top of page

"" için 210 öge bulundu

  • “Köpeğimiz Roxanne depremden kurtuluşumuza vesile oldu”

    Antakya’nın görünmeyenleri olarak gördüğümüz hayvan dostlarımız hakkındaki yazı/röportaj serimizin devamında Sevgi Özsoy ve köpeği Roxanne’i konu ve konuk ediyoruz. Antakya’ya sonradan yerleşen Sevgi Özsoy’la onun Antakyasını, depremi, depremden kutuluşlarının sebebi olarak gördüğü köpeği Roxanne’i ve deprem sonrası Antakya’nın ve sokak canlarının durumunu konuştuk. Bu röportaj deprem gününe dair detaylı anlatımlar içermektedir ve bazı okuyucularımız için tetikleyici olabilir. Röportaj: Talin Hüseyinoğlu Öncelikle seni tanıyabilir miyiz? Eskişehir doğumluyum ilk görev yerim Kars’tı. Kars’ta evlendim. Dört sene Kars’ta kaldıktan sonra kızım bir yaşındayken Antakya’ya gittim. Eşim Antakyalıydı. İlk tayin yerim Altınözü’ydü zeytinleriyle meşhur olan yer. Orası sayesinde Antakya’yla tanıştım. Çok güzel zamanlarım oldu orada. Kızım ilkokul üçü bitirdiğinde merkeze geçmeye karar verdik. Merkezde ilk görev yaptığım okul yerim Bedi Sabuncu’ydu. Daha sonra Özbuğday Ortaokulu, yani eski Merkez Lisesi’ne geçtim. Herkesin bildiği meşhur deli Kadir’in müdürlük yaptığı okulda görev yaptım. Muhteşem müdür Kadir hocayı da çok severim. Hüseyin Özbuğday Anadolu Lisesi yapılınca eski Merkez Lisesi ortaokula çevrildi. İlk başta üç dört sınıfla başlayıp en son üç bine yakın öğrencimiz ve yüzotuz öğretmen arkadaşım vardı. 6 Şubat’a kadar da orada görev yapmaya devam edeceğiz derken her şey bitti. “Antakya çok güzeldi, Antakya her şeydi” Antakya’ya sonradan gelip yerleşmiş biri olarak ne ifade ediyor Antakya senin için? Antakya benim için rengarenk, Antakya benim için çok güzel kokular, Antakya benim için dost, tanımadığı insanlara bile buyurun bir çay içelim diye evine davet edilen yer, Antakya benim için yemekleri, yüksek sesle konuşmalar, kahkahalar, baharatlar… Antakya çok güzeldi, Antakya her şeydi. Deprem zamanı Antakya’daydın değil mi? Evet Antakya’daydım. Peki deprem anı nasıldı? Nasıl kurtuldunuz neler yaşadınız o gece Şubat tatili bittiği günün akşamı, ertesi gün okula gitmek için hazırlık yaptım. Her şeyi hazırlayıp kapının önüne koydum. Çok soğuktu. Anlatamam, Antakya'nın ben o kadar soğuk olduğu başka bir zaman görmedim. Biz öğretmenlerde, öğrencilerde ve bazı meslek gruplarında kar tatili olacak mı diye bir bekleme olur ya, biz öyle bir durum bekliyorduk. Çok soğuktu çünkü. Uyku zamanı hepimiz yattık. Evde annem, ben, eşim ve Roxanne adlı köpeğimiz vardı. Sallantıdan birkaç dakika önce Roxanne'in huzursuzluğuyla kalktık. Çok inanılmaz huzursuzdu, çok hareketliydi. Eşim kalktı, Roxanne ne oluyor demeye kalmadan sallanmalar başladı. Ben kendimi son anda attım yatak odasından. Biz çıkar çıkmaz yatak odasının kapısı kapandı ve tüm o eşyaların yıkılma seslerini duymaya başladık. Çok şiddetliydi, hayatımda duymadığım ve bir daha asla duymak istemediğim sesler, çığlıklar, belki de kendi çığlığımın, eşimin çığlığı ve Roxanne'in havlamaları da vardı. O an, o da yanımızdaydı ve bir anda havlayarak yanımızdan gitti. Karanlık, her taraf moloz ve toz kokuyor. Evin ayrıldığını hissediyorsunuz sallantıdan ama garip bir sallantı alıp sizi oradan oraya vuran bir sallantı. Evin hareketleri çok çok kötüydü. Çok karanlıktı, çok soğuktu ve çok yağmurluydu. Çok çok korkunçtu. En kötüsü de çok sallanıyorduk ve ben çok korkuyordum. O ara Roxanne fırladı. Evin içindeydik ama her şey üstümüze dökülüyordu. Ben hissediyordum çünkü omuzumda çok büyük bir ağrı ve ağırlık hissediyordum. O telaşın arasında bir taraftan dua etmeye çalışıyorum ama duamı tamamlayamıyorum. Çığlık atmaya çalışıyorum, onu da yapamıyorum. Hareket edemiyorum zaten. Roxanne anneme çok düşkün olduğu için yanımızdan fırladı, onun yanına gitmeye çalışıyordu. Annemin sesini duyamıyordum. "Anne, Roxanne, anne Roxanne" sesleniyordum ama cevap gelmiyordu. Sonra Roxanne'in çığlığını duydum. Yani ne oldu bilmiyorum ama çok büyük bir havlama ve acı bir çığlık sesi geldi. Sonra Roxanne'in hiç sesi gelmedi. “Karşımda gördüğüm evlerin çoğu akmıştı. Bir bina akar mı? Akmıştı.” Eviniz yıkıldı mı? Evimizin tüm duvarları yıkıldı. Ev ayakta duruyor gibi ama hayata dair hiçbir şey kalmadı o evde. Dışarda da aynı şekilde hepimiz çıplaktık. Üstümüzde