"" için 229 öge bulundu
- Bu Şehir Arkandan Gelecektir
Uyanıyorum bir gece yarısı. Kaç gündür aynı dizeler dolanıyor aklımda: “Bu şehir arkandan gelecektir. Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın…” Dönüp dolaşıp zihnimde Antakya sokaklarına geliyorum yine. Sümerler’deydi evimiz. Okul yarım gün, Antakya hep sıcaktı. Tek katlı evler, bazı bazı apartmanlar ve aralarında tarlalar, bahçeler … Otlar, sebzeler ve ağaçlar… Tüm gününü sokakta geçiren sokak oyunları oynayan son çocuklar. Bazen Habib-i Neccar’a çıkar, bazen Asi kenarındaki patikadan yürürdük. Yeni bahçeler, yeni ağaçlar keşfederdik. En çok erik toplardık ya, ara sıra sahibi kızar kovalar, çoğunlukla da ses çıkarmazdı erik yememize. Biz büyüdükçe oyunlarımız da değişti. Bahçeler de azaldı bize küsüp, ağaçlar da. Tek evler bile yenik düştü zamana, çoğu apartman oldu sonunda. Bazen çok net, bazen belli belirsiz siluetlerle hatırladığım çocukluğum. Belki de eksiklerini zihnimin tamamladığı bir yanılsama. Doğrulamak da mümkün değil ya, devasa bir tarla oldu şimdi Antakya. Demanslı bir insan gibi. Tek tük binalar duruyor hafızasında, sokaklar, mahalleler, yollar silinmiş. Zarar görmüş beyin hücreleri birleştiremiyor, parça parça izler gibi duran birkaç binayı. Zarar gören köprülere rağmen Asi etkilenmemiş gibi. Kaç büyük deprem gördü bu şehir? Her şeye rağmen devam mı etti Asi akmaya her seferinde? Ya da zamanı geri döndürmek için mi isyan edip başladı ters akmaya? Ve bizim gibi mi o da, devam ediyor acılarını içinde taşıyarak yaşamaya? Tam 1 yıl önce 30 Temmuz 2022’de paylaşmışım Asi’yi instagramda Yıkılan evimizin camından mutlu görünmüş renkli ışıklar içinde parıldayarak. Bense farkında değilmişim o balkondan baktığım son gece olduğunun... Bu ara çok fazla Antakya videosu paylaşımına denk geldim ya sosyal medyada, Antakya’da geçen öykü var mı hiç, düşünüyorum hatırlayamıyorum. Paris’i anlatan en az 10 kitabı ezbere sayabilirim. Paris yıkılsa, sokak sokak dijital kopyası yaratılabilir kitaplardaki anlatımlardan. İstanbul da şanslı bu konuda. Ne çok hikaye, ne çok roman yazılmış İstanbul’da geçen. Kaybedilince değeri anlaşılan klişesi geçerli mi Antakya için? Değil bence, halen bilinmiyor değeri. Annemin kitapları arasından bir öykü hatırlıyorum sonra Antakya'da geçen. Sen de gitme Triyandafilis. Ne de çok kitap vardı evimizde. Ve dergiler, çiçekler, porselenler, resimler, süsler... Çok özenirdi annem hayata… Acım derinleşiyor birden. Bir fil oturuyor sanki kalbimdeki bıçağa ve bastırıyor tüm ağırlığıyla göğsüme: “Hani körkütük sarhoş gençliğimizden Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken Eskidendi, eskidendi, ah eskiden” Annemin ve babamın ölümünü kabullendim artık galiba. Bu iyi mi bilmiyorum. Bazen uyanıyorum kabustan ve bütün bunların gerçek olmadığını söylüyorum kendime. Geceleri konuşuyorum onlarla. Sonra hayaller kuruyorum. Keşke ömür paylaşılabilseydi diyorum ve günlerimizin istediğimiz kadarını hediye edebilseydik. Çok uzun sürmüyor hayalim, zira olası kötü senaryolar geliyor aklıma: Önce çok ucuza satılırdı hayatlar. Sonra artar fiyatlar, borsası oluşurdu yılların. Belki matrix filmindeki insan tarlaları gibi insanlar yetiştirilirdi "ayrıcalıklı" olanların hayatını uzatmak için. Daha çok çocuk yapardı bazıları. Çocuk yaşta kızını gelin edenler, yıllarını satardı kızlarının. Peki Azrail razı gelir miydi, rızası olmayan çocuğun yıllarını çalmaya? Yazılar da hayatlar gibi... Bazen bir olay oluyor ve değişiyor hikayenin yönü... Bazen bir felaket yarım bırakıyor binlerce güzel hikayeyi... Öne çıkan görsel: foto_great1/Unsplash
- Yılın En Uzun Günü 6 Şubat
Bu yazı deprem gününe dair detaylı anlatımlar içermektedir ve bazı okuyucularımız için tetikleyici olabilir. Depremden sonra sürekli hislerimi yazıya dökmeye başlamıştım. Bugün tarihi atarken fark ettim Şubat’a girdiğimizi. Fakat aslında Şubat ayına giren sizlersiniz çünkü bizler Hatay’da hala 6 Şubat 2023’teyiz. Soğuğa, karanlığa , çaresizliğimize terk edildiğimiz o gündeyiz. Sizlere biraz yaşadığımız şeylerden bahsedeceğim sosyal medyada görmediğiniz gerçeklerin diğer tarafından. 6 Şubat saat 4.15 birden irkildim ve uyandım etrafıma baktım tekrar gözlerimi kapattım sonraki gün girmem gereken bir sınav vardı onu düşünüyordum. Çok da vaktim olmadan uyandım zaten tekrar hafiften bir sallanıyorduk biraz bekledim şiddetin arttığını 3 kişi yerinden taşıyamadığı çalışma masamın kafama çarpmasıyla fark ettim. Annemin odasına koştum kız kardeşimle oradaydılar. Telefonumun feneri ile gitmiştim odaya. Annemin, tamam kızım sakin ol geçecek demesiyle her şeyin üstümüze yıkılması bir oldu. Sonrası elektrik kesintisi, çığlıklar, yıkım sesleri ve binayı boşaltın çöküyor sesi. Annem, ben ve kız kardeşim sımsıkı tutmuştuk birbirimizin ellerini. Ayağa kalkamıyorduk sarsıntı bizi yerden yere savuruyordu. Önce dayıma daha sonra en yakın arkadaşıma ulaştım iyilerdi ve sonrasında zaten şebekelerimiz kesildi. Deprem durmuştu hızlıca ayağa kalkıp odadan çıkmak istedik ama dolap kapının önünü kapatmıştı o an ki korkuyla ne yapacağımızı bilemedik. Bir şekilde dolabın arkasındaki ince suntayı kırıp odadan çıktık. Bir kapı daha vardı o da basınçtan çökmüştü ve açılmıyordu. O an orada öldüğümü düşündüm. Güçlü olmam gerekiyordu sakinliğimi korudum, annemle birlikte kapıyı açtık. Kardeşimin montunu almam gerekiyordu önceki günden aklımda kalmıştı havanın soğuk olduğu. Hatay hiç bu kadar soğuk olmamıştı. O sırada annemle kardeşim dış kapıyı açıp aşağı ineceklerdi. Ben ise odanın kapısını açtığımda her şeyin yerle bir olduğunu görüp donakalmıştım. 5. Kattaydık koşa koşa aşağıya inmeyi başardık. Nefes alamıyordum gözlerim kararıyordu. Basamaklar ayağım altında koca bir salıncak gibi sallanıyordu. Arabaya binip anneannemlerin evine doğru gidiyorduk. Yolun ortasına düşmüş binalar, kafasından , vücudundan yara almış insanlar. Evet daha depremin ilk yarım saatiydi ve durum bu şekildeydi. Yolda giderken anneme bu evi nasıl toparlayacağız biz diye sormuştum. Haberim yoktu ki bir daha evime giremeyeceğimden. Hepimiz anneannemin mahallesinde arabanın içerisindeydik 30 kişiden fazlaydık ve yalnızca 1 araba vardı. Sırayla binip klimayı açıp ısınıyorduk. Telefonlarımız çekmiyor kimseden haber alamıyorduk. Yalnızca yağmurun altında çaresiz bir şekilde ıslanabiliyor ve isyan ediyordum. Hiçbir şekilde gün doğmuyor sabah olmuyordu sanki. Yakın arkadaşlarıma bir şekilde sms atarak ulaştım. Onların geri cevap vermesi benim için bir umuttu. Ta ki gün aydınlanana kadar. Geniş bir aileye sahibim. Yeni doğanından en yaşlısına kadar. Karnımızı doyurmamız gerekiyordu. Açık bir yerler var mı diye bakmaya gittik. Ve o sırada yağmalara şahit oldum gözlerimle. Hatay’da herkes birbirini tanır özellikle Samandağ gibi bir yerde yaşıyorsanız. Marketten ellerinde viski şişeleriyle çıkan insanlar bizim insanımız değildi. Şaşkınlıkla izliyordum. Biraz ilerleyip Antakya yoluna doğru gidiyorduk. Şehrimizin ne halde olduğunu merak etmiştik. Sonra sınıf arkadaşım Zeynep’in evini gördüm. Yoktu. Enkaz vardı sadece etraftakilerden içeride olduğunu öğrendim. Ailesiyle birlikte. O an kalbimde olan acıyı hiçbir kelimeyle ifade edemem. Yola düşen binalardan, yolun kırılmasından ilerleyememiştik. Geri döndük. Sonrasında zaten ölüm haberleri tek tek gelmeye başlamıştı. Her akşam dershaneden çıkarken iyi akşamlar dediğim Gülşen Hoca, yemekhanede karşımda oturan Esra öğretmen, Diren , Zehra , yakın arkadaşımın amcası Cüneyt amca, İrem , esnaf Murat Amca, Anıl abinin kardeşleri Seyit ve Kerem… Keremle 2-3 gün öncesinden oturmuştuk her şeye gülen çok pozitif hayat doluydu. Küçük bir kız çocuğunu çıkarmıştık enkazdan ondan önce oyuncak ayıcığı çıkmıştı evet maalesef oyuncağın ömrü onunkinden fazla oldu. Bu kadar acıyla nasıl ayakta kalabilirim diye düşündüm. Ve sonrası etraftan bir kaybınız yoktur inşallah sorusuna “çekirdek ailemden yok şükür” cevabı verdiğimde kendimden nefret ettim. Ailemle birlikte Hatay’da kalmaya devam ettik bir şekilde elektriksiz, susuz, çadırlarda, arabada. Sıcak bir yatakta uyumayı özlemiştim açıkçası. O gün en kötüsünü gördüm ve yaşadım. 6 Şubat bizim miladımızdır. Hayatımız artık depremden önce ve depremden sonra diye ikiye ayrılmış durumda. Hiçbir zaman inancımı kaybetmedim bu şehri beraber yaşatacaktık. Ölen canlarımız için. 12 gün enkazda kalıp soğuktan ölmeye mahkum edilmiş canımdan çok sevdiklerim için. Evet şunu da bilin ekip yoktu ekipman yoktu bizler kendi ellerimizle moloz taşıyıp çıkardık cenazelerimizi. Üniversiteye giderken havaalanında İskenderunlu bir teyze Hızır yoldaşın olsun kızım demişti. Ben de sizlere söylüyorum şu an Hızır yoldaşınız olsun.. Öne çıkan görsel: hurriyet.com.tr'den alınmıştır
- Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (III. Bölüm)
Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı ve üç kısımdan oluşan bu yazının geride bıraktığımız iki günde yayınlanan ilk ve ikinci kısımlarında, önce depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri incelenmiş, depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak değerlendirilerek okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet edilmişti. Yazının üçüncü ve son kısmı ise depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. Sonra: Akışına bırakmak ya da bırakmamak ve “ipin ucunu nereden tutmalı?” 6 Şubat depremlerinden önceki zamanları, depremi, depremden bugüne olup bitenleri Antakya’nın farklı katmanlarını elimizden geldiğince gözeterek ele aldıktan sonra sıra, bundan sonra neler olabileceğini anlatmaya geldi. Bu aşamada, yazının başından beri masanın iki ayrı ucunda oturan şehir plancısı Tuğçe Tezer ve “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer’in yan yana oturması, masanın uzun kenarında el ele verip, o güzel ve yaralı narın her iki yüzüne, masanın üstünde hala güzelliğiyle parlayan nara ve yıpranmış, hasarlı yüze birlikte, cesaretle bakması gerekiyor. Artık teknik ve duygusal bakış arasındaki gerilim yerini bu iki bakışın birbirinden aldığı güce bırakmalı. 6 Şubat depremlerinden bugüne geldiğimizde, deprem bölgesinde neredeyse bir seneyi geride bırakmış durumdayız. Antakya’da depremden sonra olanları ve olmayanları genel hatlarıyla tartıştıktan sonra, şimdi önemli bir soruyla karşı karşıyayız: “Bundan sonra ne olacak?” Bu aşamada önümüzde iki farklı seçenek olduğunu düşünüyorum: “Süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak.” Bu seçenekler arasındaki tercihimizi -ikincisi lehine- yönlendirmesini umduğum başka bir soru daha sorarak, anlatmaya başlıyorum: “İpin ucunu nereden tutmalı?” Antakya’daki deprem sonrası süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak şeklinde tanımladığım senaryoları detaylandırmadan önce, bu alanda bazı temel kavramlarla ilgili bir ortak zemine ihtiyacımız olduğunu düşündüğümden bazı hatırlatmalar yapacağım. Konut alanı ve kent aynı şey değildir; konut alanları, kent dediğimiz çok bileşenli ve organik sistemin bileşenlerinden yalnızca biridir. Depremden önce, deprem sırasında ve depremden sonra “zaman” ve aciliyet kavramlarının nasıl ele alındığı, başlı başına önemli bir meseledir. Örneğin bir kentin depremden önce “afete dayanıklı/dirençli kent” hâline getirilmesi konusu bilimsel veriler ışığında uzun zamana yayılabilecek bir konuyken, arama-kurtarma çalışmalarında beklemek için zaman yoktur, aksine durum her şeyden daha büyük bir aciliyet taşır. Depremden sonra yerel halk için nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulması acil bir meseleyken; artçı depremler her gün yaşanmaya devam ederken, bütünsel planlama süreci ve kalıcı konutların yapılması, aceleye getirilmemesi gereken bir konudur. Kentsel sit alanında hasar gören yapıların yeni olası yıkımların oluşmaması için desteklenmesi acil bir konuyken, tarihi ve geleneksel yapıların farklı gerekçelerle hızlıca yerinden kaldırılması gibi bir acelenin, korumacı bir bakışla herhangi bir açıdan uyum göstermesi söz konusu değildir. Dayanışma, esasen toplumun bir grubuna destek olma, bunun için imkanları seferber etme anlamına gelir. Deprem bölgesinde -özellikle depremden sonraki ilk birkaç ayda- dayanışmanın birçok farklı biçimiyle karşılaşmış olmamız olumlu bir durum olmakla beraber; hem üzerinden biraz zaman geçip de “uzaktakiler depremi unutmaya başlayınca” hem de 2023 yılında gerçekleşen iki seçimle beraber büyük ölçüde sönümlenmiş olması, dayanışma faaliyetlerinin samimiyetine dair bir soru işareti oluşturmuştur. Antakya gibi tarihi dünyanın pek çok kentinden eski dönemlere uzanan kadim bir kentin depremden sonraki iyileşme sürecini ifade etmek için, “yeniden inşa” gibi bütünsel bir yıkım ve yok oluş kabulünden yola çıkan, ya da “ihya” gibi değersiz bir şeye/yere değer katma anlamını içeren kavramlar yerine; bir afetle oluşmuş yaraları sarmaya dair “onarım” kelimesini kullanmak daha uygun bir tercih olabilir. Bir de deprem bölgesinde, Hatay’da, Antakya’da yıkılanlar yalnızca bir enkaz, moloz, yapı malzemesi değil; bunlardan çok daha önemlisi, oradakilerin hatıralarının sahneleri, geçmişlerinin mekânlarıdır. Tarihi merkezdeki yapıların deprem sonrası durumu için ise “değersiz” bir malzeme çağrışımı yapan “kültür molozu” ifadesi yerine, kültür mirasının bileşenlerini oluşturan geleneksel nitelikli ve tarihi yapıların yıkıntılarıyla karşı karşıya olduğumuzun vurgulanması, daha anlamlı ve gerçekliğe uygun olur. - akışına bırakmak - Antakya’da Şubat ayından beri -oradayken ve uzaktan- izlediklerimiz, sürecin bundan sonrasını akışına bıraktığımız takdirde -en iyi ihtimalle- neler olabileceğini anlatıyor. Burada tercihimizin süreci “akışına bırakmak” yönünde olması hâlinde gerçekleşmesi muhtemel bazı durumları sıralıyorum: Antakya’nın tarihi merkezi birkaç yıl geçip de “yeniden inşa” edilince, bizim hatıralarımızdaki Antakya’ya hiç benzemeyecek. Oradaki gündelik yaşamın katmanlar hâlinde biriktirdiği izlerin yerini “steril mekânlar” alacak. Kurumların ve ülkenin depremi yaşamamış kesiminin yeterince destek olmadığı, mülkiyetini koruyamayan ya da depremden önce burada mülkü olmayan yerel halk, burada kalma ısrarından bir aşamada vazgeçecek. Aynı süreçte, depremle beraber kentten farklı nedenlerle ayrılmak durumunda kalmış olan Antakyalılar, Antakya’ya geri dönme düşüncesinden, yine farklı nedenlerle, giderek uzaklaşacak. Enkaz kaldırma sürecinde sağlığını koruyamadığımız yerel halkta büyük sağlık sorunları görülmeye başlanacak. Yerel halkın burada kalabilmiş küçük bir kesiminin, kente ve mekâna yabancılaşma nedeniyle artık pek yüzünün gülmediğini göreceğiz. Sosyal yapıda yaşanan büyük değişim, kültürel yapıya ve fiziksel mekâna da doğrudan yansıyacak. Artık Antakya’ya gittiğimizde tanıdık, orada yaşayanların “misafir”i, hatta bazen yerel halkın bir parçası olduğumuzu değil; uzaktaki bir turistik kente geçici süreyle gitmiş olan bir ziyaretçi, hatta bir “turizm tüketicisi” olduğumuzu hissedeceğiz. Üzerindeki tabelalarda eski isimleri yazsa da, Antakya’nın deprem öncesi mekânlarını, arkadaşlarımızla oturup sohbet ettiğimiz, hatırladığımız mekânlara bir türlü benzetemeyeceğiz. Yereldeki zanaatkârlar, aşçılar, uzmanlar bu “Antakya’ya benzemeyen Antakya’da” pek uzun süre kalmak istemeyeceği için, bir süre sonra Uzun Çarşı’daki kebabın, künefenin, kahvenin bile eskisi gibi olmadığını üzüntüyle fark edeceğiz. Kurtuluş Caddesi’nde yürürken buradaki önceki yürüyüşlerimizi hayal meyal hatırlayacağız ama gördüğümüz yer, hatırladığımıza hiç benzemeyecek. Üzerine moloz dökülmesine, yapı yapılmasına, ağaçlarının kesilmesine ses çıkarmadığımız zeytinlikler tümüyle kuruyacak. Artık zeytini ağacından değil, marketteki konserve kutularından yiyeceğiz. Zaten senelerdir tükenmekte olan tarım alanlarının üzeri, molozla ve yapılarla tümden kaplanacak. Artık burada yetişen tarım ürünlerini tüketmek istemeyeceğiz, zaten mümkün de olmayacak. 