"" için 222 öge bulundu
- Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (I. Bölüm)
Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı bu yazı, üç kısımdan oluşuyor. İlk kısımda depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri inceleniyor. Onu takip eden ikinci kısım okuyucuyu depremden sonra, “bugünden sonraya” giderken yapılanları ve yapılmayanları, bu bir yıllık sürede Antakya’da neler olduğunu açığa çıkarmaya ve “aslında neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediyor. Yazının son bölümü ise, depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. “Museviliğin kutsal kitap metinlerinde nar, çiçekleri, meyvesi ve tadının güzelliği övülerek kutsallığın, doğurganlığın ve bolluğun simgesi olarak kabul edilir.” “Hıristiyanlıkta nar kutsal sayılır, kilise resimlerinde ellerinde çatlamış nar tutan Meryem Ana ve İsa tasviri, yaşamda çekilen onca acıyı ve yeniden doğuşu sembolize eder.” “Müslümanlıkta cennet meyvelerinden biri olarak kabul edilen nar, bereketi ve verimliliği sembolize eder.”[1] Uçsuz bucaksız bir nar bahçesindeyiz. Hepsi birbirinden güzel nar ağaçları bizi çepeçevre sarıyor. Bütün ağaçlar güzel ama içlerinden biri, diğerlerinden daha fazla parlıyor. O ağaca yaklaşıyoruz. Dalından düşmek üzere olan narı usulca koparıyoruz. Şimdi avcumuzun içinde, pek çok inanışın türlü anlamlar yüklediği bir nar tutuyoruz. Narda güzel olan bir sürü şey var; yeşil yaprakların arasından kırmızı, turuncu, “nar çiçeği” renklerinde parlayışı, bize narı sevmek için birçok sebep veriyor. Ama bununla yetinmemize gerek yok. Narın biçimi, canlılıkla parlayan kabuğu, kabuğun dokusu, daha ilk karşılaşmada içindeki olası cevhere dair merak ve heyecan uyandırıyor. Sonra neredeyse bir ritüelle narın kabuğunu yavaş yavaş aralamaya başlıyoruz. Beklediğimize değen ve her biri özgün bir biçime sahip olan nar taneleri organik bir bütünün parçalarını oluştururken, bir araya gelerek oluşturdukları öbekleri birbirinden ayıran beyaz zarın narinliği şaşırtıyor. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Tuğçe Tezer, 2023 Benim için oldukça önemli olduğu -ve bu nedenle “hatırlanmaya değer” olmasını istediğim- için Nehna’ya yazacağım yazıya başlamam biraz zaman aldı. Yazının adını aylar önce koymuştuk: “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra”. Yazıyı o günlerde yazmış olsaydım, “sonra” diye bahsedeceğim zamanda, örneğin depremin birinci yıldönümüne yaklaşırken, bugün içinde olduğumuzdan bambaşka koşullar ve konulardan bahsetmeyi planlıyordum. Doğrusu, istemeden de olsa bu yazıya gecikmeli başlamış olmaktan memnunum. Bu yazıda Antakya’da depremin farklı katmanlarını; benim bakış açımla önce, bugün ve sonraki durumlarıyla anlatmayı deneyeceğim; kaçınılmaz olarak Antakya’nın farklı zamanları arasında dolaşacağız. Uzun bir yazı olacak, vakit kaybetmeden başlıyorum. Uzun yıllardır Antakya’yla ilgili karşıma çıkan her şeyi okuyorum. Antakya’da çıkan gazete ve dergileri, onunla ilgili sosyal medya hesaplarını takip ediyorum. Derken pandemi günlerinde, Twitter’da karşıma yeni bir hesap çıkıyor: “Nehna.biz” Gördüğümde ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Alanımızın birçok açıdan daraldığı, Antakya’ya on senedir ilk defa bu kadar uzun süredir gidemediğim bir dönemde, “çöldeki vaha” etkisiydi Nehna’nın bana hissettirdiği. Birkaç senedir yazdıkları her şeyi merakla okuduğum ve bir aşamada yollarımızın kesişmesini beklediğim Nehna’yla “şahsen” tanışmamız, maalesef 6 Şubat ve 20 Şubat 2023 depremlerinden, Antakya’da deprem olduktan sonra oldu. Antakya’ya depremden sonraki ilk gidişimden hemen önce başlayan ve söyleşiler, buluşmalar, Antakya hasretimizi “memleketten gelen” ürünlerle giderdiğimiz kermesle ilerleyen arkadaşlığımız, uzaktan takip ettiğim Nehna’yla ilgili hislerimde pek yanılmadığımı gösteriyor. Kavramların anlamı değişirken, masada bir nar Yazının asıl metnine geçmeden önce, başlıktaki bazı ifadeleri ve yazıyı yazarken durduğum yeri biraz açıklama ihtiyacı duyuyorum. Depremden bugüne kadar geçen sürede Antakya’yla, kentin deprem öncesi ve deprem sonrası süreçleriyle ilgili birçok seminerde, söyleşide, çok sayıda dergi ve kitapta yer aldım. Bu süreçte, “önce, bugün ve sonra” kavramlarının ifade ettiği zaman aralığı ve içeriklerinin, zaman bu hızla akmaya devam ettikçe nasıl değiştiğini şaşkınlıkla fark ediyorum. Şubat 2023’ü takip eden ilk aylarda “önce” kavramı, 2023 depremlerinden önce olup bitenleri, tarihsel ve yakın geçmiş süreçleri ifade ediyordu. Arkeolojik dönemlerin özellikleri, farklı medeniyetlerin yönetimi ve etkisindeki Antakya’nın farklı yüzleri ve dinamikleri, tarihi Antakya’nın çok katmanlı dokusunun gelişme dönemleri, hatta depremden bir gün öncesi dahi “önce”nin konusuydu. Aynı dönemde yazılarda, seminerlerde geçen “bugün” kavramıyla ise, depremin etkilerinin henüz anlaşılamadığı, Antakya’da her şeyin darmadağın, herkesin endişeli olduğu, o sırada içinde bulunduğumuz zamanı kastediyorduk. İçinde bulunduğumuz zamanı, “bugün”ü bütünüyle kavramaya oldukça uzak, yine de her gün yeniden uyandığımızda başlayan günü “bugün” diye tanımlama eğilimindeydik. Yine bu süreçte “sonra” dediğimizde ise, içinde bulunduğumuz zamanın ertesinde, belirsizliklerin azaldığı, mümkün olduğunca iyileşmenin sağlandığı bir döneme dair öngörüler, hayaller ve önerileri ifade ediyorduk. İçinde bulunduğumuz günlerde, 6 Şubat’ın yıldönümüne birkaç hafta kalmışken, deprem bölgesinde, Hatay ve Antakya’da güzel bir geleceği tüm katmanlarıyla kurabilmenin adımlarını atmanın aciliyeti her an biraz daha artıyor; bütün kavramlar gibi “önce, bugün ve sonra”nın içeriği de ezberimizdeki hâlinden büyük ölçüde farklılaşıyor. Bugün, Şubat 2024’e yaklaştığımız günlerde “önce” kavramının içeriği artık, daha önce karşıladığı tarihsel ve yakın geçmişteki süreçlerden daha kalabalık. Artık Şubat 2023 depremleri -her katmanda yıkıcı sonuçlarını gördüğümüz büyük artçı etkileri sürmeye devam etse de- “önce”nin bir parçası hâline geldi. Her sabah yeni bir güne uyanmamızla başlayan ve önceden bu açıdan görece güven verici olan “bugün” ise, değişim hızı, bilinmezliği ve tekinsiz hâliyle, her zamankinden daha kaygan bir zemine karşılık geliyor. Aslında bu açıdan “bugün”, bu yazı çerçevesinde biraz “önce”, biraz da “sonra”nın içinde eriyor, her ikisinin de bir parçası hâline geliyor. Bundan önceki tanımına hala biraz benzeyen “sonra” ise, yazdığımız yazılarda, deprem bölgesine dair sohbetlerde yine iyileşme umudunu, buna dair hayaller ve önerileri ifade ediyor. Fakat şimdi burada da büyük bir fark var; Antakya, depremden sonra geçen yaklaşık bir yıl içinde açılan yeni yaraları, sürecin Antakya ve Antakyalılara verdiği fazladan hasarlarla artık bir yıl öncesine kıyasla çok daha yorgun görünüyor. Dolayısıyla “sonra”ya ilişkin tahayyülümüz, artık bir yorgunluğun gölgesinde. Antakya’yla bundan on yıl kadar önce tanıştım, bunu takip eden on gün içinde Antakya üzerine çalışmak için doktora başvurumu yapmıştım bile. Antakya’nın beni etkisi altına alması hiç zor olmadı, kısa süre içinde baktığım her yerde Antakya görür oldum; uçakta koltuğun cebindeki derginin konusu Antakya, her haftasonu gittiğim sahafta karşıma sürekli Antakya kitapları çıkıyor, derken Antakya’ya ilk defa gideceğim gün geldi. Antep’ten kalkan küçük bir minibüsle güzel ovaları takip ederek Antakya’ya ulaştım. Kentin o zaman pek aşina olmadığım kuzey girişinde ilk dikkatimi çeken, sol tarafta bütün heybetiyle yükselen Habib-i Neccar Dağı’ydı. Yamaçlarına serilen irili ufaklı evlerden hemen önce kadim St. Pierre Kilisesi bizi karşılıyor ve birazdan “neyle karşılaşacağımızı” haber veriyordu. İlk Antakya seyahatimde “Antakya tanrıları” beni Antakya’ya bağlayacak bütün koşulları sağlamıştı. Tarihi Antakya’nın güzel dar sokaklarından yürüyerek ulaştığımız avlulu restoranlarda keyifli kahvaltılar, Antakya’da geçirdiğim ilk akşam tarihi Meclis binasında izlediğimiz tiyatro, Habib-i Neccar Dağı’nı tam karşıdan izleyen terasta ya da Çevlik Limanı’ndaki bir teknede sakince batan güneş, bir de gölgesini kimseden esirgemeyen avlulu evlerle çevrili konut dokusu. Gitmeden önce okuduklarım, izlediklerimle “Antakya’yı gözümde fazla büyüttüğümü” söyleyen arkadaşlarımın endişelerinin aksine, en küçük bir hayal kırıklığına uğramadan ve Antakya’nın artık hayatımın bir parçası olduğunun farkında olarak İstanbul’a döndüm. O zamandan beri Antakya’yla yollarımız hiç ayrılmadı. Antakya seyahatlerinin süresi her sene biraz daha arttı, derken 2019 yılında Antakya’nın kent tarihi üzerine yazdığım doktora tezini tamamladım. “Ya artık Antakya’ya bu kadar çok gitmem gerekmezse” diye endişelenirken, kendimi Antakya’ya daha sık giderken buldum. Antakya tarihiyle ilgili seminer ve eğitimleri, Salt Araştırma desteğiyle bir “Antakya yürünebilir kent tarihi rehberi” olarak hazırladığım “Yürünebilir Tarih”[2] projesi izledi. 2022 yılının Şubat ayında Antakya’nın tarihinde çok merak ettiğim 1910-1960 arası dönemi çalışmak üzere doktora sonrası araştırması için Porto’ya gittim. Giderken aldığım dönüş bileti ve konuyla ilgili bütün resmi yazılardaki geri dönüş tarihi, 6 Şubat 2023’tü. Dönüş uçağım kar fırtınası yüzünden iptal edilince, 6 Şubat gününü komşularımla birlikte Portekiz haber kanallarında depremin ilk gününde Antakya’nın durumunun görüldüğü Türkçe sesli, Portekizce altyazılı haberleri izleyerek geçirdiğim, tarif etmesi epey güç bir günün sonunda, 7 Şubat akşamı İstanbul’a döndüm. Depremden sonra Antakya’yla geçmeyen herhangi bir günüm olmadı. Bir yıla yaklaşan zaman içinde kendimi bazen -Antakya’yı seven pek çok insan gibi- çaresiz bir üzüntü içinde, bazen -ortalama düzeyde şehir planlama ya da teknik konularda eğitimi olan pek çok insan gibi- konuyu araştırdıkça göz göre göre atılan yanlış adımların açığa çıkması nedeniyle öfkeli hissederken buldum. Geldiğimiz aşamada bu yazıyı yazarken, yazının başında anlattığım, bahçedeki en güzel ağaçtan kopardığımız o güzel nar, bembeyaz dikdörtgen bir masanın ortasında tek başına duruyor. Masanın iki ayrı ucunda, iki kişi oturuyor. Bir ucunda şehir plancısı Tuğçe Tezer, diğer ucundaysa “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer. Kendinden Antakyalı olanın baktığı yerden Antakya narı, bütün güzelliğiyle parlıyor, narın tanelerinin her biri başka bir kültürü, hikâyeyi içinde saklıyor ve bunu parlaklığına yansıtıyor. Şehir plancısı olanın baktığı yerden ise Antakya narı oldukça yıpranmış, ezilmiş, solmuş ve hasar almış görünüyor. Besbelli şehir plancısına görünen sahne, duygusal olmaktan epey uzak bir gerçeklik, apaçık bir hatalar silsilesi. İşte bu yazıda, nerdeyse bir yıldır kendimi sıklıkla içinde bulduğum bu gerilimi, kendinden Antakyalı ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki sürekli farklılaşan, zaman zaman biri diğerine baskın gelse de hep süren Antakya hikâyesini anlatacağım. Zaman zaman kendinden Antakyalı olan, konuyu Antakya tahayyülünü belirleyen duygusal bir kumaş gibi dokuyacak, fakat tam bu sırada şehir plancısı olanın ifadeleri teknik bir zemine çekmeye çalıştığını, odağı ve hayali ortak bir gerilimi takip edeceğiz[3]. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Hepsini anlatacağım, depremi, öncesini ve sonrasını da. Önceden Bugüne: Bahçenin en güzel narı Antakya ve “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması - narın kabuğu - Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum, bunun bazı sebepleri var. Önce narın kabuğuyla başlayalım. Asi Nehri, Antakya Ovası, Amik Gölü, Amik Ovası, Habib-i Neccar dağının varlığıyla doğa, Antakya’ya çok cömert davranmış. Fakat Antakya’da doğanın başına gelenler bize, insanın “nar”ın kıymetini bilmeye pek teşne olmadığını anlatmaya yetiyor. En güzel zeytin, portakal, limon, nar ve defne ağaçları, uçsuz bucaksız tarım alanları Antakya’yı çepeçevre sarıyor. Kentin merkezinde Asi Nehri’nin doğal esintisini hissedebilir, biraz güneye, Harbiye’ye doğru gidince yeşil rengin farklı tonlarının arasında Harbiye Şelaleleri’nin içinde, ya da kentten biraz daha uzaklaşıp, örneğin Yıldırım Şelalesi’ne gidip, orada “o anda sizin için oluştuğu” hissini veren doğal havuzda serinleyebilirsiniz. Hatay’da 1950’lerde başlayan, fakat daha önceki yıllardan beri zaman zaman gündeme geldiği Hatay tarihine ilişkin kitaplarda görülen bir projeyle İskenderun bataklıkları, Amik Gölü ve gölün etrafındaki bataklıklar kurutuluyor ve Amik Gölü 1975 yılında tarih sahnesinden siliniyor -ya da böyle sanılıyor. Amik Ovası’nın genişleyen toprak alanı uzun bir süre verimli bir tarım alanı olarak üretim faaliyetleri için kullanıldıktan sonra, 2007 yılında burada Hatay Havalimanı inşa ediliyor. Bu yıllarda önemli karşı çıkışların olduğu bu havalimanı yer seçim kararı, özellikle bu konumda daha önce Amik Gölü’nün bulunması, ilaveten yine bu alanın bölgedeki üç önemli fay hattının kesişim noktası olması nedeniyle uzun süre eleştiriliyor[4]. Bu eleştirilerin etkisi, Antakya’ya Hatay Havalimanı üzerinden ulaşan pek çok insanın havalimanının içinde, etrafında, havalimanına ulaşımı sağlayan yolun iki kenarında ya da üstünde gördüğü su birikintileriyle, zaman zaman “yeniden canlanan” Amik Gölü’yle perçinleniyor. Bu sırada Amik Ovası’nın güney kısmında, Antakya’nın kuzey girişi yakınında ise bir devlet hastanesi inşa ediliyor. Amik Gölü kurutulurken, Antakya ve çevresindeki su sisteminin önemli bir bileşeni olan Asi Nehri’nin tabanı çöküyor, taban kotu normal seviyesinin çok altına iniyor[5]. Bu işlemle başlayan “doğal nehrin su kanalına dönüşmesi” süreci, nehrin enkesitinin, iki tarafına yapılan dolgu alanlarıyla daraltılması ve doğal organik formunu kaybetmesiyle sürüyor. Bundan yaklaşık elli yıl öncesine dair Antakya yazılarında; yağmurlu günlerde Habib-i Neccar dağının sırtlarından aşağı doğru süzülen yağmur sularının Roma döneminden kalan ve Osmanlı döneminde kullanılmaya devam eden “arıklı” dar yolların içinden geçerek Asi Nehri’ne döküldüğü ve insanların nehir kenarında oturup suya dokunabildiği zamanlar anlatılır. İlerleyen yıllarda o günlerin yerine; nehrin seviyesinin alçaldığı, dolgu alanlarıyla tamamen değişen su-kıyı kotu ilişkisi nedeniyle artık yağmur sularının nehre kavuşamadığı, insanların nehre dokunmayı giderek unuttuğu bir zaman geliyor. Hatta birkaç yıl öncesinin yerel gazetelerinde halkın sürekli nehirden, nehrin kötü kokusu, kirli görüntüsü ve sıklıkla taşmasından şikâyet ettiğine dair haberlere rastlıyoruz. Antakya’da doğanın en güzel görünümlerinden olan tarım alanları, özellikle zeytinlikler ise kentin ekonomik değer açısından en önemli ve işlenebilir ürünlerinden birinin üretim alanıyken, Asi Nehri’nin batısındaki “Antakya Ovası” olarak adlandırılan alanda yakın döneme kadar süren planlama ve imar faaliyetleriyle yüksek yoğunluklu, çok katlı konut alanlarıyla kaplanıyor. Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir ilişkisi ya da uyumu olmayan apartmanlardan oluşan bu konut alanları, önce 20. yüzyılın son çeyreğinde Antakya’nın kırdan kente göçle değişen çehresinin önemli bir temsili oluyor. Tarihi merkezle ve geçmişte burada olan uçsuz bucaksız zeytinliklerle giderek zayıflayan bağ, 2000’den sonra daha yüksek katlı rezidansların inşa edilmesiyle birlikte tümüyle kopuyor. Kabuğun bir katmanı da Antakya’nın büyük bir özenle örülmüş ve detaylarına hayran bırakan bir danteli andıran tarihi merkezi. İsmini Asi Nehri’nin üzerindeki tarihi Roma köprüsünden alan, dairesel bir meydan olarak biçimlenmesi Antakya’nın 1920’lerdeki Fransız dönemi ve 1939’da başlayan Türkiye Cumhuriyeti döneminde gerçekleşen “Köprübaşı” (Cumhuriyet Meydanı), Antakya’nın kentsel yerleşimi ne kadar genişlerse genişlesin kentin başlıca merkezi olmaya devam ediyor. 1970’lerde Amik Gölü kurutulurken, bu sırada tabanı çöken Asi Nehri’nin üzerindeki kadim köprünün ayakları nehrin içinde, toprağın biraz üstünde kalıyor. Yine 1970’lerde alınan bir Koruma Kurulu kararıyla “Antakya’nın selameti bakımından” yıkılan bu köprünün yerine, betonarme bir araç köprüsü inşa ediliyor. Asi Nehri ile Habib-i Neccar dağı arasında kalan ve artık yerinde olmayan tarihi surların görünmez bir çizgiyle sınırladığı “eski Antakya”, Kurtuluş Caddesi’yle ikiye ayrılır. Avlulu evlerinin “kendiliğinden” sıralanışı, bunların bir araya gelerek oluşturduğu organik doku, çıkmaz sokaklar, Uzun Çarşı, cami, sinagog ve kiliselerle bezeli müthiş bir çeşitlilik sunan fiziksel çevre, “Antakya” denilince akla ilk gelen görüntüyü oluşturuyor. Tarihi doku içinde -Uzun Çarşı da dahil olmak üzere- anıtsal niteliği olan pek çok yapı ve farklı dönemleri temsil eden sivil mimarlık örnekleriyle bezeli konut dokusu, yakın geçmişte sıklıkla eleştirilen birçok hatalı restorasyon uygulamasına sahne oluyor. Tuğçe Tezer, 2023 Tarihi merkez kuzey yönünde (Küçükdalyan) bizi “daha tarihi” olan arkeolojik geçmişe taşırken, Kurtuluş Caddesi ya da Asi Nehri boyunca güney yönünde ilerleyince Sümerler üzerinden Harbiye’ye ulaşırız. Ata Köprüsü’nden nehrin batısına geçtiğimizde ise “yeni Antakya”ya ulaşırız. Burada kuzey ve batı yönünde birer ticaret aksı, güney yönünde ise Köprübaşı’ndan itibaren Atatürk Parkı’yla başlayan yeşil alan, Asi Nehri boyunca bazı kesintiler olsa da büyük ölçüde devam eder. Köprübaşı’nın batı yakasındaki Cumhuriyet Meydanı’ndan, yani önemli kamu yapılarının, eski müze binası, belediye binası gibi önemli yapıların etrafını sardığı bir daire biçiminde olan odak noktasından batı, kuzey batı ve güney batı yönünde ilerledikçe, -yukarıda da kısaca ifade edildiği üzere- Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir benzerliği bulunmayan, Türkiye’nin herhangi bir kentinde rahatlıkla rastlanabilecek, yüksek apartmanlar, sıra evler ve yer yer müstakil konutlardan oluşan, zaman içinde yüksek yoğunluklu rezidansların da eklendiği, Antakya’ya özgü olmayan bir dokuyla karşı karşıya kalırız. İşte bu doku, 2014 yılında Hatay Büyükşehir Belediyesi kurulmadan önce, “belde belediyeleri dönemi”nde doğal alanların, ağırlıklı olarak zeytinliklerin imara ve yapılaşmaya açılmasıyla oluşuyor. Büyükşehir belediyesinin kurulması ise bütünsel, şehircilik ilkelerine ve planlama hiyerarşisine uygun bir planlama sürecini -ne yazık ki- beraberinde getirmiyor. Önceki dönemin köy ve belde planları “olduğu şekliyle” kabul edilerek sayısallaştırılıyor ve bu tekil planların uyumlulaştırılarak birleştirilmesiyle, Çevre Düzeni Planı elde ediliyor. Başka bir deyişle Hatay-Antakya’da; şehir planlama disiplininin öngördüğü doğal yapı, fiziksel yapı, sosyal ve ekonomik yapı, zemin durumu ve yerleşilebilirlik konularının analitik inceleme ve analiz süreçleriyle incelenmesi, bunların anlamlı ve faydalı bir planlama sistematiği içinde değerlendirilerek sentezlenmesi, buradan planlama kararlarına ulaşılması süreçleri ıskalanıyor. Bunun yerine, Antakya’nın senelerdir kemikleşmiş kentsel sorunlarını yasallaştırarak kalıcı hâle getiren bir yaklaşım sergileniyor. Bu çerçevede, Antakya’nın deprem öncesi yerleşik alanının tamamına yakınının “en zayıf zemin”, “zayıf zemin” ve “az sağlam zemin” niteliğinde olduğunu, bu bilginin kamu kurumları ve meslek odaları tarafından hazırlanan Hatay ve deprem raporlarının tümünde yer aldığını; bugüne kadar yapılmış bütün planlama, uygulama, yapılaşma ve denetim süreçlerine bu açıdan bakılması gerektiğini belirtmek gerekiyor[6]. Kentin tek merkezli (Köprübaşı) biçimsel gelişimi ve -ilerleyen yıllarda açılan birinci çevre yoluyla araç trafiği yükü kısmen kentin dışına taşınsa da- esasen bir karayolu aksına (Kurtuluş Caddesi) temellenen ulaşım yapısı ise, kapsamlı bir planlama sürecinde ele alınma imkânı bulamıyor ve Antakya’yı bir “dirençli kent” olma ihtimalinden biraz daha uzaklaştırıyor. Bu sırada 2018 yılında son defa “imar barışı” ismiyle ilan edilen ve başvuruları 2021 yılına kadar devam eden “imar affı” kapsamında -mühendislik hizmeti almamış olan, ağırlıkla niteliksiz konutları yasal hale getirmek üzere- Antakya’da çok sayıda başvuru yapılıyor. Kentin farklı bölgeleri için farklı dönemlerde konu olan “kentsel dönüşüm” projeleri ise, değişen nedenlerle hiçbir zaman uygulanma imkânı bulamıyor. - narın taneleri - Narın kabuğunun içinde birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan nar taneleri; Antakya’nın çok kültürlü, hoşgörü timsali sosyal ve ekonomik dokusundan oluşuyor. Son yıllarda Antakya’ya herhangi bir nedenle gitmiş olan insanların pek çoğunun ortaklaştığı bir his, “kendiliğinden” bir dahil olma, içerilme hâlidir. Nüfusun çok kültürlü hâli, Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı Mustafa Özçelik’in deyişiyle, “tek potada eriyerek biricik Antakya kültürünü oluşturur”. Antakya’nın fiziksel çevresinde ise bu sosyo-kültürel yapının pek çok tezahürüne rastlanır. Kendiliğinden bir güvenlik ve kentlilik hissi tesis etmesinin yanında, farklı kültürlerin bileşenleriyle bezeli ticaret mekânları, üretim ve zanaat kültürü ve mekânları, bunların yalnızca bir kısmıdır. Yılın önemli bir bölümü, Antakya’daki farklı inanç gruplarının dini bayramlarına karşılık gelir ve bu güzel halk bu özel günlerin tümünü hep beraber kutlamaya çok uzun süredir alışıktır. Antakya’ya geldiğiniz ilk gün tarihi merkezde yürüyüş yaparken sizi avluda kahve içmeye davet eden sıcacık yerel ses ise, içselleştirilmiş ve samimi bir misafirperverliğin tipik seslenişidir. Üretim kültürü ve çeşitliliği Antakya’nın çeperindeki kırsal alanlarda yapılan tarımsal üretimle ilişkilenir, zanaatle bütünleşir ve kentin merkezindeki ticaret faaliyetinin bir parçası hâline gelir. Bu ekonomik döngü, bunun farklı mekânlarla, kültürlerle beslenmesi ve ilişkilenmesi de, Antakya’da olan pek çok şey gibi kendiliğinden gerçekleşir. Türkiye’nin ve dünyanın pek çok kentine kıyasla daha “kentli” bir nüfusu olan Antakya, yerel halkın anlatımlarına göre son on yıllarda kültürel çeşitliliğe dair bazı özelliklerini yitirmiş de olsa, yine de yukarıda anlatılan tüm nitelikleri içinde barındıran bir sosyal dokuya sahip ve bu açıdan eşsizdir. Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum[7]. Bunun, bir kısmını yukarıda anlattığım çok fazla sebebi var. Böyle bir kentle ve onun sizi her defasında heyecanlandıran sürprizleriyle karşı karşıya kaldığınızda, 6 Şubat 2023’te gerçekleşen ve birçok şeyi geri dönüşü imkânsız şekilde değiştiren deprem gibi büyük bir “afetin etkileri”ni anlama çabası, hiç bitmeyen -ve ne kadar süreceği belirsiz- bir düşünce mesaisine dönüşüyor. Bazı zamanlarda kendimi Antakya’nın güzelliğinin bazen apaçık sorunları saklamaya neden olan bir aşırılığı olduğunu düşünürken buluyorum. O kadar güzel ki, sorunlarını ilk bakışta görmek, fark etmek mümkün olmuyor. Antakya’da Şubat ayından beri izlediğimiz bütün sorunların depremle beraber oluştuğu düşüncesi de bana, tam da buradan kaynaklanan bir yanılsama gibi görünüyor; “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması. “Antakya’da depremden önce her şey yolunda mıydı?” sorusunun cevabı, Antakya’da bir doğa olayı olan depremin bir doğal afete dönüşmesi sürecinin failleri dışında hepimiz için oldukça açık: “Hayır.” Antakya’da depremden önce pek çok şey hiç yolunda değildi. Hatta depremle beraber birçok yönünü gördüğümüz büyük yıkımlar, senelerdir atılmış olan yanlış adımlardan kaynaklandı. Fakat Antakyalılar -pek çok şeyin yolunda olmadığı- bu koşullar altında, gündelik hayatının çoğunlukla neşe içinde geçtiği ve uzaktan bakınca bir ütopyayı anımsatan bir hayat kurmayı başarmışlardı. 6 Şubat 2023’te ve devamındaki büyük depremlerin ardından neredeyse bir yıl geride kalmışken, “bahçenin en güzel narı” Antakya darmadağın. Kabuğu öyle çok yıprandı ki, artık eskisi gibi parlamıyor. İncecik zarı yırtıldı ve narın her biri bambaşka renklerde parlayan taneleri etrafa saçıldı. Şimdi cesaretimizi toplayalım ve Antakya’da depremden sonra, bugün hala içinde bulunduğumuz duruma beraberce bakalım. Üç kısımdan oluşan bu yazının yarın yayınlanacak olan “Bugünden Sonraya: Öğrenmeye direnme ve ‘neler yapılabilirdi?’ sorusunun ağırlığı” başlıklı ikinci kısmında; depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak okunuyor ve okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediliyor. [1] Cenk Durmuşkahya, “Dünyanın İlk Meyvesi, Nar”; Tübitak Bilim ve Teknoloji Dergisi, Ekim 2008 sayısı. [2] Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’ne ilişkin iki blog yazısı için bkz.: https://www.tasarimrehberleri.com/diyalog/antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi/; https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi [3] Kendinden Antakyalı” ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki gerilimi hatırlatan Kaan Emek’e, “kendinden Antakyalı” tanımı için Sibel Sular’a çok teşekkür ederim. [4] Emre Özşahin, 2010, Hatay Havaalanının Jeomorfolojik Özellikler ve Doğal Risk Açısından Değerlendirilmesi, https://www.researchgate.net/publication/259298541_Hatay_Havaalaninin_Jeomorfolojik_Ozellikler_ve_Dogal_Risk_Acisindan_Degerlendirilmesi [5] Elif Ovalı, “Doğu’nun Kraliçesinin Tacı, Antakya Köprüsü”, Hatay Büyükşehir Belediyesi, 2017. [6] İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP), https://hatay.afad.gov.tr/kurumlar/hatay.afad/HATAY-I%CC%87RAP-2022.pdf ; Fay Üzerinde Yaşayan Kentlerimiz: Hatay Raporu-6, https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/13b431eb47cf5fe_ek.pdf [7] Antakya’nın sosyo-kültürel dokusu ve diğer katmanlarıyla birlikte ne kadar güzel ve anlatılmaya değer bir yer olduğuna dair bir görüş yazısı için bkz.: https://bi-ozet.com/2023/09/28/ayin-yorumu-tugce-tezer-subattan-eylule-antakyada-deprem-kavramlar-arasinda-bir-yolculuk-denemesi/
- Antakya: Başka Türlü İnsan Nasıl Başa Çıkar Hayatta Kalmakla?
Yaramız var hiç geçmeyecek! İzi de yok üstelik, Yeri tüm bedenimiz. Kalbimiz attıkça bizimle var olacak. Unutmayı aklımıza bile getirmeyeceğiz. Yaşadık çünkü. Toprağımız yarıldı sadece ölenleri değil hepimizi, şehrimizi, kedimizi köpeğimizi, ağacımızı aldı içine ve alnımızın ortasında bir kırışıklık yarattı; aynaya her baktığımızda görüyoruz, hatta bir ağırlığı var mesken edindi bedenimizi bir yıl oldu hala gitmedi. Antakyalı Olmak Antakyam memleketim o benim, ne kadar anlatabilirim ki size? Her gittiğim de döndüğüm, her döndüğüm de bağrına basan beni. Her sokağın da yaşanmışlığım, bu toprakların çocuğu olan herkes gibi benim de kendimi en iyi bildiğim, ait hissettiğim yer. Biz hep başkaydık o yüzden pek anlaşılmadık. Bakın abartmıyorum bu topraklarda hangi kapıyı çalsanız açılır, hangi insana denk gelseniz gereği yapılır. Laftan yaşamayız biz, bir kere denk geldiyseniz bize, hayatınız boyu çalacak bir kapınız olur. Kadın erkek ayırımının olmadığı nadir düzenlerdenizdir. Kadın ve çocuk her zaman en önce gelir. Kadın dostu kentlerdenizdir. Biz din, mezhep ayırımı da bilmeyiz. Bir insan biliriz bir de insanoğlu. Özgürüzdür, özgünüzdür. Kendimize hasızdır. Antakya parkında yürürüz sabahları, akşamları Eski Antakya da toplaşırız. Orta Kahve’de tavla atar, köprüde buluşur, Armutlu da direnir, Samandağ’ında balık yer, Arsuz da yüzeriz, kalabalıksak Kuzeytepe, hafta sonu Harbiye, döner için Saray caddesi misafirimiz varsa Vakıflı, Hıdırbey, Titus Tüneli bir de mozaik müzesi. Rutinlerimiz bellidir. Yemeyi, içmeyi çok severiz ama yedirip içirmeye bayılırız. Mortadella da vardır mutfağımız da, çökelek salatası da, biberli ekmeksiz ev olmaz hrisi yapıldı mı girmediği ev kalmaz. İsim bayramlarımız var, şeker ve kurban bayramlarımıza ek, yumurta bayramımız, paskalyamız, hamursuzumuz, Evvel Temmuz’umuz var. Hepsi bizim hepimizin. Esnafımız var komşusuna dükkanını bırakıp giden, bir de biz geleni uğurlarken de ‘hoş geldin’ deriz. Gelişi ile ne hoş olduğumuzu bilsin, tekrar gelsin gönlümüzü hoş etsin diye yineleriz. Koyu kaynamış kahve severiz şehir dışına çıkarken kahvemizi yanımızda getiririz. Ama depremden sonra getiremedik. Koli de hazırlayamadık arayıp ‘ne istersin’ diyemedik kimseye. Zaten artık hiçbiri kalmadı. Ne esnafı, ne camisi, ne kilisesi, ne sinagogu, ne dar sokakları, ne evlerimiz, ne komşularımız. Taş taş üstünde değil, ruh beden içinde değil. Ağıtlarımız var kalan, bir de acıdan ağlayamamalarımız. Diaspora… Biz öz vatanımızdan, doğduğumuz topraktan kaçarak çıktık. Bizim için nasıl acı verici, nasıl utanç sebebi keşke anlatabilsek size. Kendimize dahi itiraf edemiyoruz ki size anlatalım. Dönecek olma ihtimalimize sığınıyoruz. Kaçımızın ömrü yetecek ki dönmeye. Döndüğümüz de peki neyi bulacağız ki? Sokaklarımız yok, ekmek aldığım fırın, kapısının önünde tavla atan esnaf, adını bilmediğim ama her gün selamlaştıklarım yok. Hepsini geçtim sevdiklerimiz yok, en sevdiğimiz tabaklar kırıldı, özenle hazırladığımız yuvalar dağıldı. Herkes aynı anda mı çaresiz olur, herkes aynı anda mı acı çeker, herkesin mi canı burnunda hepimiz eksildik, hepimiz yarımız. Toparlayabileceğimizi zannediyoruz, ama içten içe biliyoruz eskisi gibi olmayacağını. Umut… Umut şimdiler de hepimizin duası. Kendimizi umut etmeye zorladığımız, yeniden iyi olabileceğimize inanmak için kendimizle savaştığımız canımızı yaktıkça daha çok tutunduğumuz bir kelime. Umut şimdilerde gerçek olmasını istediğimiz tek şey ve tüm memleketimin ortak sorusu: Biz neden bu kadar çok öldük? Biliyor musunuz umutlu şeyler yazmak istiyorum, umuda davet edip hepimizi hadi hep beraber yeniden yapabiliriz demek istiyorum. İnanmak istiyorum, yeniden o topraklarda yaşayabileceğimize yakın zamanda. Geçenlerde bir arkadaşım ‘’Bağıra çağıra ağlamak geliyor içimden, ama gözyaşım kalmadı’’ diye yazdı. Ve dedim ki ona ‘’ Sana söz, kendime söz yeniden ağlayabilecek kadar iyileşeceğiz hep birlikte.’’ Dilerim tüm memleketim iyileşeceğiz. Umut bu günlerde hepimiz için koskocaman bir temenni. Bir Yıl… Bir yıl olmak üzere. Ben döndüm mesela ama eksiklerimiz çok fazla, kayıplarımızla başa çıkamıyoruz. Sorsan ‘çok şükür’ dilimizde ama ne yediğimizin tadı var, ne sohbetlerimizin. İnsan alışandır ya! Alıştık araziye dönen bir şehre memleketim demeye, alıştık sevdiklerimizden uzak hem de çok uzak olmaya, alıştık alışkanlıklarımızın hiçbirine ulaşamamaya. Her yağmurlu gecede sabaha çıkar mıyız korkusunu duymaya mesela. Korktuğumuzu birbirimize belli etmeyelim diye gözlerimizi kaçırmayı da öğrendik. Alıştık telefonumuz da artık hayatta olmayanların isimlerini okşamaya, fotoğrafları dahi kalmadı çoğumuzun onları hayalimizde yaşatmaya. Yeni gerçeklerimiz var suyun sürekli olmaması, elektriğin genelde kesik olması, dışarı çıktığımız da iş makineleri ile selamlaşıyoruz artık. Bir de ezbere bildiğimiz, gözü kapalı dolaştığımız caddeleri tanıyamıyoruz. Bir tanıdığımızla karşılaştığımız da nasılsın diye sormaya utanıyoruz biliyoruz iyi olmadığını, olamadığını kendimizden biliyoruz. Ama umut hep vardı değil mi? Hep olacak. Bu toprakların insanı inatçıdır, inadımıza güveniyoruz. İnadımız yorduğunda inancımıza sarılıyoruz. Başka türlü insan nasıl başa çıkar hayatta kalmakla?
- Bir adlandırmanın anlattıkları: Antakya’nın Doğu Ortodokslarını tanımlayan isimleri tekrar düşünmek
Ulusları ve etnik grupları, dil, din ve adetleri ortak homojen topluluklar olarak tasavvur etmeye alışmışız. Dinin bir kimlik öğesi olarak belirleyici bir rolü olduğu da aslında modernite öncesi imparatorluklar çağından, yani dinin sosyal örgütlenme, toplumun kontrolü ve vergilendirme için etkili bir araç olarak kullanıldığı dönemden devraldığımız bir fikir. Bununla beraber, modern ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla beraber kendini dil ve dilsel kategoriler üzerinden tanımlama üstünlük kazandı. Bu yeni devletler, yaygın eğitim ve kitlesel iletişim araçları üzerinden benzeri görülmemiş bir şekilde tek bir ulusal dil ve kültürü vatandaşlarına empoze ettiler. Buna rağmen, hayat deneyimlerimiz ve makul bir tarihsel inceleme, bu tip katı ayrımlar üzerine kurulu etnik tanımlamaların en azından yanıltıcı olduklarını bize gösteriyor. Osmanlı’dan arda kalan topraklardaki “coğrafyamızın” tarihi sosyal bilimcilerin liminal olarak tanımladığı topluluklarla dolu. Latince “eşik” anlamına gelen limen kelimesinden türetilmiş bu ifade farklı siyasi, mezhepsel veya etnik grubun arasında “sınır geçişlerinde” konuşlanmış grupları tarif ediyor. Türkiye’de bunların en iyi bilinen örnekleri arasında Türkçe konuşan Doğu Ortodokslar (Karamanlılar), Yunanca konuşan Giritli (Turkokritiki), Makedonyalı (Vallahades) ve Karadenizli Müslümanlar, Yunanca konuşan Yahudiler (Romaniotes), Bulgarca konuşan Müslümanlar (Pomaklar) ve Ermenice konuşan Doğu Ortodokslar (Hayhorom) bulunuyor. Tarihsel olarak bakıldığında, bu rakip aidiyetler arasında konuşlanmış olmak, hayatta kalma ve kültürün sürekliliği/devamlılığı açısından hem bir avantaj hem de bir zayıflık olmuştur. Bir yandan bu gruplar, kültürel üretim, ekonomik aktivite ve siyasi nüfuz açısından aracı ve aktarıcı rollerini üstlenebilirken, bir diğer yandan “azınlık içinde azınlık” olmanın tabiatı gereği yarattığı muğlaklık, kültürel miras ve varlıklarının siyasi manipülasyon, asimilasyon ve hatta düpedüz imhaya maruz kalmasına fırsat vermiştir. 2018 yılında Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları (İstanbul: İstos Yayın, 2018) başlıklı bir derlemenin editörlüğünü yapma şerefine nail oldum. Hakkında yapılmış araştırmaların özellikle eksik olduğu, oldukça kadim ve tarihsel olarak büyük önem taşıyan bu liminal topluluk üzerine farklı disiplinlerden birçok araştırmacıyı bir araya getiren bu çalışma, aynı zamanda Türkiye’de bu grup üzerine yazılmış ilk akademik yayın oldu. Hem kitabın başlığı hem de bazı makalelerde sunulan bulgular akademisyenlerden ve doğrudan topluluğun üyelerinden hararetli tepkiler aldı. Bu yazıda kitabımızın büyük özenle seçtiğimiz başlığını müdafaa ederken, aynı zamanda da aldığımız bu tepkilerin ne kadar anlaşılır olduklarını göstermeye çalışacağım. Fakat öncelikle önemli bir ayrımı ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum. Liminal bir topluluk üzerine üretilen herhangi bir söylem birbiriyle ilişkili iki sorgulamayla irtibatlanmayı gerekli kılıyor. Bunlardan birincisi geçmişi ilgilendirdiğinden, tercihen eldeki kaynakları ve verileri dikkatli bir şekilde değerlendirecek profesyonel tarihçiler tarafından yürütülmesi uygun düşüyor: Karamanlılar belirli bir noktada Bizans tarafından Hıristiyanlaştırılan ama etnik olarak Türk olan kişiler miydiler, yoksa yaşadıkları ortamda Türkçenin baskın pozisyonunun etkisiyle dillerini kaybeden Bizanslı Rumlar mı? Hayhoromlar Rumlaşmış Ermeniler miydiler, yoksa Ermenileşmiş Bizanslılar mı? Benzer şekilde, Antakya ve Suriye’nin Doğu Ortodoksları Hıristiyanlaşmış Araplar mıydılar, yoksa dillerini kaybetmiş Romalılar (Bizanslı Rumlar) veya Aramiler/Süryaniler mi? Bu sorulara cevap bulmak, eldeki istatistiki ve antropolojik verilerin eksikliği sebebiyle aslında çoğu zaman mümkün değil. İkinci sorgulama ise şimdiki zamanla ilgili ve tatbiki akademik bir uzmanlık gerektirmiyor: “Biz kimiz? Arap mıyız? Rum muyuz? Türk müyüz? Hıristiyan mıyız?” Bu tip bir incelemenin Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu tarafından yazılmış güzel bir örneği, yukarıda bahsettiğim derlememizde mevcut. Bu soru kanaatimce hem çok daha merak uyandırıcı hem de birden fazla geçerli cevabı olabilecek bir soru. Dahası, bu soruya cevap üretilmesi, güncel beklenti, kaygı, amaç ve iddiaların sürekli değişen bir şekilde geçmişe yansıtılmasıyla gerçekleşiyor. Fakat ne milliyetçi tarihyazımı ne de toplumsal ölçekte veya ailelerin kendi içerisinde gerçekleşen nesilden nesile sözlü tarih aktarımı, tarih biliminin yöntemsel şüpheciliğine sahip olmadığından, bu yansıtmalar kasıtlı bir şekilde seçici ve sözde-tarihsel olma eğilimi gösteriyorlar. Tabii, bu durum bu anlayışların yaşanılan zamandaki geçerliliklerini veya hakiki bir kültürel deneyim ve sosyal gerçekliğe tekabül ettikleri gerçeğini değiştirmiyor. Bunlar, kültürel aidiyetimize karar verme ve kendi kendimizi tanımlayabilme—veya Fransız tarihçi Ernest Renan’ın meşhur ifadesiyle “her gün icra edilen bir halk oylaması”—gibi devredilemez haklarımız arasında bulunuyorlar. Zaten bu muğlaklık, yalnızca azınlık veya liminal gruplara özgü bir durum da değil. Neticede Renan da bu ifadeyi Fransız ve Alman milliyetçiliği bağlamında üretmişti. Aynı şekilde, Türk milliyetçiliğine ve 20. yüzyılda geçirdiği değişimlere üstünkörü bir bakış dahi aidiyet hissinin zamana ve mekana bağlı olarak ne kadar değişken olabildiğini gösteriyor. Derlememizde Antakyalı Doğu Ortodoksları adlandırmak için ulusal aidiyet belirten “Arap” terimi yerine betimleyici ve kapsayıcı “Arapdilli” ifadesini tercih etmemizin sebeplerini belki tahmin etmeye başlamışsınızdır. Burada öne sürdüğüm argümanımı daha açığa kavuşturmak için, yukarıda bahsettiğim tarihsel sorunun cevaplanmasının imkânsız olduğunu göstermek istiyorum. Samsatlı Lukianos “Arapdilli Kadim bir Cemaat” Müslüman Arap orduları VII. yüzyılda Suriye’nin Bizans’a bağlı vilayetlerini fethettiklerinde buradaki dilsel durum nasıldı? Eldeki veriler bölük pörçük olsa da üç ana kültürel alandan bahsetmek mümkün. Aramice veya Süryanice konuşan Yahudi veya çoktanrılı inançlara sahip gruplar özellikle kırsal bölgelerde baskın idiler. Bunlar, aynı zamanda ilk Hıristiyanların içinden çıktığı ve nihayetinde Orta Doğu’nun en kadim ve canlı entelektüel, teoloji ve edebiyat geleneklerini üretmiş olan topluluklar. İkinci olarak, Suriye, özellikle Antakya ve sahil boyundaki diğer Helenistik şehirler (poleis), Büyük İskender’in bin yıl önceki fetihlerinden beri yoğun bir Helenleşmeye maruz kalmıştı. Bu şehirlerin sakinleri, etnik kökenlerinden bağımsız olarak yalnızca Koine Yunancası konuşuyorlardı veya iki dilli idiler. Zaten Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarını en başta Yunancaya tercüme etme ihtiyacı da tam olarak bu durumdan ortaya çıkmıştı. Petra, Busra, Havran, Emesa (Humus), Halep, Edessa (Urfa) ve Harran gibi şehirlerde, sayısal olarak azınlıkta oldukları halde dönem dönem siyasi gücü elinde tutanlar, bu şehirlerin üstünkörü bir şekilde Helenleşmiş Arapdilli sakinleriydi. Aslen Yemenli olup III. yüzyılın başlarında Suriye’ye yerleşen Arap Gassani kabilesi, Romalılara tabi olmaları sebebiyle onların ticaret yollarını korumuş, ordularına asker sağlamıştır. Ayrıca, Romalılar ve ardından gelen Bizanslıların Farslar ve Farslara tabi rakip Arap Lahmi kabilesiyle savaşlarında tampon devlet görevi görmüştür. Gassanilerin Hıristiyanlığa geçmesi onları muhtemelen Suriye’nin ilk Arapça konuşan Hıristiyanları yapmıştır. Bölgedeki nispeten daha küçük dil grupları arasında, Berytus’taki Latince konuşan münferit topluluk, zamanla Aramiler tarafından tamamıyla bünyesine dahil edilen diğer Semitik dilleri konuşanlar ve Ermenice ve Farsça konuşanlar sayılabilir. Günümüzdeki yaygın anlayışın aksine, bu kültürel alanları değişime karşı dirençli ve sınırları belirli alanlar olarak görmek veya dillerin etnik gruplara karşılık geldiğini hayal etmek doğru olmayacaktır. Çok dillilik, Ortadoğu’da 1500 yıldır had safhada yaygın. Burada Yunanca uzun yıllar boyunca bölgenin entelektüel, dini, ticari ve idari lingua francası olmuş ve bu durum Arap fetihleri ve Emevilerin yönetimi ele geçirmesinden sonra da devam etmiştir. Geç Antik dönemin en kıymetli alimlerinden Samsatlı Lukianos ve Iamblikhos gibi bazıları “etnik olarak” Arami veya Arap olsalar da eserlerini yalnızca Yunanca vermeyi seçmişlerdir. Benzer şekilde Roma imparatorlarından en az üç tanesi (Elegabalus, I. Philippus and II. Philippus) Arapdillilerdi. Hatta Arapdilli Bizans imparatoru III. Leon, Konstantinopolis’i 717 yılındaki Arap kuşatmasına karşı korumuş olsa da, İslam’ın etkisinde kalmış olmasından olsa gerek, Hıristiyan ibadetinde ikonaların yasaklanmasında başat bir rol oynamıştır. Bundan dolayı, bir Bizans kaynağı ondan “Müslüman kafalı” olarak bahsetmiştir. Bizans’ınKonstantinopolis’in savunmasında kritik bir rol oynayan süper silahı Rum ateşinin mucidi mühendis