pijamalar, ayaklar çıplak. Sonra ne olduysa o karanlıkta sarsıntı durdu ama hafif sarsıntılar 2, 3, 4 şiddetinde devam ediyordu. Anneme ulaşmaya çalıştım. Sonra ben bir ara nasıl yol buldum bilmiyorum, salon penceresinden çıkıp bağırmaya başladım. "Yardım edin!" diye bağırıyordum. Aşağıda karanlıkta bir sürü insan vardı. Hepsi ıslaktı ve sadece kafalarını kaldırıp baktılar. Filmler olur ya zombiler dolaşır ortada, aynı onun gibiydi. Hiç kimse kimseye bakmıyor, yani bakıyor ama yürüyüp gidiyor, amaçsızca o yağmurun altında ağlayarak, bağırarak amaçsızca sağa sola gidiyor herkes. Karşımda gördüğüm evlerin çoğu akmıştı. Bir bina akar mı? Akmıştı. Ben de gittiğimde aynı şeyi söyledim binalar gerçekten akmıştı. Mumun erimesi gibi, kenarlardan hepsi akıp gitmişti yerlere. Anneme ulaşamamak beni çok mahvetti. Sonra sarsıntılar durunca annemin odasıyla çıktığım yerin arasının da yıkıldığını fark ettim. Oradan anneme zorlukla ulaştım ve annemi çıkardım. Omuzumla önüme düşen eşyaları iterek zorlandım. Zaten orada köprücük kemiğimi kırdım, ancak bunu bir hafta sonra fark edebildim. O evin içerisinde uzun bir süre durduk, ama ne kadar süre geçtiğini hatırlamıyorum. Eşim tekrar eve girip, molozlar arasında camları kırıp bulduğu bir sepetin içine eşyalarımızı toplamaya çalıştı karanlıkta. Şu anda deseler ki yapar mısın, inan yapamam, kimse de yapamaz zaten. İçeri girip eşyaların fırlama yerlerine göre telefonlarımızı, ilaçlarımızı nerede olduğunu bulmaya çalıştı. Zorla bulduğumuz telefonun ışığıyla bir şeyler yapmaya çalıştık, ama yapacak da bir şey yoktu aslında; karanlık, toz, soğuk ve en kötüsü, yolumuzun yönümüzün belli olmaması... Ne tarafagideceğiz, ne yapacağız, ne kadar süre geçti, geçiyor, inan bilmiyorum. Annem zaten çok yaşlıbenim, 86 yaşlarında... Sonra, biz çıktık. Nasıl çıktık bilmiyorum, bir baktık üst kattakiler konuşa konuşa inmeye çalışıyorlar. Merdivenlerin çoğu yıkılmış, bizim kapı kilitlenmiş, biz hemen çıkamadık. Komşuların evlerinden çıkmaya çalıştık, bir yerde tüm yollar tıkanıyordu, ama sesler de netleşiyordu. Bir farkettik ki, banyo duvarı yıkılınca merdivene açılmış. Kırk yıl düşünsem o banyonun merdivenlere açılacağını düşünmezdim. Böyle anlatıyorum ama aynı şey gibiydi, çocuk parkı gibiydi. Böyle, biz kaydık, taşların üstünden, altlarından sürünerek geçtik, birbirimizi çektik. Her yerimiz çiziliyordu ama ağrı hissetmiyorduk, sadece bilinmez bir yere gidiyorduk. Bazı yerler kapalıydı, oradan çıkıp başka yerlere gitmek istedik. Bizim evin altında büyük bir market vardı, onun duvarları yıkılmış, eşyaları heryerdeydi. En sonunda çıkışı bulduk ve dışarı çıkabildik. İnsanlar kapının önünde yıkılan yerlerden sesler geliyordu. Yağmurun altındaydık, yağmurun altında öylece durduk, üstümüzde hiçbir şey yok, kaçacağımız veya sığınabileceğimiz bir yer yok, çünkü evlerin hepsi yıkıldı, yıkılmak üzere. Biz oradayken bile hala binalardan döküntüler oluyordu, resmen dökülüyordu binalar, aynı lego parçaları gibiydi. Biz o çaresizlikle sonradan farkettik. Eşim montunu bulmuş, ben de botumu geçirmişim ayağıma. Annemin ayağında terlikler var, eşimin de ayağında terlik var ama tekini giyebilmiş, sadece. Üstümüzde bir şey yok, ama kıyafet olarak gece uyuduğumuz halimizle çıkmışız. Şükürler olsun çıktık ve dışardayız. O ara mezun ettiğim bir öğrencimi gördüm, koşturarak geldi, ama nasıl bir koşma bana sarıldı. "Sevgi hocam!" dedi, "Annem, babam, kardeşim, hepsi içerdeler." O an ben buradayım, beni bul, yaparız bir şeyler, diyebildim. Ben onların rehber öğretmeniydim, ne yapacaktım bilmiyorum, ama aklıma sadece bunu söylemek geldi. "Hep bu köşede olacağım," dedim, ama orada öyle bir köşe de kalmamıştı. "Tamam hocam," dedi, sarıldı, ama tekrar haber alamadım, ne oldu hiç bilmiyorum. O an başka ne yapabilirdim, onu da bilmiyorum. Kendim için ne yapabilirdim, onu da bilmiyordum ki. Benim müdür yardımcım vardı, eşi hemşire, arabamız hemen şurada, sizi oraya götüreyim, dedi. Annemi ve beni aldı, biz arabada oturduk, eşim dışarda kaldı. Başka yaşlıları da topladı arabaya. Düşün, arabanın sahibi dışarda, yağmurun altında, biz arabanın içindeyiz. Araca gidene kadar kenarlardan geçiyorsun, çamur, yağmur, soğuk, iç çamaşırıyla dolaşan insanlar vardı. Çocuklarını ellerine almış, herkes