top of page

"" için 222 öge bulundu

  • “Antakya’nın kültürel anlamda dışarıdan beslenmesinde can damarı olmuşuz”

    Bu röportajla, şehrin uzun yıllar boyunca kültürel anlamda beslenme kaynağı olmuş Ferah Kitabevi’nde soluklanarak 6 Şubat’ın derin izler bıraktığı Antakya’ya gidiyoruz. Mavi Kapı adlı mekanda hep birlikte yemek yiyor, paylaşıyor, dayanışıyor ve “Antakyalılık” üzerine konuşuyoruz. Antakya’nın dün, bugün ve yarınını düşünerek Antakya’da iz bırakan esnaflardan Ferah Kitabevi’nin sahibi, eski Antakyalı Birol Bülent Barutçu’yla Ferah Kitabevi’nin kuruluş hikayesi, Antakya’nın kent belleğin ve kendisinin çocukluğunun ve bugünün Antakyası üzerine sohbet ediyoruz. Röportaj: Arda Can Özsu Antakya’ya değer katan sizin de sahibi olduğunuz Ferah kitabevinden biraz söz edebilir miyiz? 1940’lı yıllarda köprü başında dedem Hüseyin’in açtığı bir bakkaliyesi vardı, adı Ferah Gişesi diye geçiyordu. Daha sonra babam evleniyor, amcam evleniyor ve onların bir iş kurması gerektiğinden o bakkaliyedeyken dedemle amcam ürün çeşitliliğini artırmak istiyorlar. Bu kararla birlikte o zaman böylelikle kırtasiye ve kitap işine az da olsa giriyorlar. Arkasından gazete ve dergi bayiliği geliyor. O zamanlar gazeteler Adana’dan İskenderun’a kadar gelir, bizimkiler İskenderun’dan alır getirirlerdi. Bu yıllar 1950’li, 1960’lı yıllardı. O zamanlar trafik açısından yollar çok rahat değil, bu yüzden böyle bir yol seçmişlerdi. Hatta ilk önceleri mesela bir gün önceki gazete ertesi gün gelir, bugün aldığınız gazete dünün olurdu, çünkü bir gün sonradan gelirdi. Ne zamanki gazete günü gününe gelmeye başladı, daha sonra daha az katılım oldu. Çünkü o zamanlar radyo var, televizyon yok, gazete var. İnsanlar sabahı bekler gazeteden öğrenirlerdi haberleri. Gazete almaya gelirlerdi bu yüzden, yani o zamanın interneti diyelim gazete için. İşte 1950’li, 1960’lı yıllarda böylece zor başlayan bir süreçte gazete bayiliği alınıyor, gazete geliyor ve şehir içerisine gazeteyi ilk bizimkiler dağıtıyor. Tamam ticaretini yapmışız ama Antakya’nın kültürel anlamda dışarıdan beslenmesinde can damarı olmuşuz. Bahsettiğim yıllarda epey zor başlayan gazete bayiliği daha sonra günü gününe dağıtılmaya başlanıyor ve şehir içerisinde değişik bayiler yeni alt bayiler oluşturarak her kesime bu yayınların, yani gazete ve dergilerin daha çok insana ulaştırılması sağlanıyor. Bu da daha iyi bir toplum daha iyi bir eğitim anlamına geliyor. Bu durum babamlara köprü başındaki dükkânın artık küçük gelmesiyle başlıyor ve babamlarla dedem ayrılıyorlar çünkü babam ve amcam dedemden ayrılarak daha büyük bir yere taşınma ihtiyaç duyuyorlar. Hemen ardından kilise altındaki iki dükkâna yerleşiyorlar. Ondan sonrasında Ferah kitap kırtasiye olarak işlerine devam ediyorlar ve ilk adım atılmış oluyor. Ferah ismi ise şuradan geliyor köprü başında olduğu için ferah bir yer olması dedeme bu çağrışımı yapıyor ve oradaki dükkâna bundan dolayı Ferah deniyor. O dükkân hakikaten de çok ferah ve güzelmiş. Bir de o zamanlar martılar uçardı nehir kenarında hatta o martılar amik gölü kuruduktan sonra martılar da gelmez oldu. Tabii bunun bir diğer sebebi de göl gittikten sonra iklimin değişmesiydi. 1960’lı yıllarda bu mekâna geçiyor amcam ve babam. Bir süre dedem köprü başında devam ediyor, daha sonra dedem emekliye ayrılıyor. Köprü başındaki yer Ferah Kitabevi’nin bir şubesi olarak devam ediyor. Daha sonra Kırıkhan ilçemizde bir Ferah kitap kırtasiye şubemiz daha açılıyor. Biz o zamanlar Ankara’da, İstanbul’da çıkan tüm dergilerin ve kitapların getirilmesi için çalıştık ve bu yayınların Antakya’mıza, Antakyalılara, Kırıkhanlılara ulaştırılmasına belki de sebep olmuş olduk, evet ticaretini yaptık ama böyle bir şeye de vesile olmuş olduk. “Ferah kitabevini tüm Antakyalılar bilir, hatta kitabevi Antakyalıların buluşma, konuşma noktası gibiydi” Dolayısıyla birçok insan der ki mesela son bir örnek anlatayım, bir milletvekili, o da Kırıkhanlıdır mesela ve Antakya’da diğer siyasilerle birlikte bizim dükkânın önünden geçerken durdu ve “yahu ben yıllardan beri Ferah kitabevinin müşterisiyim biz oradan aldığımız kitaplarla büyüdük” dedi ve Kırıkhan’da bulunan Ferah kitabevinden bahsetti. Bunun gibi bize çok geri dönüş sağlayan, iyi yerlere gelmiş başarılı insanlar oldu ve o insanlar derler ki biz buradan aldığımız kitaplarla okuduk yani bu konuda bir payımız varsa bizi mutlu eden de bu oluyor. Bunları duymak oldukça hoşumuza gidiyor. Örneğin bir gün ben iş yerimdeyim bir dede yanında kızı ve torunları yani üç nesil geliyor ve üçü de müşterimiz bu da benim için çok güzel ve anlamlıydı. Yani dedesi babamın müşterisi, kızı ise benim müşterim, torunları ise müşteri adaylarımız. Bu sebepten üç kuşağa hizmet vermeye devam ediyorduk, bizler devam ettirmeye çalışıyoruz. Deprem oldu bundan sonrasında iş yerimizi devam ettirmeye çalışıyorduk ki, asrın felaketi bu deprem başımıza geldi. Bundan sonrasında iş yerimizi yapıp bizlere geri verirlerse Antakya’da Ferah kitabevimizi devam ettirmeye çalışacağız. Umarım bu gerçekleşir ve bizler de mutlu oluruz. Bir de Ferah kitabevini tüm Antakyalılar bilir, hatta kitabevi Antakyalıların buluşma, konuşma noktası gibiydi sohbetlerin edildiği ve insanların birbirleriyle buluşma yeri olarak adres verdiği bir dükkân olarak devam ediyordu ta ki bu depreme kadar… Buluşmalar derken yani gelip geçerken soluklanılan bir yer mi yoksa bayağı oturulan da bir yer miydi? Oturma alanımız yoktu fakat çok bilinen bir yer olmasıyla ve isminin konum bilgisi vermek için de kullanıldığını göz önüne alacak olursak güzel muhabbetlere ve buluşmalara on yıllarca bizler de tanıklık ettik diyebiliriz. Ankara’da Dost kitabevi önünde buluşmak gibi… Evet, öyle neredeyse herkes tarafından Saray Caddesi Ferah kitabevi diye bilinirdi. Ayrıca öncesinde de bahsettiğimiz gibi bizlerden oldukça tanıdık isimler de alışverişler yaparlardı, bunun bir sebebi de ürün çeşitliliğimizin oldukça fazla olmasıydı. Çünkü müşterilerden çok duyduğumuz bir diğer şey de mesela biz Ankara’da ve İstanbul’da bulamadığımız kitabı burada buluyoruz gibi cümlelerdi. Bunu nasıl yapabildiniz? Biz o zamanlar yani ilk önceleri çok satanların dışında insanların ilgisini çektiğini düşündüğümüz kitapları kendimiz tespit ederek getirirdik ve kitabevimizde bulundurmaya özen gösterirdik. Bir de tabii yayın dünyasını yakından takip etmek bizim için önemliydi her ay bunun için İstanbul’a gelirdik. Niçin gelirdiniz? Oradaki ortamı görmeye ve keşif yapmaya mı? Keşif yapmaya gelirdik ve aynı zamanda biten ürünleri almaya da çünkü o zamanlar internet olmadığı için bizler kendimiz gelip keşif yapar ve ürünlerimizi çeşitlendirirdik. O zamanlar kargo bile olmadığından ambarla gönderirdik yani ben dönerdim Antakya’ya aldığım mallar ise sonradan gelirdi. İstanbul’da kitap keşifleriniz için özellikle nerelere giderdiniz? Cağaloğlu’ndaki yerlere bakardık ve orada çeşitlendirmemizi yapardık. Bilhassa kitap konusunda bir müşteri bize sorduğu zaman ve biz yok dediğimiz zaman hemen o kitabı not alırdık ne yoksa onu tamamlamaya çalışırdık. Böyle bir iş geçmişimiz oldu dolayısıyla insanların aradıkları şeyi bulmak için gelecekleri bir kitabeviydik. Örneğin burada kendimden örnek vereyim ilk atlas aldığım zaman hoşuma gidiyordu hep gitmiştir, çünkü ilk atlas alındığı zaman çocukların ilgisini çok çekiyor bence ileriye dönük ve ufuk açan bir şeydir atlas. Evet benim için de atlas öyleydi ufkumu açan bir etkisi olmuştu annem ve babam bana ilk atlasımı aldığında inanılmaz mutlu olmuştum. Evet o zamanlar birkaç kitabevi vardı ama her yerde atlas özellikle de büyük atlas olmazdı. Gazete, dergi onlar da ayrı birer kültürdü ve dergi çeşitliliğimiz de oldukça fazlaydı ve uzun yıllar boyunca bu şekilde devam ettik. Antakya’da kitabevi ve kırtasiyenin birlikte olduğu ilk iş yerlerinden biridir Ferah. Peki, Ferah kitabevinin çevresindeki esnafla ilişkisi nasıldı? Gözlemlediğim kadarıyla oldukça güzel, dostane ilişkilere ve bir bağa sahipti diye hatırlıyorum. Çok çok çok güzeldi. Antakya’nın en güzel özelliği birçok güzel özelliği var elbette ama ilk beşini söyleyecek olursam biri komşuluk ilişkileridir. Dayanışma ve birliktelik çok önemlidir iyi günde kötü günde hep beraberdik. Aramızda büyük bir bağ ve dayanışma vardı, ki hâlâ var. Yani şu anda mesela komşumuz var, görüşemiyoruz ama hâlâ birbirimizi arıyoruz onlar belki de başka bir şehirde biz İstanbul’da onlar Mersin’de mesela ama iletişimimiz hep devam ediyor. “Birlik, beraberlik, paylaşım ve Antakya mutfağı” Antakya şehir hayatı aslında çok eskiye dayanıyor. Biraz da Antakya kent belleği ve tarihi üzerine konuşalım mı? Antakya’nın çok eski bir yerleşim yeri olduğunu ve medeniyetlerin beşiği konumunda olduğunu biliyoruz. İlk defa sokak aydınlatması Antakya’da olmuş. Bir de bu medeniyetler içerisinde Roma imparatorluğunun Suriye Eyaletine de başkentlik yapmış ve bir değil birkaç büyük depreme tanık olmuştur. Dolayısıyla şu an Antakya’nın altında iki veya üç şehir daha var bu yüzden özellikle depremden sonra Antakya tarihine ışık tutmak amaçlı keşke bir arkeolojik kazı çalışması yapılsa her tarafı olmasa bile çünkü şu an zaten Antakya’nın birçok yeri yıkık dökük durumda bilhassa eski Antakya’da kentte bir kazı çalışması yapılsın çok isterdik. Ben isterim ki eski Antakya gün ışığına çıkarılsın, daha sonrasında bize çok katkı sağlayacak o değerli tarih gün ışığına çıksın ve ön yargılar kırılsın. Aslında dünyada buna benzer örnekler bulunmakta, bu noktada çok önemli bir yere temas ettiğinizi düşünüyorum. Arkeopark diyorlar yani iyi bir kazı çalışmasıyla geçmişteki o şehirleri ve yapılaşmayı gün ışığına çıkararak oraları bir arkeolojik sit alanı haline getiriyorlar ve hem geçmişe temas etmiş hem de günümüzde bunu değerlendirmiş oluyorsunuz bir de yeşil alan kazanıyorsunuz. Evet, hatta bir rivayete göre de dünyanın en büyük hipodromu olduğundan da söz ediliyor Antakya’da. Bundan başka Kurtuluş Caddesi mesela tarihçilere göre ilk aydınlatılan cadde diye biliniyor. Yani eski Antakya olmasa dahi bir iki kazı çalışması yapılarak derine inilmesini isteriz. Mesela deprem öncesinde bir teleferik projesi planlanıyordu fakat sekteye uğradı ve durduruldu. Antakya’nın bu müthiş tarihsel zenginliğinin açığa çıkmasını isterdik. Benim önerim Antakya’nın tarihinin aydınlatılması için birtakım çalışmalar ve araştırmalar yapılmasıdır. Peki, 1939’da Hatay Cumhuriyeti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması öncesinden Antakya’ya baktığımızda, bunun Antakya kültürüne ne gibi yansımaları oldu sizce? 1921-1939 yılları arasında Fransız mandası Hatay topraklarına sahipti ve hükmediyordu. O yıllardaki eğitim Türkçeydi fakat ikinci dil olarak Fransızca öğretiliyordu. Dolayısıyla Fransızca kültürü de annelerimize babalarımıza öğretiliyordu. Hatta bazı insanlar Fransızca konuşuyor hale gelmişti. Mesela benim teyzelerimden ikisi Fransızca konuşuyordu. Bu Batılı eğitim kültürü ve seviyesi bizim eğitimimize kadar sürdü ve devam etti. Bizlerin ilk ve ortaokullarda aldığımız eğitim çok kaliteli ve üst seviyedeydi. Tabii o zamanlar Fransızca yoktu. Ortaokulda biz ikinci dil olarak İngilizce ve Almanca olarak tercihimizi yapmıştık ama o Fransızların verdiği aşinalığımız olan yaşam kültürü o yıllara kadar devam etmişti. Eğitimden söz etmişken, bir de sizin ilkokul deneyimlerinizden konuya bakalım mı? Çok güzel ve seçmiş olsanız bu kadar güzel olamayacak bir sınıfımız vardı. O yıllarda hiçbir arkadaşımızı ayırmazdık. Çok çeşitli etnik kimliklerden arkadaşlarımız vardı. Hatta bizler o zamanlarda Hıristiyan, Alevi, Yahudi, Ermeni gibi tanımlamaları yıllarca hiç dile getirmedik çünkü biz kim Alevi kim Sünni kim Ermeni diye bakmazdık hiç kimse birbirini hangi etnik gruba ait olduğunu zikretmezdi. Daha sonra ben merak edip lise yıllarındayken, şöyle bir ilkokulda kaç kişiydik kimler vardı diye baktığımda çok milletli, çok güzel bir sınıf olduğumuzu tekrar gördüm. Toplamda otuz kişiydik ve sınıfımızda Katolik, Yahudi, Hıristiyan Ortodoks arkadaşlarımız vardı. Sonra zaman geçtikçe azalmalar gerçekleşti. Neden? Bunun birinci sebebi göç, bazı arkadaşlarımız eğitim için İstanbul ağırlıklı olmak üzere yurt dışına gittiler. Diğer bir kısmı ise güvensizlikten gitti, bilhassa 12 Eylül darbesinden önce epey dedikodu çıkmıştı. Bu sebeplerden Yahudi arkadaşlarımızın çoğu İsrail’e, bir kısmı İstanbul’a, bir kısmı da Amerika’ya gittiler. Bu kişilerden bazıları ile teknoloji sayesinde sosyal medya aracılığıyla görüşebiliyoruz. Hakikaten de o dönemde kimse kimseyi araştırmaz ve ayrıştırmazdı. Hepimiz aynı sınıfta ve hepimiz eşittik; hepimiz aynı bayrağın altında yaşayan rahat, mutlu, huzurlu insanlardık. Bunun yanı sıra çok iyi öğretmenlerimiz oldu ve onlardan güzel bir eğitim alma şansımız oldu. Daha sonra ortaokul, lise ve üniversite derken az önce bahsettiğim gibi ayrışmalar, ayrılmalar ve kopmalar oldu. Örneğin 6 Şubat’taki depremde de bu arkadaşlarımızdan bazılarını maalesef kaybettik. Almanya'da yaşayan bir ilkokul arkadaşım vardı, Bişare Maşta onu da maalesef 15 gün önce kaybettiğimizi öğrendik. Bizim okulumuzun olduğu ilkokulun etrafında çok sayıda cami ve kilise vardı. Ben Gazipaşa ilkokulunda okudum ve bu ilkokul daha sonra yıkıldı. Kiliselere, camilere ve havraya yakındı. Teneffüslerde bile biz sınıf arkadaşlarımızın evleri yakın olduğundan onların evlerine giderdik ve Nehi Huri arkadaşımızın annesi mesela reçelli ekmek yapardı. Biz de onunla giderdik kendi kızına yaparken bizlere de verirdi. Bu arkadaşımızı da maalesef depremde kaybettik. Diğer teneffüste de Bişare arkadaşıma giderdik. Onun da ablası çok güzel turşu yapardı ve bizler de öğlene doğru acıkmaya başlayınca aklımız turşuda kalırdı. O teneffüste de hakkımızı turşudan yana kullanmış olurduk. Buradan anlatmak istediğim şudur. Birlik, beraberlik, paylaşım ve Antakya mutfağı. Mesela arkadaşlarla öğlen bizim eve giderdik ve annem yemek yapmış olurdu, gider yemek yerdik. Bunun gibi paylaşımlarla geçti arkadaşlarımla çocukluğumuz. Ondan sonra biz gel zaman git zaman artık kendi kitabevimizde çalışmaya başladık. Bizi çocukluğunuza götürdünüz. Bu çocuklukta yemekle ilgili hatıralar oldukça fazla… Antakya şehir hayatında yemeğin yeri önemli sanıyorum Antakyalıların olmazsa olmazı mezelerdir her öğünde mutlaka meze olur aslında Halep mutfağı da var. Halep, Gaziantep ve Antakya mutfakları birbirlerine çok yakın ve çok benziyor. Bazı yemeklerin ismi bazı yerlerde farklı söyleniyor ama yemekler hemen hemen aynı sadece yemeklerin gramajı ve kullanılan baharatlar değişiklik gösteriyor. Örneğin biz sarma içi deriz insanlar genelde kısır derler. Biz onu bol nar ekşili ve acılı yaparız diğer yerlerde daha beyaz olur. Çiğ köftemiz mesela oldukça acıdır ama Antep’te ise daha baharatlıdır, biz ise etli yaparız. İlk önceleri annelerimiz köftelik taşı derlerdi bir taş olur eti dövecek bir taş olurdu, onunla döver iyice terbiye eder sonrasında üzerinde biberini, salçasını, bulgurunu ve baharatını eklerlerdi. Köftelik taşından öyle yapışan çiğ köfte etli çiğ köfte olurdu. Artık kadınlarımız makinede yapabiliyor köftelik makineleri çıktı, onunla eti çektikten sonra da yapıveriyorlar. Yani dövmeye gerek kalmadan yapılıyor. Mezelerimiz oldukça meşhurdur mesela humusu, bakla ezmesi biz kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeğinde de tüketiriz. Ayrıca kâğıt kebabı ve tepsi kebabı da olmazsa olmazlarımızdandır. Sizin çok sevdiğiniz ve buralarda da özlemini duyduğunuz ve bulamadığınız yemekler var mı? Çiğ köfte, humus, abugannuş gibi yemekler var. Ben yemek kültürümüzün kaybolmasından da korkuyorum. Bizler zeytinyağını bol tüketiyoruz ve kullanıyoruz mesela yumurtayı bile zeytinyağı ile pişiriyoruz evimizde her zaman. Kabaltı’dan Mavi Kapı’ya Antakya’da bir buluşma noktası Kent hafızasını muhafaza edince değerler gerçek anlamda korunuyor. Evet bunun için tat kırımı da olmaması gerekiyor. Yemeklerden söz etmişken bir de topluca bir araya geldiğiniz “Mavi Kapı” adlı mekandan bahsedelim mi? Biz arkadaşlarla sık sık buluşup bir yerlere giderdik akşamları sonra baktık ve kendi kendimize acaba buralardan uygun bir fiyata ev bulabilir miyiz, bir vakıf malı vardı ve fiyatı çok uygundu ilk önce orayı bir arkadaşımız kiraladı. Eski, Antakya eviydi ve avluluydu Mavi Kapı öncesindeki Kabaltı yanında bir yerdi burası. Dolayısıyla biz buraya Kabaltı diyorduk. Sonrasında ise bu şekilde başlamış oldu maceramız. Orada bizler her birimize ve eşlerimize birer anahtar verdik ve orada misafirlerimizi ağırlardık. Eşlerimiz orada sabah kahvelerine giderlerdi, güzel buluşmalar gerçekleştirirdik. Özellikle erkeğe göre tasarlanmış bu dünyada ince ve güzel bir davranış bence çünkü erkeğin kafa dağıtması eğlencesi ve hayatı daha ön plandayken sizler eşlerinize de böylelikle öncelik vermişsiniz aslında birlikte eğlenerek. Evet, Mavi Kapı’daki olayımız böyleydi. Günümüzde de akşamları hep beraber otururduk kimimiz orada şimdiki mezecilerin bulunduğu yerden meze alırız gideriz yemekler yediğimiz ve eğlendiğimiz hoşça vakit geçirdiğimiz nezih bir mekân haline getirmiştik. Çiğ köfte, humus, abugannuş gibi mezelerimizi sofraya koyar, yanlarına da çerez, meyve alır ve otururduk. Bu şekilde değerlendirdiğimiz ilk yer olan Kabaltı’ndaki vakıf malı olan evi aldılar. Sonrasında biz de başka bir yer arayışına girdik ve bir yer bulduk tam yemek yenecek mekânların bulunduğu yerin orta yerinde Mavi Kapı’yı bulduk ve orada on sene neredeyse bulunmuş olduk. Hem bize özel hem de misafir ağırladığımız, özel günlerde de söz, nişan gibi kullandığımız bir yerimiz olmuş oldu. Sonrasında tam üçüncü bir yer arayışına girmiştik ki deprem oldu. Hatta bu arkadaşlarımızdan birisi, bir ev almıştı bunun için ama depremde orası da yıkıldı. Son olarak, söyleşiyi bitirirken söylemek istedikleriniz var mı? Antakya kimsenin dini neymiş, milleti neymiş diye bakmadan aynı sıraya oturduğu bir yer, hâlâ görüşülen bir yerdi. Bu kadar çeşitliliğin olduğu yere uzaktan bakınca bir kere daha fark ettim. Şimdi düşündüğüm zaman çok güzel, değerli ve anlamlı bir hayatımız varmış Antakya’mızda. Antakya üzerine dileklerinizi paylaşıyorum. Tekrar düşüncelerinizi, duygularınızı, şehirle ilgili deneyimlerinizden yola çıkarak kişisel hafızanızı içtenlikle paylaştığınız için teşekkür ederim. Sağ olunuz. Röportaj deşifresindeki desteğinden dolayı Gülsüm Fındık’a teşekkürlerimle.

  • Nurlu Cumartesi’den Paskalya’ya: Mesih Kam!

