bir daha yıkılmamak üzere döndürülebilmesi demek bence. Bir daha yıkılmamak üzere dayanıklı olarak yapılabilmesi, modern dönemin bize sunduğu imkanlarla artık mümkün. Dünyada artık tarihi dokunun sağlamlaştırılmasında, sürdürülebilir hâle getirilebilmesi süreçleri için birçok teknik geliştirildi. Hatta bu teknikler, antik dönem taşlarının aynı görünümle daha dayanıklı halde üretilmelerini dahi sağlayabiliyor. Peki, ne olduğunda Antakya iyileşmiş olacak? Örneğin benim için, Affan Kahvesi’ne girdiğimde hep aynı masada oturan fötr şapkalı amca eğer yine aynı sandalyede oturabiliyorsa, işte o zaman Antakya iyileşmiş olacak. Kendisi hayatta mı, temsil ettiği her şey yaşıyor mu, bunları maalesef bilmiyorum. Fakat Antakya’yı sadece fiziksel bir mekandan ibaret sanmanın, belirli bir tarihsel döneme sıkıştırmanın herhangi bir gerçekliği olmadığını düşünüyorum. Onarım ve rehabilitasyon sürecinin sağlıklı ilerleyebilmesi için enkaz kaldırma çalışmalarının da daha iyi bir şekilde ilerletilmesi gerekiyor. Kültür mirasının parçası olan yapıların enkazı kaldırılırken daha kolektif kararlar alınabilmesi, belirli bir süreç sonunda Kültür ve Turizm Bakanlığı Deprem Bölgesi Kültürel Miras Bilimsel Danışma Kurulu ve Antakya Kentsel Sit Girişimi’nin çağrılarına Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın olumlu yaklaşmasıyla mümkün oldu. Keşke bu en baştan yapılabilseydi. Antakya yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın ortak bir değeri. Dolayısıyla burası, acelenin ve zaman baskısının mekanı değil. Yerel halkın dahil edilmediği bir sürecin sonunda, evet, yine bir Saray Caddesi yapılabilir ama o artık bizim Saray Caddemiz olmaz; sadece bir cadde olur. Antakya’da sanki depremden önce her şey yolundaymış gibi davranmanın, pek çok açıdan bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Depremi bir afete, bütünsel bir krize çeviren adımlar, sorumluları kabul etmese de maalesef depremden önce atıldı. Antakyalılar yıllarca doğal alanların yok edilmesini izlediler; karşılarındaki zeytinliklerin dev rezidanslara dönüşmesi, Asi Nehri’ne artık dokunamamak da bunlara dahil. Bu hatalarla yüzleşmek, bunlardan ders çıkarmak, Antakya’nın deprem bölgesinde olduğunu artık kabul etmek ve bu farkındalıkla adımlar atmak gerekiyor. Tarihi dönemlerdeki depremlerinden ders çıkararak, bugünün teknolojisiyle beraber “aslına uygun”, kültürüyle, doğasıyla, insanlarıyla, gündelik yaşam alışkanlıklarıyla, sosyal ve fiziksel eşsiz dokusuyla yeniden ayağa kalkacağına tüm kalbimle inanıyorum. Tuğçe Tezer Antakya’daki yeni yerleşim alanları nasıl kurgulanmalı? Gelecekte ne gibi değişimler söz konusu olabilir? Depremden sonra artık geleneksel planlama metotlarının Antakya ve deprem bölgesinin geri kalanında bize yetmediğini söyleyebiliriz. Antakya’nın tarihi merkezi en sonuncusu 1872’de olmak üzere defalarca depremlerle yıkıldı. Amik Ovası’nın güneyi ve Asi Nehri’nin batısındaki Antakya Ovası, konuya dair birçok araştırma ve rapora göre yerleşilebilirlik açısından zayıf bir zemin sunuyor. Nehrin doğusu ise en zayıf zemin niteliğinde. Fakat öte yandan, artık 2023 yılındayız ve tüm dünyada farklı yapılaşma teknolojileri gelişmiş durumda. Normal koşullarda bir planlama süreci yürütülürken, o kentin demografik yapısını anlamak üzere belirli analizler yapılır. Fakat Antakya’da şu anda böyle bir çalışma yapmak mümkün değil. Bunun sebeplerinden biri, mevcut nüfusu belirlemenin şu anda deprem sonrası büyük göç hareketi ve nüfusun depremde kaybettiğimiz parçası sebebiyle çok zor olması. Nüfusun eğitim, sağlık hizmetlerine erişim, gündelik yaşam pratiklerini gerçekleştirmek gibi temel ihtiyaçlarını karşılaması için uygun koşulların oluşmaması, nüfusun burada kalmasını zorlaştırıyor. Bu durumda Antakya’nın nüfus projeksiyonunu yapmak için, yalnızca Antakya’ya bakmak yeterli olmuyor. Örneğin, bu süreçte Arsuz’un nüfusu en az 4-5 kat çıkına çıktı. Mersin, Adana, Ankara, İzmir, Antalya gibi şehirler Antakya ve Hatay’dan büyük bir göç aldı. Durum böyle olunca, bir geçiş dönemi planlanarak öncelikle başka şehirlere gidenlerin geriye dönüşlerinin sağlanması gerekiyor. Dolayısıyla, esnek bir planlamaya ihtiyacımız var. Çünkü, şu anda göçle gitmiş olan pek çok insan aslında rahat, sağlıklı, güvenli bir şekilde yaşayabileceği, depremden önceki işini yapabileceği imkanı bulduğunda, Antakya’ya geri dönmek için bekliyor. Fakat havasında sürekli enkaz kaldırma ve yıkım süreçlerinden kaynaklı asbest ve silika tozunun dolaştığı bir kente insanların dönmesi çok zor. İlhan Tekeli ve Mustafa Özçelik’in farklı zamanlarda önerdikleri bir süreç var: “Depremden sonraki akut dönemi atlatmak için, 15-20 günlük süreyi geçirmek için çadır ve konteyner alanları organize edilmeli, ikinci dönem olarak geçici barınma alanlarının (daha sonra başka işlevler için de kullanılabilecek şekilde) prefabrik konutlar –günümüzde tiny house olarak bilinen konut tipine yakın şekilde, özel mutfağı ve banyosu olan evler– olarak tasarlandığı mekanlar ve üçüncü dönemde ise kalıcı planlama.” Haneler için mahremiyet alanlarının sağlanması kadar, sosyalleşme ve komşuluk mekanlarının da sağlanması önemli, çünkü bahsettiğimiz yer Antakya. Sosyal yaşam burada en az hane içindeki yaşam kadar önemli. Bu anlamda şu anki durum nedir? Şu anki duruma bakılınca, geçici yerleşim mekanlarının büyük ölçüde verimli tarım alanlarının üzerine kurulduğunu görüyoruz. Eğitim ve sağlık tesislerinin de büyük bir bölümü yıkıldığı için, yeni işlev alanları yine tarım alanları ya da sel ve benzeri afetler açısından pek güvenli olmayan alanlarda kurgulandı. Zeytinlikler, sahillerin yanı sıra planlama eğitiminde öğrencilerimize “yapılaşmaya açılmaması, doldurulmaması gerektiğini” öğrettiğimiz vadilerin önemli bir bölümü, moloz döküm sahasına dönüştü. Böylesi bir süreçte, planlama kaçınılmaz olarak aksıyor. Halbuki, Antakya’da sürdürülmeye değer çok ciddi bir narenciye, zeytincilik, zeytinyağı, zeytin ve defne yağı sabunu gibi ekonomi alt sektörleri var. Bütün bunlara ek olarak, depremden sonra nüfusun önemli bir kısmının ampute olduğunu, dolayısıyla “engelsiz bir kent planlaması”nın mecburiyet olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Dolayısıyla, Antakya’da planlama yapmak asla kolay bir iş değil. Bu, çok katmanlı bir iş; tıpkı Antakya’nın kendisi gibi. Ama ben bunun hiç imkansız olduğunu düşünmüyorum. Yerel halkta büyük ölçüde kentin aynı yerde kurulup onarılmasını isteyen ve benim de saygı duyduğum bir irade var. Fakat bugün, bazı bilimsel veriler farklı teknik tespitleri kesin olarak işaret ederken, bunları mutlaka önemsemeliyiz. Örneğin, tarihi binaların restorasyonunu -eğer finansal olarak karşılarsanız- depreme dayanıklı olarak yapmak mümkün. Asi Nehri’nin doğusu ve Affan Mahallesi’nin kuzeyinde kalan Dağ Mahallesi, Antakya merkezi dediğimiz alanda en az yıkımın olduğu alanlardan biri. Zemin uygun olduğunda, fay hattına yakın olsa dahi böyle bir yapısal dayanıklılık mümkün demek ki. Tıpkı Habib-i Neccar Dağı’nın içindeki bir mağara kilisesi olan St. Pierre Kilisesi’nin dayanıklılığı gibi. Yani, Dağ Mahallesi’nin konutlarını mevcut nüfusu için nitelikli konutlardan oluşur bir hale getirmek ve aynı nüfusu orada barındırmak, mutlaka yapılması gereken bir şey. Ama az önce bahsettiğimiz “kentsel sit alanı” dediğimiz merkezde, kültür, turizm ve ticaret mekanlarının yanı sıra, konut fonksiyonu -gerekli tedbirlerin alınması şartıyla- mutlaka sürmeli. “Antakya” dediğimiz ve pek çoğumuzun hayran olduğu “şey”, tamamen kendi doğal akışı içindeki gündelik yaşamıyla, onun gelen “ziyaretçileri” kendiliğinden içermesiyle ilgili bir şey. Eğer merkezi konuttan tamamen arındırıp sadece turizm bölgesi haline getirirseniz, bu sürecin sonunda yapay bir mekanla karşı karşıya kalırız. Antakya’nın tarihte en az yedi kez yıkılıp aynı yerde kurulması, insanlarının bu “yere bağlılığı” açısından oldukça fazla şey söylüyor. Günümüzün yapılaşma teknolojisiyle beraber kentsel mekanın yeniden ve dayanıklı, dirençli olarak kurgulanabileceğini düşünüyorum ve teknik raporlardan da bunun mümkün olduğunu okuyorum. Antakya’da kent belleğini oluşturan başlıca kamusal mekanlar hangileriydi? Bu yapılar için rehabilitasyon sürecinde özellikle neler yapılmalı? Antakya kent merkezi, eski Antakya ve nehrin batısında kalan yeni Antakya denilen iki kısımdan oluşuyor. Bu iki kısım Köprübaşı olarak bilinen bir odak noktasında birbirine bağlanıyor. Köprübaşı, Fransız döneminde dairesel bir meydan halini almaya başlayan ve erken Cumhuriyet döneminde mekansal organizasyonu büyük ölçüde tamamlanan çok güzel bir kamusal mekanlar bütünü aslında. Bu bölgenin batı yakası, çoğunlukla kamu yapılarıyla, örneğin Antakya’nın prestij yapılarından PTT binası, yakın geçmişte eski yapının izleri takip edilerek yeniden yapılan Antakya Ticaret Odası, Eski Müze, Meclis Binası, Adalı Konağı ve Büyük Park da denen Atatürk Parkı tanımlanıyor. 1975 yılına dek bu alanda Köprübaşı’na ismini veren bir Roma Köprüsü de varmış. Nehrin doğusunda ise Ulu Cami, Uzun Çarşı ve Habib-i Neccar Dağı’yla çok güzel bir doku bütünlüğü söz konusu. Bu kısa özetten sonra tekrar kamusal mekan ve kent belleği ilişkisine dönersek, burada temeli tabii Köprübaşı oluşturuyor. Biraz kuzeyinde kalan, yerelde Valigöbeği olarak bilinen ikinci bir meydan var. Bunlara ek olarak, Antakya kent dokusunun yine kuzey-güney yönünde dik keseni olan Kurtuluş Caddesi ve Kurtuluş Caddesi ile Asi Nehri arasında açılı konumlanan Saray Caddesi de önemli kamusal mekanlar arasında yer alıyor. Asi Nehri kenarındaki yürüyüş yolları da, kentin kamusal hayatı için önem taşıyor. Tüm bu toplam aslında kamusal mekanlar silsilesi gibidir, diyebilirim. Saydığımız noktalar kent belleği açısından çok büyük önem taşıyan, Antakya’nın somut kültürel mirasının taşıyıcı unsurlarının bir kısmını oluşturuyor. Tabii ki tüm dini yapılar, Uzun Çarşı, Trajan Su Kemeri gibi farklı tarihsel dönemlerden günümüze taşınan diğer parçalar da bu eşsiz mirasın tamamlayıcıları. Bahsettiğimiz mekanların çoğunun Antakya kent merkezinde yer alması, kültür mirasının bu alandaki önemini de ortaya çıkarıyor. Şu anda bu yapılar için, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün başladığı büyük ölçekli bir restorasyon süreci söz konusu. Hatta bildiğim kadarıyla, Meclis Binası, Adalı Konağı, Ulu Cami ve Habib-i Neccar Camii’nin restorasyon süreci başladı. Uzun Çarşı için farklı bir proje ise Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından sürdürülüyor. Köprübaşı ve Kurtuluş Caddesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tasarım sürecinde olduğu bir kentsel tasarım projesi sürecinin başladığı haberi de yakın zamanda açıklandı. Örneğin, Kurtuluş Caddesi’nin yaklaşık 11 metre altına inerseniz, Roma Dönemi’nin Herod Caddesi’ne ulaşırsınız. Habib-i Neccar Camii’nin altındaki katmanların ise ilki bir kiliseyken, onun bir alt katmanının bir pagan tapınağı olduğu biliniyor. Burası, Antakya’nın çok katmanlılığının iyi bir örneği. Antakya’da sosyo-kültürel belleğin taşıyıcısı olan buna benzer birçok alan mevcut. Kamusal mekanların neredeyse tamamı, Antakyalıların gündelik hayatlarının doğrudan bir parçası olmuş yerler. Mesela, çarşı kompleksini sadece bir ticaret alanı