2023 yılının depremlerinden hiçbir ders çıkarmamış olacağımız için, Antakya’nın gelecekteki felaketlerinin tohumları, bugünlerde atılacak. Ovalara, sulak arazilere, doğal alanlara, nehir üzerindeki dolgu alanlarına konutlar inşa edilmeye devam edecek. Depremden sonra molozlarla doldurulan vadilerin üzerinde yapılaşma başlayacak, kentin ve doğanın nefes alma alanları azalarak, yok olacak. Sesine kulak vermeyi seneler önce ihmal etmeye başladığımız doğaya tamamen sağır olacağız. Dahası artık St. Pierre, Habib-i Neccar, Musa Ağacı, St. Simon, Titus Tüneli, Asi Nehri ve Harbiye Şelaleleri de bizi dinlemeyi bırakacak. İpek böcekleri gidecek, artık limon yok, portakal, zeytin, defne yok. Nar tükenecek. - akışına bırakmamak - Şimdi de tercihimizin süreci “akışına bırakmamak” yönünde olduğu durumu hayal edelim. Tarihi merkezde depremde ve ondan sonraki süreçte ayakta kalmayı başarmış az-orta hasarlı yapılar, yerel uzmanların desteklendiği bir süreçle, kendi malzemesiyle yerinde usulca onarılıyor. Geride bıraktığımız süreçte koruyamadığımız bütün tarihi yapılar, yerel uzmanların başını çektiği bir ulusal seferberlikle temelleri üzerinde yeniden yükseliyor. Bu coğrafyanın taş ustaları, ahşap ustaları hep sahada. İncelikle, bir parçası oldukları kültürün fiziksel ifadesini yapılara tek tek işliyorlar. Yapılar yerel halkın kolektif birikimi olan eski “tecrübe”sine yıllar içinde, usul usul kavuşuyor. Yerel halk sağlıklı, güvenli, depreme dayanıklı ve gündelik yaşam alışkanlıklarına uygun konutlarına, komşularına kavuşmuş. Okullar yemyeşil bahçelerin içinde, öğrenciler güvenli, dayanıklı okullarında depremin kaybettirdiği zamanı, artık gündelik hayat olağan akışına kavuştuğu için aileleriyle buraya gelmesi mümkün olan öğretmenlerinin desteğiyle telafi ediyor. Bütün servislerin olduğu hastaneler, sağlık çalışanlarının içinde yaşamak istediği lojmanlarıyla hazır. Toplu taşımayla erişilebilen idari tesisler, kentin bütününü saran bir yeşil alan ve parklar sistemi, kentin işleyişine dair pek çok unsur olması gerektiği gibi görünüyor. Yerel halk depremden önceki neşesine tekrar kavuşmuş, Asi Nehri’nin kenarında yürüyenlerin yüzleri gülüyor, herkes birbiriyle selamlaşıyor, hâl-hatır soruyor; yabancı simalar deprem sonrası ilk seneye kıyasla epey azalmış. Tarihi merkezde Antakyalılar yaşıyor, tarihi sokaklarda yürürken avlulardan neşeli sohbetler duyuluyor. Sonra sokakta duyulan bir ses bizi avluya, bir kahve içmeye davet ediyor. Zeytinlikler, tarım alanları, sahiller uluslararası destekle, bilimsel yöntemlerle molozdan arındırılıyor. Zeytin ağaçları tekrar yeşermeye, kalıcı barınma alanları sağlanınca temizlenen tarım alanları tekrar ürün vermeye başlıyor. Sabunhaneler, zanaatkârların atölyeleri yeniden açılıyor. İpek böcekleri yaşama tekrar dönüyor, “Hatay sarısı” raflarda parıldamaya başlıyor. Antakya’ya yemek yemek için gelen ziyaretçiler, özledikleri tadı yeniden buluyor. Kurtuluş Caddesi’ni adımlarken deprem öncesinin izlerini sürmemize olanak sağlayan tarihi yapılar onarılmış, betonarme yapıların kaldırıldığı boşlukların bazıları bizi Roma döneminin arkeolojik kalıntılarına, o döneme davet ediyor. Doğal sınırlarına yeniden kavuşan Asi Nehri, yüz yıl önceki fotoğraflardaki gibi kuvvetle akıyor. Yağmur suları yine Habib-i Neccar Dağı’nın sırtlarından usulca aşağı dökülüyor, eski Antakya’nın arıklı yollarından süzülerek Asi Nehri’ne dökülüyor. Köprübaşı’ndan Saray Caddesi’ne doğru yürürken aklımızdaki tek soru, o gün hangi sokak müzisyenini dinleyeceğimize dair oluyor. Molozla doldurulan vadiler temizlenmiş, kent, doğa ve insanlar nefes alıyor. 2023 yılında yaşanan büyük kayıpların ardından artık kimse ovalarda, sulak alanlarda, zeytinliklerde yapı yapmak istemiyor. St. Pierre ve Habib-i Neccar, gördüklerinden memnun, Musa Ağacı yerine biraz daha kökleniyor, Harbiye Şelaleleri’nin eteğinde suyun sesi yine birbirimizi duymamıza engel olacak kadar yüksek duyuluyor. İpek böcekleri burada, limon, portakal, zeytin, defne, her şey olması gerektiği yerde, en güzel hâliyle bizi bekliyor. Nar bahçesi içindeki en güzel meyve yeniden dalında, sarıdan nar çiçeği rengine doğru, şimdi uzaktan bile capcanlı parlıyor. - ipin ucunu nereden tutmalı? - Yukarıdaki iki farklı senaryoyu okuyanların tercihinin ikincisinden, huzurlu bir bahçe içinde bütün canlılığıyla parlayan Antakya’dan yana olduğunu varsayma eğilimindeyim. Bugün itibariyle hiçbir açıdan pek de iyi görünmeyen sürecin bundan sonrasını “akışına bırakmadığımız” senaryoyu tercih ettiğimizi düşünelim. Bu durumda, ipin ucunu nereden tutmalıyız ki, ikinci alternatifin ön gördüğü olumlu süreç, adım adım gerçekleşsin? Bu oldukça önemli, büyük bir soru ve doğrusu, tek bir yanıtı da yok. Bu nedenle ben bu soruyu kendi açımdan, Antakya’yla on senedir, depremden önce ve depremden sonra geçirdiğim zamandan ve yirmi seneye yakın zamandır planlama alanıyla farklı düzeylerde kurduğum ilişkiden yola çıkarak yanıtlamaya çalışacağım. Sorunun yanıtını aramaya başlarken önce, bu konuya ilgi duyan farklı çevrelerin uzlaşabileceği bir hedefi tekrar hatırlayalım. Yukarıdaki “akışına bırakmama” senaryosunda anlatılan, Antakya’da yerel halkın deprem öncesi gündelik yaşamının bileşenlerinin tümüyle iyileştirilmesi durumu, uzlaşabileceğimiz bir hedef gibi görünüyor. Gündelik hayatın ortak üretim mekânları, toplanma alanları, sosyo-kültürel çeşitliliğin kendisi, tarihi yapıları, kültürel üretim alışkanlıkları, nitelikli barınma alanları, eğitim ve sağlık tesisleri, doğal alanlarıyla birlikte -depremin Antakya’da bu kadar ağır yıkımlara sebep olmasını getiren yanlış adımların tekrar edilmemesi koşuluyla- deprem öncesi düzenine kavuşması; Antakya’nın ve gündelik hayatın tüm bileşenleriyle iyileşmesine karşılık geliyor. Öncelikle, sürecin taşıyıcısı olan nesneyi bir iple ilişkilendirirsek, bu ipin esasının, malzemesinin ve aslında kendisinin, Antakya’nın yerel halkı olduğunu en başta söylemek ve kabul etmek gerekiyor. Buna dair en sarih ifade, geçtiğimiz Kasım ayında Antakya’da gerçekleşen bir etkinlikte şöyle dile getirildi: “Antakya’yı Antakya yapan insanlarıdır.”[1] Benim için de durum tam olarak böyle; ne eksik, ne fazla. Bu aşama, Antakya’nın ancak Antakyalılarla var olabileceğinde, iyileşebileceğinde uzlaşmayı gerektiriyor. Antakyalılar; Antakya’ya, memleketlerine sahip çıkmalarıyla, hayatını -tarih boyunca olduğu gibi bugün de- yeniden burada kurma ısrarıyla, burada köklenme ihtiyacıyla ayrılmaz bir bütün. Burada bahsettiğimiz aidiyet tanımı, “mülkiyet” ilişkisinin oldukça ötesinde, ailesi Antakyalı olmasa da kendisi depremden önce gelip “buralı” olmayı tercih etmiş insanları da içeriyor. Antakya’daki “ev sahipliği” meselesi yalnızca buraya gelen ziyaretçileri karşılamayı değil, Antakya’ya sahip çıkmayı ve göz kulak olmayı da kapsıyor. Bir de Antakyalıların, deprem öncesi zamanlarda da bazen her şey pek de yolunda olmasa dahi rastladığımız kendiliğinden neşesini de, sürecin esas aktörünün önemli ve güçlü bir özelliği olarak buraya not etmek isterim. Antakyalıları farklı nitelik ve duyarlılıklarıyla asgari düzeyde anlamak bize, ülkenin nerdeyse %15’inde büyük bir yıkıma neden olmuş depremlerin ardından yaşamını sürdürmek için farklı şehirlere göç etmek zorunda kalanlar arasında “Geri döneceğiz!” duvar yazısı fotoğraflarının neden en çok Antakya ve Hatay’dan geldiğini de anlatacak. Depremden etkilenen bu kadar çok yer varken, neden Antakya’da bu kadar çok platform, dernek ve vakıf kurulduğunu, buradaki deprem sonrası süreci neden ısrarla gündemde tuttuklarını da daha kolay anlayacağız. Bu anlama pratiğinin bizi, Antakya’da gündelik hayat “normal”e dönene kadar, her zaman ve en çok desteklenmesi gereken unsurun Antakyalılar olduğunu anlamaya dair bir uzlaşıya taşıması gerekiyor. Burada ulaşmak istediğimiz iyileşme hedefinde uzlaşıp, Antakyalıları bu sürecin ana aktörü, temel bileşeni olarak kavradıktan sonra, konunun oldukça önemli diğer bileşenine sıra geliyor. Konumu, zemin yapısı ve doğal nitelikleri nedeniyle Antakya’da yaklaşık 150 yıllık periyotlarda tekrar eden büyük depremlerin varlığını kabul etmemiz ve 2023 yılında Antakya’da yaşanan büyük yıkımın ve hayal kırıklıklarının gelecekte bir daha yaşanmaması için gerekeni yapmak, diğer kritik bileşeni oluşturuyor. Bunun için, -depremden bugüne kadar aksi yönde epey yol alınmış olsa da- hala civarında bulunduğumuz başlangıç noktasında, bundan sonra atılacak adımlar için süreci tasarlamamız gerekiyor. Bu süreç tasarımının yöntem, zaman, aktör, kurum ve finansal kaynak bileşenleri belirlenmeli, yerel halkın kendi hayatını, kentini, geleceğini ilgilendiren sürecin her aşamasına dahil olmasına imkân tanınmalı. Yukarıda, burada yaşama ve yaşamını burada yeniden kurma iradesiyle konu edilen yerel halkın bunu sağlayabilmesi için temel gereksinimleri depremden bugüne, apaçık bir şekilde karşımızda duruyor. Nitelikli, sağlıklı, hijyenik, güvenli barınma alanları, rehabilitasyona olanak sağlayan müşterek mekânlar, deprem öncesi meslek pratiklerini sürdürmelerine olanak sağlayan asgari koşullara sahip çalışma mekânları, güvenli gıda ve temiz içme-kullanma suyu, erişilebilir eğitim ve sağlık tesisleri. Bir de şüphesiz, geleceğe dair endişeleri ve belirsizlikleri büyük ölçüde azaltacağı kesin olan, mülkünü / kiralık konutunu kaybetme riskinin bertaraf edilmesi. Antakya tarihi boyunca en az yedi defa depremlerle yıkılıp, yine aynı yerde kurulmuş olan bir kent. Başından beri deprem sonrası süreçle ilgilenen neredeyse hiçbir kesimin, Antakyalıların kendi hayatlarını yeniden ve burada kurma iradesine dair bir şüphesi yok. Bu durumda Antakyalıların ve burada kalmaya dair iradelerinin herkesçe anlaşılmasının -ve desteklenmeye değer olduğu konusunda uzlaşının sağlanmasının- ardından, sürecin diğer önemli bileşeni olan üretim kültüründen bahsetmek gerekiyor. Antakya’nın ayrılmaz bir parçası olan iki önemli varlığı; tarım ve zanaatler. Hem birbirlerini hem de Antakya’yı tamamlayan tarımsal üretim ve farklı zanaatler, Antakya’nın iyileşmesi sürecinde büyük bir öneme sahip. Yerel halkın önemli bir kısmının aşina olduğu tarımsal üretim kültürü, içinde bulunduğu coğrafyanın en verimli tarım alanlarına sahip olan Antakya’da tarımın hep en güçlü ekonomik sektörlerden biri olmasını sağladı. Sadece ham madde üretimiyle kalmayan bu tarımsal faaliyetin zeytinyağı üretimi, zeytinyağı ve defne sabunu üretimi, turunçgillerden yapılan farklı üretimlerle dönüştürüldüğü ürünler ise, ulusal ve uluslararası ölçekte her zaman talep gördü. Geleneksel bir tekstil üretim yöntemi olan ipek böcekçiliği de, yüzyıllar boyunca ve günümüzde hala Antakya’nın özgün üretim kültürünün önemli bir parçasını oluşturuyor. Eğer içinde bulunduğumuz deprem sonrası rehabilitasyon ve onarım döneminde; tarım alanlarının maruz kaldığı moloz, enkaz ve geçici barınma alanları başta olmak üzere zararlı ve tüketici tüm işgal faaliyetlerini bir an önce bertaraf etmeye başlarsak, yeterli bilimsel ve finansal destekle kısa bir zaman sonra tarımsal üretim alanları yeniden üretim yapılabilir hâle gelecek. Bu üretim kültürünün diğer parçası olan zanaatler için ise gerekli geçici üretim mekânlarının bir an önce bir plan ve sistem dahilinde oluşturulması gerekiyor. Böylece yerel halkın depremden sonra ayağa kalkması sürecini geciktiren ekonomik nedenlerin çözümlenmesinde belki de en önemli adım atılmış; burada kalanlara kendilerini toparlamaları, başka kentlere göç etmiş olanlara geriye dönmeleri için önemli bir destek verilmiş olacak. Bu işlevlerin müşterek üretim mekânlarıyla ve mahalle kültürüyle ilişkisi ve yerel halkın rehabilitasyonu sürecine katkısı ise, zaman ve üretim faaliyetleri ilerledikçe, giderek daha görünür olacak. Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşebilmesi için diğer bir önemli bileşen, kültürel mirasın onarılması ve kent belleğinin canlı tutulmasına dair bir yaklaşım geliştirilmesini kapsıyor. Somut kültür mirasını oluşturan yapı ve alanların fazlalığı, yapılı çevredeki en büyük yıkımın burada oluşmasıyla birlikte Antakya’nın tüm deprem bölgesi içinde bu kadar ön plana çıkmış olmasının iki ana nedeninden birini oluşturuyor. Depremden önce -istisnaları dışında- birçok eleştiriyle anılan restorasyon uygulamalarının görüldüğü tarihi ve kentsel sit alanı, hem 6 Şubat hem de 20 Şubat depremlerinde Antakya’da en büyük yıkımların görüldüğü alanlardan oluyor. Depremlerden sonra yapılan “enkaz kaldırma” faaliyetleri sonucunda ise, yukarıda kısaca anlatılan nedenlerle, tarihi merkezde büyük boşluklar ve bunların neden olduğu bir bellek yitimi riski oluşuyor. Halbuki Antakya’nın somut kültür mirasının bileşenleri aynı zamanda, buradaki deprem öncesi gündelik yaşamın uğrak noktaları, işaret öğeleri ve bu unsurlar, Antakya’da deprem sonrası yaşamın yeniden oluşmasının da temel taşlarından olacak. Bu nedenle depremde ve enkaz kaldırma çalışmaları sırasında zarar görmüş olan (anıt eserler ve sivil konut dokusu dahil olmak üzere) somut kültür mirasının, yerel uzmanların ve yerel üniversitelerin öncülük edeceği bir program dahilinde, mümkün olduğunca kendi malzemesiyle ve aslına uygun biçimde onarılması büyük bir önem taşıyor. Bu onarım süreci boyunca kentsel belleğin canlı tutulması için dijital araçların ve mekânsal deneyim imkânlarının kullanılması; Yürünebilir Tarih[2]’le Antakya’da kent tarihi yürüyüşleri, Beledna[3]’yla hatıraların işlenmesi gibi yöntemler, denemeye değer görünüyor. Antakyalıların ve Antakya’yı sevenlerin buradaki hatıralarını ve görsel hafızalarını canlı tutma istenci de, bu çabanın diğer ucundan tutuyor. Sürecin en olmazsa olmaz diğer bir bileşeni ise “umut”. Belirsizliğin neden olduğu endişe günden güne yükselirken, umut etmekten hiç vazgeçmemek, Antakya’nın depremden sonra iyileşmesi sürecinin başarıya ulaşmasında, olmazsa olmaz bir eylem. Burada geçtiğimiz aylarda Tükenmez Kalem dergisi için yazdığım bir yazıdan küçük bir kısmı ödünç alacağım: “Antakya, sancının en yoğun olduğu yer ve zamanda, yeniden umudu doğuracak. Umut, doğmak için belirli bir amaca ihtiyaç duyar ve burada amaç depremin ilk gününden beri apaçık görünüyor; Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesi. Umudun somutlaşması için alternatif yollar üretilmesi ve bu yollardan biri seçilerek, harekete geçilmesi gerekiyor. Buradaki yollar içinde en güzeli, Antakya’nın yerel halkıyla beraber kendini onarması, bütünüyle iyileşmesi. Bu yolun alınması için yapılması gereken ise yerelde oluşan farklı nitelik ve ölçekteki sivil toplum bileşenlerinin birbirine güven esasıyla bir araya gelmesi ve yerel halkın asgari müşterekte bütünsel hareket edebilen bir aktöre dönüşmesi (Özçelik, 2023). Bu süreçte, Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesini merkezine yerleştirmeyen ve bu nedenle ‘pek iyi niyetli olmayan’ eylemler süzülecek, bütün engellere rağmen ‘umudu korumaya dair’ o biricik çaba filizlenecek ve Antakya’nın bugününde, mekânın ve zamanın en karanlık yerinde Antakya yine umudu doğuracak.”[4] Yerel halkın bu geçici dönemde Antakya’da güvenli, sağlıklı, konforlu koşullarda barınabilmesi, çalışabilmesi, okula ve hastaneye gidebilmesi, sosyalleşebilmesinin sağlanmasıyla birlikte mutlaka ihtiyacımız olan diğer adım, depremden sonra kurulmuş olan platformların ve yerel halkın farklı kesimlerini temsil etme kapasitesi olan oluşumların bir asgari müşterekte buluşması, bu sayede yerel halkın, süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelebilmesi. Platform, dernek ve vakıfların her biri depremden sonra Antakya’ya faydalı olmak için kurulmuş olsa da, geride bıraktığımız bir yıla yaklaşan süreç boyunca gördük ki her bir oluşumun farklı öncelikleri olabiliyor. Biri somut kültürel mirasa, diğeri enkaz kaldırma süreci ve zeytinliklere yoğunlaşırken, bir diğeri akut yardımlara ya da eğitim meselesine odaklanıyor. Antakya’nın iyileşmesi sürecinde kendisini hangi alanda konumlandırdığından bağımsız olarak, bu süreçte Antakya’ya ve Antakyalılara faydalı olmak isteyen tüm oluşumların uzlaşabileceğini düşündüğüm asgari müşterek için önerilerim şöyle: - Antakya'nın depremden sonra iyileşmesinin, burada hayatın tekrar başlamasının birinci öncelik olarak kabul edilmesi. - Depremden önce Antakya'da yaşayan nüfusun (mülk sahibi, kiracı, çalışan, ...) burada kalabileceği koşulların (geçici barınma alanları, gündelik ihtiyaçlar, çalışma alanları, kentsel servisler, erişim olanakları, ...) sağlanması. - Depremden sonraki (enkaz kaldırma, geçici barınma alanlarının sağlanması, inşa dahil olmak üzere) iyileşme sürecinin işleyişinde halk sağlığının ve doğal alanların korunmasının esas alınması. - Antakya'nın somut ve somut olmayan tarihi ve kültürel mirasının, tarihi dokunun bütünselliğinin, üretim kültürünün korunarak iyileştirilmesi. - Deprem sonrası planlama ve mimarlık faaliyetlerinin bütünsel planlama, “dirençli kent” ve “engelsiz kent” ilkeleriyle uyumlu ilerlemesi[5]. - Deprem sonrası planlama ve imar faaliyetleriyle yasal değişikliklerin, deprem bölgesinde mülkiyet değişimi ve mülksüzleştirme süreçlerine neden olmaması. Antakya için ortak bir gelecek hayalinde ve yerel halkın deprem sonrası süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelmesi gereksiniminde (ve dolayısıyla asgari müşterekte) uzlaştıktan sonra; biz “uzaktakiler”e, yani senelerdir Antakya’yla ilişkisini sürdürmekte olanlara, ya da depremden beri Antakya’ya endişeyle, bazen çaresizlik hissi ama her zaman faydalı olma isteğiyle bakanlara düşen role dair düşüncelerimi kısaca anlatarak bu kısmı sonlandıracağım. Antakya’nın yerel halkını anlama ve onlara destek olma ihtiyaç ve çabasının bizi, yani “uzaktakiler”i, kolektif biçimde hareket ederek yereli güçlendirme ihtiyacına sevk etmesi gerektiğini düşünüyorum. Resmi ve resmi olmayan kurumlar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve bağımsız aktörlerin, depremden sonra “yereli güçlendirme” amacının etrafında birleştiği yerde, artık sürecin esas adımlarını atmaya başlayabileceğiz. Süreci birlikte tasarlayacağız ve sürecin uluslararası, ulusal ve yerel ölçekte tüm ilgili aktör ve kurumları, yerelin gündelik hayatını ve Antakya’yı onarmak üzere optimum müdahale ve hareket biçimini, rolünü bu çerçevede belirleyecek. Tuğçe Tezer, 2023 Bunu gerçekleştirebildiğimiz andan itibaren, bugün, yani şu anda durduğumuz yerden çok büyük ve karmaşık bir yumak gibi görünen bütün problemlerin aşama aşama çözüldüğünü, sadeleştiğini ve Antakya’da deprem öncesi gündelik hayata benzeyen sahnelerin gün geçtikçe çoğaldığını hep beraber göreceğiz. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Aylardır toz, toprak içinde kalmış olan, aylar önceki güzel rengini hatırlamakta zaman zaman zorlandığımız nar, usul usul iyileşecek, bir gün yine bütün renkleriyle parlayacak. [1] https://www.asf-uk.org/articles/community-led-reconstruction-in-antakya [2] Yürünebilir Tarih’in deprem sonrası durumuna ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi [3] Beledna Hafıza Haritası’na ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://www.hafizaharitasi.com/map [4] https://www.academia.edu/108267443/Depremin_7_Ay%C4%B1nda_Antakya_Umudu_Dog_urmak [5] Deprem sonrası planlama sürecine ilişkin düşüncelerime dair kısa bir öneri metni için bkz.: https://www.linkedin.com/posts/tugce-tezer-b9132916_hatay-antakya-activity-7040935016536649728-Z8kp?utm_source=share&utm_medium=member_desktop ; https://x.com/tugcetezer/status/1635033919367315456?s=20
- 6 Şubat
Domino taşları gibiyiz Yıkılan binalar misali Devrilse hani içimizden birimiz, Peşinden gideceğiz her birimiz... Ve sarılıyoruz birbirimize Yıkılmasın diye hiçbirimiz ... Duruyoruz ya dimdik ayakta Sanmayın öyle aslında Kimimiz yıkılmış yatıyor uykuda Kimimiz yaşıyor yıkılmış bir ruhla… 24.6.2023 Öne Çıkan Görsel: Doruk Aksel Anıl /Pexels
- Antakya’ya Ağıt
“Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün” [1] En son ne zaman birini Antakya’ya davet edip yemeklerini, tarihini ve doğasını övmüştük 29 Mart’ta mı yoksa Paskalya’da mı boyanan yumurtalar daha renkli geliyordu gözümüze? 10’lu yaşlarda bir kız çocuğunun arkadaşına “Masalların Masalı”[2] şiirini gösterip “bak çok güzel bir şiir, okusana” dediği kitapevi tam olarak nereye denk düşüyordu şimdi? En iyi künefeyi Köprübaşı’nda hangi künefecide ve yaz geceleri saat kaçta yemeliydik? Bir kentin yası nasıl tutulurdu? Oysa ki sevdiğimiz birini kaybettiğimizde nasıl davranacağımızı öğretmişlerdi bize. Hangi ritüellerin gerçekleştirildiğini, cenaze töreninin mekanı fark etmeksizin, hangi mekanda nasıl var olabileceğimizi biliyorduk. Peki ya hem mekanı hem sevdiklerimizi aynı anda kaybettiğimizde? Depremin ilk günlerinde bildiğimiz gerçeklerden biri açığa çıkmıştı aslında. Daha önce hiç bu kadar açıktan ve hiç bu kadar dolaysız “yalnız” ve “çaresiz” hissettirilmemiştik sadece. Oluşturduğumuz mekanların, hayatların, sevdiğimiz veya tanıdığımız insanların aniden yok oluşuyla birlikte “yurtsuz” kalmıştık. Nesiller boyu zor şartlarda kendi mekanlarını yaratmış kendi topluluklarını oluşturmuş ve yaşatmaya çalışan kentin sakinleri olarak hiç bu kadar “yabancı” hissetmemiştik gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın karşısında. Bir sene geçti. Her ne kadar görünmez kılınmaya çalışılsa da, gündemin gölgesinde tutulmaya çalışılsa da, hatta koca bir şehrin insanlarının iradesi yok sayılsa da hayatı yeniden kurma mücadelesi burada hiç bitmedi. Aksine kent git gide kalabalıklaştı. Geri dönenler, burada hala temel yaşam koşullarının sağlanamadığını bile bile dönmeye devam ediyorlar. Çünkü yeniden ilmek ilmek kurulması gereken bir arada yaşamların ve mekanların olması gerektiğini düşünüyorlar. Bunun için yeniden bir araya gelmek “devam etmeye” yardımcı oluyor bir çoğumuz için belki de. En büyük korkumuz unutmak şimdi. Aslında en başından beri, enkazlarda bulunan albümlerin günlerce belki bir tanıdıkları çıkar diye kalıntıların yanlarına bırakılmalarının sebebi de aynı. Kentin depremden önceki halini dolayısıyla geçmişimize dair anılarımızı, kaybettiğimiz insanların kim olduklarını, özelliklerini unutmamaya çalışmak acıyı da pekiştiriyor beraberinde. O yüzdendir ki hala yıkıntıları, dümdüz arazileri birbirimize gösterip mekanlar ve anılar hakkında konuşmaya devam ediyoruz. Unutma korkusu karşında deneyebileceğimiz şeylerden biri kolektif bellek oluşturmaya çalışmak aslında. Bireysel olarak anılarımızı, kente dair oluşturduğumuz sembollerimizi, ritüellerimizi kısacası inşa etmiş olduğumuz bir arada yaşamı şimdi daha da sağduyulu bir şekilde yeniden bir araya getirmeye ve kamusal olarak erişilebilir kılmaya ihtiyacımız var. Depremden önce bu kenti ziyaret etmiş olanlar, kentin kendine özgü çok kültürlü sesine ve neşesine şahit olmuştur. Şimdi yasımız kucağımızda yeniden “birlikte” deneyerek bu kentin neşesini ve umudunu uyandırmanın vaktidir. [1] Kavafis, Konstantinos Petrou, Şehir [2] Hikmet, Nazım, Masalların Masalı
- Deprem sonrası ‘ev’imi düşünmek, Antakya’yı hayal etmek
6 şubat yaklaştıkça kalbimdeki ağırlık kendini hissettirmeye başlıyor, Antakya kelimesini duyunca bile gözlerim doluyor çoğu zaman. Bir yıl geçse de evin yıkılsa da sürekli sokağına gidip enkazı kalkmış evlerin arasından kendi evini bulmaya çalışıp arazilere bakıp deprem öncesindeki anılarını düşünüyor çoğumuz. Anılarını düşünmenin verdiği o sıcaklık tüm bedenini sarıyor. Sokakta oyun oynayan çocuklar, sohbet eden komşuların geliyor gözüne bir bir. Depremden sonra birçok insan gibi ben ve ailem de şehir şehir yer değiştirdik ama konteynerda ailemle süvari Antakya kahvemi yapıp televizyon izlediğimde altı ay aradan sonra ilk defa evimde gibi hissettim. Ve evimdeymiş gibi hissetmeyi ne kadar özlediğimi o an iliklerime kadar hissetim. Veya evime "eski ev" dediğim o ilk andaki şaşkınlığımla birlikte kabullenmişliğimi. Peki ev dediğin yer dört duvarlı, bahçeli, güvenli bir yer midir? Duvarı da bahçesi de olmasına gerek yokmuş aslında. Sevdiklerin yanındaysa eğer bir çadır da konteyner da evin oluyormuş aslında. Bazen eski günler geliyor aklına, yüzünde buruk bir tebessümle. Bahçendeki kırmızılaşmaya başlamış yeşil domatesler yerini kuru otlara bırakır deprem sonrasında, seni görünce koşa koşa gelen yirmi kediden sadece birkaçı kalır. Sokağın başından evine gidene kadar selam verdiğin, sohbet ettiğin komşularının yokluğu canını sıkar. Yıkılan okulunun önünden geçerken arkadaşlarınla attığın kahkahalar yükselir yıkılan duvarların altında, tenefüste arkadaşlarınla bahçede hoşlandığın çocuğun arkasında gezdiğin anılar duvarların arasında el sallar sanki sana. Dershane çıkışı koşa koşa çıkıp soluğu eski Antakya sokaklarında aldığın günler selam verir, köprüde sağanak yağmur altında dolmuş beklediğin günler. Armutlu'dan Sümerler'e oradan da köprüye yürürken eski zamanlar canlanır gözünde aklına kulağında müzik çalarken. Antakya'yı her anlatışında minik bir tebessüm belirdiğinde yüzünde anlarsın ne kadar sevdiğini ve özlediğini. Biz bir geceyi çok korkunç bir şekilde yaşadık. Hiçbirimiz hazır değildi, bize seçme hakkı verilmedi. Günlerce su içmedik, yemek yemedik, sağanak yağmurun altında ıslandık, ayaklarımız korkudan ve soğuktan buz kesti, bazımız enkazdan çıktı. Günler sonra içtiğim suyun ferahlığını hala dün gibi hatırlıyorum. Ev gider mahalle gider de koca bir şehir gider mi? Bütün hayatını geçirdiğin evini, sokağını yıkılmayan tek tük evlerden anlarsın. O tüm tanıdık sokağı tanıyamaz olursun da kalbindeki sızıdan yutkunamazsın bile. Ama bir yandan da bir umut, yine olacak evimiz, tüm o sokak lambaları yanacak, kediler mangal başında bitecek, bahçende ektiğin rokaları toplayacak, balkonda çökeleklerin, yeşilliklerin, humusun, biberli ekmeklerin olduğu bir sofra kuracaksın, tüm aileni çağırıp bunun keyfini süreceksin; asma yaprakları evinin penceresini kaplayacak, üzümünü yediğinde yüzünü ekşittirecek kadar ekşi olacak, zeytin ağacın çok az meyve verse de sulamaya devam edeceksiniz yine. Evden sıkılıp dışarı soluklanmak için çıktığında hele de bir yaz gecesiyse balkonlardan çatal bıçak sesleri yükselecek, rakı kadehlerinin tokuşturma sesleri gelecek kulağına. Köprüye gittiğinde acaba döner mi, kebap mı, tepside et mi yesem diye düşünecek, eski Antakya sokaklarını gezerken her yürüdüğünde olan o hayranlık duygusunu tekrardan yaşayacak, illa tanıdık birini göreceksin. Mangal yaktıktan sonra Antakya kahvesini mangalda pişirecek süvari bardaklara koyacaksın ardından künefeyi közde usul usul pişmeye bırakacaksın. Kalbimiz ve ruhumuz ne kadar buruk olsa da tekrar yapacağız bunları, yine Antakya'yı karış karış gezip sevdiklerimizle vakit geçireceğiz. Ve en önemlisi de hep birlikte tekrardan inşa edeceğiz Antakya'yı.