    Bugün Cumartesi, Kutsal Cumartesi. Antakyalı Ortodokslar için Nur Cumartesisinin karşılığı olan: Sabt’al Nour. Paskalya Pazarı’ndan önceki cumartesi olarak Paskalya Cumartesi’si olarak da bilinen bugün, bekleyişin günüdür. Büyük Cuma – Cınnez günü mezara defnedilen Mesih’in ölümü ile ölülerin arasına ineceğini ve ölümü ölümle yenmesiyle müjdelenecek yeni yaşamın bekleyişidir bu. Bu bekleyiş aynı zamanda bayram gününe bir hazırlıktır. İnsanlar kendilerini, kiliseleri, evleri gelecek olan bayrama hazırlarlar. Bunlardan ilki bu cumartesi sabahı yapılan Gar yani Defne Ayinidir. Defne yaprağı galibiyetin, kahramanlıkla gelen erdemin sembolü olması sebebiyle Roma Dönemi boyunca mücadelelerden muzaffer çıkmış hükümdarların yollarına defne yaprakları serilirmiş, işte bugün de Ortodokslar ölümü ölümle yenerek galibiyet ile gelecek hükümdarlarını karşılamak için kiliselerin dört bir yanına defne yaprakları serpeler. Defne yaprağı aynı zamanda yaz – kış yeşil kalması ile ölümsüzlüğü sergiler ve bu yüzden de dirilişi ile ölümü yenerek ölümsüzlüğe erişen kurtarıcılarını defne yaprakları ile karşılarlar. Abuna (Papaz) bir yandan defne yapraklarını coşkuyla ve bekleyişin heyecanı ile serperek dört bir yanı galibiyetin, ölümsüzlüğün sembolü ile süslerken bir yandan da müjdelenecek olanın bekleyişi ve umudu ile koro ile karşılıklı şu mısraları tekrar eder: “Qum Ya Allah wa’hkum fi al'ard lannk trth camie al'umam”[i] Abuna bu ilahi eşliğinde defne yapraklarını kilisenin dört bir yanına serperken insanlar da secde ederek ellerini açıp bu yaprakları yere düşmeden havada yakalamaya çalışırlar. Bu biraz da cumartesi günü boyunca bekleyişin umudunu, bekleyişin sonunda gelecek müjdenin bereketini ve yaprakların temsil ettiği ölümsüzlüğün galibiyetini; coşkusu düşmeden havada yakalamak ve yanında, evinde taşıyabilmek içindir. Sabah tamamlanan Gar Ayini’nin ardından gelecek olan umudu bekleyiş yerini gelecek olanın hazırlıklarına bırakır. Kilisede sabahın ilk saatlerinde dört bir yana serpilerek gelecek olan müjdenin ve umudun bekleyişin de ilk hazırlıklarını başlatan defne yaprakları; insanlarla beraber birer birer evlere giderek bu bekleyişi ve hazırlıkları da beraberlerinde yayarlar dört bir yana… Henüz sabahın ilk saatlerinde, tencerelerde lebnÎ ve sütlaçlar kaynamaya başlar. İkisi de Antakyalı Ortodoks evlerinin paskalya zamanı sofralarından eksik olmayan yemekleridir. Bu kadar önemli olmalarının sebebi ise ortak özelliği olan renkleri: beyazlıklarıdır. Beyazlıkları ile müjdeyi, onunla beraber inen Nur’u temsil ederler. Kudüs’te Mesih İsa’nın mezarının olduğu kiliseye inen kutsal ateşle beraber kiliselere nur’u yayılırken evlerde de yaşatılan bu gelenek ile nur yayılmaya başlar. Özellikle de lebni, yani yoğurt çorbası, Gar ayini dönüşü henüz gün tamamen başlamamış, hazırlık telaşları kalabalıklaşmamışken yapılır. Kimse lebnÎikaynayıp pişene kadar onun olduğu yere girmez kapının önünden geçmez hatta evin kadınları tarafından ya Cınnez dönüşü cuma gecesi ya da ev halkı Gar Ayininde iken evde tek başına yapılır çünkü yoğurt göz kaldırmaz ve göze geldi mi kesilir. Bayram törenlerinde de gördüğümüz inanç ve yaşam arasındaki bu sıkı bağ burada da kendini gösterir ve mutfağa, mutfak kültürüne kadar sirayet eder. Günün ilerlemesi, hazırlıkların artması ve telaşın kalabalıklaşması ile yumurta boyama heyecanı başlar evlerde. Paskalya’nın en önemli sembollerinden biridir bu. Bu konuda anlatılan birçok inanış vardır. İnanışın birinde Mesih İsa’nın dirildiği müjdelenen Meryem Ana bu sözler karşısında “Eğer doğru söylüyorsan bu yumurtalar kan kırmızı kesilsin” diyerek gösterdiği bir sepet yumurta anında kan kırmızı kesilmiştir. Bir diğer inanış ise buna yakın olarak kralın huzuruna çıkarılan Mecdelli Meryem’e bir mucize yapması söylendiğinde bir sepet yumurtayı Mesih’in kanı diyerek ellemesi ile kırmızıya boyamıştır. Bu tarz inanışlar ve anlatılar bölgeden bölgeye değişiklik gösterse de en genel ve simgesel inanış yumurtanın cansız bir varlık iken hiçbir dış müdahale olmadan tamamen içinden bir can çıkmasının taşıdığı anlamdır. Bu aynı zamanda Mesih’in dirildiği müjdelenirken “Öğrencileri dışardan mezarı açarak onun cenazesini çaldılar.” diyerek yalanlamaya çalışan kahinlere, dışarıdan bir müdahaleleri olmadan Mesih’in mezarın içinden Allah’ın kudreti ile kendi başına can bularak çıktığının mesajıdır. Yumurtanın kabuğu mezarı, beyazı sarıldığı kefeni, sarısı güneş gibi etrafa yaydığı nuru temsil ederken kanını temsilen de genellikle kırmızıya boyanır. Hatta eskiden sadece kırmızıya boyanan yumurtalar için soğan kabukları cuma veya perşembe gecesinden suya konur, rengini salması için cumartesi sabahına kadar beklenir. Kabukların iyice rengini saldığı bu suyun içinde yumurtalar haşlanarak kırmızı rengi verilir. Maydanoz, nane zeytin veya çiçek yaprakları da su ile üzerine tutturulup mus çorapların içine koyularak kaynatılması ile de desenler elde edilir. Bu gelenekler hala devam etse de herkesin ortak kullandığı belli bir kumaş boyası markası ile başlayan farklı renkler ve desenler, özel boyaların, süslemelerin gelmesi ile de paskalya yumurtalarını daha da süsledi, renklendirdi. Bu hazırlıklar tabii ki bugünle sınırlı kalmaz, kalamaz. Günler öncesinden hatta mevsimler öncesinden başlar bayram hazırlıkları. Şa’nini ile başlayan hafta ille beraber evlerde de fırınlarında da ortak bir trafik başlar. Haftanın başlaması ile herkes kahke, köbme, ma’mul ve oruk yapacağı günü belirlemeye başlar. Birbiriyle yakın olan komşular, akrabalar, dostlar da bu tarihleri özellikle birbirine duyurur ki aynı güne denk gelmeden sırayla birbirlerinin gününde yardımlaşabilsinler. Aynı matematik bir yandan da fırınlar arasında yapılır, mahalle fırınının da o günkü yoğunluğu, kimleri kabul ettiği de takip edilir ki ne tepsilerde ne de pişirimde bir eksiklik, aksaklık çıkmasın. O gün geldi mi herkes bir evde toplanır, sabah kahvesi ile güne başlar, günün planını yaparlar. Kahvenin hemen ardından gün çok hızlı başlar, hazırlıklar başlar: bir yandan hamur yoğruldukça etrafı mayt’al zahr (çiçek suyu) kokusu yayılırken bir yandan da fırından her biri bir metreyi aşkın büyük siyah fırın tepsileri gelir, temizlenir ve hazırlanır. (Tepsilerin temizliği dahi fırın seçiminde bir kriterdir (!)) Şarkılar, sohbetler, gülüşler içinde cevizli, hurmalı, sade kahkeler yapılır ve tahta kalıpların masaya vuruşunun belirlediği ritimle de tepsiye dizilir. Hepsinin ayrı bir adı, şekli ve tadı vardır: cevizli, ma’mul; hurmalı, siwa; sade de şeklinden dolayı simittir. Paskalya ’ya özel bir tepside bir yer daha açılır bu bayram kahkelerinin yanına: yumurtayla beraber yenmesi için yapılan şekersiz sade simit (ki kendisi herkesin değerini bilmediği ama çok kıymetli bir kahkedir). Her fırının saati bellidir, hangi saatte köze düşer hangi saatte ateşlenir ise ona göre de tepsilerin götürülme saati belirlenir. Kahkeler yavaş yavaş, güzelce ve yanmadan pişmesi için ateşin düştüğü saatlerde götürülür. Herkes de aynı saatte getireceği için sanki aralarında anlanmışçasına tepsilerine birer işaret bırakırlar ve bütün bir emeği fırına emanet ederler. Nar gibi kızarması iyice pişmesi gereken oruklar ise bakır tepsilere koyulup tereyağı sürülerek ateşin kuvvetli olduğu zamanlarda götürülür fırınlara. O gün fırınlardan bayramın kokusu yayılır mahallelere, oradan da şehrin dört bir tarafına. Tüm şehir anlar ki bayram gelmiştir komşunun evine, bu yüzden de fırınlar tembihlenir ki gelen olursa kendi tepsisinden kahke ikram edilsin yayılan kokunun yanında kahkelerle beraber de yayılsın bayramın bereketi. Gününde boyanıp süslenen yumurtlar, günler öncesinden hazırlanmış kahkeler, mevsimler önce mevsiminde hazırlanmış kabak, patlıcan, turunç reçelleri ve vişne, fulya, böğürtlen likörleri; açılan bayram sofrasında tüm renkleri ile bu toprakların insanları gibi bir araya gelir. Bayram boyunca açılan bu masa hiç kapanmaz, gelen her misafirle beraber bereketlenir ama hiç eksilmez. Bayram sofrası kurulmuş bayramla beraber eve gelecek neşeyi; lebnÎ, oruklar ve daha niceleri de herkesi bir araya getirecekleri bayram yemeğini hazır bir şekilde beklerken ev halkı da bayramı kutlamak üzere kiliseye yola çıkarlar. Kimi kiliselerde bu Paskalya Pazarı sabaha karşı gün doğumundan önce başlarken kimi kiliselerde cumartesiyi pazara bağlayan gece başlar ama heyecan hep aynıdır. Aynı kapıdan da çıksa farklı mahalleden de çıksa birbirini bilen insanlar aynı amaçla kilise yolunda bir araya gele gele “her sene bugünlere” temennilere ile kiliseye varırlar. Sabah ayininde defne yapraklarıyla süslenmiş kiliseye insanların da gelmesiyle beraber bekleyişin heyecanı daha da artar. Tören, eski ahitten kutsal sözlerin okunması ile başlar ve devam eder. Abuna’nın (Papaz) heykeldeki kandilden mumunu yakıp heykelin önüne çıkmasıyla berber bekleyişin heyecanı içindeki cemaat de elindeki mumları yakmak üzere Abuna’ya doğru gelir ve bu sırada korodan şu ilahi okunur: “Helummu ğuzu nuren minel nuril lezi”[ii] Bu tören, Mesih İsa’nın dirilmesi ile beraber mezarında dirilişini müjdeleyen Melek’in saçtığı ve müjdeyle beraber tüm insanlığa yayılan Nur’u temsil eder. Herkes mumunu bu ateş ile yakar ve Nur’u evlerine taşımak üzere ayin boyunca mumlarını hiç söndürmeden evlerine götürürler. Herkes mumunu yakıp nurdan nur aldıktan sonra ayin devam eder. Abuna elinde İncil ve Diriliş İkonası ile heykelden çıkarak ellerinde mumları ile cemaat ve koro eşliğinde kilise içerisinde üç devre dönerler: “Bi kıyametek eyyuhelmesih ilehuna Meleike fi seme yusebihun Amma nehnul lezina elalard Bi kulubin nakiya leke nu mejit”[iii] Bu ilahi eşliğinde kilise içerisinde üç tur atıldıktan sonra hep birlikte kilise dışına çıkılır ve bahçeye kurulan kürsü üzerinde tören devam eder. Markos İncil’inin son pasajının da okunmasının ardından Abuna (Papaz) dirilişi ilan eder ve Diriliş İkonasını çevreleyen ışıklar yakılır: “El Mesih Kam! Hakkan Kam![iv] Bu müjdeyi ilan eden sözlerin ardından Abuna ve koro yavaş bir makamda, Arapça ve Rumca olarak Mesih’in dirilişini müjdeleyen ilahiyi söylerler: “ El’ Messih kam min bayn’il emwat Wawate al’mawt bi al’maut Wa wahabe al’hayata lilethene fi el’qubuur” “Hristos anesti ek nekron Thatnato thanaton patisas Ke tis en tis mnimasii zoin harisamenos”[v] Bu ilahinin Arapça ve Rumca olarak üç defa yavaş makamda okunmasının ardından Abuna veya bir Koro üyesi yüksek sesle Arapça olarak “Heze huvel yevmul lezi sana3ahul rab, li nefreh ve netehellel bihi” yani “Bugün, Tanrı’nın bahşettiği gün! Sevinelim ve coşkuyla kutlayalım!” demesiyle beraber cemaatin de katılmasıyla beraber aynı ilahi çok daha büyük bir sevinç, hız ve coşku ille söylenmeye başlanır. Bu coşkunun ilk anıyla beraber maytaplar yakılır, hava-i fişekler patlatılır ve kuru sıkı – oyuncak silahlar sıkılarak ilahiye eşlik eden coşku da katlanır. Bu ilahinin defalarca kez ama coşkusundan hiç kaybetmeden okunmasının ardından Abuna İncil ile kürsüden inerek yine en başta gelindiği gibi koro ve cemaat eşliğinde ama bu sefer “Mesih Kam” ilahisi ile kilisenin kapısına gidilir. Killise’nin kapısı ve ışıkları kapalıdır ve burada dirilişle beraber Mesih’in kapılarını açtığı ve başlattığı yeni hayatın temsili yapılır. Bu geleneğin bir diğer anlamı ise Roma Dönemi’nde zafer kazanan komutanların şehrin girişinde kapatılan kapıların onun girişi ile açılarak kutlamaların başlamasıdır. Abuna (Papaz) da ölümü ölümle yenerek muzaffer bir şekilde yeni hayatın kapılarına dayanan Mesih İsa’yı temsilen kapıya üç kere vurur; bütün ilahiler durmuş, insanlar susmuş, sessizce kapının önünde beklemektedirler ve Abuna (Papaz) seslenir: “İrfe3u eyyuhel ru-ese-u ebvebekom vertefi3i eyyetuhel ebvebul dehriyye li yadğole melikel Mejd”[vi] İçerde bekleyip kiliseyi bu temsile hazırlayıp kapıları kapatarak bu anı bekleyen kişi ise cevap verir: “Men huve heze Melikul mejd?”[vii] Bu diyalog üç defa gerçekleşir: kapıya vurur, içeri seslenir ve içerden cevap gelir. Üçüncü tekrarın sonunda, içerden son kez aynı cevap geldiğinde Abuna (Papaz) bu sefer daha güçlü bir şekilde seslenir ve aynı şekilde son bir kez kapıya daha vurur: “Huvel Rabbul 3azizul  jabbar, el Rabbul jabbaru fil kital. Erfe3u eyyuhel ru-ese-u ebvebekom vertefi3i eyyetuhel ebvebul dehriyye li yadğole melikel mejd.”[viii] Belki de Paskalya töreni içerisindeki en görkemli ve herkesin her yıl izlese de her daim en önden izlemek istediği bu temsille beraber Abuna’nın (Papaz) son sözlerinin ardından son vuruşuyla kapılar ardına kadar açılır ve “Mesih Kam” ilahisinin tüm coşkusuyla, ellerinde mumlarla beraber karanlığı aydınlatan cemaatle beraber kilise aydınlatılır ve ilk dakikadan başlayan bayramlaşmalar eşliğinde Bayram Komünyonu Töreni’ne kadar ayin devam eder. Bayram Komünyonunun da alınmasıyla beraber elli günlük büyük oruç da son bulmuş olur. Büyük Oruç boyunca hayvansal tüm gıdalardan uzak kalmış cemaat kutlamalar eşliğinde kilise bahçesine bayramın ilk bayram sofrasını kurar ve hep birlikte kilisenin çatısı altındaki kocaman bir aile olarak bu sofrada bir araya gelerek oruçlarını açarlar. Coşku, neşe, sevinç ve sevgi bu masalardan hiç eksik olmaz. İlahiler eşliğinde tokuşturulan ve hatta bir yarışa dönüşen yumurtalarla beraber her bir köşeden aynı sözler yükselir: “Mesih Kam, Hakkan Kam” Bu sözler bayramlaşmanın, selamlaşmanın, kutlamaların ve hatta hüznün, taziyelerin sözleridir. Bu sözler bir yeniden doğuşa ve ölümün içinden daha güçlü bir şekilde yeniden yaşama doğmaya olan inancın ve umudun sözleridir. Gün gelecek bu sözler; ölümün, yıkımın ve matemin içinden doğrulup yaşama, dirilişe ve sevince daha da görkemli bir şekilde doğacak olan şehrimizin semalarında yeniden yankılanacak ve anlamına güç katacak. O güne kadar gelecek olan dirilişin umudu ve bekleyişin sabrı bizlerle olsun: Mesih Kam! [i] “Kalk, Ey Tanrım, yeryüzüne hükmet: çünkü sen tüm ulusları miras alacaksın” [ii] “Geliniz ve nurdan nur alınız!” [iii] “Dirilişinle ey Mesih İlahımız, melekler göklerde söyler ilahi Ama biz yerdeki kulların iman dolu kalplerimizle Sana mejd olsun…” [iv] Mesih İsa dirildi! Gerçekten dirildi! [v] “Mesih ölülerin arasından dirildi Ölümü ölümle yendi ve Kabirde olanlara yaşamı verdi” [vi] “Kaldırın başınızı, ey kapılar!Açılın, ey eski kapılar!Yüce Kral girsin içeri!” [vii] “Kimdir bu Yüce Kral?” [viii] “O, güçlü ve yiğit olan her şeye egemen Rab’dirSavaşta yiğit olup ölülerin arasından gelen Mesih’tir o Yüce Kral!”

  • Ortodokslar için Büyük Cuma: Cınnez’in anlamı

    “Ya Yassue al’hayat fi qabr wadaeat; fi al’junud al’samawiat 'iindhahilat” “Ey İsa, yaşamın mezarda yatıyor ve göksel ordular şaşkınlıkla karşılıyorlar” Bugün Cuma, Büyük Cuma. Matem Haftasının altıncı; Kutsal Üç Günlerin ikinci günü. Büyük Perşembe töreninde Haç yolu ve çektiği çilelerin ardından çarmıh üzerinde son nefesini veren Mesih İsa’nın öğrencileri tarafından çarmıhtan indirilip beyaz ketenlere sarılarak cenazesinin mezara kaldırıldığı gün: Antakyalı Ortodokslar için ‘cenaze’nin Arapça karşılığı olarak: Cınnez.[i] Bugün cenazelerin en büyüğü kalkar Ortodoks Kiliselerinden: Mesih’in Cenazesi yani Cınnez al’Mesih Bu büyük cenaze töreninin hazırlıkları da günün ilk ışıkları ile başlar. Büyük Perşembe günü katafalk üzerine yerleştirilen haç karşısında “El Youm Oullika” ilahi ağıtı bir kez daha okunur kadın okuyucular tarafından, tıpkı Mesih çarmıhtan indirilip mezara taşınırken karşısında oturup ağıt yakan kadınlar gibi… Katafalk üzerinden indirilen haç, tıpkı çarmıh üzerinden indirilen Mesih gibi beyaz bir örtü ile örtülür ve Göğe Yükseliş (Pentkost) Bayramına kadar 40 gün boyunca durması üzere törenin yönetildiği kısma, kilisenin kutsal heykeline koyulur. Haçın indirilmesiyle beraber törenin bitmesinin ardından kilisenin ortasına sandukanın koyulup temsili cenaze töreninin yapılacağı yüksek ve kubbeli bir katafalk kurulur. Bu yapıya halk arasında yine güne de adını vermesiyle aynı sebepten dolayı “Cınnez” denir. Önce kubbe ve sandukanın üstüne yerleştirileceği yüksek ayaklı masa benzeri kaide kilisenin ortasına, törenin yapılacağı yere kurulur ve üzerinde el işlemesi haç motifleri bulunan beyaz keten bir örtü serilir tıpkı kutsal yazıtlarda Mesih’in cenazesi için serildiği gibi. Bu örtüler genellikle gönüllü olarak adak adamış aileler tarafından dikilir, işlenir ve her Cınnez sabahı kaideyi örtmek üzere getirilir. Kutsal yazıtlarda da yazıldığı gibi mezarı güzel kokularla, otlarla, donatmak için gelen inanların ibadetini yaşatır gibi herkes ellerinde güzel kokulu çiçeklerle hazırlanır Cınnez sabahına. Bu çiçekler binyıl önceki bir mezarı donatır gibi, Cınnez’in koyulacağı katafalkın kubbesini ve sandukanın içini donatır. Çiçeklerle donatılmış kubbe de kaidenin üstüne oturtulup, Cınnez de sandukasıyla birlikte yerleştirildikten sonra emeği geçen herkes “her sene bugünlere” dileyerek bir sonraki yılı da karşılayabilmek için dualar ederek Cınnez’in altından geçen ilk kişiler olmanın da haklı sevinci ile akşamki Büyük Cuma – Cınnez Ayinine hazırlanmak üzere kilisenin kapısını kapatırlar. Tıpkı binyıllık yazıtlarda güzel kokulu yağlarla, otlarla, çiçeklerle donatılmasından sonra kaya mezarın kapanan kapısı gibi… Bilhassa Antakya Ortodoks Kiliselerinin özellikle de Paskalya Dönemi’nin her bir töreninde, ibadetinde, binyıllık bir yazıtı canlandırdığınızı, binyıl önce yazıtlarda yaşamış bir kutsalı temsil ettiğinizi hissedersiniz. Bu da Antakyalı Ortodoksları kendi kiliselerinde, evlerinde bayram kutlamaya bağlı tutan o aidiyetin altında yatan sebeptir belki de… Sabah kapanan kapılar akşam tekrar açılır, bu büyük cenaze töreni için gelen cemaati; kilisenin ortasında, cemaatin hafta içi sabah saatlerinde kiliseye gelebilecek azınlığı tarafından kurulmuş Cınnez, Cınnez al’Mesih karşılar. Büyük Perşembe ve Büyük Cuma’nın matem günleri olması sebebi ile yas tutan ailelerin de gelmesiyle bayram gününden daha kalabalık olan kilise, cuma günü perşembeden özellikle daha kalabalık olur çünkü Arap Alevi komşularımız, dostlarımız da bu büyük cenaze törenine katılırlar. Eid al’Kıddes bayramında Hıristiyan komşuları ile doğumunun sevincini kutladıkları kutsala son vazifelerini gerçekleştirmek, doğumunu kutladıklarının cenazesini kaldırmak için gelirler. Sevinç de acı da birdir bu toprakların insanlarında ne din ayırır ne de ibadethane, bir gönül bağı ile birleşir aynı topraklarda can bulmuş hayatlar. Ayin saatinin gelmesiyle  beraber başlar Büyük Cuma Ayini de. Bugünün bir diğer büyük önemi ise Ortodoks Kiliselerinde tüm yıl boyunca komünyon çıkarılmayan, kutsal şükür ayini yapılmayan gün bugündür çünkü 12 İncil Ayni’ndeki okumalarda da geçtiği üzere Mesih İsa Son Akşam Yemeği’nde komünyon için ekmeği uzatarak “bu benim bedenimdir” ve şarabı göstererek “bu benim kanımdır” diyerek bize sunmuştur. Bedenen mezarda kabul görüldüğü ve cenazesinin temsil edildiği bugün, bu sebepten dolayı komünyon ayini yapılmaz. Seheri yani Eski Ahit okumalarının yapıldığı ayinin ardından ise Abuna (Papaz) ve koro kürsüden inerek Cınnez’in önüne ve arkasına geçer ve cenaze törenini başlatırlar. Bu cenaze töreninde Mesih İsa’yı öven ama hüzünlü ilahi ağıtlar Arapça ve Rumca olarak okunur[ii] Törenin bitmesinin ardından herkes sanduka ve kubbeyi donatan, tören boyunca üzerlerine okunmuş çiçeklerden almak katafalk’ın altından geçmek için sıraya girer. Alt kaidenin üzerinden sarkıtılan örtüler yukarı toplanır ve çiçeğini alanlar enine ve boyuna şekilde haç çizerek iki kere Cinnez’iin altından geçerler. Alınan çiçekler evlerde bereket için tutulur, kimi zaman da kurutulup bahurda yakılır ama bir tanesi hariç. Bugününün kalabalık olmasının sebeplerinden biri de Cınnez’den alınan gül tomurcuğunun inanılan gizemidir. İnanca göre çocuk sahibi olmak isteyip olamayan kadınlar Cınnez’den alınan gül tomurcuğunu yutarsa istediği ve inandığı takdirde çocuk sahibi olacağına inanılır. Bu inanç batıl bir inancın ötesinde bu şekilde çocuk sahibi olup bebeği elinde gül tomurcuğu ile doğan bebeklerin hikayesi olarak da biir mucize olarak anlatılır. Bu tarz inançların insan ve yaratan arasındaki bağına karışılamayacağı gerçeği ile birlikte de bu gelenekler günümüze kadar devam etmekte, gül tomurcukları Cınnez’in ulaşaılması en zor yerinde saklanmaya devam etmektedir. Bugüne dair en büyük ve yaygın inançlardan biri de Büyük Perşembe de dahil olmak üzere bu günlerde yağmur yağacağına olan inançtır. Bu iki günün mateminden dolayı olsa gerek göklerin bile dayanamayıp gözyaşı gibi yağmur döktüğüne inanılır. Her ne kadar inanıp inanmamak insanın kendisine kalmış olsa da ben bile hatırladığım sadece on küsür Paskalya döneminde muhakkak bu iki günde serpiştirse dahi yağmur yağdığına şahit oldum. O yüzden Antakyalı Ortodokslar için bayram sadece bir kutlama değil anı yaşamak, inanılanı hayatına sirayet ettirmektir biraz da: bu akşamlarda kiliseye giderken yağmur yağacağından emin olup hazırlıklı gitmektir mesela. Tıpkı gül tomurcuğu mucizesi inancı gibi. Herkes farklı inançlarla çiçeğini alıp niyetini ettikten sonra cenaze temsilinin içinde olduğu yarı tabut – sanduka omurlara alınır ve yine ilahiler eşliğinde kilise içerisinde üç devre tavaf ettirilir. Bu tavaf boyunca çan kulelerinde 33 vuruşluk çanlar çalınır, 11 vuruşluk 3 tekrardan oluşan cenaze çanıdır bu çalınan… Bu devre boyunca da cemaat tabutun altından geçerek ritüelini tamamlar. Geleneklerin kilise dışına çıkabileceği bölgelerde ise bu tabut koro ve cemaat ile kilise dışına çıkılır ve kilise içerisindeki bu ritüel kilisenin çevre sokaklarına caddelerine kadar inerek gerçekleştirilir, tıpkı gerçek bir cenaze gibi… Kilise içinde veya yapılıyorsa dışında gerçekleştirilen bu tören devresi en son kilisenin heykelinde, ruhanilerin töreni yönettiği kutsal bölümde sonlanır ve tabut içerisindeki temsil dualar eşliğinde temizlenerek heykeldeki yerine geri koyulur. Yine “her sene bugünlere” temennileri ile… [i] “Yusuf adında zengin bir Aramatyalı geldi. O da İsa’nın bir öğrencisiydi.  Pilatus’a gidip İsa’nın cesedini istedi. Pilatus da cesedin ona verilmesini buyurdu. Yusuf cesedi aldı, temiz keten beze sardı, kayaya oydurduğu kendi yeni mezarına yatırdı. Mezarın girişine büyük bir taş yuvarlayıp oradan ayrıldı. Mecdelli Meryem ile Yusuf’un annesi Meryem ise orada, mezarın karşısında oturuyorlardı.” Matta 27: 57 - 61 [ii] I zoí en táfo katetéthis, Christé, kai angélon stratiaí exeplíttonto, synkatávasin doxázousai tin sín. ya yasue al’hayat fi qabr wadaeat fi al’junud al’samawiat 'iindhahilat kuluha wamajadat tanazulakan al’masih al’hayat hin dhaq al’mimat 'aetaq al’naas min al’mawt walaqad manah alan al’hayaat liljamie fad min janubak kaman nabe wahid jadwal mudaeaf minh nastaqi muthmir lana al’hayaat al’khalida Ey İsa, yaşamın mezarda yatıyor Ve göksel ordular şaşkınlıkla karşılıyorlar Hepsi bir ağızdan senin lütfunu yüceltiyorlar Ey İsa, yaşamın mezarda yatıyor Ve göksel ordular şaşkınlıkla karşılıyorlar Hepsi bir ağızdan senin lütfunu yüceltiyorlar Mesih ölümü tattığında yaşamdaydı İnsanları ölümden kurtardı ve şimdi herkese hayat verdi Bir su gibi onun yanından akıyor ve Eğer ondan içersek bize sonsuz yaşam verecek