olarak da görebiliriz ama bütüne bakınca tüm kiliseleri, sinagogları, camileri, çeşmeleriyle beraber Antakya’da çarşılar da kamusal mekanlar. Bu mekanların ayağa kaldırılmasının depremden sonra Antakya’nın iyileşme sürecinde çok büyük rol oynayacağını düşünüyorum. Kültürel mirası oluşturan yapıların restorasyon süreçlerinde depreme dayanıklı hale getirilmeleri ve gerçekten özgün yapısına uygun olarak onarılmaları, artık kent belleği açısından eskisinden daha da önemli. Burada Affan Kahvesi, Liwan Otel, Çankaya Otel, Antik Beyazıt Otel, Ata Koleji, Ehliddar Kafe, Asia Cafe gibi yapılardan da bahsetmek gerekiyor. Çünkü tüm bu yerler ve kent hayatının doğal bileşenlerinin pek çoğu, aslında kültür mirasının bir parçası halini alıyor. Fakat tüm bu mekanların fiziksel olarak onarılmasının yanında kiliselerin, sinagogların ve camilerin cemaatleriyle beraber iyileştirilmesi gerekiyor. Bu insanların tekrar Antakya’da var olabilmesi, yaşamlarını sürdürebilmesi için yapılacak her şeyin, süreçteki aktörlerin üzerindeki tarihi bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Depremden hemen sonra yaşadığımız en büyük problemlerden biri, Antakya’nın tek merkezli bir kent olarak işlemesinden kaynaklandı. Tüm Antakya’nın altyapısının, sadece Kurtuluş Caddesi ve Köprübaşı’ndan ibaret bir kent söz konusuymuş gibi kurulmuş olması, hızın çok önemli olduğu, hareketin en acil olduğu zamanda diğer ulaşım yollarının tıkanmasına yol açtı. Çünkü bu tek merkezde trafik tümüyle kilitlendi ve kentin farklı yerlerine ulaşması gereken ambulansların dahi yolu kapandı. Bu nedenle, şu anda yapılmakta olduğunu farklı toplantılar vesilesiyle öğrendiğimiz Hatay Master Planı’nda, benim olumlu olduğunu düşündüğüm önemli birkaç öneri var. Kentin tüm doğal su sistemlerinin açılması ve eski su hatlarının üzerinde ve Asi Nehri’nin iki kenarında, belirli bir alan üzerinde yapılaşma olmaması kararını çok olumlu buluyorum. İlaveten, tek merkezli bir Antakya yerine çok merkezli bir Antakya planlayarak, acil durumlarda ulaşım yollarının tekrar tıkanmamasını organize etmek çok önemli. Farklı idari ve kültürel işlevlerin Köprübaşı’nda tarihsel kimliğin parçası olan tüm yapıların korunması koşuluyla söz konusu alt merkezlere dağıtılması iyi olabilir. Eğer Valigöbeği ve diğer merkezi alanlara bu bölgedeki yoğunluk taşınabilirse ve modernize edilmiş, erişilebilirliğin sağlandığı yollar ve tekniklerle bu sağlanabilirse, Antakya’da sorunsuz işleyen ve olası bir afet durumunda yerel halkın korunmasını sağlayan bir kentsel sistemden bahsetmek mümkün olur. Antakya’da kent dokusunu düşününce aklımıza gelenlerden biri de ekolojisi oluyor. Enkaz kaldırma esnasında çevre olumsuzluklardan etkilendi. Peki, bundan sonrası için ekoloji ve çevre konusunda neler yapmalıyız? Rehabilitasyon sürecinde doğa, hayvanlar ve tarım için bölgede neler yapılmalı? En başından beri Antakya’nın depremden sonraki iyileşme sürecinin kültür mirasıyla, gündelik hayatın yeniden aynı şekilde yaşanabilmeye başlamasıyla ve tarımsal üretimle olabileceğini düşünüyorum. Önce doğanın başına insan eliyle çok kötü şeyler geldi, deprem de bütün bunların kaçınılmaz sonucu olarak bu kadar yıkıcı oldu. Depremden sonra ise enkaz kaldırma süreçlerinde doğa, tekrar tekrar ve farklı şekillerde yıpratılmaya devam etti. Moloz dökümü için sahillerin, kuş cennetinin, vadilerin ve tarım alanlarının moloz döküm sahası haline geldiğini biliyoruz. Aslında, şehircilik biliminde vadilerin boş bırakılması özellikle önemlidir, çünkü kentin, doğanın ve nüfusun nefes alma yerleridir. Fakat Antakya ve Hatay’da artık pek çoğunun birer moloz tepesine dönüşmesini izledik. Üstelik henüz orta hasarlı binaların yıkımına bile başlanmadı. Ağır hasarlı ve kendiliğinden yıkılmış binaların molozları bile doğa ve yerel halk açısından çok yıkıcı, yıpratıcı ve halk sağlığı açısından tehlikeli oldu. Öncelikle doğa içerisindeki bu moloz alanlarının rehabilitasyonunun sağlanması çok önemli. Bu süreçte tarım alanlarının başına gelen bir başka şey de geçici barınma alanlarının bu alanların üzerinde kurulması oldu. Bu süreçte tarım alanlarının üzerine ince bir beton örtü serilip, bu örtünün üzerine konteynerler yerleştirildi. Bu sorunlar kısa-orta vadede, bahsettiğimiz verimli tarım alanlarının artık verimsiz topraklara dönüşmesine yol açacak. Bunun Antakya ve Hatay için çok önemli bir risk oluşturduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla tarım alanları konusunda hızlı bir tespit yapılarak bir rehabilitasyon süreci planlanmalı ve ciddi bir denetleme mekanizması kurularak işletilmeli. Ayrıca tarım alanlarının pek çoğunun geçici barınma alanlarına dönüşmesinde hasat dönemleri gözetilmedi. Halbuki Hatay, 2017-2018 yıllarında Türkiye’nin tarımsal üretiminin yaklaşık %13’ünü tek başına karşılayan bir yer. Burada halk aynı zamanda çok net bir ekonomik zorluk içerisinde. Özellikle de kırsal alanda yaşayan ve çiftçilikle uğraşan insanlar için önemli bir gelir ve üretim alanı kaybı söz konusu, buradaki yanlışların da acilen düzeltilmesi gerekiyor. Toprak eğer rehabilite edilirse, şu anda hala verimli bir hale getirilebilir. Diğer yandan, bildiğiniz gibi Mileyha Kuş Cenneti depremin hemen ardından moloz döküm sahası olarak kullanıldı, fakat itirazlar üzerine temizlendi. Tüm deprem bölgesi gibi Antakya’da da sokak hayvanlarının depremden sonra yaşadığı büyük sorunlar var. İnsanlar maalesef burada çok büyük kayıplar verdiler, ancak deprem sadece insanları kayba uğratmadı. Sağlıksız yapısal çevrenin oluşmasında hiçbir sorumluluğu olmayan hayvanlar da can ve uzuv kayıpları yaşadılar. Onların durumu için de çok ciddi bir dayanışmaya ihtiyaç var. Bu açıdan “Dört Ayaklı Şehir” grubunun deprem bölgesindeki çabasını çok önemsiyorum. Ayrıca, Antakya’da tarım ve zanaat beraber gelişmiş, birlikte işleyen alanlar. “Hatay Sarısı” dediğimiz ipeği üreten özel bir ipekböceği türünün molozlar yüzünden büyük ölçüde hayatını kaybettiğini biliyoruz. Bu konuda, yakından tanıdığım Defne Apollon İpekçilik’i, doğayla uyumlu üretim süreci yaklaşımlarını, “Hatay Sarısı”nı onarabilmek için nasıl çaba sarf ettiklerini biliyorum. Keşke süreçteki tüm aktörler doğaya yerel üreticiler gibi hassasiyetle yaklaşabilse. Antakya’da eğer bütünsel bir iyileşme istiyorsak, kır ve kent hayatının bütünsel işleyişinin anlaşılması, içselleştirilmesi ve sürdürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Sorunuz için yine çok teşekkür ederim, çünkü bu konu gerçekten iyileşme süreci için çok önemli. Depremden sonra Antakya’dan bahsederken sadece kültür mirasını konuşmakta, sorunun bütününü kavramaya engel olan bir problem olduğunu düşünüyorum. Antakya’da koca bir hayat vardı ve yine var olacak. Bu da ancak yerel halkın tüm süreçlere dahil olduğu, bütünsel bir bakış açısı geliştirmekle mümkün.

  • Geri Dönenlere

    Büyük aşklar yolculuklarla başlar ve serüvenciler düşer bu yollara ancak, Onlar ki dünyanın son umudu soyları tükenen birer çılgındırlar Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında Ölümle alay ederler sanki Nerde beklenirse ordaydılar bir kez bile gecikmediler ömür boyu Neydi onları ordan oraya savurup duran şey Onları daima yalnız kılan neydi bu yaşam denilen gürültüde Her dilden bir adları vardı onların ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar Sarışındılar belki de esmer yani birçok yüzün bileşkesi Ne altın arayıcısıydılar ne de aylak bir gezgin Vurulup düşseler de her kuşatmada serüvencidir onlar ve hiç ölmezler Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa Bulurlar heder olmanın bir yolunu Onlar ki bu dünyada kahraman olmaya mahkumdurlar Sislenen anılar kaldı bize onlardan renkleri bozulup duran solgun anılar Nasıl yazmalı ki silinip gitmesin bulutlar gibi çekilmesin gök boşluğuna Bileği güçlü ve gözü pek avcılar mıydı onları kuşatıp yeryüzü cennetinden atan Yoksa kendini tüketen hüzünler miydi vurulup düştükçe ışığını karartan O serüvenlerin günlüğü tutulmadı yazılmadı o insanların destan şiiri Parça parça ettirilseler bir kartala (ki sanırım böyle oldu sonları) Fışkırır yüreklerinden başarısız ihtilallerin yangınları Ahmet Telli’nin bu Soluk Soluğa şiirindeki dizeleri sanki deprem yaşamış Hatay halkına yazılmış gibi görünüyor gözüme ta o günden beri. O gün dediğimi şimdi herkes anlıyor. Hatay’da yağmur yağınca diyor insanlar “o gün” diye, şimşek çakınca, hava biraz can sıkıcı hale gelince hemen hatırlatıyor bellekleri kendilerine tüm olanları çırılçıplak halde. O günden sonraki günlerde sanki şehir adeta kalan sağların boşalmasına tanıklık etti. Enkaz altında kalmayan veya kalıp ailesini sağ salim çıkarmayı başaranlar Mersin, Antalya, İstanbul, İzmit ve daha nice illere göç dalgası başlattılar. Her dilden adları, çılgınlıkları, esmer-sarışın renkleriyle, şairin dediği gibi, vurulup düşmüşler ama sonuçta ölmemişlerdi, gittiler. Yol sanki kıyametten kaçış gibiydi, konuştuğum insanlar, giderken depremi yaşanmamış saymayı istediklerini, bunun kötü bir rüya gibi kalmasını istediklerini söylediler. Umdukları depremi yaşamamış olmaktı ama bu acı gerçeği inkar etmek bu kadar köklü kozmopolit bir yapıya sahip Hatay için mümkün müydü? Hatay’dan çıkınca öylece yeni bir hayata başlanabilir miydi? Hava değişikliği iyi mi gelecekti ? Buradan ağır hasarlı bir ev, bir dükkan, yitik bir anne, baba, kardeş, yiğen, amca, dayı, yitik bir komşu, eş, dost, akraba, yitik bir kol, bacak, göz, kulakla giden kişiler şairin dediği gibi her koşulda heder olmanın yolunu rahatlıkla buldular. Gittikleri şehirlerde yaşadıkları kadim kültürden tatlar arıyor ama bu şehrin yapısı diğerleriyle benzeşmiyordu. Onlar her yeni gün kendilerine dönmek için yeni bahaneler topladılar. Sabah uyanıp süt sırasında bekleyemediler belki, kahvaltı sonrası kahve için çaldırmadı telefonlarını komşuları, bu akşam sehra (akşam oturması) yapmaya gidecek kimseyi göremediler belki, hangi fırına katıklı içini vereceklerini bilemediler, bakkala “sen çocuğa bırak ben sonra parasını veririm” diyemediler, komşuya anahtar bırakmadı biri, adak için hırise (etli dövme) pişiren olmadı, kimse 7 kapıya bulgur bırakmadı, buhur yakıp ölmüşleri anmadı, ğar (defne) sabunu kokusu gelmedi banyolardan belki, kayıpları konuşacak kimseyi bulamadılar ya da anlatmanın artık bayağı kalacağını nezaketsizlik olacağını düşündü naif kişilikleri. Mutlaka gittikleri yerlerde afetzede oldukları için özen gösterildi ve ağırlandılar ancak alışkın olunan bir tat vardı ve o hiçbir yerde gelmedi. Sonuç, geri dönüşün en azından benim çevremde duyduğum herkes için tek çare olduğu anlaşıldı. Onlar evleri, iş yerleri belki de yakınlarını yitirmelerine rağmen döndüler. Belki Antakya olmadı ama Arsuz’da insaflı bir ev sahibi buldular. Belki Mustafa Kemal Mahallesi (İskenderun) olmadı artık evleri ama Çarşı’da amcaları bir evini onlara verdi. Belki Kırıkhan’a dönemediler ama Karaağaç’taki akrabaları “beraber yaşarız, gelin” dedi. Bu noktada dönenler, kalanlar ve “gitmeyeceğiz” diyenler için tüm Hataylılara yüklenen sorumluluğu dayanışma, insaf, vicdan kavramları etrafında örgütlemeli ve bunu her platformda konuşmalıyız. Dönenlerin evinin, kalanlarının işinin olmadığını, buna yönelik acil çalışmalar yapılması gerektiğini daha çok dillendirmeliyiz.