Helipolisli Kallinikos da Lübnan’ın Baalbek kentinden gelen bir göçmendir. Lübnanlı Kallinikos'un icat ettiğı Rum Ateşini kulanan Bizans bir savaş gemisi- Kaynak: Codex Skylitzes Matritensis, Biblioteca Nacional de Madrid Suriye ve civar bölgelerin dilsel olarak Araplaşması, Emevi bürokrasisi ve paralarının dilinin Halife Abdülmelik b. Mervân tarafından 700 yılı civarında Arapçaya çevrilmesiyle başlayan ve ancak geç dönem Orta Çağ’da tamamlanan oldukça yavaş bir sürecin ürünüdür. Bu süreç, belli ki Müslümanlaşmayla paralel bir şekilde yürümüştür. Yunancanın yaygınlığı ve nüfuzu, hilafetin rakibi Bizans’la ilişkilendirilmesi sebebiyle azalarak, önce kent merkezlerine hapsolmuş ve neticede yalnızca muhtelif mezheplere ait çok dilli manastırlarda Süryanice, Gürcüce, Kıptice, Ermenice ve artan bir şekilde Arapçayla beraber kullanılan bir dil olarak kalmıştır. Bu duruma istisna teşkil eden tek yer, Orta Çağ’ın sonuna dek Yunancanın konuşulmaya devam ettiği ve bölgenin Doğu Ortodoks Patrikliği’nin merkezi olan Antakya idi. Bununla beraber, eldeki veriler gösteriyor ki, burada bile ruhban sınıfı dışında kalan Hıristiyanlar arasında Arapçaya geçiş X. yüzyılda başlamıştır. Antakya’nın Arap veya Ermeni kökenli olduğu muhtemel Bizans İmparatoru ΙΙ. Νikiforos Fokas eliyle yeniden fethedilmesinin hemen ardından, yerli Ortodoksların dini metinlerin Yunancadan Arapçaya çevrilmesi için devasa bir tercüme çalışması başlatmış olması, bu metinleri halk arasında konuşulan yeni dilde mevcut hale getirmek için ortaya konan acelenin ifadesidir. Aramice, kısmen hilafetin dış düşmanlarıyla ilişkilendirilmemesinden ötürü, kısmen de ortaya çıkan birkaç devletsiz, bağımsız kilisenin dili olmasının sağladığı statü sebebiyle Yunancadan daha şanslı bir durumda idi. Bunda Semitik dil ailesinin bir üyesi olarak Arapçaya yakınlığı ve Eski Yunanca metinlerin Arapçaya çevirisinde önemli bir aracı dil olmasının da etkisi oldu. Aramice, Yunanca veya her iki dili birden konuşanlar, VIII. ile X. yüzyıllar arasında Abbasi yönetimindeki Bağdat’ta ortaya çıkan ve Aristo, Galen, Batlamyus, Öklid ve daha birçoklarının metinlerini yok olmaktan kurtaran Yunancadan Arapçaya çeviri hareketinde çok önemli bir rol oynamışlardır. “Doğu Ortodokslar” VII. yüzyıl Suriyesi’nde Hıristiyanlar ezici bir çoğunluğa sahipti. Bununla birlikte, Bizans İmparatorluğu’nun tarihi süresince Hıristoloji (Mesihbilim), yani İsa Mesih’in tanrı ve insani tabiatları üzerine yapılan hararetli teolojik tartışmalar, Hıristiyanlığı birleştirici bir unsur yerine bir ihtilaf sahnesi haline getirdi. Buradan üç müstakil doktrin ve bunların taraftarı gruplar ortaya çıktı: “Radikal” diofizitler (“çift-doğacılar”): Bunlar Antakya İlahiyat Okulu’nun temsilcisi ve daha sonradan Konstantinopolis’in patriği de olan Nestorios’tan etkilenmişlerdir ve İsa’nın iki tabiatının birbirinden müstakil olduğuna vurgu yapmışlardır. Bu görüş sırasıyla 431 ve 451 yıllarında gerçekleşen Efes ve Kalkedon Konseyleri’nce sapkın ilan edilmiştir. Bizans’tan gelen yoğun baskı ve zulüm sebebiyle grup topluca imparatorluğun doğu sınırlarının dışına göçmüş ve İranlı Sasanilerin himayesi altına girmiştir. Başlangıçta Yunanca ve Aramice dil bölgelerinde faal olan diofizitizm, neticede Doğu Süryanicenin hakim olduğu alanda da gelişmiş ve günümüzün Doğu Asur Kilisesi (burada Doğu, Mezopotamya’dan Çin’e kadar bir alanı ifade ediyor) ve Keldani Katolik Kilisesi’nin öncüsü olmuştur. Miafizitler (“bir-doğacılar”): İskenderiye İlahiyat Okulu’nun, özellikle de Patrik Cyril’in öğretilerini kendine rehber edinen miafizit düşünce, İsa’nın tabiatının bütünlük ve birliğini vurgular. Nesturi karşıtı olmaları, Nestorios’un Efes Konseyi’nde şiddetle kınanmasının arkasında durmalarına ama Kalkedon’daki “daha ılımlı” tonu reddetmelerine sebep oldu. Bundan ötürü zaman zaman Kalkedonlu olmayanlar ya da “Şark” ya da “Oryantal Ortodokslar” olarak da anılırlar. Bazı Bizans imparatorları, Justinian’ın karısı Theodora ve Konstantinopolis patrikleri dahi miafizit oldukları halde, bu düşünce Bizans İmparatorluğu’nda varlığını koruyamadı ve sonuçta Yunanca konuşulan alanın dışında, günümüzün Ermeni, (Batı) Süryani, Kıpti, Etiyopya ve Eritre Ortodoks Kiliselerinde varlığını sürdürdü. Teolojik yaklaşımlarının hemen aşağıda bahsedeceğim Doğu Ortodoks Kiliselerinden ayrılması sebebiyle bu kiliselere topluca “Şark Ortodoks Kiliseleri” adı verilebilir. Ayrıca her birisi, dönemin imparatorluklar aşırı dini dilleri olan Yunanca ve Latincenin dışında kendi ibadet dillerini de ürettiklerinden, bu kiliseleri “proto-ulusal” olarak değerlendirmek mümkün. Kalkedoncu diofizitler: Kalkedon Konseyi’nin Nestorios’u kınarken kullandığı dil (“tek bir töz içerisinde iki tabiat”) miafizitlerin arzuladığından bir nebze daha yumuşaktı. Bu uzlaştırıcı ifade şekli, Bizans sanatındaki İsa tasvirlerinde de görülebileceği üzere, imparatorluğun resmi doktrini haline geldi ve tüm Doğu Ortodoks Kiliseleri ve hatta Batı Ortodoks Hıristiyanlar (yani günümüz dilinde Katolikler) tarafından da desteklendi. Buradan hareketle, diğer mezheplere bağlı Orta Doğu Hıristiyanları, Aramice, Arapça ve Yunanca konuşan Kalkedon diofizitlerine tarih boyunca “Melkaniler” adını verdiler. Bu isim, Semitik m-l-k kökünden türemiş ve “kralın”—yani Bizans İmparatoru’nun—doktrininin savunucuları manasına gelir. Benzer şekilde Arapça kaynaklar, bu yerli Hıristiyanlara, etnik köken ve dilsel arka planlarından bağımsız olarak, “Kalkedoncu Ortodoks” anlamına gelecek şekilde, “Rum” yani “Romalı/Bizanslı” şeklinde hitap etmişlerdir. Biz bugün bu insanlara onları Şark Ortodokslar ve Batı Hıristiyanlardan ayıracak şekilde “Doğu Ortodokslar” diyoruz. İsa Pantokrator ikonası (Sina Dağı, 6 yy.). Sol ve sağ taraflardaki farklar, hem insanın hem de Tanrı'nın özelliklerini gösterip Mesih'in ikili doğasını tasvir eder. Görüntünün sol ve sağ taraflarının yansıtılmış bileşimleri, İsa'nın yalnızca tanrı veya yalnızca insan olduğuna inanılsaydı görüntünün nasıl görüneceğini gösterir. Yüzyıllar boyunca bu mezhepsel farklılıklar etnik veya dil ayrımlarıyla örtüşmediler. Dilsel olarak homojen bir hale gelmelerinden önce, yukarıda bahsedilen her üç grubun içerisinde çok sayıda Aramice, Yunanca, Ermenice veya Arapça konuşan, hatta iki dilli kişiler mevcuttu. Bizans ilahi besteciliğinin ve müziğinin babası ve V. yüzyılın sonundan VI. yüzyılın ortalarına kadar yaşamış İlahi Bestekârı Romanos (Yunanca Romanos o Melodos) bu duruma iyi bir örnek teşkil eder. Humuslu veya Şamlı Yahudi bir ailenin çocuğu olan Romanos’un edebi dehası Konstantinopolis’e taşınmasıyla gelişir. Bestelediği ilahiler, hala dünyanın her bir köşesindeki kiliselerde söylenmeye devam ediyor. Bu ilahilerin dili incelendiğinde, zarif bir Koine Yunancasıyla yazılmış oldukları görülse de Romanos’un anadili Aramiceden tercüme ettiği ve haliyle Semitik etkiler taşıyan birçok deyim ve ifadeye de rastlanır. Romanos, aslında Kalkedoncu diofizit -yani Doğu Ortodoks- olmasına rağmen, Ermeni dini müziğine yaptığı muazzam tesir sebebiyle, miafizit Ermeni Apostolik Kilisesi tarafından aziz rütbesinde kabul edilir. Dilsel sebeplerden dolayı, Süryani Hıristiyanlar da şu an Romanos’u “kendilerinden” kabul ederler. Dahası mezhepsel aidiyet, etnik köken ve dilsel arkaplan, muhakkak siyasi sadakate dönüşen etkenler değiller (bunun günümüzde farklı olduğunu iddia edebilir miyiz?). Tabii, Doğu Ortodoksluğa geçmek Bizans’ın en yüksek katmanlarına dahil olabilmek için bir önkoşul olduğundan, bilindiği üzere Bizanslı sayısız Ermeni imparator, general, yönetici, din adamı ve alimden resmi olarak miafizitçilik aleyhine duruş sergilemeleri istenmiştir. Peki, bu durum bu kişilerin daha az Bizanslı veya daha az Ermeni oldukları anlamına mı gelir acaba? Bizanslılar devletin başka alanlarında, özellikle ordu içerisinde, daha esnekti. Örneğin, yazının başında bahsi geçen, Suriye’nin ilk Arapdilli Hıristiyanları ve Bizans’ın bölgedeki en sadık yanaşmaları Gassaniler, bizatihi miafizit, yani Bizans’a göre sapkın idiler. Buna rağmen Bizans, jeostratejik sebeplerden ötürü, onların bu muhalif durumuna müsamaha gösterdi. Suriye’yi Arap halifesine karşı canları pahasına müdafaa ettilerse de Gassaniler neticede dağıldı ve hem miafizit hem de diofizit Hıristiyan toplulukları içerisinde eridiler. Fakat Doğu Hıristiyanlığın Suriye’deki tarihinin canlı örneği sayılabilecek bir kişi varsa, o da fevkalade bir ilahiyatçı ve ilahi bestecisi olan ve Doğu Ortodokslar, Katolik, Anglikan ve Luteryenler tarafından Büyük Kilise Babaları’nın sonuncusu kabul edilen Yuhanna ed-Dimaşki’dir (Yunanca İoanis Damaskinos [d. 675 – ö. 749]). Doğumda verilen adı Mansur bin Sercun olan Yuhanna, içerisinde Bizanslı Arap memurların da bulunduğu aristokratik bir ailenin çocuğudur. Bu ailenin Hıristiyanlığa geçmiş Beni Tağlib adındaki Arap kabilesine mensup olması muhtemeldir. Adını aldığı dedesi de 572–591 and 602–628 yılları arasında gerçekleşen ve büyük yıkımlara yol açan Bizans-Sasani Savaşı süresince, İmparator Mavrikios ve I. Heraklios’un üst düzey mali danışmanlarından biri idi. Öyle görünüyor ki, Dede Mansur bu süreçte hem Heraklios’un hem de Sasanilerin savaşlarına kaynak oluşturmak uğruna vilayetin kaynaklarını heba etmelerine karşı direnç göstermiştir. Aslında, Suriye bu iki devlet arasında her el değiştirdiğinde kontrolü ele geçiren tarafın dayattığı ağır vergiler yerel Hıristiyanları bu devletlere hayli yabancılaştırmış olmalı. Buna bir de bu iki rakip süper gücün gitgide askeri olarak tükenmişliğe sürüklenmesini eklersek, yeni oluşmaya başlayan İslam halifeliğinin ani yükselişini de bir mantığa oturtabiliriz. Bizans kaynaklarına ve Arapça metinlere göre, ya Mansur ya da oğlu Sercun, 635 yılında yerel Doğu Ortodokslara daha uygun koşullar sağlanması karşılığında Şam’ı halifeliğe teslim etmiştir. Yuhanna’nın babası Sercun (Yunanca Sergios o tou Mansur), 661–680 yıllarında hüküm süren ilk Emevi halifesi Muaviye bin Ebu Süfyan’ın umumi ve özel sekreteri (Arapça tabirle mawla) olarak görev almıştı. Ayrıca, hem Muaviye’ye hem de ondan sonra tahtı devralan birkaç hükümdar döneminde Suriye mali müdürlüğü yapmıştı. 700 yılı civarında yıldızının sönmesinin arkasında ise Abd el Malik’in Emevi bürokrasisini merkezileştirme ve Araplaştırma politikasını bulabiliriz. Sercun’un “Rumî” olarak tarif edildiği bir Arapça kaynakta geçen bir iddiaya göre, halife ona defalarca diwanı, yani idari dili Yunancadan Arapçaya tercüme etmesini buyurmuştur. Bunu reddetmesi üzerine ise yerine halifenin isteğini yerine getirmekten mutluluk duyan Süleyman ibn Sad el Khuşani atandı. Aktarılanlara göre, Sercun servet ve nüfuzunu Hıristiyan köleleri özgürleştirmek için kullanmıştır. Hatta bu kölelerden birisi daha sonra kendisinin evlat edindiği ve oğlu Yuhanna’nın da hayat boyu yoldaşı olan Aziz Mayumalı Kozmas’dır. Arapça olmayan Bizans kaynaklarında geçen bir iddiaya göre, Yuhanna çok iyi Arapça, Süryanice ve Yunanca bildiği için keşiş olmadan önce Emevi bürokrasisinde görev almıştı. Kudüs yakınlarındaki Mar Saba Manastırı’nda yaptığı çalışmalar sonucunda Yuhanna, Doğu Ortodoks teolojisinin belki de ilk büyük düzenleyicisi haline geldi. İlahiyat kuramıyla ilgili eserlerinde Kalkedon doktrinini açıkça miafizit ve radikal diofizitlere karşıtlığı üzerinden tanımladı. Fakat hepsinden önemlisi, Kutsal Tasvirleri Yerenlere Karşı Bir Tez adlı eseri Ortodoks ibadetinde ikonaların kullanılmasını savunan teolojik argümanlara en karakteristik örnek kabul edilir. Bu durumun ilginç tarafı, Arap halifesi Konstantinopolis’i kuşattığı zaman, Arapdilli Bizans imparatoru III. Leon, bir yandan Bizans’ı istilacılara karşı koruyor, bir yandan da İslami düşüncenin etkisiyle Hıristiyan ibadetinde ikonaların kullanılmasını yasaklamaya çalışıyordu. Aynı anda, Arap kontrolündeki Suriye ve Filistin’de, etnik olarak Arap Hıristiyan bir ilahiyatçı var olan en zarif Yunancayla günümüzde dahi Doğu Ortodoksluğu karakterize eden ikonalar için bilgece bir felsefi savunma yazmakla meşguldü. Arapdilli Bizans Imparatoru III. Leon - Kaynak: Classical Numismatic Group, Inc. Bu noktada, Arapdilli Doğu Ortodokslarının kökeniyle ilgili olan tarihsel sorumuza geri dönebiliriz. Bir yandan yukarıda özetlediğim Geç Antik Çağ ve Ortaçağ’da etnik kimliklerin karmaşıklığı, bir yandan da bu dönemle ilgili güvenilir kaynakların ve demografik verinin azlığı ve bölük pörçüklüğü hesaba katıldığında, elde kalan “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” minvalinde bir soruyu cevaplamaya çalışan bir aciz tarihçi olacaktır. Kim, nasıl ve hangi kanıtlara dayanarak bin yıl önce Arapdilli hale gelmiş Bizanslı Rumlar ve Aramiler ile Hıristiyanlığa geçen Araplar arasından birinin diğerinden daha fazla sayıda olduğunu iddia edebilir ki? Ya da kim III. Leon, Gassaniler veya Yuhanna ed-Dimaşki’nin deneyimlediği çok katmanlı aidiyet hissini kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde kavrayabildiğini öne sürebilir? “Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde” Art arda hüküm süren imparatorluklardan sağ kurtulmayı başaran Arapdilli Hıristiyanlar, 19. yüzyıldan sonra kendilerini artan bir şekilde rakip milliyetçiliklerin gölgesinde buldular. Derlememizin başlığında adı geçen ve içerisindeki makalelerde incelenen üç ana milliyetçilik sırasıyla Arap, Yunan ve Türk milliyetçilikleri olsa da, bunlara Süryani ve Suriye ulusal hareketleri de eklenebilir. Dört bin yıllık Aramiliğin kültürel mevcudiyetinden tutun, neredeyse iki bin yıllık Helenizm ve Bizans etkisi, Suriye sentezi olarak adlandırılan tez veya Arap Hıristiyanların Arap Uyanışı’ndaki rolüne kadar herhangi bir şeye odaklanalım. Orada görüyoruz ki, bölgedeki tüm milliyetçi anlatılar, ilgilendikleri topluluğu tarihsel olarak meşrulaştırmaya çalışırken, geçmişi gözler önüne seren değil, ona ait yeni şeyler icat eden veya var olanlardan hesabına uymayanları gizleyen seçici bir yaklaşıma sahip olmuşlardır. Türk milliyetçiliğinin savunucuları ise genellikle vatandaşlık meselesinin ve genç nesil Antakyalı Hıristiyanların halihazırda Türkçe diline “asimile” olduklarının altını çiziyorlar. Bu yaklaşımın, devletin azınlık politikalarının bu asimilasyon sürecinde oynadığı tarihi rolü nasıl gizlediği de derlememizin masaya yatırdığı en önemli meselelerden birisi. Bu perspektiften bakıldığında, kitabımızın başlığının birçok eleştiri alması hiç şaşırtıcı değil. Kendini “Arap” olarak tanımlayan kişiler, başlığın kendileri için hiçbir sorun teşkil etmeyen, hatta tutkulu bir şekilde kendilerini ait hissettikleri bir kimliği bilerek göz ardı ettiğini düşündüler. Başkaları ise kendilerini Arap kültürüyle ilişkilendirmeye baştan karşılar. Peki, biz bu durumda herkesi mutlu etmeye çalışırken hiç kimseyi mutlu edemeyenlerden mi olduk? Tabii ki hayır. Bu farklı tepkiler yalnızca anlaşılır değil, aynı zamanda derlememizde sunulan bulguların birçoğunu destekler ve onaylar nitelikte. Bunu da aklımızda tutarak, en sonunda kimlikle ilgili sorumuza geri dönebiliriz: “Antakyalı Doğu Ortodokslar kimdirler? Araplar mı? Rumlar mı? Türkler mi? Yoksa Hıristiyanlar mı?” Bu soruya gönül rahatlığıyla verebileceğim tek cevap “bunu en iyi kendileri bilir” olabilir. Hatta onları bunun dışında bir şeyin doğruluğuna ikna etmeye çalışan kişilere de kim olursa olsunlar şüpheyle yaklaşmak gerekiyor. Aşikâr olan şey, konuşsanız da konuşmasanız da, yalnızca şarkılardan, atasözlerinden veya yemek tariflerinden de bilseniz, Antakya Arapçası hepimiz için özel bir önem taşıyor. Gittiğimiz kilise veya yaşadığımız ülkenin çok ötesinde, bize bin yıllık bir metanet ve kültürel iç içe geçmişlik hikayesi anlattığından olacak, bize yoğun duygulanımlar yaşatıyor ve onunla gururlanmamızı sağlıyor. İngilizceden çeviren: Argun Çakır
- Yaşayan Miras: Antakya’nın Onarımı için Dayanışma ve İş birliği
Bir kent yeniden nasıl kurulur? Yeniden kurmanın ‘yeni’ olan kısmı aslında eskiyi yaşatmanın yollarını aramak değil mi? Aşina olduğumuz mekanları, tatları, iklimi deneyimledikçe veya tanıdığımız yolları, parkları ve insanları gördükçe kendimizi hatırlamak değil midir olan şey? Biz Antakyalılar gitmek zorunda kaldığımız, sürüldüğümüz veya sürüklendiğimiz diyarlarda hep Antakya’yı düşünüyor ve düşlüyoruz. Peki neden? Bu duyulan özlem esasında bize ne söylüyor? Buna anlam veremeyenlerin düşüncelerini duyuyorum, dinliyorum. Nostaljik, romantize ve hatta ‘fetiş’ olarak değerlendiren yorumları okuyorum. Oysa öyle farklı bir dava var ki ortada, bu mekan nostaljisinin ötesinde bir şey. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Elbette kente dair anıların yıkıma uğraması dayanılmaz ancak mesele bunun ötesinde. Politik çalışmalara yıllarca Lübnan üzerine çalışan antropolog Ghassan Hage (2009) "politik duygular" üzerinden yaklaşır. Yaşanan zulmün ortasında ve özellikle siyasi şiddetin (örneğin Lübnan veya Filistin gibi yerlerde) yükselişe geçtiği yerlerde siyasi duyguların meşru bir hareket alanı sunmasının altını çizer. Bu oldukça ‘kişisel’ görünen duygu bağlamının ne kadar politik bir noktadan evrildiğini ve tam da bu nedenle göz ardı edilmeyecek nitelikte olduğunu vurgular. Aidiyete dair olan duyguların egemenler tarafından sürekli alaşağı edilmesinin ve her daim kendini yenileyen siyasi şiddetin karşısındaki öfkenin etnografisini çözümlemeye çalışır. Buradan hareketle basit bir nostaljik hikayeye indirgenemeyecek öfkemiz, biz Antakyalılar için her gün yaşamı örgütlemenin yollarını bulmaya çalışmanın merkezinde yer alıyor. Antakyalılar yaşamı kurmaya çalışırken bir yandan her gün gündelik hayatın kentte devamlılığını sekteye uğratan bitmek tükenmek bilmeyen sorunlarla uğraşıyorlar. Bu sorunlar bütünsellik içinde görülmesi gereken ve devam eden bir siyasi şiddetin ürünü. Antakya'nın kentsel kimliğinin hedef alındığı tüm uygulamalar yalnızca refahı bozmakla kalmıyor koca bir kentin yaşayan mirasını hedef alıyor. Bu nedenle Antakyalıların öfkesi politik duyguların temeli. Antakyalılara reva görülen ihmal ve yalnızlaştırma kıskacı Antakyalılığı cezalandırmanın ve daha kötüsü yok etmenin kapısını aralıyor. Antakya'ya geri dönmenin yollarını arayan her Antakyalı bu yok oluşa tanıklık etmenin ağırlığını hissedip öfkeyle biraz daha sarılıyor kentine. İşte bu nedenle her gün düşlerine Antakya doluşuyor binlerce insanın. Bizzat kendim Samandağ'da yıkılan evimi yeniden kurabilecek miyim diye her gece kara kara düşünürken en politik duyguların kucağında buluyorum kendimi. İşte depremin yıl dönümüne bir kaç gün kala sessiz kalmanın yalnızca ruhumuzu değil kentimizi de talana teslim etmek olduğunu biliyoruz. Bu nedenle bu kentin savunulması için dünyanın her bir köşesinden yayılan ve büyüyen dayanışma ile hareket etmeye ve söz söylemeye gayret ediyoruz. Akademik, aktivist ve Antakya dostu tüm paydaşlarla bu kentin geleceğinin korunmasının hem Antakyalılar hem de kapsayıcı bir yaşam tarzı özlemi çeken tüm Türkiyeliler için değerini bilerek pek çok koldan sesimizi duyurmaya çabalıyoruz. Bu amaçla gerçekleşen ‘Yaşayan Miras’ forumunu bu örneklerden biri olarak sizinle paylaşmak istiyorum. İngiltere merkezli Sınır Tanımayan Mimarlar (ASF-UK), Herkes İçin Mimarlık (HİM) ve yerelde Nehna’nın da içinde olduğu pek çok Sivil Toplum Kuruluşu’nun ve taban örgütün bir araya gelerek düzenlediği Açık Forum, Antakya’nın onarımı için acilen atılması gereken adımları ve Antakyalı topluluklar için ön plana çıkan meseleleri ele aldı. Kasım 2023’te gerçekleşen bu Forum sonuçları ve bundan sonra nasıl ilerlenmesi gerektiği ortak bir bildiri ile sunuldu. Bundan sonra da devam edecek bu iş birliğini büyütmeyi ve Antakya için çalışmalara bu dayanışma ruhu ile devam etmeyi umut ediyorum. Şimdi sizi bu ortak bildiri ile baş başa bırakıyorum. Yaşamı hep birlikte örgütleyeceğiz ve iyileşeceğiz! Antakya’yı Antakya yapan insanlarıdır! Antakya’da deprem sonrası toplum odaklı yeniden inşa süreci için ortak bir açıklamanın pdf versiyonu için tıklayınız.