  • Kutsal Haftanın 5. Günü, Hames al'Kaber’in Ortodokslar için anlamı

    "El youm ollika eala haşabat el'ladi allaq al'ard alaa al'miah" "Bugün çarmıha asıldı, yeryüzünü suların üzerinde asılı tutan" Bugün perşembe, Büyük Perşembe. Dallar Pazarı yani Şa'nini ile başlayıp Paskalya Bayram günü, dirilişin müjdesi ile kutlamalarla sonlanacak Matem Haftasının beşinci günü: Antakya Ortodoksları için Arapçadaki karşılığı olarak Hames al'Kaber… Mesih İsa'nın tutuklanması, yargılanması, çilesi, çarmıha gerilmesinin, mezara defnedilmesinin anıldığı ve dirilişinin kutlandığı Kutsal Üç Günlerin ilk günü olan Büyük Perşembe (Hames al'Kaber) gününde Mesih İsa'nın Son Akşam Yemeği'nin ardından ihanete uğraması, yakalanması, cezalandırılması ve çarmıha gerilmesi anılır. Can Şakırgil Abi'nin kaleme aldığı "Kutsal Hafta'da Neleri Kutluyoruz?" yazısında da dediği gibi, "Ortodoks geleneğinde ibadet yeniden yaşanarak yapılıyor gibidir" ve Antakya Ortodokslarının özellikle de Paskalya Dönemi Törenlerinde bin yıllık bir anı tekrar yaşadığınızı hissedersiniz. Büyük Perşembe de adeta bu binyıllık tekerrürün ilk günüdür. Bugünün töreninde İncil’den, Mesih İsa’nın Son Akşam Yemeği’nden çarmıha gitmesine kadarki olayları anlatan toplam 12 bölüm okunur. Okunan her İncil boyunca görevliler veya cemaat içinden gönüllüler yanan mum ile “nur”u temsilen kürsünün başında dururlar. Kilise cemaati de İncil okunduğu süre boyunca ayakta durup dualar ederek, dilekler dileyerek ellerindeki pamuk ipliklilere birer düğüm atarlar. İncil’den okunan 12 bölüm, Mesih İsa’nın Havarileri ile Son Akşam Yemeği ile başlar.[i] Son Akşam Yemeği ve ritüelleri Büyük Perşembe Töreninde önemli bir yer tutar. Günümüzde Antakya, İskenderun ve çevre kiliselerinde devam etmiyor olsa da Ortodoks Kiliselerinde, Mesih İsa’nın bu Son Akşam Yemeği’nde tevazusunu ve kendisinden sonra hiçbirinin bir ötekinden üstün olmadığını göstermek için havarilerinin ayaklarını yıkaması olayı; kilise papazının cemaat içerisinden seçilen 12 kişinin ayaklarını yıkaması ritüeli ile temsil edilir. Kutsal Ayin içerisinde her daim okunan ilahilerin çoğu ise Son Akşam Yemeği’ne kabul edilmek için Mesih’e yakarışta bulunan komünyon ilahisi ile değiştirilir.[ii] Son Akşam Yemeği’nde Mesih İsa, havarilerine gideceği vaktin yaklaştığını anlatarak, ölümüyle gelecek üzüntü ve ardından dirilişi ile gelecek müjdenin mesajını verir. Son Akşam Yemeği’nin ardından Mesih İsa, Havarileri ile Getsemani Bahçesi’ne dua etmek üzere gider. Burada dua ederken kendisini tutuklamaya gelen Yahudi Askerleri ve kalabalığın içinden çıkıp gelen Yahuda’nın ihanet öpücüğü ile kendisinin ‘Nasıralı İsa’ olduğunu anlayan askerlere teslim olur ve yargılanmak üzere Pontuslu Vali Pilatos’un huzuruna çıkarılır. 12 İncil Ayini boyunca okunan ilk 5 Bölüm, Son Akşam Yemeği’nden tutuklanma, yargılanma ve hüküm giydirilmesini anlatan Kutsal Yazıtlardan oluşur. 6. Bölüm ile birlikte ise çarmıh cezasına çarptırılan Mesih İsa’nın haç yolu anlatılır. 5. İncil okunduktan sonra kilisede ışıklar kapanır, binyıllık hüznünü taşıyarak siyahlar içinde gelen insanlarla beraber her taraf matemin karanlığına gömülür, tıpkı binyıl önce İsa Mesih çarmıh üzerinde acı çekerken güneşin ışığından mahrum bırakıp karanlığa boğduğu dünya gibi… Karanlığın içinden bu binyıllık acının bugün dahi süregelen tazeliğini hissettiren bir ağıt yükselir.[iii] Aynı karanlığın içinden bu ilahi ağıtın ardından matem renklerini, siyah cübbesini giyinmiş kilise papazı, sırtına haçını yükleyip Mesih İsa’nın haç yolu temsiline çıkar. Koro okuyucuları da aynı ilahi ağıdı okuyarak Haç’ın önünden yürürler. Karanlıkla beraber sessizliğe bürünen kilisenin kubbesinde yankılanır bu binyıllık acıya dokunan ağıt ve kubbede yankılandıkça da insanların yüreğine işleyip gözlerinden yaşlar halinde süzülür. Bu ilahi kilise içerisinde Haç ile yapılan üç tavafta da birer kere okunur. Bunun gerekliliğine dair kesin bir ritüel tabımı bulamasam da bu ilahi ağıt genellikle Haç’ın ardından Haç yolu boyunca yürüyen iki kadın ve bir erkek okuyucu tarafından birer kere okunur; tıpkı Mesih’in Haç yolunda ardından ağıtlar içinde yürüyen Mejdeli Meryem, Meryem Ana ve Meryem Ana’yı emanet ettiği havarisi Aziz Yuhanna gibi… Okunan bu ilahide Mesih İsa’nın çarmıha gerildiği, başına dikenli taç koyulduğu; mor bir elbise giydirilerek insanların alayları, aşağılamaları ve köstek olmak için tekmeleri arasından kendi haçını taşıyarak yürüdüğü anlatılır. Haç yolu temsilinde canlandırılmayan tek an da budur belki de çünkü ilahinin sonundaki “Acılarına secde ediyoruz Ey Mesih" mısrası her okumada üç kere tekrar edilir ve herkes aynı anda secdeye eğilerek haç çeker ve kilise içinde Haç’ın arasından yürüdüğü insanlar tıpkı binyıl önceki inananlar gibi ona secde eder, gelecek olan dirilişin müjdesini beklerler. Üç devre kilise iççinde tavaf edildikten sonra Haç bir katafalk üzerine dik bir şekilde yerleştirilir ve başına dikenli taç geçirilir. Ardından ışıklar yanar ve 12 İncil Ayini devam ederken Abuna (Arapça: Papaz) tarafından bahurlanarak önünde secde edilir. 6. Bölüm ve devamında okunan bölümler de Haç Yolu’nu, Mesih İsa’nın çektiği acıları anlatan kutsal yazıtlardan oluşur. Son 3 bölüm ise ertesi günü gerçekleşecek olan töreni, Mesih İsa’nın cenazesinin haç’tan indirilip gömülmesini anlatır. Artık 12 İncil Ayini’nin tamamlanmış, okunan her bölümle beraber dua ederek düğüm atılan pamuk ipliklerinde 12 düğüm de tamamlanmıştır. Biz ölümlülerin günahlarının affı için Haç’ın üstünde asılı duran Mesih’ine secde edip kiliseden ayrılır herkes. Düğüm atılan ipler de ya dualarıyla beraber kendinden sonra kilisede kalması için haça asılır ya da bileğe bağlanarak veya da evlerde bu akşamın bereketiyle, duasıyla, hatırıyla beraber saklanır… [i] Yemek sırasında İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve öğrencilerine verdi. “Alın, yiyin” dedi, “Bu benim bedenimdir.” Sonra bir kâse alıp şükretti ve bunu öğrencilerine vererek, “Hepiniz bundan için” dedi.  “Çünkü bu benim kanımdır, günahların bağışlanması için birçokları uğruna akıtılan antlaşma kanıdır.” – Matta 26: 26 – 28 [ii]  Ikbelnil youm, şeriken li eşşeike-sırri ya ıbn’allah Lienni lestu akulu sirreke li e’deik Vele u’tika kubleten ğeşşetten misle yehuveza Lekin hel lıssi a’terifu leke hetifen Uzkurni yarab, uzkurni ya seyyid, uzkurni ya kuddus Mete eteyte fi melekute Ey Tanrı’nın oğlu, gizemsel akşam yemeğine bugün beni kabul et Çünkü senin gizemini düşmanlarına açıklamayacağım ve Yahuda gibi seni aldataarak öpmeyeceğim. Lakin suçlu gibi sana itiraf ediyorum Krallığında beni hatırla ya Rab, beni hatırla ya Kutsal, beni hatırla Ya Seyid https://youtu.be/htHz8wdCfBY?si=zzHCVwDjBKvr31Cx [iii]i alyawm euliq ealaa khashaba aldhy eallaq al'ard ealaa almiah 'iklil min shawk wde ealaa hamt mlk almalayika brfyraan kadhbaan 'albis alladhi washah alsma' bialghuyuwm qabl latmat aldhy 'aetaq adm fi al'urdun khatn albieat samr bialmasamirwabn aledhra' taen biharba nsejd lialamik ayuha almasih fa'arna qiamatuk almajida Bugün çarmıha asıldı, yeryüzünü suların üzerinde asılı tutan Dikenli taç koyuldu krallar kralının başına Alaycı mor bir elbise giydirildi gökleri bulutlara bürüyenin üstüne Tekmeyi kabullendi Ademi Ürdün’de azat eden Kilisenin güveyi çivilerle çivilendi ve Bakirenin oğlu mızrakla vuruldu… Acılarına secde ediyoruz Ey Mesih! Bize yüce dirilişini göster… https://youtu.be/FjDIs3Qy-qk?si=m4Xjv628AgF8i26d

  • Yasla başlayıp umutla biten Kutsal Hafta’da Antakya’ya özlem

    Benim ve benim gibi birçok Antakyalı Ortodoks için yılın en heyecanlı haftası, Kutsal Hafta. Kutsal Hafta, Paskalya’dan önceki haftadır ve kilise program olarak çok yoğunlaşır. O haftanın her günü kilisede bir ayin, bir organizasyon mutlaka olur. Şanini, yani Dallar Pazarı’yla başlayan bu süreç sabahları procezmeni ayinleri, Çarşamba akşam Kutsal Yağ Duası, Perşembe akşam Kutsal Perşembe (İsa'nın öldüğü gün olarak düşünülür), Cuma akşam Kutsal Cuma (İsa’nın cenazesinin olduğu gündür), Cumartesi günü Nurlu Cumartesi ve Pazar da Paskalya… Procezmeni’den Kutsal Yağ duasına Geriye dönüp bakıyorum çok eskilere, ilk gittiğim procezmeni ayinine. Şaşkınlıkla ritüeli izlediğimi hatırlıyorum. Çok ciddi ve biraz ürkütücü gelmişti o zaman. Bir gün önce yani Şanini’de ne kadar keyifliydi kilise ve insanlar. O gün ise herkes biraz üzgün gibiydi. Bir bayrama değil, cenazeye gelmiş gibi hissetmiştim. O zaman Kutsal Hafta’yı tam bilmiyordum. Aslında pek tabii bir yas vardı. İnananlar için birkaç gün sonra kurtarıcıları ölecekti ve haftanın sonunda tekrar dirilecekti. Tüm hafta havada asılı duran yas bulutunun arkasında bir umut vardı benim gördüğüm. Beni heyecanlandıran ve tüm haftayı kilisede geçirmeme sebep olan şey de tam olarak bu umut haliydi. Paskalya’nın heyecanıyla o hafta tüm hayatım durur, kilise için çalışırdım. Ayinler öncesinde kiliseyi o gün için hazırlar, ayin sonrasında temizler, bir sonraki gün için hazır hale getirirdik. Cemaatten bir grup gönüllü insanlarla yapardık tüm bunları, her yaştan her meslekten insan o hafta kilisede çalışırdı. Beraber yemek yerdik, beraber gülerdik, beraber hazırlardık kilisemizi o güne. Gelecek insanlar için süslerdik, kiliseyi konuştururduk sanki. Üzgün bir gün mü? Yasımız mı var? Yoksa umut dolu muyuz? Kullandığımız çiçeklerle, renklerle o güne yakışır bir kostüm hazırlardık kiliseye. En azından bana öyle hissettirirdi. Her sene ayinlerden önce kilise boşken girer dolaşırdım koridorlarında, çok büyüleyici olduğunu ve o gün için tam hazır olduğunu düşünürdüm. Güzel bir ayin olacağı kilisenin her taşından belliydi. O zamanlar çocukça bir eğlence gibi geliyordu bana. Herkesin bir arada olduğu, normalde yapmadığımız şeyler yapmak, oradan oraya koşturup verilen işleri en iyi şekilde yapmak keyifliydi. Aslında evimizi misafirlerine hazırlıyorduk. Bu keyfi veren oraya ait olmaktı. Kutsal Yağ Duası’ndan Cınnez’e Hafta başından başlayan bu koşturma Perşembe ve Cuma günleri akıl almaz bir yoğunluğa ulaşırdı. Sabah gittiğim kiliseden gece yarıları eve dönerdim. Çarşamba günü Kutsal Yağ Duası’nın öncesinde kilise mutfağının yoğunluğu olurdu. Mutfak çalışanları ve gönüllü olarak orada bulunan cemaat üyeleri ayinlerde insanlara ikram edilecek yiyecek, hediye gibi şeylerin hazırlıklarını yapardı. Çarşamba ayinde yağ ve sular kutsanırdı. Okunacak çok fazla mektup ve dua olduğu için çocuklara, kilisede o hafta çalışan gençlerin okumasına imkan tanırlardı. O mikrofonun önünde herkese bir şeyler okumanın heyecanı vardı koronun kenarında duran insanlarda. Seneler sonra çok doğal gelecek olan bu durumu ilk yapacağım zaman nasıl hissettiğimi hala hatırlıyorum. Çarşamba ayininden sonra Perşembe için ufak tefek hazırlıklar yapar. Bir gün sonra dinlenmek için diğer günlere kıyasla daha erken bir saatte evlerimize dönerdik. Perşembe önemli ve yorucu bir gündü. Ayin de daha uzun sürerdi ve Cuma günü için hazırlıklar yapılacaktı. Perşembe günü gündüz evlerde bayram hazırlığı yapardık. İçli köfteler, bayram kurabiyeleri, evlerin süslemeleri. Aynı kilise gibi evlerimizi, sofralarımızı paskalya için hazırlardık. Akşama doğru ayinden önce kiliseye giderdik. Perşembe akşamı uzun ve duygusal olarak yoğun bir ayindi. İsa’nın hayatıyla alakalı 12 İncil bölümü okunur. Bunlar kronolojik olarak İsa'nın son günlerini anlatır. İncil bölümleri, İsa’nın yakalanmasını, gördüğü işkenceleri, çarmıha gerilmesini ve cenazesini anlatır. Ayrıca bu bölümlerden çarmıha gerildiği kısmı anlatan bir ritüel de yapılırdı. Papaz önünde mum ve ikona taşıyan çocuklar ve koro üyeleriyle kilisede büyük bir dönüş yapardı. Bu sırada oldukça duygu yüklü bir ilahi eşlik ederdi bu dönüşe. Kilisede tüm sene geçirdiğim en hüzünlü gün o gün olurdu. Ayin, ilahiler, insanlar ve kilisenin her bir taşı yas doluydu sanki. Gelen insanlar da kıyafetleriyle, sadelikleriyle, duruşlarıyla eşlik ederlerdi bu yasa. Kilise o gün gözyaşlarıyla süslenir. Normalde cenazesi olan ve bayram ayinine katılmayacak olan yaslı insanlar bile o gün belki de ilk defa evlerinden çıkar ve o ayin için kiliseye gelirlerdi. Bayram ayini yaslarına uygun değildi ama bu bayram sürecinin bir parçası olan Büyük Perşembe yaslarının ta kendisiydi. Uzun ve yorucu bu ayinden sonra Cuma sabah ayini de olacağı için birkaç ikonayı önden süsler ve en önemlisi ayinde kullanılacak tabutu kiliseye taşırdık. Sonrasında da gelen çiçekleri ayırır, etrafı temizler ve böylece Cuma’ya ön hazırlıklarımızı yapmış olurduk. Sonrasında beraber kilise bahçesinde yemek yer, dinlenmek için evlerimize dağılırdık. Cuma günü hem sabah hem akşam neredeyse aynı ayin yapılırdı. İkisi de bir cenazeydi aslında, kilisenin ortasında tabut dururdu. Bu ayin için kilisede büyük bir süsleme yapardık. O tabutun etrafı, ikonaların çevresini, balkonun demirlerini çiçeklerle doldururduk. Avizeler arasında siyah şeritler çekerdik. Sabah ayinden sonra başlardık çalışmaya, akşam ayin saatinden biraz önce kiliseyi tamamen hazır hale getirirdik. Bizler kilise içinde çalışırken arkadan Feyruz’un Hazin Haftası albümünü açardık. Ayin zamanına kadar kilisenin ses sisteminden Feyruz yankılanırdı. Büyük Cuma, Antakya’daki her kültürden insan için çok önemli bir gündü. Bizler kilisede hazırlık yaparken insanlar ziyarete gelirdi. Dilekler diler, adaklar adarlardı. Geçen sene dileği kabul olmuş insanlar teşekkür etmeye gelirlerdi. İnsanlar hasta yakınlarını şifa bulmaları için o gün mutlaka kiliseye getirirlerdi. Kilisenin en çok ziyaretçi aldığı günlerden biri olurdu. Akşam ayinine de cemaatin büyük kısmı katılırdı. Cuma akşamından sonra yavaş yavaş o yas hissi çekilir yerine bayramın heyecanı ve mutluluğu kalırdı. Cuma ayinden sonra kilisenin temizliğini yapar, bahçede yorgunluk kahvemizi içer ve evlerimize dağılırdık. Cumartesi sabah ayin vardı: Nurlu Cumartesi. Nurlu Cumartesi ve Paskalya Cumartesi’ye çok mutlu uyanırdım. Düşününce bütün yılın en sevdiğim günü Nurlu Cumartesi’ydi. Nedense her sene o gün içimde bir çocuğun sevinci olurdu. Bayram benim için o Cumartesi’ydi. Sabah erken saatte kiliseye giderdik. Ayin başladıktan kısa bir süre sonra papazlar heykelden kilisenin içine çıkardı yanlarında çocuklarla. Çocukların heyecanıydı belki de beni bu kadar mutlu eden, belki de kendi çocukluğumdan hatırımda kalan kendi heyecanımdı. İçleri defne yaprağı dolu hasır sepetlerle papazların peşinde dolaşırdı çocuklar. “Kum ya Allah” isimli ilahiyi söyleyerek kilisenin her yerine o defne yapraklarını atardı papazlar. İşte o zaman yas tamamen biterdi. İşte o zaman bayram olurdu. Tüm hafta yasımızın arkasında saklanan o umut o defne yapraklarıyla saçılırdı sanki etrafa. Artık herkes mutluydu. Yüzlerden, kıyafetlerden kilisenin içindeki cıvıltıdan, havadan bile belli olurdu. Tüm hafta bir açık bir kapalı giden hava -havanın bu durumuna da fertunıt cınnez (cenaze fırtınası- İsa'nın can verdiği anda tapınak perdesinin yırtılmasına ve fırtına çıkmasına atıf yapılır) der büyükler- Cumartesi bahara dönerdi. Sanki tüm ağaçlar o gün çiçek açar, ilk filizler o an yeşerirdi. Benim için çocukluğumdan beri baharı Nurlu Cumartesi getirirdi. Ne düşen cemreler ne gelen aylardı baharı getiren benim için, bahar o Cumartesi gelirdi. Kilisede ayin coşkuyla devam eder, ayin sonrası gülüşerek çıkardı insanlar kiliseden. Bahçede kahve içmeye çağırırdı herkes birbirini. Biz zaten her ayin sonrası o bahçede kahvemizi içerdik. Bir sene kiliseye evlerimize kurduğumuz yumurta ağacının aynısını kiliseye yapmamız için aramızdan bir kişi güzel bir saksı içinde bir dal ve renkli yumurtalar getirdi. O dalı da yumurtalarla bizler süslerdik. Bu bahsettiğim gönüllü insanlar aslında kocaman bir aile gibiydi. İlk tanıdığım insanlardı. Yaşı küçük olanların doğdukları günleri hatırlıyordum, yaşı büyük olanlar ise benim doğduğum günü biliyordu. Hepimiz birlikte neşeyle süslerdik o ağacı. Ağacı da süsledikten sonra kilisede bir işimiz kalmazdı. Evlere gider, yumurtalarımızı boyardık. Soğan kabuklarıyla beraber haşlanan yumurtalar kırmızıya yakın bir renkte çıkardı. Biz yumurtayı hazırlarken bir yandan Kudüs'te Kıyamet Kilisesi’nde nurun çıkmasını beklerdik. Ortodoks Patriği, İsa’nın mezarına girer dua etmeye başlar ve bir süre sonra bulunduğu odadan bir ışık hüzmesi yayılırdı. Çok büyük bir yapı olan Kıyamet Kilisesi’nin her yeri aydınlanır, insanların ellerindeki mumlar yanmaya başlardı. Bu mucizeyle İsa’nın dirildiğine inanılır, o nedenle nurun görülmesi Hıristiyanlar için oldukça önemliydi. Biz de heyecanla o anı beklerdik. Nurun çıkması ve yumurtaların boyanmasıyla Paskalya’ya tamamen hazırdık. Evlerde Paskalya süslemeleriyle her yer cıvıl cıvıldı. Paskalya sabahı ayin sabaha karşı 4 gibi başlardı. Saray Caddesi’nden başlardı kilisenin süslemeleri. Ayin başladıktan sonra tek bir ağızdan söylenen ilahiyle kilisenin içinde dönmeye başlardık. Bu dönüşlere devre ismi verilir. Devre papazlar dahil herkesin dışarı çıkmasıyla bahçede son bulurdu. Ayinin İsa’nın dirildiğini anlatan kısmı kilisenin bahçesinde yapılırdı. Mesih Kam ilahisinin başlamasıyla bahçede konfetiler patlar, etrafta saklı balonlar üstümüze düşerdi. O an sanki hazırlanmış bir sürpriz gibi mutlu ederdi beni. Her an ne olacağını çok iyi bilirdim ama yine de şaşırıp mutlu olurdum. Eskiden bu sırada kuru sıkı tabanca sıkılırdı ve ben çocukken bu seslerden çok korktuğum için kilisenin içinde kalmayı tercih ederdim. O sırada kilisenin içinde kalan birkaç kişi olurdu. Papazlar kiliseye geri dönmeye çalışırken bir seremoni yapardı. Seslerden korkan ben ve bu seremonideki okumayı yapacak kişiler hariç herkes dışarda olurdu. Bahçede yapılan kısım bittikten sonra önde papazlar ve arkalarında tüm cemaatle kiliseye girmeye çalışırken içerdeki kişiler kapıları kapatırdı. Papazlar kilisenin kapısını çaldığında ise içerden “Kapıyı çalan kim?” diye sorulurdu. Papazlarda “Kapıyı açın, çünkü kurtarıcınız Mesih dirildi” cevabını verirdi. Bu konuşma aynı şekilde ve Arapça olarak üç kere tekrarlandıktan sonra kapı itilir ve tüm cemaat ilahiler eşliğinde tekrar kiliseye girerdi. Ayin bu sefer kilisede devam ederdi. İnsanlar biraz ayine katılır, biraz dışarda hazırlanan masaların etrafında sohbet ederdi. Ayin tamamen bittikten sonra kilisenin bahçesinde kahvaltı verilirdi. Tüm cemaat ve katılan misafirlerle beraber kahvaltı ederdik. Tüm haftanın telaşı, yorgunluğu ve bayramın mutluluğuyla bahçeden konuşma ve gülüşme sesleri yükselirdi. Herkes en güzel kıyafetleriyle rengarenk ya da bembeyaz şekilde orada olurdu. Fotoğraflar çekilir, sohbetler edilirdi. Gerçek bir bayram havası yaşanırdı. Yasla başlayıp, umutla biten bir hafta olurdu bizler için. Depremden önceki Paskalya, Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nde Bu sene Kutsal Hafta yine hüzünlü O heyecan duyduğum hafta başladı ve ben bu sene o heyecanın yerini özlemin aldığını iliklerime kadar hissediyorum. Depremden önceki Paskalya’yı hatırlıyorum. Uzun zaman sonra tüm hafta orada olabilmiştim. Kiliseyi her haliyle görüp Cumartesi yine o tuhaf heyecanla gitmiştim. O ağacı aylar sonra bir daha hiç göremeyeceğimizi bilmeden yine hep beraber süslemiştik. Depremden sonra da çok aklıma gelen o Cumartesi günü biz çok mutlu olduğumuzdu. Fotoğraflar çektik. Hepimiz çok neşeliydik. Her sene olduğu gibi iki tane defne yaprağını şans olsun diye cüzdanıma koymuştum. Her şey çok güzeldi. Şu an kayıplarımın hüznüyle giriyorum bu haftaya. Hepsinin eşsiz hatıralarını anımsayarak kutluyorum bayramımı. Beni en mutlu eden hafta artık buruk bir özlem hissi yaratıyor. Belki de biraz zaman sonra bu büyük yasın içinde bana göz kırpan o umudu tekrar bulabilirim. O zamana kadar sevdiklerimin, kilisemin ve çocukluğumun hatıralarını özlemle anıyorum. İnanan, kutlayan herkesin bayramı kutlu olsun.