bir tarafa gidiyor. O ara şeyi farkettim, hayat çok zor, o ve bir dakika, insanlığımdan çok şey götürdü. İnsanlığımdan çok fazla şey tükettim, çünkü her yerde sesler vardı. Ben bağırarak ilk çıktığımda insanlar bana nasıl bakıyorsa, ben de aynen öyle, sadece bakıp geçtim. Hiçbirine bir şey yapamadım, sadece bakıp arabaya geçtim. Okulun karşısında bir yere çektik arabayı. Eşim öyle ya da böyle arabayı çıkartmam lazım, dedi. Tabi bu arada çok uzun bir süre geçti, ne kadar geçti hatırlamıyorum, ama çok uzun bir zaman olduğunu biliyorum. Yanımızda cesetler var, kimler kimseleri var mı bilmiyoruz, kimse arayıp sormuyor. Gençler gelmiş yardıma, ama hiçbir şey yapamıyor, sadece ağlıyorlar. Ellerinde ekipman yok, sadece gelmişler. Biz otoparka gitmeye karar verdik, duvarlara vura vura da olsa arabayı oradan çıkartacağız diye plan yaptık. Bir komşumuz da bize yardıma geldi sağolsun. Biz tam arabayı güç bela çalıştırınca ikinci büyük deprem oldu. Anlatamam insanların sağa sola koşturmasını o sırada evin için eşya almaya giren de çok insan gitti, çünkü aradan saatler geçti ve kimse bu kadar büyük bir deprem daha beklemiyordu. Öyle ya da böyle biz arabamızı aldık çıktık. Evden çıkan naylonlarla, örtülerle arabayı kapladık, kendimize sığınacak bir yer yaptık. Dört artı bir evden beş tane koltuğa düştük. Bu arada Roxanne'i bulamadık. Peki Roxanne’i ne zaman sahiplendin? Bebekliğinden beri bizimle olan Roxanne, şu an üç yaşında. Dişi olduğu için onu çok istememişler. Dört aylıkken, kızım montunun içine koydu ve ben bunu hayatta bırakmam dedi. Biz hiç hazır değildik böyle bir şeye. Özellikle eşim, evde hiç hayvan beslemediği için daha önce hiç istemedi. Benim de daha önce kuş ve balık bakma tecrübem vardı ama köpek hiç bakmadım. İlk başlarda çok zorlandık zaten, ama şu an onun için köprücük kemiğim kırık halde bile onu bulurum umuduyla bir hafta o yokluğun arasında kaldım. Bizim için öyle bir noktaya geldi. “Aslında evlatları ölmüş anne babaları ölmüş bazılarının, köpeğimiz kayıp demeye utandık.” Roxanne’i bulmanız bir hafta sürdü o zaman. Nasıl geçti o süreç nerelerde aradınız Roxanne’i? Biz hep onun olduğu, bildiği yerlerde durduk. Zaten her yer yıkıntı olduğu için her yer tanınmaz haldeydi. İnsanlardan da çok çekindik. Aslında evlatları ölmüş anne babaları ölmüş bazılarının, bakış açısını da biliyorsunuz, köpeğimiz kayıp demeye utandık. Daha sonra ciddi zorluklarla saatler süren bir yolculuk sonunda barınağa ulaştık. Barınakta yardıma gelen insanlar vardı. Roxanne'nin bilgilerini verdik. "Lütfen haber alırsanız bize ulaşın" dedik. Kızım Ankara’daydı, o da her yere ilanları ulaştırdı. Bütün yerlere ilanlarını bıraktık, paylaşımlar yaptık, Roxanne bulunsun diye. Çünkü o bizim canımızdı. Bizim kurtuluşumuza o vesile oldu. O olmasaydı uyanmayacaktık, belki yıkılan dolaplar vesaire, hepsi üstümüzde olacaktı. Tekrar tekrar yaşamak çok zor. Ben hala alışamadım, ben hala korkuyorum, hala üzülüyorum. Maalesef çok yoğun ve yıpratıcı bir sene geçirdik. Peki, Roxanne'i bulmanıza kim yardım etti? STK'lar mı, bölgeye gelen veteriner hekimler mi, bu gruplardan yardım aldın mı? Hepsi. Ankara Üniversitesi'nden ve veteriner hekimler odasından gelen hekimler vardı. Hayvansever dernekler ve o an orada olan hayvansever kuruluşların hepsi çok yardımcı oldular. Hepsine çok teşekkür ediyorum. Özellikle arkeolojide okuyan bir kız vardı, o bana çok yardımcı oldu. Sonrasında bir iletişim bilgisi de bulamadım, haber de alamadım o kızdan. Benim bir öğrencim var, yunus polisi olan. Her gün mesaisi sonrası Roxanne'ni aradı ve bize ilk müjdeyi o verdi, bir video gönderdi. Biz çipine bile bakmadık, Roxanne'in o olduğunu biliyorduk. Roxanne'in ilk bize gelişinin videosu da var, onu da paylaşmak isterim. Roxanne bulundu haberini aldık. Motorla taşımış yunus polisi olan öğrencim. Roxanne'in Sevgi Özsoy'a götürülüş görüntüsü Nasıl mutlu olmuşsunuzdur o ilk anda! Çok güzeldi. Bir öğretmen arkadaşım bana, daha Roxanne bulunmadan, 'Roxanne yanında mı?' diye sormuştu. Metin abi, yok dedim, Roxanne kayıp. 