  • Gazze’deki Hıristiyanlar ağır bombardımana rağmen direniyor

    Foto Kaynak: THOMAS COEX/AFP via Getty Images Gazze’nin Hıristiyan nüfusu, tarihi bir kiliseyi hedef alan son hava saldırısına rağmen Gazze’yi terk etmeyi reddediyor. Kuşatma altındaki Gazze halkı için güvenli bir yer bırakmayan İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze Şeridi’ne yönelik ayrım gözetmeksizin sürdürdüğü bombardımanın son kurbanı kiliseler oldu. Gazze’de Hamas tarafından yönetilen hükümet basın bürosu ve diğer yerel kaynaklara göre, 19 Ekim’de Gazze şehrinin güneyindeki Aziz Borfiryus (Saint Porphyrius) Rum Ortodoks Kilisesi yakınlarındaki bir binaya düzenlenen İsrail hava saldırısında 18’i Hıristiyan olmak üzere 20 Filistinli hayatını kaybetti. Bombardıman, İsrail’in planladığı kara harekatı öncesinde 1 milyondan fazla insanın Gazze’nin kuzeyinden güneyine taşınmasını emretmesinden bu yana, yerinden edilen yüzlerce insanın sığındığı kilise kompleksindeki binalardan birinin yıkılmasına neden oldu. Aziz Borfiryus’un birkaç metre ötesinde bulunan Katolik Kutsal Aile Kilisesi’nden Peder Yusuf Asaad, Al-Monitor’a yaptığı açıklamada, İsrail füzesinin kilisenin hizmet binası ile yakındaki terk edilmiş bir binanın arasına düştüğünü, bunun sonucunda hizmet binasının kilisede saklanan insanların üzerine çöktüğünü söyledi. Çoğunluğu tek bir aileden olan 18 Hıristiyan da dahil olmak üzere 20 kişinin uyurken katledildiğini söyledi. Yerinden edilen diğer pek çok kişinin de ağır ve hafif şekilde yaralandığını ve kilise kompleksindeki diğer binaların çatladığını ve onarılamayacak şekilde hasar gördüğünü ifade etti. Asaad, İsrail füzesinin kilisenin zemininde ve çevresinde büyük bir delik açtığını, bunun da içeride barınan 400 insanın Kutsal Aile Kilisesi’ne taşınmasını gerektirdiğini sözlerine ekledi. Asaad, “Gazze’ye yönelik devam eden ve önüne çıkan her şeyi hedef alan hava saldırıları nedeniyle insanlar başka yerlere yerleştirilmiş olsalar da hala güvende değiller” uyarısında bulundu. Saldırı sırasında kilisede bulunan Aziz Borfiryus Kilisesi medya sorumlusu Philip Jahshan da Al-Monitor’a yaptığı açıklamada saldırının doğrudan kilisenin hizmet binasını hedef aldığını ve binanın tamamen yıkılmasına neden olduğunu doğruladı. İsrail ordusu, kilisenin yakınlarında Hamas’a ait bir komuta merkezinin vurulduğunu açıkladı. Fakat Al-Monitor’a konuşan görgü tanıkları, İsrail ordusunun sözünü ettiği binanın terk edilmiş olduğunu ve saldırı sırasında orada kimsenin bulunmadığını vurguladı. İsrail saldırısından kurtulanlardan İbrahim el Suri, Al-Monitor’a şunları söyledi: “İsrail ordusunun iddia ettiğinin aksine kilise doğrudan bombardımanın hedefi oldu. Ordunun saldırıda hedef alındığını iddia ettiği bina terk edilmiş durumda. Orada uzun zamandır kimse yok.” “Ne yazık ki Gazze’de her şey hedef alınıyor. Güvenli bir yer yok. İbadethaneler ve hastaneler bile tehlike altında” diyen Suri, dünya ülkelerini müdahale etmeye ve sadece üç hafta içinde 7 bin 300’den fazla Gazzelinin ölümüne neden olan savaşa derhal son vermeye çağırdı. Saldırıda ölen Hıristiyanların cenazeleri 20 Ekim’de kilise avlusunda düzenlenen toplu cenaze töreninin ardından kilisenin yanındaki mezarlığa defnedildi. Aziz Borfiryus Kilisesi’nin dünyanın en eski üçüncü, Gazze’nin ise en eski kilisesi olduğu ve MS 425 yılına dayandığı söyleniyor. Kilise kompleksine yıllar içinde bitişik binalar ve odalar eklenmiş. Kilise en son 2020 yılında bir dizi bakımdan geçmiş ve restorasyon edilmişti. Kilise bugün, bombalanan hizmet binası da dahil olmak üzere çeşitli binalar içeriyor. İç duvarları, dini yazıtlar ve ikonalarla süslü olan kilisenin üç girişi var. Tarihi anlatılara göre kilise, Aziz Borfiryus’un Gazze’nin paganlarının Hıristiyanlara saldırılarını engellemek için başvurduğu Bizans İmparatoru Konstantinopolisli Arcadius’un desteği ve finansmanıyla inşa edildi. Kilisenin inşası Aziz Borfiryus’un ölümünden beş yıl sonra tamamlandı ve kiliseye onun adı verildi. Gazze Şeridi’nde üç aktif kilise var: Kutsal Aile, Aziz Porphyrius ve geçen hafta bombalanan Gazze Şehri’ndeki el-Ahli Hastanesi’ne bağlı Baptist kilisesi. Filistinliler İsrail’i hastaneyi hedef almakla suçlarken, İsrail ordusu ölümcül saldırının Filistinli bir gruptan atılan roketin yanlış ateşlenmesi sonucu meydana geldiğini iddia ediyor. O patlamada da yüzlerce kişi ölmüş ve yaralanmıştı. Gazze Şeridi’nde şu anda yaklaşık 1,000 Hıristiyan yaşıyor. 2007 yılında Hamas’ın kontrolü ele geçirmeden önce bu sayı 7 bindi. Çoğunluğu Ortodoks olan bu Hıristiyanlar, İsrail’in uyarılarına ve yaklaşan kara harekatına rağmen Gazze’den güneye gitmeyi reddetti. * Yazının 28 Ekim 2023’te Al Monitor’da yayınlanan orijinali için tıklayınız.

  • Hatay'ın havası bir de madenlerle zehirlenecek

    30 Ekim 2023’te Duvar’dan Burcu Özkaya Günaydın’ın haberinin ardından, Hatay Valiliği’nin maden aramalarında ÇED raporun aranmaması kararının hukuki dayanağını ve neticede oluşacak riskleri araştırdım. Öncelikle valiliğin bu kararı çok da yeni değil. Karar 3 Ağustos 2023 tarihli Mahalli Çevre Kurul Toplantısı’nda alınmış. Bu kurul, valilik bünyesindeki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü tarafından oluşturulmuş ve bünyesinde Büyükşehir Belediye Başkanlığı, Defterdarlık, İl Komutanlıkları, İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve İl Sağlık Müdürlüğü gibi ildeki yerel kamu kurumlarından müteşekkil. Bu kararda, aynı kurulun 30/01/2020 tarihli ve 192 sayılı kararının yürürlükten kaldırılmasına oy birliğiyle karar verilmiş. Kurulun 30/01/2020 tarihli kararı ise bölge için oldukça kritik. Nedeni ise ilgili karar metninden anlaşılıyor: “Madenlerin işletilmesi sırasında olabilecek olumsuz etkileri minimize etmeden faaliyetine izin verilmesi durumunda büyük çevresel oluşmakla beraber sorunların çözümü de büyük maliyetler gerektirmektedir. Bu sebeple, madencilik faaliyeti sonucu, yeryüzünün doğal yapısının bozulması, bitki örtüsünün ortadan kaldırılması, atık oluşumu, toz dağılımı, vibrasyon, gürültü, görsel kirlilik gibi çevreye olumsu etkilerinin çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak tedbirleri içerecek çevresel etki değerlendirme sürecine ihtiyaç duyulmuştur.” Kurul yukarıda yazılı sebeplerle il içinde belirli koordinatları “hassas alan” olarak kabul etmiş ve bu bölgede yapılacak her türlü maden faaliyeti için ÇED raporu hazırlanması gerektiğine karar vermiş. Ancak, 3 Ağustos 2023 tarihli kararda, 6 Şubat depreminin ardından yaşanan yıkım sebebiyle tekrar inşa aşamasında çok fazla madeni malzemeye ihtiyaç duyulduğundan bahisle hassas alan kararından geri dönülmüş ve maden faaliyetleri için “ÇED gerekli değildir” kararı alınmasının yolu açılmış. “Peki ÇED gerekli değildir” kararı ne anlama geliyor? ÇED yönetmeliğine göre “ÇED gerekli değildir kararı“, yönetmeliğin ekindeki listede yer alan çevresel etkileri ön inceleme ve değerlendirmeye tabi projelerin, çevre üzerindeki muhtemel olumsuz etkilerinin, alınacak önlemler sonucunda ilgili yürürlükte olan mevzuat ve bilimsel esaslara göre kabul edilebilir düzeyde olduğunun belirlenmesi üzerine, projenin gerçekleşmesinde çevre açısından sakınca görülmediğini belirten bakanlık kararıdır. Daha basitçe anlatırsak, bakanlık kimi projelerde çevreye olumsuz etkilerin çok az düzeyde olması halinde ÇED raporuna gerek duymayabiliyor. Karar yetkisi yönetmelik gereğince bakanlığın yetki alanındaysa da bu yetki ilgili bakanlığın il müdürlüğüne devredilebiliyor. Bu alınan karar neticesinde, Hatay ilinde herhangi bir maden faaliyeti yapılırken ÇED raporu alınmasına gerek duyulmayacak. Dolaysıyla bu maden faaliyetlerinin çevreye ne kadar olumsuz etki edeceğine ilişkin elimizde bilimsel bir veri de olmayacak. Deprem neticesinde oluşan yıkımlar sebebiyle aylardır asbest ve diğer zehirli kimyasalları soluyan Hatay halkının ciğerlerine bir de maden faaliyetleri neticesinde ortaya çıkacak olan tozlar da girmeye başlayacak. Bu karar sadece insanları değil, doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkları da olumsuz etkileyecek. Bu kararın çevreye etkisinin en görünür hali ise uzun süredir faaliyette olan taş ocaklarına ev sahipliği yapan Amanosların görüntüsü. Hafızamızda Yarıkkaya’nın ikiye böldüğü dağ olarak var olan Amanosların silueti artık insan eliyle paramparça bir hale geldi. Fotoğraf: İskenderun Gazetesi internet sitesinden alınmıştır. Maalesef ki, karara karşı tepki ve itirazlar oldukça cılız. Çevre hakları mücadelesiyle bilinen CHP Milletvekili Nermin Yıldırım Kara ve Hatay Çevre Koruma Derneği Başkanı Nilgün Karasu karara tepki gösterirken, Hatay Barosu tarafından karara karşı açılmış olan dava ise “menfaat yokluğundan reddedildi. Türkiye toplumunun artık deprem gündemini terk etmiş olması ve bölge halkının da ancak kendi temel sorunlarıyla mücadele etmek zorunda olması sebebiyle maalesef bölgedeki hak ihlallerine karşı güçlü bir tepki ve toplumsal muhalefet eksikliği mevcut. Öne çıkan görsel: Mehmet Çokbilgi/Tripadvisor

  • Defne'nin Anlatılmamış Hikayesi-I: Hayali Bir Şehri Yeniden İnşa Etmenin Tehlikeleri

    Defne'de 58 gün sonra 8 kişinin ölü bulunduğu enkaz 1. Defne, Enkaz ve Cenaze Antakya'yı ve halkını derinden sarsan 6 Şubat 2023 depreminin üzerinden sekiz aydan fazla bir süre geçti. Antakya depremlerinin etkisinin toplumsal hafızamızda yer etmesini sağlamak amacıyla, sizleri bu iki bölümlük yazıda bir tartışmaya katılmaya davet ediyorum. Bu seri, Defne ilçesinin ortaya çıkışını incelemeye odaklanacak. Ayrıca, Antakyalıların temel haklarının, özellikle de deprem sonrası devam eden yeniden inşa sürecinin ortasında, şehirlerini geri alma ve yeniden tasavvur etme haklarının korunmasının önemini tartışacağız. Bu tartışmaya, içinde 3 Nisan 2023’te aldığım bazı notları sizlerle paylaşarak başlıyorum: "3 Nisan Cuma günü istos Yayıncılık'ta Emre Can Dağlıoğlu moderatörlüğünde Bahadır Özgür ve Tuğçe Tezer ‘Antakya'nın Felaketi ve Geleceği’ adlı bir etkinlik düzenlediler. Bahadır Özgür konuşmasında Antakya ilindeki mülksüzleştirme süreçleri, kentsel dönüşümler, sermaye rantı üzerine örnekler sundu. Özgür'ün ifadesiyle, ‘Bütün bunlar oradaki etkin dini ve kültürel yapıları etkiledi (...) deprem buna fırsat verdi. Ne oldu, sorusunu sormamız gerekiyor’. Bahadır, bu soruya İskenderun ve Antakya'daki kentsel planlamanın ardındaki siyasi sonuçları açıklayarak cevap vermeye çalıştı. Öte yandan, son on yıldır Antakya kenti üzerine çalışan şehir plancısı Tuğçe Tezer, bu konuların şehir plancılarının ilgi alanına ancak depremle birlikte girdiğini belirterek ‘Neden Antakya çalışılmıyordu? Neden Antakya’yı şehir plancıları konuşmuyordu?’ gibi önemli sorular sordu.” Etkinlik yaklaşık bir buçuk saat sürdü. İstiklal Caddesi boyunca Karaköy vapuruna doğru yürürken konuşmayı düşünmeden edemedim. Onca düşüncenin arasında bir kelime aklımdan çıkmıyordu: "Defne". Yapılan konuşmaların ardından gelen sorularda, dinleyiciler Defne'den birkaç kez bahsetmişti. Bazen Defne’yi Antakya’yla karşılaştırarak, ondan Hatay iline bağlı bir ilçe olarak bahsettiler. Bazen ise 20 Şubat'ta meydana gelen "Defne Depremi”nden bahsettiler. Bu beni son iki aydır sosyal medyada ve basında "Defne" terimini nasıl kullandığımızı düşünmeye itti. Bu konuda 6 Şubat'ta bir tvit attığımı hatırladım: "Defneli arkadaşlarım henüz kimsenin onlara yardıma gelmediğini söylüyorlar. Evleri tamamen çökmüş durumda. Yollar kapalı. Soğuktan donuyorlar. Bu bir felaket. Antakya'da desteğe ihtiyacımız var! #hataydeprem #earthquakeinturkey #antakyadeprem" "Defne" adını Antakya’yla eş anlamlı olarak kullandım, çünkü bunun o bölgede yaşayan nüfus için farkındalık yaratacağını umuyordum. Birçok kişi de depremden etkilenen bölge halkına destek olmak için tvitlerinde bu adı kullandı. 4 Nisan'da "Defne"yle ilgili haberler bölge halkını alarma geçirdi ve "Hatay'da 6 Şubat depreminden 58 gün sonra Defne İlçesinin Armutlu ve Gazi mahallelerinde enkaz altından 8 cenaze çıkarıldı." şeklinde bir haber yayınlandı (bkz. Resim 1). Bu durum bana, bu "ilçe”deki insanların depremden 60 gün sonra bile neden ötekileştirilmeye ve unutulmaya devam edildiğini düşündürdü. Bu soruları düşünürken kendime şunu da sordum: "Defne’den, bu yerin nerede başlayıp nerede bittiği bile belli değilken, neden Antakya'dan ayrı bir bölgeymiş gibi bahsediyoruz? Daha da kötüsü, sanki harita üzerinde yerini belirleyip Antakya'nın merkezinden ayırabiliyormuşuz gibi "Burası Defne" diyoruz.” O gün yazdıklarımdan yaklaşık 4 ay sonra, bugün Defne ilçesinde yaşayan halk unutulmuş durumda. Unutulmuşluk o kadar derin ki, Yeşilpınar'da birlikte yaşadığım aileler, çadırlarda geçirdikleri altı ayın ardından, deprem neticesinde enkaza dönüşen evlerinin belediye tarafından ortadan kaldırıldığını ancak şimdi görebildiler. Evlerinin enkazının kaldırılacağı günün hayalini kuran arkadaşlarımın aileleriyle yaptığım sayısız konuşmayı halen bir şekilde hatırlıyorum. Hayatlarını yeniden inşa etmek için evlerinin yıkılmasını özlemle bekledikleri endişe verici bir durum. Altı ay sonra bir kez daha aynı sorular su yüzüne çıkıyor. Bir dejavu duygusu yaşayarak, aynı soruları birkaç yıl önce de sorduğumu fark ediyorum. Deprem ve Kentsel Dönüşüm Yasası olarak bilinen 6306 sayılı yasa kapsamında Antakya'nın tarihi merkezini "riskli alan" olarak belirleyen 7033 sayılı yeni yasanın etkileri üzerine düşünürken, “Türkiye-Suriye Sınırında Aidiyetin Tartışmalı Payzajlari: Antakya ve Defne'nin (Yeniden) Yapılışı” başlıklı yüksek lisans tezim için Antakya'da aidiyet, mekan ve kimlik politikaları üzerine yaptığım etnografik araştırmayı hatırlamadan edemiyorum. Bu konu üzerine yaptığım çalışma, Antakyalıların kendi şehirlerini sahiplenme ve tasavvur etme haklarını mülksüzleştirmeyi, marjinalleştirmeyi ve kişiliksizleştirmeyi amaçlayan ayrıştırıcı ve dışlayıcı bir coğrafi söylemi özselleştirmenin tehlikelerini ortaya koydu. Ne yazık ki, çalışmam artık Antakyalıların, şehirlerini tasavvur etme biçimlerinin ve beraberinde kamusal alana ilişkin resmi söylemlere dair algılarının bir derlemesinden ibaret. Saha çalışmamı yürütürken, Antakyalıların şehirlerini resmi anlatılarla keskin bir çatışma içinde algıladıklarını gözlemledim. Buna ek olarak, 6360 sayılı yasa ile ve Hatay Büyükşehir Belediyesi tarafından yürütülen kentsel dönüşüm girişimleri sonucunda kentsel alanda meydana gelen son idari değişiklikleri de inceleme fırsatı buldum. Resmi açıklamalarla, ilk olarak yerel yönetim reformu ve stratejik taksimatıyla (siyasi amaçlarla seçim bölgelerinin sınırlarının değiştirilmesi) ortaya çıkan büyükşehir şehir haritasına (bkz. Adıgüzel & Karakaya 2017; Can, 2020; Duman, 2020), ikinci olarak da EXPO 2021'e hazırlanan CHP'li Hatay Büyükşehir Belediyesi'nin yeniden ürettiği yükselen neoliberal çokkültürlülük söylemine bu çalışmada atıfta bulunuyorum (bkz. Medeiros Coelho, 2021). Çalışmamdaki katılımcıların geneli, Hatay'ın yeni haritasında yapılan "işaretleme"leri, bölgedeki etnik-mezhepçiliğin yükselişiyle birlikte hedef haline gelme olarak yorumladılar. Defne'nin hikayesini göz önünde bulundurmak, öncelikle 7033 sayılı yeni yasanın etkilerini anlamak ve beraberinde kentin nasıl yeniden inşa edilmesi, temsil edilmesi ve yeniden hayal edilmesi gerektiğine dair devlet söylemlerindeki riskleri belirlemek için elzem. Bu makale, öncelikle 6360 sayılı kanuna odaklansa da, 7033 sayılı kanunun kapsamlı bir etnografik incelemesinin şehrin idari, sosyal, kültürel ve etno-dinsel dinamiklerine dair çağdaş bir bakış açısı sunduğunu belirtmem gerekir. Bu inceleme, yerleşik etno-dinsel kentsel sınırları aşındırarak Antakya kimliği ve kültürünün uyumlu bir şekilde bir arada var olmasını tehdit etme potansiyeli taşıyan 7033 sayılı Kanun'a ilişkin gelecekteki kritikler için temel bir çerçeve oluşturuyor. Defne'nin anlatılmamış hikayesine ilişkin bu dizide, sizi bir keşif ve iç gözlem yolculuğuna çıkmaya davet ediyorum. Coğrafyayı kavrayışımız etnik-dinsel ve siyasi sınırların kısıtlamaları içine hapsedildiğinde, ortaya çıkan önemli riskleri yeniden değerlendirmek zorunlu. Bu ilk yazı, keşfe zemin hazırlayan bir giriş tartışması. Başlangıç olarak, Defne şekillenmeye başlarken yerel bir sanatçı olan Ali’yle 2018'deki karşılaşmamdan bahsedeceğim. Ardından, bu serinin ikinci yazısında Defne sakinlerinin Defne'nin oluşumunu ve 2018-2020 yılları arasında değişen siyasi ve etnik-dinsel sınırları nasıl algıladıklarını analiz edeceğim. Bu araştırma kapsamında, Defne sakinlerinin depremin ardından yaşadıkları sistematik ihmalin arkasındaki nedenleri ortaya çıkararak, Antakya hakkındaki resmi söylemler ile Antakyalıların kolektif tasavvuru arasındaki çarpıcı zıtlığı gözler önüne sereceğim. 2. Bir karşılaşma, bir harita, çekişmeli bir peyzaj Temmuz 2018'de Antakya'ya yaptığım ilk ziyarette, de Certeau'nun (2011) kent yürüyüşüne dair perspektifinden ve yerel katılımcıların sağladığı bilişsel haritalardan ilham alarak bölgedeki mahalleleri keşfetme fırsatı buldum. Bu deneyim, beni her biri kendine özgü etnik-dini altyapıları ve siyasi yönelimleri olan çok çeşitli kişiyle tanıştırdı. Ermeniler, Arap Aleviler, Arap Hıristiyanlar, Arap Yahudiler, Sünni Araplar, Şafii Kürtler, Sünni Türkler, Özbek Türkleri ve Suriyeli mülteciler gibi Antakya’da yaşayan çeşitli göçmenler de dahil olmak üzere zengin bir insan çeşitliliğiyle karşılaştım. Birçoğu beni cömertçe evlerinde ağırladı ve beni dini ve turistik yerlere, eğlence merkezlerine götürdü. İlk toplantılarımızda, katılımcıların çoğu Antakya'yı bir barış, kardeşlik ve hoşgörü kenti olarak tasvir eden resmi anlatıyı yeniden üretti. Bu anlatı sadece dinler arası diyaloğu (Dağtaş, 2020) ve etnik-dinsel toplulukların barış içinde bir arada yaşamasını (Doğruel, 2009) övmekle kalmıyor, aynı zamanda şehrin kültürel peyzajını “Medeniyetler Bahçesi” olarak markalaştırıyordu. Roma ve Helen-Bizans arkeolojik kalıntıları, Osmanlı camileri, hamamlar, çarşılar, Eski Antakya evleri, Alevi türbeleri, Hıristiyan kiliseleri, Fransız binaları arasında tarihi kent merkezinde yer alan eski Antakya sokaklarını gezerken ve katılımcılarla konuşurken bu anlatının çeşitli versiyonları ve yansımalarıyla karşılaştım. Ancak, şehirde dolaştıkça Antakya'nın resmi söylemler tarafından temsil edilme ve şehir sakinleri tarafından tahayyül edilme biçiminin, şehrin yeni imarı neticesinde son zamanlarda gerçekleşen olayları tam olarak yansıtmadığını fark ettim. Şehir alanı, etnik-mezhepsel hatlar boyunca daha keskin biçimde ayrışmıştı. Hatay ilinde meydana gelen önemli kartografik değişikliklerin ardındaki siyasi sonuçları anlamak istiyordum. Bu düşüncelerim, yaklaşık bir yıldır Eski Antakya sınırları içindeki Zenginler Mahallesi'nde bulunan Türk Katolik Kilisesi yurdunda kalan 20 yaşındaki Arap Ortodoks Gabriel’le tanıştıktan sonra daha da netleşti. Gabriel üniversite sınavına hazırlanıyordu ve boş zamanlarında bana şehri gezdirmekten büyük keyif alıyordu. Eski Antakya'ya yaptığımız gezilerden birinde bana yeni bir turistik güzergahla sürpriz yaptı: "Bugün seni Antakya Musevi Havrası'na götüreceğim" dedi (Gabriel, kişisel iletişim, 28 Temmuz 2018). Çok geçmeden sinagogun yurdumuza çok yakın, Kurtuluş Caddesi üzerinde olduğunu keşfettim. Sinagoga vardığımızda Gabriel'in arkadaşı olan hahamın orada olmadığını gördük. Sinagogun ilerisinde bir sanat atölyesi vardı ve Gabriel sahiplerini tanıdığı için haham gelene kadar orada beklememizi önerdi. Ahşap yakma sanatıyla çizilmiş Hatay haritasının il sınırları Sanat atölyesinde geleneksel yakma sanatıyla uğraşılıyordu. Gabriel, Antakya sinagoguna yapacağımız ziyaretle ilgili olarak atölye sahipleriyle heyecanla sohbet ederken, ben de atölyede bulunan ve Antakya'nın resmi turistik yerlerini ahşap baskılarla resmeden her bir tabloyu dikkatle inceledim. Kendimi ikinci katta duvardaki bir tabloya bakarken bulduğumda, sanat atölyesinde Arapça-Türkçe kelimeler ve kahkahalar yankılanıyordu (bkz. Resim 2). Resim, Hatay'ın yakın zamanda yeniden çizilen il haritasının Antakya semalarında iki el tarafından tutulduğu bir pirokartografiydi. Haritanın üstünü bir kilise, bir sinagog ve bir cami taçlandırıyor, etrafta martılar uçuşuyor, tablonun alt kısmında ise Asi Nehri üzerinde insanların geçtiği bir köprü yer alıyordu. Haritadaki köprünün sol tarafında ise Eski Antakya'nın merkezini oluşturan eski Antakya evlerinin bir kısmının gölgesi yer alıyordu. Resim, ünlü Antakya kenti ve Hatay ilinin kültürel mirasının panoramasını sanki ikisi tek bir şehirmiş gibi sunuyordu. Ancak, bana göre tablodaki bazı şeyler yerli yerinde değildi. Tabloyu anlamlandırmaya çalışırken odada meraklı bir ses yankılandı. Bu, ressamın sesiydi, açık kahverengi gözlü, orta yaşlı bir adam olan Ali'nin. Duvardaki yaptığı resme bakarak bana Antakya'nın tarihini anlatmaya başladı: "Antakya, şehir merkezinde ezanın (Müslüman ezanı), çanın (Hıristiyan kilisesinin çanı) ve hazzanın (sinagogun Yahudi chazan'ı) dualarını duyabileceğiniz kutsal bir topraktır" (Ali, kişisel iletişim, 28 Temmuz 2018). Onu dinlerken, Ali'nin bu sözleri bir turizm rehberinden okuduğunu hissettim. Dikkatim Ali'nin elindeki Hatay ilinin haritasına yöneldi. Resmindeki haritaya bakarken ona "Nerelisin?" diye sorduğumu hatırlıyorum. O da "Antakyalıyım" diye cevap vermişti. Antakya'nın hangi bölgesinden olduğunu haritada gösterip gösteremeyeceğini sordum. Orada Defne adında küçük bir ilçeyi işaret etti. Yerel katılımcıların izinde şehri deneyimlemeye çalıştığım için, Ali'nin cevabı kafamı o kadar karıştırdı ki, sorumu yeniden formüle etmek zorunda kaldım: "Sen hangi mahalledensin?" diye sordum. Bana Antakya'nın merkez mahallelerinden birinden, "Sümerler Mahallesi"nden olduğunu söyledi. "Ama o mahalle Antakya'da mı?" Haritada Defne'yi göstererek sordum. Haritasıyla ilgili sorularım ilk bakışta önemsizdi. Sadece nereli olduğunu sormuştum. Sonuçta Defne'de miydi yoksa Antakya'da mı? Meğer