  • Antakya’yı Vegan/Vejeteryan Mutfağıyla Hatırlamak

    Genellikle hayvansal ürün içeren yemekleriyle akıllarda kalan Antakya'da vegan ya da vejetaryen olmak nasıl bir deneyim? Antakyalı Ortodoksların Paskalya öncesi tuttukları ve genel hatlarıyla vegan beslenme olarak tanımlayabileceğimiz 40 günlük Paskalya orucunun son haftasına girdiğimiz şu günlerde, bu toprakların yabancı olmadığı bir durumdan bahsediyoruz aslında. İlk duyduğunuzda garip gelse de et yemekleriyle ön plana çıkan Antakya’da vegan yaşamı benimseyen Antakyalılar da var. Peki, deprem öncesinde veya sonrasında vegan ya da vejetaryen Antakyalılar bu kültürü ve pratikleri nasıl deneyimliyorlar? Soruyu şu şekilde sormak da mümkün: Vegan/Vejetaryen bir Antakya mümkün mü? Antakya mutfağı ağırlıklı olarak hayvansal ürünler içeren yemeklerle bilinir olsa da vegan seçenekler açısından da oldukça geniş bir kültüre ev sahipliği yapıyor. Antakya'nın gözden kaçan vegan mutfağından size vegan bir Antakyalı olarak bahsetmek isterim. Mutfağın olmazsa olmazı meze kültürü Et yemekleriyle bilinse de Antakya’nın çok çeşitli meze kültürü içinde vegan seçenekler var ve bunlar mutfağın olmazsa olmazları. Birden fazla ülkenin sahiplendiği humus, üstü baharatlarla süslenmiş, kenarlarına turşu ve taze domates dizilmiş, üstüne ise Antakya’nın soğuk sıkım zeytinyağı gezdirilmiş görselliği ve tadı ile damaklarımızda yer etmiş bir lezzet. Humus dışında vegan olan mezelerimizi abbugannuş, tahinli tarator, mtebbel (tahinli patlıcan) şeklinde sıralayabilirim. Hepsinin sunumları gözlerinize, tatları ise damaklarınıza hitap eden mezeler, masada başka bir yemek aratmayacak kadar doyurucudur. Açdeniz Mutfağı Antakya Yemekleri etkinliği. Fotoğraflar: A. Furkan Bilgen Şehirde humusuyla bilinen bazı dükkanlarda bakla ile yapılan ve adına ful denilen bir mezenin olması sanıyorum Antakya’ya özel bir durum.  İnsanların işlerine giderken günlerine bir humusçuda bakla yiyerek başladıklarına çok kez tanık oldum. Benim çok tercih ettiğim bir yemek olmasa da şehirde hatırı sayılır bir kitlesi olduğunu çok iyi biliyorum. Bugün Antakya merkezde çoğu dükkan kullanılmaz durumda tabii ama eminim ya da umarım bir gün tekrar şehrin güzelliğinin içinde baklayı sabah kahvaltısı olarak tercih edebileceğiz. Humusçu İbrahim, bakla-humus tezgahının başında Göçle gelen yeni bir tat, Falafel Falafel de Antakya’nın mutfak sözlüğüne girmiş vegan yemekler arasında aslında. Benim de kişisel favorilerimden olan, yine pek çok ülkede tariflerde minik farklılıklarla yapılan, nohutun belki de en harika versiyonlarından biri olan falafeli ister dürümün içinde soslu olarak, isterseniz servis olarak tüketmeyi tercih ediyor tanıdığım birçok Antakyalı. Hem vegan, hem de sokakta yiyebileceğiniz oldukça doyurucu bu yemeği kiloyla alıp evinize de götürebiliyor olmanız da bu yemeği son yıllarda Antakyalılar arasında popüler kıldı; ayrıca son zamanlarda çoğu şehirde veganların tercihi haline geldi. Biz şanslı olanlar uzun zamandır bu tatla haşır neşiriz. Uzunçarşı, tatlılar, baharatlar Antakya’da bugün yıkıntılardan yön bulmak çok kolay değil ama halen ayakta olan uzun çarşıya doğru ilerlersek mutfağımızda baştacı ettiğimiz yine pek çok vegan ve vejetaryen seçenek karşımıza çıkıyor. Peynirler, tuzlu yoğurtlar, dönerlerin arasından bize göz kırpıyor. Bu seçeneklerin hepsinden bahsedeceğim ancak uzun çarşıya gelmeden önce köprü başında satılan Mşebbek aklıma geliyor. Bir ayağını tezgahın demirine yaslayıp yiyen insanların elinde küçük kare bir kağıdın içinde halka şeklinde bir tatlı, Mşebbek. Uzaktan bile gözünüze çarpan parlak bir turuncu renge sahip olan bu tatlı şehirde çok yerde karşınıza çıkabilir. Başka şehirlerde halka tatlı, kerhane tatlısı olarak da bilinir. Yine tamamen vegan bir seçenek olan bu tatlı, sanırım günün her anında tercih edilebilir. Bu dükkanlarda Mşebbek dışında yine birçok vegan tatlı seçeneği de bulmanız mümkün. Örneğin mşebbek hamurundan yapılan ancak form olarak lokmaya benzeyen züngül, dörtgen kesimi ve içinin bol fıstığı ile Şam tatlısı gibi daha çok şerbetli tatlılar bu seçenekler arasında. Mşebbek'den sonra herkesin anlat anlat bitiremediği Antakya’yla özdeşleşmiş en güzel vejetaryen seçenek künefeyi unutmayalım. Künefe şu sıralar peynirsiz düşünülemiyor ancak Antakya’da birçok yerde ya da evlerde fıstıklı ya da cevizli künefe görmek mümkün. Dolayısıyla, o uzun uzun sünen peynirin yerine ceviz koydurup tamamen vegan bir versiyonunu çoğu lokantada görebilir ya da yaptırabilirsiniz. Hatta ben vegan beslenmeye geçmeden önce de peynirlisi yerine cevizlisini tercih ederdim. Bölgede vegan ya da vejetaryen olmayan birçok kişi de halen fıstıklı ya da cevizlisini peynirli versiyonuna tercih edebiliyor. Uzun çarşıya devam edersek, makinesiyle dikkatimi çeken tel kadayıfın yeni pişmiş kokusunu alırsınız. Hemen o dükkanların önünde bir tepsiye hamur olmasın diye açılmış krep benzeri taş kadayıflar görürsünüz. Hemen siparişiniz alınırken bir tane ikram edilir; bu Antakya'da her alışverişiniz sırasında olabilecek bir durumdur. Antakya esnafı müşterilerine ikramlarıyla teşekkürlerini sunar. Bu taş kadayıfları insanlar evlerinde normalde içine bölgeye özgü bir peynir ya da ceviz ile doldurulur ve fırında bir süre pişer. Üstüne şıra hazırlanır ve henüz taş kadayıflar sıcakken üstüne şıra dökülerek servis edilir. İçinde ceviz olan versiyonu da yine vegan. Buradan alacağınız tel kadayıf ile siz de kendi evinizde vegan künefe ya da taş kadayıf yapabilirsiniz. Uzun çarşıda gezerken bazı dükkanlarda yöresel el yapımı vegan ürünler de bulabilirsiniz. Bölgeye özel ceviz ve patlıcan tatlısı vegan olan seçeneklerden. Ayrıca ev yapımı kurabiyelerden de vegan seçenekler bulmak mümkün. Tabii ki, bu ürünleri satın alırken mutlaka içerik sormanız gerekir. Bölgeye özel en bilinen tatlılardan biri de kabak tatlısı. Özel pişirme yöntemi ile kireçte yapılan bu tatlı hem bölgeye gelen misafirler hem de yerel halk tarafından oldukça sevilen bir lezzet. Kimi yerlerde üstüne ceviz ve tahin ile servis edilir. Dışının çıtırlığı ve içinin sulu yumuşaklığı ile hem tat hem doku olarak oldukça iyidir. Şehrin yöresel ürün satan dükkanlarında bulabilirsiniz. Deprem sonrası çoğu hasarlı olan bu dükkanlar online satış ile bölgenin önemli lezzetlerini sağlamaya devam ediyorlar. Uzun çarşıda baharatçıların bulunduğu yere gittiğinizde sizi birçok koku karşılar. Baharatlar Antakya mutfağının vazgeçilmezlerindendir. Bu dükkanlarda dağ kekiği bölgede bilinen adıyla zahter bulabilirsiniz. Zahter çok fazla alanda kullanılan bir ürün. Yöresel dükkanlarda zeytinyağı ile kavanozlanmış zahteri salatalara, yemeklere ve kahvaltılık soslara ekleyebilirsiniz. Yine zahter olarak bilinen baharat karışımı ile yapılan bir kahvaltılık da vegan beslenmeyi tercih eden insanların alabileceği seçeneklerden biri. Genellikle zeytinyağı ile karıştırılarak servis edilir. Zahterli harç hazırlayarak taş fırınlarda ekmek haline getirilmesi de sık rastlanan bir durumdur. Antakya’nın vegan ev yemekleri Sadece sokakta değil evlerimizde kurulan sofralarda da vegan seçenekler çok çeşitli. Evde hazırlanan değişik içeriklerle taş fırınlarda katıklı/biberli ekmek adıyla bilinen, fırıncının size açık mı kapalı mı gibi teknik sorular sorduğu ürünler çoğu kişinin buzluğunda bulunur. Bunun dışında zeytinyağlılar, sarmalar, hirisi adıyla bilinen bayramlarda yapılıp dağıtılan etli bir yemeğin kişkek isimli vegan bir versiyonu yapılır. Bu yemek hirisiye pişirme ve et dışındaki içerikleriyle benzerlik gösterir. Bunlarla beraber sofralarda çok sık karşılaşılan bulgur bi aedes(mercimekli bulgur pilavı), tebulle(kısır), adissıphamit (mercimekli pazılı çorba), kibbi bi edis ahmar (mercimek köftesi) vegan seçenekler arasında. Ayrıca yine bölgede çok sevilen oruk (başka şehirlerde içli köfte olarak da bilinir.) için de vegan bir versiyon bulunmaktadır. Genellikle bu versiyonu vegan olarak oruç tutan insanların sofralarında oruç dönemlerinde görebilirsiniz. Aslında bu kadar çok vegan seçeneğin bulunuyor olması ve bu seçeneklerin vegan olduğunun bile farkında olunmamasının sebebi bölgenin çok kültürlü yapısından kaynaklanmaktadır. Normal hayatlarında vegan olmayan ancak inançlarından dolayı yılın belirli dönemlerinde vegan beslenmeyi benimseyen insanların bu seçenekleri üretmeleri, damak tadına bu kadar düşkün olan bir toplum için pek de şaşırtıcı değil. Antakya’nın evlerde pişen yemekleri arasında, özellikle oruç dönemlerinde, çok çeşitli vegan ve vejeteryan seçenekler var gördüğünüz gibi. Ancak Antakya’da vegan ya da vejeteryan olabilmek mümkün mü? Kendimden örnek vereyim. Vegan olduktan sonra özlediğim çok fazla yemek oldu. Konu üzerine düşününce tüm bu yemeklerin vegan/vejeteryan versiyonlarını yapabileceğimizi ve mutfağımızın buna çok açık olduğunu farkettim. Şu anda bahsi geçmeyen ancak herkesin bildiği çoğu yemeğimizi vegan kıyma gibi ürünler kullanarak vegan bir hale getirdim. Antakya’da vegan yaşam biçimini benimseyen insan sayısı az olsa da mutfağımızın kapsayıcılığı herkesin yemek kültürünü istediği gibi devam ettirmesine olanak sağlıyor. Antakya'yı Antakya yapan çok fazla değer var. Bu seçenekler, Antakya'nın aslında her yaşam şekline ev sahipliği yapabilme yeteneğinin en güzel özelliklerinden biridir. Yeme biçiminiz, inançlarınız, kültürünüz ne olursa olsun, Antakya size kucaklarını açar ve kendinizi evinizde hissettirir. Günümüz koşullarında farklı sebeplerle et yemeği tercih etmeyen vegan ve vejetaryen Antakyalılar artıyor. Antakya’nın yemek kültürü bu talebi rahatlıkla karşılayabilecek nitelikte. Ezcümle, vegan/vejeteryan olmak Antakya’da mümkün. Hatta biraz daha ileri gideyim, vegan/vejetaryen olmanın en lezzetli hali Antakya’dır. Öne çıkan görsel: Açdeniz Mutfağı Antakya Yemekleri etkinliğinden, fotoğraf: A. Furkan Bilgen

  • “Kuş avlar gibi”: Malatya’dan Antakya’ya Bir Soykırım Hikayesi

    Soykırımın üzerinden 109 yıl geçti. Ancak acıları hala taze. Tekla Suadioğlu ve ailesi de bu acıyı yakından hissedenlerden. 6 Şubat depremine kadar Antakya’da yaşayan Tekla Teyze’nin Antakya’da artık bir evi yok. Tıpkı babası Minas Melikyan ve yüz binlerce soykırım mağduru Ermeni gibi… Bu röportajda Tekla Teyze ve babası Minas’ın hayat hikayelerini aktarmaya çalıştık. Yaşanan acıların tekrar edilmemesi ve yüzleşebilme umuduyla… Röportaj: Mişel Uyar Tekla Teyze nasılsın? Sağlığın nasıl? Merhaba, iyiyim. Sizleri sormalıyım. İyi şükür. Geldik buraya, Antakya’dan Arsuz’a yerleştik galiba şimdi. Hayat nasıl gidiyor? Memnun musun buralardan? Mecburuz memnun olmaya ama memnun değilim valla. Özlüyor musun Antakya’yı? Çok, çok. Malatya’dan başlayan, Beyrut ‘a uzanan, oradan da Antakya’ya uzun bir hayat hikayen var. Bize anlatır mısın? Babam 6 yaşındaydı. Katliam olunca. Yani 1915’te. Babaannesi Malatya’dan hanım ağalardandı, Ermeni kısmında en zengin kadındı. İşte katliam başlayınca gelmişler, dedemi öldürmüşler. Annesinin koynunda bıçaklamışlar nenemi. Babaannem hamile, onu da öldürmüşler. Sonra sıra halama gelmiş. Bunları bize anlatan babam değil, tabii babam hatırlamıyor. Yengesi var, dayısının eşi. Babanız o zaman çocuk zaten. Çocuk 6 yaşındaydı. Bunları bize anlatan yengesi, dayısının hanımı. O zaman yenge anlatırdı. Biz biraz büyüdükten sonra babamızı merak ettik. Ben ile abim. Kimse yok aileden, babam tek. Bir bu yengesi var. Aileden bazıları ölmemiş. Müslümanlarla evlenmişler. Onları bu yengemiz tanımıyor. Babanızın adı neydi? Minas Melikyan. Esas bizim soyadımız Kocaoğlanyan. İşte yengemiz anlatırdı, halam çok güzel, on dört yaşında, boy, pos, güzellik, onu da öldürmüşler. Babaannesi oturmuş, babam arkasında saklanmış. Küçük çocuk, 4 yaşında onun arkasında, babamın kardeşi. Şimdi asker gelmiş, babamı alacak. Babamın nenesi demiş ki askere, “Al sen bu altınları, bu çocuğu bana bırak.” Küçüğünü zaten görmemişler. Vermiş parayı. Ama asker ne demiş ona? “Kaç” demiş. Yani burada durma, kaç. Almış çocukları yürümüşler. Yürürken tabii, o dört yaşında çocuğu babamın omuzlarına oturtmuş. Yürümüş babam. Yürümüş ama babam da yorulmuş. Babam bırakmış bir köşede kardeşi Kevork’u, yürümüşler. Malatya’dan Nizip‘e kadar gitmişler. Nizip’te, onları bir camide oturtmuşlar. Babama demiş ki, ‘‘Nerede? George (Kevork) kardeşin? Babam da demiş ki “orada oturuyor”. Yazık kadın geri gitmiş. Geri gitmiş ama çocuk yok ortada. Geri dönmüş babamın yanına. Camide yatmışlar. Camide bir epey kalmışlar. Babama başlamışlar ders vermeye. Kalmışlar bayağı. Peki büyük babaannenin ismi neydi? Vartuhi. İşte oradan yine bir şeyler mi olmuş, kaçırmış babamı, yürümüş onlar. İkisi yalnız. Kevork’u kaybetmişler. Ama çok aramışlar bulamamışlar. Halep‘e kadar ulaşmışlar. Babaannesi Halep’te kalmamış. Yani hoşuna mı gitmemiş, ne olmuş bilmiyorum, kalmamış. Bir daha devam, Lübnan‘a kadar. Lübnan’da, şey var Deyr ıl Yetema (Ermeni Yetimhanesi). Şimdiye kadar mevcut orası. Yetim çocukları alıyor. Ders veriyorlar yani. İşte oraya gitmiş. Yetimhaneye vermiş çocuğu, babamı. Ama bir şartla, ben de burada çalışacağım demiş. Çünkü tanıdık kimsesi yok tek başına. Tek başına ve babamı bırakmak istemiyor. Şimdi küçüğünü kaybetti ya, aile de gitti. Babamı kaybetmemek için orada oturmuş, aşçılık yapmış. Babam çok zeki bir çocukmuş. Birincilikle okulu bitirmiş. Şimdi orada birincilikle okulu bitirince Fransız zamanıydı galiba, Lübnan’da yine. O zaman Babaanne Vartuhi onu askeri okula kaydetmiş. O da peşinden yine askeri okulda aşçılık yapmış. Beraber olmak, bırakmamak için. Okulu bitirmiş, asker olmuş. Hemen rütbe almış. O kadar zekiydi ki hemen rütbeyi aldı. İşte rütbeyi alınca, nereye attılarsa gitti. Ama babaanne orada aşçı olarak kaldı. Bir müddet sonra vefat etmiş. Ama babam cenazesini görmemiş. Çünkü dışarıdaydı. Minas Melikyan, askeri okuldan arkadaşlarıyla Size bunları anlatanlar büyük yengeniz demiştiniz. Babamın yengesi, dayısının hanımı. Onlar da kurtulabilmişler Malatya’dan. O da beraber kurtulmuş. Malatyalı çok vardı Beyrut’ta. Ama biz pek tanışmazdık. Annem Arap olduğu için ilgilenmiyordu Ermenilerle. Babam da asker. Bugün burada, yarın İskenderun’da, gelecek hafta bilmem nerede. Yani bir yerde en çok iki ay kalmışlar. Sürekli geziyor. Onun için biz pek kimseyi tanımıyoruz. Yalnız yengesini tanıyor, babam ona çok iyi davranırdı. Nereye gitse onu sorardı. Bizi de onunla tanıştırdı. Ama Ermeni nüfusu vardı Beyrut’ta, kalabalık. Ermeniler diyelim, Arsuzlusun bir mahallede oturuyorsun, Malatyalısın bir mahallede oturuyorsun. Antepliler bir yerde. Beyrut’ta Sınirfil diye bir yerde yaşıyorlar genelde.  İşte babam bir yerden bir yere gidiyor. Sonra tayini Antakya’ya vermişler. Burada da (Antakya’da) albaydı. Bizim bu askeri kışla babamın elindeydi. Oranın komutanıydı. Özel odası vardı. Sonra tabii gelip giderken anlatır, “bu benim odam” derdi. İşte bir gün traş oluyormuş burada, Antakya’da, kilisenin karşısında. Traş olurken gözü nasıl görmüşse annemi görmüş. Berbere demiş ki, bu kız kim? Adam demiş ki, “Minas Bey, havaca (ağa-bey anlamında) ben söyleyemem. Bu çok ünlü bir ailenin kızı. İstemek istiyorsan sana vermezler”. İsmi neydi annenizin? Miryana. Miryana Ketremizgil. Lakapları Eswat. 1939’dan sonra Ketremizgil. Ketremizgiller zaten var hala Antakya’da. Humusçu İbo’nun babası benim dayım. O, annemi görüyor o zaman. Ama babam bir daha, bir daha ısrar eder. Berber babama demiş ki, “Ben seni götürürüm. Kabul ederlerse bize geçeriz”. Gitmiş. Dedem çok mutaassıp. Mahkemede çalışırdı, mübaşirdi. Demiş ki, “Ben gurbete vermem kızımı. E bu burada çalışıyor ama yarın gurbete gidecek, asker bu”. Zor mor nişan takmışlar. Evlendiler. Bir, bir buçuk yıl sonra işte Fransız gidince, almış annemi Beyrut’a yerleşmişler. 39’da. Minas Melikyan ve eşi Miryana Melikyan (Ketremizgil) Yani annenin tarafı herhalde biraz üzülmüşlerdir, biraz sıkılmışlardır. Zaten vermek istemiyorlardı. Dedem çok üzülmüştü. Ama kısmet gelişti. Her şeyi aldılar gittiler Lübnan’a. Lübnan’a gidince birkaç yıl buraya gelemediler. Çünkü Fransız askeri. 45’e kadar babam askerdi. Beyrut’un dağlarında, burada, şurada. Deir el Amar diye bir köy var Lübnan’da. En son orada çalışmış. Orada annem birkaç defa hamile çıkıyor. Çocuğunu düşürüyor. Çocuğu yok. Köye gidince tabii papazlar ziyarete gelmiş. Konuşmuşlar filan. Papaz demiş ki, “Çocuğunuz var mı?” Annem “yok” demiş. Esas sekiz defa düşük yapmış annem. İki defa çocuk birkaç ay yaşamış. Yine kaybetmiş. Sekiz çocuk. “Bak” demiş papaz, “ben sana söylüyorum burada bir kilise var Mar Tekla (Azize Tekla). Git oraya dua et ve kabul edilir ise hamile çıkarsın, oğlun olursa adını Aslan (Sebğ-Arapça) koy, kızın olursa Tekla koy”. Annem de babam eve gelince anlatıyor. Babam “aman hanım” demiş, “Şimdi dua edeceğin de çocuk mu olacak? Sekiz çocuğu gömdük, şimdi bunu da mı gömelim?” diyor. Annem de “ben gideceğim” diyor. “Haydi git hanım” demiş. Gitmiş duasını yapmış gelmiş. Bir ay sonra annem hamile. Velhasıl dokuz ayını bitiriyor annem. Doğum yapıyor bir oğlu oluyor. Adını Aslan koyuyor, Türkçe yani. Aslan Arapça da Sebğ. Kırkıncı gününde, çocuğu kiliseye götürmesi lazım. Orada da kar çok, yani kar yağınca, metrelerce, bir buçuk metre, iki metre. 13 Şubat’ta doğmuş abim. Annem ayakkabısız, yalnız naylon çorap, yürüyerek kiliseye gidiyor. Babam diyor ki, “Eze me met, hellak bedı mut u ıntı bet mradı (Şimdiye kadar ölmediyse bu soğuktan sonra ölecek ve sen de hasta olacaksın). Kiliseye gitti. Battaniyeyle sunağa koydu abimi. Kiliseyi gezdi. Annem dinine çok bağlı bir kadındı. Duasını etti. Babam arkasından gidiyordu. Diyordu ki “Hanım hasta olacaksın yeter.” Annem abimi sunaktan aldığı zaman ter içindeydi. Aldılar, eve gittiler. İkisine de bir şey olmadı. İki yıl sonra ben doğdum. Adımı Tekla koydu aynı manzara, aynı şeyi yaptı. Annem benden sonra iki kardeşimi daha doğurdu. İki erkek. Abim dokuz yaşındaydı. Ben yedi yaşındaydım. Annemiz vefat etti. Küçüklerin biri 2, biri 3 yaşında. George ve İbrahim. Üçüncü çocuk İbrahim, sonra George. Hayattalar mı? Hayattalar. Lübnan’da yaşıyorlar. Çocukları var, torunları var. Ama Aslan, Brezilya’da. Onun üç çocuğu var. İki oğlu, bir kızı. Görüşüyor musunuz hiç kardeşlerinizle? Hepsiyle. Her iki, üç ayda bir, altı ayda bir Lübnan’a gidebiliyordum. 