'Burnunda benekler var mıydı senin köpeğinin?' dedi. Yok dedim, burnunun hep yara bere olduğunu düşünemedim. Mor bir tasması vardı, hep ilanlarda mor tasmalı dedik, ama tasmanın da olmayacağını düşünemedik. O an yardım etmek isteyenler tasmasını değiştirmişler. Tasması yeşil olmuş, burnunda hep yaralar var, benek gibi görünüyor. Enkazları kazmaya çalışırken ayakları hep yara olmuş. Roxanne'ni çok akıllı, çok sevecen kaybolduğu belli diye sahiplenmişler aslında. Sahiplenen kişi de bir polismiş ve Ankara’ya gelecekmiş. Beklerken de orada bir alana bağlamışlar. Benim öğretmen arkadaşım da abisinin cenazesinin çıkarılmasını beklerken görmüş Roxanne'ni. Aslında bana fotoğraf da atmaya çalışmış ama hatlar o kadar kötü ki, saatler sonra geldi o fotoğraf. Tekrar gitmesini rica edemedim, onun da cenazeleri çıkmıştı, gidemem tekrar defin işlemleri var dedi. İnsan tabii öyle bir durumda bir şey diyemiyor. Stajyer öğrencilerim vardı, onlara rica ettim, sağ olsunlar gidip baktılar ama Roxanne orada değildi, sahiplenildiğini söylemişler. Onlara da fotoğraftan o olduğunu biliyorduk, ama Roxanneni yeniden kaybettik. Daha sonra polis öğrencimden video geldi ve biz yarım saat sonra, o arkası kırık bizim naylonla kapattığımız arabamızla yola çıktık. İçine oradaki insanların ihtiyacı olacak iç çamaşırı, sigara, su, yemek, ne bulduysak o yarım saatte doldurup Roxanne'ni almaya gittik. Gece saat 1 gibi oradaydık. İlk karşılaşma anında ne yaptı Roxanne? İlk bizi gördüğünde çok koşturdu, bir bana bir eşime, sonra küstü, gelmedi bir süre. Sonra arabaya koştu, bindi ama anlık tribini de attı tabi. Battaniye almıştım yanıma, arabaya binince onun içine girdi, sadece kafası görünüyordu battaniyenin altında. Günlerdir uyumamış gibi uyudu arabanın içinde, ben Ankara’ya kadar parmaklarının arasındaki kıtrakları temizledim. Tüm bacakları o kıtraklardan dolmuştu. Ertesi gün de hemen buradaki kliniğe götürdük. Tam onu soracaktım buraya geldi bir gün sonra kliniğe götürdünüz hemen. Nasıl bir süreçten geçtiniz? Tedavi süreci nasıldı yaraları var demiştiniz, kalıcı bir hastalığı oldu mu? Evet, tüm tırnakları dökülmüştü. Arka bacaklarında çok derin kesikler vardı. Enkazın çevresinde bulunuyordu aslında, oradan çıkarmak istiyorlardı ama bir türlü çıkaramıyorlardı onu. Çevrede bizi tanıyan insanlar, benim enkaz altında olduğumu düşünmüşler, onu çok seven bir hoca hanım vardı, enkaz altında kalmış olmalı diye düşünmüşler. Tabi biz bunu sonradan duyduk. Sizi kaybedince o da ne yapacağını bilememiş demek ki... Çok dolaşmış. Çok farklı farklı yerlerde görüldüğüne dair haberler aldık. İlk kez dışarıda tek başına kaldı, o da çok bocalamıştır eminim. Bulduktan sonra da günlerce kendine gelemedi ama en büyük şansı, depremden birkaç hafta önce kızım Ankara’da sokaktan bir köpek kurtardı: Balkız adında. Balkız daRoxanne de bize de çok iyi geldi. İyi ki onlar varlar, sayelerinde seninle tanıştım. Burada Roxanne ve Balkız sayesinde çok güzel arkadaşlıklarım oldu. Tüm bu süreçte hepsi bana çok yardımcı oldular. “Bulundu diye haber geldiğinde ben alışverişteydim ve zıplayarak ağladım olduğum yerde.” Evet, benim için de çok güzel oldu. Bana Roxanne'den çok bahsettiler, depremden gelen bir köpek var diye, ama ben o ailenin siz olduğunuzu hiç tahmin etmedim. Çok da güzel bir tanışmaya vesile oldular. Biz bu seriyi çıkartırken insanlara umut olmak istedik, öncelikli amacımız buydu. Hayvanını kaybeden, daha doğrusu sevdiklerini kaybeden çok insan oldu, bazılarının bulunduğunu bilmek bir nebze de olsa insanların içine su serper diye düşündük. Hiç tanımasam da bulunan birini duyunca, kendi ailemden biri gibi, kendi köpeğim gibi mutlu oluyorum. İnsanların da yüzünde bu gülümsemeyi yaratabilmek çok önemli bizim için. Çünkü bize en çok umut lazım. Çok haklısın. Bulundu diye haber geldiğinde ben alışverişteydim ve zıplayarak ağladımolduğum yerde. Eşim ağlıyor bir yandan, kızım ağlıyor, ve sadece Roxanne bulundu diyebiliyoruz birbirimize. İnanamadım, gerçekten, o video gelene kadar gerçek olduğuna inanamadım. Düşün, çipine bile bakmadım çünkü biliyorum, o Roxanne. Roxanne'nin bulunmuş olması çok mutluluk verici. Hiç sokakta kalmamış bir hayvanın bir hafta on gün sokakta tek başına hayatta kalması o kadar zor ki. Mucize gibi hatta onların verdiği mücadele o kadar büyük ki. Beni de çok mutlu ediyor bu hikayeler umut veriyor. Hayvanımız insanımız farketmez ne kadar mücadeleci olduğunu görüyorum. Peki depremin etkileri devam ediyor mu? Depremden