- Mekansal Anlamın Politik İnşası: Deprem ve Antakyalı Ortodokslar
6 Şubat depremiyle en çok zarar gören bölgelerin başında Antakya geliyor. Bu yıkımın depremin ilk günlerinde geleneksel medyada yer bulmaması, bölgede en temel insani ihtiyaçların depremin üstünde neredeyse bir yıl geçmesine rağmen hala karşılanamaması, yıkımın ciddi bir rant tehlikesi doğurması; bölgenin çokkültürlü yapısı ve siyasi geçmişi göz önünde bulundurulduğunda politik bir anlam da kazanıyor. Deprem, her toplum gibi Antakyalı Ortodokslar üzerinde de büyük bir tahribat yarattı. Can kayıpları, yıkılan evler ve iş yerlerinin yanı sıra toplum hayatının bel kemiğini oluşturan Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi depremde büyük ölçüde yıkıldı. Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi, Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi, Mar Tekla Kilisesi ve St. Pierre Kilisesi de hasar gören yapılar arasında yer alıyor.[1] Yazımın ilk bölümünde, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamın hangi politik dinamikler üzerine kurulu olduğunu incelemiş ve dört Antakyalı Ortodoks’la yaptığım görüşmeler neticesinde, yerellik, bir arada yaşama kültürü, cemaat hayatı ve yemek olmak üzere dört ana faktörün ön plana çıktığını belirtmiştim. Yazımın bu bölümünde ise depremle birlikte Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlam nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ele alacağım. “Bizi şu an ölüme terk ediyorlar” Antakya’nın çokkültürlü atmosferi, her ne kadar devlet kademesinde de “hoşgörü” mitiyle sunulsa da bunun kısmi bir gerçeklik üzerine kurulu olduğunu belirtmiş ve bu gerçekliğin sınırlarından bahsetmiştim. Deprem günü yaşananlara tanık olan Janet ise bu mitin fiziksel sınırlarını bize şöyle çiziyor: “Sindiremiyorum sanırım. İnsanların ölmeme ihtimali falan vardı. Vardı yani. Bizim cemaatten 55 kişi öldü. Arama kurtarma faaliyetlerine de yardımcı olduğum için söyleyebilirim. Yarısı ölmezdi. Geç müdahale edildiği için bu insanların ölmesi benim kanıma dokunuyor açıkçası. Kader, şans… Bir şekilde, birinin kafasına bir taş düşüyor ve ölebiliyor, okay. Ama böyle kasıtlı olarak yardımın gitmediğini düşünen tayfadanım ben. Bizzat kendi bağlantılarımı devreye sokup baz istasyonu yollamaya çalıştım bizim mahalleye. Bizim Antakya’daki Alevi mahallesi ve Sünni mahallesini ayıran fiziksel sınır nehirdir ya, yolladığımız hiçbir şey nehirden geçmediğinde ben anladım: Bizi şu an ölüme terk ediyorlar. Bunu böyle düşündüğüm için daha da öfkeleniyorum. […] İnsanların ağzında hep şu vardı: ‘Biz kendi kendimize cenazelerimizi kaldırmasak, bunlar bizim cenazemizi de kaldırmazdı’, dediler.” Corç ise bir yandan yardımların gelmemesinde fiziksel koşulların etkili olduğunu belirtirken, diğer yandan bölgeye ulaşan yardımlara referans vererek, Janet’in “ölüme terk edilme” olarak özetlediği duruma dolaylı olarak katılıyor: “İskenderun’daydık. İskenderun, Antakya’nın kuzeyden giriş kapısı. Onun için bütün yardımlar İskenderun’a önceden geldi. Antakya’da iki gün boyunca ulaşım kitlendi. Otobanlarda kilometrelerce kuyruk oluştu. Tek geçit olan Belen Geçidi tıkandı. Bundan dolayı yardımlar Antakya’ya cidden yetişemedi. Bir bu var. Ama bunun yanında, sen de kocaman bir devletsin. Bunun başka yollarını bulabilirsin. Nehna bile gemiyle erzak gönderdi. Bunu Nehna yapabiliyorsa, devlet çok daha fazlasını yapabilirdi. Bundan dolayı burada bir art niyet olduğunu düşünüyorum.” Kendini özellikle kriz anlarında gösteren, bir örgütlenme biçimi olarak tanımlanan politik-olan, bir örgütlenmeme biçimi olarak da ele alınabilir. Paylaştığım tanıklıklardan ve depremin ilk günlerinde Antakya’nın konvansiyonel medyada yer bulmamasından yola çıkarak, Hıristiyan ve Alevilerin yaşadığı bu mahallelerde devletin, depremin en kritik saatlerinde arama-kurtarma faaliyetlerini örgütle(ye)memesini, devlet aklının bir yansıması olarak okumak mümkün. Direniş: “Şehri manevi olarak tekrar kurduk” Antakya’da yaşanan yıkım politik-olanı sadece devlet nezdinde değil, bölgenin Ortodoksları nezdinde de açığa çıkıyor. Bu örgütlülük halinin özellikle dini günlerde kendini belli ettiğini, Antuvan’ın “Bayramlar hiç olmadığı kadar […] şiddetli kutlanıyor” sözünden anlıyoruz. Mekansal anlamın inşasında önemli bir yapı taşlarından biri de aidiyet duygusu. Bu duygu, kişilerin kendilerini ait hissettikleri bir mekana bir anlam yüklemesiyle oluşuyor ve bu anlama da çoğu zaman o mekana karşı bir sorumluluk duygusu da eşlik ediyor.[2] Bu bağlamda depremle birlikte açığa çıkan politik-olan, kendini sadece cemaat içi ilişkilerin yoğunlaşması formunda değil, beraberinde sorumluluk duygusuyla gelen bir direniş ruhu olarak da gösteriyor. Bu direniş ruhunu, Antuvan bize şöyle özetliyor: “Evet, fiziksel bir yıkım yaşadık. Çok canlar kaybettik. Ama onların da hatırasını yaşatacak yeni bir şehir tekrar kurulacak. O şehre zaten o maneviyatı, o ruhu yükleyen bizlerdik. Zaten kalbimize, bizlere nüfuz etmiş şehirden birer parça koyarak, o şehri manevi olarak tekrar kurduk. Eskisi gibi olmayacak. Bunu zaten hepimiz biliyoruz. (…) Taş duvarlar ev olmuyor, sokaklar mahalle olmuyor. O binaları ev yapacak olan bizleriz. O sokakları mahalle yapacak olanlar bizleriz. Bizler, bu şehrin insanları olarak bu şehri tekrar kuracağız ve gerçekten çok daha güçlü bir şekilde kuracağımızı düşünüyorum ben. Tarihler boyunca zaten yaşanmış bu büyük depremler. Biz sekizinciyi yaşadık. Bizlere anlatılan bir efsanenin parçaları olduk. (…) Bize [Antakya] yedi kere yıkıldı, kuruldu, dendi. (…) Bizden sonraki nesiller Antakya sekiz kez yıkıldı ama sekiz kez de kuruldu diyecekler. Bunu kuracak olanlar da bizleriz.” Antakya’ya karşı duyulan sorumluluk hissiyle gelişen direniş ruhunun kök nedenini ise Yahya şu şekilde analiz ediyor: “Tüm bu vakıf başkanları, toplumun ileri gelenleri, kiliselerde dini ritüelleri yapabilecek bir alan açmaya çalıştılar. Hepsi de sağladı bir şekilde bunu. Arsuz’da da ayin yapılıyor şu an, Altınözü, İskenderun, Samandağ’da da ayin yapılıyor. Bunu göçü engellemek için yapmaya çalıştıklarını anlıyorum. ‘Burada bir hayat devam ediyor. Biz buradayız. Burada kalan insanlar var. Buradaki hayatın temel çapalarından birisi devam ediyor’, algısını yaratmaya çalıştılar belki de. Bunu illa bilinçli olarak yaptıklarını söyleyemem.” Yazının ilk bölümünde de belirttiğim gibi cemaat hayatının organizasyonunda temel işlevi olan kiliseler, deprem sonrasında direnişin de organize edildiği mekanlar olarak işlev görüyor. Yaşanan bunca yıkıma rağmen dini törenlerde gözlemlenen coşku, “ما رحنا نحنا هون” (Ma rıhna nehna hon / Gitmedik, buradayız!) mesajını verip Antakya’ya yüklenen mekansal anlamı dolayısıyla politik bir düzleme de taşıyor. “Vatansızlık hissiyatı geldi bana” Türkçeye Yunancadan geçen νοσταλγία (nostalgía, nostalji), νόστος (nóstos, eve dönüş) ve άλγος (álgos, ıstırap) kelimelerinin bileşiminden oluşur. Dolayısıyla nostalgía, sözlük anlamıyla “eve dönüş için çekilen ıstırap” anlamına gelir. Buradan hareketle iki nostalji tipolojisinden bahsedilebilir: Düşünsel nostaljide “ıstırap” vurgulanır ve “eve dönüş” kişide melankoli, umutsuzluk gibi mobilize edici gücü olmayan duygular uyandırır. Buna karşın, yeniden kurucu nostalji olarak kavramsallaştırılan tipolojide ise “eve dönüş” yitirilen evin yeniden inşası için gerekli enerjiyi mobilize eder.[3] Janet aşağıdaki anlatısında yaşanan yıkımın hem ekonomik hem de sosyal boyutunu vurgulayarak Antakya’yla düşünsel nostalji üzerinden bir bağ kuruyor. “Vatansızlık hissiyatı” olarak özetlediği bu durum, Antakya’ya yüklediği mekansal anlamının derinliğinin çok net bir ifadesi: “Toparlanabileceğimize dair çok bir inancım yok bu dakikadan sonra. En azından Antakya’nın içinde toparlanacağımıza dair. Vatansızlık hissiyatı geldi bana son birkaç aydır. (…) Sana verdiler 1+1 daire. Çocukluğunun geçtiği sokak oluyor mu o? Ya da çocukluğunun geçtiği ev oluyor mu? Olmuyor. Dolayısıyla aynı şeye dönebileceğimizi düşünmüyorum. Ama çabalamak gerektiğini düşünüyorum. (…) ‘Geri döneceğiz’ler falanlar filanlar, bunlar bana… Adını koyamıyorum ama fazla Instagram gibi geliyor bana. Dolayısıyla bu retorikten çok hoşnut değilim ben. (…) [Kilise] tekrar yapılsa, ben eminim Arsuz’dan Antakya’ya gelen cemaat olur. Mantıklı mı, değil. Çok para çünkü. O, insanların barınması için harcanmalı.” Buna karşın Antuvan, Antakya’yla yeniden kurucu nostalji üzerinden bağ kuruyor ve “eve dönüş” için umutlu: “Gittiğimiz her yere, o birlik beraberlik duygusuyla birlikte, şehrimizi de yanımıza alarak gittiğimizi düşünüyorum. (…) Herkes geri dönmek için gitti. Herkes geri dönecek diye düşünüyorum.” Antakya’ya geri dönüş konusunda ifade edilen farklı fikirler, bölgedeki belirsizlikle doğrudan ilintili. Bu belirsizliklerin başında, Yahya’nın aşağıda belirttiği gibi, mülkiyetin el değiştirme ihtimali geliyor: “Kilise ve etrafı riskli alan kapsamına alınıp 6306’ya tabii tutulduğunda, [Ortodoksların] oradaki mülkiyet haklarını kaybetmeleri çok ciddi bir risk. Oradaki mülkiyet hakkını kaybettikleri anda, bu insanların Antakya’nın dışındaki TOKİ mahallelerinde, (…) kendi seçmediği insanlarla inşa edilecek bir toplumsal dokunun içinde yaşamak isteyeceklerini de sanmıyorum. Pek umutlu değilim, Antakya özelinde. İnsanların kendileri de çok umutlu değil hakikaten. Bunu, çevreye dağılmış Antakyalılarla konuştuğunda anlıyorsun.” Devletin uygulayabileceği mülkiyetsizleştirme politikaları sonucu bölgenin bir rant alanı haline gelmesi ihtimali de “eve dönüş”ün nasıl olacağı hakkında soru işaretleri doğuruyor: “Özellikle Antakya’nın tarihi merkezinin Sur’daki gibi, bir açık hava müzesine, bir ucubeye dönüştürülebilme fırsatı var. Buraya geri dönmek için zaten [Ortodoksların] maddi olarak güçlerinin yetmeyeceğini düşünüyorum. Bu otomatikman Aleviler için de geçerli. Emek, Aksaray, Armutlu, hepsi yeniden yapılacak. Büyük ihtimalle dönemeyecekler. Ekonomik olarak güçleri yetmeyecek. Yapılmak istenilen demografik değişim, bu vasıtayla hızlandırılmış oldu. Bunun geri dönüşünün çok ihtimal dahilinde olduğunu düşünmüyorum. Özellikle son dört yılı sadece inşaattan oluşan bir ekonomik modelle sürdürmeye çalışan bir iktidar olduğu müddetçe, buranın etrafında oturması çok pahalı olan ve mülkiyetini devletin elinde bulundurduğu bir müzeye dönüşeceğini düşünüyorum. Demografik bir değişim ister istemez yaşanacak.” Antakya merkezde son yıllarda uygulanan soylulaştırma projeleri ve bu projeler aracılığıyla planlan demografik dönüşüm ise, belirtilen şüphelerin zeminini oluşturuyor: “Soylulaştı o mahalleler. Biraz benim kanıma dokunuyordu son dönemlerde. Yerlisi ev bulamamaya başladı. Kötü bir şey bu.” (Janet) “Kilisenin arkasında klasik Antakya evleri olarak bilinen avlulu evlerin, 5 Şubat’a gittiğimizde önemli bir kısmının, yüzde otuzunun kafe, restoran ya da otele döndüğünü görmüşsündür. Orası dönüşüyordu, gentrifié oluyordu (soylulaşıyordu). Kentsel dönüşümün esas vurmak istediği yerse Antakya’da 2013’te ortaya çıkan plan ve 2022’de uygulamaya geçirilmesine karar verilen Alevilerin yaşadığı Emek ve Aksaray Mahallelerinin dönüştürülmesiydi. Ortasına kocaman bir camii dikerek, oranın tamamen kentsel dönüşüme sokulması planı vardı zaten. Devletin aslında demografisiyle oynamak istediği nüfus da Alevilerdi gerçekten. Hıristiyanlık, Yahudilik, oranın turistik imajını destekleyen unsurlar. O yüzden o kiliseyi ortadan kaldıracak kadar büyük bir plana girişmek gibi fikir yok.” (Yahya) Antakya, deprem öncesinde de güç ilişkilerinin soylulaştırma projeleriyle kendini gösterdiği bir mekan. Depremle birlikte yaşanan yıkım, bu bağlamda mekanın devlet eliyle dizaynı için geniş bir alan açıldığını iddia edebiliriz. Bu mekan üzerindeki devlet aklı pratikleri okunduğunda, Antakyalı Ortodoksların “eve dönüş” hakkındaki kaygılarının somut bir zemin kazandığını, Corç’un bize dediklerinden anlıyoruz: “İskan politikaları, buralarda yapılmış bir şey. Çok defa yapılmış şeyler. Yeniden bunu yapabilirler. Özal ya da Demirel döneminde, Amik Ovası’na ciddi bir Çeçen nüfus getirildi. Antakya-Samandağ arasındaki dağ köylerine Karadeniz’den insanlar getirildi. Bunun tekrar yapmayacağının hiçbir garantisi yok. Dolayısıyla devlet her boşluğu doldurur. Daha önceki pratiği zaten bunu yapabileceğini gösteriyor” Söz konusu Antakya’ya geri dönmek olduğunda “Nereye dönülecek?” sorusu kadar “Kim dönecek?” sorusu da cevabı analiz edilmesi gereken temel bir soru olarak karşımıza çıkıyor: “Büyük şehirlere ve yurtdışına gitmeye çalışanlar var. Şu anda, özellikle gençlerde yurt dışına gitme eğilimi çok yoğun. Tabii ne kadarı gidebilir ne kadarı gidecek, bilmiyorum. 2000’li yıllarda da bir yurtdışına gitme furyası olmuştu. Tam Samandağ’da genç nüfus evlendi, nüfus artmaya başladı, sonra da deprem oldu. Yine aynı şeyle karşı karşıya kaldık şu anda. Daha çok ekonomik kaygılarla göçüyor insanlar.” Yukarıda Corç’un da ifade ettiği gibi, deprem Antakya bölgesinde ciddi bir ekonomik belirsizlik de meydana getirdi. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kriz ise mevcut belirsizliğin şiddetini arttırıyor. Bu bağlamda, özellikle söz konusu Ortodoks gençler olunca, politik-olanın “göç” formunda da ortaya çıkması ihtimaller dahilinde. Antakya’nın geleceğine dair sözünü ettiğimiz kaygılar, devlet aklının sadece geçmiş değil, güncel pratikleriyle de ilgili. Depremin üstünden on ay geçmesine rağmen devam eden, diğer bölgelerde çözülmesine rağmen Antakya’da henüz çözülmemiş problemler, Corç’un da aşağıda ifade ettiği gibi, bir “yıldırma politikası” olarak değerlendirebilir. “İnsanları yıldırıyorlar. Adıyaman’da, Maraş’ta su problemi yok. İskenderun’da da deprem Antakya’daki kadar yıkıcı değildi. Buna rağmen, altı aydır -affedersin ama- sürekli bok kokusu çekiyoruz. Çünkü altyapı iptal ve yapılmıyor. Bugün WhatsApp gruplarında şöyle bir konuşma döndü. İskenderun ve Arsuz’daki kıyı şeridinin ciddi bir kısmında, yoğun miktarda koli bakterisi bulunduğu tespit edilmiş. Bu da ne demek? Lağım direk denize boşalıyor. Altı ayda bunu yapamaz mıydın? Hakikaten ciddi bir kayıtsızlık var Hatay bölgesine karşı.” Özetle depremle birlikte fiziksel mekanın değişimi, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamı da dönüştürüyor. Devlet aklı bağlamında politik-olanın “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları olarak kendini göstermesi/gösterebilme ihtimali, cemaat bireylerinin mekana yüklediği anlamı daha da politik bir düzleme çekiyor. Bunun neticesinde, “hoşgörü” mitinin fiziksel sınırları çizilmiş ve sonrasında bir direniş ruhu doğmuş olsa da, bölgedeki belirsizliklerin cemaat üyelerini “eve dönüş” isteği ve “ıstırap” duygusu arasına sıkıştırdığını söylenebilir. Antakya’yı özel kılan, bölgenin Ortodokslarının kendi kimlikleriyle -yapılan bütün eleştirilere rağmen- gündelik hayatın içine karışabilmesi, Yahya’nın ifadesiyle “bir müzelik eşya değil de şehrin aktörleri” olabilmesi. Cemaatin kendi kültürel dokusunda varlığını tekrar tesis edebilmesi için, “Geri döneceğiz!” söyleminin altının doldurulması gerekiyor. Devlet aklı pratikleri olarak özetlediğimiz “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları sonucu açılan geniş mücadele alanında, bölgede çokkültürlülüğün devamının garantörü olarak görülen Arap Alevilerle ortak bir akılda buluşmanın elzem olduğu sonucu çıkarılabilir. [1] Hakan Mertcan, “Antakya’da Zarar Gören Tarihi Mekanlar, Yaralanan Kültürel Miras”, Nehna, Erişim: 11.08.2023, https://nehna.org/antakyada-zarar-goren-tarihi-mekanlar-yaralanan-kulturel-miras/ [2] Doreen Massey, “Geographies of Responsibility”, Geografiska Annaler. Series B, Human Geography, cilt 86, sayı 1, 2004, s. 5–18. [3] Svetlana Boym, The Future of Nostalgia, New York, Basic Books, 2001, s. xviii.