2017’den beri savaşla beraber kötüleştikten sonra gitmedik. Pandemi oldu. İşte deprem. Ben giderdim. Diyelim burada Noel Bayramı’nı kutlardım. Yılbaşını kutlardım, biner giderdim. Orada ikinci Noel’i kutlardım. Orada 6 Ocak’ta yaparlar. Peki annenizi kaybedince çocuklara Minas dede mi baktı? Kardeşlerimi rahiplerin yanına koydu. Yetimhaneye koymadı. Çünkü orada kendi yaşadığı için yetimhaneye koymadı. Abim çok zeki, çalışkan bir çocuktu. Abimi İtalya’ya yolladılar rahip olması için. 3-3,5 yıl İtalya’da, Venedik’te kaldı. Geri döndü. Dönünce dedi, “ben rahip olmayacağım”. Onu Kıbrıs’a yolladı babam. Okulunu orada bitirdi. Ama kardeşlerim ve biz Beyrut’ta oturuyorduk. Hemena diye bir ilçe var. Oraya yerleştik, Lübnan’da. Normal okula gittiler, yani devlet okuluna, Arap okuluna gittiler. Ben rahibe okulunda okudum. Rum Ortodoksların mı yoksa Ermenilerin mi? Yok, Katoliklerin. St. Joseph Okulu’nda okudum ben. 15 yaşına kadar Lübnan’da kaldım. Ortaokulu bitirdim. Lise birden çıkmıştım. Annem öldükten sonra teyzemle dayım cenazeye geldiler. Annemin cenazesine. İşte babam çocukları rahiplere verince ben de rahibelere gidecektim. Orada yatılı okulda yani. Teyzemle dayım dedi ki, “Bu kızı rahibe okulunda okutma, sonra rahibe olur filan. Niye kaybedelim? Koyma” dediler. “Biz götürürüz, büyütürüz, ne zaman istersen kızını alırsın”. Siz daha önce dayınızla ve teyzenizle görüşüyor muydunuz? Biz küçükken annem ve babamla hep buraya geldik. Ben 5 yaşındaydım, belki 4,5 yaşındaydım. Babam hepimizi Malatya’ya götürdü. Ondan sonra biz her zaman Antakya’ya gelirdik nenemi görmek için. Annem gelirdi. İbrahim’e de hamileydi, son gelişiydi. O doğdu, küçüktü yani. Küçük kardeşime hamile çıktı bir yıl sonra. Ondan sonra zaten küçük kardeşim doğduktan sonra annem hastalandı, kanser oldu. Ama anlamadılar önce kanser olduğunu. Eskiden kanser bu kadar kolay bir şey değildi, çok zordu. İki yıl çekti. İki yıl sonra vefat etti. 54 yılında. 29 Ağustos’ta. Ben 45 doğumluyum. Abim 43 doğumlu. İbrahim 50 doğumlu. George 52 doğumlu. Peki Tekla Teyze, o dönemde 39’da babanlar Lübnan’a gidiyorlar annenle beraber. Antakya bölgesinden de çok fazla insan bildiğim kadarıyla yine Lübnan bölgesine gidiyor. Orada görüşüyor muydunuz onlarla? Pek görüşmüyorlardı. Babam pek kimseyle görüşmüyordu. Çünkü zamanı yoktu. Görüştükleri az da olsa vardı. Doktor Basil Huri var. Babamın amcası da orada. Trablus’ta yaşıyorlar. Benim babamın iki amcası Trablus, Mina’da yaşamışlar. 39’dan sonra teyzesi Halep’e yerleşmiş. Oradaki yani iki, üç aileyle. Başka aileler de mesela biz her Mina’ya gittiğimizde babamın amcasının çocuklarıyla görüşüyorduk. Çevrede Antakyalılar çoktu ama babam işinden dolayı pek görüşmezdi. Bir de biraz despot bir adamdı. Asker. Tam askerdi. Basil Huri, Doktor Basil. O milletvekiliydi bir dönemde Antakya’da. O zaten akraba. Onlarla çok görüşürdük. Bir de sonra emekli olunca Beyrut’tan sıkıldı, yani yoruldu. Beyrut’taki en güzel evimizi sattı. Gitti, dağda ev aldı, iki katlı. Orada yaşadık biz. Biz yaylada yaşadık yani. Peki yaşadığınız yer nüfus nasıldı? Hıristiyan. Dokuz yerde kilise vardı o köyde. İki tane Ortodoks kilisesi vardı. Katolik vardı. Maruni vardı. Bir üst köy Dürzi’ydi. Ama komşu olarak ayrılmazdık birbirimizden. Okulda Dürziler de okurdu, rahibe okulunda. Yani hiç kimseye yok demezlerdi. Müslüman da okurdu bizim rahibe okulunda.  Ve biz kardeş gibiydik. Ben şimdi Lübnan’a gittiğim zaman o arkadaşlarımın hepsiyle görüşüyorum. Hatta Antakya’ya da gelmişlerdi. Eşinizle nasıl tanıştınız? Antakya’ya sürekli ziyarete gelince eşimin kız kardeşiyle arkadaş oldum. Evlerine girip çıkıyorum. Kayınvalidem hep böyle bakıyordu. Bir gün dayıma gitti dedi ki, “Bak ben senin ablanın kızını isteyeceğim”. Dayım dedi ki, “Valla bi mavutna abuha (vallahi babası bizi öldürür). Ama ne olur yani, bir haber ver babasına. Belki bir şey demez”. Şimdi o zaman böyle telefonlar filan yoktu. Telgraf yazdı dayım. Babam bir sinirlendi. Tabancasını aldı. Beline koydu, sınıra geldi. Antakya’ya geçmedi. “Hemen kızımı buraya getirin” dedi. Annemin teyzesi var, böyle kabaday bir kadındı. O da benimle gitti: “Minas biz kızı alacağız, sana bırakmayacağız”. Babam da “seni de öldürürüm” dedi. “Ben kızımı istiyorum”. Çantamı vermediler bana. Arabada kaldı. Babam da dedi ki, “Niye elbise mi kalmadı Beyrut’ta? Ben kızıma yeni yeni giydiririm” dedi. Çantam burada kaldı. Sonunda gittik. E tabi o zaman küçük yaşta kızları istiyorlardı. Birkaç kişi istedi beni, ben “yok” diyorum ama bildiğimden değil. “Yok” diyorum yani, beğenmiyorum. Lübnan’a gittikten sonra, her hafta bir mektup gelirdi bize. Babam mektubu alır, yırtardı atardı çöpe. Usandı ha. Bir gün açtı mektubu okudu. “Gel kızım buraya” dedi. “Bak” dedi, “Şu, şu, şu seni istiyor. Hangisini istersin?” Cevap vermedim. İkinci günü aynı. Sonra baktım böyle dedim: “Bunu istemem ama bunu isterim”. “Türkiye’ye mi gideceksin?” dedi. “Evet” dedim. Ama benim bütün maksadım burada nenem, teyzem, dayım. Yani bir aile. Akrabalarım orada. Aile muhiti var diye ben Türkiye’yi seçtim. “Peki” dedi, “yürü, götüreyim seni”. Geldi buraya, nişanım oldu. Sonra da üç ay sonra evlendim. Dört çocuğum oldu. Tekla Suadioğlu'nun düğününden bir kare Kaç yılıydı evlendiğinde? 64, 6 Ocak. Kutsal gün. Hem bayram günü hem vaftiz günü. Peki baban ne yaptı ondan sonra? Çok üzüldü babam. Yalnız kalmış gibi oldu biraz. Nenemlerde yattılar hepsi kardeşlerim, abim. Giderken babam vedalaşmaya evime girmedi. Ben bunu hep söylerim ve üzülürüm. “Benim kızım böyle bir evde yaşayamaz” derdi. Beyrut’taki evimiz çok güzeldi. Askerler o zaman bile bize hizmet ediyordu. Eşimin evi Antakya’nın iç taraflarında. Eski Antakya evlerinde. Kaynana, kayınbaba, kayınbirader, elti, görümce, görümcenin kocası çocukları. Herkes beraber orada yaşıyor. Babam çok üzüldü. Ama mektuplarımızı hiç kesmedik. Geldiği zaman nenemler de iniyor, orada yatıyor. Geliyordu her altı ayda, yedi ayda bir. Geliyordu beni görmeye. Sen gidiyor muydun Beyrut’a? Evet. O hayattayken iki defa gittim. Bir defa gittik, eşimle orada yaşayacaktık. Yani dönmeyecektik. Ama Türkiye vatandaşı olduğu için ona izin vermediler. Eşim kuyumcuydu. 64 Haziran’da gittik. Meri’ye hamileydim. Dönmeyecektik. Ama hükümet bize izin vermedi ki eşim orada çalışsın. Bir ara birkaç ay Trablus’ta kuyumcularda çalıştık kaçak olarak. Kuyumcular da çok beğendi onu. Yani işi çok güzeldi. Çünkü ustaydı yani. Hatta babam dükkan aldı ki onu açsın, iş yapsın. Ama kısmet olmadı, geri döndük. Sonra bir zaman iflas etti eşim. Almanya’ya gitti, yedi ay kaldı. Sen gittin mi onunla? Hayır, almadı beni. Sonra “baban çok üzülür” dedi. Almadı. Sonra bir daha tecrübe etti, gitti. Dört ay kaldı. Babası vefat edince geldi. Ve öyle yaşadık. Ne bileyim işte. 72’de vefat etti. Lora yeni doğmuştu. Mayıs 10’da vefat etti. Bu tarihleri kaydettiğin bir yer var mı? İncilim var. Arkasında herkesin, bütün yeğenlerin, çocukların doğum tarihini yazardım. Ölenlerin ölüm tarihini. Depremde gitti. Bulamadık. (Kızı İsabel ekliyor) Deprem olunca biz eşyamızın çoğunu alamadık. Yani evimiz çok ağır hasarlıydı ama evin içine girdiğiniz zaman böyle savaş alanı gibiydi. Benimle Marsel gittik, annem hiç gidemedi zaten eve. Ama ne alacağını şaşırıyorsun. Sanki evin içine bomba atılmış veya 20-25 kişi evin içine girmiş. Her şeyi birbirine karıştırmışlar. Affedersiniz, bir çamaşırın salonda, ayakkabın yatak odasında. Bizim ev alt üst oldu. Benim odamda dolap düşünce alt üst oldu. Nasıl çıktık, anlamadık. Eşyalar kalmış. Bir de oturma odasında bir kitaplığımız vardı. Öne doğru bir kapaklar açılmış anahtarsız olduğu için. Her şey yerde. İçki olan bölüm de vardı. O da yerde, kitaplar da yerde, ikonalar yerde. Bakıyorsun, diyorsun, “Bunu alayım. Onu bırakayım”. Sonra pişman oluyorsun niye onu almadım diye. Kitapların çoğu ıslanmıştı. Hangisinin ne olduğunu bilmiyorsun. Korkuyorsunuz, girmek istemiyorsunuz. O şoktan dolayı. O yüzden de bazı kitaplarını alamadık. 72’de Minas dede rahmetli oluyor. Ondan sonra sen Lübnan’a gidip gelmeye devam ediyorsun. Evet. Savaş başladı. Biz her gün kardeşlerimle telefonla görüşürüz. Her gün. Brezilya’daki abim her Pazar saat 2’de beni arayacak. Tabii, hafta ortasında da arar. Ama Pazar günü saat 2’de, bilir ki ben kiliseden çıktım, evime geldim, yani 1.30-2 arası illa beni konuşturacak. Şimdi bu uyanır, yüzünü yıkar, gelir kahvesini alır, oturma odasına gider, kendi bürosu evde. Abim tüccar. Pirinç ve fasulye satar. Siyah fasulye. O nasıl gidiyor Brezilya’ya? Teyzemle mektuplaşıyor. Teyzem orada. Kendisine destek olur. Yaşam şartları daha iyi olur diye. Konuştu onunla mektupla, telefon yok. Gel oğlum burada sana iş buluruz dedi. Abim de gitti. Gitti oraya gitti. Bir hafta sonra iş yok, güç yok. Ya kimse onu karşılamadı. Cebinde yalnız elli dolar var. O kadar başka bir şey yok. Taksiye binmiş Brezilya’da, Rio’dan kendi oturduğu yere. Paranın yarısını şoföre vermiş. Eve ulaşmış. Velhasıl yaşamış. Bir hafta sonra teyzem başladı ondan istemeye. Ondan sonra yaşlı bir kadının yanında gitti, oturdu. Başladı iş aramaya. Fabrikada çalıştı. Şarap fabrikasında ama zar zor adam aldı onu. Abim o zaman altı lisan bilirdi. Arapça, Ermenice, İtalyanca, İngilizce, Türkçe ve Fransızca biliyordu. Adam böyle görünce bir de baktı ki çok çalışıyor, aldı yanına, orada çalıştı. Sonra abim baktı ki bu iş olmayacak. Para yönünden az. Gözleri açıldı abimin. Aslan Melikyan (Kocaoğlanyan) ve ailesi, Brezilya Maharetli birisi anladığım kadarıyla. Maharetli, çok maharetli. Velhasıl iş buldu. Maharet yanında hırsı da var. Hırsı çok. Sonra bu işe girdi. İthalat işine girdi bir yerde. Oradan da kalktı. Kendi hesabını açtı. Şimdi maşallah yani, Allah herkese versin. Üç çocuğu var. Hanımı Lübnanlı. Beyrut kökenli. Yine aynı şekilde oraya gitmiş olan bir ailenin kızı. Özellikle Brezilya, Rio’ya, São Paulo’ya çok giden oldu. Kendi kiliseleri var, kendi mahalleleri var. Antakya Kilisesi var orada. Antakya Derneği var Rio’da bizim patrikhaneye bağlı. Şimdi abim bizim hayatımızı yazıyor. Abim oturduğu yerde bütün bu işlerden sonra dinlendiği zaman şiirler yazar. Şimdi seni mi gördü? Senin huyunu filan beğendiyse senin adına bir şiir yazar. Şiirleri de çok güzel. Peki, Tekla Teyze sen hangi dilleri biliyorsun? Zaten Türkçe konuşuyorsun, Arapça biliyorsun. Fransızca, Ermenice biliyor musun? Biliyorum. Konuşmam. Fransızca biliyorum. Okuma yazma da var. Konuşurdum ama ben 60 yıldır Türkiye’deyim. Konuştuğum zaman Antakyalılar beni çok alaya aldı. Çok üzülüyordum. Çocuklarıma bile öğretemedim. Onun için çok pişmanım. Arapça da okuyup yazıyorum. Kilisede 23 yıl ben koroda okutmandım. Antakya’da parası olan Ruhban Okulu’na, parası olmayan çalışmaya giderdi. Eski okul da yine eski Antakya sokaklarında. Bizim kilisenin arkasında. İlkokul şu anda, tabii o zaman da ilkokuldu. Fevzi Çakmak İlkokulu oldu sonra. Kiliseden çıkıyorsun hemen. Arka tarafta. Üstte rahibelerin odaları vardı. Yani çok güzel bir okuldu. Orası Rahibe Okulu derken, Katolik Rahibe Okulu mu yoksa bizim Rum Ortodoks okulu muydu? Katolik. Rum Ortodoks Okulu bizim kilisede. Kilisenin yanındaki salon iki katlı okulmuş. Zamanla yıkıldı. Sit alanı diye elletmediler. Yıkılınca tek kat kaldı. 1998’den sonra da tadilat için izin alındı. 2000’de bitti tadilat. Antakya Hastanesi, eski hastane, yukarıdaki. O da rahibelerin okulu. Dikkat ettiysen girişinde haç var. Silahlı Kuvvetler Caddesi’nden kiliseye doğru inen yer. Orada da Protestanların rahibe okulu vardı. Latife Hanım Anaokulu diye geçiyor şu anda. Eşiniz peki Tekla Teyze? Onu anlatabilir misiniz? Ben eşimle çok güzel bir vakit geçirdim. Esas çok varlıklı bir adam değildi ama kendi hayatını kendi kurdu. Epey çevresi olan bir insandı ve sevilmiş bir insandı. Çok sevilmiş ve değişik bir insandı. Her zaman ben rahmetli kayınvalideme dedim ki, “Senin bu oğlun çok değişik. Hiçbir kardeşine benzemiyor. Hayatı çok renkli”. İsmi Cemil Suadioğlu. Çok renkli bir hayatı vardı. 87’de kaybettik, trafik kazasında.  Ben buraya evlendikten sonra kimsem yok, derdi ki “Tekla hiç üzülme ben senin kardeşin, baban, abin olurum” sadece kocam değildi. Temiz kalpli bir insandı, misafiri severdi, insanları severdi. Sosyal hayat seviyesi çok yüksek değildi. Kuyumculuk yapıyordu. Yine daha ölene kadar devam etti kuyumculuğa Uzun Çarşı’da. İflas etti Almanya’ya gitti. Derdi, “Hanım, sen de gel kurtuluruz buradan ama ben seni çalıştırmam” derdi. Ama gitmedim. Şimdi ben çocuklarım doğduktan, biraz büyüdükten sonra mahallede oturmak istemedim. Mahalleden çıktım. Dört çocuk annesiyim. Hep derdim ki, “Cemil, bu kızların hepsi yüksekokul okuyacak. Okumazsa olmaz. Her birinin elinde bir bilezik olsun. Her şeye, her şeye değer”. Şimdi çok sevinçliyim, çünkü hepsini okuttum. Hepsinin elinde bir mesleği var. Emekli de ettim, emekliliklerini de gördüm. Ama çok üzüldüm. Aldıkları bütün para toprak altında gitti. Ona üzülüyorum. Bir de çok seviniyorum. Üç tane torunum var. Her biri birbirinden değerli benim için. Eşim öldüğü zaman hayata küstüm. Çünkü çok güzel yaşıyorduk. Tam Meri’nin nişan dönemi. Meri nişanlanacaktı, baba öldü. Bir hafta sonra nişanı olacaktı Meri’nin. Çok üzüldük tabi. Yazık yüzüklerini mutfakta giydiler, demesinler insanlar yani nişanlı değil girip çıkıyor. Yardımcı oldu yazık çocuk. Sonra ben çok üzgünüm. Herkes, haydi evlendir, evlendir. Bir yıl sonra, bir buçuk yıl sonra evlendi. Ben düğününe gitmedim Meri’nin. Siyah çoraplar, elbise siyah. Gitmedim. Zorla kiliseye götürdüler beni. Kiliseye geçtim, çıktım. Onlar geceye gittiler, ben eve gittim. Birkaç ay sonra insanlar dediler ki, “Hadi bu yarın hamile çıkar, çocuk gelir sen bakarsın edersin”. Ben kimseye bakamam dedim, ben kimseyi istemiyorum. Yani tamamen silmiştim hayatı. Şimdi Evlin (torunu) doğdu, arkadaşım var adı Keti. O da geldi Meri’nin doğumuna. Şimdi hemşire çocuğu getirmiş bana verecek. Keti “al, al” dedim. Keti aldı, böyle baktı. Bir kız ki çok çok güzel, “dünya güzeli, bak bak bak Cemil’e benziyor”. “Haydiii Keti” dedim, böyle. “Yok” dedim. “Olmaz be kızım” dedi, “çok güzel bir kız, bir yüzüne bak” dedi. Benziyor. Almadım, şöyle baktım, çok güzel bir çocuk. Ama inadımdan almadım. Geldik eve. Meri rahatsız yani. Çok çekti kanamaları falan. Mecburum. Kimsesi yok. Kaynana yaşlı. Ben bakacağım. Benim evimde yatırdım. Şimdi yavaş yavaş yaklaşıyorum çocuğa. Baktığım zaman böyle içimden bir hoplama bir şey oluyor ama yine inadım. Sonra da alıştım. Ağlarsa ben koşuyorum. Yemek yiyecekse ben koşuyorum. Musallat oldum Evlin’e. Dört katlı eve, onlar çıkaramaz. Çıkarırlarsa düşürürler. Ben taşıyorum, çıkıyorum. Ben kimseye teslim etmedim. Evet, 42 yaşındaydım. Dört çocuğum vardı, hepsi kilise çocukları. Ben bir şeyi merak ediyorum. Minas dede Malatya’dan, çocukluğunda gidiyor Beyrut’a. Beyrut’ta kalıyor bir süre. Antakya’ya geliş gidiş yapıyor. Sadece Beyrut’ta değil yani. Bütün bölgede belki birçok yerde kalıyor. Kendini bir yere ait hisseder miydi? Nerelisin diye sorulduğunda ne cevap verirdi? “Malatyalıyım” derdi. Aslan abim bile “Malatyalıyım” diyor. Beyrut’ta olan Ermenilerle biz çok görüşürdük. Beyrut’ta olan Ermenilere sorduğun zaman “Merhaba, nasılsın, nerelisin? Antepliyim veya Malatyalıyım vs.” derlerdi.  Yengelerim mesela kardeşlerimin eşleri Antepli, Antep hakkında yorum yapamazsın onların yanında. Çok özel onlar için, Türkçeyi senden benden iyi biliyorlar. (Kızı Meri ekliyor) Minas dedemin anılarını yazdığı bir defteri var. Şimdi İbrahim Dayımda. Ben en son Beyrut’a gittiğimde defteri tercüme ettirelim, bastıralım dedim. Defter şeklinde yazmış. Hayat hikayesini yazmış. Şimdi babam bir şeyler yazmış Ermenice, babamın dolabında işte İbrahim kardeşim bir şeyleri toparlamış. Küçüktü babam öldüğü zaman. Kendi 18-19 yaşındaydı. Ölünce dolabında ne var ne yok. O kitapları saklamış. Ne yazmışsa saklamış. Hangi partide olduğunu da hepsini yazmış. Ama vermiyor ki. Benim de hakkım diyorum. Ben de kızıyım. Ben senden büyüğüm. Onlar Türkiye’ye ısınamıyor. Mesela, 76’da İbrahim kardeşim, Lübnan Savaşı’nın en kötü olduğu zaman eşi hamileydi doğum yapacak. Şam’da yaşıyorlardı o ara, kaçtılar savaştan Şam’da yaşamaya başladılar. Dedik ki, “Gel Antakya’da eşin doğum yapsın. Hani burada rahat eder”. Bir de orada çok yoksullardı. Yani dayım çalışacak ki, yemek yiyecekler. Geldi buraya. Kardeşim çok güzel kamyon dorsesi yapıyor. Askeriyede çalışmış onların kabloları o geçişlerini falan iyi biliyor. Eşim dedi ki, “Kalırsın burada Beyrut’a gidip gelirsin istediğin zaman”. Karaoğlan diye bir dorseci vardı eşimin arkadaşı. Kardeşimi işe aldırdı orada. İbrahim bir ay çalıştı onlarda. Sonra “ben burada oturamam” dedi. “Topla hanım” dedi, “gidiyoruz yarın” dedi. Çekip gittiler. Yani Türkiye’de kalmak onlar için zulüm gibiydi. Zor oluyordu. Tabii, geçmişte keşke bu şeyler yaşanmasaydı, olmasaydı ama biraz da haklılar tepkilerinde yani. Ben şunu da söylüyorum, diyorum ki, bu şimdiki Türkiye’nin bir suçu değil. Belki Türkiye Cumhuriyeti olsaydı belki bunları yaşayamayacaktı. Çok acı yaşamışlar. Yani çok acı yaşamışlar. Yani gerçekten çok vahşice şeyler, korkunç şeyler. Herkes tabii bunu yaşayan herkes yaşamamış olsa bile atalarından duyduğuyla, anlatıldığı zaman tabii ki bir tepki oluyor. (Kızı Meri ekliyor) Mesela annem ve babam bir gün İstanbul’a gitmiş bir gün, bakmışlar Kevork Melikyan. Demiş ki, “acaba dayım mı amcam mı?” Tıp doktoruymuş. Otelden iniyoruz, eşimle beraber. “Tekla” dedi, “Melikyan bak”. Bir baktım ki bu Melikyan. “Tekla vallahi” dedi, “belki amcan”. Gencecik bir çocuk. Belki dedesinin dedesi olabilir. Cemil hemen sıraya geçti. Biz iş için gelmedik. Böyle böyle bir mesele, adınızı görünce falan dedik. “Biz Malatyalı değiliz, biz İstanbulluyuz” dedi. Şimdi belki de o çocuk (Kevork) belki de başka bir yerde büyüdü, belki adını bile hatırlamıyor. Katliam olduğunda babam 6 yaşında. Babam ablasını böyle hayal meyal hatırlıyor, söylerdi. Çok zor yani şimdi o insanın bu manzarayı yani ailesinin öldürülmesini görmesini, izlemesi korkunç bir şey yani. Nasıl biz depremdeki insanları unutamıyorsak, o binaların yıkılışını unutamıyorsak, böyle bir şeyi hani doğal afet oldu diyoruz. Ama bunu bile bile insanları öldürmek bambaşka bir şey. Kuş avlar gibi… Ama Antakya’ya geldiği zaman hep Malatya’ya gitmek istiyordu. Bir defa mı gitti? Yok çok gitti o, çok gitti. Ben de gittim, hayal meyal hatırlıyorum. Malatya merkezdendi. Meydan Hamamı var. Hamamdan hatırlıyorum. Meydan Hamamı’nın etrafında evleri. Evleri çok güzeldi. Bahçeli bir ev. Evin avlusunda havuz vardı. Onu unutmuyorum işte. Karpuz getirdiler. Karpuzu havuzun içine attılar. Böyle gezdik, geldik, baktık ki, karpuz iki parça olmuş. Peki onlar gittikten sonra oraya kim yerleşmişti o eve? Müslümanlar. Almışlar. Malatya’da çok malımız varmış. Babam bir defa gitti araştırdı. Ama belgeleri yok. Belge yok. Kağıt yok elimizde. Kayısı bahçelerimiz vardı. Dut bahçeleri onlardan çok. Yani yengesi anlatırdı. Babamın nenesi Vartuhi çok çok zengindi. Yani az para vermedi o askere ki babamı kurtarsın. Tekla Suadioğlu