- Yeni Yaşamın İlk Günü
Editorial Not: Bu yazı deprem gününe dair detaylı anlatımlar içermektedir ve bazı okuyucularımız için tetikleyici olabilir. Distopya toplumların olumsuz, baskıcı ve otoriter bir sistem altında yaşamaları olarak tanımlanır. Genellikle çoğumuzun bu tanıma aşinalığı George Orwell'ın 1984 adlı kitabındandır. Çoğumuzun okuduğu bu kitapta distopik dünyanın içindeki yaşamın nasıl olduğuna dair bir anlatı mevcuttur. Kitapların yanı sıra günümüz dünyasında da distopik dünya yaratma dizi ve filmler için bir konu haline gelmiştir. Tıpkı 6 şubat tarihine girdiğimiz saatler de izlemeye başladığımız, o günlerin popüler dizisi Sıcak Kafa gibi. İzlemeye başladığımız dizinin distopik dünyasının ilgi çekiciliği biz ardı ardına bölümleri izlemeye itiyordu. Dizinin beşinci bölümüne geldiğimizde saat sabahın dördünü geçiyordu. Kendimizi bölümün akışına bırakalı dakikalar olmuştu ki bulunduğumuz dairenin yavaşça titremeye başladığını hissettik. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak son günlerde sıkça yaşamaya başladığımız hafif bir deprem olduğunu varsaydık. Ancak tahminimizde yanılmıştık. Sallantı gittikçe şiddetini artırmaya başladı. Evin eşyaları sarsıntının şiddetiyle birbirine çarparak yüksek sesler çıkarıp yerlere düşüyordu. Sarsıntının şiddetiyle bulunduğumuz koltuklardan savrulup kendimizi yerde bulduk. Olduğumuz yerde sağa sola savruluyorduk. Elektriğin kesilmesiyle birlikte içinde bulunduğumuz durumun korku ve tedirginlik derecesi giderek artıyordu. Dakikalar önce izlediğimiz distopya örneği olan televizyon ekranı önümüze düşerek bize yaşayacağımız distopyadan daha kötü günlerin habercisi oldu. Olduğumuz yerde dairenin içinden yükselen çığlıklar eşliğinde sağa sola savrularak çaresizce bekledik. Sarsıntının bir süre etkisini azaltmasıyla birlikte dairenin üst katında bulunan ve en az eşyalı odaya sığındık. Alanın en uygun yerinde kendimizce bir yaşam üçgeni oluşturduk. Çaresizlik içinde bir çözüm aramaya çalışıyorduk. Ancak depremin çözüm bulmamıza fırsat vermesi pek mümkün değildi. Olduğumuz binanın son katındaydık. Sarsıntı bizi sağdan sola savurmaktan vazgeçmiş, binanın altından başlayarak yukarı doğru şiddetini artırıyordu. Ne düşüneceğimizi, ne diyeceğimizi bilmeden ölümün bize sunduğu gösteride yerimizi almıştık. Çaresizce önümüzde sunulan rolün süresinin bitmesini bekledik. Bu süre ya sonsuza kadar sürüp noktalanacaktı ya da bize sunulan distopyada yeni bir başlangıç yapacaktık. Zaman kavramının kaybolduğu süreden sonra binamız çökmedi ve biz hala hayattaydık. Fırsat bulduğumuzda yere düşen eşyalara aldırış etmeden çıkışa doğru ilerledik. Acele etmemiz gerekiyordu, ancak merdivenlerden inerken de çökme riskine karşı dikkat etmemiz gerekiyordu. Hızlı bir şekilde ilerlerken dikkati göz ardı etmeden çıkışa doğru yöneldik. Binanın dışına çıktığımızda karşılaştığımız zifiri karanlık ve bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, tabirinin üzerinde bir yağmur oldu. Karanlığın içinde sadece bağırışlar, çığlıklar vardı. Yağan yağmur ile sırılsıklam olmuştuk. Tanımadığımız ama dakikalar önce aynı kaderi paylaştığımız birinin arabasına sığındık. Herkes şok içinde ne yaşadığını idrak etmeye çalışıyordu. Dakikalar sonra tanıdıklarımızdan haber almak için uğraşmaya başladık. Şebeke ağlarının böylesi bir durumda kaynaklanan yetersizliğinden dolayı aramalarımız havada asılı kalıyor, ulaşabildiklerimizle de boğuk boğuk gelen seslerden durumlarını anlamaya çalışıyorduk. Gün aydınlanana kadar o aracın içinde beklemek zorundaydık. Yağan yağmur dışarda durmaya, adım atmaya izin vermiyordu. Yağmur sanki depremin yardımcısı gibi hareket edip insanların çaresizliğini ve felaketin şiddetini arttırıyordu. Günün aydınlanmasını beklediğimiz sürede zaman mefhumu ortadan kalkmış, dakikalar geçmiyordu. Hayatımızda geçirdiğimiz en uzun saatlerin ardından gün aydınlanmıştı. Yakın olduğumuz ve tanıdığımız insanların evlerine doğru yola çıktık. Karşılaştığımız manzaralar, durumun ne kadar vahim olduğunu bir anda gösterdi. Yıkılan binaların yanında insanlar içerde birilerinin olduğunu ve enkazların altından sesler geldiğini söyleyip, yardım çığlıkları atıyorlardı. Çaresizliğin ne demek olduğunu yaşayarak öğreniyorduk. Kimsenin yardım etme gibi bir durumu olamazdı. Artçılar devam ediyordu ve enkazın altına girmek risk teşkil ediyordu. Çoğu enkazın ise insan eli ile de çıkarılması imkansız görünüyordu. İlerledikçe ağlayışların ve feryatların sesi daha da yükseliyordu. İnsanlar enkazın altında kalan tanıdıklarını ölümün pençesine kaptırmamak için dışardan onlara umutla sesleniyorlardı. Bazı yıkılmış binalardan ise cesetler, kopuk uzuvlar görülüyordu. Yıkılan binaların yanında ilerledikçe içlerinden boğuk boğuk yardım sesleri artıyordu. Yardım edememenin ve o dakika yaşamanın bedelini ödemeye başlamıştık. Hayatta kalmanın sevinci değil, çaresizlik içinde yaşadığımız yaşama utancı vardı üstümüzde. Bir annenin yanımıza doğru geldiğini fark ettik. Çocuğunun enkazın altında mahsur kaldığını ve ayağına bir demir parçasının saplandığını ağlayarak hızlı bir şekilde anlatıyordu. Bir annenin evladı için yaptığı yakarış, bizim çaresizliğimiz ve yardım edemeyişimiz arasında kayboluyordu. Annenin feryatları, vicdanımızı ve insanlığımızı sorgulamamıza sebep oluyordu. Bu distopyada, acı içinde utanmamıza ve insanlığımızdan tiksinmemize yol açan yakarışları unutulmayacak bir şekilde hatırlayacağız. Sokakların arasında devam ederken, insanlar yardım çığlıklarını yükseltmeye başlamış ve ihtiyaçlarını karşılamak için enkazların altında kalan markete vb. yerlere doğru yönelmişlerdi. Panik ve tedirginlik içinde, bilincinde olmadan bir şeyler kapıp alıyorlardı. Saatler geçmiş olmasına rağmen, hala hiçbir yardım gelmemişti. Ağlar çökmüş, iletişim bağlantıları kopmuştu. Bir şehir kendi kaderine bırakılmış ve kendi kendine çare üretmeye çalışıyordu. Ancak tahribatın etkisi çok büyük olduğundan, üretilen çözümler anlamsız kalıyordu. İnsanlar risk alarak enkazlara girip genellikle cansız bedenleri çıkarıyorlardı. Sokakta yaralanan insanlar ve ceset sayıları artmaya devam ediyordu. Havaların soğuk olması nedeniyle, güvenli sayılan alanlarda biraz ısınabilmek için ateşler yakılıyordu. Enkazın altında kalanlar için bir nebze ısınma imkanı yoktu; üzerlerine binen yükün yanı sıra soğuk havanın da etkisiyle yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu - tıpkı bizim yaşamak için mücadele ettiğimiz gibi. Şehir merkezinden köyde bulunan evimize doğru dönerken çökmüş binaları ve şehrin yok oluşu daha belirgin şekilde anlaşılıyordu. Yolun karmaşasında, trafikteki araçların panik halinden sadece korku hissediliyordu. Yaşanan o hengâme, yaşanan o dakikalar gözlerimizin önünden gitmiyordu. Artık yeni bir dünyanın kapısındayız. İçerde insanlar kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için barakalarda, sokaklarda kalmaya başlıyorlar. Isınmak için kullanılan modern araçların yerini şimdi zorla bulunan battaniyeler aldı. Çeşit çeşit yapılan yemeklerin ne kadar müsrif olduğu bulunup yenilen bir kuru ekmekle anlaşılıyor. Maddiyatı elinde bir güç halinde bulunduran insanların çaresizliği uzatılan yardım kolilerine açtıkları elleri ile artık anlaşılıyordu. Yaşanan felaket herkesi aynı konuma indirgemişti. Ancak insanların egosu bundan ders almıyor herkes kendi çıkarını ve hayatta kalmak için her yolun mübah olabileceğini düşünüyordu. İnsanların hala enkaz altında olduğu ve bir yaşam savaşı verilirken yapılan gıda stokları bunun göstergesiydi. Kayıp giden onca şeye rağmen insanın aç gözlülüğü bu distopyaya gayet yakışıyordu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir distopyadayız. Yaşamanın ağırlığını her an hissediyoruz. Distopyadan içeri adım attık. Şimdi hayatta olmak bizim için sadece nefes alıp vermekten ibaret. Yaşanan ilk günün ardından yaşamak daha ağırlarına katlanmak ve ölümün basitliğine alışmak olmuştu bizim için... Öne çıkan görsel: Doruk Aksel Anıl / Pexels
- Depremin 1. Yılında Antakya’ya dair bir değerlendirme
Yaşadığımız felaketin üzerinden tam bir yıl geçti. On binlerce insanımızı yitirdik, evlerimiz, işyerlerimiz, ibadethanelerimiz, şehirlerimiz yıkıldı. Artık anılarımızda kalan şehrimiz, çocukluğumuz, yaşadığımız her an hala molozlar altında. Geçen bir yıl içinde depremin en ağır tahribata yol açtığı Hatay’da bazı enkazların kaldırılması dışında hiçbir ciddi iş yapılmadı. Antakya hala enkaz halinde ve bu gidişle daha uzun süre öyle kalacak. Sanki bütün bunlar hala kaybettiklerinin yasını tutan Antakya ve çevresine daha fazla acı çektirmek için planlandı adeta. Hala temiz suyumuz yok, hala çadır-barakadan bozma konteynerlerde yaşıyoruz. Çocuklarımız hala yıkıntıların arasından okullarına gidiyor, hala tehlike saçan yüzlerce yapı bölgenin sokaklarında yıkılmayı bekliyor. Hala ciğerlerimiz asbest soluyor. Depremin yaşandığı ilk günlerde yetersiz arama-kurtarma faaliyetlerinden ulaştırılamayan yardımlara kadar nereden tutsak elimizde kalıyor. Koca felaketin sorumluları olarak birkaç müteahhit dışında kimseye soruşturma dahi açılmadı. Her geçen büyüyen sorunlara dair hiç kimse sorumluluk alarak istifa etmedi. Depremin yaşandığı günden bu yana her türlü acıyı yaşayan bölge halkı yaşanan belirsizliklerden artık çok yoruldu. Hala evini nasıl, kimin yapacağını bilmeyen halka net bir açıklama bile yapılmadı. Özellikle Antakya’da ve Samandağ’da ilan edilen rezerv alanlarıyla mağduriyetleri artan bölge halkı on yıllardır yaşadığı mahallelerini terk etmeye zorlanıyor. Zira insanların hayatını kurduğu, kültürünü yaşattığı mahallelerin rezerv alan ilan edilmesi bölgenin kozmopolit yapısı için de büyük tehlike yaratıyor. Antakya ve çevresindeki Ortodokslar kırılma noktasında! 11 ili etkileyen depremin bilançosu herkes için gerçekten çok ağırdı. Peki bu ağırlık toplumu oluşturan herkes için aynı değil elbette. Alt sınıfların yanı sıra, birçok açıdan daha kırılgan olan azınlık toplumları bu tür felaketlerden çok daha fazla etkilendiler. Depremde 57 insanını kaybeden Antakyalı Ortodokslar şu anda çok zor şartlar altında bölgede kalma mücadelesi yürütüyor. Antakya’da nüfusu 20 aileye düşen Ortodoksların büyük çoğunluğu artık çevre ilçelerde ve şehirlerde yaşıyor. Samandağ’da da yıkımın ve ekonomik zorlukların etkisiyle birçok aile göç etmek zorunda kaldı. İskenderun, Arsuz ve Altınözü’nde de özellikle Ortodoks gençler için aynı sorun söz konusu. Bin yıllardır bu bölgede yaşayan Ortodoks toplumu artık bir kırılmanın eşiğinde. Deprem öncesinde de yaşanan ekonomik ve siyasi nedenlerle büyükşehirlere ve yurt dışına sürekli göç veren Ortodokslar depremde yaşanan ağır yıkımdan sonra hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bu toprakların her parçasında etkisi olan bu toplumu, gerekli önlemler alınmazsa bu topraklardan bir süre sonra silinecek. Bu bahiste, vakıflarımızın artık toplumumuzla ilgili çok daha etkin bir şekilde çalışması gerektiğini düşünüyoruz. Deprem döneminde süreci çok doğru yönetemeyen vakıfların öncelikle göç edenlerin geri dönüşünü hızlandıracak çalışmalar yapması gerekiyor. İnsanların depremden önce yaşadıkları şehirlere geri dönmesi için dayanışma etkinlikleri düzenlenmesi, iş ihtiyaçlarıyla ilgili gerekli adımların alınması, tarım ve gıda üretim alanları için kooperatif tarzı çalışmaların yapılması toplumumuzun geri dönüşünü ve bölgede kalmasına yardımcı olacaktır. Ayrıca kiliselerimizin yeniden yapılması ve onarılması için gerekli kaynağın sağlanması için de hem yurt içinden hem yurt dışından gerekli fonların sağlanması gerekiyor. Tüm bu sorunlar üst üste yığılırken bu sorunları tek başına toplumumuzun aşma şansı yoktur. Antakya ve çevresindeki Ortodoks ve tüm diğer azınlık gruplarının geleceği için dayanışmayı artırmalıyız. Kaybolacak olan sadece insanlar değil aynı zamanda bin yıllara sığmayan kültürlerdir. On binlerce insanımızı kaybettiğimiz bu felaket hafızalarımızdan uzun süre silinmeyecek. Hafızamızdaki bu yaranın kültürlerimizin kaybolmasıyla büyümesine izin vermeyelim.
- Antakya: Bir yerleşme - yersizleşme öyküsü
23 Temmuz 2016 gece saat 02:30 suları Elimde iki koca valizle eski bir kapının önünde kapının açılmasını bekliyorum. Ardında nasıl bir yer olduğunu bilmediğim kapıya ironik bir şekilde çok ses olmasın diye ürkekçe vururken bir yandan da sesini duyurmaya çalışıyorum. Diğer yandan da günler öncesinden konuşup geleceğimi haber verdiğim Melek’i arıyorum. Sola dönüp ilerde duran taksiciye elimle git sen git yapıyorum. Şoför arabadan inip yanıma geliyor. - Geleceğini biliyorlar mıydı? - Biliyorlar abi. Açarlar birazdan. Sen git bekleme. - Olmaz. Bu saatte seni burda bırakır mıyım hiç. Nihayet açılan kapıdan Barbara’nın misafirhanesine girmemle aslında evim olacak bir şehre yerleşmiş oldum. Antakya’da gün Fairuz ile doğar. Şehir size bir rutin oluşturma konforu sunar, trafik, kalabalık ve gürültü ile sizi yormaz. Sadece buraya gelmeyi isteyenlerin geldiği, başka bir şehre geçerken yol uğrağı olmayan bu şehirde her girdiğiniz yerden ehlen ve sehlen (hoşgeldiniz) diye uğurlanırsınız. Kasım 2016 İki arkadaşımla Samandağ’daki Antakya Film Festivali gösteriminden dönmüşüz Antakya Evi’ne doğru Güllü Bahçe’den iniyoruz. Yürürken önünden geçtiğimiz yerden bir müzik sesi duyuyoruz. Yüzümüzü cama yaslayıp içeri bakmamız üzerine içerden biri bizi fark ediyor ve yarı mozaik camlı ahşap kapıyı açıyor. Kaç gündüzü muhabbetle ve türkülerle bağlayıp geceye devirdik, batınilikten girip kara delikten çıkıp bir insan ömrünü neye vermeli dedik bilmem ama dünyanın bir ucundan gelmiş backpacker’lar için bir hostelden çok öte olan Antakya’nın ilk ve tek hosteli Fi, biz müdavimler için bir yuva olmuştu. “Annecim Antakya’da bizim başımıza bir fenalık gelse gelse depremden gelir” İş çıkışı Kurtuluş Caddesi’nden yürüyüp baklamı yer, Mahal’e kapıdan selam verip No11’in terasında seyrederdim etrafı. Her 8 Mart, 25 Kasım eylemlerimiz sonrası Mor Dayanışma olarak soluğu adı gibi her daim bize ev sahipliği yapan Ehliddar’da alırdık. Dışarda geçen neredeyse her akşam Mansuroğlu’nda biterdi, bitmeliydi. Eve dönerken tam Kışlasaray’ın köşesindeki yasemin kokusunu ciğerlerime doldurduğum bir dakikalık saygı duruşu ile Sevgi Parkı’nın içinden geçerek eve varırdım. “Bir kenti sevdim dedim benim olsun demedim ki. Sevdim dedimse akşam kızıllığını, Gönlüm gibi akıp giden şu çayı, Şu ormanı, şu denizi, şu dağı Benim olsun demedim ki.” Demedim ama benim oldu. Gören herkesi etkileyen, çok sevmek için bir kere görmenin yettiği cazibesinin ötesinde hani tüm yara, bereleri, salaşlığı, belediyelerin bize reva görmesine söve söve yürüdüğüm, her yağmurda göle dönen köstebek yuvası çukurlu sokaklarını, bir var bir yok elektriğini ve beyin hücrelerimizi uyuşturan Asi’nin kokusu ile sevdim. O Asi ki ters akar ama sakince dinler dertlerimizi. Boğmanın bana verdiği cürretle bir dağa – Cebel-i Akra’ya aşık oldum. Nadir rastlanır güzellikte denize batan gün bile söndüremedi bu aşkı. Bir denize ne kadar uzun bakılabilirse baktım yaz, kış. Dalıp gittiğim için Antakya’ya dönüş otobüsünü kaçırdığımda Kel Sabit’ten muhakkak bir başka keyif eden Antakya yolcusu ile dönebildim. Ne zaman ki ağız sulandırırcasına anlattığım Antakya hayatıma bir arkadaşım kalkıp gelse götüreceğim tartışmasız iki yer için de yorumum nettir. İstersen kahvaltı istersen de meze gömmeye gidelim fark etmez. Vadi Geyik ve Çapa asla şaşırtmaz. Oturduğum her bir sofra için ayrı ayrı şükrediyorum. Tam gün batımı keyfi sırasında kitapsızca saldıran sivrisineklerin döktüğü kan ve kayalıklarında kırdığım ayak parmağımın lafını etmeye bile değmeyecek Meydan koylarına uzun uzun baktığım her bir ana şükürler olsun. Öyle çok şey var ki hangi birini anlatsam… Bir dönem Suriye sınırındaki harekâtlar zamanı annem benim için endişe etmeye başlamıştı. Ben de güvende olduğumu kendi gözleri ile görmesi için onu Antakya’ya çağırdım. Samandağ’a gezmeye gittiğimizde arkadaşım anneme “şu dağların arkası Suriye teyzecim” demiş. Ertesi günü sabah Sümerler’deki evimin balkonunda kahvaltı yaparken annem “bu evden taşın sen” dedi. “Neden anne?” diye sorunca “E bu dağların arkası Suriye’ymiş Allah korusun bir operasyon bir şey olduğunda direkt karşın” dedi. Annem her gördüğü dağdan endişe ederken ona dediğim tek şey “Annecim Antakya’da bizim başımıza bir fenalık gelse gelse depremden gelir”. 