haritasıyla ilgili sorularım bir yara açmış ve Antakya'yı anlatırkenki hoşgörü, kardeşlik ve barış tonu yerini hüzünlü bir tonuna bırakmıştı: “Antakyalıyım ben. Memleketim burası. Doğma büyüme buralıyım. Benim babam da dedem de Antakyalı. Son belediye seçimlerinde, Arap Aleviyiz diye, bizi işaretlemek için çıkardılar Defne’yi. Parmakla gösteriyorlar bizi artık haritada. Herkes kim olduğumuzu, nerede yaşadığımızı biliyor.” Ali'nin sözlerini sindiremeden konuşmamız, beni sinagoga çağırmak için ikinci kata çıkan Gabriel tarafından kesildi. "Ooo haham burda! Fırsat ayağına geldi, kaçırma!" dedi. Kısa sohbetimiz için Ali'ye teşekkür ettim. Sinagog ziyaretimizden sonra kilise yurduna dönerken Gabriel'e Ali'nin Arap Alevi olduğunu bilip bilmediğini sordum. Bana gülümsedi ve hiç tereddüt etmeden, "Biz kadim kardeşiz, Hıristiyanlar ile Aleviler. Yüzyıllardır birlikte yaşıyoruz" dedi. 3. Siyasi ve Etno-dinsel sınırların ötesinde: Bir aidiyet mekanı olarak Antakya 2018'de tuttuğum etnografik notlar, Ali’yle yaşadığım ufuk açıcı bir karşılaşmaya ışık tutuyor. Galerisine adım attığımda, Hatay'ın yeni resmi haritasına dair önyargılı bir fikir taşıyordum ve onu bölgenin coğrafyasının tartışılmaz, nesnel bir temsili olarak görüyordum. Ancak, Mills'in Kuzguncuk üzerine yaptığı etnografik çalışmadan çıkardığım önemli bir dersi bir an için gözden kaçırdım. Mills (2010), peyzajların görsel sunumunun onları nesnel olarak algılamamıza yol açarak, bu peyzajları şekillendiren siyasi ve sosyal süreçleri potansiyel olarak nasıl gizleyebileceğini göstermişti. Kendimi şehre yeni gelen herhangi biri gibi, başta "Antakyalı" ve "Hataylı" olmak üzere yerel kimliklerin nüanslı ayrımlarını, bunların altında yatan anlamlarını ve bu aidiyetleri tanımlayan coğrafi sınırları kavrama zorluğuyla karşı karşıya buldum. Başlangıçta bu tanımlamalar bana biraz kafa karıştırıcı gelmişti, çünkü kendilerini gönülden Antakyalı olarak tanımlayan kişilerle karşılaşıyordum. Diğerleri ise Hatay bölgesinden gelen Türkler olarak yerel kimliği benimsemişlerdi. Bazı durumlarda bu kavramlar birbiriyle örtüşüyordu, zira bazı katılımcılar kendilerini tanımlamak için her iki kavramı da birbirinin yerine kullanıyordu. Bununla birlikte, Arap Alevi ve Hıristiyan toplumlarından insanlarla geçirdiğim zaman arttıkça bu farklılıkları daha iyi anlamaya başladım. Bir keresinde, şu anda Defne'ye bağlı bir mahalle olan Değirmenyolu'nda Arap Alevi bir aile tarafından misafir edildim. Ailenin kızlarından biri olan 23 yaşındaki öğrenci Demet’le yaptığım bir sohbet sırasında ona Antakyalı olmanın ne anlama geldiğini sordum: “Beni Antakyalı hissettiren ilk şey kültürüm, yani Arap Alevi kökenlerim. Antakya’dan olmak bana farklı medeniyetlerin bir arada, huzurla, hor görülmeden, çatışmadan yaşadığı bir memleketi anımsatıyor. Bence Antakya bu birlik ve güzelliğin bir parçası olmak demek.” Demet'in de açıkladığı gibi, Antakya bu topluluklar için hem Türkiye Cumhuriyeti'nin mekansal ve zamansal sınırlarını aşan bir mekanı, hem cemaat duygusu ve kültürel miraslarıyla özdeşleştikleri, ait oldukları ve temsil ettikleri bir kenti, hem de ulus-mekan içinde ikamet ettikleri bir yeri temsil ediyor. Kuşkusuz, başlangıçta sadece Sünni olmayan Arapların Antakya kimliği üzerinde hak iddia ettiğini düşünmüştüm. Bununla birlikte, Altınözü ve Yayladağı'ndan Sünni Araplarla konuştuktan sonra, onların da güçlü bir Antakyalılık duygusuna sahip olduklarını; Antakyalılığın bazen "Türk" ya da "Sünni" olmanın önüne geçen, mekana dayalı bir kimlik olduğunu anladım. Bu bakış açısı, Antakya'ya yaptığım ziyaretlerden birinde Ahmet'in ailesiyle birlikte kalma fırsatı bulduğumda daha da netleşti. Ahmet, Antakya'nın Cebrail mahallesinde ikamet eden 48 yaşında Yayladağlı Sünni Arap bir turist rehberiydi. Ahmet'e Antakya ve Hatay arasındaki farkları ve kendisini nasıl tanımladığını sorduğumda, kendisini Antakyalı olarak tanımladığını ama aynı zamanda Yayladağlı olduğunu söyledi. Daha sonra, Hataylı ve Yayladağlı olmasına rağmen, atalarının Hatay'ın Türkiye'ye ilhakından önce orada yaşamış olmaları nedeniyle öncelikle Antakyalı olduğunu açıkladı. Bu otokton (yerli) bakış açısı, başlıca dinleri veya mezhepleri (Aleviler, Sünniler ve Hıristiyanlar) ne olursa olsun, ildeki Araplar arasında ortak bir temayı vurguluyor. Kendilerini Hatay'dan çok Antakya’yla ilişkilendirme eğilimindeler ve çoğul bir aidiyet duygusunun altını çiziyorlar. Bunda, antik çağda dünyanın en büyük kentlerinden biri olan Antakya'nın doğdukları yer olması ve şehrin çok sayıda imparatorluğa, hükümete ve modern ulusal devlete beşiklik etmesinden gelen tarihsel önemi yadsınamaz. Bunlar arasında Asur, Ermeni ve Hitit Krallıkları, Kürt kabileleri, Yunan (Selevkos) monarkları, Roma ve Pers İmparatorlukları, Arap, Bizans ve Memlük devletleri, Osmanlı İmparatorluğu, Suriye, Fransız ve Türk yönetimleri sayılabilir (Matkap, 2009). Dolayısıyla, bu toplulukların Antakyalı olmakla özdeşleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin mekansal ve zamansal sınırlarını aşarak imparatorluklar ve farklı otokton topluluklar da dahil olmak üzere çeşitli dönemleri kapsayan derin bir tarihsel mirası kapsıyor. Dolayısıyla, Antakya'nın, Hatay'ın 1939'da Türkiye Cumhuriyeti'ne resmen iltihakından çok daha önce kurulmuş olan köklü tarihsel önemi, Antakyalıların kimlikleriyle kurdukları derin bağın altını çiziyor. Fakat bu gruplar içinde, özellikle Arap Hıristiyanları ve Arap Alevilerinde kayda değer bir ayrım göze çarpıyor. Bu iki toplum, kendilerini Antakyalı olarak tanımlamaktan gurur duysa da, Hatay iliyle olan bağlarını köklü bir otoktonluktan ziyade idari bir statü olarak görüyorlar (Beylunioğlu & Kaymak, 2018). Esasen, yerel ve etnik-dinsel aidiyetleri ne olursa olsun, Antakyalı olma kimliğini kolektif olarak benimsiyorlar. Bu ortak kimlik şehrin sınırlarını aşarak Antakya, İskenderun, Defne, Dörtyol, Samandağ, Kırıkhan, Reyhanlı, Arsuz, Altınözü, Hassa, Payas, Erzin, Yayladağı, Belen ve Kumlu olmak üzere on beş ilçeyi kapsıyor. Antakyalı olmanın kapsayıcı bir anlamı olsa da, bunun gündelik hayatta başka kentsel aidiyet biçimlerine ve yerel etnik-dini kimliklere işaret eden sosyal-mekansal düzenlemelerinin varlığını inkar etmediğini belirtmek önemli. Örneğin, Harbiye, Armutlu, Cumhuriyet gibi mahallelerden ya da Samandağı, Altınözü, Yayladağı veya İskenderun gibi ilçelerden gelmek, her biri bölgenin dokusunu şekillendiren farklı sınırlarla tanımlanan çeşitli yerellik, kimlik, etnik köken, din ve kentsel miras alt kavramlarını ifade edebilir. Dağtaş'ın (2014) net bir şekilde gösterdiği gibi, etnik-dini sınırlar söylemsel olarak inşa edilir ve gündelik etkileşimler sırasında çeşitli sosyal-mekansal bağlamlarda aşılabilir. Nitekim Demet, Ali, Ahmet, Gabriel ve diğerlerinin kişisel anlatılarında da görüldüğü üzere, Antakya'daki mevcut toplumsal ve etno-dinsel bölünmeler, bu yerel topluluklar arasında kolektif bir kimliği besliyor. Kentlerine dair ortak bir tasavvuru paylaşan bu topluluklar, etnik ve dini farklılıklarını kent dokusu içinde uyumlu bir şekilde bir arada yaşamanın önünde bir engel olarak değil, bir güç olarak görüyor. Bununla birlikte, Antakyalı olarak tanımlanmak ortak bir kültürel kimliği ve idari, coğrafi ve zamansal kısıtlamaları aşan bir aidiyet duygusunu temsil etse de, Ali'nin Defne'nin Antakya'dan ayrılmasına ilişkin hayal kırıklığı benim için bir muamma olarak kaldı. Her ne kadar Antakya ve Defne'nin idari sınırları bir şekilde iç içe geçmiş olsa ve birbiri içinde var olan iki ilçe algısı yaratsa da, Ali ve bahsi geçen diğer kişiler, aralarındaki yeni bölünmeyi kentsel peyzajda sembolik olarak kurulmuş sosyal ve etnik-dinsel sınırlara karşı bir ihlal olarak algılıyorlar. Bu süregelen muamma, beni Defne ilçesinin anlatılmamış hikayesini daha derinlemesine araştırmaya teşvik etti. Bu hayali ilçe nasıl kuruldu? Resmi sınırları ne? Antakya'da siyasi ve etnik-dinsel sınırların nasıl algılandığı, hayal edildiği ve yeniden üretildiğine dair ne tür sonuçlar doğuruyor? Ali’yle görüşmemin tetiklediği bu sorular, Mills'in önemli içgörüsü üzerine düşünmem ve haritalar gibi görsel temsillerin aldatıcı doğasını kavramam için bir katalizör görevi gördü. Defne ve Antakya'nın bölünmesine ilişkin yerel anlatılar ile resmi büyükşehir söylemi arasındaki uyuşmazlıklar, beni 2018-2020 yılları arasında yeni haritanın arkasındaki güç dinamiklerini ortaya çıkarmayı amaçlayan etnografik bir yolculuğa çıkmaya teşvik etti. Nehna’daki yazı dizisinin ikinci bölümünde bu sorgulamaları ele alacağım. Defne'de yaşayanların bakış açılarını, Defne'nin oluşumunun evrimini ve 2018-2020 yılları arasında değişen siyasi ve etnik-dini sınırları nasıl algıladıklarını anlatacağım. Ayrıca, Antakya'nın yeniden inşası sırasında coğrafi anlayışımızı etnik-dinsel ve siyasi olarak bölen sınırlarla ayırmanın getirdiği önemli riskleri yeniden değerlendirmenin önemini vurgulayacağım. "Defne'nin Anlatılmayan Hikayesi"yle ilgili gelişmeler için Nehna'yı takip etmeye devam edin. Not: Etik ve mahremiyet nedeniyle, bu makalede görüşülen kişilerin kimliklerinin yanı sıra taranan resimde tasvir edilen öznenin gizliliğini ve güvenliğini korumak için takma adlar kullanıldı. Kaynaklar Adıgüzel, Ş., & Karakaya, S. (2017). Yerel siyasete etkileri açısından 6360 sayılı yasa: Hatay örneği. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(39), 31–56. Beylunioğlu, A. M., & Kaymak, Ö. (2018). İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri. H. Rigas (Ed.), Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları. İstos Yayın. Can, S. (2020). Spatialization of ethno-religious and political boundaries at the Turkish-Syrian border. Syria: Borders, boundaries, and the state (pp. 127–149). Palgrave Macmillan. Dağtaş, S. (2014). Heterogeneous encounters: Tolerance, secularism and religious difference at Turkey’s border with Syria [PhD Dissertation]. University of Toronto. De Certeau, M. (2011). Practice of everyday life (1st ed.). University of California Press. Defne’de 58 gün sonra 8 kişinin ölü bulunduğu enkaz. (2023). Gazete Duvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/hatayda-enkaz-altindan-8-cenaze-cikarildi-haber-1611667 Doğruel, F. (2009). Hatay’da çoketnili ortak yaşam kültürü. İletişim Yayınları. Duman, L. (2020). Seçimlerde sınırlar: “Başarılı” bir stratejik taksimat örneği olarak Defne İlçesi’nin kurulması. MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(4), 2611–2626. https://doi.org/10.33206/mjss.706308 Matkap, S. (2009). Reconsidering the annexation of the Sanjak of Alexandretta through local narratives [Master’s thesis]. Middle East Technical University. Medeiros Coelho, J. R. (2021). Contested Landscapes of Belonging at the Turkish-Syrian Border: The (Re)making of Antakya and Defne [MA Thesis]. Boğaziçi University. Mills, A. (2010). Streets of Memory: landscape, tolerance, and national identity in Istanbul. University of Georgia Press.