- Ras-el Seni, ‘Habeq’ Kokusu ve Antakya
14 Ocak, “Ras-el Seni” yani yılbaşı. Her 14 Ocak, biraz kurulan sofralar ve biraz da ‘habeq’ (kuru fesleğen) kokusudur çocukluğumdan uzanan. Sabahın çok erken saatlerinde gürültü yapmamak için ayak uçlarında koşuşturan annemin sesine değil ama ‘kibbeh’ (içli köfte) etinin içine eklenen maydonoz kokusuna ve de bulgurla yoğrulan dışına da hafiften dokunduracak oranda kattığı ‘habeq’in keskin kokusuna uyanırdım. O tatlı telaş kaçınılmaz. Müthiş zahmetli ‘kibbeh’ neredeyse hazır olurdu tabii biz kardeşler uyanıncaya dek. Bir gün öncesinden hazırlanan ya da topluca ‘sini’ dediğimiz tepsilerde yapılan ‘kahke’ (külçe) kahvaltı için hazır. Hemen kahvaltım için kahke yerken bir yandan hızlıca anneme yardım etmeye başlardım. İşin çoğu bitmiş olsa da. Bu arada kahke hala en sevdiğim tatlardan. Köftelerin içini doldururken annemle birlikte, annem ‘bitmek üzere zaten, sen bırak hadi bir kahve yap’ derdi. Çocukluğumun, ergenliğimin en önemli görevi süvari kahveyi yapmaktı. Tam ayarını tutturmak kolay değildir ‘koyu’ kahvenin. Biz kahveyi çifte kavrulmuş ve elbette sade ve çay bardağında içeriz. Yılbaşı’na hazırlık sonrası süvari kahveleri yudumlamak gibisi yoktur. Kahvenin en güzel hali, yorgunluk ve heyecan içinde içilen bayram kahvesi. Ras-el seni akşamı tüm aile bir arada sofralar kurulur ve gelen giden eksik olmaz kapıdan. Arapça şarkılar, bazen halaylar… Ve tabii ki çocukların en güzel hediyesi yılbaşı harçlıkları ve tatlılar. Bir yandan Mushabbaq (Züngül) bir yandan baklava…Ras-el Seni pek çoğumuz için çocukluğumuzun ve de yetişkinliğimizin en güzel anılarını biriktirdiğimiz gün. Deprem sonrası Antakya’da Ras-el Seni heyecanı yerini buruk bir yeni yıl başlangıcına bırakıyor. Dünyanın her bir köşesine dağıldık biz Antakyalılar. Çok zor aynı gülümsemeyle o sofraya oturmak pek çoğumuz için. Ne gelen misafirler, ne de misafirlerimizi ağırlayacağımız evler kaldı. Ama Ras-el Seni aynı zamanda Arap Alevilerin için en önemli ritüellerinden biri. Yemeğiyle, duasıyla, birlikteliğiyle. Peki nedir Ras-el Seni? Ras el-Seni, senenin başı demek, yani bildiğiniz yılbaşı. Rumi takvimin ilk günü, Türkiye’de resmi olarak kullanılan Miladi takvime göre 14 Ocak’a denk düşüyor. Rumi takvime göre yılın ilk ayının ilk günü Ras el-Seni olarak kutlanıyor. Türkiye'de (çoğunlukla Hatay, Adana, Mersin şehirlerinde), Suriye'de, Lübnan'da ve diyasporada, Latin Amerika’da Arap Aleviler kutluyor bugünü. 14 Ocak sabahı erkenden küçük olanlar büyük olanların evlerine gider onların yeni yıllarını, bayramlarını kutlar. Ras el-Seni neredeyse yukarıda bahsettiğim ‘kibbeh’ dediğimiz içli köfte ile özdeşleşmiştir. Kibbeh özellikle bugüne özgü bir yemek olarak bilinir ve yenir, misafirlere ikram edilir. Bunun dışında çeşitli tatlılar yapılır. Herkes büyüklerinin evinde toplanır. 50-60 yaşında olsanız bile sizden büyük olanların evine gidersiniz. Büyüklere saygı, şeyhlere saygı gösterilir. Size dinen önderlik etmiştir kirveleriniz, amcalarınız ziyaret edilir. Hemen hemen tüm aileler bu adetleri yerine getirir. Ayrıca özel bir ibadeti yoktur bugünün, genel olarak ziyaretlere gitmek gibi bir ritüel vardır. Ras-el Seni’nin en güzel tarafı birliktelik, bir arada olmak. Eksiğiz bu sene hem de fazlasıyla eksik. Ama yine buluşup ellerini öpeceğiz kalan büyüklerin. O küçücük konteynerda da olsak yoğuracağız içli köfteleri. Hayatta kalmanın mücadelesi sürerken Antakya’da bu ritüellere sarılmak bir kültürel direniş. Bu yılbaşı Antakya’da kaybettiğimiz anların, insanların, mekanların yasını tutarken çocukluğuma bir öpücük konduruyorum. Hatırlamak öylesine bir nostalji değil ve gidenlerin ardından gözyaşıyla sonlanmıyor, gözyaşı ve hüzünle başlasa da. Antakya’ya dair her anlatı sonunda varlığımızı, geçmişimizi ve hafızamızı korumanın ve aktarmanın yolunda birleşiyor. Depremin ardından neredeyse bir sene geçti ve Antakya’da hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Radikal kötülüğün sarmalında yaşam alanlarımız talan ediliyor. Sermaye ve siyaset kıskacında sıkışan Antakyalılar görmezden gelinip kentin rant odaklı yeniden inşa sürecine mahkum ediliyor. Ancak unutmamız gereken bir şey var. Her ritüelimizin temelinde büyük mücadele ve her şeye rağmen zalime kafa tutan halklarımız var. 6 ve 20 Şubat yani depremlerin yıldönümleri yaklaşırken biraz daha ağırlaşıyor acıların yükü. Ancak her an kendimize hatırlatmamız gerek bir konu var: Yıkımın ve sistematik olarak ihmal edilen Antakya insanları olarak korumaya çalıştıklarımız neler? Kentimizi savunmak yalnızca binaları savunmak değil. Hak arayışının kendisi bir bütün. Mülkün korunmasından ortak alanlarımıza, sokaklarından mahalledeki esnaf lokantasına kadar bizim için sosyal ve kültürel anlamda yeniden inşa etmek istediğimiz her şey bu korumanın ve savunmanın bir parçası. Tarihimizle, dilimizle ve tüm ritüellerimizle var olamaya devam edeceğiz. Ve işte tam da bu nedenle tarihin bize fısıldadığı o gizli sözcük direniş! Antakyalılar olarak yine o sofralarda huzurla buluşmak ve evlerimizde yorgunluk kahvemizi içeceğimiz günler için şimdi mücadele zamanı! Ras el-seniy mubarak 3leykin, kıl 3am wa into bi khéyr iñshallah ya cami3en! Fotoğraflar: Bora Selim Gül, Şule Can
- “Rosinante hafızamızı kaybetmemek için eski Antakya’ya dönüyor”
Rosinante, Antakya’da deprem öncesi şehrin hafızasında önemli bir yer tutan, insanların sık sık bir araya geldiği mekanlardan biriydi. Deprem sonrası süreçte bu mekan, bugün şehirde kapılarını tekrardan açmaya başlayan birçok restoran gibi Antakya’nın gastronomi mirasını canlandırarak insanlara umut vermeye hazırlanıyor. Yapılan restorasyonun ardından 6 Ocak’ta yeniden açılacak mekanın sahibi Doğuş Genç’le bu süreci ve Antakya ve çevresinde yemek kültürünün nasıl desteklenebileceği üzerine söyleştik. Röportaj: José Rafael Medeiros Coelho Rosinante’nin ortaya çıkış hikayesini ve senin kişisel yolculuğunu bizlerle paylaşabilir misin? Şarap ve fermantasyonla olan yolculuğum 2014’te başlamıştı. Antakya’da her aile gibi benim de ailem sürkisini, yoğurdunu, turşusunu, zeytinini üreten bir aile. Bu süreçte ilgimi çeken fermantasyonun temel mantığını öğrenerek bira ve şarap üretmeye başladım. Bu üretim tekniklerinde yerel olana yönelerek Türkiye’nin ilk kakuleli birasını ürettim ve atalık tohumumuz olan karakılçık buğdayından deneysel bira çalışmaları yaptım. Bu yolculuğa asıl yön veren olgu, dünyada sadece Antakya’da yetişen gerçek, kadim ve kültürel bir coğrafi özelliği olan, coğrafi işaret alınmasına da katkı sağladığım antik çağlardan bugüne kadar gelen bir üzüm çeşidi olan barburi oldu. Bu yolculuğum sırasında katıldığım birçok tadım, etkinlik, workshop sonrasında bu işi profesyonel olarak yapmaya karar verdim ve bira, şarap, fermantasyon, ekşi mayalı ekmek yapımı vb. eğitimleri vermeye başladım. Şarabın izinden Fransa’ya gitmeye karar verdim. Marsilya’nın kuzeyinde yer alan Longo Mai komününde yaşayarak Fransızcamı geliştirmek, şarap alanında çalışmalar yapmak istedim. Bazı nedenlerden ötürü Türkiye’de kalınca Rosinante’yi açmak için İstanbul’un kendine has mekanlarını Van Gogh kapaklı bir defterle gezerek, sohbet edebildiğim herkesle -garson, mutfak şefi, temizlik görevlisi, barmen, işletmeci, mekan müdavimleri- “36 gün 206 mekan” adını verdiğim bir çalışma yaptım. Ve Rosinante’nin konsepti böyle doğdu. Yerel üretici ve organik tarım yapan çiftliklerden aracısız tedarik ettiğimiz ürünleri sunduğumuz ve doğaya, toprağa, suya ve insana saygılı üretimi benimseyen küçük üreticiden aldığımız ürünleri tedarik ederek kaybolmaya yüz tutmuş olan yerel peynirciliği, adil üretim modelini desteklediğimiz bir konsept. Rosinante’nin kökenlerini öğrenmek gerçekten büyüleyici. Şimdi, odak noktamızı yakın tarihe çevirelim. Antakya yıkıcı deprem geçirdi ve bu deprem şehri, sakinlerini ve Rosinante’yi etkiledi. Depremin size kişisel olarak nasıl etki ettiğini ve Rosinante’nin bu dönemde karşılaştığı zorlukları paylaşabilir misin? Rosinante, dünyanın ilk aydınlatılan caddesinin olduğu, bizlerin eski Antakya evleri diye tabir ettiğimiz bölgenin içerisinde bulunuyordu. Fay hattı şehir merkezinden geçtiği için bu bölge çok büyük oranda yıkıldı. Bizler ikinci gün Rosinante’yi kontrol etmeye gittiğimizde üst katlarının yıkıldığını, bar bölümünün büyük oranda dağıldığını ve kimler olduğunu bilmediğimiz kişiler tarafından yağmalandığını gördük. Bu süreçte bahsettiğimiz üreticilerden aldığımız tüm gıdayı, ıslak mendil, peçete gibi şeyleri insanların toplandığı alanlarda dağıtmaya çalıştık. Şehirden ayrılmak zorunda kaldığımız günden mobil şubemizi açana kadar yedi farklı kez kapımız kırılarak içeri girildi. Bu süreçte eski Antakya evleri bölgesinin yaşadığı en büyük problem yıkım ve sonrasında olan yağmalama ve güvenlik problemiydi ve bu sorun güncel olarak devam ediyor diyebilirim. Kesinlikle, deprem birçok zorluğu beraberinde getirdi. Rosinante’nin yeniden açılma sürecinde karşılaşılan belirli durumlar veya zorluklar hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz? “Mobil Rosinante”yi başlattınız. Bu mobil konsept nasıl gelişti ve bu zorlu dönemde Rosinante’nin varlığını sürdürmeye nasıl etki etti? “Mobil Rosinante” ile ilgili öne çıkan belirli girişimleri veya deneyimleri paylaşabilir misiniz? Rosinante’nin Antakya’ya yeniden dönüşü için üç ana sebep sayabilirim. Birincisi depremde kaybettiğimiz gönül ortaklarımız Oktay ve Lukas’ın anısını yaşatmanın sorumluluğu. İkincisi, şehrimizin yeniden inşası ve Antakya’nın tarihini, kültürünü, hafızasını insanını ve doğasını koruyarak yeniden yükselmesine katkıda bulunmak. Ve üçüncüsü, hafızamızı kaybetmemek. Zira kentler mimari birikimleriyle hafıza mekanlarıdır. Bu süreçte Nisan itibariyle yıkımın daha az olduğu bir bölge olan Harbiye Yolu Caddesi’nde atıl durumda olan bir parkı çevre düzenlemesi, elektrik ve aydınlatma, su ve tuvalet gibi temel ihtiyaçlara göre düzenleyerek, mobil karavanımızıysa deprem sonrası şehirde eksikliğini çok hissettiğimiz hijyen ve sanitasyon kurallarına göre revize ederek taş fırının da içinde olduğu profesyonel bir mutfağa dönüştürdük. Bizim açmamızın ardından, şehrin en eski kahvecilerinden Affan Kahvesi başta olmak üzere Saray Caddesi’nin birçok esnafı çevremizde konteynerlerle işletmelerini yeniden açarak, Defne bölgesinin en hareketli, sosyal ve güvenli alanının oluşmasını ve iş istihdamını sağladı. Bu tür zorluklarla yüzleşirken direncin korunması hayati önem taşıyor. Rosinante’nin ve topluluğunun depremin getirdiği zorluklara rağmen parladığı, öne çıkan özel anları paylaşabilir misiniz? Yerel halk sizleri nasıl karşıladı? Yerel halk tarafından desteklendiğini hissettiniz mi? Bizim evlerimiz ve işyerimiz yıkılınca benim ailemden şehirde kalan tek kişi ben oldum. Bir süre karavanın içerisinde, bir süre de çadırda kaldım. Mobil şubemizi ilk açtığımız gün bulunduğumuz bölgede yaşayan tek bir hane bile yoktu. Çoğu binada elektrik, sokakta da insan bulunmuyordu. Bir şekilde orada yarattığımız hareketlilik insanların tekrardan mahalleye dönmelerine vesile oldu. Çevremizde olan hareketlilik ışık ve ses için herkes gelip teşekkür ediyordu. Seçim süreçlerinde sabah 6:30’dan gece 02.00’ye kadar açık kaldık. Bunun nedeni ise şehre oy kullanmaya gelen insanların güvenli hissettikleri ve rahat edebilecekleri o dönem açık olan tek mekandık. Yerel halk bu süreçte tüm eksikliklerimize rağmen mobil şubemize gelerek sabır gösterdiler ve desteklerini esirgemediler. Minnettarız. Şimdi, zorluklara rağmen, bölgenin gastronomisine katkıda bulunmayı amaçlayan Rosinante ve sizin Antakya ve çevresinde gastronomi kültürünü teşvik etme projelerinizle ilgili daha fazla detay paylaşabilir misiniz? Antakya’nın yeniden inşasına nasıl katkıda bulunmayı ve yerel topluluğu nasıl desteklemeyi planlıyorsunuz? 7 aydır süren restorasyon ve güçlendirme çalışmalarımız sonucunda eski Antakya evlerinin ayakta kalan ve aktif olarak çalışmaya başlayacak olan tek restoranını, kafesini, eski Rosinante’yi yeniden açıyoruz. Şehrimiz tarihi, kültürü ve gastronomisiyle öne çıkan bir şehir. Biz bu üçünü harmanlayarak yeni bir mutfak yaratmaya çalışıyoruz. Sosyal gastronomiyi şehirde ilk kez gündeme getirerek mutfağın etikasıyla ilgileniyoruz. Gıda ve yemek kültürünün toplumsal etkilerini, dönüşüm gücünü vurgulamak istiyoruz. Köydeki teyzeden domates salçası ve nar ekşisi alarak kadim olanı sürdürmek ve sürdürebilmelerine katkı sağlamak istiyoruz. Yaptığımız pizzanın kenarları Antakya simidinden ilham aldı ve İtalyan pizzasıyla füzyon edildi. Kahvaltılık toz zahterle yaptığımız pizzamız ise bulunduğumuz coğrafya olan Levant’ın Lübnan mutfağından esinlenerek yaratıldı. Yakın gelecekte ise Rosinante mutfağını Hatay’ın gastronomisine yeni soluk getirecek kişileri yetiştirmek üzere bir Gastro Talent Academy’ye dönüştürmeyi hedefliyoruz. Sanatçı Ezgi Aysever tarafından tasarlanan yeni logo, Eski Antakya’nın hafıza mekanlarının bir karışımı olarak tanımlanıyor. Bu tasarımın arkasındaki ilhamı açabilir ve Rosinante’nin kimliğinin özünü nasıl yansıttığını açıklayabilir misiniz? Don Kişot, aşırı romantizm ve hayalperestliğin bir göstergesi olarak kabul ediliyor. Ama aslında bana göre hayali gerçeğe dönüştürme serüveninin içerisindedir Don Kişot. Don Kişot’un atı olarak Rosinante zorluklara rağmen sadakatle yanında kalan bir varlık olarak temsil edilir. Hem sadakatin hem fedakarlığın sembolüdür. Aynı zamanda ideallerinin peşinden gidenlerin içindeki gücü azmi ve inadı temsil eder. Cervantes’in hayal gücüyle yazdığı Don Kişot’un hayaleti Antakya’da yeniden beliriveriyor. Rosinante şehri terk etmiyor. Antakya’ya bağlılığını ve sadakatini gösteriyor. Yeni logomuz terk etmediğimiz şehrimizin belleğinin, hafızamızın fiziksel yansıması olan mekanları içeriyor. Son olarak, bu yıl boyunca, sosyal medyada Rosinante’yi sık sık ziyaret eden birçok kişi, restorandaki güzel anılarıyla ilgili videolar ve fotoğraflar paylaştı. Bildiğiniz gibi, 6 Şubat depremlerinde büyük hasar gören Hatay, özellikle tarih kenti Antakya’nın mekansal hafızasını canlı tutmak amacıyla “Beledna Hafıza Haritası” adlı çevrimiçi harita projesi başlatıldı. Antakya ve Hatay sakinlerine, Beledna kullanarak ve Rosinante gibi şehrin önemli gastronomik simgelerinin yer aldığı haritada fotoğraflarını paylaşarak bu mekanları canlı tutmaya ve depremde maalesef yok olan bu şehir simgelerini hatırlamaya yönelik önemini sormak isteriz. Sizce, Beledna’yı kullanmak ve bu tür anıları paylaşmak neden bu tür yerlerin hafızasını canlı tutmak için önemlidir? Antakya evleri, sokakları, kapıları onlarca medeniyetin izlerini taşıyor. Antakya’daki herkes en az bir kere bu sokaklarda gezmiş, en az bir kere buralarda fotoğraf çekmiştir. Bu fotoğraflarda hiç dikkat etmediğimiz bazı detaylar olabilir. Doğum, ölüm ve yaşamın sembolü olan akantüs bitkisinin yaprağının Antakya evlerinin kapı ve pencerelerinde hayat bulması gibi… Tıpkı şimdi şehrimizin doğum, ölüm ve yaşam paradoksunun içinde bulunması gibi… Şehrimizin yeniden doğuşuna katkı için bu anıları paylaşmak ve Beledna’yı kullanmaya davet ederek bitirmek istiyorum.