04:17 6 Şubat depreminde Gaziantep’teydim. Bize dakikalar gibi gelen sarsıntılar bittikten sonra geçebildiğimiz güvenli alanda açık televizyonda saatlerce adı bile geçmeyen Antakya’da neler olduğunu, zar zor ulaşabildiğim arkadaşlarımdan öğrendikçe endişelerim artıyordu. Haber alamadıklarıma duyduğum merak ulaşabildiklerime duyduğum şükür hissine ağır basıyordu. Saatler geçmesine rağmen iyi olduklarına dair haber alamadığım iki dostum için eğer herkesin ömründe bir mucize isteme hakkı varsa onların hayatta ve sağlıklı olmaları için kullandım benimkini. 6 Şubat’a gün adeta hiç doğmadı. O gece haber almaya çalıştığım insanların ikisinden beklediğim cevap hiç gelmedi. Hatice Can tıpkı 99 Depremi’nde kaybettiğim babaannem gibi deprem dışında onu hiçbir şeyin yıkamayacağı bir kadındı. Tanıdığım en güçlü, zehir gibi hafızaya sahip, haksızlıklara karşı dimdik mücadele eden, insan hakları savunucusu, feminist, eş, nene, anne, Hatice Hocamız hayat arkadaşı müthiş insan Mithat Abimizle aramızdan ayrıldı. Farklı Yaşam Rende Sitesi’nde kreş yapmak için kaçak şekilde kolon kesmeleri sebebiyle çöken bloktan müdürüm sevgili Myra’yı günler sonrasında çıkarabildiler. Ekibin en genci Faruk ve zamanında Suriye’deki çatışmalardan kaçıp Türkiye’ye sığınmış Hasan’ı da kurtarmak mümkün olmadı. Ekibe daha 6 ay önce katılmış, avukat sevgili Tamer’den ise ne iyi ne kötü haber geldi. Rönesans Sitesi’ndeki kayıp 52 candan biri hala. Kayıplarımız ve acımız saymakla bitmeyecek denli büyük. Ailesi Katolik Kilisesi’nin orda yaşayan bir arkadaşıma deprem sonrası “sen iyi misin, ailen iyi mi?” diye sorduğumda bana “çekirdek ailem iyi ama akrabalarım, komşularımız o kadar çok insanı kaybettik ki ben şimdi nasıl diyeyim ailem iyi diye” dedi. Bu soruyu sormayı o gün bıraktım. Antakya evimizdi ve kaybettiklerimizin hepsi ailedendi. Depremin hemen ardından 6 Şubat’tan bu yana bir an yok ki o gece Antakya’da olmadığıma, hemen oraya gitmediğime pişmanlık duymayayım. Orda olmadığım her dakikam orda olanları öğrenmeye, neler yapabileceğimize aitti. Antakya’dan olmayan kimseyle görüşmek, konuşmak içimden gelmiyordu. Hayatın sanki böyle büyük bir felaket hiç yaşanmamış gibi normal seyrinde akabilmesinden müthiş rahatsız oluyordum. Büyükçat merkezli depremin hemen ertesi günü gittiğimde Samandağ merkez adeta savaş ortamıydı. Dostluğun, dayanışma ve örgütlenmenin gücünü hissettiğim, doğmadığım ama doyduğum, dünyada en iyi bildiğim ve sevdiğim şehrin bir gecede toz duman olmasını kabullenmekte çok zorlandım. Geçtiğimiz kapkaranlık yollardan nereye gittiğimizi anlamamız çok zordu. Samandağ’da Pazar yerine, Bedi Sabuncu’ya, Harbiye’ye, Sevgi Parkı’na kurulan, diğer deprem illerinin hiçbirinde rastlamadığım dayanışma çadırları bu kentin ruhuydu işte. Gezi zamanı direnişin ismi olmuş Armutlu’nun dar sokakları moloz yığınları ile kaplıydı artık. Kalan duvarların da üzerinde Geri Döneceğiz yazıyordu. Gören herkesin bu deprem değil adeta savaş, patlamalar sonrası hal gibi dediği Antakya için, yıllarca savaştan, çatışmalardan dolayı vatanından ayrı düşmüş insanlar için Fairuz’un söylediği hasret şarkıları artık daha derinden anlamını buldu. “Döneceğiz ey aşk, döneceğiz. Ey gariplerin çiçeği Aşkın evine, aşkın ateşine Döneceğiz. Gidiyoruz deriz fakat dönüyor oluruz. Aşkın evine doğru, hiçbir şey bilmeksizin” “Ma rıhna nıhna hon – Gitmedik buradayız!” Hatırı sayılır sayıda Antakyalı ise zaten hiç gitmedi. Depremden bu yana bir gün bile şehir dışına çıkmamış tanıdıklarım var, özellikle de Samandağ’ın köylerinde yaşayan aileler hem başka yerde bir yaşam ihtimalini bile düşünemediklerinden hem de evlerini, bahçelerini, hayvanlarını bırakamayacakları için hiç gitmediler. Pek çoklarının önemli bir endişesi orada bulunanların bile ellerinden tarlaları, evleri alınırken bir de gidenlerin başına neler gelmezdi ki. Ve “Antakya hayalet şehre döndü, kimse kalmadı” açıklamalarında bulunarak elektrik, altyapı, ulaşım, çöp toplama gibi en temel hizmetlerin bile sağlanmamasını normalleştirenlere inat Antakya halkı haykırdı: “Ma rıhna nıhna hon – Gitmedik buradayız!” Bir binada pencere önündeki saksı dururken hemen yanındaki binanın adeta erimiş olduğunu kabul etmek hepimiz için çok zordu. Bizi böyle darma duman eden, yıkıp geçen deprem değil gözünü rant hırsı bürümüş müteahhitler, buna göz yuman belediyenin ve bürokratların olduğunu 99 Depreminden sonra yeniden çok acı şekilde yaşamış olduk. Anadolu’da meydana gelen en büyük depremlerden her seferinde nasibini almış Antakya’nın yeniden inşası için şehrin hem topoğrafyası hem kültürel hem de demografik yapısı göz önünde bulundurulmalı. Mesele sadece bir konut problemi olmadığı için bu felaketin yarattıklarının üstesinden bir an evvel toplu konutları bitirmekle gelinmez. Halkların hassasiyetleri, ihtiyaçları, doğa koşulları, kültürel yapıya rağmen değil bilakis tüm bunları ince eleyip sık dokuyarak, yerel dernekler, sivil inisiyatifler ve uzman bilim adamlarının işbirliğinde Antakya’yı yeniden inşa edebiliriz. Umudumuzu kaybedemeyiz, bu artık aramızda olmayan sevdiklerimize, güzel anılarımıza, bu şehrin tarihine ve geleceğine büyük bir kötülük olur. Depremin etkilerini unutmadan ama Antakya’yı depremsiz hatıralarımızla diri tutabiliriz. Matthew Schultz “bir kent, en iyimser yorumla ortak bir düş, en kötümser yorumlaysa ortak bir kabustur” der, Antakya bizim için her zaman güzel bir hayalden ötesi olacak. “Mevlam köyüne getirdi seni Uzun bir ayrılık sonra geldin bana Dönüşünle mutlulukla doldum tekrar Seni o kadar özledim ki, sonlardır acılarımı Uzun bir ayrılıktan sonra kavuştuk ve kalbim mutlu yine”
- Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (II. Bölüm)
Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı ve üç kısımdan oluşan bu yazının dün yayınlanan ilk kısmında, depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri incelenmişti. Bugün yayınlanan ikinci kısımda, depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak okunuyor ve okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediliyor. Bugünden Sonraya: Öğrenmeye direnme ve “neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığı 6 Şubat 2023 tarihinde, Türkiye’nin yakın tarihinde etkisi açısından bir benzerini en son 17 Ağustos 1999 tarihinde gördüğümüz ölçekte bir deprem, ya da uzmanların söylemini ödünç alarak, bir “deprem fırtınası” gerçekleşti. İvmesinin büyüklüğü nedeniyle -merkez üssü olan Kahramanmaraş’tan çok- Hatay ve Antakya ile dünya ölçeğinde büyük bir yankı bulan depremlerden sonra geçici dönemin asgari koşullarını kendi olanaklarıyla sağlamaya çalışan yerel halk, bu defa da 20 Şubat 2023 tarihinde, Hatay merkezli depremleri yaşadı. Depremden sonra yapılması gerekenlere dair bugüne kadar yazılmış çok sayıda yazı, anlatılmış çok sayıda yöntem var. Antakya’da 6 Şubat’tan itibaren izlediğimiz süreç ise, bir tür “öğrenmeye direnme ısrarı”nı ve neredeyse her gün farklı bir nedenle karşımıza çıkan “aslında neler yapılabilirdi?” sorusunu hatırlatıyor. Depremden bugüne kadar olması gerektiğine inandığım (ve olmadığına şahit olduğum) süreçleri ve (olmaması gerekirken, maalesef) olanları, Antakya üzerinden anlatacağım. - barınma, geçici barınma ve göç - Depremden sonra ilk yapılması gerekenin, hayatta kalanların hiç vakit kaybetmeden dikkatli ve kapsamlı, uygun tekniklerle yapılan arama-kurtarma çalışmalarıyla en kısa sürede enkazdan kurtarılması olduğu konusunda bir uzlaşı var; bu adım pek çok anlamda “hayati” önem taşıyor. Devamında ve hızı hiç düşürmeden, hayatta kalanların konaklayabileceği sağlıklı, güvenli, hijyenik barınma alanlarının oluşturulması gerekiyor. Bu erken dönemin geçici barınma alanları için çadır ve konteynerin uygun çözümler olacağı anlatılıyor. Bu sırada ana ulaşım bağlantılarının -acil hastane erişimi ve akut yardımların taşınabilmesi için- en hızlı şekilde açılması, sağlık sisteminin bütün asgari sağlık hizmetlerini karşılayacak nitelikte tesis edilmesi büyük bir önem taşıyor. Bu erken (en fazla iki haftalık) dönemin ardından kentin merkezinde, başka bir deyişle nüfusun yoğunlaştığı yerlerde (Antakya için kentin merkezi, yıkımın en çok olduğu yere karşılık geliyor) yerel halkın enkaz kaldırma süreçlerinde halk sağlığı açısından oluşabilecek olumsuz etkilerden korunabilmesi için, kentin çeperinde -daha uzun süre kullanılmak üzere- nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulması gerekiyor. Bu alanların oluşturulmasında, konteyner ve çadıra kıyasla daha dayanıklı olan ve yaşanabilir koşullar sunduğu kabul edilen prefabrik konutların, zorunlu hâllerde ise konteynerlerin tercih edilmesi öneriliyor. Geçici barınma alanlarının tasarlanmasında, yerel halkın gündelik hayatının bileşenlerini oluşturan sosyal donatı alanları, eğitim ve sağlık tesisleri, farklı işlevlerde müşterek mekânlar, ortak üretim ve toplanma alanlarının da oluşturulması gerekiyor. Antakya’da Şubat ayından bugüne kadar izlediğimiz süreçte ise, burada anlattığım “yapılması gereken”lerin yapıldığına maalesef pek rastlamıyoruz. Aynı süre içinde, “yapılmaması gereken”ler olarak tarif edilen uygulamalar ise, adım adım gerçekleşiyor. Aralık ayının sonuna yaklaşırken geçici barınma alanları açısından çadır, konteyner ve pek yoğun olmasa da prefabrik konutların yanı sıra; önceden tarımsal üretim yaptığı serayı geçici barınma alanına çeviren ve bu alanda birkaç aileyle birlikte yaşayan ya da başka bir seçeneği olmadığı için az/orta hasarlı konutuna yerleşmiş olan hatırı sayılır bir nüfus söz konusu. Yaşamını geçici barınma alanlarında sürdürmeye çalışan yerel halk, Antakya’da gündelik hayatının içinde kişisel güvenlik sorunlarıyla sıklıkla karşılaşıyor. Yerel halkın “güvenlik” gerekçeleriyle az/orta/yüksek hasarlı evinin içine girip alamadığı ev eşyaları, teknolojik ve maddi değeri yüksek eşyaları ve özel eşyaları (başka bir deyişle geçmişi), hırsızlar tarafından depremden bugüne kadar “defalarca” yağmalanıyor. Evi yıkılmış ya da oturulamaz hâle gelmiş insanların birkaç ay ertelenmiş olan su ve elektrik faturaları ise, daha fazla vakit kaybetmeden “adres”lerine gönderilmeye başlanıyor. Adreslerinin artık bir “ev”e karşılık gelmemesi ise, bu uygulama için bir sorun teşkil etmiyor. Geçici barınma alanlarının hâli böyleyken, Antakya’nın deprem öncesi yerleşik nüfusunun önemli bir bölümü de Adana, Mersin, Ankara, İzmir, Antalya ve İstanbul başta olmak üzere başka şehirlere taşınıyor. - planlama meselesi - Depremden sonra -yerel halk sağlıklı, güvenli ve hijyenik geçici barınma alanlarına taşındıktan sonra- hiç vakit kaybetmeden başlatılması gereken planlama çalışmalarının önemli bileşenlerini; güncel zemin mukavemeti, mikro bölgeleme ve yerleşilebilirlik analizleri başta olmak üzere fiziksel, sosyal, ekonomik ve doğal yapı analizlerinin yapılması, (şehir plancıları, sosyal bilimciler, yer bilimciler, inşaat mühendisleri, mimarlar, iktisatçılar, koruma uzmanları, farklı ölçeklerde tasarımcıların dahil olacağı) disiplinler arası bir sürecin tasarlanması oluşturuyor. Bu süreçte, depremden etkilenen kentlerde mülkiyetin el değiştirmesine neden olabilecek koşulların oluşmasına imkân verilmemesi en önemli adımlardan biri. Planlamanın bir bütünsellik içinde, planlama hiyerarşisini ve deprem başta olmak üzere afetlere dayanıklı şehirleri oluşturmayı amaç edinmesi, mutlaka planlama süreciyle uyumlu bir uygulama süreci olması gerektiği, tüm bilim çevrelerince kabul görmüş durumda. Antakya dahil olmak üzere deprem bölgesinde depremden bugüne kadar planlama açısından yapılanlar ise, mutlaka kayıt altına alınması gereken birçok yasal ve pratik adımı birden içeriyor. Giderek belirsizleşmekte olan planlama süreci, iç göçle farklı şehirlere gidenlerin Antakya’ya geri dönüşe, farklı nedenlerle ve değişen koşullarda burada kalmayı sürdürenlerin ise geleceğe dair tahayyüllerinin sürekli bir belirsizlik ve endişenin gölgesinde kalmasına neden oluyor. Planlama alanında Şubat ayından itibaren Antakya’da birbiriyle bazen sınırlar ve kurumlar açısından örtüşse de, genel bir değerlendirmeyle bütünsellikten uzak, oldukça parçalı bir durum söz konusu. Depremin hemen ardından, 9 Şubat 2023 tarihinde tüm deprem bölgesinde OHAL ilan ediliyor[i]. Mart ayı itibariyle Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (ÇŞİDB) tarafından tüm deprem illerinde farklı mimarlık şirketlerinin görevlendirilmesi çerçevesinde Hatay’da görevlendirilen DB Mimarlık şirketi, Hatay Master Planı çalışmalarına başlıyor[ii]. Bu sırada 5 Nisan 2023 tarihinde Antakya’nın tarihi kentsel sit alanı, bu alanın kuzeyindeki arkeolojik sit alanının belli bir kısmı ile nehrin batısında, Köprübaşı’ndan Valigöbeği’ne kadar olan 307,6 ha büyüklüğündeki alan, 6306 sayılı yasa kapsamında “afet riskli alan” ilan ediliyor[iii]. Bu ilanla birlikte koruma alanında planlama ve imar faaliyetlerinin yetki ve sorumluluğunun Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan (KTB) ÇŞİDB’na geçmesini takiben, Mayıs ayında bu iki kurum arasında yapılan protokolle birlikte yetki ve sorumluluk tekrar KTB’na geçiyor[iv]. İki Bakanlık arasında bu protokolün yapılmasının ardından, afet riskli alan sınırını kapsayacak şekilde bir Antakya Koruma Amaçlı İmar Planı Revizyonu süreci başlıyor. KTB adına bu işi yapmak üzere Türkiye Tasarım Vakfı (TTV) görevlendiriliyor. KTB tarafından, TTV’nın bu çalışmayı Hatay Master Planı’nı yapmak üzere görevlendirilmiş olan DB Mimarlık ve Kentsel Yenileme Merkezi (KEYM) şirketleriyle birlikte yapacağı duyuruluyor[v]. DB Mimarlık’ın Hatay Master Planı ve Hatay’ın bazı ilçeleri için master plan çalışmaları; TTV, DB Mimarlık ve KEYM’in Antakya Koruma Amaçlı İmar Planı Revizyonu çalışmaları sürerken, deprem bölgesinde ilan edilmiş olan üç aylık OHAL dönemi sona eriyor. Böylece, depremden önce Hatay’ın bazı ilçeleri için yapılmış, onaylanmış, bazıları askıya çıkmış, bazılarıysa askıya çıkmak için bekleyen imar planlarının askı süreleri kaldığı yerden devam ediyor, ya da askı süresi başlıyor. Başka bir deyişle, o planlar yapıldıktan sonra Hatay’ın bütününde büyük bir yıkıcı etkiye, hasara sebep olan 6 Şubat ve 20 Şubat depremleri gerçekleşmemiş gibi bir uygulamayı izliyoruz. Üstelik bu süreçte Hatay’daki meslek odalarının söz konusu planlara yaptığı itirazlar, belediyeler tarafından oybirliğiyle reddediliyor[vi]. Eylül ayında TTV, DB Mimarlık ve KEYM, tarihi merkezin karşısında ÇŞİDB tarafından belirlenen (Köprübaşı’ndan Valigöbeği’ne kadar olan) 70 ha büyüklüğündeki pilot proje alanında, kalıcı konut alanı tasarımı sürecine başlıyor. Ekim ayı itibariyle kolektif biçimde bir araya gelen yerel mimarların oluşturduğu “Kentin Mimarları” ofisi dahil olmak üzere 16 ulusal ölçekli mimarlık ofisi ve üç uluslararası ekip, konut alanlarının tasarımı için çalışmaya başlıyor[vii]. Kasım ayına gelindiğinde, 6306 sayılı yasada “rezerv yapı alanı” tanımına dair bir değişiklik meydana geliyor[viii]. Bu değişikliği takiben 13 Kasım 2023’te Antakya’da, Asi Nehri’nin batı yakasında Cebrail Mahallesi’nden Akdeniz Mahallesi’ne kadar olan 207 ha büyüklüğünde bir alan, 6306 sayılı yasa kapsamında “rezerv yapı alanı” ilan ediliyor. Rezerv yapı alanı ilanıyla birlikte yerel halkta büyük bir “mülksüzleşme” endişesi baş gösteriyor[ix]. Konuya ilişkin muhalefet ise anlaşılması güç biçimde, yerel halk açısından mülksüzleşme riskinin bertaraf edilmesi yerine, bu sürece dahil olan mimarlara yöneltilen eleştiriler üzerinde yoğunlaşıyor. Bu açıdan özellikle rezerv yapı alanı açısından olası mülkiyet hakkı kayıplarına dair mücadele hattını “hibe ve kredi değil, bedelsiz konut istiyoruz” şeklinde ifade eden Hatay Akademik Meslek Odaları Koordinasyonu’nun (HAMOK) 1 Aralık 2023 tarihli basın açıklamasının[x] büyük önem taşıdığını ifade etmeliyim. Öte yandan, depremin hemen ardından “kalıcı konutlar”ın üretilmesi için görevlendirilen TOKİ’nin Hatay genelinde 33 ayrı noktada konut projelerini yapmaya başladığı biliniyor. Bu konut alanlarının biri de, Antakya kent merkezinin kuzey batısındaki Gülderen bölgesinde yer alıyor[xi]. Bu alanların yer seçimiyle, eş zamanlı olarak yapılmakta olan Hatay Master Planı’nın zaman zaman yapılan uzman ve halk toplantılarında anlatılan yaklaşımı arasında bir uyumdan bahsetmek ise, ne yazık ki mümkün görünmüyor. Bu süreçte Ulaştırma Bakanlığı, yer seçim kararı özellikle depremden sonra çokça eleştirilen Hatay Havalimanı’nın yerinde onarımı çalışmalarının Ekim ayında yapılan ihaleyi takiben başlayacağını duyuruyor[xii]. Hatay Havalimanı’nın yeri, ÇŞİDB’nın görevlendirdiği DB Mimarlık’ın hazırlamakta olduğu, Amik Gölü’nü ve Asi Nehri’nin doğal sistemini “yeniden canlandırma”nın amaçları arasında olduğu belirtilen Hatay Master Planı’nda henüz netleşmemişken üstelik. Bütün bunların dışında, kentin ve çeperlerdeki kırsal alanın önemli bir bölümünde bazıları resmi olarak tanımlanan, çoğunluğu “kendiliğinden” oluşan