önce çok akıllı hiçbir şeye tepkisi olmayan Roxanne şu an çok travmatik maalesef. Oradan kalan şeyleri atlatmaya çalışıyoruz şu an. Mesela uyku haline girdiğinde en sevdiği en güvendiği insanlar da olsa ben kızım eşim gibi aileden biri de olsa elimizi uzattığımız zaman tepki gösteriyor. O arada ne yaşadıysa izlerini hala taşıyor maalesef ama sevginin üstesinden gelemeyeceği bir şey yok bence. Sevgiyle tüm bu sorunları aşacağımızı düşünüyorum. Özellikle hayvanlarda sevginin çözüm getirebileceğine defalarca şahit oldum. Tabii ki daha zamana ihtiyacı var. Onun yaşadığı da çok zor; bir yandan sizin kurtarıcınız olmuş. Depremden önce size seslenerek bir nebze de olsa kendinizi koruyabilmenizi sağlamış. Çok büyük bir yük almış üstüne aslında. Tanıştığı herkesin hayatına dokunmuştur. Eminim ki biraz da olsa oradaki insanlara neşe olmuştur. Roxanne'i tanıyorum. Roxanne bulunduğunda, onu tanıyan herkes en az benim kadar mutlu oldu. Antakya'da da aynı şekilde, buradaki gibi, gördüğü herkese pati verir, kendini sevdirirdi. Herkesin gönlünde bir yer etmiş demek ki, onu anladık. Günden güne o da çok daha iyi oluyor. İlk başlara göre şu an çok çok daha iyi. Çok sevindim gerçekten. Çok şanslı ki daha zorlu ve kalıcı hasar bırakan bir durumla karşılaşmadı. Çözümü olan yaralanmalarla ucuz kurtulmuş bu felaketten aslında. Ne kadar sürdü tüm tedavi süreci peki? Bir aya yakın süren bir tedavisi oldu. Tırnakları çıkana kadar her gün pansuman yapıldı. Bir süre yaralarının kapanması için sürekli yakalık ile gezmesi gerekti. Depremde yaralanan insanların ve hayvanların yaralarının kapanması, normalden çok daha uzun sürüyor. Size yıllar gibi gelen o bir ay, aslında çok kısa bir süre. Gerçekten Roxanne çok ucuz kurtulmuş. En azından çözümsüz bir duruma yakalanmamış. Özellikle şu an sağlıklı haline bakınca insan, bir ay ne ki diyor. Hayatta ve yanınızda olması en önemlisi. Roxanne benim için çok önemli. Bu deprem sonrasında bile benim hayatıma dokunan, destek olan her şey ve herkes, benim karşıma Roxanne sayesinde çıktı. Onun sayesinde tanıştığım insanlar, her anımda yanımda oldular. Sana da bir hayat oldu aslında, Roxanne burada. Ankara'yı biliyor muydun, bilmiyorumama şimdi çok güzel bir arkadaş grubun var. Hem arkadaşhem de tüm bu sürecin destekçileri aslında. Ankara doğumluyum ben, ama çok uzun süredir dışarıda olduğum için Ankara'da bir çevrem kalmamıştı. Roxanne ve Balkız sayesinde çok fazla insanla tanıştım. 7. Caddeye çıktığımda artık herkes bizi tanıyor. Onların tanınırlığı sayesinde Antakya'da olma hissine çok yakın bir şey yaşıyorum burada. “En son gördüğüm Antakya, Antakya değildi. Antakya gülen bir şehirdi. Her haliyle Antakya hep gülerdi. Şimdi Antakya sustu” Zor bir soruyla devam etmek istiyorum. Deprem sonrası Antakya ile ilgili ne düşünüyorsun? Şu anda orada sokakta yaşayan sayısız hayvan da var. Benim okulumda bir beden eğitimi öğretmeni var. Pati Dostları adında bir oluşumda öğretmen arkadaşlarımızla herkesin gönlünden geçeni yapabildiği desteği her ay toplayıp müdür aracılığıyla ona iletiyoruz. Elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Ben biliyorum umut hepimiz için hep var. Hala oradakileri bırakmayan insanlar var. Benim arkadaşlarım var orada kalan, onlar aracılığıyla elimizden geleni yapıyoruz. İyi olacak belki geç olacak ama düzelecek. Yürekler düzelecek mi onu bilmiyorum. Binalar dikilir de o kayıplar, yani sadece insanlar da değil kuşlar, kediler, oradaki hayat, ağaçlar... en olacak bilmiyorum. Umudun var mı dersen... En son gidip de o dümdüz olan yeri gördüğümde, okulumun yıkıldığını, evimin dümdüz arazi olduğunu gördüğümde... İnsan bir burkuluyor, umudu kırılıyor çok haklısın. Çok iyi anlıyorum. En son gördüğüm Antakya, Antakya değildi. Antakya gülen bir şehirdi. Her haliyle Antakya hep gülerdi. Şimdi Antakya sustu. Geçen yaptığımız röportajda Antakya'nın durumunu konuşurken, aslında Antakya'nın ruhunu oradaki canlıların yaşattığını konuştuk. Çok güzel bir şehir; evet, doğası, yemekleri, tonlarca şey sayabiliriz Antakya ile alakalı ama orayı Antakya yapan bizlerdik aslında. Bu yüzden benim umudum var. Ben doğduğumdan beri oradayım, başka hiçbir şeyi bu kadar iyi bilmiyorum. Baktığımda, yeni Antakya'yı kurduklarında aynısı da olsa, ben eminim ki eksik