- ‘Antakya Rum Ortodoks Kilisesi 3-4 yıl içinde yeniden yapılabilir’
Buse Ceren Gül, Antakyalı genç bir mimar. Tam bir Antakya sevdalısı. Covid 19 salgınında kaybettiği dedesinin çocuklukta ona taktığı ismin ardından adlandırdığı Bus•Bus Mimarlık çatısı altında Türkiye’de ve uluslararası alandaki projelerde yer alıyor. Mesleğine tutkusu çok güçlü. Öyle ki, mimar olma hayalleri kurduğu 13 yaşında mimarların sadece tarihi binalar yaptığını sanışını anlatımı beni çok etkiliyor. Bu tutkusu ona Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin ve Saray Caddesi üzerinde vakıfa ait dükkanların rölövesini çıkarma imkanı da tanımış. İşini öyle severek yapmış ki, bugün elimizde istendiği takdirde kiliseyi ve Saray Caddesi’nin büyük kısmını yeniden inşa etme olanağı var. Röportajı gerçekleştirirken şehrini Buse gibi bu kadar seven, mesleğini tutkuyla yapan daha çok insana ihtiyacımız olduğunu düşündüm. Buse Ceren’le depremi, Antakyalı olmayı, Rum Ortodoks Kilisesi’nin rölövesini çıkarma sürecini ve Antakya’yı nasıl inşa edeceğimizi, nasıl geri dönebileceğimizi konuştuk. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Buse öncelikle deprem gecesini sorarak başlamak istiyorum. O gün neredeydiniz? Nasıl yaşadınız o günü? Biz Antakya’da değildik, kardeşimle birlikte Dubai’deydik. Sabaha karşı bulunduğumuz yerde Antakyalı biri vardı. Biliyorsunuz yurtdışına gittiğinde Antakyalılar birbirlerini bulurlar. Sabaha karşı o aradı, ciddi büyük bir deprem oldu diye ama tabii ki idrak edemedim ben. Depremin ne boyutta olabileceğini gözümde kestiremedim açıkçası. Sonrasında kız kardeşimi aradım, annemi aradım, ulaşamadım. Başkalarını aradım, birine ulaşayım da öğreneyim ne durumda olduklarını, hiç kimseye ulaşamadım. Aradan biraz zaman geçti, babamla kardeşimi uyandırmak için aşağıya indim. Ama kime ne olduğunu bilmediğim için onları da korkutmak istemiyordum, biliyorsunuz, kalp krizi durumları olabiliyor. En sonunda kız kardeşim bana ulaştı. “Biz iyiyiz” dedi. Annemle o evdelerdi. Ama annemin telefonu çalıyor ama açılmıyordu. Telefonunu evde unutmuş çıkarken. Çünkü bizim bina da ağır hasarlıydı. Sonrasında döneceğiz ama İstanbul’da da kar yağıyor, havalimanları kapatıldı. En sonunda uçak bulduk, İstanbul’a geldik ama uçakta 5 saat kaldık, o 5 saat içerisinde düşünüyoruz “Ne oldu, ne oluyor, acaba indiğimizde başka bir senaryoyla mı karşılaşacağız?” falan diye. Biz indik, niyetimiz Antakya’ya geçmekti ama uçuşlar iptal oldu. Buradan gönüllüleri götürmek için bir araya gelindi ama orada da birçok sıkıntı yaşandı. Anneme ulaştığımızda, “Buraya gelmeyin, hakkımı size helal etmem, bana oradan yardım edin” dedi, çünkü orada hiç kimse birbirine yardım edemiyordu. Kimse kimseye ulaşamıyordu bile. Biz anneannem ve halamın enkaz altında kaldığını da geç öğrendik. Onlar bize geç bildirdikleri için. Sonrasında tabii ki gitmek istiyorsun ama bir yandan diyorlar ki “Gelirseniz daha kötü olacak her şey. Bari birileri bize dışarıdan bir şeyler yapsınlar”. 6 gün boyunca AFAD’a yalvardık, AKUT’a yalvardık. Sürekli “kaydınızı alıyorum” dediler ama alınan bir kayıt yoktu. Sağolsun üniversiteden arkadaşlarım ulaştılar bana. Antalya’dan, İstanbul’dan giden var, onlar ekip kurdular, gittiler. Bu arada insanlar gidiyor ama enkazlar çok ciddi, binaların yıkımı çok şiddetli. Normal bir binanın yıkımını bir mimar olarak hayal edebiliyorum ama günlerce ben binaların yıkım şekillerini inceledim ki, ne olmuş olabilir diye düşündüm ki, benim bile aklım almadı. Tam onu soracaktım aslında, mimar gözüyle baktığında, neden bu derece bir yıkım olduğuna dair ne söylemek istersin? Öncelik olarak zemin çok önemliydi. Biz de şöyle bir şey yaşadık, mesela müşteri bazen sizden maliyet artmasın diye sizden çok garip şeyler de isteyebiliyor. Yaptığımız bir villa var, bu villada normalde iki katlı diye başladık, sonra beş kata çıktı çünkü zemin etüdü yaptırdım. Zemin etüdünde dolgu çıktı. Ve dolguyu çıkardık çünkü sert zemine yapmanız gerekiyor temeli. Üç metre çıkardık. Üç metreden daha fazlaydı dolgu, 6 metre dolgu çıktı. Adam normalde bizden üç metre istedi. Ama biz dedik ki, “Bunu bu şekilde inşa edemeyiz, bu riski göze alamayız”. Ve biz onu 6 metre ve iki bodrumla çözdük, yani bina 5 kata çıktı. O günden sonra, herkes iyi mi, bütün inşaatlarımız yerinde mi diye herkesi aradığımızda adam dedi ki, “Sıva çatlağı dahi yok”. Sadece mobilyalar yıkılmış o da zaten olabilecek bir şey yüksek tavanlı evlerde. Sabitlemediğiniz sürece zaten şu an bir abajurun yanından geçerken çarptığınızda bile düşer. Ama bu tarz istekler olduğu zaman hem müteahhittin hem mimarın hem inşaat mühendisinin, herkesin o çizgide durması gerekiyor. Çünkü başından beri söylüyorum: “Biz insanlara yuva inşa ediyoruz, mezar inşa etmiyoruz”. Zaten o öldükten sonra mermeri bile bir yıl sonrasında koyuyorlar. Bizim yapacağımız şey bu insanların orada barınabilmesi. Bunu yapamıyorsak, o zaman bu mesleğin de bir anlamı yok, müteahhitliğin zaten bir anlamı yok. Ben sekiz yıldır mimarım, bugüne kadar hiçbir müteahhitle çalışmadım. Hep şunu söyledim, “Ben onların isteklerini karşılayabilecek biri değilim”. Yapamam, vicdanen de yapamam, tasarım olarak da yapamam. Beklentiyi karşılamak çok farklı bir şey, müşteriyle enerjiyi yakalamak çok farklı bir şey. Uzun bir süre birlikte yürüyorsunuz. Ama müteahhitlerle yapılan apartmanlar maalesef ki öyle değil. Onlar maliyet tarafındalar daha çok, o yüzden orada büyük sıkıntı yaşanıyor. Son sözü müteahhit mi söylüyor? Tabii, parayı veren düdüğü çalar mantığı var. Ama bu noktada yapmak istemiyorsa inşaat mühendisi ya da mimar tercih meselesi. Yapıyorsanız, müteahhitten bir farkınız yok zaten. Yapacak müteahhit bulunuyor bir şekilde ama en azından yoruluyor o süreçte ve belki vazgeçiyor. Şöyle bir algı da var, çok demir koyarsak depremde yıkılmaz. Hayır, öyle bir şey de söz konusu değil. İnsanlarda, maalesef ki bizim toplumumuzda, özellikle Antakya’da, yaklaşık 4 yıldır Antakya’da çalışıyorum, her şeyi bilme olgusu vardır. Herkes her şeyi bilir. Mesela mimar olarak biz eğitimliyiz, tabii ki, bunu iyi kullanan da kötü kullanan da var her meslekte olduğu gibi bu. Ama bir kalıpçı da, sıvacı da sizinle aynı işi yaptığını sanıyor. Elektrikçi de sucu da. Siz bir onlarla savaşıyorsunuz, hem de mal sahibi onları daha çok bilirkişi diye görüyor. Hata orada başlıyor zaten. Bu insanların ellerine sağlık, tabii ki iyi ustalar var, biz de onlardan bir şeyler öğreniyoruz. Biz teknik biliyoruz ama saha kısmını tabii ki onlarla yürüyor, ben de çok şey öğrendim bugüne kadar. Ama bunu teknikle birleştirdiğim zaman başarılı oldum zaten. Eğer ki usta bana deseydi ki, “Şunu şöyle yapmak zorundayız”, bilmediğim için tabii ki derim. Ama bir şeyin nasıl olması gerektiğini ancak araştırarak öğrenebiliriz. Bu mimar için de müteahhit için de geçerli. Dünyada her saniye yeni bir şey keşfediliyor, hepsine yetişmek çok zor ama kendi alanınızla ilgili açıp bakabilirsiniz. Antakya’da şehrin ovaya kurulmuş olmasını etkisi var mı bu yıkımda? Tabii ki, illa vardır bir etkisi ama Antakya yüzyıllardır var olan bir şehir ve eski antik kente baktığınız zaman yeri zaten belli. Bu şehirleşmeyle ilgili Türkiye çapında maalesef şöyle bir problem var: Biz master plan yapan bir millet değiliz. Ben yurtdışında şehirler inşa ediyorum, şehir planlarına çalışıyorum, öncelik olarak ilk yaptığımız şey şehir planı. Yani buraya bu şehir kurulur mu ya da bu şehir buraya doğru genişletilir mi? Ama Türkiye’de hep çarpık kentleşme dediğimiz şey var, olmayacak yere de biz yapıyoruz. Evet, eski Antakya’yı düşündüğümüzde altından fay geçiyor olabilir, zemin zamanla mukavemetini kaybetmiş olabilir, sıvılaşma mümkün olabilir, geri kalan içinse ayakta kalan binalar var. Deprem yönetmeliğine baktığınızda 9 şiddetine dayanması gerekir diyor. Hasar almaması gerekir demiyor, diyor ki, ayakta kalacak. Yani bu insanlar bu binayı terk edebilecekler. Orada ayakta duran binalar var. Benim de binalarım ayakta durdu. Yani baktığınızda iki bina yan yana yıkılmış üçüncü bina ayakta duruyor ve insanlar oradan çıkabilmişler. Demek ki yapılabiliyor, orada başka bir sıkıntı var, onun irdelenmesi gerekiyor. Zemin kötüyse o zaman zemin etüdünde çıkması gerekiyordu bunun. Temeli belki daha iyi yapmaları gerekiyordu. Mesela biz bir inşaatımızda fore kazık yaptık. Ciddi maliyet artırdı ama binada sadece sıva çatlağı var, yıkım olmadı ve insanlar arayıp teşekkür ettiler. Demek ki yapılabiliyor. Uygun olmayan zeminlerde de çözümler üretilebiliyor, yeter ki bunu isteyin. Kolon kesme durumu Antakya’da çok var mı? Şu anki açığa çıkanlarda var gözüküyor. Ben hep onu iskelet sistemine benzetiyorum. Kolon-kiriş sistemi bir insanın omurgası gibi düşünün, siz o omurgadan herhangi bir parçayı çıkardığınızda vücudunuzda hasara yol açar, bu da aynı şey. İnsanlar bunu pek idrak edemiyorlar. “Kolon kestik, zaten 10 tane daha kolon var” diyorlar. Öyle bir şey yok, biz yük dağıtıyoruz. Sen o kolonu kestiğinde diğerlerine yük biniyor. Eğer dengeyi şaşırtıyorsan zaten o binaya geçmiş olsun. Zeminin esnekliği noktasında da radya temel daha sağlıklı, çünkü eşit dağıtıyor. Çok şiddetli bir depremdi, bunda herkes hemfikir zaten. Evet ölümlere de yol açabilecek bir deprem ama yeni yapılan binaların yıkılmasını açıklamıyor. Ama bu tamamen yapımla alakalı. Radya temel maliyeti de artırmıyor. Ondan bir 100-200 lira keseceğine onu koysa değeri daha fazla olacak evin. Antakya’da maalesef ki gayrimenkul fiyatları çok hızlı bir şekilde arttı. Kıyasladığınız zaman, en basiti eski Antakya evlerinde bile baktığınızda İstanbul’da 2 milyona alınan evi biz 4-5 milyona alabiliyorduk depremden öncesine kadar. Yani maliyetlere oranla da artmadı. Orada 1 milyonluk evi 1 milyon 100 bine mal etseydi yine 3=4’e satacaktı zaten. Burada 100-200 bin lira için bu kadar insan öldü maalesef. Senin için Antakya ne demek? İnsanlarımızı kaybettik, sen de anneanneni ve halanı, arkadaşlarını kaybettin ama her şeyi bütünüyle düşünürsek biz aslında ne kaybettik? Biz büyük çapta evimizi kaybettik, ben öyle görüyorum. Ben üniversiteyi de dışarıda okudum, meslek hayatına dışarıda başladım ama Antakya çocukluğumdan beri benim için korunaklı bir fanus gibiydi. Tabii, içeride yine sıkıntılar vardı ama dışarıdan gelebilecek her şeye karşı benim güvenli alanımmış gibiydi. Ama şu anda tüm Hatay’da herkes, evini yurdunu kaybetmiş gibi. Evet, Türkiye’de yaşıyoruz ama Antakya bizim için Türkiye’nin kendisiydi. O yüzden çok eksik hissediyoruz. Depremden etkilenen birçok şehir için “elveda” ifadesini gördük, ama Antakyalılar hep “geri döneceğiz” dediler. Antakya’nın bu anlamda farkı ne sence? Çünkü biz birlikte yaşamayı bilen insanlarız. İçeride problemlerimiz var ama Antakya bizim için ev. Sadece oturduğumuz yer olan 200-300 metrekarelik alanlar değil. Ev içerisinde nasıl bir rutinin varsa şehirde de öyle bir rutinin vardı. Herkes herkesi tanır, her işinizi çözebilirsiniz. Saygı, sevgi çerçevesinde her şeyi halledebilirsiniz. Bunu büyürken de böyle öğrendik. Aslında hepimiz için bir eve dönme isteği var. Başka yerde yaşayamayız. Bizim kendi rutinlerimiz var, içtiğimiz kahve bile, mesela biz Mehmet Efendi falan içmeyiz. Antakya kahvesi içeriz. Bizim için en değerli şeylerden biridir. Ben geçenlerde kahve makinasında kahve yaparken içime bir acı oturdu. Bir daha “Antakya kahvesi içemeyecek miyim?” diye düşündüm. Ya da acaba “Antakya kahvesi aldığım yer ayakta mı? Sahibi yaşıyor mu?” Bir gelenek bir kültür bu. Bizim için hep Antakya’nın kötü de olsa, eleştirsek de bazı vazgeçilmezleri vardır. Hani kızarsın çocuğuna. Antakya da bizim için hep böyle bir yer. Peki geri dönebilecek miyiz? Tabii ki döneceğiz. Çünkü biz dışarıda yaşayabilecek bir topluluk değiliz, biz yine bir arada birbirini bulmak için çabalayacak bir toplumuz. O yüzden de oraya geri dönmemiz gerekiyor. Herkesin, her şekilde bir anısı var orada. Ve dediğim gibi Antakya herkesin evi. Sadece bizim gibi orada doğup büyüyenlerin değil, oraya dışarıdan gelen insanların da aidiyet hissettiği bir yer. O yüzden bence herkes geri dönecek diye düşünüyorum ben, tek ümidim de bu. Şehri yeniden nasıl inşa edeceğiz? Eski Antakya bence olduğu yerde inşa edilmek zorunda. Yüzyıllardır zaten orada şekillenmiş. Antakya Kalesi, o surların içerisinde konumlanmış. O yüzden yine aynı yerde, yine aynı şekilde inşa edilmesi gerekecek. Belki tekniklerde farklılıklar olabilir. Sonuçta bu deprem gerçeği hep hayatımızda ve bir daha yaşanacak, bunu biliyoruz. Antakya 7 kere yıkılmıştı ve 8. kez yıkıldı. Bir daha olabilir, bu doğa olayı sonuçta, bunu engelleyemeyiz. Ama yapıları buna göre inşa edebileceğiz. Yeni Antakya’yla ilgili tabii ki neler planlandığını henüz kimse bilmiyor. Ama başlangıçta bana göre önce şehir planının yapılması gerekiyor. Çünkü bir şehrin nereye, nasıl konumlanacağını, ancak onların tayin etmesi gerekiyor. Zemin etütlerinin yeniden yapılması gerekiyor ki, aynı hataya tekrar düşülmesin. Bu deprem 100 yıl sonra olacak diyemeyiz, ne zaman olacağını bilemeyiz. Ya da 4-5 şiddetindeki bir deprem daha da yıkıcı olabilir, çünkü şu an orası hassas bir yer. Ne kadar enerjisi boşaldı desek de bu bir doğa olayı. Bilimsel açıdan ne kadar araştırılsa da yüzde yüz bilinemez. Ama eski Antakya’yı yeniden inşa edebiliriz. Bir mimar olarak sana şehrin yeniden inşası ne ifade ediyor? Ben 13 yaşındayken Halep’e gittiğimde mimar olmaya karar verdim. Eski mimariyi gördüğümde, açıkçası mimariyi o diye düşünmüştüm. “Bu yapıları kim yapıyor?” dediğimde “mimar” demişlerdi, mimarların hep tarihi yapılar yaptığını düşünmüştüm ve benim ondan sonra hayalim mimar olmak olmuştu. Oralarda bir yaşanmışlık olduğunu hissetmiştim ve benim de geleceğe bırakacak, ayakta kalacağına inandığım yapılar hep tarihi yapılardı. Üniversiteye gittiğimde tabii bu kanı değişti, mezun olduktan sonra yeni yapılar yaptım ama eski yapılarda beni çağıran bir şey vardı ki, benim ofisim de önceden bir plazadaydı ama sonrasında eski Antakya beni çağırdığı için o bölgeye yerleştim. Sokak kültürünü orada edindim. Bilgisayarcı vardı -maalesef ailesiyle birlikte ölmüşler-, karşıda berber vardı, otoparkçım vardı, bir mahalle kültürü vardı. Bu hep sevdiğimiz bir şeydi. Daha fazla aidiyet hissettiriyordu. Oraya bir dönüş oldu ve tarihi binalarda iş yapmak, onlara dokunmak. Ben bile bir binaya girdiğimde “Acaba burada kim yaşamıştı, kimler buradan gelip geçmişti?” demek bana bir haz veriyordu. Yapacağım binaların 100-200 yıl ayakta kalabileceğini düşünmek daha tatmin edici bir duygu, sonuçta mimarlık bir tutku. Buse Ceren Gül'ün deprem sonrası ailesiyle geçici olarak bulunduğu evde Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nin rölövesini incelerken Antakya’daki Rum Ortodoks Kilisenin rölövesini çıkardın. Bugün bu sayede kilisenin tüm detaylarıyla yeniden inşa edilebileceğini öğrenmek açıkçası bana umut verdi. Bu süreç nasıl gelişti? Rum Ortodoks Kilisesi, Antakya’nın, Hatay’ın en büyük tarihi binalarından biri. Alan olarak, Saray Caddesi üzerindeki dükkanları, müştemilatları, yemekhanesi da hesaba katarsak, yaklaşık 5 bin metrekareye tekabül ediyor. Saray Caddesi’nin de yüzde 90”ının çizimleri elimizde var. Süreç şöyle gelişti. Saray Caddesindeki dükkanlar arasında dönercisi de var, kitapevi da var, bir sürü işletme var orada ve ihtiyaçlarına göre farklı uygulamalara sebep oldular. Tarihi bir alan ve sit alanındasınız, bu yapıya dokunmak yasak. Bu fark edilince suç duyurusu ve şikayetler oldu. Böyle olunca Anıtlar Kurulu buranın rölövesinin çıkarılmasını yaklaşık 4-5 yıl önce istemişti. Biz 2021’de projeye başladık. Kilise vakfı olduğu için de kendi bütçelerini ayarlayıp ona göre yola çıktılar. 2021’de Antakya’da birçok mimar var ama mimarlık biraz güven de sağlamalı. Ben işimi severek yapıyorum, özellikle eski Antakya söz konusu olunca gerçekten severek yapıyorum. Kilise vakfı da destekledi beni ve biz o şekilde projeyi aldık. İlerleyen süreçte de bir nevi aile gibi olduk. Kendimi de ait hissettiğim bir yer. Evet, ibadethane ama ben mezun olduğumda ilk yaptığım proje camiydi. Katar’da yapmıştım. Buraya döndüğümde de kilise yapmak benim alanım gibi geldi zaten. İçeriye girdiğim zaman bende yarattığı duygular zaten çok başkaydı. 2021’de proje onaylandı. Sağ olsun, orada Hatay Kültür Valıkları Koruma Anıtlar Kurulu başkanı Ahmet Selbesoğlu Hocamız var. O da bu projeyle ilgili bana hep “Bu binanın başına bir şey gelirse tekrar inşa edilebilecek şekilde çizmen lazım” derdi. Ve gerçekten biz çok detaylandırdık projeyi, malzeme analizi de yaptık. Ahşabından, taşından numune aldık. Bunu da İBB’ye gönderdik, onlar rapor hazırladılar. İçerdeki tahtlarından, kapıların içindeki oymalardan, taşlardaki kırılmalardan tutun da ikonastasisine kadar bütün ikonları detaylı kaydettik, çünkü ikonları çizmek doğru değildi, biz onları çizmedik, onun yerine numaralandırıp hepsini fotoğraf albümü yaptık bundan. Hepsinin yerini, konumunu, bütün her şeyini belirttik başına bir şey gelirse diye. Ama biz bu kadar yakın bir şey olabileceğini tahmin etmezdik, böyle taş üzerinde taş kalmayacağını hiç aklım hayalim almazdı. Elimizde aslında oranın inşası için birçok şey var. Deprem sonrası kilisenin ve birçok yapının taşlarının korunması için de bastırıldı. Üzerlerine şu anda bu taşlar kaldırılamaz diye yazılıyor. Çünkü o taşları kullanmamız gerekiyor. Un ufak olan taşlar da var ama içinde seçilebilecek taşlar da var. Bunları özenle biz ayıracağız. Bilmeyenler için soracağım. Rölöve çıkartılmasının amacı nedir? Restorasyon projeleri üç aşamadan oluşuyor. Rölöve, restitüsyon ve restorasyon. Bunun için de farklı parçalar da var. Bunların hepsi rölöveye, restitüsyona ve restorasyona hizmet eden parçalar. Rölövede şu anki halini belgeliyorsunuz. Zaten bizim için önemli olan şu anki haliydi. Biz şu anki, yani yıkılmadan önceki halini birebir belgelendirdik. Restitüsyon aşaması bu binanın eski hali yani ilk inşa edildiği dönemdeki belgeleri. Onların araştırılmasıyla yani bir sanat tarihçisiyle birlikte yapılması gerekiyor ki, sonrasında restitüsyon çizimleri yapılabilsin. Üçüncü aşama da restorasyon projesi. O da eğer bir yapıyı fonksiyonlandıracaksanız, ona yönelik yapılır ya da restitüsyonda bulmuşsunuzdur, yeniden inşasının yapılması gerekir. Bu amaca yöneliktir. Aslında o yapıyı yüzyıllar boyunca korumaya gerekli olan belgelerdir bunlar. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nin rölövesinin bir kısmı Bu Antakya’da başka tarihi yapılar için de yapılmış mıdır? Sivil mimari örnekleri de var, onların da aslında tekrar yapılması gerekiyor. Ama bana göre şehrin, eski Antakya’nın yapılaşması için öncelikle bu ana binaların yapılması gerekiyor. Buna Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi giriyor. Katolik Kilisesi’nde çok hasar yoktu ama son depremden sonra o da muhtemelen hasar almıştır. Antakya Sinagog’u, Ulu Camii, Habibi Neccar Camii, bunlar Anadolu’nun en önemli yapıları arasında. Onların yeniden aynı yerlerde inşa edilmesi gerekecek. Umuyorum vardır. Çok önceden çizilmiş projesinin olması bile bizim işimize yarayacak şeyler. Vardır diye düşünüyorum, düşünmek istiyorum belki de. Ayrıca Antakya’da tescili yapılmamış fakat nitelikli yapılar mevcut. Aslında onlar bölgenin ara sokaklarının sahipleri. Bu nedenle enkaz çalışmalarında tescilli tescilsiz ayırt etmemek lazım. O bölgenin derhal bölge bilirkişileriyle incelenmesi ve belgelenmesi lazım. Her sokağını, birçok yapısını bildiğim bu sokakları kaybetmek en büyük korkum insanlar depremlerden uyuyamazken ben bir de bu yapıların kaybının korkusunu yaşıyorum. Bu söylediklerin Antakya’nın tekrar aslına uygun olarak yapılabilmesi için umut yaratıyor. Peki bu süreçte sen ne kadar yer alacaksın? Ya da bu çizimler üzerinden çalışılmaya ne zaman başlanabilir? Orayla ilgili bir kamuoyu oluşturuldu. Bu yapıların aslına uygun yapılması için özen gösterilmesi gerekiyor. Ama şu an çok yeni, daha iki haftalık süreçteyiz. Herkesin çok kaybı var, kilisenin de çok kaybı var. Daha cenazeleri çıkmayan insanlar var tabii ki. Burada, İstanbul ve Ankara’da orayla ilgili ne yapılacak konusunda bir çaba var. Ben kiliseden kaynaklı projenin içerisinde yer alacağım. Çünkü Saray Caddesi’nin neredeyse yüzde 90’ı zaten bizim çizimlerimizde var. Bir de ben proje müellifiyim buranın. Proje müellifliği ölene kadar sizde olan, öldükten sonra da ailenize devrolan bir şey. Bu proje biz olmadan yapılamayacak durumda, bu nedenle her türlü biz o alanda olacağız. Ama henüz kiliseyle bir görüşme sağlamadık. Bu özel bir kilise ve bütçesini nasıl oluşturacaklarına dair önce bir plan yapılması gerekiyor. Önümüzde yaklaşık 3-4 yıllık bir süreç olacaktır diye düşünüyorum. Büyük bir kiliseydi. Çok detay var. Biz ne olur ne olmaz diye ofisimden çıkarttırdık. Ofisimi de kaybettim depremde ama içeriden iki tane haricimiz ve kilisenin dosyalarını aldırttık. Çünkü hiç kimsenin hiç kimseden haberi olmadığı için, biz “arşive bir şey olmuş olmasın, yağmur altında kalmasın” diye biz sadece kilisenin projelerini çıkartabildik ofisten. Rica ettim birinden, hayatını tehlikeye attı, hiç istemezdim ama bu bir nevi görev aslında. Tarihe karşı sorumluluklarımız var, ne kadar çok bina yaparsanız yapın, tarihi bir yerde bu gelecek nesle bırakacağınız bir yapı burası. Ayrıca bir cemaatin devamlılığını da sağlayacak. O nedenle önemli bir yapı olduğu için ilk kurtardığımız şey o oldu. Şükür ki, başına bir şey gelmemişti. Aslında kendi aileni de kaybetmiştin ama bir de mesleki bir kaygın oldu bu süreçte. Bu anlamda depremi nasıl yaşadın? Ben burada olduğum için oradaki yıkımın boyutlarını bilmiyordum ama bana kilise vakfı başkanı bir fotoğraf gönderdi. Sonuçta hep görüştüğümüz insanlar olduğu için ister istemez direkt ulaştım. Fadi Bey de bana “kilisemiz yerle bir oldu” dedi, fotoğraflarını gönderdi. Öncelikle idrak edemedim oranın gerçekten kilise olduğunu. Algılayamadım. Ben onu o haliyle çizmedim. Onu gördükten sonra dedim ki, “Demek ki burada bir problem var, eğer burası yıkıldıysa benim ofisim de yıkılmış olmalı”. Yıkılmış, dışarıdan ayakta gözüküyor ama arka parçası komple diğer binaların üzerine düşmüş. Ama başka nerelerde hasar olduğunu bilmediğim için benim kurtarmam gerektiğini düşündüğümden oraya bir arkadaşımı gönderdik. Benim en büyük korkum yağma meselesiydi. İçeride bilgisayarlar falan da var ama onlar önemli değil. Belgeleri almak önemliydi. Sadece bunları, bir insanın taşıyabileceği şeyleri çıkartabildik. Onun dışında her şeyi orada bırakmak durumunda kaldık. Ben de tabii ait olduğum bir yeri bıraktım orada ama en azından şu an kilisenin dosyalarını kurtarmanın rahatlığını yaşıyorum. Bir mimar gözüyle sence bu tarihi kilise neden yıkıldı? Yıkılmaması için neler yapılabilirdi? Bizim zaten ikinci ve üçüncü aşama dediğimiz süreçler olacaktı. Ayrıca bizden statik raporu istenmişti. Bu yıl onları yapacaktık. Eğer bir güçlendirmeye ihtiyacı varsa zaten bunlar uygulanacaktı ama böyle bir fırsatımız olmadı. Neden orada oldu? Burada fay hattının geçtiği yerler önemli, eğer eski Antakya’nın olduğu yerden fay hattı geçiyorsa, bu yıkım zaten olacaktı. Çünkü bu yapılar kagir dediğimiz yapılar. Yani iki katlı, altı taş üstü bağdadi dediğimiz. Kilise kubbeyle birlikte yaklaşık 14 metrelik bir yükseklik ve taştan yapılmış, kolonları var. Tabii ki, böyle bir şiddete dayanmayabilirdi. Ama şöyle bir durum da var, kilise inşa edilirken 1870’li yıllarda yanıp yok olduğu için yerine ahşap değil, taş bir bina yapılıyor. Bu taş bina projelendirilmiyor, proje olmadan yapılıyor. 20 yıl sürüyor ve insanların bağışlarıyla yapılıyor. Birileri para verecek ve onun bir kısmı yapılacak şeklinde ilerliyor. O nedenle bir yerde gördükleri planı muhtemelen, klasik bir Ortodoks kilisesinin nasıl olması gerektiğini birileri söylemiştir, onlar da o şekilde inşa etmiştir. Peki o zamanlar rölöve çıkarmak yok muydu? Tabii ki var. Baktığınızda camiler var, onların hala çizimleri belirli yerlerden çıkıyor. Aslında bizim şu an teknoloji dediğimiz ve binalarda yapmamız gereken şeyleri insanlar yüzyıl öncesinde zaten yapmışlardı. Amerika’yı tekrar keşfetmiyoruz aslında. Biz onların yaptıklarını, manüeli daha dijital bir ortamda sergiliyoruz. Yoksa bizim çizdiğimiz projeler normalde elle çizilen projelerdi. AutoCAD çıktı, biz AutoCAD üzerinden çizdik. Sonuç olarak bunlar zaten vardı. Önemli olan bizim tarihi yapıları koyduğumuz yer. Bir tarihi yapı aslında dünyadaki en önemli şey. Biz gidiyoruz kazı yapıyoruz da heykel çıkıyor, bir kalıntı çıkıyor. Mesela, şimdi ben İzmit’e gideceğim, işim de devam etmek zorunda. Bir adamın arazisinde 200 metrekarelik bir yerde bir parça çıkıyor inşaata başlanacakken. Tarihi bir şeyin üstü kapanmış, biri gelmiş kepçeyi atmış da ortaya çıkmış. Antakya’nın altında 7 kat şehir var. Bizim bunları korumamız gerekiyor. Biz sekizinciyi yaşadık, sekizden sonra dokuza gideceğiz. Depremler devam edecek. Buna kimse engel olamaz. Depremin şeklini yerini değiştiremezsiniz. 500’lü yıllarda yaklaşık 300 bin kişinin öldüğüne dair kayıtlar var. O en şiddetlisi diyorlar ama bana kalırsa bu deprem de aynı şekildeydi. O belki çok yıkıcı bir depremdi, çok katlı yapılar yoktu. Ama şu anda bizdeki ölümlerin sebebi maalesef ki yanlış uygulamalar, yanlış inşaat alanları. O daha fazla insanın ölümüne sebep oldu. Belki Eski Antakya’da kurtulma oranı daha yüksek olurdu iki katlı yapılar olduğu için. Peki şimdi bu yıkımın üzerine şehir yeniden yapılanacak, belki de sonraki yaşanacak depremlere karşı dayanıklılığı belirleyecek. Bu süreçte insanların ölmemesi, bu yapıtların kaybolmaması için sence hangi adımların atılması, nelere dikkat edilmesi gerekiyor? Teknolojiyi kullanmak gerekiyor. Bilim ve teknoloji denilen şeyi gerçekten kullanmak. “Buradan ne kısabilirim?” diye düşünmemek gerekiyor. Dediğim gibi tarihi yapılar yüzyıllar boyunca sizin kültürünüzü geleneğinizi aktardığınız yerler. Bu kiliseler için de, camiler için de geçerli, her yer için geçerli. Sonuç olarak yapı kalıyor, insanların ömrü gidiyor. Mesela, siz de bir Ortodokssunuz, sizin çocuğunuz da öyle. Siz orada bu yaşa kadar oraya nasıl girildiğini, nasıl çıkıldığını, kültürünü, geleneğini biliyorsunuz. Sizin çocuğunuzun da bunu görmesi gerekiyor, yoksa ona nasıl aktarabilirsiniz ya da o kendi nesline nasıl anlatacak? O yüzden bizim bu yapıları korumamız gerektiğini, öncelikle sadece burası için değil, Türkiye’nin her yerinde bu yapıların projelendirilmesi gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Bunun akabinde ne yapılabilir konusunda her şey ortada. Bir inşaatın nasıl yapılması gerektiği, bir restorasyonun nasıl yapılması gerektiğini zaten biliyoruz. Sadece bunu yapmak istemek lazım. Düzgün yaptıktan sonra da sanıyorum mimari açıdan kayıt altına almak da önemli. Şimdi şöyle düşünün biz mimarlık tarihi dersi de alıyoruz. Ben mobilya tarihi dersi de aldım. Yani ta oradaki tahtlara kadar onların da bir tarihi var. Mimarlık tarihinde kazılarda çıkan binaları inceliyoruz. Eski kalıntılarıbularak öğreniyoruz, onların üzerinde çalışarak. Şimdi bizimki de aynı şey. Bu çizimler o zamanlar olsaydı, belki de onlar tekrar inşa edilebilirdi. Şu anda mesela kalıntılar çıkıyor. Toparlıyoruz rölövesini, onun tarihini araştırıyoruz, yani restitüsyon dediğimiz aşama ve daha sonra rekonstrüksyon ya da restorasyon projesini yapıyoruz. Bu zaten yapılan bir şey, biz yoktan bile var edebiliyoruz bu yapıları. Ama önemli olan şu an günümüzde, bizim şansımız 2021 yılında o bina bizim önümüzdeydi, biz onu yapmak istedik, onlar da yaptırmak istediler, bu şekilde bir enerjiyle yapıp bitirdik orayı. Ama yapmamış olsaydık, ertelenmiş olsaydı, şu an elimizde hiçbir şey olmayacaktı, sadece fotoğraflar olacaktı. Şu anda da en büyük sıkıntımız bu, belki fotoğraflar üzerinden birçok yapı yapılmak zorunda kalacak ama ne kadar orijinal olabilecek? Bu noktada rölöve alınması için geç ama binaların dijital ikizlerini almak için geç değil. Şu an yıkılmış ama kaybedilmemesi gereken yapılar için dijital ikiz çıkarma yöntemi ile gönüllü olarak bu alanları taramayı istiyoruz. Şimdi bir süre Antakya’ya gidemeyeceksin. Başka bir şehre yerleşeceksin. Bu nasıl hissettiriyor sana? Bu evi kaybetmek demek. Ev kaybetmek çok ayrı bir şey. Şehri kaybetmek bizim için acı verici bir şey. Şu anda tek istediğim şey eski Antakya’ya dahil olabilmek. Başka bir şehirde olsam da Antakya için çalışacağım. Ben geri dönmek istiyorum. Ben yine işimi orada yapmak istiyorum. Mimarlıkta gidip başka yerlerde de çalışabilirsiniz, “bir süreliğine Antalya’da bir projem var ve onun için oradayım” diyebilirim. Bunu kendime bu şekilde anlatabilirim ama beni çağıran bir yer var orada. Siz ne kadar başka yere giderseniz gidin, Antakya sizi çağırdığı sürece zaten oradan kopamayacaksınız. Ve ben dönmek istiyorum. Benim yine dinlenmek istediğim yer orası. Hayat koşuşturmacasının içinde de evde olma hissi çok başka bir şey. Ben 8 yıl yurtdışında yaşadım, geri döndüğüm zaman hissettiğim o rahatlık, o ait olma isteği hep özleyeceğim bir şey, şu anda da özlüyorum. Ben oradan bir proje amaçlı çıkmıştım ve geri dönemedim. Evimin anahtarı bende ama bir evim yok. Antakyam yok. Birçok insan gitmek istiyor şu anda. Sence başka bir yerde yaşam kurabilir mi Antakyalılar? Bence yapamazlar. Hep bir ait olamama hissi ömürleri boyunca devam edecek. Eğer ki Antakya’yı bir şekilde yeniden şekillendirip yapabilirsek, insanları geri dönmesini sağlayabiliriz. Bir de şöyle bir şey var, malları mülkleri her şeyleri orada, bunları bırakıp da çıkmış olmak bir eksikliğe sebep olacak. Ve Antakya farklı bir şehir. Herkesi bir şekilde döndüren bir şehir. Ben hiç döneceğimi düşünmezdim, üniversiteyi dışarıda okudum, iş hayatına dışarıda başladım, hep “niye Antakya’ya döneyim ki?” algısı vardı. Dönünce önce bir bocaladım ama sonrasında seni öyle bir sarıp sarmalıyor ki, “burası benim korunaklı alanım” diyorsun. Ne olursa olsun ben orada kendimi bir şekilde koruyabilirim. Bence insanların çoğu bu algıda olduğu için, o Antakya sevgisini içlerinde, köklerinde hissettikleri için elbet dönecekler. Belki bir yıl gelmezler ama bir yılın sonunda şartlar sağlandığı zaman Antakya deyip bence geri dönecekler. Bizi kardeşi Buse Ceren Gül’le bir araya getiren yazarlarımızdan Bora Selim Gül’e teşekkürlerimizle… Fotoğraflar: Bora Selim Gül
- Kavga, Sevda ve Hafıza – Antakya
Büyüyor öfkem. Her an biraz daha. Öfkem engel gözyaşlarıma. Enkaz altında kalmayan bedenim gibi dimdik kalmalıyım şimdi. O yıkılmayan son bina gibi. Büyüyor öfkem. Enkaz altında çığlıkları duyarken, çok geç olmasa belki de çok daha fazla insan kurtarılacaktı diye bağırıyor kulağımda kardeşim. Çok geç. Hep geç… Yutkunamıyorum. Doğum yerim Samandağ. Okuduğum okullar, koştuğum sokaklar. En sevdiğim park Büyük Antakya Parkı. En sevdiğim tat ‘Haytalı’. Haber alınamıyor en sevdiklerimden. Susmuyor telefonum. Depremde 6. Kattan kaçtım, kızım kucağımda ağlıyor. Susmuyor telefonum. Ulaşamıyorum en sevdiklerime. Kim nerede, kim nasıl? Panikten donuyorum ve sonra ‘savaş’ emri veriyor beynim. Gün doğarken kaçıp sığınıyorum güvenli bir yere ama bir bir alıyorum haberlerini kurtarıl(a)mayanların. Büyüyor öfkem. Her an biraz daha. Öfkem engel gözyaşlarıma. Telefonda canım ailem dinletiyor bana enkaz altından gelen sesleri. Bağıra bağıra ölüyor insanlar. Kimse yok. Sesleri duyan yok, duysa gelen yok, gelen olsa izin veren yok. Bürokratik bir katliam yaşanıyor, kimsenin haberi yok. Göz yaşı zamanı değil şimdi. 7 Şubat tarih. Tüm zihnim, tüm bedenim, tüm ruhumla kalanlar için savaşırken bir akşam vuruyor beni gerçeklik: önüm, arkam, sağım, solum ölüm, her bir yanım ampüte bedenler, her bir yanım hastalık, her bir yanım enkaz. İki yaşında kızıma sarılırsam kızım kayacak elimden sanki. Öpemiyorum, onu koklarken suçluyum sanki. Geri çekiyorum içime nefesimi. Öfkem büyüyor. Her an biraz daha. Öfkem engel göz yaşlarıma. Kalanlar için dayan. Mücadeleye devam. Kalanlar için savaş. Biraz daha dayan. El koyuluyor dirençliliğe, dayanışmaya. ‘Abla AFAD çökmüş gönderdiğiniz helikoptere.’ ‘Abla jandarma el koymuş malzemelere’. Biz dayandıkça ‘yok’ etmeye devam. Elini uzatmayanlar, uzanan elleri kesiyor. Deli olmak işten değil. Öfkem büyüyor. Öfkemin söylediği bir şey var. Ağıt zamanı değil biraz daha dayan. Tarih 9 Şubat. Soğuktan ölüyorlar. Enkaz altından çıkan da ölüyor enkaz altında kalan da. Yerde ağrıyan kaburgalarımın ağrısından utanıyorum. ‘Eve gidelim’ diyen kızıma cevapsız ve anlamsız sözlerim, bakışlarım. Ev neresi? Hangi ev? Her yanım korku. Geceme uğramayan uyku, beni hapseden çaresizlik, karanlık, herkese yetmeye çalışan varlığım. Erzağı bitiyor ailemin. Babam yaralandı. Çıkamıyor oradan. Hastane yok. Yakıt yok. Arabada uyuyor herkes. Uyumak denirse. Yetişiyor yardım. Buna şükür. Peki ya diğerleri? Bitmiyor hüsran. Öfkem büyüyor. Hiç bu kadar yalnız kaldın mı? Ama aynı zamanda hiç bu kadar kalabalık oldun mu? Her yerden telefonlar yağıyor. Canla başla çalışıyor herkes. Umut veriyor dayanışma. Gurbetten elimi tutanlar, içimi ısıtanlar. Dostlarım, hocalarım, arkadaşlarım… Tek duygum minnettarlık. İyi ki varsınız dökülüyor dudaklarımdan. Daha fazlası yok. Varlığım anlamını kaybederken, direniyorum varlığıyla dostların, yoldaşların. Öfkem büyüyor. Gidenler… gelmeyecekler. Haber alamadıklarım gitmiş meğer. Kime ağıt yakabilirsin? Yasımızı erteleyeceğiz diyorum yaşadığını öğrendiğim canım arkadaşımla konuşurken. Şimdi yas tutma zamanı değil. Samandağ ve Antakya herkes gibi benim de çocukluğum, gençliğim, araştırma saham, ekmeğim, suyum. Bu kente mücadele sözüm var. Bu kent için ölenlere, bu kent için Suriye savaşında her gün sokakları evi yapan eylemcilere, bu kenti yuvası belleyen göçmenlere, tüm farklılıklara, çatışmalara, politikalara rağmen direnen halklara, hepsine sözüm var, sözümüz var. Nasıl durabilirim şimdi, nasıl yas tutabilirim? Öfkem büyüyor. Her an, biraz daha. Kuracağız kentimizi yeniden. Geçmişimizi, geleceğimizi kuracağız yeniden. ‘Nasıl?’ diyor bir arkadaşım. ‘Nerede yaşayacağız, ne yapacağız, nasıl kuracağız, yok olduk’ diyor. Çıkmıyor sesim, kelimeler dökülmüyor bir türlü. Ama bir yanım bağırmak istiyor ‘Biz varız, vardık ve hep var olacağız.’ Bitmedi bu kavga. Depremin yıkımı sonrası kentsel darbelerle mücadele başlayacak. Hangi hafızayı yeniden üreteceğimiz, biz ‘yerli’ halkların ve kültürel mirasın belirleyici olduğu bir gelecek inşasını nasıl başaracağımız sorusu gelecek günlerin, ayların ve yılların en güncel sorusu olacak. Harekete geçmek kan dondurucu yıkımın gölgesinde öyle zor ki. Çadırı bulamadığımız şu günlerde sosyal ve kültürel dayanışma ağlarıyla bir kenti yeniden kurmanın ve bunun yollarının konuşulduğu her şey biraz soyut ve biraz da anlamsız gelse de şu an tutunduğumuz bu ‘bir aradalık’ bize yol gösterici olmalı. Yitirilenlerin ardından 20. Gündeyiz ve birlikte mücadelenin, kentin belleğini düşünmenin önemini ifade etmeye başlıyorum. Kaybedecek vakit yok. Bu kente sevdalı, bu kente emek veren, sahip çıkan herkesin bir şekilde çalışmasını gerek. Yapılacak o kadar çok şey var ki… Öfkem büyüyor ve bu öfkeyi boğacak tek şey mücadeleye devam etmek. Bu öfkenin ve hayatımı, hayatımızı yıkan bu zamanları aşmanın tek yolu yeni Antakya tahayyülü. Bir kenti düşlemek şu an bana/bize iyi gelen tek şey. Bizi biz yapan ama şimdi artık olmayan o kent. O kenti ‘biz’den başkası tanımıyor. O kent başkalarının kulağına fısıldamıyor. Biz duyuyoruz ve biliyoruz. Kimin ne kadar yasını tutarız ve bu ne kadar sürer bilmiyorum. Tek bildiğim öfkemin bana söylediği şey: şimdi yılgınlık zamanı değil. Şimdi gidenler için kalanlarla beraber mücadele zamanı. Ve bir de öfkeme rağmen akan göz yaşlarıma eşlik eden birkaç fotoğraf ve anılarım. Bu paylaştıklarım da kalanlara sözüm olsun. Hatay meclis binasından çekilmiş bir fotoğraf. Akademik tüm çalışmalarımın mekanı. 2016-2017 yıllarında her gün baktığım manzara. Fotoğraf: Şule Can Eski Antakya sokakları. Sevdanın tanımı. Bir kente aşık olmak ne demek? Ben bunu eski Antakya’da anlamıştım. Fotoğraf: Bülent Kaplan Musa Dağı’nda yaktığımız ateş, kurduğumuz sofra ve elbette yanında kadehler. Islandık. Çok yağmur yedik. Çok yorulduk ama nasıl direndiyse Musa Dağı Ermenileri biz de öyle direndik o gün. Senin yolunu, senin görkemini ve onca insanı nasıl ev olduğunu haftalarca unutmayacağız Musa Dağı. Sözüm söz. Fotoğraf: Şule Can Musa Dağı’na tırmanırken çekilen o fotoğraf. O yorgunluk şimdikinin yanında bir hiç. Bugün de ölmedik. Belki yarın olmayacağız. Her gün yeni bir felaket bizi yoklarken belirsizlik içinde ışığım mücadele ve dayanışma. Bildiğim tek yolda. Anladığım tek dilde inandığım şey: Kavgamız, sevdamız, hafızamız Antakya. Varız, buradayız. Gidenlere selam olsun. Bırakmayacağız bu kavgayı. Fotoğraf: Şule Can
- Antakya’da Zarar Gören Tarihi Mekanlar, Yaralanan Kültürel Miras