ve tamamına yakını deprem öncesi kamusal açık mekânlara ya da tarım alanlarına karşılık gelen alanlarda, önce ince bir beton tabakası oluşturularak onun üstüne yerleştirilen “geçici barınma alanları” söz konusu. Bunlarla beraber artık kentin çehresini oluşturan, kaldırımların ve yine tüm açık kamusal mekânların üstünü düzensiz biçimde kaplamaya başlamış olan, konteynerlerde faaliyet gösteren (büyük çoğunluğu için, gündelik yaşamını ekonomik açıdan sürdürmek için başka bir seçeneği kalmamış olan) küçük işletmeler. Özellikle böylesi büyük bir afetin ardından yerel ve merkezi ölçekte yetkili tüm kurumların, özel sektörün, üniversitelerin ve tüm teknik uzmanların eşgüdümlü, uyumlu bir organizasyonla, kenti dayanıklı ve dirençli hâle getirmek odağında birleşerek üstüne düşeni yapması, kentin geleceği için yeni risklerin oluşturulmaması, hayati bir önem taşıyor. Planlamanın ve planın bütünselliği her zamankinden daha önemliyken (ve depremlerin bu kadar büyük yıkımlara yol açmış olmasında denetimsizlik ve ihmallerin yanı sıra parçacıl uygulamaların da önemli bir rolü olduğu hâlde) şu anda Hatay ve Antakya’daki planlama ve imar çalışmalarında bir uyum ve bütünsellikten bahsetmek mümkün değil. Maalesef 2024 yılının Ocak ayı itibariyle kendimizi içinde bulduğumuz gerçeklik, bu hayalin oldukça uzağında. - enkaz kaldırma süreçleri - Antakya’da depremi takip eden sürecin farklı dönemlerinde yoğunlaşan, neredeyse Ekim ayının sonuna kadar bütün kenti ve çeperlerini yoğun bir toz bulutu içinde tutan “enkaz kaldırma” çalışmaları da, ne yazık ki yanlışlığı üzerinden izlediğimiz diğer bir süreç. Yasal açıdan enkaz kaldırma sürecinin zorunlu adımları tanımlanmış olduğu hâlde; herhangi bir tedbir alınmadan, sulama yapılmadan ve yapının çevresi kapatılmadan yapılan yıkımlar, açığa çıkan “malzeme”nin hafriyat kamyonlarının azami hacminin çok üzerinde doldurulması, molozun üstünün brandayla örtülmemesi, taşıma sırasında trafikte diğer motorlu araçlar ve yayalar gözetilmeden çok yüksek bir hızla hareket edilmesi, moloz döküm sahaları belirlenirken gerek doğal alanların gerekse geçici barınma alanlarındaki yerel halkın sağlığının sürdürülebilirliği açısından herhangi bir hassasiyet gözetilmemesi gibi yanlışları aylar boyunca farklı mesafelerden izledik. Antakyalıların en önemli ekonomik üretim alanlarından olan zeytinliklerin; doğanın ve kentlerin nefes alma alanı olan vadilerin ve geçici barınma alanlarının hemen karşısındaki “boşluk”ların, bütün ilkelere ve yasalara aykırı şekilde moloz dökümü sahasına dönüşebildiğini gördük. Hatta bu süreçte, Antakya ve çevresindeki zeytin ağaçlarının, yerel halkın karşı çıkmasına rağmen kesilmesini izledik. Yerel halk ve sivil toplum kuruluşları deprem sonrası bu yıkıcı süreci durdurmanın, doğayı ve halk sağlığını korumanın farklı yollarını ararken, bu defa karşımıza çıkan “yerinde ayrıştırma” uygulamaları, enkaz kaldırma süreçlerinin “önceliği”ne dair epey aydınlatıcı oldu. Hafriyat ve yıkım firmaları kentin neredeyse her noktasında çok hızlı, tedbirsiz yıkımlar gerçekleştirirken, yine yüksek bir hızla moloz içindeki demir malzemeyi -halk sağlığı açısından yine hiçbir tedbir almadan- yerinde ayrıştırdı. Kaldırımlarda kabloların yakılması, halkın “deprem hafızası”nı büyük bir duyarsızlıkla her gün yenileyen sarsıntılar üreten iş makineleriyle demir ayrıştırma işlemleri günlerce sürdü. Üstelik bazı örneklerde, hafriyat ve yıkım firmalarının, binadaki tüm “malzeme”nin kendilerine ait olduğu iddiasından hareketle, depremden önce o binada yaşamakta olanların özel eşyalarını, ya da kendileri için yapılacak yeni konutlarda kullanabilecekleri pencere, kapı gibi malzemeleri mülk sahibinin almasına izin vermediklerine dair haberlere dahi rastladık. Anlaşılması güç bir hız ve kontrolsüzlükle devam eden enkaz kaldırma ve moloz taşıma süreçlerinin ardından doğal alanların, tarım alanlarının, zeytinliklerin, vadilerin rehabilitasyonu güç bir zararla; aynı tedbirsizlik nedeniyle halk sağlığının ise asbest ve silika başta olmak üzere zararlı tozların ölümcül etkileriyle karşı karşıya olduğu, su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Korkulan o ki, ilerleyen yıllarda Antakya’nın yeni ve tarihi merkezinde yapılı çevrenin onarımı bir ölçüde tamamlandığı zaman, Antakya’nın aslî unsuru olan “Antakyalılar”ın, yerel halkın sağlık durumuna dair kötü haberler duymaya başlayacağız. - tarihi merkezde hafıza yitimi - Tarihi ve kültürel mirasın büyük bir alan kapladığı kentlerin deprem sonrası onarımı sürecinde, tarihi dokuya yapılacak müdahaleler üzerine büyük bir literatür oluşmuş durumda. Antakya üzerinden değerlendirdiğimizde, bu kaynaklara göre genel olarak; tarihi merkezdeki tüm anıt eserler ve sivil mimarlık örneklerinin mümkün olduğunca yerinde muhafaza edilmesi, (hem olası can kayıpları açısından, hem de yapının ayakta daha uzun süre kalacak şekilde desteklenebilmesi açısından) askılama tekniğiyle güvenliğinin sağlanması, malzeme ayrıştırmanın her yapının kendi parseli ya da avlusu içinde ve dikkatlice belgelenerek yapılması, yapılarda herhangi bir güvenlik açığının oluşmaması için azami dikkatin gösterilmesi gerekiyor. Tarihi merkez dışındaki enkaz kaldırma süreçlerinde ise halk sağlığı ve doğal alanların sürdürülebilirliğine büyük bir önem verilmeli, hız ve dikkatsizlikten oluşan yanlışlara ise hiçbir şekilde meydan verilmemeli. (Önceki kısımda, Antakya genelinde depremden sonraki enkaz kaldırma süreçlerindeki yanlışlardan kısaca bahsetmiştim.) Bu sırada Antakya’nın kültür mirası açısından önemli somut varlıklarından birini oluşturan tarihi konut dokusunun bir bütün olarak muhafaza edilmesi gerektiği, depremin hemen ardından konuyla ilgili pek çok ulusal ve uluslararası ölçekte kurum ve uzman tarafından dile getiriliyor. Antakya’nın kentsel, arkeolojik ve tarihi alanlarından sorumlu resmî kurum olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’na (KTB) bağlı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün (KVMGM) depremin hemen ardından kurduğu Afet Bölgesi Kazı Başkanlığı, Antakya başta olmak üzere tüm deprem bölgesinde kültür mirasının “enkaz kaldırma” süreçlerinde sorumlu aktör olarak belirleniyor. Tarihi merkezde yapılan enkaz kaldırma çalışmalarında anıt eserler ve sivil mimarlık eserleri açısından farklı yöntem ve yaklaşımlar görülüyor. Mart ayında Antakya’nın tarihi merkezinde başlayan “enkaz kaldırma” çalışmaları; yerel halk, ulusal ve yerel uzmanlar tarafından birkaç nedenle eleştiriliyor. Öncelikle böylesi önemli bir tarihi dokunun depremden sonra “yerinde koruma ve onarım” öncelikli ve gereken niteliğe sahip çok sayıda uzmanın çalışmasıyla, yavaş, dikkatli, özenli ve şeffaf bir süreçle, mümkün olduğu ölçüde malzemelerin aynı yapının onarımı için kullanılmasına olanak verecek şekilde “yerinde ayrıştırma” yapılarak ele alınması gerektiği düşünülüyordu. Fakat uygulamada görülen; gereksinim duyulan yavaşlıkla sıklıkla bir tezat oluşturan hızlı bir enkaz kaldırma süreci, yerinde muhafaza edilmesinin mümkün görüldüğü uzmanlarca söylenen bazı sivil mimarlık eserlerinin “can güvenliği için risk oluşturduğu” gerekçesiyle hızla kaldırılması, enkaz kaldırma sürecinde kullanılan teknik ve yöntemler nedeniyle bazı tarihi yapıların yerinde tekrar yapılmasına olanak sağlaması beklenen temel izlerinin dahi yerinde bırakılmaması, büyük bir özeni ve mecburi durumlar dışında iş makinelerinin kullanılmamasını gerektiren tarihi merkezde sıklıkla büyük iş makinelerine rastlanması oldu. Bu süreçte KTB, KVMGM tarafından farklı uzmanlıklara sahip akademisyenler ve profesyonel meslek insanlarından oluşturulan Afet Bölgesi Kültürel Miras Danışma Kurulu’nun önerileri de genel olarak ayrıştırmanın mümkün olduğu müddetçe yerinde yapılması, enkazda çıkan malzemenin taşınması gerektiği durumda ada-parsel-yapı detayında ve onarım sürecinde aynı yapı için kullanılmasına olanak sağlayacak detayda bir belgelemenin yapılması, sürece mutlaka yerel meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve yerel uzmanların dahil olması, Antakya’nın tarihi fiziksel dokusunun anıt eserler ve sivil mimarlık örnekleriyle, sosyo-kültürel yapıyı oluşturan yerel halkıyla beraber korunması gerektiği yönünde oldu. Danışma Kurulu ve Antakya Kentsel Sit Girişimi’nin farklı platformlarda yaptığı çağrıların kısmen sonuç vermesinin ardından, Ekim ayında tarihi merkezde bulunan yaklaşık 120 geleneksel/tescilli yapının enkaz kaldırma süreçlerine ilişkin kararların alınmasında yerel uzmanların, sivil toplum kuruluşlarının da sahada Kazı Başkanlığı’yla birlikte bulunarak enkaz kaldırmaya dair kararların alınmasına katıldığı bir süreç izlendi. Bu uygulama, sürecin en başından itibaren benimsenmiş olsaydı, bugün tarihi merkezde karşı karşıya olduğumuz riskin bu kadar büyük olmayacağını düşünüyorum. Bu büyük riski, “tarihi merkezde hafıza yitimi” olarak ifade edebiliriz. Senelerdir her sokağını, evlerini, restoranlarını, camilerini, kiliselerini, sinagog ve çarşılarını, otellerini, tarihi sokaklarını, sokakların birbirinden farklılaşan zemin döşemelerini, avlularını, ağaçlarını, çiçeklerini gözüm kapalı tarif edebildiğim, “yeryüzündeki cennetim” olarak tanımladığım Antakya’ya Kasım 2023’te (depremden sonra, sanırım onuncu defa) gittiğimde, hayatım boyunca unutamayacağım kadar kötü bir durumla karşılaştım: Büyük boşlukların her yeri kapladığı tarihi merkezde geriye kalan yapıların, sokakların ve ağaçların çoğunu tanıyamadım. Bu dünyada olmasına hiç ihtimal vermediğim bir durum, işte böyle gerçekleşti. Tarihi merkezde enkaz kaldırma süreçlerinde oluşan büyük boşlukların, eğer tedbirini almazsak, Antakya hafızamıza verebileceği zararın tahminimizden çok daha büyük olacağına eminim. - gündelik hayata başlama gayreti - Depremle beraber büyük bir yıkım yaşamış Antakya gibi bir kentte ilk aşamada yapılması gerekenin; arama-kurtarma çalışmalarının, öncelikli/acil sağlık hizmetlerinin ve erişim olanaklarının sağlanması; bunları takiben nitelikli, sağlıklı, güvenli nitelikte geçici barınma alanlarının oluşturulması ve yerel halkın vakit kaybetmeden düzenli biçimde buralara yerleştirilmesi olduğundan önceki kısımda bahsetmiştik. Ve ne yazık ki, Antakya’da deprem sonrası sürecin bu tarife ne kadar uzak olduğundan. Barınma alanları dışında gündelik hayatımızın hangi bileşenlerden oluştuğu düşünüldüğünde; güvenli gıda, içme ve kullanma suyuna erişim, sosyalleşme alanları, çalışma alanları akla gelir. Bu gereksinimlerin idare tarafından sağlanması ve yerel halkın sağlık hizmetleri, güvenlik hissi, hijyen, içme ve kullanma suyu, gıdanın temini açısından herhangi bir tedirginlik yaşamaması gerekir. Yerel halkın deprem öncesi gündelik hayatına bir an önce kavuşması için, mesleğini yapmasına olanak sağlayacak korunaklı çalışma mekânlarının, barınma alanlarıyla ilişkili ve erişilebilir nitelikte oluşturulması gerekir. Böylece halkın, deprem öncesi geçim sağlama pratiğine yavaş yavaş kavuşması, güvenli ve sağlıklı barınma alanlarında yaşamını yeniden kuracak gücü toplaması, sosyalleşme alanlarında komşularıyla ve arkadaşlarıyla bir araya gelmesi ve yeniden geleceğe dair hayaller kurabilmeye başlaması mümkün olur. Fakat Antakya’da izlediğimiz süreç, ne yazık ki bu açıdan da önerilen deprem sonrası rehabilitasyon süreçleriyle pek örtüşmüyor. Antakya’da depremden sonra oluşturulan geçici barınma alanlarına dair durumdan ve ağırlıklı olarak sorunlardan önceki kısımda bahsetmiştik. Barınma yapılarıyla beraber eğitim, sağlık tesisleri, idari tesisler ve çalışma alanları, kent yaşamının önemli bileşenlerini oluşturuyor. Antakya’da eğitim, yerel halkın her zaman en çok önem verdiği konulardan. Depremle beraber eğitim tesislerinin bir kısmı zarar görürken, bazı okullar da depremi hafif hasarla atlatıyor. Fakat yerel halk bu yapılarda eğitim faaliyetinin başlaması için beklerken, hasarsız ve hafif hasarlı eğitim yapılarının tamamına yakını idari faaliyetlerle işlevlendiriliyor. Hastanelerin pek çoğunun kullanılamaz derecede hasar aldığı kentte sahra hastaneleri yapılsa da, bu hastaneler uzmanlıklar ve kapasite açısından ihtiyacı karşılamaya uzak görünüyor. Tüm bu alanlarda çalışması beklenen eğitim ve sağlık personeli ise, burada çalışmasını imkânsız hâle getiren koşullar nedeniyle Antakya’ya gelmeyi tercih etmiyor, tercih edenler de kısa bir zaman içinde gündelik hayatın zorlukları nedeniyle buradan uzaklaşıyor. Çalışma alanlarına ilişkin deprem sonrası süreç de maalesef pek iyi görünmüyor. Antakya’nın hâkim ekonomik sektörleri uzun yıllardır tarım, turizm ve ticaret faaliyetlerinden oluşuyor. Tarım alanları kentin çeperinde ve Hatay’ın diğer ilçelerinde bulunurken, bu alanlarda yapılan tarımsal üretimin çıktıları kentin farklı kısımlarında işlenerek ticaretin konusu hâline geliyor. Limon, portakal, turunç, zeytin, nar ve hububatın yanı sıra defne de Antakya’da işlenerek farklı biçimlerde satışa sunulan ürünlerden. Defne ve zeytinin hammaddesiyle üretilen yağ ve sabunlar, ulusal ve bazen uluslararası ölçekte talep görüyor. Geleneksel üretim ve zanaat kollarından bir diğeri de ipek böcekçiliği. Bu zanaat, bazı dönemlerde yoğunluğu azalsa da, kentin ekonomisindeki varlığını hep sürdürüyor. Kentin ticaret faaliyetleri ağırlıklı olarak Kurtuluş Caddesi, Saray Caddesi ve Uzun Çarşı üçgeninde gerçekleşirken, turizm işlevi de kentsel mekânda çoğunlukla avlulu konutların dönüştürülmesiyle açılan oteller ve restoranlar aracılığıyla yürütülüyor. Turizm faaliyetinin taşıyıcıları kültürel miras, zanaat, inanç yapıları, yeşil ve mavi doğal varlıkların dahil olduğu bir sistemden oluşuyor. Karayolu ulaşımı ağı, İskenderun Limanı ve Hatay Havalimanı ise, kentler ve kırsal alanlarda yapılan üretimin ulusal ve uluslararası ölçekte yayılmasını sağlıyor. Tüm ekonomik alt sektörlerin birbirini desteklediği ve bir ekonomik döngünün bileşenlerini oluşturduğu Antakya’da, kır-kent arasındaki sürekli ilişkinin bir yansıması olan tarım-ticaret-turizm üçlüsü, kendi içinde ağırlıkları değişse de bir sistem olarak varlığını seneler boyunca koruyor. Depremle beraber çalışma alanları açısından yapılması gerekeni kısaca, her şeyin depremden önce olduğu gibi işlemesi için gerekli olanakların sağlanması, olarak ifade edebiliriz. Fakat maalesef Antakya’da depremden sonra çalışma alanlarının yeniden kullanılmaya başlaması için daha çok beklememiz gerekecek gibi görünüyor. Depremden sonra Antakya’nın tarım alanları, zeytinlikler, doğal alanların önemli bir kısmı moloz döküm sahalarına, ya da geçici barınma alanlarına dönüştü. Bu alanlardaki ürünlerin tüketilmesi sağlık açısından -pek çok bilimsel çalışma, aksini verilerle kanıtlamış olsa da[1]- tüketici gruplar açısından biraz “şaibeli” olarak değerlendiriliyor. Geçici barınma alanlarının kurulacağı ilan edilen tarım alanlarında ise, üreticilerin hasat için kendilerine verilmesini talep ettikleri zamanın pek tanınmadığını izliyoruz. İpek böcekçiliğiyle uğraşanlar, molozun üstünü brandayla kapatmadan son süratle giden hafriyat kamyonlarının geçmesinin, bu yolların yakınında bulunan atölyelerdeki ipek böceklerinin telef olmasına neden olduğunu anlatıyor. Deprem öncesinde üretilmiş ve depremde bir şekilde muhafaza edilebilmiş ürünlerin satışının yapılacağı Kurtuluş Caddesi, Saray Caddesi ve Uzun Çarşı başta olmak üzere ticaret mekânlarının depremde aldığı hasarın boyutu, ne yazık ki enkaz kaldırma sürecinde iyice derinleşti. Uzun Çarşı’da bazı dükkanların tekrar faaliyete başlaması yerel halka ve ekonomiye olumlu yönde etki yapmış olsa da, çarşıdaki enkaz kaldırma çalışmaları büyük eleştirilere konu oluyor ve çarşının -şimdiden yöntemi nedeniyle eleştirilmeye başlanan- restorasyonunun tamamlanması için çok uzun bir süre gerekeceği düşünülüyor. Kentin özellikle çeper bölgelerinde yavaş yavaş faaliyete başlayan restoran, otel gibi işletmeler turizm ve hizmetler sektörlerinin yeniden faaliyete geçmesi açısından çok önemli olsa da, turizmin Antakya’daki varlık sebebini oluşturan işletmelerin ve somut kültür mirasının tamamına yakını hala hasarlı durumda, enkaz hâlinde, ya da enkazı bile çoktan kaldırıldı. Doğal alanlar ise moloz döküm sahasına dönüştü ya da geçici barınma alanlarıyla kaplandı. 6 Şubat depremlerinden sonra deprem bölgesinin büyük bir kısmı gibi Antakya’da da süreci genel olarak üzüntüyle, endişeyle, giderek artan bir belirsizlik ve zaman zaman yükselen umutsuzlukla takip ediyoruz. Öğrenmeye direnme örnekleri gün geçtikçe çoğalırken, aslında “neler yapılabilirdi?” sorusunun üzerimizdeki ağırlığı ve sorumluluğumuz giderek artıyor. Böyle bir süreçte Antakyalılar, Antakya’yı ve hemşehrilerini bir gün bile yalnız bırakmayarak, bizi Antakya’nın güzel nüfusuna tekrar hayran bırakıyorlar. Kültür mirası, doğal alanlar, zeytinlikler, insanlar derken; aslında Antakyalılar, Antakya’nın bütününe tarihte olduğu gibi depremden bugüne kadar geçen zaman boyunca da sahip çıktılar. Yaşanan afet ve etkileri, bir kentin halkının ya da herhangi bir kurumun tek başına altından kalkmasının mümkün olmadığı ölçüde büyük. Bu nedenle yerel halkın deprem öncesindeki hayatına, Antakya’nın “eski çehresi”ne kavuşabilmesi için bütün yerel ve merkezi yönetim kurumlarının, üniversitelerin, tüm uzmanlıkların bir araya gelerek toplumu, yalnızca toplumun iyiliği için desteklemesine ihtiyacımız var. Üç kısımdan oluşan bu yazının yarın yayınlanacak olan “Sonra: Akışına bırakmak ya da bırakmamak ve “ipin ucunu nereden tutmalı?” başlıklı üçüncü ve son kısmı; depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. Öne Çıkan Görsel: Alim Koray Cengiz/Unsplash [1] https://bianet.org/yazi/deprem-bolgesinde-uretilen-zeytinyaglarinda-asbest-riski-yok-288371 [i] https://www.bbc.com/turkce/articles/cnd24wnr171o [ii] https://bi-ozet.com/2023/09/28/ayin-yorumu-tugce-tezer-subattan-eylule-antakyada-deprem-kavramlar-arasinda-bir-yolculuk-denemesi/ [iii] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2023/04/20230405-14.pdf [iv] https://antakyagazetesi.com/kultur-turizm-bakani-ersoy-antakyada-acikladi-ikonik-yapilarla-antakya-imar-yapisi-307-hektarlik-alan-riskli-bolge-ilan-edildi/ [v] https://www.gazeteduvar.com.tr/7-kere-yikildi-7-kere-kullerinden-yeniden-dogdu-hatay-haber-1646757 [vi] https://www.facebook.com/watch/live/?ref=watch_permalink&v=322693280161599 ; https://antakyagazetesi.com/hatayda-imar-planlari-hala-deprem-oncesi-gibi/ [vii] https://ttvhatay.com/calisma-alanlari [viii] https://www.nehna.org/post/yeni-baslayanlar-icin-kentsel-donusum-yasasi-deprem-riski-mi-i-mar-ranti-mi [ix] https://medyascope.tv/2023/11/29/turkiyede-ilk-kez-bir-yerlesim-yeri-rezerv-bolge-ilan-edildi-antakya-ve-defnede-en-az-50-bin-kisi-mulksuzlestiriliyor/ [x] https://hatayeksen.com/2023/12/02/hibe-ve-kredi-degil-bedelsiz-konut-istiyoruz/ [xi] https://antakyagazetesi.com/gulderen-konutlari-10-nisan-2024te/ [xii] https://sozgazetesi.com.tr/2023/12/02/ulastirma-bakani-hatay-havalimani-icin-tarih-verdi/
- Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (I. Bölüm)
Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı bu yazı, üç kısımdan oluşuyor. İlk kısımda depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri inceleniyor. Onu takip eden ikinci kısım okuyucuyu depremden sonra, “bugünden sonraya” giderken yapılanları ve yapılmayanları, bu bir yıllık sürede Antakya’da neler olduğunu açığa çıkarmaya ve “aslında neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediyor. Yazının son bölümü ise, depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. “Museviliğin kutsal kitap metinlerinde nar, çiçekleri, meyvesi ve tadının güzelliği övülerek kutsallığın, doğurganlığın ve bolluğun simgesi olarak kabul edilir.” “Hıristiyanlıkta nar kutsal sayılır, kilise resimlerinde ellerinde çatlamış nar tutan Meryem Ana ve İsa tasviri, yaşamda çekilen onca acıyı ve yeniden doğuşu sembolize eder.” “Müslümanlıkta cennet meyvelerinden biri olarak kabul edilen nar, bereketi ve verimliliği sembolize eder.”[1] Uçsuz bucaksız bir nar bahçesindeyiz. Hepsi birbirinden güzel nar ağaçları bizi çepeçevre sarıyor. Bütün ağaçlar güzel ama içlerinden biri, diğerlerinden daha fazla parlıyor. O ağaca yaklaşıyoruz. Dalından düşmek üzere olan narı usulca koparıyoruz. Şimdi avcumuzun içinde, pek çok inanışın türlü anlamlar yüklediği bir nar tutuyoruz. Narda güzel olan bir sürü şey var; yeşil yaprakların arasından kırmızı, turuncu, “nar çiçeği” renklerinde parlayışı, bize narı sevmek için birçok sebep veriyor. Ama bununla yetinmemize gerek yok. Narın biçimi, canlılıkla parlayan kabuğu, kabuğun dokusu, daha ilk karşılaşmada içindeki olası cevhere dair merak ve heyecan uyandırıyor. Sonra neredeyse bir ritüelle narın kabuğunu yavaş yavaş aralamaya başlıyoruz. Beklediğimize değen ve her biri özgün bir biçime sahip olan nar taneleri organik bir bütünün parçalarını oluştururken, bir araya gelerek oluşturdukları öbekleri birbirinden ayıran beyaz zarın narinliği şaşırtıyor. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Tuğçe Tezer, 2023 Benim için oldukça önemli olduğu -ve bu nedenle “hatırlanmaya değer” olmasını istediğim- için Nehna’ya yazacağım yazıya başlamam biraz zaman aldı. Yazının adını aylar önce koymuştuk: “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra”. Yazıyı o günlerde yazmış olsaydım, “sonra” diye bahsedeceğim zamanda, örneğin depremin birinci yıldönümüne yaklaşırken, bugün içinde olduğumuzdan bambaşka koşullar ve konulardan bahsetmeyi planlıyordum. Doğrusu, istemeden de olsa bu yazıya gecikmeli başlamış olmaktan memnunum. Bu yazıda Antakya’da depremin farklı katmanlarını; benim bakış açımla önce, bugün ve sonraki durumlarıyla anlatmayı deneyeceğim; kaçınılmaz olarak Antakya’nın farklı zamanları arasında dolaşacağız. Uzun bir yazı olacak, vakit kaybetmeden başlıyorum. Uzun yıllardır Antakya’yla ilgili karşıma çıkan her şeyi okuyorum. Antakya’da çıkan gazete ve dergileri, onunla ilgili sosyal medya hesaplarını takip ediyorum. Derken pandemi günlerinde, Twitter’da karşıma yeni bir hesap çıkıyor: “Nehna.biz” Gördüğümde ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Alanımızın birçok açıdan daraldığı, Antakya’ya on senedir ilk defa bu kadar uzun süredir gidemediğim bir dönemde, “çöldeki vaha” etkisiydi Nehna’nın bana hissettirdiği. Birkaç senedir yazdıkları her şeyi merakla okuduğum ve bir aşamada yollarımızın kesişmesini beklediğim Nehna’yla “şahsen” tanışmamız, maalesef 6 Şubat ve 20 Şubat 2023 depremlerinden, Antakya’da deprem olduktan sonra oldu. Antakya’ya depremden sonraki ilk gidişimden hemen önce başlayan ve söyleşiler, buluşmalar, Antakya hasretimizi “memleketten gelen” ürünlerle giderdiğimiz kermesle ilerleyen arkadaşlığımız, uzaktan takip ettiğim Nehna’yla ilgili hislerimde pek yanılmadığımı gösteriyor. Kavramların anlamı değişirken, masada bir nar Yazının asıl metnine geçmeden önce, başlıktaki bazı ifadeleri ve yazıyı yazarken durduğum yeri biraz açıklama ihtiyacı duyuyorum. Depremden bugüne kadar geçen sürede Antakya’yla, kentin deprem öncesi ve deprem sonrası süreçleriyle ilgili birçok seminerde, söyleşide, çok sayıda dergi ve kitapta yer aldım. Bu süreçte, “önce, bugün ve sonra” kavramlarının ifade ettiği zaman aralığı ve içeriklerinin, zaman bu hızla akmaya devam ettikçe nasıl değiştiğini şaşkınlıkla fark ediyorum. Şubat 2023’ü takip eden ilk aylarda “önce” kavramı, 2023 depremlerinden önce olup bitenleri, tarihsel ve yakın geçmiş süreçleri ifade ediyordu. Arkeolojik dönemlerin özellikleri, farklı medeniyetlerin yönetimi ve etkisindeki Antakya’nın farklı yüzleri ve dinamikleri, tarihi Antakya’nın çok katmanlı dokusunun gelişme dönemleri, hatta depremden bir gün öncesi dahi “önce”nin konusuydu. Aynı dönemde yazılarda, seminerlerde geçen “bugün” kavramıyla ise, depremin etkilerinin henüz anlaşılamadığı, Antakya’da her şeyin darmadağın, herkesin endişeli olduğu, o sırada içinde bulunduğumuz zamanı kastediyorduk. İçinde bulunduğumuz zamanı, “bugün”ü bütünüyle kavramaya oldukça uzak, yine de her gün yeniden uyandığımızda başlayan günü “bugün” diye tanımlama eğilimindeydik. Yine bu süreçte “sonra” dediğimizde ise, içinde bulunduğumuz zamanın ertesinde, belirsizliklerin azaldığı, mümkün olduğunca iyileşmenin sağlandığı bir döneme dair öngörüler, hayaller ve önerileri ifade ediyorduk. İçinde bulunduğumuz günlerde, 6 Şubat’ın yıldönümüne birkaç hafta kalmışken, deprem bölgesinde, Hatay ve Antakya’da güzel bir geleceği tüm katmanlarıyla kurabilmenin adımlarını atmanın aciliyeti her an biraz daha artıyor; bütün kavramlar gibi “önce, bugün ve sonra”nın içeriği de ezberimizdeki hâlinden büyük ölçüde farklılaşıyor. Bugün, Şubat 2024’e yaklaştığımız günlerde “önce” kavramının içeriği artık, daha önce karşıladığı tarihsel ve yakın geçmişteki süreçlerden daha kalabalık. Artık Şubat 2023 depremleri -her katmanda yıkıcı sonuçlarını gördüğümüz büyük artçı etkileri sürmeye devam etse de- “önce”nin bir parçası hâline geldi. Her sabah yeni bir güne uyanmamızla başlayan ve önceden bu açıdan görece güven verici olan “bugün” ise, değişim hızı, bilinmezliği ve tekinsiz hâliyle, her zamankinden daha kaygan bir zemine karşılık geliyor. Aslında bu açıdan “bugün”, bu yazı çerçevesinde biraz “önce”, biraz da “sonra”nın içinde eriyor, her ikisinin de bir parçası hâline geliyor. Bundan önceki tanımına hala biraz benzeyen “sonra” ise, yazdığımız yazılarda, deprem bölgesine dair sohbetlerde yine iyileşme umudunu, buna dair hayaller ve önerileri ifade ediyor. Fakat şimdi burada da büyük bir fark var; Antakya, depremden sonra geçen yaklaşık bir yıl içinde açılan yeni yaraları, sürecin Antakya ve Antakyalılara verdiği fazladan hasarlarla artık bir yıl öncesine kıyasla çok daha yorgun görünüyor. Dolayısıyla “sonra”ya ilişkin tahayyülümüz, artık bir yorgunluğun gölgesinde. Antakya’yla bundan on yıl kadar önce tanıştım, bunu takip eden on gün içinde Antakya üzerine çalışmak için doktora başvurumu yapmıştım bile. Antakya’nın beni etkisi altına alması hiç zor olmadı, kısa süre içinde baktığım her yerde Antakya görür oldum; uçakta koltuğun cebindeki derginin konusu Antakya, her haftasonu gittiğim sahafta karşıma sürekli Antakya kitapları çıkıyor, derken Antakya’ya ilk defa gideceğim gün geldi. Antep’ten kalkan küçük bir minibüsle güzel ovaları takip ederek Antakya’ya ulaştım. Kentin o zaman pek aşina olmadığım kuzey girişinde ilk dikkatimi çeken, sol tarafta bütün heybetiyle yükselen Habib-i Neccar Dağı’ydı. Yamaçlarına serilen irili ufaklı evlerden hemen önce kadim St. Pierre Kilisesi bizi karşılıyor ve birazdan “neyle karşılaşacağımızı” haber veriyordu. İlk Antakya seyahatimde “Antakya tanrıları” beni Antakya’ya bağlayacak bütün koşulları sağlamıştı. Tarihi Antakya’nın güzel dar sokaklarından yürüyerek ulaştığımız avlulu restoranlarda keyifli kahvaltılar, Antakya’da geçirdiğim ilk akşam tarihi Meclis binasında izlediğimiz tiyatro, Habib-i Neccar Dağı’nı tam karşıdan izleyen terasta ya da Çevlik Limanı’ndaki bir teknede sakince batan güneş, bir de gölgesini kimseden esirgemeyen avlulu evlerle çevrili konut dokusu. Gitmeden önce okuduklarım, izlediklerimle “Antakya’yı gözümde fazla büyüttüğümü” söyleyen arkadaşlarımın endişelerinin aksine, en küçük bir hayal kırıklığına uğramadan ve Antakya’nın artık hayatımın bir parçası olduğunun farkında olarak İstanbul’a döndüm. O zamandan beri Antakya’yla yollarımız hiç ayrılmadı. Antakya seyahatlerinin süresi her sene biraz daha arttı, derken 2019 yılında Antakya’nın kent tarihi üzerine yazdığım doktora tezini tamamladım. “Ya artık Antakya’ya bu kadar çok gitmem gerekmezse” diye endişelenirken, kendimi Antakya’ya daha sık giderken buldum. Antakya tarihiyle ilgili seminer ve eğitimleri, Salt Araştırma desteğiyle bir “Antakya yürünebilir kent tarihi rehberi” olarak hazırladığım “Yürünebilir Tarih”[2] projesi izledi. 2022 yılının Şubat ayında Antakya’nın tarihinde çok merak ettiğim 1910-1960 arası dönemi çalışmak üzere doktora sonrası araştırması için Porto’ya gittim. Giderken aldığım dönüş bileti ve konuyla ilgili bütün resmi yazılardaki geri dönüş tarihi, 6 Şubat 2023’tü. Dönüş uçağım kar fırtınası yüzünden iptal edilince, 6 Şubat gününü komşularımla birlikte Portekiz haber kanallarında depremin ilk gününde Antakya’nın durumunun görüldüğü Türkçe sesli, Portekizce altyazılı haberleri izleyerek geçirdiğim, tarif etmesi epey güç bir günün sonunda, 7 Şubat akşamı İstanbul’a döndüm. Depremden sonra Antakya’yla geçmeyen herhangi bir günüm olmadı. Bir yıla yaklaşan zaman içinde kendimi bazen -Antakya’yı seven pek çok insan gibi- çaresiz bir üzüntü içinde, bazen -ortalama düzeyde şehir planlama ya da teknik konularda eğitimi olan pek çok insan gibi- konuyu araştırdıkça göz göre göre atılan yanlış adımların açığa çıkması nedeniyle öfkeli hissederken buldum. Geldiğimiz aşamada bu yazıyı yazarken, yazının başında anlattığım, bahçedeki en güzel ağaçtan kopardığımız o güzel nar, bembeyaz dikdörtgen bir masanın ortasında tek başına duruyor. Masanın iki ayrı ucunda, iki kişi oturuyor. Bir ucunda şehir plancısı Tuğçe Tezer, diğer ucundaysa “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer. Kendinden Antakyalı olanın baktığı yerden Antakya narı, bütün güzelliğiyle parlıyor, narın tanelerinin her biri başka bir kültürü, hikâyeyi içinde saklıyor ve bunu parlaklığına yansıtıyor. Şehir plancısı olanın baktığı yerden ise Antakya narı oldukça yıpranmış, ezilmiş, solmuş ve hasar almış görünüyor. Besbelli şehir plancısına görünen sahne, duygusal olmaktan epey uzak bir gerçeklik, apaçık bir hatalar silsilesi. İşte bu yazıda, nerdeyse bir yıldır kendimi sıklıkla içinde bulduğum bu gerilimi, kendinden Antakyalı ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki sürekli farklılaşan, zaman zaman biri diğerine baskın gelse de hep süren Antakya hikâyesini anlatacağım. Zaman zaman kendinden Antakyalı olan, konuyu Antakya tahayyülünü belirleyen duygusal bir kumaş gibi dokuyacak, fakat tam bu sırada şehir plancısı olanın ifadeleri teknik bir zemine çekmeye çalıştığını, odağı ve hayali ortak bir gerilimi takip edeceğiz[3]. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Hepsini anlatacağım, depremi, öncesini ve sonrasını da. Önceden Bugüne: Bahçenin en güzel narı Antakya ve “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması - narın kabuğu - Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum, bunun bazı sebepleri var. Önce narın kabuğuyla başlayalım. Asi Nehri, Antakya Ovası, Amik Gölü, Amik Ovası, Habib-i Neccar dağının varlığıyla doğa, Antakya’ya çok cömert davranmış. Fakat Antakya’da doğanın başına gelenler bize, insanın “nar”ın kıymetini bilmeye pek teşne olmadığını anlatmaya yetiyor. En güzel zeytin, portakal, limon, nar ve defne ağaçları, uçsuz bucaksız tarım alanları Antakya’yı çepeçevre sarıyor. Kentin merkezinde Asi Nehri’nin doğal esintisini hissedebilir, biraz güneye, Harbiye’ye doğru gidince yeşil rengin farklı tonlarının arasında Harbiye Şelaleleri’nin içinde, ya da kentten biraz daha uzaklaşıp, örneğin Yıldırım Şelalesi’ne gidip, orada “o anda sizin için oluştuğu” hissini veren doğal havuzda serinleyebilirsiniz. Hatay’da 1950’lerde başlayan, fakat daha önceki yıllardan beri zaman zaman gündeme geldiği Hatay tarihine ilişkin kitaplarda görülen bir projeyle İskenderun bataklıkları, Amik Gölü ve gölün etrafındaki bataklıklar kurutuluyor ve Amik Gölü 1975 yılında tarih sahnesinden siliniyor -ya da böyle sanılıyor. Amik Ovası’nın genişleyen toprak alanı uzun bir süre verimli bir tarım alanı olarak üretim faaliyetleri için kullanıldıktan sonra, 2007 yılında burada Hatay Havalimanı inşa ediliyor. Bu yıllarda önemli karşı çıkışların olduğu bu havalimanı yer seçim kararı, özellikle bu konumda daha önce Amik Gölü’nün bulunması, ilaveten yine bu alanın bölgedeki üç önemli fay hattının kesişim noktası olması nedeniyle uzun süre eleştiriliyor[4]. Bu eleştirilerin etkisi, Antakya’ya Hatay Havalimanı üzerinden ulaşan pek çok insanın havalimanının içinde, etrafında, havalimanına ulaşımı sağlayan yolun iki kenarında ya da üstünde gördüğü su birikintileriyle, zaman zaman “yeniden canlanan” Amik Gölü’yle perçinleniyor. Bu sırada Amik Ovası’nın güney kısmında, Antakya’nın kuzey girişi yakınında ise bir devlet hastanesi inşa ediliyor. Amik Gölü kurutulurken, Antakya ve çevresindeki su sisteminin önemli bir bileşeni olan Asi Nehri’nin tabanı çöküyor, taban kotu normal seviyesinin çok altına iniyor[5]. Bu işlemle başlayan “doğal nehrin su kanalına dönüşmesi” süreci, nehrin enkesitinin, iki tarafına yapılan dolgu alanlarıyla daraltılması ve doğal organik formunu kaybetmesiyle sürüyor. Bundan yaklaşık elli yıl öncesine dair Antakya yazılarında; yağmurlu günlerde Habib-i Neccar dağının sırtlarından aşağı doğru süzülen yağmur sularının Roma döneminden kalan ve Osmanlı döneminde kullanılmaya devam eden “arıklı” dar yolların içinden geçerek Asi Nehri’ne döküldüğü ve insanların nehir kenarında oturup suya dokunabildiği zamanlar anlatılır. İlerleyen yıllarda o günlerin yerine; nehrin seviyesinin alçaldığı, dolgu alanlarıyla tamamen değişen su-kıyı kotu ilişkisi nedeniyle artık yağmur sularının nehre kavuşamadığı, insanların nehre dokunmayı giderek unuttuğu bir zaman geliyor. Hatta birkaç yıl öncesinin yerel gazetelerinde halkın sürekli nehirden, nehrin kötü kokusu, kirli görüntüsü ve sıklıkla taşmasından şikâyet ettiğine dair haberlere rastlıyoruz. Antakya’da doğanın en güzel görünümlerinden olan tarım alanları, özellikle zeytinlikler ise kentin ekonomik değer açısından en önemli ve işlenebilir ürünlerinden birinin üretim alanıyken, Asi Nehri’nin batısındaki “Antakya Ovası” olarak adlandırılan alanda yakın döneme kadar süren planlama ve imar faaliyetleriyle yüksek yoğunluklu, çok katlı konut alanlarıyla kaplanıyor. Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir ilişkisi ya da uyumu olmayan apartmanlardan oluşan bu konut alanları, önce 20. yüzyılın son çeyreğinde Antakya’nın kırdan kente göçle değişen çehresinin önemli bir temsili oluyor. Tarihi merkezle ve geçmişte burada olan uçsuz bucaksız zeytinliklerle giderek zayıflayan bağ, 2000’den sonra daha yüksek katlı rezidansların inşa edilmesiyle birlikte tümüyle kopuyor. Kabuğun bir katmanı da Antakya’nın büyük bir özenle örülmüş ve detaylarına hayran bırakan bir danteli andıran tarihi merkezi. İsmini Asi Nehri’nin üzerindeki tarihi Roma köprüsünden alan, dairesel bir meydan olarak biçimlenmesi Antakya’nın 1920’lerdeki Fransız dönemi ve 1939’da başlayan Türkiye Cumhuriyeti döneminde gerçekleşen “Köprübaşı” (Cumhuriyet Meydanı), Antakya’nın kentsel yerleşimi ne kadar genişlerse genişlesin kentin başlıca merkezi olmaya devam ediyor. 1970’lerde Amik Gölü kurutulurken, bu sırada tabanı çöken Asi Nehri’nin üzerindeki kadim köprünün ayakları nehrin içinde, toprağın biraz üstünde kalıyor. Yine 1970’lerde alınan bir Koruma Kurulu kararıyla “Antakya’nın selameti bakımından” yıkılan bu köprünün yerine, betonarme bir araç köprüsü inşa ediliyor. Asi Nehri ile Habib-i Neccar dağı arasında kalan ve artık yerinde olmayan tarihi surların görünmez bir çizgiyle sınırladığı “eski Antakya”, Kurtuluş Caddesi’yle ikiye ayrılır. Avlulu evlerinin “kendiliğinden” sıralanışı, bunların bir araya gelerek oluşturduğu organik doku, çıkmaz sokaklar, Uzun Çarşı, cami, sinagog ve kiliselerle bezeli müthiş bir çeşitlilik sunan fiziksel çevre, “Antakya” denilince akla ilk gelen görüntüyü oluşturuyor. Tarihi doku içinde -Uzun Çarşı da dahil olmak üzere- anıtsal niteliği olan pek çok yapı ve farklı dönemleri temsil eden sivil mimarlık örnekleriyle bezeli konut dokusu, yakın geçmişte sıklıkla eleştirilen birçok hatalı restorasyon uygulamasına sahne oluyor. Tuğçe Tezer, 2023 Tarihi merkez kuzey yönünde (Küçükdalyan) bizi “daha tarihi” olan arkeolojik geçmişe taşırken, Kurtuluş Caddesi ya da Asi Nehri boyunca güney yönünde ilerleyince Sümerler üzerinden Harbiye’ye ulaşırız. Ata Köprüsü’nden nehrin batısına geçtiğimizde ise “yeni Antakya”ya ulaşırız. Burada kuzey ve batı yönünde birer ticaret aksı, güney yönünde ise Köprübaşı’ndan itibaren Atatürk Parkı’yla başlayan yeşil alan, Asi Nehri boyunca bazı kesintiler olsa da büyük ölçüde devam eder. Köprübaşı’nın batı yakasındaki Cumhuriyet Meydanı’ndan, yani önemli kamu yapılarının, eski müze binası, belediye binası gibi önemli yapıların etrafını sardığı bir daire biçiminde olan odak noktasından batı, kuzey batı ve güney batı yönünde ilerledikçe, -yukarıda da kısaca ifade edildiği üzere- Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir benzerliği bulunmayan, Türkiye’nin herhangi bir kentinde rahatlıkla rastlanabilecek, yüksek apartmanlar, sıra evler ve yer yer müstakil konutlardan oluşan, zaman içinde yüksek yoğunluklu rezidansların da eklendiği, Antakya’ya özgü olmayan bir dokuyla karşı karşıya kalırız. İşte bu doku, 2014 yılında Hatay Büyükşehir Belediyesi kurulmadan önce, “belde belediyeleri dönemi”nde doğal alanların, ağırlıklı olarak zeytinliklerin imara ve yapılaşmaya açılmasıyla oluşuyor. Büyükşehir belediyesinin kurulması ise bütünsel, şehircilik ilkelerine ve planlama hiyerarşisine uygun bir planlama sürecini -ne yazık ki- beraberinde getirmiyor. Önceki dönemin köy ve belde planları “olduğu şekliyle” kabul edilerek sayısallaştırılıyor ve bu tekil planların uyumlulaştırılarak birleştirilmesiyle, Çevre Düzeni Planı elde ediliyor. Başka bir deyişle Hatay-Antakya’da; şehir planlama disiplininin öngördüğü doğal yapı, fiziksel yapı, sosyal ve ekonomik yapı, zemin durumu ve yerleşilebilirlik konularının analitik inceleme ve analiz süreçleriyle incelenmesi, bunların anlamlı ve faydalı bir planlama sistematiği içinde değerlendirilerek sentezlenmesi, buradan planlama kararlarına ulaşılması süreçleri ıskalanıyor. Bunun yerine, Antakya’nın senelerdir kemikleşmiş kentsel sorunlarını yasallaştırarak kalıcı hâle getiren bir yaklaşım sergileniyor. Bu çerçevede, Antakya’nın deprem öncesi yerleşik alanının tamamına yakınının “en zayıf zemin”, “zayıf zemin” ve “az sağlam zemin” niteliğinde olduğunu, bu bilginin kamu kurumları ve meslek odaları tarafından hazırlanan Hatay ve deprem raporlarının tümünde yer aldığını; bugüne kadar yapılmış bütün planlama, uygulama, yapılaşma ve denetim süreçlerine bu açıdan bakılması gerektiğini belirtmek gerekiyor[6]. Kentin tek merkezli (Köprübaşı) biçimsel gelişimi ve -ilerleyen yıllarda açılan birinci çevre yoluyla araç trafiği yükü kısmen kentin dışına taşınsa da- esasen bir karayolu aksına (Kurtuluş Caddesi) temellenen ulaşım yapısı ise, kapsamlı bir planlama sürecinde ele alınma imkânı bulamıyor ve Antakya’yı bir “dirençli kent” olma ihtimalinden biraz daha uzaklaştırıyor. Bu sırada 2018 yılında son defa “imar barışı” ismiyle ilan edilen ve başvuruları 2021 yılına kadar devam eden “imar affı” kapsamında -mühendislik hizmeti almamış olan, ağırlıkla niteliksiz konutları yasal hale getirmek üzere- Antakya’da çok sayıda başvuru yapılıyor. Kentin farklı bölgeleri için farklı dönemlerde konu olan “kentsel dönüşüm” projeleri ise, değişen nedenlerle hiçbir zaman uygulanma imkânı bulamıyor. - narın taneleri - Narın kabuğunun içinde birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan nar taneleri; Antakya’nın çok kültürlü, hoşgörü timsali sosyal ve ekonomik dokusundan oluşuyor. Son yıllarda Antakya’ya herhangi bir nedenle gitmiş olan insanların pek çoğunun ortaklaştığı bir his, “kendiliğinden” bir dahil olma, içerilme hâlidir. Nüfusun çok kültürlü hâli, Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı Mustafa Özçelik’in deyişiyle, “tek potada eriyerek biricik Antakya kültürünü oluşturur”. Antakya’nın fiziksel çevresinde ise bu sosyo-kültürel yapının pek çok tezahürüne rastlanır. Kendiliğinden bir güvenlik ve kentlilik hissi tesis etmesinin yanında, farklı kültürlerin bileşenleriyle bezeli ticaret mekânları, üretim ve zanaat kültürü ve mekânları, bunların yalnızca bir kısmıdır. Yılın önemli bir bölümü, Antakya’daki farklı inanç gruplarının dini bayramlarına karşılık gelir ve bu güzel halk bu özel günlerin tümünü hep beraber kutlamaya çok uzun süredir alışıktır. Antakya’ya geldiğiniz ilk gün tarihi merkezde yürüyüş yaparken sizi avluda kahve içmeye davet eden sıcacık yerel ses ise, içselleştirilmiş ve samimi bir misafirperverliğin tipik seslenişidir. Üretim kültürü ve çeşitliliği Antakya’nın çeperindeki kırsal alanlarda yapılan tarımsal üretimle ilişkilenir, zanaatle bütünleşir ve kentin merkezindeki ticaret faaliyetinin bir parçası hâline gelir. Bu ekonomik döngü, bunun farklı mekânlarla, kültürlerle beslenmesi ve ilişkilenmesi de, Antakya’da olan pek çok şey gibi kendiliğinden gerçekleşir. Türkiye’nin ve dünyanın pek çok kentine kıyasla daha “kentli” bir nüfusu olan Antakya, yerel halkın anlatımlarına göre son on yıllarda kültürel çeşitliliğe dair bazı özelliklerini yitirmiş de olsa, yine de yukarıda anlatılan tüm nitelikleri içinde barındıran bir sosyal dokuya sahip ve bu açıdan eşsizdir. Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum[7]. Bunun, bir kısmını yukarıda anlattığım çok fazla sebebi var. Böyle bir kentle ve onun sizi her defasında heyecanlandıran sürprizleriyle karşı karşıya kaldığınızda, 6 Şubat 2023’te gerçekleşen ve birçok şeyi geri dönüşü imkânsız şekilde değiştiren deprem gibi büyük bir “afetin etkileri”ni anlama çabası, hiç bitmeyen -ve ne kadar süreceği belirsiz- bir düşünce mesaisine dönüşüyor. Bazı zamanlarda kendimi Antakya’nın güzelliğinin bazen apaçık sorunları saklamaya neden olan bir aşırılığı olduğunu düşünürken buluyorum. O kadar güzel ki, sorunlarını ilk bakışta görmek, fark etmek mümkün olmuyor. Antakya’da Şubat ayından beri izlediğimiz bütün sorunların depremle beraber oluştuğu düşüncesi de bana, tam da buradan kaynaklanan bir yanılsama gibi görünüyor; “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması. “Antakya’da depremden önce her şey yolunda mıydı?” sorusunun cevabı, Antakya’da bir doğa olayı olan depremin bir doğal afete dönüşmesi sürecinin failleri dışında hepimiz için oldukça açık: “Hayır.” Antakya’da depremden önce pek çok şey hiç yolunda değildi. Hatta depremle beraber birçok yönünü gördüğümüz büyük yıkımlar, senelerdir atılmış olan yanlış adımlardan kaynaklandı. Fakat Antakyalılar -pek çok şeyin yolunda olmadığı- bu koşullar altında, gündelik hayatının çoğunlukla neşe içinde geçtiği ve uzaktan bakınca bir ütopyayı anımsatan bir hayat kurmayı başarmışlardı. 6 Şubat 2023’te ve devamındaki büyük depremlerin ardından neredeyse bir yıl geride kalmışken, “bahçenin en güzel narı” Antakya darmadağın. Kabuğu öyle çok yıprandı ki, artık eskisi gibi parlamıyor. İncecik zarı yırtıldı ve narın her biri bambaşka renklerde parlayan taneleri etrafa saçıldı. Şimdi cesaretimizi toplayalım ve Antakya’da depremden sonra, bugün hala içinde bulunduğumuz duruma beraberce bakalım. Üç kısımdan oluşan bu yazının yarın yayınlanacak olan “Bugünden Sonraya: Öğrenmeye direnme ve ‘neler yapılabilirdi?’ sorusunun ağırlığı” başlıklı ikinci kısmında; depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak okunuyor ve okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediliyor. [1] Cenk Durmuşkahya, “Dünyanın İlk Meyvesi, Nar”; Tübitak Bilim ve Teknoloji Dergisi, Ekim 2008 sayısı. [2] Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’ne ilişkin iki blog yazısı için bkz.: https://www.tasarimrehberleri.com/diyalog/antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi/; https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi [3] Kendinden Antakyalı” ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki gerilimi hatırlatan Kaan Emek’e, “kendinden Antakyalı” tanımı için Sibel Sular’a çok teşekkür ederim. [4] Emre Özşahin, 2010, Hatay Havaalanının Jeomorfolojik Özellikler ve Doğal Risk Açısından Değerlendirilmesi, https://www.researchgate.net/publication/259298541_Hatay_Havaalaninin_Jeomorfolojik_Ozellikler_ve_Dogal_Risk_Acisindan_Degerlendirilmesi [5] Elif Ovalı, “Doğu’nun Kraliçesinin Tacı, Antakya Köprüsü”, Hatay Büyükşehir Belediyesi, 2017. [6] İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP), https://hatay.afad.gov.tr/kurumlar/hatay.afad/HATAY-I%CC%87RAP-2022.pdf ; Fay Üzerinde Yaşayan Kentlerimiz: Hatay Raporu-6, https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/13b431eb47cf5fe_ek.pdf [7] Antakya’nın sosyo-kültürel dokusu ve diğer katmanlarıyla birlikte ne kadar güzel ve anlatılmaya değer bir yer olduğuna dair bir görüş yazısı için bkz.: https://bi-ozet.com/2023/09/28/ayin-yorumu-tugce-tezer-subattan-eylule-antakyada-deprem-kavramlar-arasinda-bir-yolculuk-denemesi/
- Antakya: Başka Türlü İnsan Nasıl Başa Çıkar Hayatta Kalmakla?
Yaramız var hiç geçmeyecek! İzi de yok üstelik, Yeri tüm bedenimiz. Kalbimiz attıkça bizimle var olacak. Unutmayı aklımıza bile getirmeyeceğiz. Yaşadık çünkü. Toprağımız yarıldı sadece ölenleri değil hepimizi, şehrimizi, kedimizi köpeğimizi, ağacımızı aldı içine ve alnımızın ortasında bir kırışıklık yarattı; aynaya her baktığımızda görüyoruz, hatta bir ağırlığı var mesken edindi bedenimizi bir yıl oldu hala gitmedi. Antakyalı Olmak Antakyam memleketim o benim, ne kadar anlatabilirim ki size? Her gittiğim de döndüğüm, her döndüğüm de bağrına basan beni. Her sokağın da yaşanmışlığım, bu toprakların çocuğu olan herkes gibi benim de kendimi en iyi bildiğim, ait hissettiğim yer. Biz hep başkaydık o yüzden pek anlaşılmadık. Bakın abartmıyorum bu topraklarda hangi kapıyı çalsanız açılır, hangi insana denk gelseniz gereği yapılır. Laftan yaşamayız biz, bir kere denk geldiyseniz bize, hayatınız boyu çalacak bir kapınız olur. Kadın erkek ayırımının olmadığı nadir düzenlerdenizdir. Kadın ve çocuk her zaman en önce gelir. Kadın dostu kentlerdenizdir. Biz din, mezhep ayırımı da bilmeyiz. Bir insan biliriz bir de insanoğlu. Özgürüzdür, özgünüzdür. Kendimize hasızdır. Antakya parkında yürürüz sabahları, akşamları Eski Antakya da toplaşırız. Orta Kahve’de tavla atar, köprüde buluşur, Armutlu da direnir, Samandağ’ında balık yer, Arsuz da yüzeriz, kalabalıksak Kuzeytepe, hafta sonu Harbiye, döner için Saray caddesi misafirimiz varsa Vakıflı, Hıdırbey, Titus Tüneli bir de mozaik müzesi. Rutinlerimiz bellidir. Yemeyi, içmeyi çok severiz ama yedirip içirmeye bayılırız. Mortadella da vardır mutfağımız da, çökelek salatası da, biberli ekmeksiz ev olmaz hrisi yapıldı mı girmediği ev kalmaz. İsim bayramlarımız var, şeker ve kurban bayramlarımıza ek, yumurta bayramımız, paskalyamız, hamursuzumuz, Evvel Temmuz’umuz var. Hepsi bizim hepimizin. Esnafımız var komşusuna dükkanını bırakıp giden, bir de biz geleni uğurlarken de ‘hoş geldin’ deriz. Gelişi ile ne hoş olduğumuzu bilsin, tekrar gelsin gönlümüzü hoş etsin diye yineleriz. Koyu kaynamış kahve severiz şehir dışına çıkarken kahvemizi yanımızda getiririz. Ama depremden sonra getiremedik. Koli de hazırlayamadık arayıp ‘ne istersin’ diyemedik kimseye. Zaten artık hiçbiri kalmadı. Ne esnafı, ne camisi, ne kilisesi, ne sinagogu, ne dar sokakları, ne evlerimiz, ne komşularımız. Taş taş üstünde değil, ruh beden içinde değil. Ağıtlarımız var kalan, bir de acıdan ağlayamamalarımız. Diaspora… Biz öz vatanımızdan, doğduğumuz topraktan kaçarak çıktık. Bizim için nasıl acı verici, nasıl utanç sebebi keşke anlatabilsek size. Kendimize dahi itiraf edemiyoruz ki size anlatalım. Dönecek olma ihtimalimize sığınıyoruz. Kaçımızın ömrü yetecek ki dönmeye. Döndüğümüz de peki neyi bulacağız ki? Sokaklarımız yok, ekmek aldığım fırın, kapısının önünde tavla atan esnaf, adını bilmediğim ama her gün selamlaştıklarım yok. Hepsini geçtim sevdiklerimiz yok, en sevdiğimiz tabaklar kırıldı, özenle hazırladığımız yuvalar dağıldı. Herkes aynı anda mı çaresiz olur, herkes aynı anda mı acı çeker, herkesin mi canı burnunda hepimiz eksildik, hepimiz yarımız. Toparlayabileceğimizi zannediyoruz, ama içten içe biliyoruz eskisi gibi olmayacağını. Umut… Umut şimdiler de hepimizin duası. Kendimizi umut etmeye zorladığımız, yeniden iyi olabileceğimize inanmak için kendimizle savaştığımız canımızı yaktıkça daha çok tutunduğumuz bir kelime. Umut şimdilerde gerçek olmasını istediğimiz tek şey ve tüm memleketimin ortak sorusu: Biz neden bu kadar çok öldük? Biliyor musunuz umutlu şeyler yazmak istiyorum, umuda davet edip hepimizi hadi hep beraber yeniden yapabiliriz demek istiyorum. İnanmak istiyorum, yeniden o topraklarda yaşayabileceğimize yakın zamanda. Geçenlerde bir arkadaşım ‘’Bağıra çağıra ağlamak geliyor içimden, ama gözyaşım kalmadı’’ diye yazdı. Ve dedim ki ona ‘’ Sana söz, kendime söz yeniden ağlayabilecek kadar iyileşeceğiz hep birlikte.’’ Dilerim tüm memleketim iyileşeceğiz. Umut bu günlerde hepimiz için koskocaman bir temenni. Bir Yıl… Bir yıl olmak üzere. Ben döndüm mesela ama eksiklerimiz çok fazla, kayıplarımızla başa çıkamıyoruz. Sorsan ‘çok şükür’ dilimizde ama ne yediğimizin tadı var, ne sohbetlerimizin. İnsan alışandır ya! Alıştık araziye dönen bir şehre memleketim demeye, alıştık sevdiklerimizden uzak hem de çok uzak olmaya, alıştık alışkanlıklarımızın hiçbirine ulaşamamaya. Her yağmurlu gecede sabaha çıkar mıyız korkusunu duymaya mesela. Korktuğumuzu birbirimize belli etmeyelim diye gözlerimizi kaçırmayı da öğrendik. Alıştık telefonumuz da artık hayatta olmayanların isimlerini okşamaya, fotoğrafları dahi kalmadı çoğumuzun onları hayalimizde yaşatmaya. Yeni gerçeklerimiz var suyun sürekli olmaması, elektriğin genelde kesik olması, dışarı çıktığımız da iş makineleri ile selamlaşıyoruz artık. Bir de ezbere bildiğimiz, gözü kapalı dolaştığımız caddeleri tanıyamıyoruz. Bir tanıdığımızla karşılaştığımız da nasılsın diye sormaya utanıyoruz biliyoruz iyi olmadığını, olamadığını kendimizden biliyoruz. Ama umut hep vardı değil mi? Hep olacak. Bu toprakların insanı inatçıdır, inadımıza güveniyoruz. İnadımız yorduğunda inancımıza sarılıyoruz. Başka türlü insan nasıl başa çıkar hayatta kalmakla?