olan bir şey bulacağım. "O taş orada değildi, bu sokak buraya çıkmıyordu" diyeceğim ama orası Antakya olacak; bizden sonrakiler yine Antakya deneyimini yaşayacaklar. Evet, olacak çünkü orada kalanlar var; onlar devam ettiriyor aslında o ruhu hala. Ben önceki evimin altındaki Emeç kahvaltılıktan kostikli zeytin istedim. O zeytinle, ben o günlere geri döndüm. O zeytinden bir tane yedim ve ben o günlere geri döndüm. Böyle anlarda gerçekten sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi oluyor. Toparlayacağımıza ben inanıyorum. En azından bizlerin umut etmesi gerektiğine inanıyorum ki orada kalan insanlar daha güçlü olsunlar. Hep kötü şeyleri konuşuyoruz. Antakya'nın dümdüz olmasını konuşuyoruz, bunlar gerçekler, bunlar yaralarımız, evet, bunlar çok üzücü ama umut edeceğimiz de çok hikaye var senin Roxanne'le olduğu gibi hayatta kalan her insanın, canlının hikayesi gibi sayısız da iyi hikaye var. Tüm ailesini kaybetmiş ama hala orada Antakya için mücadele veren yüreği çok büyük insanlar var. Bunların hepsi bizi iyileştiren şeyler aslında. Artık iyi olan hikayeleri duymayı da mutlu olmayı da hakettiğimizi düşünüyorum. Evet, biz iyi olacağız. Buna ben de inanıyorum. Bize pek çok anlamda o dayanışma da o dostlukta iyi geldi. Hayvanların dostluğu da insanların dayanışması da çok önemli ve bizim iyi olmamızı devam ettirmemizi sağlayan en önemli etmenler. Peki şu anda Antakya'da ciddi düzeyde artan bir hayvan popülasyonu var. Gittiğinde sen de görmüşsündür. Durumları da maalesef çok kötü. Açlıkla, salgın hastalıklarla mücadele ediyorlar ve besleme yapan çok az gönüllü var. Bu konuyla ilgili neler düşünüyorsun? Neler yapılabilir veya yapılmalı? Ben toplayalım, hepsini öldürelim, bakmayalım buna çok karşıyım. Bizim insanımız sevgi dolu, onların güvenle yaşayabilecekleri alanlar yapılsa, kendi ekmeğinden çıkarır verir. Bunu yapacak çok insan var. Sahipleri bulunamayanlar veya sokakta yaşayanların kısırlaştırılıp yuvalandırılması çok önemli. Kalanların da bakım şartlarının iyileştirilmesi gerekli. Belediyeler, "Biz bunun altından kalkamayız, ama hadi destek olun" dedikleri zaman bizim insanımız bunu yapar, ben eminim. Şu anda zaten bir parça yemek bulabiliyorlarsa, bir avuç gönüllü insan sayesinde. Aynen öyle. Onları sokakta kaderlerine bırakmak veya alıp şehirden uzak bir yere salmak, bunun çözümü değil. Sadece onların güvende olabilecekleri bir alan ve gönüllü insanların desteği yeterli. Hepimiz kalkar gideriz, ne olacak? Bu olay para değil. Gidip oraya onların hayatına dokunacak bir şey yapmak için bir çağrı yapılsa, herkes elini taşın altına koyar. Bireysel olarak hepimiz bunu yapmaya çalışıyoruz zaten, ama şu anki duruma yeterli olamıyor maalesef. Ankara'da gerçekten hayvansever olan bölgeler gördüm. Burada herkesin evinde kedi veya köpek gibi bir canlı var. Antakya'da da bunu yapan insanlar vardı. Şu an durum çok kötü orada ve yine bir şey yapmaya çalışan insanlar gönüllüler. Evet, maalesef şu an durum hayvanlar açısından çok kötü orada. Peki Antakya'da hayvan sahibi olmak nasıldı? Ben çok rahat ettim. İlk başlarda zorlandık tabii. Karşımızda yaşayan daha çok doğal yaşamla ilgilenen bir veteriner hekim vardı. O çok destek oldu bize mesela. Komşularım aynı şekilde destek oldular. Roxanne’i çok sevdiler. Hatta Roxanne sayesinde fobisini yenen de çok insan oldu benim çevremde. Onunla gezerek küçük küçük dokunarak bir köpekle iletişimin ne olduğunu tanıdılar. Okulun bahçesine çok götürüyordum Roxanne'i. Çocuklar sevsin, hayvanlara alışsınlar ve hayvanlardan bir zarar gelmeyeceğini deneyimleyerek öğrensinler istiyordum. Roxanne de bu anlamda çok uyumlu bir köpekti, o yüzden çok iyi karşılanıyordu çoğu yerde. Çok önemli bir şey yapmışsın, özellikle çocuklar için. Şimdi gerçekleri konuşmak gerekirse, Antakya'da hayvanlar konusunda geriydik. Öyle bir hayvan bilincimiz yoktu. Ben de gittiğimde evimi hayvanlarla paylaşıyor olmama çok şaşırıyorlardı. Yeni yeni bir şeyler oturuyordu. Besleme grupları yeni yeni oluşmuştu. Sokaktaki hayvanların tedavileriyle insanlar yeni yeni ilgilenmeye başlamıştı. Daha doğrusu görünürlüğü yeni oluşuyordu. Bu konuya daha yeni bir bakış açısı kazanıyordu Antakya'nın geneli. Tabii uzun yıllardır hayvanlar için emek veren insanlar vardı ama