6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen depremlerden çok sert etkilenen şehirlerden biri olan Antakya, 20 Şubat’ta meydana gelen yeni bir depremle felaketini katladı ve bir anlamda, yıkımın/endişenin başkenti haline geldi. Her iki depremin ardından bakıldığında tarihi kentin birçok yerinin enkaz yığınına dönüştüğü görülmektedir. On binlerce insanın yaşamını yitirdiği, hayvanların öldüğü bu trajedide çok sayıda tarihi mekan ve kültürel birikim ya yok oldu ya çeşitli düzeylerde zarar gördü. Maalesef ki, kutsal kabul edilen birçok yapı da bu karanlık tabloya dahil. Birçok tarihi mekanı kucağına doldurmuş olan, şehrin merkezindeki Kurtuluş Caddesi ve çevresi enkaz alanına dönüştü. 7. yüzyılda Müslümanların kenti ele geçirmesinden sonra inşa edilen ve Anadolu’nun ilk camilerinden biri olarak kabul edilen Habib-i Neccar Camisi’nin kubbesi çöktü, duvarları yıkıldı. Bu mekan, İsa’nın öğretilerini yaymak için Antakya’ya gelen havarilerinden Yahya ve Yunus’un tebliğlerini ilk benimseyen kişi kabul edilen Habib Neccar’a ait olduğuna inanılan mezarın da ev sahibi olması nedeniyle Müslümanlar için olduğu kadar Hıristiyanlar için de önemli bir yerdir.[i] Tarihi Sarımiye Camisi de depremin yıkıcı etkisinden nasibini aldı, Antakya fotoğraflarının vazgeçilmezi olan minaresi yıkıldı. Yine aynı yerde yer alan tarihi Sinagog ve Katolik Kilisesi de zarar gördü. Kurtuluş Caddesi’nin önemli mekanlarından olan ve 1910’lardan günümüze gelen Affan Kahvesi’nin de ağır yaralandığını not etmek gerekir. 16. yüzyılda Memlükler tarafından inşa edilen Ulu Cami de tamamen yıkıldı.[ii] Depremde yıkılan binalardan biri de Antakya Protestan Kilisesi oldu. 1920’lerde yapılan, Fransızlar döneminde elçilik ve banka olarak hizmet gören bina,2000 yılında resmen Protestan Kilisesi olarak kabul edilmişti.[iii] Tarihi niteliğe sahip olan Antakya Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi de büyük ölçüde yıkıldı.[iv] Kilise Vakfı Başkanı Fadi Hurigil, açıklamasında Antik Çağ’ın 3 büyük metropolünden biri olan Antakya’nın, küllerinden yeniden doğacağını belirterek, “Çan düştü, ezan sustu, hazzan göçük altında” dedi.[v] Antakya Protestan Kilisesi Merkezdeki inanç mekanlarının yanı sıra, “canım içi” eski Antakya evleri, sokakları ve birçok tarihi yapı yerle bir oldu. Örneğin, Fransız mimar Leon Benju tarafından 1927 yılında, şehrin kalbi denilebilecek Köprübaşı’nda inşa edilen ve 1938-1939’da Hatay Devleti’nin meclis binası olarak kullanılan yapı yıkıldı. 1928 yılında yapılan Hatay Valilik binası, 20 Şubat’taki depremde çöktü. Yaklaşık bir asırlık ömürleri olan Antakya Postane Binası, Antakya Lisesi, Eski Belediye Binası ve Hatay El Sanatları Teşhir ve Satış Merkezi’nin tarihi binası da hasar gördü.[vi] Hatay Valilik Binası Merkez dışındaki bölgelerdeki büyük yıkım içinde çeşitli mabetleri görüyoruz. Samandağ’daki Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi ve Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi de hasar gören yapılar arasında yer alıyor. Vakıflı Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi 20 Şubat’taki depremde hasar aldı. Mar Tekla Kilisesi ise hafif sıyrıklarla kurtulmayı başardı. 1900 başlarında yapılan ve bölgenin önemli kutsal mekânlarında olan Batıayaz Ermeni Kilisesi’nin durumunun iyi olması, yine Samandağ denilince akla ilk gelen mekanlardan biri olan ve özellikle Aleviler için büyük önem taşıyan tarihi Hıdır (Hızır) Makamı’nın da sağlam olması bunca acı içerisinde rahatlatıcı haberlerden.[vii] Samandağ Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi 1830’larda yapılan, uzun zamandır cemaati olmayan ve bakımsız halde bulunan Kırıkhan Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi, 6 Şubat depremlerinde tamamen yıkıldı. Harbiye’deki Şeyh Yusuf el Hekim Ziyareti ve Şeyh Derviş Ziyareti ise 6 Şubat’taki depremleri atlatıp 20 Şubat depremlerinde az da olsa hasar alan yapılar arasında. Altınözü’nün Tokaçlı köyünde bulunan ve tarihi yaklaşık 700 yıllık olduğu tahmin edilen Meryem Ana Ortodoks Kilisesi de yıkıldı. Yine, Altınözü’nün Sarılar Mahallesi’nde bulunan ve tarihinin 14. yüzyıla kadar uzandığı belirtilen Aziz Georgios Rum Ortodoks Kilisesi de ciddi hasar gördü.[viii] Kırıkhan Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi 16. yüzyılda inşa edildiği ifade edilen İskenderun Mar Circos (Aziz Corc) Kilisesi’nde, İskenderun Karasun Manuk Ermeni Kilisesi’nde ve İskenderun Süryani Katolik Kilisesi’nde ciddi hasarlar meydana gelirken, 1870’lerin başında kurulan İskenderun Aziz Nikola Rum Ortodoks Kilisesi ve yaklaşık 150 yıllık tarihi olan İskenderun Latin Katolik Kilisesi büyük ölçüde yıkıldı. Arsuz’daki 500 yılı aşkın bir tarihi olduğu belirtilen Mar Yuhanna Rum Ortodoks Kilisesi de maalesef tamamen yıkılan yerlerden biri.[ix] Hıristiyanlığın en eski kutsal mekanlarında biri olan ve 1963 yılında Papa VI. Paul tarafından “Hac yeri” olarak ilân edilen Antakya’daki St. Pierre Kilisesi de depremden etkilenen yerler arasında.[x] Dünyanın en eski mağara kilisesi olarak kabul edilen St. Pierre Kilisesi’nin sadece istinat duvarının çökmüş olması küçük bir teselli veriyor. Yine, Arap Alevilerin kutsal mekânları olarak kabul edilen “ziyaret”lerle ilgili bir yıkım haberinin gelmemesi ve sadece birkaç ziyaretin hafif hasarla ayakta kalmış olması da felaketler silsilesi içinde moral veriyor. Tahrip olan, zarar gören kültürel mirasın tam bir envanterini çıkarmak bu küçük yazının sınırlarını aşar. Amacım, bu kutsal alanlar ve birçok kimsenin merak ettiği kültürel miras üzerinden yıkımın boyutunun bir röntgenini çekmekti. Bundan sonrası için ne yapılması gerektiği ayrı bir yazının konusu, fakat şu aşamada yetkililere ilk söylenmesi gereken “önce zarar verme!” Yıkılan bu tarihsel yapıların kalıntıları basit birer moloz değildir. Bunlara şu aşamada kesinlikle rastgele müdahale edilmemeli ve bu yerler, yıkıntılarla birlikte koruma altına alınmalıdır. İleride bu mekanların nasıl yeniden inşa edileceğine, ne tür bir restorasyon gerektiğine ancak ulusal ve uluslararası düzeyde güvenilir uzman kişi ve kurullardan, bilim insanlarından, sivil toplum kuruluşlarından meydana gelen geniş katılımlı komisyonlar eşliğinde karar verilebilir. Son söz olarak, acı ama gerçek, maalesef ki, toplum olarak, tüm canlılar ve doğa olarak, tarihi ve kültürel birikimler olarak ansızın, beklenmedik biçimde “yıkıldık!” “Ahh” çekmek az kalıyor, daha yasımızı tutacak vakit bile gelmedi; daha cenazelerimizi toparlayamadık, kimleri kaybettiğimizi tam bilemiyoruz! Eşsiz kentlerden biri yıkıldı, Asi Gülüşlü bir coğrafya yasa büründü. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olamaz, bizler de! Lakin umutsuz bir karanlığa teslim olamayız. Halen enkazdayız ama yıkıntılar içinden kalkmak zorundayız. Yeniden inşa edeceğimiz sokaklarında acılarımız, anılarımız yanımızda yine asi gülüşlerimizle gezeceğiz! Tekrar çocuklarımızın neşeli bağırışları kol gezecek parklarında, tekrar haytalı yiyecek sevgililer, mahcup bakışlarla; ihtiyarlarımız sohbete dalacak kökü tarihin derinlerinde yatan ağaçların gölgelerinde, Affan çay uzatacak onlara. Hrisi kazanlarının başlarında heyecan içindeki çocuk sıraları uzayacak, bahhûrlar tütecek. Tekrar tekrar yeşereceğiz. [i] “Habib-i Neccar Camii”, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Habib-i_Neccar_Camii [ii] “Ulu Cami”, Antakya Belediyesi, https://www.antakya.bel.tr/icerik/41/640/ulu-cami.aspx [iii] “Deprem, Antakya’daki tarihi kiliseleri yıktı”, NTV, 14.02.2023, https://www.ntv.com.tr/galeri/turkiye/deprem-antakyadaki-tarihi-kiliseleri-yikti,MFWsAiJ73UqDkzS2avW3_A/XTLZYWkAQkKjGWjO0SLVCw ; “Antakya Protestan Kilisesi”, http://www.antakyakilisesi.com/?p=1 [iv] Kökleri 19. yüzyılda olan kilise ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. “Antakya Ortodoks Kilisesi”, https://www.ortodokslartoplulugu.org/kutsal-mekanlar/antakya-ortodoks-kilisesi/ [v] Nur Kaya, “Çan düştü, ezan sustu, hazan göçük altında”, Bianet, 23.02.2023, https://bianet.org/bianet/toplum/274706-can-dustu-ezan-sustu-hazan-gocuk-altinda?bia_source=rss [vi] Şehir merkezindeki kültürel varlıkların durumu ile ilgili daha geniş bilgi için bkz. Kültür Envanteri, https://kulturenvanteri.com/tr/harita/#16.09/36.20336/36.161584 [vii] “Hatay’daki ‘Hızır Türbesi’ depremden etkilenmedi”, Sözcü, 16.02.2023, https://www.sozcu.com.tr/2023/gundem/hataydaki-hizir-turbesi-depremden-etkilenmedi-7593355/ [viii] “Depremin etkisiyle kiliseler de yıkıldı, zarar gördü”, Haber Turk, 13.02.2023, https://www.haberturk.com/depremin-etkisiyle-kiliseler-de-yikildi-zarar-gordu-3565243?page=9 [ix] Arsuz Vakıf Başkanı Deniz: “Mülkümüz yok, kullandığımız kilise bile bizim değil” (Röportaj: Terbiyeli & Uyar), Nehna, 07.04.2022, https://nehna.org/arsuz-vakif-baskani-deniz-mulkumuz-yok-kullandigimiz-kilise-bile-bizim-degil/ [x] “Hatay, St. Pierre Church”, UNESCO, https://whc.unesco.org/en/tentativelists/5613/ ; “St. Pierre Anıt Müzesi”, https://muze.gov.tr/muze-detay?DistId=MRK&SectionId=STP01
- Son Noel, ilk Noel
Antakya’nın son Noeli Antakya’daki son anılarımdan biri. Geçtiğimiz aylarda sıkça ziyaret ettiğim anılardan. Anı yaşamak derler, o gece her saniyeyi anda yaşadım ve en güzeli, bunun farkındaydım. Son Noelimizi unutmamak adına sizi de o anların içine çekiyorum. 24 Aralık 2022, Noel arifesi. Antakya’da sokaklar süslenmiş, Zenginler Mahallesi’nde, Saray Caddesi’nde bir Noel telaşı vardı. İlk önce Noel ayini, yıllardır görmediğin insanlarla kilise bahçesinde bayramlaşma, sohbet. Sonra eski Antakya’da arkadaşlarımla sıcak şarap planımız vardı. Öğleden sonra arkadaşım Öykü’yle kahve içmeye çıktık ve akşam yapacaklarımızı konuştuk. Yan masada lise arkadaşım Vilyım oturuyordu. İstanbul’dan Noel için gelmiş. Uzun zaman görüşmemiştik. Biraz sohbet ettikten sonra akşam kutlamada görüşmek üzere bulunduğumuz kafeden ayrıldık. O gün yapacaklarım arasında yirmi küsur yıl önce Antakya’dan Minnesota’ya taşınan Can abinin ricası üzerine ayinde video çekmek vardı. Öykü ve ablamla akşam 7’de kilisenin önünde buluşacaktık ve lise arkadaşım Tatros’un babası bizi kapıda karşılayacaktı. Biraz geç kalsam da 19:30’u geçmeden kilisenin önünde buluştuk ve içeri girdik. Ayin başladı, kilisede adım atacak yer yoktu. En arkadaydım. Can abinin istediği videoyu çekip gönderdim, hemen cevap verdi. “Bora! Fark etmeden annemi de kadraja almışsın. Hemen önünde. Oraya dönmüş gibi hissettim. Sanki annemin arkasında ben varım. Beni ne kadar mutlu ettin tahmin edemezsin” dedi. Ayin sonrası kilise bahçesinde toplanıldı. Yıllardır görmediğim lise arkadaşlarım Soley’i, Seray’ı, lise ve üniversite arkadaşım Vilyım’ı, kaybolan kedisini evimin sokağında ararken tanıştığım Jasmin’i gördüm, bayramlaştık, ayaküstü sohbet ettik. Benim lise arkadaşlarımın babaları, anneleri, babamın, annemin ilkokul, ortaokul arkadaşları. Gözüm babamın ortaokul arkadaşı antikacı Migel amcayı arıyordu. Birkaç ay önce babamla dükkanına uğradığımızda ondan istediğim bir parça vardı, hem bayramını kutlayacaktım hem de unutmuşsa diye istediğim parçayı hatırlatacaktım. Kalabalıkta seçememiştim belki. O sırada Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu Başkanı, aynı zamanda ablamın lise öğretmeni Meri teyzeyi yine yıllar sonra orada gördüm. Meri teyze ablamı görünce “Mimarımız! İyi ki geldin” dedi ve sarıldı. “Buse benim öğrencimdi, şu an kilisemizin mimarı ve tabii yakışıklımız da Buseciğimin değerli kardeşi Bora” deyip bizi sima ve isim olarak bildiğimiz İzabel ablayla, Marsel ablayla tanıştırdı, bayramlaştık. Kızları Evlin ve ablamın liseden arkadaşı Talin de kutlama için Ankara’dan gelmişti. Onlar da en az anneleri ve teyzeleri kadar samimi ve güleçtiler. Özellikle Evlin’i gördüğümde aklımdan ilk bu geçmişti. O anlarda Evlin’le ve Talin’le 2023 yılında hep irtibatta olacağımızı, dayanışacağımızı, İstanbul’da, Ankara’da bağış toplamak için yan yana standlarımız olacağını bilmiyorduk. Bir sonraki Noel aynı bahçede görüşeceğimizi varsayıp vedalaştık. Daha sonra Öykü’nün arkadaşı Edmon, tüm kalabalığı kilise de kadraja girecek şekilde fotoğraflamamız için ve Öykü’nün @otukosu Instagram sayfasında paylaşması için bizi kilisenin idare odası kısmına çıkardı. Orada son Noel’i izledik birlikte. Bundan yıllar sonra da hatırlanacak o Noel’i kaydettik. Arka planda hep Feyruz’dan “Laylet Eid” (Bayram Gecesi) çalıyordu. O kadar çaldı ki ağzımıza takılmaması mümkün değildi. Hem Feyruz’a eşlik ettik hem sevdiklerimizle zaman geçirdik, bazılarına veda ettiğimizi bilmeden. Şimdi çektiğimiz fotoğraflara, videolara bakıyorum da, depremden önce bir araya geldiğimiz son etkinlikmiş bu. Videolarımıza yansımış insanların bazıları, hatta bu yazıda bahsettiğim bazı insanlar artık aramızda değiller. Belki de isimlerinin başına “rahmetli” yazmam gerekiyordu ama yazamadım, yazmak istemedim. Yazıyı yazmamın amacı son Noel’in anısıyla birlikte adlarının yaşaması çünkü. Bir videoda Lukas hep bir yerlere yetişmeye çalışır gibi çıkmış. Lukas’ın ikizi Piya İstanbul’dan Noel için dönmüş, belki uzun zamandır görmediği arkadaşlarıyla konuşuyor. Saat 20:30 gibi gecenin olmazsa olmazı havai fişek gösterisi için kalabalığa döndük. Havai fişekle birlikte çan sesleri tüm eski Antakya’da yankılanıyordu. Türkiye’de başka bir kilisede görülmeyen, hatta Lübnanlı arkadaşımın sözleriyle Lübnan’da dahi görülmeyen -bu yoruma şaşırmıştım- bir gösteriydi bu. Havai fişek ne kadar büyükse ve renkliyse kalabalıktan bir o kadar “Vooov!” sesleri yükseliyordu. Her “vooov”da Öykü’nün de benim de yüzüm ayrı gülümsüyordu. Kilise Antakya’nın kalbinde olduğu için kutlama birçok yerden gözüküyordu. Kilisenin bahçesine bakan restoran da tıklım tıklımdı. Hem kilisenin kutlamasına başka ses gitmesin diye hem de geceye özel olarak restoranda müzik çalmamış. Oradaki insanlar da ilahileri ve Feyruz’un Noel şarkılarını dinlemiş. O gece Noel uzun zamandır hiç olmadığı kadar coşkulu kutlandı Antakya’da. Pandemi yasaklarının tam olarak kalktığı ilk Noel’di. Her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyorum artık. Normalde Noel ayinine sadece cemaatin katılımına izin olur. O Noel, ayinin kapıları cemaatten olmayanlara da açıktı. Aileler, dostlar kuşaklar boyunca bir araya getiren geleneklere sarılı bir şekilde, diğer dost topluluklarla birlikte bu kilisenin gölgesinde son kez toplandı. O zaman bilmiyorduk ama atalarımızın bildiği, bizim bildiğimiz kilise bize, bizler de ona veda ediyormuşuz. Kilisede geçirdiğimiz dört saat sonunda Öykü’yle kendimizi eski Antakya sokaklarına attık. İlk hedefimiz eski Antakya’da bulunan evimizdi. Asıl planımız orada toplanıp sıcak şarap yapmaktı ama ısıtıcı çalışmıyordu. Bir de biraz üşendiğimiz için hemen ilerimizdeki şarap evine gitmeye karar verdik. Konu konuyu açınca Öykü ve Öykü’nün kardeşi Doğa’yla orada gece iki, üçe kadar oturduk. Sıcak şarabın tadı da tam olması gerektiği gibiydi. Antakya şarabından yapılmıştı. Orada da Noel’den dolayı Feyruz’un Noel şarkıları çalıyordu tabii. Dilimize dolanan Laylet Eid peşimizi bırakmamıştı. Çok da şikayet ettiğimiz söylenemezdi aslında. Şarapçıdan ayrılırken dükkan sahibi bize eski Antakya’nın çıkışına kadar eşlik etmek istedi. Bir şey olacağından değil de, içi rahat olsun diye. Kapısını bile kapatmadı, kimsenin gelip bir şey çalmayacağını biliyordu. Son Noel hayatım boyunca aklımın bir ucunda parlayacak. Geçtiğimiz aylarda ne zaman Antakya’yı özlesem o geceye döndüğüm için ve Antakya yıkılmadan önce edindiğim en özel, en taze anılardan olduğu için hiçbir ayrıntısını unutmadım. Zihnimde Antakya’ya dair kalan bir hazine olarak kaldı. Bugün ise Antakyamız olmadan geçirdiğimiz ilk Noel. Özel günlerde kaybettiğimiz canların, Antakya’nın yokluğu daha çok hissediliyor. Depremden sonra Antakya’dan gitmek zorunda kalan Ortodoks topluluktan insanlar bugün Noel için topraklarına, Antakya’ya dönüyor. Noel’de Antakya’yı yalnız bırakmamak için, kaybettikleri insanların mezarlarını ziyaret etmek için. Kilise yıkılmış olabilir ama Antakya’dan Noel ayini eksik olmaz. Kilisenin mimarı Buse Ceren Gül (ablam), Dünya Anıtlar Fonu’nun desteğiyle kilisenin deprem öncesi bulunduğu konumda Noel ağacı süsledi. Bu gece artık dümdüz ve zifiri karanlık olan Saray Caddesi’ni ve eski Antakya sokaklarını o ağaç aydınlatacak. Mübarek güne güzel haber yakışır. Bugün eski Antakya’ya bir Noel, bir gün daha uzağız ama yeniden inşa edilecek kiliseye bir gün daha yakınız, çünkü Dünya Anıtlar Fonu, kilisenin yeniden inşası için gereken dünya çapı fon çağrısını bugün kurulan ve süslenen Noel ağacıyla başlatıyor. İlk Noel, son Noel’e ve geçmişe veda değil, aynı zamanda yeni başlangıçlara ve umut dolu, Antakyalı yarınlara selam dursun! Dedemin deyişiyle, Tanrı kaybettiğimiz canların meleklerini yardımcı kılsın. En yakın zamanda, o bahçede, kaybettiklerimizin anısıyla, sevdiklerimizle olma dileğiyle sağlıklı, umut dolu Noeller. Ğiyd ıl milad mejid. Kil am u intum bi kheir. Depremin ardından yıkılan Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nde süslenen çam ağacı
- Torna tezgahından Noel sofrasına: Keşşir dolması
Antakya’da yaşayan Hıristiyanlar için her yıl, Aralık ayının 24’üyle başlayan ve 31’inde biten Noel haftası, büyük, küçük tüm aile üyelerinin, özlem gidermesi, sohbet etmesi ve Noel geleneğine uygun yemeklerde bir araya gelmesi için eşi bulunmaz bir haftadır. 2022 yılı sonuna kadar Antakya’dan ne kadar uzakta olsam da Noel haftasında Antakya’da olmak için çalışırdım. Antakya’da 6 Şubat’ta meydana gelen “asrın depremi” nedeniyle sevdiğim ve özlediğim şehre gitmek ne yazık ki bu yıl mümkün değil. Noel’in yaklaştığı bugünlerde ise tek yapabildiğim, çocukluğumdan bu yana Antakya’da yaşamış olduğum harika Noel anılarımla avunmak. En üstteki fotoğrafta gördüğünüz kilise ve avlusu maalesef yıkılmış durumda ama olsun. Her şeye rağmen, gülümseyen Noel çocuklarını hatırlayarak buruk bir mutluluk duymaya devam ediyorum. Noel anılarım arasında ilk aklıma gelen Antakya’ya özgü Noel yemekleri oluyor. İki aya yakın süren bir perhiz döneminden sonra gelen Noel haftasında minik içli köfteler, tavuklu, martadellalı çorbalar, Noel çörekleri bolca tüketilir. Antakya’ya özgü bir başka geleneksel yemek, çoğu sofralarda sadece bu dönemde yerini alır. Bu özel yemeğin adı Antakya’ca adıyla “keşşir dolması”. Türkçe sözlükte “keşşir” havuç anlamına geliyor. Antakya çevresinde yetişen bordo-mor arası renkte ve boyu neredeyse 30 santimetreye ulaşabilen bu havuç, keşşir dolmasının ana elemanı. Rengi ve ağza bulaşan farklı lezzetiyle özel bu havuç çeşidi ayrıca turşulara da katılır. Uzun kış akşamlarında sobada korların üzerine atarak pişirirdiğimizi hatırlıyorum keşşiri. Sonra da üzerindeki kül ve yanmış kabuğu sıyırıp kardeşlerimle beraber yerdik. Koyu mor renge boyanan ellerimiz ve dudaklarımıza bakıp birbirimize takılırdık. Keşşir o kadar serttir ki, içini elle oymak neredeyse imkansız. Bu yüzden bu havucun dolmalık hale getirilmesi ancak tornada oyulmasıyla mümkün olur. Aile büyükleri tarafından pazardan seçilerek satın alınan mor havuçlar, oyulmak üzere ahşap işi yapan tornacıya götürülür. Antakya’da Aralık ayı boyunca birkaç torna ustası, en az bir tornalarını, pahalı olmayan bir ücret karşılığında müşterilerin getirdiği havucu oymak için hazır tutarlar. Torna ustası havuçları dikkatli bir şekilde oyar. Oyulan havuçlar eve getirilir, üstleri rendelenip içleri dışları yıkanır. İçleri Antakya’ya özgü baharatlar, rendelenmiş soğan, pirinç ve az yağlı dolmalık kıymayla hazırlanan dolma harcıyla doldurulur. Doldurulmuş havuçların ağızları da ince bir havuç dilimiyle kapatılır. Tencereye yerleştirilen keşşir dolmaları, yeterli miktarda su eklenerek bir süre için kaynamaya bırakılır. Pişmeye yakın, dolmaların üzerin, tereyağında yakılan kuru nane ve bol miktarda ezilmiş sarımsaklı bir sos boca edilir. Ayrıca nar ekşisi de eklenen keşşir dolması, yenebilecek sıcaklığına gelene kadar demlenmeye bırakılır. Koyu mor renge bürünmüş pişmiş dolma, tabaklara servis edilir ve dolmanın iştah açan tatlı ve ekşi tatları barındıran özel suyu sos olarak dolmaların üzerine katılır. Keşşir dolmasını dileyen yoğurtla yer. Laf aramızda, bu çok özel lezzete sahip dolma suyunu ben, tek başına çorba olarak içmeye bayılırım. Bu dolma evlerimizde ortalama olarak yılda bir defa pişirilir, afiyetle yenir ve kendine özgü tat ve kokusu bir yıl boyunca unutulmaz. Bu özgün ve geleneksel yemeği yine Antakya’da hep beraber yemek umuduyla… Fotoğraflar: Abdulla Sert