  • Depremden sonra Antakya ve Mersin arasındaki dayanışma

    Mersin ve Antakya… Yakın coğrafi konumlarının da katkısıyla her daim kuvvetli bir bağa sahip olmuş, resmi bir ibare olmasa da “kardeş şehir” diye anılabilecek iki kent. Demografik yapıları, mutfakları ve iklimleri birbirlerine oldukça benzeyen bu iki kent arasında göç de her zaman yoğun seyretti. Örneğin, Mersin’deki Rum Ortodoks Kilisesi cemaatinin yaklaşık yüzde doksanının Samandağ’dan Mersin’e yerleşen ailelerden oluştuğu biliniyor.[1] Aradaki bu bağın 6 Şubat depreminden sonra daha da güçlendiğini söylemek mümkün. Depremi oldukça şiddetli hissetmesine karşın can ve mal kaybının yaşanmadığı Mersin, depremden sonra hem Antakya’dan hem de diğer depremzede illerden gelen binlerce kişi için bir sığınak görevini gördü. Mersin’in çok kültürlü yapısı sayesinde deprem bölgesinde yaşayan pek çok kişinin kentte akrabaları ve yakınlarının bulunması, kenti bu süreçte öne çıkaran etkenlerden biri oldu. Depremden sonra barınma sorununu geçici olarak çözebilmek amacıyla Mersin’e gelen Antakyalıların ve depremden etkilenen geri kalan 10 ilden gelenlerin neler yaşadığını kelimelere dökmek zor olsa da kısaca aktarmaya çalışacağım. 6 Şubat’tan sonra afet bölgesinden Mersin’e doğru yaşanan göçle ilgili yerel yöneticiler pek çok girişimde bulundu. İlk olarak Mersin Büyükşehir Belediyesi depremden sonra Mersin’e gelen depremzedelerin ihtiyaçlarını koordine edebilmek için bir kriz merkezi oluşturdu. Belediye, şehirlerini terk etmek zorunda kalarak Mersin’e gelen depremzedelerden 7500’üne barınma imkânı sağladığını belirtiyor.[2] Merkezdeki Yenişehir Fuar Alanı’nın yanı sıra Erdemli, Tarsus, Mezitli ve Gülnar ilçelerinde de barınma alanları oluşturan belediyenin verilerine göre, depremden bir buçuk ay kadar sonra belediye 3081 kişiye barınma hizmeti sağlamaya devam ediyordu. Valiliğin resmi kayıtlarına göre, Mart ayı başında şehirde 164.845 depremzede barınıyordu.[3] Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü ise ilk dönemde 15 bin depremzedeyi misafir ettiklerini, 1 Haziran itibariyle de 10 bin kişiye hizmet vermeye devam ettiklerini söylüyordu.[4] Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer verdiği demeçlerde, şehirde yaşayan akrabalarının yanına gelen ve bu nedenle Valilik tarafından kayıt altına alınmayan depremzedeler olması nedeniyle ellerinde net bir rakam olmadığını ancak depremden sonra tahmini 250 bin kişinin şehre geldiğini aktarıyordu.[5] 16 Şubat’ta Twitter üzerinden ise 5-15 Şubat arasında Mersin’deki su tüketiminin yüzde 15 oranında arttığını belirtiyor ve bunun 327 bin kişinin su tüketimine eşit olduğundan yola çıkarak kentin nüfusunda son on gün içinde en az bu oranda bir artış olduğuna dikkat çekiyordu.[6] Seçer, Elazığ afet bölgesine dahil edilmeden önce bir televizyon kanalında yaptığı açıklamada “Mersin, 10 ilin dışında depremden dolaylı ama en yoğun etkilenen 11. il oldu. Depremden etkilenen aslında 10 il değil. Yıkım olarak 10 il etkilendi ama depremin komplikasyonlarını da işin içine katarsanız depremden etkilenen 11. il Mersin’dir. Yani 11’inci il olarak bakmak lazım” diyor ve kente yaşanan göç dalgası nedeniyle iktidarın acil eylem planı hazırlayıp uygulamaya koyması gerektiğini ekliyordu.[7] 20 Şubat’ta yine bir televizyon kanalında kentin nüfusunun 1,9 milyon olduğunu ancak nüfusa dahil edilmeyen 400 bin kadar sığınmacı ve yabancı nüfus bulunduğunu ve depremden sonra şehre gelen 400 bin kadar depremzedeyle beraber Mersin’in nüfusunun 2,7 milyona dayandığını söylüyordu. Kente gelen 65 bin aileden yaklaşık 35 bininin ise kentte kalıcı olacağını tahmin ettiğini vurguluyordu.[8] Nüfustaki artışı yine su tüketimi üzerinden gözlemlediklerini belirtirken bu nedenle Mersin’de hayatın yüzde 150 gibi bir kapasiteyle devam ettiğini ifade eden Seçer, yoğun tüketim nedeniyle su şebekesinin her an çökme riskiyle karşı karşıya olduğunun da altını çiziyordu. 21 Şubat’ta bir gazeteye verdiği demeçte deprem göçü nedeniyle şehre 400 bin kişinin gelmesini beklendiğini aktarırken insanlara yardımcı olmaktan ve sahip çıkmaktan vazgeçmeyeceklerini ancak Mersin’in de desteğe ihtiyacı olduğunu vurguluyordu.[9] Aynı haberde Belediye Meclisi Üyesi Abdurrahman Yıldız da depremin ardından şehre 300 binden fazla insan geldiğini ve bu sayının 500 bini aşacağının öngörüldüğünü söylüyordu. Benzer söylemler Mersin’deki sendika ve meslek odaları tarafından da dile getirildi. Depremden sonra kamu kurumlarının yaralıların ve göç eden depremzedelerin ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kaldığına dikkat çekildi. Örneğin, Mersin Tabip Odası Başkanı Nasır Nesanır depremin ardından ilk etapta 22 bin yaralının getirildiği Mersin’e 400 binden fazla depremzedenin geldiğini ve sağlık hizmetlerine erişimde sorun yaşandığını ifade ederken, tıpkı Belediye Başkanı Seçer gibi Mersin’in özel il statüsüne getirilmesi gerektiğinin altını çiziyordu. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası Mersin Yönetim Kurulu Üyesi Filiz Çelebi ise refakatçiler için uygun alanlar oluşturulmadığını, şehir hastanesindeki VIP katlar açılmış olsa orada yaralı depremzedelerin yakınlarına odalar açılabileceğini ve konaklama sağlanabileceğini belirtiyor, ancak bu yapılmadığı için refakatçilerin poliklinik koridorlarında tek kişilik koltuklarda gecelemek zorunda kaldığından bahsediyordu.[10] Mersin afet bölgesine dahil edilmediği için acil deprem fonundan faydalanamıyordu. Bu nedenle 23 Şubat’ta kentteki 48 sivil toplum kuruluşu, yoğun göç dalgası altında kalan Mersin’e özel statü verilmesi için Cumhurbaşkanı ve ilgili mercilere ortak çağrıda bulundu. Altyapı, ulaşım ve barınmada daha fazla sorun yaşanmaması için şehrin özel bir destek/statü kapsamına alınmasını talep eden sivil toplum kuruluşlarının çağrısına herhangi bir yanıt gelmedi.[11] Belediye başkanı, belediye meclis üyeleri, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve sendika temsilcileri Mersin’in ihtiyaç duyduğu desteği yüksek sesle dile getirmelerine rağmen 3 Nisan 2023’te AFAD tarafından afet bölgesine dahil edilen Bingöl, Kayseri, Tunceli, Niğde, Mardin ve Batman’ın yanında Mersin yoktu.[12] Nitekim Seçer de bu konuda yine Twitter üzerinden serzenişte bulunarak şöyle yazıyordu: “Kayseri’nin de deprem bölgesi kapsamına alınacağı duyuruldu. Hayırlı olsun. Kayseri’ye bir sözümüz yok ama Mersin de aldığı yoğun göç, yapıların aldığı hasar nedeniyle depremden etkilenen iller arasında. İktidar Mersinlilerin sesini duymamazlıktan geldi, yok saydı, haksızlık yaptı. Ekmeğini depremzede kardeşlerimizle bölüşen Mersinlilere 14 Mayıs’a kadar sabır diliyorum.”[13] 14 Mayıs ve sonrasında ikinci tur 28 Mayıs seçimlerinin üzerinden aylar geçti, fakat depremzedelerin yaraları sarılmaktan hala çok uzak. Haziran ayı itibariyle depremden sonra barınma için Mersin’e gelen depremzedelerin bir bölümü ise şehirlerine döndü. Otellerde, apartlarda, geçici olarak kiralanmış evlerde barınan çocuklu ailelerden bir kısmı, okulların da kapanmasıyla birlikte şehirlerine geri gitmeye başladılar. Ancak Mersin’de kaldıkları süre boyunca zaman zaman olumsuz koşullarla da karşılaştıklarını söylemek yanlış olmaz. Kira ücretlerinde yaşanan fahiş artış da bunlardan biri. Depremden sonraki ilk haftalarda, fırsatçı ev sahipleri nedeniyle Mersin’in Akdeniz, Toroslar, Mezitli ve Yenişehir ilçelerinde 20 bin liraya kadar yükselen kira fiyatlarının yanı sıra, yazlık konutların çoğunlukta bulunduğu Silifke ve Erdemli’de bazı ev sahipleri kirayı yıllık peşin olarak istemeye başladı. Malatya’dan Mersin’e gelmiş bir depremzede de kendisinden bir yıllık kiranın peşin istendiğini ve 150 binden 200 bin liraya kadar teklif duyduğunu anlatıyordu.[14] Bu durum Mersin Emlakçılar Odası Başkanı Mehmet Sinan Canpolat’ı isyan ettirmiş, bu konuyla ilgili yüzlerce şikayet aldıklarını belirten Canpolat ev sahiplerini vicdanlı davranmaya davet ederken “Orada ölmeyen insanları burada yüksek kiralar altında mı öldüreceğiz?” diye sormuştu.[15] Canpolat, Mersin’de yüksek kiralarla karşılaşan depremzede vatandaşların ihbarda bulunmalarını istemişti ama bunlara rağmen kiralarda bir düşüş olmadı.[16] 20 Şubat’ta yaşanan Samandağ merkezli 6,8 şiddetindeki depremin Mersin’de de oldukça güçlü bir şekilde hissedilmesi, depremden etkilenen kentlerinden ayrılıp Mersin’e gelen depremzedeler için yeni bir şok oldu. Mersin’de denizin doldurulduğu sahil şeridi üzerine inşa edilmiş çok katlı, eski ve yüksek binalar nedeniyle depremzedeler zaten kendilerini güvende hissedemiyorlardı. Zeminin sağlam olmadığı yazlık evlere yerleşen depremzedeler bu son depremle aynı korkuyu bir kez daha yaşamış oldular.[17] Ayrıca, uzmanların Adana’da yeni bir deprem beklendiğine dair görüşleri depremzedeler için Mersin’i de riskli bir bölge haline getiriyordu.[18] İlaveten, depremzedelerin bir kısmı Akdeniz ilçesindeki millet bahçesine kurulmuş çadırlarda kalırken barınma ve temel ihtiyaçlara erişim konusunda sorun yaşıyorlar, Suriyeli göçmen depremzedeler ayrımcı söylemlere de maruz kalıyorlardı. Rüzgarlı havalarda çadırlar uçuyor, depremzedeler yemek ve suya erişimde zorlandıkları gibi bundan sonrasında geçimlerini sağlamak için iş bulmakta da güçlük çekiyorlardı.[19] Bu süreçte bütün depremzedelere ama en çok da Antakyalılara kapılarını açan Mersin Rum Ortodoks Kilisesi ve Mersin Latin Katolik Kilisesi’ne ayrı bir yer ayırmak gerekiyor. Yukarıda değinildiği gibi Mersin Rum Ortodoks Kilisesi cemaatinin çoğunluğu daha önceden Samandağ’dan Mersin’e göç etmiş ailelerden oluştuğu için zaten herkesin Hatay’da yaşananlardan etkilenmiş bir yakını, bir akrabası veya bir tanıdığı bulunuyordu. Ancak 6 Şubat sabahı depremden sonraki ilk saatlerde kilisenin hemen önündeki meydanda toplanan kalabalığı gören Vakıf Başkanı Can Arap’ın kilisenin kapılarını açmaya karar vermesiyle beraber kilise yalnız cemaat için değil, bütün Mersin halkı için bir toplanma alanına dönüştü. Kapıların açılmasıyla beraber insanlar güvenli ve açık alan olarak görülen kilise bahçesinde toplanmaya başladı. Kilise pederi İspir Teymur depremden iki gün öncesinde bir yakının vefatı nedeniyle Samandağ’a gitmişti. Telefon hatlarının çökmesi sonrası ona ulaşamamanın verdiği korku ve panik, Antakya ve İskenderun’daki vakıf başkanlarına da ulaşılamadıkça iyice büyüdü. Bu esnada kiliseye insan akını artıyor, çevredeki apartmanlardan inip kendilerini sokağa atan insanlar kiliseye sığınmaya devam ediyordu. Kilisedeki kalabalık artmaya devam edince kilise mutfağında çorba yapılmaya başlandı. Televizyonlar Kahramanmaraş, Adana, Malatya gibi depremden etkilenen diğer illeri gösteriyorlardı ama Antakya’dan hala haber yoktu. Bir süre sonra Antakya’da durumun kötü olduğu haberleri yavaş yavaş yayılmaya başladı, fakat telefonlar hala çalışmadığı için net bir haber alınamıyordu. Öğlen 13.24’te gerçekleşen 7,5 büyüklüğündeki ikinci depremden sonra kilisenin gençlerinden Antakya’ya su, ekmek ve kuru gıda götürmek için yola çıkanlar oldu ama herhangi bir günde 3 saat süren Mersin-Antakya yolunu ancak 15 saat gibi bir sürede alabildiler. Aynı şekilde, Peder İspir Teymur da Mersin’e ancak ertesi gün ulaşabildi. Olağanüstü hal ilan edilmesiyle beraber araçlar, valilikten alınan izinden sonra yola çıkabildi. Minibüslerle göndermeye devam ettikleri kuru ve konserve gıdalarla beraber mazot, ilaç, sağlık malzemesi ve ısıtıcı da göndermeye başladılar. Antakya’da hayatını kaybedenler için dini ritüelleri yerine getiren Peder Pavlus aracılığıyla, insanların bir an önce şehirden çıkmak için yardıma ihtiyaçları olduğu öğrenilince, erzak ve yardım malzemesi götüren minibüslerin oradan bir grubu alıp Mersin’e getirmesine karar verildi. İlk başta yalnızca bir minibüs dolusu insanın geleceği sanılırken daha sonra minibüsler git-gel yapmaya ve bölgeden onlarca kişi Mersin’e gelmeye başladı. İlk on gün içerisinde bölgeden 1.200 kişi Mersin’e getirildi. Antakya’dan depremzedeler gelmeye devam ettikçe kilisede bir transfer operasyonu yürütüldüğünü gören Mersin halkı da yardımda bulunmaya başladı. İnsanlar sandalyelerde sabahlamak zorunda kalınca kilisenin toplantı salonu gündüzleri yemekhaneye, akşamları ise yatakhaneye çevrilmeye başlandı. Toplantı salonu yetersiz kalınca kilisenin ibadethane kısmı da Peder’in onayıyla açıldı ve ilave yataklar ve battaniyeler yerleştirilerek yatakhaneye dönüştürüldü. Antakya’dan getirilen depremzedelerden yaralı olanlar tedavi için yakındaki bir hastaneye gönderiliyor, kilisenin karşısındaki spa merkezinde banyo ve temizlik ihtiyaçlarını gidermeleri sağlanıyordu. Kiliseye bağışlanan kıyafetler cinsiyet ve bedenlerine göre tasnif edilerek depremzedelerin kullanımına sunuluyordu. Kurulan kayıt masasında alınan kayıtlara göre en az 750 depremzede kayıt yaptırdı.