  • Defne'nin Anlatılmamış Hikayesi-II: Antakya’da Seçim Dinamikleri ve Etno-Dinsel Ayrımlar

    “Defne'nin Anlatılmamış Hikayesi-II: Yeniden İnşa Edilen Hayali Bir Şehrin Tehlikeleri” başlıklı yazının devamı niteliğindeki bu ikinci bölümde, 6360 sayılı yasa tarafından yeniden yapılandırılan büyükşehir sınırlarının sonuçlarını anlatıyorum. Bu bağlamda, katılımcılarımın Hatay’ın yeni haritası ve 2014 yerel seçimlerinin dinamikleri hakkındaki deneyim ve bakış açılarına dayanarak, bölgenin siyasi ve ideolojik peyzajını anlamaya yönelik bir etnografik bakış açısı sunmayı amaçlıyorum. Katılımcıların, hem Hatay'ın yeni haritasıyla ilgili hem de 2014 yerel seçimlerinin dinamiklerine dair anılarından ve bakış açılarından yola çıkarak, bölgede artan siyasi ve etno-mezhepsel peyzajı aydınlatmayı hedefliyorum. Ayrıca, 2019 yerel seçimlerini farklı partiler arasında devam eden siyasi ve ideolojik mücadeleler olarak kısaca ele alıyorum.  Dolayısıyla bu yeni yazı, Hatay'ın 6 Şubat depremleri öncesindeki yakın tarihini inceleyerek, depremler öncesinde şehrin manzarasının nasıl siyasi olarak şekillendiğini ve yeni resmi mekansal ve kimlik ideolojilerinin nasıl dayatıldığını ortaya koymayı amaçlıyor. Ayrıca, Antakya'nın yeniden inşası sırasında coğrafi anlayışımızı etnik-dinsel ve siyasi sınırlara bölmenin önemli risklerini yeniden değerlendirmenin önemini vurguluyor. Sonuçta, bu çalışma yeniden yapılanma sürecinin karmaşıkları içerisinde Antakyalıların Antakya'yı tasavvur etme ve yeniden kazanma haklarını korumanın yanı sıra kültürel miraslarını da korumanın öneminin altını çiziyor. 6360 Sayılı Kanun ve Yerel Yönetim Reformu İstanbul’a döndükten sonra, ilk saha çalışmamdan elde ettiğim bulgular ve notlara dayanarak araştırma sorularımı ve teorik varsayımlarımı geliştirmeye başladım. Bu çalışmada genel olarak, resmi mekansal ideolojiler ile ulus-mekan ve ulusal kimlik oluşumu arasındaki etkileşime odaklanmaya devam ederken, Hatay ilindeki yerli azınlıkların daha geniş bir bağlamda artan etno-mezhepçilik dalgasına nasıl tepki verdiklerini daha derinlemesine incelemenin önemini fark ettim. Amacımı kesin bir şekilde aklımda tutarak, aynı yılın Aralık ayında saha çalışması yolculuğuma başlamak üzere Antakya'ya dönmek için hevesle hazırlandım. Bu sırada şans yüzüme güldü ve beklenmedik bir şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan Antakyalılarla yolum kesişti. Onların meşhur misafirperverliği, Zülüflühan Mahallesinde Arap Alevi bir ailenin yanında kalacak yer bulmama yardımcı olmalarıyla doruğa ulaştı. Ev sahibi ailenin 23 yaşındaki oğlu Fuat’ın eğitimine devam ettiği Mustafa Kemal Üniversitesi’ne yakın bir yerde oturduklarını bilmiyordum. Bir gün Fuat nazikçe bana üniversite kampüsünü gezdirmeyi teklif etti ve bu vesileyle çeşitli bölümlerden akademisyenlerle iletişim kurma fırsatını vermiş oldu. Fakat üzerimde kalıcı bir etki bırakan, coğrafya bölümünün sıcak karşılaması ve paha biçilmez içgörüleri oldu. Aydınlatıcı tartışmalarımız sayesinde, Defne’nin Antakya’dan ayrılması ile yerel idari reformun önemli bir yönü olan 6360 sayılı Büyükşehir Belediyeleri Kanunu arasındaki karmaşık bağlantı giderek daha açık hale geldi. 2012 yılında yürürlüğe giren 6360 sayılı Kanun, Türkiye'nin idari yapısında, özellikle de büyükşehirlerde önemli bir değişim öngörüyordu. Bu kanunun kökleri 1984 yılında 3030 sayılı kanunla büyükşehir belediyelerinin kurulmasına kadar uzanıyor ve bu kanun başlangıçta İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirleri kapsıyordu. Ancak, büyükşehir statüsünü başka şehirleri de kapsayacak şekilde genişleten ve yerel yönetim sistemini yeniden yapılandıran 6360 sayılı Kanun önemli değişiklikler getirmişti. 6360 sayılı Kanun kapsamında, 2013 yılında nüfusu 750 bini aşan on dört il yeni büyükşehir belediyesi olarak belirlenmiş ve toplam büyükşehir belediyesi sayısı otuza ulaşmıştı. Bu yeniden yapılandırma, il özel idarelerine bağlı köylerin kapatılmasına ve büyükşehir belediyesi sınırlarının tüm ili kapsayacak şekilde genişletilmesine yol açtı (Adıgüzel, 2012; Karakaya, 2012; Adıgüzel & Karakaya, 2017; Izci & Turan, 2013). Sonuç olarak, büyükşehir belediyeleri bu illerde yerel yönetim hizmetlerinin tek sağlayıcısı haline geldi. 6360 sayılı Kanun’un en önemli etkilerinden biri, özellikle belediye başkanlığı seçimleri açısından seçim dinamikleri üzerindeki etkisi oldu. Yasa büyükşehir sınırlarının tanımını değiştirerek kırsal bölgelerdeki seçmenlerin de belediye başkanlığı seçimlerine katılmasına olanak sağladı. Hatay Büyükşehir Belediyesi'nin Eski (Solda) ve Yeni İl Sınırları (Sağda) Bu sürecin bir parçası olarak Hatay’ın büyükşehir belediyesi olması (Resmi Gazete, 2012), şehir planlamasının on beş ilçe olarak yeniden yapılandırılmasıyla sonuçlandı. Büyükşehir ölçeğindeki bu genişleme dört yeni il-ilçe sınırını kapsıyordu: Antakya, Defne, Arsuz ve Payas (Adıgüzel & Karakaya, 2017). Arsuz ve Payas daha önce İskenderun ve Dörtyol ilçelerine bağlı yerel yönetim birimleriydi. Ancak, aynı kanun kapsamında Antakya (Hatay’ın merkezi) bölünerek Defne ve Antakya belediyeleri kuruluyor. yeni kurulan ve adı değiştirilen tek ilçe ise toplam 151.017 kişilik nüfusuyla Defne oldu. İlginç bir şekilde Defne nüfusu, küçük bir azınlık olan Arap Hıristiyanların yanı sıra, ağırlıklı olarak Arap Alevilerden oluşuyordu. Daha önce de belirttiğim gibi, 6360 sayılı Kanun’a ilişkin resmi bilgiler, Ali’nin Hatay’ın yeni haritasını ve Defne ile Antakya arasındaki bölünmeyi şekillendiren etnik-dinsel faktörlere ilişkin açıklamalarıyla örtüşüyordu. Fakat Ali’nin anlatısında öne çıkan bir diğer önemli husus da “2014 Belediye Seçimleri” oldu. 2018-2020 yıllarını kapsayan etnografik saha çalışmam sırasında kendimi bu seçimlerde yaşananlara kaptırırken, Antakya’nın bölünmesine yol açan olaylar dizisini yeniden inşa etmek ve bu dönemde değişen dinamikleri anlamak için yola çıktım. Katılımcılarım tarafından paylaşılan anlatılar aracılığıyla, ildeki son kentsel değişimleri ve siyasi gelişmeleri belgelemeye ve bunlara tanıklık etmeye çalıştım. Bu süreç, bölünmenin sadece fiziksel ve sembolik manzarayı yeniden şekillendirmekle kalmayıp aynı zamanda siyasi rekabetleri nasıl artırdığını ve etnik-dinsel ayrılıkları nasıl derinleştirdiğini gözlemlememi sağladı. Buna ek olarak, Defne ve Antakya’nın, Büyükşehir Belediyesi’ni kontrol etmek için kıyasıya mücadele eden hem iktidar hem de muhalefet gruplarından rakipler için nasıl şiddetli bir savaş alanı haline geldiğini ortaya çıkardım. Bu araştırma aynı zamanda Defne ve Antakya'nın partizan amaçlarla siyasi araç sallaştırılması yönündeki endişe verici eğilimin de altını çizdi. Hatay’ın Yeni Haritası: Defne ve Antakya Arasındaki Kentsel Sınırlar Antakya’daki ilk pilot saha çalışmam sırasında, Antakya’nın merkezinde olduklarını düşündüğüm, özellikle Armutlu, Sümerler, Cumhuriyet, Cebrail ve Zenginler mahallelerinde ikamet eden ailelerle kaldım. Fakat daha sonra Sümerler ve Armutlu’nun artık Antakya’ya bağlı olmadığını, Defne’ye bağlı olduğunu öğrendim. Bu süre zarfında Antakya’nın dışında bir yerleşim yeri olan Zülüfühan'da misafir edilsem de, şehrin toplu taşıma sistemini kullanarak her gün kırsal ve kentsel bölgeleri arasında gidip geldim. Fuat birçok kez akrabalarının Defne'ye bağlı Turunçlu Mahallesinde yaşadığı için ve Turunçlu Mahallesinin de Antakya’nın merkezine çok yakın olduğu için bana eşlik etti.  Özellikle, her Pazar Gabriel ve cemaatin diğer üyeleriyle birlikte ayinlere ve dini kutlamalara katıldım. Ayrıca, daha önce beni misafir eden aileleri ve dostları ziyaret etmeye, Defne’nin yakın tarihine dair daha derinlemesine sorular sormaya ve onlarla derinlemesine görüşmeler yapmaya başladım. Zaman zaman beni misafir ettiler ve saha çalışmam birkaç aya yayıldıkça Sümerler, Değirmen yolu, Yeşilpınar, ve Zenginler mahallelerinde de başka ailelerin yanında kalmaya başladım. Bu deneyimler, onların gündelik yaşamlarına, dini törenlerine ve hatta yaklaşan 2019 seçimleri gibi şehirdeki siyasi olaylara daha fazla dahil olduğum için araştırmamın yönünü şekillendirdi. Bir gün Antakya Türk Katolik Kilisesi’ndeki Pazar ayinine katıldıktan sonra Gabriel’e bana Defne ile Antakya arasındaki sınıra kadar eşlik edip edemeyeceğini sordum. Cevabı belirsizdi: “Merkezde senin de gördüğün gibi, sınırın nereden geçtiğine emin değilim. Sanki hiçbir fark yokmuş gibi. Defne’yi Antakya’dan ayıran bir çizgi var sadece” dedi. Bu belirsizlik sadece Gabriel için geçerli değildi, aynı zamanda diğer bazı katılımcılarımda da vardı. Sümerler’den 24 yaşındaki Arap Alevi öğrenci Merve de bu belirsizliği yineledi. Merve, Defne ile Antakya’nın birbirine o kadar yakın bir şekilde bir arada bulunduklarını ve neredeyse tek bir kentsel varlık olarak işlev gördüklerini belirtti: “Defne’yle Antakya’yı ayıran sınır bana çok saçma geliyor. Çünkü biz hala Antakya’nın merkezinde yaşıyoruz. Defne’de yaşadığımı bana anlatan tek şey mahallemin Defne Belediyesi’ne bağlı olması.” Armutlu’dan 28 yaşındaki Arap Alevi öğretmen Işıl da Merve’ninkine benzer bir bakış açısı paylaşıyordu. Defne’yi hala Antakya’nın bir parçası olarak tanımlayan Işıl, iki ilçenin fiziksel unsurları arasındaki çarpık ilişkiye vurgu yaptı. Ayrılmalarına rağmen Defne, eski ilçe merkezinin imarını ve özelliklerini korumuştu. Bu durum, altyapı, mimari ve kültürel unsurlar da dahil olmak üzere çeşitli maddi unsurların, ilçeler arasındaki fiziksel ayrıma rağmen, neredeyse hayalet ya da yanılsamalı bir şekilde varmış gibi, iç içe geçmiş ve ayrılmaz göründüğü fikrini vurguladı: “Bence hükümet bizi daha küçük bir bölgeye sığdırdı. Ama Defne’nin bir merkezi bile yok. Hatta Defne Belediye Başkanlığı binası geçen sene inşaattı daha. O yüzden işlerinizi burada halledemiyorsunuz. Ben bütün işlerimi Antakya’da hallediyorum. Belki 10 seneye değişir, bilmiyorum.” Işıl’ın anlatımına göre Defne, belediye binaları ve resmi yapıların inşasıyla karakterize edilen, halihazırda süren bir inşaat faaliyetine tanıklık ediyordu. Eş zamanlı olarak, büyükşehir reformu ilçenin kimlik kartlarında, sokak isimlerinde ve tabelalarında değişikliklere yol açarken, kentsel peyzajda da kayıt dışı yapıların hızla arttığı bir dönüşüme de neden oldu.  Bununla birlikte, yukarıdaki anlatılardan da anlaşılacağı üzere Defne, Antakya’nın kentsel dokusunun daha geniş bağlamına sıkı sıkıya bağlı kalmıştı. Sakinlerinin büyük çoğunluğu sadece iş için değil, aynı zamanda eğlence, sağlık (hastanenin Antakya'daki konumu göz önüne alındığında), eğitim ve dini faaliyetler için de şehir merkezine gidip geliyordu. Defne Belediye Binası İnşaatı (Haziran, 2018, Rafael) Gabriel, Merve ve Işıl gibi çalışmamdaki birçok katılımcı da iki ilçe arasındaki yeni resmi sınırı tam olarak belirleyememişti. Ancak bu, bir sınırın var olmadığı anlamına gelmiyordu. Araştırma sürecinde yapılan görüşmeler sırasında, tüm katılımcılar, mahallelerin Defne’nin mi yoksa Antakya’nın mı yeni resmi sınırları içinde olduğunu tespit etmeyi başardılar. Dolayısıyla, iki ilçe arasındaki sınırın belirlenmesi yerel halk için kafa karıştırıcı olsa da, katılımcılar yine de bu sınırın varlığından haberdarlardı. Antakya ile Defne arasındaki kentsel sınırların haritası Defne ve Antakya arasındaki resmi sınırı tespit etmek için yaptığım etnografik araştırmalardan birinde, Armutlu’da yaşayan 38 yaşındaki Arap Alevi coğrafyacı Hikmet’i ziyaret etme fırsatı bulmuştum. İki ilçe arasındaki sınır hakkındaki sorularımı duyduktan sonra, dikkatimi Hatay’ın yeni il haritasının resmi bir fiziksel kopyasına çekti. Hikmet’e göre, yukarıdaki eklediğim Google Haritalar’dan alınan resimde gösterildiği gibi, Defne ve Antakya arasındaki sınırlar kırmızı çizgiyle belirlenmişti. Mehmet Yeloğlu Köprüsü, iki ilçe arasındaki ayrım çizgisi olarak görev yapmaktaydı, böylece yeni idari sınırları belirleyen fiziksel bir sınırı ve işaret noktasını temsil ediyordu. Meydan ise bir zamanlar Antakya’nın merkezinin bir parçası olan Armutlu mahallesinin yerini temsil ediyordu. Köprü Ziyareti Sonrası Alınan Etnografik Notlar Aynı gün, Armutlu’dan ayrıldığımda, köprüyü ziyaret etmeye karar verdim. Hikmet’in evinden kısa bir yürüyüş mesafesindeydi. Köprüye yaklaştığımda önce pek anlam veremedim. Defne ve Antakya arasındaki sınırları belirlemek için köprüyü çevreleyen mahallelerden yola çıkarak bir harita çizmeye başladım. Bir görüşmede, çizimimi Armutlu’dan 35 yaşındaki Arap Alevi bir biyoloji öğretmenine gösterdim. Onu gördükten sonra, tıpkı Hikmet gibi bana Defne ve Antakya arasındaki yeni sınırın bu köprüyle nasıl fiziki bir nitelik kazandığını şu şekilde açıkladı: “Köprünün adından da anlaşılıyor zaten, sınırı çizmek için yapıldı. AKP’nin eski Belediye Başkanı Mehmet Yeloğlu koydu ismini, 2009’da. İnşasından 3 sene sonra, 2012’de Defne Antakya’dan ayrılınca, köprü bizim için daha elle tutulur, görünür bir sınır oldu.” Hikmet ve Hasan'ın anlatıları gösteriyor ki, Defne ve Antakya arasındaki ayrım, Defne Belediyesi’nin gelişimi nedeniyle daha keskin bir hal aldıkça, yerel halk köprü alanını iki ilçe arasındaki fiziksel bir sınır olarak tanımaya başladı. Ayrıca, Hasan’ın açıkladığı gibi, köprünün varlığı, köprünün adı, yeni büyükşehir belediye sisteminin arkasındaki ideolojik ve siyasi ipuçlarını da ortaya çıkardı. Özellikle 2014’teki seçimlerde her iki ilçenin de bir iktidar ve muhalefet için siyasi arenalar olacağı öngörülüyordu. Ancak, köprüyü ziyaretim sırasında, çizimimde gösterildiği gibi, köprünün ortasında dikkatimi bir yapı çekti. Bu sırada, köprüde dururken, sokak ortasında bulunan bu yapının etrafında sürekli ziyaretçilerin girip çıktığını fark ettim. Yaklaştıkça, bunun iki ilçe arasındaki belirlenmiş çizgiyi bulandırmak, hatta direnmek gibi görünen bir eylemi temsil eden sokak ortasında devasa bir türbe olduğunu fark ettim. Mehmet Yelloğlu Köprüsü ve Hazreti Hıdır Makamı (2018, Rafael) Hikmet'i tekrar ziyaretimde, köprünün karşısında sokak ortasında duran türbeyi tarif ettim. Hikmet, türbenin yerel Arap Alevi topluluğu için özel bir anlam taşıdığını ve Hazreti Hıdır Makamı adını aldığını açıkladı. Bu ziyaretin, yerel halk tarafından derin bir şekilde değer verilen tarih ve kimliklerinin güçlü bir sembolü olduğunu ifade etti. Hikmet ayrıca, 2009’da köprünün inşası sırasında yetkililerin türbeyi kaldırmaya yönelik girişimlerine rağmen, türbenin dokunulmaz kaldığına ve ilahi bir güç tarafından korunduğuna inanılan etkileyici bir hikaye anlattı. Bu konuda kesin bir şey vardı, 6360 bile Hazreti Hıdır Makamı’na dokunamamıştı. Defne ve Antakya’da Seçim Dinamikleri ve Etno-Dinsel Ayrımlar Defne'ye bağlı bir mahalle olan Harbiye'den 27 yaşındaki Arap Alevi mimar Fatma’yla yaptığım bir sohbette, Fatma bölgenin yeni ismi hakkında ne düşündüğünü ifade ediyor: “Defne isminin verilmesine şaşırmadık. Defne kelimesi bana hiç yabancı gelmedi. Burada, su kenarında doğal olarak yetişen defne ağaçlarımız var. Defne sabunu biliyor musun? Defne çok önemli bu arada, bunu geçim kaynağı olarak düşünün, defne sabunu yapmak için defne yağı kullanıyoruz. Aslında defne kelimesi bizim için önemli, defne sabunu ve ağaçlar kültürümüzün bir parçası olduğu için.” Fatma, Defne adının Daphne ve Apollo efsanesiyle de anıldığını öne sürdü. Antik Yunan mitolojisinde Daphne’nin, Apollon’un zulmü üzerine defne ağacına dönüşen bir su perisi olduğunu anlattı. Antakya’nın jeomorfolojik ve tarihi peyzajı göz önüne alındığında, Defne ve Antakya arasındaki bölünmeyi haklı çıkaracak hiçbir coğrafi veya tarihi kriter bulunmadığı ortadaydı. Coğrafi olarak iki ilçe Asi Nehri tarafından ayrılıyor ve aynı dağlarla çevreleniyor. Ayrıca, tarihi kayıtlar yeni Defne ilçesinin bir zamanlar Antakya’nın Daphne banliyösünün bulunduğu yerde yer aldığını gösteriyor. Özellikle Antakya’nın kentsel mirası, bugün Defne’ye bağlı olan merkez mahalleler tarafından temsil edilmeye devam ediyor. Dolayısıyla, yukarıdaki anlatımların da gösterdiği gibi, yeni bölünmenin ardındaki kriterlerin yerel halk için çok az önem taşıması şaşırtıcı değil. Defne’nin Antakya’dan ayrılmasına ilişkin kriterler değerlendirilirken, katılımcılar yeni Hatay Büyükşehir Belediyesi haritasında belirlenen etnik-dini sınırları sorguluyorlar. Bu sınırlar, Antakya da dahil olmak üzere Hatay’deki yerleşimlerde tarihsel olarak görüldüğü üzere, Arap Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri hedef aldı. Benzer şekilde, bu bölgelerde Arap Hıristiyanlar da yaşıyorlar. Bu bağlamda, Arap Alevi ve Arap Hıristiyan azınlıkların yaşadığı Defne ve Arsuz'un sırasıyla Antakya ve İskenderun'dan ayrılması dikkat çekici. Örneğin Fatma, Antakya kentini iki belediyeye bölen yerel yönetim sisteminin yeniden düzenlenmesinde kriter olarak kullanılan etnik-dini ayrıma işaret etmişti: “Hatay, büyükşehir belediyesi statüsüne geçtikten sonra, devlet Antakya ile Arapların yoğun olarak yaşadığı yerler arasına bir sınır çizdi. Özellikle Arap-Alevilerin yaşadığı yerlerle. Devlet bizi (Arap Alevileri) bir şekilde ana bir ayırarak belli bölgelerde toplamak istedi. Sonra bizim idari bölgelerimizi, köylerimizi Defne Belediyesi altında topladı. Şimdi iki tane yeni belediye var, Defne ve Antakya.” Nitekim, Değirmenyolu, Yeşilpınar, Gümüşgöze, Harbiye, Tavla, Balıklıdere, Aknehir, Sinanlı ve Bahçeköy gibi köylerin bir anda Defne Belediyesi’ne bağlı mahallelere dönüşmesi yerel halk arasında şaşkınlık yarattı. Değirmenyolu’ndan 40 yaşındaki Arap Alevi aşçı Murat, şimdi yeni Defne ilçesinin bir parçası olan bu mahallelerde ağırlıklı olarak Arap Alevilerin yaşadığına dikkat çekiyor: “Aslında bu köylerin aralarında tarlalar, zeytin ağaçlıklarıyla birbirlerinden ayrı, izole yerler. Bütün bu izole yerleri Sümerler ve Armutlu bölgeleri altında birleştirdiler harita üzerinde ki bu yerler Arap Alevilerin, Arap Hristiyanların yaşadığı kadim Antakya merkezi. Şimdi buralar Defne olarak isimlendirildi. Bu yerleşim yerlerinin sakînleri çoğunlukla Arap Alevi.” Özellikle, 2018 ve 2020 yılları arasında muhataplarımla yaptığım kapsamlı görüşmelerde, tekrar eden bir anlatı ortaya çıktı. Birçoğu, Hatay'ın yeni resmi idari sınırlarının çizilmesinin ardındaki etnik-mezhepsel kriterlerin kanıtı olarak Sofular ve Yukarıokçular köylerinin (şimdi mahalle) hikayesini anlattı. Harbiye'de ikamet eden 55 yaşındaki Arap Alevi inşaat işçisi Uğur, yeni büyükşehir sisteminin hem kırsal hem de kentsel yerleşimleri etnik-mezhepsel hatlar boyunca nasıl yeniden şekillendirdiğini ve Hatay’da Sünni olmayanları Sünnilerden nasıl etkin bir şekilde ayırdığını ayrıntılı bir şekilde anlattı: “Mesela, biz hep Sofulu bölgesi sakinleriyle birlikte yaşıyoruz. Onlar Sünni Arap, mallarını Harbiye’de satarlar. Hükümet onların köylerini Altınözü’ne dahil etti. Yukarıokçular denilen başka bir Sünni Arap mahalle var, Sofular’a yakın. Devlet gitti, bu mahalleyi Yayladağı’na bağladı. Yukarıokçular’a 35 km ama Harbiye’ye sadece 2 km. Bu mahalleler Defne’ye bağlanmalıydı.” Uğur’a göre,  Arap Sünni mahallelerinin Arap Alevilerle uzun süredir barış içinde bir arada yaşamasına rağmen, yeni Hatay haritası, bu mahalleleri Harbiye'den daha uzakta bulunan diğer Sünni Arap mahallelerine dahil etmişti. Görüşmemiz sırasında Uğur, Küçük Dalyan, Maşuklu, Güzelburç, Kavaslı, Ekinci, Serinyol ve Büyükdalyan gibi bazı periferik Arap Alevi mahallelerinin, 6360 sayılı yeni yasa onları Antakya'dan etkili bir şekilde ayıramadığı için Antakya içinde kaldığına dikkat çekti. Yerel okumalar etnik-dini bir kritere işaret ederken, diğer sohbetlerde katılımcılar Defne ve Antakya arasındaki bölünmenin aynı zamanda siyasi olduğunu ve temelde Hatay ilinde muhalefet ve iktidar partisi taraftarları arasında artan kutuplaşmadan kaynaklandığını öne sürdüler. Hatta bazıları Defne ve Antakya arasındaki sınırı “siyasi bir ayrışma” veya “siyasi bir sınır” olarak tanımladı. Antakya’da güçlü bir Arap Alevi muhalefetin varlığının, iktidar partisini seçim nedenleriyle ili yeniden yapılandırmaya ittiğini açıkladılar. Bu bağlamda Duman (2020), Hatay’daki Arap Alevilerin tarihten bu yana iktidar partisinin destekçisi olmadığını ileri sürer. Ayrıca, iktidar partisinin Suriye Savaşı sırasında izlediği mezhepçi ve Sünni yanlısı dış politikanın Hatay'daki Alevi nüfus arasında hoşnutsuzluğu artırdığını söyler. Ayrıca Üşenmez ve Duman (2015), iktidar partisi ile bölgedeki Arap Aleviler arasındaki çatışmanın kanıtı olarak Hatay ilindeki Haziran 2013 Gezi Parkı protestolarına işaret eder. Katılımcılarımın çoğu, şu anda Defne'ye bağlı bir mahalle olan Armutlu'daki Sevgi Parkı'nda başlayan bu protestolara aktif olarak katılmıştı. Kendisini Antakyalı olarak tanımlayan 55 yaşındaki Armutlulu Arap Alevi memur Ayşe, Armutlu'daki Gezi protestolarının bir patlama yarattığını, kendi deyimiyle “gerçek bir direniş” (mücadele) olduğunu ifade etti. Ayşe, Armutlu'nun bir “Arap bölgesi” (Arap mıntıkası) haline geldiğini ve ilçedeki Arap Alevilerin gösterilere katılarak destek verdiğini anlattı. Defne ve Antakya’da yaşayan nüfus arasındaki etnik-dinsel ve siyasi kutuplaşma nedeniyle, araştırmamın katılımcıları Defne’nin bölünmesinin ardındaki siyasi niyetlerin kanıtı olarak sıklıkla 2014 belediye seçimlerine atıfta bulundular. Örneğin, Defne’ye bağlı bir mahalle olan Sümerler’den gelen 30 yaşındaki kuyumcu Arap Hıristiyan Meryem, Defne halkının Defne adında yeni bir ilçenin varlığından ancak 2014 yerel seçimleri sırasında haberdar olduğunu anlattı: “Hepimiz Defne’nin yeni bir ilçe olduğunu seçim döneminde anladık. O zamana kadar kimse büyük bir değişiklik fark etmemişti. Biz böyle ‘ah şimdi değiştik’ gibi bir şey deneyimlemedik. O zaman kimse bir fark görmedi. Sadece adreslerimiz değişti, Antakya yerine Defne oldu. Antakya Hatay, yazmak yerine Defne Hatay yazıyoruz. Seçim zamanı partiler adaylarını seçmeye başladıklarında “partinin adayı Defne’den Antakya’dan değil” dediler. Öyle olunda biz de Defne’den olduğumuzu anladık. Burada yeni bir seçim yapılacak, yeni bir yönetici seçilecek.” Meryem’in de açıkladığı gibi, Defne’nin Antakya’dan ayrılmasıyla birlikte, bölgedeki parti adaylarında yeni bir yapılanma başladı. Dikkat çekici bir şekilde, iktidar partisinin belediye başkan adayı seçimi yerel halk arasında tartışmalara yol açtı. Uğur, geriye dönüp baktığında 2014 yerel seçimlerinde AKP'nin belediye başkan adayına ilişkin yerel bir anlatıya işaret ediyor: “Sadullah Ergin, avukat burada. Önce milletvekili oldu sonra Adalet Bakanı. Buranın büyükşehir statüsüne geçeceği anlaşılınca, parti onu aday olarak gösterdi Hatay Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na. Onlar (hükümet ve yerel parti üyeleri) kazanır diye düşündüler, ondan onu aday gösterdiler. Bu yüzden bölgeyi ikiye böldüler.” Uğur’un aktardığına göre, Antakyalı Sadullah Ergin’in 2014 yerel seçimlerinde belediye başkan adayı olarak ortaya çıkması, yerel halkın Antakya ve Defne arasındaki bölünmedeki rolü hakkında tartışmasına neden oldu. 2014 yerel seçimleri, iktidar partisinin hakimiyetini sürdürmesi ve yeni kurulan Hatay Büyükşehir Belediyesi üzerindeki kontrolü açısından çok önemliydi. Ancak beklenmedik bir meydan okuma, 2009-2014 yılları arasında Antakya Belediye Başkanı olarak görev yapmış olan eski üyeleri Lütfü Savaş’tan geldi. Sadullah Ergin’in AKP’nin belediye başkan adayı olarak belirlenmesi üzerine, partisinden istifa eden ve ana muhalefet partisi CHP’den aday olan Lütfü Savaş’ın zorlu muhalefetiyle karşılaştı. AKP’yi şaşırtan bir şekilde Lütfü Savaş 2014 yerel belediye başkanlığı seçimlerini yüzde 42 oy oranıyla kazanırken, Sadullah Ergin yüzde 40,5 oy oranıyla geride kaldı. Bu beklenmedik yenilgi, yeni kurulan Hatay Büyükşehir Belediyesi’nde AKP için önemli bir siyasi otorite kaybı anlamına geliyordu. Seçimin ardından, Defne nüfusunun çoğunluğunun ezici bir çoğunlukla CHP’ye oy verdiği ortaya çıkmış ve ilçenin muhalefet partisinin kalesi olma statüsü pekişmişti. Buna rağmen, Adıgüzel ve Karakaya’ya (2017) göre CHP’nin 2014 belediye başkanlığı seçimlerindeki zaferine rağmen, 6360 sayılı Kanun’un uygulanmasının CHP ve MHP gibi siyasi paydaşlar üzerinde olumsuz etkileri olmuştur Yazarlar, 2014 yerel seçimleri sırasında 6360 sayılı Kanun’un Hatay’daki yansımalarını incelediklerinde, nüanslı bir seçim manzarası ortaya çıkarırlar. CHP’nin 5 bin oy gibi az bir farkla büyükşehir belediyesini kazanmasına rağmen, AKP 15 ilçe belediye başkanlığı yarışının 11'inden galip çıkmıştır CHP üç ilçede zafere ulaşırken, kalan bir ilçede de MHP kazanmıştı. Bu dağılım, 6360 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesinin ardından Hatay'daki siyasi arenada ortaya çıkan karmaşık dinamikleri gözler önüne seriyor. Bu stratejik yeniden yapılandırma, iktidar partisinin yasanın uygulanmasından önce bazı bölgelerde zemin kaybetmesine rağmen iktidarda kalmasını sağlamıştı. Duman’a (2020) göre, Defne ilçesinin kurulması, hem 2014 hem de 2019'da Antakya belediye başkanlığı seçimlerinde elde ettikleri zaferlerin de gösterdiği gibi, iktidar partisi için başarılı bir “paketleme stratejisi” işlevi görmüştür. Bu yıllardaki seçimlere ilişkin analizi, 6360 sayılı Kanun’un uygulanmasından önce iktidar partisinin Antakya ve İskenderun dışında düşük destekle mücadele ettiğini ortaya koyuyor. Ancak 6360 sayılı Kanun’la getirilen yeni büyükşehir yapılanması sayesinde Hatay’ın en büyük iki ilçesindeki belediye başkanlığı yarışlarında olası kayıpların önüne geçmeyi başarmışlardı. Antakya’nın yeniden yapılandırılması söz konusu olduğunda Duman, Antakya'da zafer kazanmak için Akdeniz, Armutlu, Elektrik ve Sümerler gibi merkez mahallelerin Defne’ye stratejik olarak yerleştirildiğini vurguluyor. Yeni büyükşehir belediyesi sisteminin uygulamaya konulması sadece siyasi dinamikleri yeniden düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda Hatay’ın haritasını da yeniden çizerek net ideolojik ve etnik-mezhepsel sınırlar belirlemişti. Sonuç olarak, Antakya’nın bir zamanlar barış içinde bir arada yaşamanın ve farklı bir nüfusun sembolü olan eski ilçe sınırları, Sünni ve Sünni olmayan topluluklar arasındaki ayrımı derinleştiren bir Sünnileştirme sürecinden geçmişti. Fakat bölgenin kimliğini yeniden tanımlamaya yönelik bu girişim, yerel anlatıların altta yatan etnik-dinsel ayrışmayı ve yeni haritanın beslediği siyasi kutuplaşmayı açığa çıkarmasıyla güçlü bir direnişle karşılaştı. Halk, seçimleri şehirleri üzerinde yeniden söz sahibi olmak, barış içinde bir arada yaşama haklarını savunmak ve Antakyalı kimliklerini korumak için bir fırsat olarak gördü. Can’ın (2020) gözlemlediği gibi, bölünme korkusu özellikle Defne sakinleri arasında stratejik oy verme davranışında kendini göstermişti. CHP'nin Kampanyası: Hatay'a Sarıl ve Antakya İçin Geliyoruz (2019, Rafael) 2019’daki saha çalışmalarım sırasında, her iki partinin seçim retoriğini sarmalayan seçim kampanyalarının yüksek gerilimli atmosferini gözlemledim. CHP’nin sloganları çeşitliliği vurgularken ve Antakya’nın yeniden fethini vurgularken, AKP kampanyasını vatansever bir çaba olarak çerçeveledi. Sonuç olarak, Hatay, CHP ve AKP arasındaki bir mücadele alanı haline geldi ve AKP’nin bölme girişimleri kazara CHP’nin zaferine yol açtı. Çalışmamın katılımcıları, Lütfü Savaş’ın 2014 ve 2019 belediye başkanlığı seçimlerini kazanmasının, iktidar partisinin bölücü taktiklerinin seçmen nezdinde kötü şeylerin anımsatmasından kaynaklandığını vurguladı. Bu zafer, topluluğun şehir kimliğinin dokusunu bozmaya yönelik girişimleri reddettiğini ve birlik ve kapsayıcılığı vurguladığını gösteriyor. Katılımcıların birçoğu, CHP’den memnun olmamalarına rağmen, Antakya’nın hatırı için Belediye Başkanı Savaş’a oy verdiklerini ve onu siyasi karışıklıkların karşısında devam eden istikrar ve süreklilik simgesi olarak gördüklerini vurguladılar. Ancak, benimle etkileşime geçen birçok yerli, ona şüpheyle yaklaştı ve EXPO 2021 gibi devam eden projelerinden ve Başkan Savaş’ın ve CHP üyelerinin kentsel yenileme girişimlerinin yüzey altındaki neoliberal politikaların etkilerini ele alış biçimlerinden pek memnun değillerdi (bkz. Coelho, 2021; Lewis & Coelho, 2024). Sonuç: Kültürel Miras, Siyasi Değişimler ve Yeniden Tasavvur Etmek Sonuç olarak, Defne’nin hikayesi, özellikle kentin yakın tarihini anlamanın doğuracağı sonuçları konusunda önemli bir hatırlatıcı işlevi görüyor. Özellikle de bölgede gerçekleşen kentsel ve siyasi değişikliklerle etno-sekteryan ayrılıkların yeniden üretilmesine olan etkileri açısından Defne’nin hikayesinin incelenmesi, sadece yeni 6306 sayılı Kanun’un etkilerini anlamamıza yol açmaz, aynı zamanda Antakya/Hatay’ın nasıl yeniden inşa edileceği, temsil edileceği ve hayal edileceği konusundaki devlet söylemlerindeki riskleri de ortaya koyar. Özellikle, bu inceleme, 7033 Sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ve 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun kapsamı gelecekteki çalışmalar için temel oluştururken, yerleşik etnik-dinsel kentsel sınırları erozyona uğratabilecek olan ve böylece Antakya’nın kimliği ve kültürünün uyumlu bir şekilde bir arada var olmasını tehdit edebilecek olan risklere ışık tutar. Defne’nin hikayesini yeniden ziyaret etmek ayrıca, depremden sonra yaşanan sistemik ihmalin nedenlerini de açıklığa kavuşturarak, Antakya hakkındaki resmi anlatılar ile oranın sakinlerinin kolektif tasavvuru arasındaki çarpıcı farkları vurgular. Maalesef, bu çalışmanın katılımcılarından birçoğu evlerini, aile üyelerini, hayat dostlarını ve en sevdikleri şehirlerini kaybetti. Bu gerçeklik, yerel halkın günlük hatıralarını arşivlemeyi ve bir zamanlar birlikte yaşamanın kültürel dokusunu ve Antakya’nın kimliğinin özünü koruyan sembolik sınırları korumayı amaçlayan projelerin aciliyetini vurguluyor. Hatay’ın dijital bir arşivi olan Beledna gibi girişimler, bu koruma çabasında önemli bir rol oynuyor Burada şehirle ilgili anıların paylaşıldığı, korunduğu ve kullanıldığı arşivler olarak hizmet veriyor, böylece birlikte yaşama kültürünü besleyen sembolik sınırları ve Antakya'nın benzersiz kimliğini korumaya yardımcı oluyor. Özellikle, bu çabamız Antakyalıların şehirlerini geri alma ve yeniden tasavvur etme haklarını korumaya yardım ediyor. Yeniden inşanın karmaşıklıklarını çözerken, şehrin geçmişinin, bugününün ve geleceğinin birbirine bağlı kalmasını sağlamak için süreçlere eleştirel bir şekilde katılmamız gerekli, bu da çeşitli kültürel mirasının silinmesine karşı korunmasını ve kapsayıcılık ve birlik üzerine inşa edilmiş bir geleceğin teşvik edilmesini sağlıyor. Nitekim, Antakya’nın kültürel mirasını ve kimliğini koruma çabamızda, kentin yeniden inşasını kendi ajandaları için kullanabilecek siyasi partilerin ve çıkar gruplarının etkisine karşı dirençli kalmak son derece önemli. Defne’nin hikayesi, siyasi amaçların kentsel gelişme ve yeniden inşa çabalarının seyrini belirlemesine izin vermenin taşıdığı riskler konusunda dokunaklı bir hatırlatıcı. Defne sakinlerinin depremden sonra sistematik ihmalle karşılaştığı gibi, Antakya’da da benzer haksızlıkların yaşanma potansiyelini görmeliyiz. 2024 yerel seçimlerinin önümüze geldiği bu dönemde, Lütfü Savaş gibi önceki adayların yeniden ortaya çıktığı, siyasi figürlerin ve partilerin ajandalarını titizlikle incelemek, toplumun çıkarlarının kişisel kazanç veya siyasi amaçların üzerine öncelikli tutulduğundan emin olmak çok daha önemli. 6 Şubat depremleri sonrasında bölgenin siyasal gelişmelerine baktığımız zaman, bölgede yaşayan Arap Alevi ve Arap Hıristiyan toplulukları başta olmak üzere toplumun içerisinde muhalefet partisinden de göze çarpar biçimde kopuşların yaşandığı görülüyor. 14 Mayıs 2023 seçimlerinin sonuçları da bunun en açık örneklerinden. Maalesef ki, muhalefet kanadından gerek Savaş’ın tekrar aday gösterilmesi gerek sol yönelimli olan partilerin halkın karşısına neoliberal politikaların dışında siyaset yapacak adayı çıkartamaması Antakyalıların yalnız bırakılmasına sebebiyet verdi, verecek. Deprem sonrası 6306 sayılı Kanun, Kamulaştırılma Kanunu, Orman ve Mera Kanunları gibi yasalarda yapılan değişikler ardından yaşanan süreç, Antakyalıların mülksüzleştirilmesi ve göç ettirilmesi gibi etno-mezhepsel politikaların hayata geçmesini sağlamışken, böylesi hatalı politik hamlelerin yapılması veya yapılamaması oldukça üzücü. Bu da Antakyalıların tüm asimilasyon politikalarına karşı Türkiye’de gittikçe yükselmekte olan mezhepsel politikalarına karşı kendi otokton kimliklerini korumak için verdikleri mücadeleleri açısından zedeleyici oluyor. Deprem süreci ve günümüzde yaşanan yerel seçim sonrası yaşanacak süreç, Antakya ve Defne’nin ayrılmasına sebep olan 6360 sayılı Kanun’un işlevini oldukça hızlandıracak. Zaten halihazırda işlevini sürdüren kanun, deprem sonrası iktidar kanadınca fırsata çevrilen durumları pekiştirecek, kimi etno-sekteryan politikaları derinleştirecek. Not: Etik ve mahremiyet nedeniyle, bu makalede görüşülen kişilerin kimliklerinin yanı sıra taranan resimde tasvir edilen öznenin gizliliğini ve güvenliğini korumak için takma adlar kullanıldı. Hatay Belediyesi’nin Eski ve Yeni İl Sınırları Haritası yazar tarafından çizilmiştir. Kaynaklar Adıgüzel, Ş. (2012). 6360 Sayılı Yasa’nın Türkiye’nin yerel yönetim dizgesi üzerine etkileri: Eleştirel bir değerlendirme. Toplum Ve Demokrasi Dergisi, 6(13), 153–176. Adıgüzel, Ş., & Karakaya, S. (2017). Yerel siyasete etkileri açısından 6360 sayılı yasa: Hatay örneği. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(39), 31–56. Can, S. (2020). Spatialization of ethno-religious and political boundaries at the Turkish-Syrian border. In Syria: Borders, boundaries, and the state (pp. 127–149). Palgrave Macmillan. Coelho, J. R. M. (2021). Contested Landscapes of Belonging at the Turkish-Syrian Border: The (Re)making of Antakya and Defne [MA Thesis]. Boğaziçi University. Duman, L. (2020). Seçimlerde sınırlar: “Başarılı” bir stratejik taksimat örneği olarak Defne İlçesi’nin kurulması. MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi, 9(4), 2611–2626. İzci, F., & Turan, M. (2013). Türkiye’de Büyükşehir Belediyesi Sistemi ve 6360 sayılı Yasa ile Büyükşehir Belediyesi sisteminde meydana gelen değişimler: Van örneği. Suleyman Demirel University Journal of Faculty of Economics & Administrative Sciences, 18(1), 117–152. Karakaya, K. (2012). Büyükşehir belediyelerinin yapısı ve yeniden düzenlenmesi [MA thesis]. Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Lewis, P. C., & Coelho, J. R. M. (2023). Mesopotamia and the Garden of Civilizations: Public life and the politics of solidarity and difference along Turkey’s Syrian border. Conflict and Society, 1((aop)), 1–28. Uşenmez, O., & Duman, L. (2015). Identity problems in Turkey: Alevis and AKP. Alternatif Politika, 7(3).