toplumun geneline yeni yerleşen bir bakış açısıydı. Şimdi işler tamamen tersine döndü, maalesef. Bizim gibi ülkelerde söz konusu insan dışı canlılar olunca eşitlik söz konusu değildir, maalesef. Şu an durumun kısa özeti bu aslında; evet, orada yaşayan insanların şartları çok kötü, çok temel gereksinimleri eksik, ama hayvanların da durumu aynı. Eşit ve yaşam hakkı temelli bir bakış açısı geliştirmek çok önemli ve sorunların çözüm kaynağı aslında. Bu röportajların bir amacı da bu sorunların görünürlüğünü artırmak tabii. Ben de bu konuda elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Biz Roxanne'le çok insanı alıştırdık. Roxanne sonrasında hiç hayvanlara dokunamayan arkadaşım köpek sahibi oldu. Aynı şekilde biz de evde beslenir mi derken şu an iki tane köpekle beraber uyuyoruz. Hep beraber bir aile olduk. "Kızlar" diye bahsederken, Roxanne mi İrem mi diye soruyoruz. Gerçekten bir aile oluyorsun beraber yaşadığın hayvanla. Aileden oluyorlar gerçekten. O da kaybın büyüklüğünü bir insanı kaybetmekle aynı noktaya getiriyor. Çocuğunu kaybeden bir insanın korkusu ve tedirginliği ile arıyorsun o hayvanı. Peki merak ediyorum, deprem bölgesinde yaşayan biri olarak deprem için bir hazırlığın var mıydı? Çok anlamlı değil belki evin yıkıldığı için ama Roxanne veya kendin için hazırladığın bir deprem çantan var mıydı? Zaten olsa açık yüreklilikle söylüyorum, şu an biz deprem farkındalık videoları izliyoruz okulda, zorunlu dersler şeklinde. Sonunda sorular var. Ben o soruların pek çoğuna doğru cevap veriyorum. Deprem anında ne yapılması gerektiğini biliyorum ama bizim yaşadığımız şeyde hiçbir uygulamayı yapamazdık. Çok çok kötüydü. İstediğimiz kadar bilelim, deprem çantamız olsun, benim o an aklıma bile gelmezdi. Bizim için yine o an zaten güvenli olan yerde durmuştuk, merdivene fırlamadık veya balkona koşmadık ama bilinçli yaptığımız bir şey değildi. Dışarıda belki riskli bir yerde durduk ama orada yapacağımız başka bir şey yoktu. Roxanne için hazırlayacağım deprem çantasında tasması olurdu mutlaka, karnesi içinde olurdu. Tasması olsaydı bizden bu kadar serbest kalmazdı ve yanımda olurdu. Biz o zaman Roxanne’i kaybetme korkusunu yaşamazdık. Yine de bu depremde deprem çantam olsaydı bile gidip alamazdım. Evim sağlam kalsa belki daha mantıklı olabilirdim. Bizim evde monte edilen dolaplar bile duvardan söküldü. Dış kapının açılmamasının da sebebi o monte dolaplardan biri aslında. “Hayatımda Roxanne ve Balkız var. Ben onlar sayesinde akıl sağlığımı korudum depremden sonra.” Çok zor bir süreç. Hepimizin kaybı çok büyük, hayatta kalanlarla devam etmek zorundayız. Şu an sen, ailen ve Roxanne hayatta. Bu içinde bulunduğumuz durumda çok şanslısın aslında. Deprem sonrası süreçle alakalı neler söylemek istersin? Benim kızımın Ankara’da oluşu bizim en büyük şanslarımızdan biri. Bir diğeri de benim Antakyalı olmamam. Eğer ikimiz de Antakyalı olsaydık, ailelerimiz de orada olacaktı, her şey çok daha zor olurdu. Benim ailem depremden hiç etkilenmeyen bir yerdeydi. Kızım Ankara’daydı. Gidecek kapımız oldu. Artılarını eksilerini değerlendiriyorum. İnsanlar her şeyini kaybetti. Benim işim var, kafamı sokabileceğim bir ev var, maddi olarak o kadar zor durumda değilim. En önemlisi benim hayatımda Roxanne ve Balkız var. Ben onlar sayesinde akıl sağlığımı korudum depremden sonra. Onlarla yaptığımız yürüyüşler olmasa ben yataktan çıkmadan aylarca yatardım. Roxanne ve Balkız sayesinde hayata devam edebildim. Burada çok iyi insanlar tanıdım, onlar bana destek oldular, yaralarımı sardılar. Umarım herkes bir hayvanın sevgisini deneyimleyebilir. Geri dönmeyi düşünüyor musun peki? Benim Antakya’yla bağım kopmaz, kopamaz. Eşimin ailesi zaten orada, arkadaşlarım, öğrencilerim, dostlarım, iş arkadaşlarım herkes orada, benim bağım o yüzden kopmaz. Antakya'yı da bırakamam. Şu an annemin tedavisi beni biraz buraya bağlıyor. Gidip Antakya'ya yerleşme konusunda ise şu an belirsizim maalesef. Benim sorularım bu kadardı. Ben bu hikayenin birilerine umut olacağına çok inanıyorum. Çok teşekkür ederim hikayeni bizimle paylaştığın için. Ben de teşekkür ederim. Umarım tekrar aynı şeyi kimse yaşamaz ve kimse sevdikleriyle sınanmaz. Tek dileğim bu. Bundan sonra umarım bizim için de Antakya için de her şey çok güzel olur.