[20] Depremzedelere barınma olanağı sağlamak için apart oteller ve konaklama tesisleri kiralandı, Antakya’ya çadır gönderildi. Kadınlar kolu kilisenin mutfağında her gün üç öğün yemek hazırlayıp en az 300 kişiye yemek çıkarırken, gençlik kolları da iki vardiya halinde günde 12 saat canla başla yardım için çalışıyordu. Antakya’dan tahliye edilen depremzedeler Mersin’e çoğunlukla geç saatlerde ulaşabiliyor, gençlik kolları üyeleri onları karşılayıp kilisenin içerisindeki yatakhanede konaklamaları için yardımcı oluyorlardı. Ertesi gün ihtiyaçlarını gidermeleri ve banyo yapmaları için gerekli ayarlamalar yapıldıktan sonra ise evlere ya da otellere yerleştiriliyorlardı. Yine de insanlar gündüzleri yeniden kiliseye geliyor, orada hep beraber vakit geçirip sohbet etmek onlara iyi geliyordu. Bu tür bir felaket için hiçbir hazırlığı olmayan kilise bu süreçte yalnız Hıristiyanlar için değil, Müslümanlar için de bir sığınak görevi gördü. Kilisenin mutfağında yapılan yemekler yalnızca kilise cemaatiyle değil, dinine mezhebine bakılmaksızın her gelen depremzedeyle paylaşıldı. Kilise mensupları, bu süreçte Cemevi, Büyükşehir Belediyesi ve sivil toplum kuruluşlarından büyük destek gördüklerini belirtiyorlar. Antakyalı Hıristiyan dostlarının kilisede olduğunu öğrenen Antakyalı Müslümanların onları görmek için soluğu kilisede aldıklarını, yaşanan felaketten sonra birbirlerini ilk kez orada gören Antakyalıların gözyaşları içerisinde kucaklaştıklarını anlatıyorlar. Gösterilen dayanışmanın kilise tarihinde bir örneği daha bulunmadığını dile getirirken, bu dayanışmanın Antakya ve Mersin cemaatleri arasındaki bağlılığı da perçinlediğini ve insanları bireysel olarak da depremzedelerle dayanışmada bulunmak için motive ettiğini, kimi cemaat mensuplarının depremzedelere evlerini açtıklarını aktarıyorlar. Hıristiyan toplumunu bir ve diri şekilde tutmak istediklerini, toplumun kaybolmasını istemediklerini söylüyorlar. Zaten çok küçük bir nüfus olarak kaldıklarının ve o nüfusu korumaları gerektiğinin, kardeşlerine yardım etmenin ve onları bir arada tutmanın kendileri için çok önemli olduğunun altını çiziyorlar. “Kalan nüfusumuzun müzeye dönüşmesini istemiyoruz” derken Antakya ve Mersin’de örneğini gördüğümüz beraber yaşama kültürünün devam etmesini istediklerini ifade ediyorlar.[21] Bütün bunların yanı sıra, Hatay’daki birçok kilisenin yıkılmış veya ağır hasar almış olmasının cemaat üzerinde psikolojik bir tahribat bıraktığı da aşikar. Mersin’de bir kilise ve cemaat bulunması, onların depremden sonra Mersin’i tercih etmelerinde de etken olmuş durumda. Aynı seferberlik halinin Mersin Latin Katolik Kilisesi’nde de yaşandığını söylemek gerekiyor. Çoğunlukla Hatay bölgesinden gelen depremzedeler için kilisenin misafirhanesi açıldı. Katolik Kilisesi pederi Roshan Corderio depremden hemen sonra yardım malzemesi götürmek için Antakya’ya gittiğini ama oradan Mersin’e bir akın olduğunu öğrenince Mersin’e geri döndüğünü anlatıyor.[22] İlk on beş gün boyunca kaynak bulamadıklarını ve bu nedenle zorluk çektiklerini ancak daha sonrasında cemaatin bağışları ve Vatikan’ın destek verdiği gönüllü yardım kuruluşu CARITAS’ın yardımlarıyla bir düzene girdiklerini söylüyor. Kilisede ağırlanan depremzedelerin çoğu Antakya’dan geliyordu, fakat sonradan İskenderun’dan gelenler de oldu. İlk başta kilisede 120-130 misafir depremzede vardı ancak sonradan yavaş yavaş başka şehirlere göç ettiler. Mart ayında ise kilisenin misafirhanesinde ağırlanan ve temel ihtiyaçları karşılanan yaklaşık 65 kişi vardı.[23] Her depremzedeye üç öğün yemek verildiği gibi banyo ve temizlik ihtiyaçlarını da gidermeleri sağlanıyor, çocuklar Mersin’deki okullara gönderiliyordu. Misafirhanedeki çamaşırhanede depremzedeler için çamaşır yıkanırken bir oda da çocuklar için oyuncak odasına dönüştürülmüştü. Yaralıların tedavisi şehirdeki hastanelerde yaptırılıyor, ayrıca gönüllü psikologlar aracılığıyla depremzedelere psikolojik destek de veriliyordu.[24] Mersin Rum Ortodoks Kilisesi’nde olduğu gibi Mersin Latin Katolik Kilisesi’nde kalan depremzedeler de yalnızca Hıristiyanlar değildi, her inançtan depremzedeye yardım ediliyordu. Mersin’in Antakya ve diğer illerden gelen depremzedelere yardımcı olabilmek için sergilediği çok kültürlü ve çok dinli dayanışmanın bir örneği olarak Yenişehir Belediyesi’nin sağladığı gıda ürünleri Cemevi mutfağında pişiriliyor ve Latin Katolik Kilisesi’ne ulaştırılıyordu.[25] Belediye de kahvaltı gönderimiyle kilise yönetimine yardımcı oluyordu. Peder Roshan kilisede ağırladıkları Hıristiyan ve Müslüman depremzedelerle aylarca beraber bir uyum içinde yaşadıklarını, beraber yemek yiyip beraber dua ettiklerini anlatıyor. Kilisede kalmaya devam eden 20 depremzede de Haziran sonu itibariyle ayrıldılar. Peder Roshan onların Altınözü veya Arsuz’a döndüklerini söylüyor.[26] Okulların kapanması ve üniversite giriş sınavlarının da sona ermesiyle birlikte Mersin’den Hatay’a dönenler oldu. İskenderun, Arsuz, Altınözü gibi ilçelerde ev tutma imkanı olanlar Mersin’den ayrıldılar. Mersin’de uzun bir süre daha kalmaya devam edecek olan aileler ise Antakyalı. Antakya’da bir sosyal hayat olmadığı için geri dönemediklerini söylüyorlar. Bu nedenle onlar bir süre daha Mersin’de kalmaya devam edecekler gibi görünüyor ancak Antakyalıların Antakya’dan uzun süre ayrı kalması mümkün değil. Bir Antakyalının dediği gibi “Antakyalılar kendi kültürlerinin ve coğrafyalarının dışında bir yerde yaşayamıyorlar.” Depremin yarattığı tahribatın verdiği panik ve korkuyla yurtdışına bile gidenlerin olduğunu ancak bir süre sonra geri döndüklerini anlatıyorlar. Antakya’daki sosyal hayatı ve ortak yaşam kültürünü başka bir yerde bulmak kolay değil. Kardeş şehir Mersin’de bile bunu bulmak imkansız. Mersin metropol olmaya doğru yol alan, her geçen gün daha da büyüyen kalabalık bir şehir. Artık yolda yürürken tanıdık bir yüz görmek, ayaküstü sohbet edecek biriyle karşılaşmak çok zor. Antakyalılar Mersin’de bunun eksikliğini fazlasıyla yaşadıklarını dile getiriyorlar. Bu durumu “Buradan çarşıya kadar yürüyorum, bana bir ‘merhaba’ diyen yok, ‘sen kimsin’ diyen yok” diye anlatıyorlar. Antakya’nın zengin sosyal hayatının dokusunu kaybetmemesi gerektiğini ve dışardan gelen birinin bunun kıymetini anlamakta zorlanacağını vurguluyorlar. Toparlamak gerekirse, Mersin’in, 6 Şubat’taki felaketten sonra hem deprem bölgesine olan coğrafi yakınlığı hem de afet bölgesindeki illerden pek çok kişinin orada yaşayan bir akrabasının bulunması nedeniyle depremzedeler için bir sığınak görevi gördüğünü söyleyebiliriz. Kira ücretlerinde görülen fahiş artış ve çadırlarda kalan depremzedelerin yaşadığı barınma ve temel ihtiyaçlarla ilgili sorunlar gibi olumsuz durumlar da yaşandı ancak gerek Valilik, Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerinin depremzedelere yardımları, gerekse Mersin Rum Ortodoks Kilisesi ve Mersin Latin Katolik Kilisesi’nin kapılarını depremzedelere açmasıyla birlikte kentin bu süreçte önemli bir görev üstlendiğini söylemek gerekiyor. Çoğunlukla Antakyalıların misafir edildiği kiliselerde depremzedelerle dayanışmak için verilen olağanüstü mücadele Mersin ve Antakya’yı birbirine biraz daha yaklaştırdı. Ancak onları misafir eden kentlerdeki koşullar nasıl olursa olsun Antakyalılar yuvalarına geri dönmek istiyor. Depremin üzerinden yedi ayı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hala toz bulutu içerisindeki Antakya’da enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. Moloz yığınlarından yayılan asbest tehlikesinin hala devam ettiği, su, elektrik ve internet altyapısının hala düzeltilmediği ve ciddi bir haşere sorununun yaşandığı kentte hayatın normal akışından bahsetmek şu an itibariyle çok zor. Antakya’daki ortak yaşam kültürünü yaşatabilmek için Antakya’nın yeniden yapılanmasının hakkının verilerek icra edilmesi çok önemli. Antakya’nın en kısa sürede, bu kadim şehrin hak ettiği biçimde ayağa kaldırılması, gidenlerin geri dönebilmesi, Antakya’nın ortak yaşam kültürünün her daim canlı tutulması ve depremde kaybettiğimiz canların anısının Antakya’da yaşatılmaya devam etmesi dileğiyle… [1] +90. “Mersin’in Hristiyanları: Özbeöz Mersinliyiz” Youtube videosu, 14:54, 3 Ocak 2023. https://www.youtube.com/watch?v=9iceROioxZI [2] “Mersin Büyükşehir, 7 Bin 500 Depremzedeye Barınma Alanı Sağladı” mersin.bel.tr, 15 Mart 2023. https://www.mersin.bel.tr/haber/mersin-buyuksehir-7-bin-500-depremzedeye-barinma-alani-sagladi-1678864569 [3] “Vali Pehlivan, 6 Şubat Depremi Sonrası Afet Yönetim ve Koordinasyonu Kapsamında İlimizde Yürütülen Çalışmalara İlişkin Basın Toplantısı Gerçekleştirdi” mersin.gov.tr, 4 Mart 2023. http://www.mersin.gov.tr/vali-pehlivan-6-subat-depremi-sonrasi-afet-yonetim-ve-koordinasyonu-kapsaminda-ilimizde-yurutulen-calismalara-iliskin-basin-toplantisi-gerceklestirdi [4] “Depremzedelerin Yuvası Mersin Oldu” Mersin Gazetesi, 1 Haziran 2023. http://mersingazetesi.com/index.php/2023/06/01/depremzedelerin-yuvasi-mersin-oldu/ [5] Ali Ekber Şen. “Vahap Seçer: Mersin’in nüfusu son 10 günde en az 327 bin kişi arttı” Sözcü, 16 Şubat 2023. https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/vahap-secer-mersinin-nufusu-son-10-gunde-en-az-327-bin-kisi-artti-7594163/ [6] Vahap Seçer. “#Mersin’in nüfusu son 10 günde en az 327 bin kişi arttı. 5 Şubat-15 Şubat arasında Mersin’de su tüketiminde % 15 oranındaki artış, 327 bin kişinin su tüketimine eşittir. Göç dalgası için iktidar zaman geçirmeden acil eylem planı hazırlamalı ve uygulamalıdır.” 16 Şubat 2023, 9:18 ÖS. https://twitter.com/SecerVahap/status/1626284949711073281?s=20 [7] “Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer: Göç dalgası için iktidar zaman geçirmeden acil eylem planı hazırlamalı ve uygulamalıdır” T24, 16 Şubat 2023. https://t24.com.tr/haber/mersin-buyuksehir-belediye-baskani-vahap-secer-goc-dalgasi-icin-iktidar-zaman-gecirmeden-acil-eylem-plani-hazirlamali-ve-uygulamalidir,1092847 [8] “Depremzedeler Mersin’e Yerleşiyor” Anamur Gazetesi, 20 Şubat 2023. https://www.anamurgazetesi.com/depremzedeler-mersin-e-yerlesiyor/2821 ; Mersin Web Tv. “Başkan Seçer Deprem Sonrası Kentteki Gelişmeleri Fox Tv Yayınında Anlattı” Youtube videosu, 03: 18, 19 Şubat 2023. https://www.youtube.com/watch?v=Ztreedz9ykk [9] İsmail Sarp Aykurt. “Yıkımdan sonra Mersin'e deprem göçü: "En ciddi mesele demografik yapı"” Independent Türkçe, 21 Şubat 2023. https://www.indyturk.com/node/611881/haber/y%C4%B1k%C4%B1mdan-sonra-mersine-deprem-g%C3%B6%C3%A7%C3%BC-en-ciddi-mesele-demografik-yap%C4%B1 [10] “Mersin’deki depremzedeler ve yerel halk için kamu kurumları yetersiz kaldı” Evrensel, 8 Mart 2023. https://www.evrensel.net/haber/484358/mersindeki-depremzedeler-ve-yerel-halk-icin-kamu-kurumlari-yetersiz-kaldi [11] “Mersinli 48 STK'dan ortak çağrı: Bize özel statü verilmeli” Dünya, 23 Şubat 2023. https://www.dunya.com/sehirler/mersinli-48-stkdan-ortak-cagri-bize-ozel-statu-verilmeli-haberi-686436 [12] “6 il daha afet bölgesi ilan edildi” NTV, 3 Nisan 2023. https://www.ntv.com.tr/turkiye/6-il-daha-afet-bolgesi-ilan-edildi [13] Seçer, Vahap. “Kayseri’nin de deprem bölgesi kapsamına alınacağı duyuruldu. Hayırlı olsun… Kayseri’ye bir sözümüz yok ama Mersin de aldığı yoğun göç, yapıların aldığı hasar nedeniyle depremden etkilenen iller arasında. İktidar Mersinlilerin sesini duymamazlıktan geldi, yok saydı, haksızlık yaptı. Ekmeğini depremzede kardeşlerimizle bölüşen Mersinlilere 14 Mayıs’a kadar sabır diliyorum.” 