  • Antakya, deprem… Rüya gibi ama değil

    Musa Ağacı'nın heybetli gövdesinin gölgesinde gözlerimi açtım. Neden ve niye buradayım fikrim yok, olmasına gerek de yok. Güneş ışığı yaprakların arasından süzülerek yere düşüyor ve sanki altın bir halı sermiş gibi. Hava serin ve nemli, denizin kokusu burnuma kadar geliyor. Gözlerimi kapatıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Tarihin ve efsanelerin kokusu ciğerlerime doluyor. Efsaneye göre, Hz. Musa, Mısır'dan kaçarken bu topraklara gelmiş. Yorgun ve bitkin düşmüş bir şekilde bu ağacın altında dinlenmiş. Asasını yere saplamış ve bir mucize gerçekleşmiş: Asadan büyülü yapraklar filizlenmiş ve bu dev çınar ağacı oluşmuş. Samandağ halkı öyle bilir, öyle anlatır. Ağacın gövdesine bakıyorum. Yüzyılların izlerini taşıyor. Kabuğu pürüzlü ve çatlaklarla dolu. Dokunuyorum ve sanki boyut değiştiriyorum. Artık başka bir yerdeyim. Rüya gibi, ama değil. Kendime gelince ayağa kalkıyorum ve hala Samandağ’da olduğumu anlamam pek de uzun sürmüyor. Karşımda bütün heybetiyle St. Simon Manastırı. Yürümeye başlıyorum. Yol yokuş yukarı gidiyor ve her adımda manzara daha da güzelleşiyor. Sonunda manastıra ulaşıyorum ve tepeden baktığımda nefesim kesiliyor. Samandağ'ın tüm güzelliği ayaklarımın altında uzanıyor. Deniz masmavi ve pırıl pırıl. Güneş ışığı suyun üzerinde parıldıyor. Sahiller altın kumlarla kaplı. Uzakta, Antakya'nın siluetini görebiliyorum. Öyle kalacak olmasını dilerdim. Dileklerimin dehlizlerinde dolanırken yine kendimden geçiyorum. Rüya gibi, ama değil. Güzel, hala Samandağ’dayım demek. Zira Hz. Hıdır Türbesi'nin mavi-yeşil çinileriyle süslü kubbesini nerde görsem tanırım. Denizin maviliğinde parıldıyor. Dalgaların sesi, bir ninni gibi kulaklarımda yankılanıyor. Kapıdan içeri girerken, Hz. Hıdır'ın bereketini ve korumasını hissediyorum. Türbenin içinde, Hz. Hıdır'ın sandukası ve duvarlarda çeşitli ayetler ve dualar yazılı. Bir an için sessizliğe gömülüyorum ve dua ediyorum. Hz. Hıdır'ın yardımını ve korumasını diliyorum. Duanın içinde kayboluyorum. Rüya gibi, ama değil. Bu kez merkezdeyim, Antakya’da. St. Pierre Kilisesi'nin gizemli avlusunda, Hz. İsa'nın havarilerinin ayak izlerini takip ediyorum. Dünyanın ilk kilisesi burası. Her adımda, sanki yüzyıllar geriye gidiyor, o ilk vaazları dinleyen kalabalığın coşkusunu hissediyorum. Duvarlardan yükselen sessizlik, tarihi fısıldıyor. Bir an için gözlerimi kapatıyorum ve o kutsal atmosferi içime çekiyorum. Çektikçe yine başka bir kapı açılıyor önümde. Rüya gibi, ama değil. Habib-i Neccar Camii'nin minaresine tırmanıyorum, şehrin panoramik manzarası gözlerimin önüne seriliyor. Minare sanki bir gemi gibi, beni tarihin ve kültürün dalgalı denizinde yüzdürüyor. Avluda, Hz. Habib-i Neccar'ın kabri ve bir anıt ağaç var. Anıt ağacın dalları gökyüzüne uzanıyor ve gölgesi tüm avluyu kaplıyor. Sanki bu ağaç, Hz. Habib-i Neccar'ın manevi varlığının bir simgesi gibi. Daha önceki boyut değişimini ağaç gövdesine dokunarak yapmıştım, yine öyle yapıyorum. Rüya gibi, ama değil. Antakya'nın taş sokaklarındayım. Adımımı attığım her taş, binlerce yıl öncesine ait bir hikayenin anlatıcısı gibi. Antakya'nın tarih kokan duvarları arasında kaybolurken, zamanın akışı kayboluyor ve geçmişle günümüz arasında bir köprü beliriyor sanki. Yürümeye devam ediyorum. Bu yolun sonu nereye çıkar fikrim yok. Ağzımda güzel bir tat belirdi, bu bizim en sevdiğimiz mezemiz Humus mu? Hayır hayır. Kağıt kebabı. Döner mi yoksa? Yemek düşünmenin vakti değil gibi. Devam etmeliyim. Orda ilerde bir grup insan var. Mutlu görünüyorlar. Tanıdık bir dil konuşuyor gibiler. Sesleri epey gürmüş. Anlamaya çalışıyorum. Her dinden liderler el ele tutuşup ‘’nehna’’ mı dediler az önce? Kafam çok karışık. Neden bu kadar şeyi görüyorum? Uyan artık. Uyan. Uyan. Uyan. Başım çatlayacak gibi. Ne garip bir rüyaydı. Aslında rüya gibiydi ama hepsi de gerçekti bir yandan. Ben bu gördüklerimin hepsini gördüm ve tecrübe ettim, o yüzden bilinçaltıma yerleşmesi normal. Saat kaç olmuş? Gece 4.16. Bir ses mi duydum ben? Yatak gidip gelmeye mi başladı? Yoksa uyanamadım diye mi saçmalıyorum. Hayır bu, bu çok kötü bir şey. Çığlıklar duyuyorum. Yıkıntı ve çaresizlik. Umutsuzluğa kapılıyorum. Bu his bilindik bir his. Kabus gibi, ama değil. Öne çıkan görsel: Barış Yapar

  • Antakya Kilisesi Kadınlar Kolu’ndan Meri Hüseyinoğlu: “15 Mart’ta Arsuz’da burs amaçlı bir yemek düzenleyeceğiz”

    Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu ve Nehna, 6 Mayıs’ta İstanbul’da ve 10 Haziran’da Ankara’da depremden etkilenen öğrenciler yararına iki kermes düzenledi. Bu iki etkinlikte de yolum, Kilise’nin Kadınlar Koluna senelerini vermiş Meri Hüseyinoğlu’yla kesişti. Kendisiyle kilisenin Kadınlar Kolu’nun yürüttüğü faaliyetler ve yaklaşan Paskalya Bayramı üzerine konuştum. Röportaj: Ümit Yıldız Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Kadınlar Kolu’nun hikayesi nasıl başladı? Ben liseyi Antakya’da bitirdim. Üniversite’yi ise Ankara’da okudum. Ankara Üniversitesi Matematik Bölümü mezunuyum. Okulda kalma gibi bir durumum varken bile, Antakya’yı düşünerek, hızlıca geri döndüm. 32 sene devlet okulunda öğretmenlik yaptım. Pandemiyle beraber emekli oldum. Antakya’ya döner dönmez, yani 98’den beri, kilisenin bir parçası oldum. Başta yönetim kurulunda çalıştım. “Bir kadınlar kolu kuralım”, dediler bana. Kabul ettim tabii. Önemli olan hizmet etmekti, bir şeyler paylaşabilmekti. Kadınlar Kolu’nda yedi kişiydik. Bir arkadaşımızı depremde kaybettik. Biliyorsunuz, onun için de kermes yapmıştık İstanbul’da… Depremde kaybettiğimiz ve anısına İstanbul kermesimizi düzenlediğimiz Antakya Kilisesi Kadınlar Kolu'ndan Mari Sautoğlu Evet, ben de kermesteydim. Peki, Kadınlar Kolu’nun faaliyetlerinden bahsedebilir misiniz? Bizim Antakya’da fakir insan yoktur. Kilise herkese elinden geldiğince yardımda bulunur. Bir eliniz, öbür elinizin kime ne verdiğini bilmez. Öyle güzel bir yardımlaşmamız vardı ki... Biz Kadınlar Kolu olarak, topladığımız burslarla, çocukların bayramlara kıyafetler alırdık. Bazı kadınlara da yardımcı olmaya çalışırdık. Bizim, biliyorsunuz, iki büyük bayramımız var; Noel ve Paskalya. İki bayram için de kermesler düzenleriz. Noel’de ve Paskalya’da yaptığımız kermesler, İstanbul ve Ankara’da yaptığımız gibi değildir. Noel’deki kermeste Noel babalar, çam eşyaları, masa örtüler gibi eşyalar satarız. Paskalya’da ise küçük tavşanlar, civcivler, yumurtalar satarız. Ortalığı süsleyecek tabaklar vs. Bizim kilisede mutfağımızda çalışan iki tane kız kardeşimiz var. Onlar reçel, likör falan yaparsa onların yaptıklarını da koyarız. Noel Kermesi’ni 6 Aralık’ta yaparız. Beraberinde, Paskalya Dönemi’nde, Şanini yani Dallar Bayram’ında da bir kermes organize ederiz. Dallar Bayramı’nda Hz. İsa’nın Kudüs’e girişi kutlanır. İsa Mesih Yeruşalim’e girerken zeytin dallarıyla karşılanmıştır. O yüzden o gün kilise zeytin dallarıyla süslenir. Bu, Diriliş’ten (Paskalya’dan) önceki Pazar’dır. Bir de bu Paskalya döneminde her hafta bir bayram vardır bizde. Kadınlar Kolu her hafta bir iki çeşit pasta yapar. İnsanlara kiliseden çıkarken onu ikram ederler. Bir de bağışlar gelir. Paskalya öncesi perhize girdiğimizde, her Çarşamba, yemek organize ederiz. Nasıl ederiz? Öncelikle Kilise’den, Kadınlar Kolu’ndan hiçbir para çıkmaz. Belirli kişiler dörder, beşer toplanırlar; yüz kişiye yetecek yemek hazırlarlar. Mutfağımız buna çok uygundu, 600 kişiye yemek yedirebilecek kapasitedeydi. Tabağımızdan çatalımıza, kasemize her şeyimiz vardı. Çarşamba yemekleri dörder beşer gruplar halinde yapılır, gelen insanlardan da belirli bir para istenmezdi. Diyelim, Ümit’in hiç parası yok, gelir, elini kolunu sallayarak yemek yer; ama Meri’nin çok parası var, Meri oraya istediği parayı atar… Kapıda bir bağış kutusu tutardık. Bizim kilisemiz o zamanlar çok bereketliydi… Dışarıdan gelen, cemaat üyelerinden gelen bağışlarla biz her sene en az dört beş tane çocuk okuturduk. İhtiyacı olan tüm çocukların kıyafet masrafını bu kermes ve Çarşamba yemeklerinden çıkarırdık. Geçen sene Antakya’da depremden dolayı böyle bir organizasyonumuz olmadı ama İstanbul ve Ankara’da kermesler düzenlendi. Evet, biraz da o kermeslerden bahsedelim isterim. Kermesler Antakya’da yapılmasa bile, ilgi epey yoğundu. Özellikle İstanbul çok çok harikaydı. Ankara da öyleydi. İnsanlar birbirini çok özlemişti. Biz orada birbirimizi bulduk. Biraz iyileştik. Biraz kendimize geldik. Benim için en önemli mesele de çocukların bursuydu. Depremden sonra havada kalmış bir konuydu. Ne yaparız, ne ederiz, diye düşünürken bir anda siz (Nehna), derler ya Hızır gibi yetiştiniz. Yaptığımız kermesle geçen sene biz yirmişer çocuğa iki defa burs dağıttık. Zaten daha önce burs verdiklerimizin çoğu, maddi durumları kötü olan çocuklardı. Onlara başka kişiler de eklendi. Depremde annesi babası kaybetmiş, kardeşine kendi bakan çocuklar… Çok zor. Allah yardımcıları olsun. Ankara kermesi, İstanbul’a göre daha sönük geçti. Ama orada da çok güzel bir organizasyon oldu. İnsanlar birbirini buldu. Dikkat ettiyseniz, kermeslerde sadece Hıristiyanlar, Ortodokslar yoktu; Alevisi de geldi sarıldı, Sünnisi de, Yahudisi de. Biz Antakya’da böyleyiz zaten. Normalde böyle yaşayan insanlarız. Benim Antakya’da yolda halini hatırını sorduğum insan geldi, sardı beni, öptü, ağladı ağladı… Bir daha Noel kermesi yapmayı düşündük ama olmadı. İnşallah bir kere daha bir kermes yaparız, diye umuyorum. Yapmak zorundayız çünkü 0 çocuklar var. O çocuklara gidecek para var. İnsanlar gerçekten çok zor durumda. Nehna'nın Antakya Kilisesi Kadınlar Kolu ile Ankara'da düzenlediği kermesten bir kare “Şu anda kilise gibi kullanabileceğimiz hiçbir yer yok, neredeyse” Antakya’da maalesef kilise yıkıldı ve cemaatten birçok kişi artık merkezde yaşamıyor. Deprem şartlarında bayramlar nasıl kutlanıyor? Geçen Paskalya’da da Mersin’e gittik. Patrik gelmişti. Biliyorsunuz, Antakya Patriği Şam’dadır. Patrik, ertesi sabah Antakya Kilisesi’nde ayin yapacağını söyledi. Çocukların işi olmasına rağmen gittik. O taşların üstünde ayin yapmak bile, ayrı bir güzeldi. Yalnız değildik. Bütün Antakya oradaydı. Antakya’ya gidebilen Hristiyanlar o gün çok azdı. Ama bütün Antakya oradaydı. Daha sonra Noel’de de ayin yapıldı. 6 Şubat’ta da biliyorsunuz, bir ayin yapıldı. Orada herkes vardı. Size anlatamam oradaki olayı. Sanki eskisi gibiydi. Çok güzeldi. Bazıları kızıyor, sanki taşın üstünde ne olacak… Orada olduğunuz zaman diyorsunuz ki, aman iyi ki gelmişim. İyi ki bu duyguyu tatmışım. Şimdi Paskalya geliyor. Paskalya’da, orada bir ayin olursa, inşallah yine gideceğiz. Kapalı yer bulmak sıkıntı tabii. Arsuz’daki kilise yazın açıktı ama tadilata girdi. Lokantalar dışında büyük, geniş, kilise olarak kullanılabilecek yerler yok. Bir okulun spor salonu gibi… En fazla öyle yerler var. Orayı da bir kilise için tahsis edebileceklerini sanmıyorum. Şu anda kilise gibi kullanabileceğimiz hiçbir yer yok, neredeyse. Peki, bu şartlarda kermes düzenleyebilecek misiniz? Evet, yapacağız. Depremden sonra bir kısmımız mesela Arsuz’a yerleştik. Bir kısmımız Mersin’deyiz. Çok az kişi de Ankara ve İstanbul’da. Yani daha çok Mersin ve Arsuz’a yerleşmiş gibiyiz. Antakya’da da yirmi aile var oturan. İşlerinden dolayı oturan var. Beni her gören diyordu ki “Meri, ne olur, bize bir yemek yap; beraber olalım.” Ben de bu Cuma günü, ayın 15’inde, oruçtan önce bir Merfeğ, bir yortu yemeği yapalım dedim. Yakamoz diye bir restoran var Arsuz’da. Orada bir yortu yemeği yapacağız. Bu paralı bir yemek. Biz burada lokantaya para ödeyeceğiz. İnsanlar da bize para ödeyecekler. Ondan sonra 22 Mart’ta başlayacak yemeklerimiz. İnşallah bir istek olursa, Cumaları devam edeceğiz. İnsanlar çok istekli. Eğer olursa, Çarşamba yemeği yapmak yerine Cuma yemeği yapmayı düşünüyoruz. Çünkü İskenderun bize çok yakın, yarım saat. Onlar Çarşamba yemeği yapıyorlar. Bizden oraya da katılmak isteyenler olabilir. Biz kimseyi engellemek istemiyoruz. Onun için, bu sene Cuma yemeği yapacağız. İnşallah organize edebileceğiz. Belki çocukların gelecek seneki burslarını biraz toparlayabileceğiz, diye düşünüyorum. Bu sene için böyle bir planımız, programımız var. İnşallah olacak. Şu anda insanlar beraber olmayı çok istiyorlar çünkü. Çok önemli onlar için. Özellikle bayram dönemlerinde daha da çok ihtiyaç duyuyorlar gibi geliyorlar bana. Anlıyorum. Umarım bütün bu zorluklar, birlik beraberlik ruhuyla aşılabilir. Söyleşimizin sonuna gelirken, eklemek istediğiniz başla bir şey var mıdır? Nehna iyi ki var. Ben sizlerin çoğunu Nehna’yla tanıdım. Antakya’yı tanıtmaya çalışmak, oranın gelenek göreneklerini devam ettirmeye çalışmak çok harika. Söyleşi teklifini hemen kabul ettim çünkü ben bunları anlattıkça, Ümit bunları yazdıkça, bir iki kişi daha okuyacak, bir iki kişi Antakya’yı daha da iyi tanıyacak. Tek isteğimiz, eski Antakyamıza geri dönmek. Bir gün döndüğümüzde “Bunlar da kim?” diyeceğimiz insanlar görmemek. Eski Antakya’ya dönmek. Bu, böyle bir aidiyet duygusu ve ben kendimi oraya ait hissediyorum.