2 Nisan 2023, 2: 54 ÖS. https://twitter.com/SecerVahap/status/1642495713706688514 [14] “Mersin'de ev kiralamak isteyen depremzede: Bir yıllık kirayı peşin istediler; birilerinin canı gidecek, birilerinin de cebi dolacak, bu devlet nerede?” T24, 28 Şubat 2023. https://t24.com.tr/haber/mersin-de-ev-kiralamak-isteyen-depremzede-bir-yillik-kirayi-pesin-istediler-birilerinin-cani-gidecek-birilerinin-de-cebi-dolacak-bu-devlet-nerede,1095150 [15] “Mersin'de ev kiraları yükseldi, emlakçılar odası başkanı tepki gösterdi: Vicdanlı olun” Gazete Duvar, 14 Şubat 2023. https://www.gazeteduvar.com.tr/mersinde-ev-kiralari-yukseldi-emlakcilar-odasi-baskani-tepki-gosterdi-vicdanli-olun-haber-1603581 [16] “Diyarbakır ve Mersin’de Deprem Fırsatçılığı: Kiralar 20 Bine Fırladı” Gazete Duvar, 14 Şubat 2023. https://www.gazeteduvar.com.tr/diyarbakir-ve-mersinde-deprem-firsatciligi-kiralar-20-bine-firladi-galeri-1603613?p=9 [17] Burcu Özkaya Günaydın. “Mersin’deki depremzedeler: Güvenli yer yok” Gazete Duvar, 22 Şubat 2023. https://www.gazeteduvar.com.tr/mersindeki-depremzedeler-guvenli-yer-yok-haber-1605012 [18] “Prof. Dr. Naci Görür'den Adana uyarısı: Sorgun fayı kırılmadı” NTV, 28 Nisan 2023. https://www.ntv.com.tr/turkiye/prof-dr-naci-gorurden-adana-uyarisi-sorgun-fayi-kirilmadi,hElGfgkWAEahTfDMnRX63g; “Adana depremi sonrası Naci Görür'den uyarı: Göksun hattı zorlanıyor” Cumhuriyet, 12 Mayıs 2023. https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/adana-depremi-sonrasi-naci-gorurden-uyari-goksun-hatti-zorlaniyor-2080447 [19] Mahsun Kılıç. “İş bulabilme umuduyla Mersin'e gelen depremzedeler derme çatma çadırlarda kalıyor” Evrensel, 9 Nisan 2023. https://www.evrensel.net/haber/487072/is-bulabilme-umuduyla-mersine-gelen-depremzedeler-derme-catma-cadirlarda-kaliyor [20] Ferit Yuhanna Tekbaş. “Can Arap: ‘Kilisemiz Mersin halkıyla birlikte Hataylı kardeşleriyle dayanışmaya koştu’” Nehna, 4 Mart 2023. https://nehna.org/can-arap-kilisemiz-mersin-halkiyla-birlikte-hatayli-kardeslerine-dayanismaya-kostu/ [21] Peder İspir Teymur ve Vakıf Başkanı Can Arap ile kişisel görüşme, 15 Haziran 2023. [22] Onur Erdoğan. “Mersin Kiliseleri Depremzedelere Kucak Açtı” VoA Türkçe, 11 Şubat 2023. https://www.voaturkce.com/a/mersin-kiliseleri-depremzedelere-kucak-acti/6958777.html [23] Burak Karataş. “İşte Kardeşliğin ve Beraberliğin Tablosu!” Hakimiyet, 16 Şubat 2023. https://www.mersinhakimiyet.com/haber/25106/iste-kardesligin-ve-beraberligin-tablosu.html [24] Sert, Abdulla. “Peder Corderio: ‘Katolik Kilisesi’nde hiçbir ayrım yapmadan 65 depremzedeye barınma sağladık’” Nehna, 19 Mart 2023. https://nehna.org/peder-corderio-katolik-kilisesinde-hicbir-ayrim-yapmadan-65-depremzedeye-barinma-sagladik/ [25] “Cemevinde pişen yemekler kilisede kalan depremzedelere aş oluyor” Hürriyet, 19 Şubat 2023. https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/mersin/merkez/cemevinde-pisen-yemekler-kilisede-kalan-depremz-42222158 [26] Peder Roshan Corderio ile kişisel görüşme, 24 Haziran 2023. Fotoğraflar: Abdulla Sert

  • ‘İşgal bitmeden Filistinlilerin kültürel kimliğine yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz’

    Lubna Omar, Filistinli-Suriyeli bir zooarkeolog. Binghamton Üniversitesi Orta Doğu ve Kuzey Afrika Merkezi’nin direktörlerinden Omar’la Filistinlilerin hayatını şekillendiren sürgünü, İsrail’in soykırım saldırısını ve süregiden işgalin kültürel mirasa etkisini konuştuk. Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu 1948’den beri Filistinlilerin kaderi haline gelen sürgün sizin de hayatınızı şekillendirmiş. Oradan başlayalım isterseniz. Ben Suriye’de doğmuş, Nekbe’nin ve Batı Şeria’nın işgalinin bir ürünü olan Filistinli bir mülteciyim. Babamın ailesi Filistin’den sürgün edilmiş ve 1948’de Suriye’ye yerleşmiş, dirençli annem ise yetişkin hayatının çoğunu Şam’da geçirmiş Batı Şeria kökenli bir Ürdünlü. Babam neredeyse üç yıl önce vefat etti. Bu nedenle annem Suriye’deki ikamet statüsünü kaybetti. Çocukları onu Filistin’de göremediği için ülkeler arasında gidip gelmeye devam ediyor. Doğuştan gelen bir hakkımız yok. Ayrıca Suriye’ye de geri dönemiyoruz. Suriye’deki savaştan önce ülkenin farklı bölgelerinde arkeolojik araştırmalara aktif olarak katılıyordum. Sadece Filistinli kimliğimden dolayı değil, Levant’ın bu bölgesi türümüzün çok önemli anlarına tanıklık ettiği için de her zaman Filistin’de çalışma ve arkeoloji camiasının bir parçası olma hayalini kurdum. Fakat bu hayalimin gerçekleşemeyeceğinin ve sırf sınırın diğer tarafında doğmuş bir Filistinli olduğum için bu hayalimin de elimden alındığının farkındayım. Öncelikle annenizin Batı Şeria’da nasıl olduğunu sormak istiyorum. İsrail’in soykırım saldırısı orada nasıl yankılanıyor? Dirençli annem Gazze saldırısından önce memleketi Nablus’u terk etti. Fakat geniş ailem Batı Şeria ve Kudüs’te yaşıyor. Annemden yerleşimci çeteler ve İsrail güçleri tarafından onlara uygulanan günlük terörü dinliyorum. Bugünlerde evlerine hapsedilmiş ve hareketleri kısıtlanmış durumda. İşgal güçleri, Batı Şeria’daki operasyonlarını tırmandırmaya başladı. Seksenden fazla Filistinli yerleşimciler ve İsrail ordusu tarafından öldürüldü, yüzlercesi tutuklandı ve şehirler kuşatma altına alındı. Yerleşimciler Filistinlilere ve mülklerine yönelik saldırılarını arttırdı. Filistinliler olarak şu anki durumumuzu ifade etmek çok zor. Halkımın etnik temizliğini canlı yayında ve sosyal medyada izliyoruz. Öfkenin ötesindeyiz, paramparçayız ve umutsuzluğun ötesindeyiz. Batı Şeria’daki akrabalarımı ne zaman arasam, konuşmayı şöyle bitiriyorlar: "Bize yardım edecek bir tek Tanrı var." 70 yıllık işgal ve insanlık dışı muameleden sonra, bu mücadelede yalnız olduğumuzu anlıyorlar. Dahası, Batı Şeria’daki Filistinliler Gazze’yle dayanışma içinde. Birçoğu, masum çocuklarımızın öldürülmesine son verilmesini talep ettikleri için işgal güçleri karşısında can verdi. Bu yıl Türkiye’de, özellikle de Antakya’da meydana gelen depremlerin ardından, tartışmaların ağırlıklı odağını somut kültürel miras oluşturdu. Hayatta kalanların refahından ziyade yıkılan binalara daha fazla vurgu yapıldı. Daha önce Suriye’deki savaşta da benzer bir söylem vardı. Şimdi de Filistin için aynısını duymaya başladık. Kültürel mirasın ne anlama geldiğini nasıl anlamalıyız? Somut ve somut olmayan kültürel miras insanlığımızın bir ürünü. Teorik olarak hepimize aittir ve gelecek nesiller için koruma sorumluluğunu paylaşmalıyız. Ancak, Antakya’da olduğu gibi Suriye’de de savaş sürerken, Batı medyası ve çeşitli girişimler birkaç yıl boyunca Suriyelilerin acılarını hafifletmek için haber yapmak veya yaratıcı planlar üretmek yerine Suriye’deki kültürel miras alanlarının yok edilmesine odaklandı. Kültürel mirasın öneminin arkasındayım ve küresel tarihimizi, bugünümüzü ve geleceğimizi temsil ettiğini vurguluyorum. Bununla birlikte, kültürel miras yaratıcıları olmadan tek başına ayakta duramaz ve bu insanlar kültürel miras alanlarına verilen zararın nasıl azaltılacağı konusundaki tartışmalardan dışlanmamalılar. Lubna Omar Yerleşimlerin inşası, bariyerler, duvarlar, zorla sürgünler, işkenceler, askeri operasyonlar ve apartheid rejimi de dahil olmak üzere 75 yıldır genişleyerek devam eden işgal, Filistinlilerin yerli kültürel mirasını nasıl etkiliyor? İsrail’in bir devlet olarak kuruluşundan bu yana, kimliğimizi ve toprakla olan bağımızı nihai olarak silmek için Filistin kültürel mirasına karşı şiddetli ve sürekli bir savaş yürütülüyor. Filistinlilerin somut ve somut olmayan kültürel mirasını hedef alan girişimleri özetlemek neredeyse imkansız. Benim bakış açıma göre, Filistinliler topraklarını ve aynı zamanda kimliklerinden ayıramayacağınız tarihlerini korumak için çabalıyorlar. Gazze’deki Saint Porphyrius Ortodoks Kilisesi’ne yapılan son saldırı, işgal saldırılarının kültürel miras ve Filistinlilerin varoluşları üzerindeki etkisini ortaya koyuyor. İsrail saldırısı 1150’lerde inşa edilen Gazze’deki en eski aktif kiliseye zarar vermekle kalmadı, saldırılardan kaçarak kiliseye sığınan 16-18 Filistinliyi öldürdü. İsrail işgali Filistin halkının tarihine başka nasıl zararlar veriyor? Daha önce de belirttiğim gibi, pek çok örnek var. Dini mekanlarla ilişkili kültürel miras alanlarının tahrif edilmesi, İsrail’in Kudüs’te Mescid-i Aksa ve diğer İslami yapıların yakınında yaptığı tartışmalı kazılar, eski Hıristiyan mekanlarından kalıntıların ve eserlerin çıkarılması ve Beytüllahim’deki Cebel El Füreydis’in girişinin kapatılması gibi sadece Filistinlileri değil tüm Orta Doğu bölgesindeki Müslümanları ve Hıristiyanları etkileyen olaylardı. İsrail ordusu bünyesinde işgal altındaki Batı Şeria’da faaliyet gösteren bir Arkeoloji Birimi’nin bulunması ve bu birimin Filistin topraklarında yapılan arkeolojik çalışmalardan elde edilen eserleri nerede sakladığını ya da ne tür veriler topladığını açıklamasının yasalarla engellenmesi, bu eylemlerin etnik ve dini geçmişleri ne olursa olsun bu toprakların ve insanlarının tarihi hakkında edinebileceğimiz bilgileri nasıl etkilediğine dair çok şey anlatıyor. Bir şekilde, yerli Filistinlilerin Filistin topraklarıyla olan bağlantılarını içermeyeceğini hissediyorum. İsrail’in bu eylemleri ışığında Filistin kültürel mirasının kaybının ele alınmasında uluslararası kuruluşların rolünü nasıl görüyorsunuz? Filistin devleti, UNESCO Dünya Mirası Sözleşmesi’ne 2011 yılında taraf oldu. Filistin’de Dünya Mirası listesine eklenen dört miras alanı bulunmaktadır; Beytüllahim’de İsa’nın Doğum Yeri olan Doğuş Kilisesi ve onunla ilişkili Hac Yolu, El Halil’in eski kenti, Güney Kudüs’ün kültürel peyzajı olarak Battir’in Zeytin ve Üzüm Diyarı ve son olarak antik Eriha’daki Tell es-Sultan. UNESCO’nun son kararı, özellikle de Tell es-Sultan’ın dünya mirası olarak belirlenmesi İsrail hükümetini öfkelendirdi. İsrail Dışişleri Bakanı, Eriha’nın tarih öncesi sit alanı olarak sınıflandırılmasının Yahudi kimliğini sildiğini belirtti. Ayrıca Filistinlileri UNESCO’yu siyasallaştırmakla suçladı. Filistin Kültürel Mirası’nı korumaktan hala çok uzağız. İşgali sona erdirmeden Filistinlilerin kültürel kimliğinin korunmasına yönelik sadece küçük adımlar atabiliriz. Önemli olan işgalin son erdirilmesi. Şu anda tek isteğim Gazze ve Batı Şeria’da kültürel miras üreticilerinin ve ürettiklerinin öldürülmesine son verilmesi. Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin etme ve özgürlüklerine giden onurlu bir yolun eksikliğini ele almadan kültürel mirasa odaklanmak mantığa aykırı. Anıtların ve zengin uzun tarihin ortaya koyduğu toplumların kanının dökülmesini doğrudan ve dolaylı olarak desteklerken kültürel mirası korumak için politikalar ve stratejiler oluşturmak, bize kültürel mirasıyla bağlantı kuracak bir gelecek nesil olmadan geçmişin kalıntılar bırakacak.

bottom of page