  • Herkesin Yası Kendine

    Yas kılık değiştirir mi? Değiştirirmiş… Acı da şekil değiştirdi, yas bambaşka hallerde kendini gösterdi çoğu zaman. Bazen gözyaşı oldu beklendiği gibi bazen ise dopdolu bir kahkahanın içerisine gizlendi. Ama yok oldu mu? Pek çoğumuzda hayır… İzi hep en beklemediğimiz yerlerde ben buradayım demeyi bildi. Buradayım ben, bırakmadım seni…  Bırakmasın da istedik belki de… Aradan bir yıldan uzun zaman geçti. Bir dakika bile geçiremem artık dediğimiz bu hayatın bir yılını geçirdik, nasıl olduğunu anlamasak da. Bu bir yıla neler neler sığdırdık... Bazılarımız yeni şehirlere, yeni ülkelere taşındı; bazılarımız eski yerinde kendine yeni bir düzen kurmaya çalıştı... Evlenen de oldu, yeni okula başlayan da, işini kaybeden de yeni işini bulan da... Hepimizde her şey farklı olsa da aynı kalan bazı şeyler vardı. Mesela hemen her gün 6 Şubat gerçeğiyle yaşadık, hemen her gün başımıza gelen kıyamet gününün büyüklüğünü idrak etmeye çalıştık.  O günü hatırladık ve kaybettiklerimizi, insanlarımızı, şehrimizi andık. Anlayacağınız neredeyse her gün geçmiş hayatımızı yad ettik. Ama hepimiz bunu farklı şekillerde yaptık... İşte bu yüzden aradan bir yıl geçtikten sonra geriye dönüp bakmak istedik biz de. Oturduk Yiğit’le ve yasımızın üstüne konuştuk. Biz konuşurken kah ağladık kah güldük, aynı yasımız gibi bizim duygularımız da bu konuşma sırasında şekilden şekle girdi. Bunu da sizinle paylaşmaya karar verdik çünkü biliyoruz ki hepimiz kendimize farklı yollar çizerken benzer örüntülerle karşılaştık. Umarız ki siz de Yiğit Göktuğ Torun’la yaptığımız bu söyleşiyi okurken kendinizden bir şeyler bulabilirsiniz. Röportaj: Ece Ray Merhaba Yiğit, öncelikle bu fikri hayata geçirdiğimiz için çok mutluyum. Bu konuşmanın ikimize de iyi geleceğini düşünüyorum, ihtiyacımız var gibi çünkü artık yas ve yası yaşama şeklimizle ilgili konuşmaya. Başlamadan önce kendini tanıtmanı istiyorum senden, sonrasında da yası kendi tecrübenle nasıl tanımladığını anlatabilir misin? Tabii ki, ben de çok mutluyum. Umarım kendimizi anlatabiliriz. Ben Yiğit Göktuğ Torun, 1997 Antakya doğumluyum. 18 yılımı Antakya’da geçirdikten sonra üniversite için İstanbul'a gittim, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ve Felsefe bölümleri mezunuyum. Sonra yüksek lisansım için 1 seneliğine Ankara’ya yerleştim. Deprem de ben Ankara’da iken oldu zaten. Şu an Berlin’de yaşıyorum yüksek lisansımın ikinci senesi burada. Sorunun ikinci kısmına gelecek olursam, yası tanımlamak için bir cümle kuramam sanırım ama bir kelime bulmam gerekse o da ansızlık olurdu. Benim için bir anın diğerini tutmaması, öngöremediğimiz süreçler olarak gösterdi kendini yas. “Bireyin içinde yaşadığından da öte aynı zamanda toplumsal da bir tarafı vardı yasın” Peki çocukluğundan bildiğin, annenle babandan hatırladığın yas nasıl bir şeydi? Seninkinden farklı mıydı? Bence onlar için yas hayatın durması demekti. O kişiye saygıdan, onu anmak için konuşmamak, sessizliğe gömülmek. Sanki o zamanlarda hayatı durdurabiliyorlardı. Ama belki de şu an hayatı durdurmak pek de mümkün olmadığı için yeni dönem yası diye bir şey var, o eski yol bana çok uzak geliyor artık çünkü. Bir yandan belki hayatın durmadığını bildiğim için artık. Ama onların dünyasında duruyordu, evde hayat duruyordu en azından. Televizyonu kapatıyordun ve dünyayla ilişkin kesiliyordu zaten. Bir de biraz bireyin içinde yaşadığından da öte aynı zamanda toplumsal da bir tarafı vardı yasın. Topluma da o kişiye saygı duyduğunu gösterme, toplumun da bu durma eylemine saygı olarak bakması gibi bir taraftan bahsediyorum… Gözlemlerine katılıyorum… Senin depremden hemen sonraki halini hatırlıyorum. Hala şokta olduğumuz ilk günlerde bile hayatın devam etmesi gerekiyordu. Başta çok şaşırmıştık hatta. Kendimi hatırlıyorum yurt dışındayım ve iş arkadaşlarım benden günlük işlerimi yapmamı bekliyordu, benim aklımda sürekli kalanlar, ailem vardı. Uzun bir süre “kaybettiklerim” kısmını düşünememiştim. Sendeki durum tamamen farklı olmasına rağmen bir yandan da maalesef benzerdi. Bu senin için Hatay’a gittiğinde ilk günden itibaren kendini unutup etrafındakilere faydalı olmaya çalışarak kendini gösterdi önce. Daha sonra kayıplarının bulunacağına dair umudunu kaybedip Ankara’ya döndüğünde her şeyin olduğu gibi devam ettiğini gördüğünde kaybettiklerine odaklanamadan hayata devam etmeye çabalamıştın. Hem yardımcı olman gerektiğini hissettiğin bir sürü insan vardı hem de okul, burs, annen ve babandan sonra kendine nasıl yeteceğine dair düşünceler… Bu belki biraz da yaşadığımız olayın büyüklüğünden de dolayı ben ve acım diye bir olay yoktu. Acılar ve kalanlar vardı… Yiğit, sana şunu da sormak istiyorum, kayıpların çok büyük, sanıyorum kimse hem anneni hem babanı kaybetmenin büyüklüğünü tartışamaz zaten ama depremde kuzenini, arkadaşlarını, öğretmenlerini yani hayatından pek çok insanı kaybettin. Ama burada bir de birilerine veda etmek zorunda olunca geride kalan olmak diye bir gerçek var.  Bize biraz bu duyguyu nasıl yaşadığını anlatabilir misin? İşte bu duygu yasın kendisi zaten. Ben hala her gün bu duyguyu yanımda taşıyorum. İlk başta her şey bir şokla başlamışken bütün bu olanların yalnızca kötü bir rüya olduğuna inandırmaya çalışmıştım kendimi. Uyanacağım ve hepsi bitecek diyordum, halbuki bitmedi. Bitmediğini fark edince sabahları kalkmama engel olan o üzüntü sarmıştı her yanımı. Sonra o üzüntü de şekil değiştirdi, benliğimin bir parçası olan hüzün haline geldi. Hüzün daha pasif bir eylem üzüntüye kıyasla bana göre. Ve dışarıdan gelen küçücük hatırlatıcılarla yeniden aktif bir volkan gibi canımı yakan bir üzüntü ve kızgınlığa dönüyordu başlarda tabii. Mesela en ufak bir alışkanlığımdaki bir değişikliği fark edince birden bire, nerede olduğum fark etmeksizin gözümden yaşlar dökülüyordu, hala da öyle gerçi aradan o kadar zaman geçmesine rağmen. Ya da bazen küçük anlar oluyor, mesela annemin sevdiği bir şarkı çalıyor ve elim telefona gidiyor “ anne bak en sevdiğin şarkı çalıyor” diye ona mesaj atmak istiyorum. Ama her seferinde atamayacağımı yeniden hatırlamak… Bu ve bunun gibi anlar o hüznü tetikleyen etkenler, olması da gerekir zaten belki de. Geride kalan olmanın, veda eden olmanın getirdiği bir kızgınlık da vardı tabii. Veda etmeyi ben nereden bileyim, bana bunu öğretmediniz diye çok kızdım onlara. Ama kızgınlık hızlı geldiği gibi hızlı giden bir duygu oldu benim tecrübemde. Çünkü fark ettim ki kızdıkça uzaklaştırıyorum onları kendimden ve sonra küçücük bir anıyla yine başa sarıyorum, o yıkılma anları yeniden ve yeniden yaşanıyor. Ne zaman ki duygularımı normalleştirdim, o zaman yas sürecinin farklı bir evresi başladı benim için. Yasının bu evresine gelmeden önce, sormam gerek. Peki ya, suçluluk duygusu? Neden orada onlarla değildim, neden geride kalan benim diye kendini suçladığın oldu mu? Çok… Özellikle annemi düşünüp bununla çok savaştım. Sanki ben orada olsaydım onu korurdum, onun üstüne kapanırdım, mutlaka bir şey yapardım. Eminim ki son düşüncesi “Yiğit ne yapacak?” olmuştur. Orada ben olsaydım belki de düşünmezdi bunu, kim bilir… Daha huzurlu olurdu belki de. Başka tabii bir sürü yanı var suçluluk duygusunun ama tanımlaması zor karmakarışık bir yerdeydi benim için. “Yas sürecinde kozama kapanıp geçmesini bekleyebileceğim bir konumda değildim” Sanırım pek çoğumuzda bir şekilde bu düşünce yer etti, birilerine, bir şeylere dair. Peki, üzüntü, hüzün, anımsatıcılardan bahsettin. Bunlardan biraz daha bahsedebilir misin? Yasının diğer evresine seni taşıyan neydi? Başta her şey ama her şey bana onları hatırlattı ve hepsi beni ayrı ayrı yıktı. Her bir anımsatıcı o gün yemek yiyemememin ya da başka bir deyimle pes etmek istememin nedeni oldu. Barışmaktan bahsettim az önce, affetmekten. Aslında ben annemle babamla değil bu anımsatıcılarla barıştım sanırım önce. Ve bu sayede o hatırlatıcılar benim bir parçam haline geldi. Onları arar oldum detaylarda. Bu da yas sürecimin diğer evresine taşıdı beni: sahiplenmek. Yasın bir parçam olduğu gerçeğini kucakladıkça, bu hatırlatıcılar bana daha iyi gelmeye başladı. Onların hayatımın bir parçası olduğunu, yanımda ve hep benimle olduklarını hissettirdiler. Bence bu çok özel. Senin bu konuda ciddi bir çaba harcadığını da gördüm ben tabii arkadaşın olarak. Ama sanırım dışarıdaki insanlar senin yası hayatına yavaşça nasıl dahil ettiğini pek görmedi. Tabii herkesin yası kendine, kimsenin kimseye yas ispatlama zorunluluğu yok. Sen yasının belli bir kısmını dışarıya da yansıttın ve bunun sınırlarını kendine göre belirledin.  Ankara’ya anneni babanı arkada bırakıp döndüğünde az önce konuştuğumuz gibi devam eden hayata kızgınlığını da dışarı vurmak için Nevşin Mengü’nün programına çıkıp sakince Antakya’da olan biteni anlattın mesela. Hatırlıyorum pek çok insan çok şaşırmıştı senin ağlamamana orada. Sonra zaten hiç durmadın, benim nacizane gözlemim elinden geldiğince sesini duyurmaya çalıştın. Hem senin hem de başkalarının sesini duymaları için çaba sarf ettin. Bundan kısa bir süre sonra da hayatın olağan akışıyla yasın iç içe girdi zaten. Güldün, ağladın, bağırdın, inine çekildin, bambaşka duyguları bir arada deneyimledin. Bildiğimiz yas gibi değildi senin yas sürecin tabii bu nedenle. Yasın bilinen ana duygusu üzüntü ve hüzün çünkü, gülmek eğlenmek pek dahil edilmez. Oysa sen dedin, yas oradaydı hep diye. Bu konuda, yasını yaşama şeklin ile ilgili ne düşünüyorsun? Sanırım benim için bunun nedeni biraz da en başta duygularıma ayıracak vaktim olmaması oldu… hiç. Hatta çok uzun bir süre... Yas sürecinde kozama kapanıp geçmesini bekleyebileceğim bir konumda değildim. Ailemden geriye kalan teyzem var, o da her şeyini kaybetmiş, onunla ilgilenmem lazım; e ben kaldım, benim devam etmem lazım... Para sanırım var ama yok... Ev gitti, araba nerede, ailemin birikimi var mı, duruyor mu onu bile bilmiyordum. Ve bütün bunlarla birlikte bürokrasiyle de tek tek her gün aktif olarak uğraştım, pek çok deprem mağduru gibi. Şehir zaten yok olmuş, benim durumuma benzer durumlarda olan pek çok insan vardı ve dayanışıp birbirimizin sesini duyurmaya çalıştık sürekli. Bu yüzden durup ‘bir saniye ya benim acım var da keme çekilmem lazım diyemedim o sırada. Ama içimde karşı koyamadığım bir his var, beni etkisi altına alıyor günbegün, devam etmemi engelliyor. Ben ona bakmadıkça o beni ele geçiriyor gibiydi sanki… Bununla başa çıkabilmek için belki de o zaman ben bunu kendi tarzıma yedirmeliyim dedim sanırım. Bu sayede içimden geleni yapmaya başladım zaten. Madem yası yaşayan benim, e herkesin yası kendine, ben de yasımı kendime döndürdüm. Birlikte evrildik. Ben duygularımı dışarıda yaşama yolunu seçtim, ağlamamı da saklamadım, gülüşmelerimi de, mücadelemi de. Tabii etrafımdan tepki gördüğüm de oldu yer yer. Bazıları çok can acıtıcıydı. Mesela kayıp durumlarından dolayı annemle babamın hesaplarına erişemeyince hem kendi sorunumu hem de bu durumda olan başka insanlar adına bunu sesli konuşmaya başladım. Bunu benim önüme ‘belli ki anneni babanı çok sevmemişsin de para derdine düşmüşsün deyip getirmeye çalışanlar oldu. Başlarda çok acıttı hepsi beni ama sonra bizim kendimizi bazı insanlara ne yaparsak yapalım anlatamayacağımızı idrak ettim. Çünkü hiç konuşmayıp köşesine çekilen de ayrı bir tepkiyle karşılaşıyordu. Maalesef insanların gösterdiği tepkilerin türlü türlü örneğini çevremde gördüm sanırım. “Yardımları suiistimal ediyorsunuz!” diyen mi dersin, “Ee demek ki o kadar kötü değilmiş durumunuz arkadaşlarınla eğlenebildiğine göre” diye yorumlarda bulunanlar mı... Kulağımı kapatıp ben de böyleyim, yasımı kapalı kapılar ardında değil dışarıda yaşamak istiyorum demeyi tercih ettim. Bence garipseyenlerin birçoğu da bir yerden sonra bunun bana iyi gelen yol olduğunu görmeye başladı. Nasıl ki her gemi her denize göre değilse her yas da herkese göre değil, zamanla öğreniyoruz bence biz de. Senin de bahsettiğin gibi bilerek veya bilmeyerek insanların seni yıprattığına da şahit olduk, kendini açıklama gereği hissettiğin anlara da... Bu da beni son soruma getiriyor, seni tanıyan ve tanımayan insanlardan ne görseydin bu süreci daha kolay atlatırdın sence? Sorunu ikiye bölüyorum, beni bireysel olarak tanıyan, geçmişim olan insanlarla depremden sonra hayatıma girenler olarak. Beni tanıyan insanlar “Yiğit” yöntemini çok hızlı benimsedi ama arada bir de geleneksel yas tutmaya dönmek isteyebileceğimi anlamadı bazen sanırım. Benim hayatı durdurmaya, sadece onlardan söz etmeye de ihtiyacım var bazen, bunu daha kolay anlamalarını isterdim, istiyorum. Tanımayanlara gelince ise, bu süreçte tanıdığım ve çok büyük destek gördüğüm pek çok insan oldu... Buna hala şaşırıyorum ve çok minnettarım da. Ama ne görsem çok daha iyi gelirdi bana sorusuna gelince... Bu benim deneyimim, takip edersen benim deneyimime şahit olacaksın muhtemelen, doğru. Ama bu kimsenin de beni kendi bireysel deneyimlerine maruz bırakabileceği anlamına gelmemeli. Ben eğer onları takip ediyorsam veya soruyorsam maruz kalmalıyım. Ama zaman zaman bunun böyle olmadığı, benim hislerim önemsenmeden bana direkt kendi deneyimlerini aktaranlar oldu. Ya da bir konu benim rahat alanım mı ben onu konuşmak ister miyim diye sormadan benimle yaşadıklarıma dair konuşmak isteyenler… Kısacası, acısını sormaksızın bana akıtan, benim rahat alanlarımı sormadan benimle bir şeyleri konuşmaya çalışan ve beni vicdan rahatlatma aracına döndürmeye çalışanlar olmasaydı daha kolay olurdu gibi. “Antakya dediğimde benim aklıma şehir değil gerçekten de çocukluğum geliyor” Yiğit, her şeyi çok güzel özetledin, sanıyorum insanlar da senin neler yaşadığını çok iyi anlamıştır bu anlattıklarından sonra. Konuşmamızın sonuna gelirken sana, kaybettiğimiz şehrimize dair bir şey sormak istiyorum. Doğduğumuz ve büyüdüğümüz yer bizi tanımlayan en önemli parçalardan bir tanesiydi. Hatta pek çoğumuzun hayallerinde dışarıda biraz çalışıp şehre geri dönmek de vardı. Şimdi şehirden geriye pek az şey kaldı… Birçoğunu kaybettik. Şehri yeniden inşa edeceğimize ben inansam da aynı bir insanı kaybetmek gibi insan çocukluğunu kaybetmiş gibi hissediyor tabii evini kaybedince. Bu nasıl bir yas senin için? Antakya’ya yasını nasıl yaşıyorsun? Antakya dediğimde benim aklıma şehir değil gerçekten de çocukluğum geliyor. Çocukluğumu kaybetmek bugünkü benliğimden de bazı parçaları eksiltti. Ama bunun da dışında, büyüdükçe daha da çok anladığım bir şey vardı ki o da doğduğum, büyüdüğüm yerin gerçekten de cennetten bir parça olduğu. Babam hep derdi de pek anlamazdım o zamanlar, kaybedince daha iyi anlıyormuş tabii insan. Cennetten kovulmuşuz gibi şimdi de, öyle yanıyor canımız. Anılarımızı diri tutmaya çalışıyoruz ki bir gün bu cenneti yeniden hissedelim, hissedebilelim. Bundan olsa gerek Antakya’ya yasım daha agresif, belki geri getirebileceğime inandığım içindir ama oraya dair yapmak istediklerim var. Çoğumuz bağlarımız zayıflamasın, daha da güçlensin diye depremden sonra sanki daha çok gider, gitmek ister olduk. Bir şeyler yapmak istiyoruz... Beni artık ayakta tutan şeylerden bir tanesi bir gün eve, evime tekrar dönebilmek; hatıralarımdaki Antakya'yı yaşatabilmek, bu Antakya'nın içinde annemi, babamı, Eylem Ablamı, Fida’yı, arkadaşlarımı anabileceğim bir alan yaratmak... Ne güzel özetledin Yiğit.. Şehre yas tutulacağını anlamayan çok insan oldu gerçekten. Beni de çok yaraladı bu durum ve kendimi anlaşılamamış hissettim pek çok zaman. Benimle kendi sürecini bütün içtenliğiyle paylaştığın her şey için teşekkür ederim. *** Bizim Yiğit’le konuşmamız son buldu. Tabii bu ne ilkiydi ne de muhtemelen sonuncusu olacak. Ama ilk kez yasımızı bu kadar açıkça konuşma fırsatı bulduk sanıyorum. İtiraf etmeliyim, yası kelimelere dökmek bu zamana kadar yaptığım en zor işlerden biri oldu. Bu konuşmaya hazırlanırken pek çok araştırma okudum, hatırı sayılır sayıda podcast dinledim. Tahmin edeceğiniz üzere hiçbirinde yası bir sabah uyanıp unutmamızı sağlayan bir iksir veya acıyı azaltan sihirli bir değnek bulamadım. Ama çok güzel ve çok da doğru bir cümleye denk geldim, sizinle de paylaşmak isterim: “Yas soğuk ve tuhaf bir duygu ve hal içinde olmak. Karşısında pek çaresiziz. Kendi isteğimizle açılan bir pencere değil, odayı aniden soğutuyor, çöl sıcağında olsak da buz kesip titremekten başka bir şey yapamıyoruz. O pencere her seferinde biraz daha, biraz daha açılıyor. Ve biz bir gün ona karşı başımız dik, yüzümüzü dönüyoruz, donmaktan korkmadan.” Arthur Golden Yiğit’le konuşurken bir ara bana “Aslında hayat çekilesi bir yer değil de yasımı yanıma almış olmam onu çekilir kılıyor” demişti. Arthur Golden’ın cümlesi de bana bunu hatırlattı. Yası yaşamanın ne tek bir formülü var ne de birden yok etmenin bir reçetesi… Bence ne kadar cesur olur ve ona yüzümüzü dönersek, yüzleşmeye korkmadan yanımıza almaya cesaret edersek yas o kadar izin veriyor yolumuza devam etmemize. O da bize kucak açıyor. Bu röportaja başlarken amacımız herkesin deprem sonrası hayatı devam ettirme tecrübesinin ne kadar farklı olduğundan bir parça sunabilmekti. Bunu başarabildik mi bilmiyorum ama bu da Yiğit’in ve onun aracılığıyla da benim deprem sonrası yasımıza tutunuş hikayemizden bir kesit olmuş olsun. Okuduğunuz için teşekkür ederiz… "6 Mayıs 2023'te Nehna’nın Antakya Kadınlar Koluyla düzenlediği kermeste Yiğit Torun ve Ece Ray"

  • Samandağ’ın ilk kadın belediye başkan adayı Çağla Cemali: “Kadınların dayanışmayı büyüteceğine inanıyorum”

    Çağla Cemali Samandağ’ın ilk kadın belediye başkan adayı. Cemali aynı zamanda depremin 40. gününde Samandağ’da düzenlenen Hüznümüz İsyanımızdır eylemi ve deprem sonrası bölge halkı için gösterdiği çabalarıyla biliniyor. Çağla Cemali’yle yerel yönetimlerde kadının yerini, depremi ve Samandağ’ın ihtiyaçlarını konuştuk. Röportaj: Mişel Uyar Biz seni deprem dayanışmalarında tanıdık. Hepimiz yaşadığımız bu felaketi en az hasarla atlatmak için elimizden geldiği kadar çalıştık. Ancak senin Samandağ halkı için gösterdiğin çaba ve özellikle 40. gün anmasındaki gayretin özellikle Samandağ da belki de dayanışmanın yönünü değiştirdi. Deprem ve sonrasında yaşanan dayanışma çalışmaları için neler söylemek istersin? Evet, bir yılı aşkın bir süredir kurduğumuz dayanışmalarda yer aldım herkes gibi. Çok önemli bir örnekti Anadolu halkları için. Herkes, ülkenin dört bir yanından herkes elinde ne varsa deprem bölgelerine gönderdi ya da geldi. Bizler de geçen sene bu günlerde kadın dayanışmalarını kurmuştuk 8 Mart vesilesiyle. O dönem genel seçim gündemiyle deprem bölgeleri unutulmaya yüz tutmuştu. Kadınlar burada yaşanan ve katliam boyutunda gelişen deprem sürecini hatırlatmak kaygısı taşıyordu. Burada kalanlar için terk edilme, çaresizlik o günlerde gündemdi ve tam o süreçte 40. günde "Hüznümüz İsyanımızdır" yürüyüşünü düzenledik. Ben konuşmamı bitirip sahneden indiğimde birçok insan "40 gündür ağlayamamıştım sayenizde ağladım", "Üzerimizdeki ölü toprağını attık" gibi söylemlerle bana sarıldı. O gün de şunu anladım: Dayanışma gıda kolisi ya da su kolisi dağıtmak değil yalnızca. Dayanışma birbirinden güç almak, toplumsal olarak yaşadığımız travmanın altından birlikte kalkmak, acıları ortaklaştırdığımız gibi bunlarla baş etmeyi de ortaklaştırmaktır. O günden bugüne de Samandağ Dayanışma Evleri'nde yaptığımız her şey bunlara yönelik oldu. Kuracağımız bir yaşam var ve bunun için mahalle mahalle herkesin çabasını, emeğini bir araya getirdiği koordinasyonlarımız çalışmalarını yürütüyor. Samandağ'daki ilk kadın belediye başkan adayısın. Yıllardır yerel yönetimlerde kadınların olmadığı bir şehirde kadın aday olmak nedir? Yaşadığın zorluklar var mı? Toplumsal rollerin etkisiyle kadınların siyasi yaşamdaki görünürlüğü malesef bu bölgede de az. Ama son süreçlerde dünyada ve Türkiye'de gelişen kadın hareketinin Samandağ'a da yansımaları var. Deprem sürecinde de kadınlar emeğinden gelen gücüyle koordinasyonlarda en aktif çalışma yürüten kesim oldu. Örneğin Samandağ'da şu anda bir mahallede kadın muhtar var ve daha önce çok sınırlı sayıda kadın muhtar adayları olmuş. Şu anda 42 mahallenin 14'ünde kadın adaylar var. Ben de bu ilçedeki ilk kadın belediye başkan adayıyım. Burada feodal bağların etkisinin buna sebep olduğunu düşünsem de sosyal demokrat bir kimliği olan Samandağ'da ilk olduğuma şaşırmıştım. Bir o kadar da heyecan verici. Seçim çalışmalarında da bunun etkisinden bahsetmek isterim. Öncelikle kadınların gözleri parlıyor, kendilerine olan güvenleri bana güvenmelerinin önünü açıyor. Birçok kadınla bir yıldır mahallelerde de çalışmalar yaptığım için belediyecilik ve yönetim anlayışına da güvenleri tam. Erkeklerden duyduğum ise bunun çok cesur bir davranış olduğu oluyor. Bunu anlayabiliyorum, alışılmışın dışında durumlar şaşırtabiliyor ya da cesurca gelebiliyor ama kadın hareketinin buna dair örnekleri oldukça fazla ve bana o da güç veriyor. Seçimde ise kadınların bu sene şaşırtacağına ve bu dayanışmayı büyüteceğine inanıyorum. Sence şehirde özellikle depremden sonra kadınların ve gençlerin en önemli sorunları neler, bu sorunları aşmak neler yapılabilir? Depremden önce de burada yaşadığımız birçok sorun depremle birlikte artarak devam etti. En temel ihtiyaçlara dahi cevap üretilemedi. Barınma, sağlık, eğitim, beslenme ve altyapı çalışmalarına dair hiçbir politika üretilmedi. Birçok insan hala çadırda , konteynerlarda yaşıyor ve bu alanlarda hijyen sorunu, çevre kirliliği, altyapı sorunu hep gündemde. Kadınlar ise dün evlerde ortaya koydukları emeği bugün bu şartlarda üretiyorlar. Yaşam alanlarının tüm sorunlarına rağmen organizasyonu, bu şartlarda yemek, çamaşır, bulaşık, yaşlı bakımı, çocuk bakımını sanki bu afet sürecini yaşamamış gibi yapmaya devam ediyorlar ve bunun bugün daha yıpratıcı bir tarafı var. Gençlerin de artan gelecek kaygısı çok net gözlemlenebiliyor. Üniversiteyi ya da liseyi bırakıp yutdışında çalışmak üzere şehirden giden çokça genç var. Kalanların ise eğitim sorunları her geçen gün katlanıyor. Okullar sağlam binalarda birleştirildi, bir kısmı da kamu binası olarak kullanılmak üzere ayrıldı. Kalabalık nüfuslu okullar, sınıflar ve gençlerin adaptasyonunu önemsemeyen bu anlayış okullardaki verimi düşürüyor. Yaşanan afet sürecinden sonra gençlerin rehabilitasyonu için de herhangi bir çalışma planlanmadı, ergenlik çağıyla birleştiğinde oldukça zorlu bir dönem olduğunu söyleyebilirim gençler için. Bu faktörlere bağlı madde kullanımı artıyor ve sosyalleşme alanları olmadığından gençlerin sosyalleşeceği alanlar daralıyor. Bunların aşılmasının bir yolu da kadınların, gençlerin kendi sorunları etrafında bir araya gelmesi ve taleplerini dile getirmesi. Bir afet yaşandığını ve burada hala insanların bir yaşam kurmak için mücadele ettiğini unutmayan diğer şehirlerde bunun dile getirmesi gerektiğini düşünüyorum. Yerel yönetimlerin de bunun bir parçası olarak bütçeyi en insani ihtiyaçların karşılanması, kadınlar ve gençler için planlaması gerekiyor. Samandağ bir çok farklı topluluğa ev sahipliği yapıyor. Aleviler, Sünniler, Rum Ortodokslar, Ermeniler... Bu topluluklar Samandağ'da beraber yaşıyorlar. Bu yaşamı nasıl tarif edersin? Aslında Anadolu topraklarının bütünü için bu söylediğiniz geçerli. Anadolu bir halklar mozaiği. Yaşadığımız coğrafya da öyle bir yer. Anadolu’daki hakim siyasal anlayış halklar adına bu mozaiği bir hapishaneye dönüştürmüştür. Halklar birbirine kırdırılmıştır. Bizim topraklarımızda, bu tarihten payına düşeni yaşamıştır. Ermenilerin izleri hala her yerde var. Bu tarihle halklarımızı buluşturmamız bundan sonraki süreçte ortaya koyacağımız birlikte yaşam pratiği için önemli bir yerde duruyor. Bununla birlikte Samandağ'da herkes inancını, kültürünü, dilini kendi imkanlarıyla yaşatıyor. Herkes birbirine bu alanı tanıyor bu önemli. Bizler, Samandağ'da yaşayan halklar olarak yine de düşmanlaştırmaya karşı birlikte yaşamı var edebiliyoruz. Buna mecburuz çünkü; hakim siyasal anlayış hepimizi karşısına alıyor. Deprem süreci bunun en büyük örneği. Afeti katliama dönüştüren anlayışa karşı birbirimizin yarasını sardıkça halklar olarak daha fazla yan yana geldik, birlikte yaşam kültürünü daha fazla oluşturduk. Bu birliktelik oluşturulan dayanışmalarda ortaya çıktı. Birbirimizin varlığı hepimiz için çok daha önemli bir hale geldi. Samandağ'da yaşayan azınlıkların günden güne sayıları azalıyor, sürekli göç ediyor. Toprakları imar planlarıyla parçalanıyor, ekonomik alanda zorlanıyorlar. Bu konuda neler yapılabilir? Samandağ'da yaşayan bu azınlıkların kültürlerini yaşatmaları ve geliştirmeleri için neler yapılabilir? Depremden sonra yaşam koşullarının ağırlaşması, işsizliğin artması göçlerin önünü açtı. Burada yaşayan bütün halkların tarihini, kültürünü, dilini yaşatması toplumsal mücadele, toplumsal dayanışma açısından oldukça önemli. Halklar bu parçalanmaya karşı birlikte mücadeleyi oluşturmak zorundalar. Yerel yönetimler bu birlikteliğin sağlanması adına rol almalıdır. Göçün ortaya çıkmasının altında yatan nedenlere yönelik yerel yönetimler çalışmalar organize etmelidir. Ekonomi politikaları bu gerçeklik göz önünde tutularak planlanmalıdır. Hakim siyasal anlayışın kırılabilmesi adına deprem sürecinde ortaya koyduğumuz dayanışmanın, örgütlülüğün devam etmesi gerekir. Karşımızda şekillenen bu anlayışa karşı halkların kültürünü, tarihini, dilini, inancını üretebileceğimiz mekanlar oluşturmak zorundayız. Bu üretimler bizleri bir arada tutacak olan yapıyı ortaya çıkarmalıdır. Burada renkli bir coğrafyadayız, halkların dayanışmasını geliştirdiğimizde tarihlerini yaşattığımızda Anadolu coğrafyasında birçok halkın bu alanda çalışmalarının da önünü açacağını düşünüyorum.

bottom of page