  • “Antakya tarihine resmi tarih dışındaki perspektiflerden de bakılması zorunluluktur”

    Geçtiğimiz haftalarda istos Yayınevi’nden çıkan ve çok değerli bir çalışma olan “Keşke Kalsaydı: Yerel Tanıkların Gözünden Bir Antakya Tarihi”ni, yazarları Levent Duman ve Şule Can ile konuştuk. Duman ve Can’ın emekleriyle hazırlanan bu çalışma, biz okurlara Antakya’yı Antakyalılar’dan okuyabilme ve geçmişe içeriden bir gözle bakabilme imkanı sağlıyor. Röportaj: Elifsena Biroğlu Bize biraz kitaptan bahsedebilir misiniz? Konu üzerinde ne zaman çalışmaya başladınız? Levent Duman: Kitabın esas malzemesini oluşturan görüşmeler ilk olarak 2011 yılında başlayıp 2017 yılına kadar çeşitli aralıklarla gerçekleştirilmiştir. İki farklı amaçla gerçekleştirilen çalışmaların bileşiminden oluşan bu kitaptaki görüşmelerin bir kısmını 2011-12 yıllarında, o sırada devam eden doktora çalışmalarım kapsamında gerçekleştirdim. Görüşmelerin diğer kısmı ise Ortadoğu Arap Halkları Enstitüsü’nün faaliyetleri kapsamında, 2015-17 yıllarında Şule Can’ın sözlü tarih planlaması dahilinde Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü gönüllülerinin ve yönetiminin katkılarıyla gerçekleştirilmiştir. Benim  gerçekleştirdiğim görüşmelerin bir kısmını doktora tezimde kullanmış ve bu tez daha sonra İletişim Yayınları tarafından “Vatan”ın Son Parçası: Hatay’daki Uluslaştırma Politikaları başlığıyla 2016 yılında yayımlanmıştır. Enstitü de kendi faaliyetleri kapsamında yapılan görüşmelerin bir kısmını yayımladığı rapor ve kitaplarda değerlendirmiştir. Şule Can’ın da benim halen çalıştığım Adana’daki üniversitede çalışmaya başlamasının ardından ortak çalışmalarımız arttı. Bu süreçte elimizde bulunan materyalin bir kitap olarak birleştirilmesi yönünde fikir birliğine vardık. Çeşitli sebeplerden dolayı kitabın tamamlanabilmesi iki yıla yakın süre aldı. Bu kitapta kullanılan materyal, görüşmelerin yapıldığı tarihte büyük çoğunluğu 80 yaş ve üzerinde olan altmıştan fazla kişiyle yapılan görüşmelerden elde edilmiştir. Görüşülen kişilerin rızaları esas alınarak, bazen ses-görüntü, bazen ses kaydı alındı, kimi zaman da sadece notlar alındı. Daha sonra bu görüşmeler metne aktarıldı. Görüşmelerde esas olarak İskenderun Sancağı olarak bilinen bölge konu alınmıştır. Şule Can: Antakya’nın sözlü tarihi ikimiz için de ortak bir ilgi alanıydı. Levent Hoca’nın bahsettiği gibi uzun yıllara yayılan farklı görüşmelerin, kayıtların ve birden fazla kişinin emeğiyle bu sözlü tarih çalışması tamamlandı. Kitapta da altını çizdiğimiz üzere belirli ilçelere daha çok odaklanmış durumda kitap. Bu biraz ulaşabildiğimiz görüşmecilerle ilgiliydi. Bir yandan da mahalle mahalle yaşı belirli aralıklarda olan kişilerin izini sürdük. Dolayısıyla araştırmada uzunca bir süre de görüşmecilere ulaşmak ile geçti. “Görüşmelerde 1939 süreci en hassas içerik noktasıydı” “Yerel tanıklar”ın gözünden Antakya’yı keşfetmek nasıl bir deneyimdi? L.D.: Kendi adıma şunu söyleyebilirim, görüşmeleri yaparken edinilen bilgiler dışında Antakya yöresini ne kadar az bildiğimi anlamış oldum. Lise eğitimimi tamamlayana kadar yaşadığım Antakya’da aslında ne kadar dar bir çevrede yaşadığımı görüşmeleri yaparken fark ettim. Bu açıdan görüşmeler aynı zamanda Antakya’nın farklı topluluklarını tanımam açısından son derece önemli olmuştur. Ş.C.: Antakya’nın muazzam bir coğrafyası ve oldukça kompleks bir sosyal yapısı olduğunu keşfettim bu araştırmada ve ne kadar çok bilginin de ‘resmi tarih’ içinde ‘atlandığını’ veya aktarılmadığını anlamış oldum. Benim için ilginç bir farkındalık noktası da gündelik hayat içinde yaşadığımız pek çok şeyin ve sıradan deneyimlerimizin, mekanların, insanların veya kültürel unsurların ‘tarihselliğini’ veya kökenini ne kadar bilmeyişimiz oldu. Saha görüşmeleri sırasında Levent Duman Yaptığınız görüşmeler esnasında kişilerin anlatmakta zorlandığını fark ettiğiniz konular nelerdi? L.D.: Belli konular gündeme geldiği zaman insanların ketumlaştığını, hatta bu konuların açılmasından rahatsızlık duyduklarını fark ettim. İnsanların tarihin tarihte kalmadığını, hala kendilerini etkileyebilecek hususlar olduğuna inanıyorlar ki bu hiç de yadırganacak bir durum değil hatta önemli haklılık payı olduğunu da belirtmek. Özellikle İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılması sürecinde muhalif olanların kimler olduğu gibi sorular önemli sayıda görüşmeci tarafından geçiştirildi. Bunun dışında Varlık Vergisi, Müslüman olmayan topluluklara mensup kişilerin askerlik deneyimleri gibi konuların büyük oranda hala tabu olarak görüldüğünü fark ettim. Türk olmayan topluluklara mensup görüşmecilerin “Siyasete girmeyelim” şeklinde sıklıkla benimsedikleri yaklaşım bazı topluluklara mensup insanların hala kendilerini belli konularda güvende hissetmediklerini de gösteriyor. Göçler neticesinde ailelerinin bir kısmı göç etmiş görüşmecilerin bazıları göç eden yakınları (kimi zaman bu kardeş, kimi zaman amca, hala, dayı, kuzen) hakkında konuşurken bile rahat konuşamadılar, özlemlerini, hasretlerini sözcüklere dökerken zorlandılar… Ş.C.: Evet, benim de deneyimim Levent hoca ile çok benzer. 1939 süreci en hassas içerik noktasıydı görüşmelerde. İnanç ile ilgili hassas konular, adlandırmalar veya ‘devlet’ ile karşılaşma anlarını aktarırken de görüştüğümüz kişilerin biraz daha ‘kaçamak’ cevaplar verdiğini fark ettik. “Antakyalılar değişen diplomatik durum içinde kendilerine ne olacağını bilmiyor” Kitapta ilgimi çeken anlatılardan birisi Antakyalı bir görüşmecinizin Keseb’e (Lazkiye yakınında bir yer) yaptığı bir gezi esnasında İskenderun’dan Keseb’e göç etmiş yaşlı bir adamı gördüğü ve adamın yıllar sonra bile Hatay’ı özlediğini, şarkılar söylediğini sizlere aktarması oldu. Bunu neye bağlıyorsunuz? Sizce Hatay’ı, İskenderun’u, Antakya’yı bu kadar unutulmaz ve özel kılan neydi? L.D.: İnsanlar mekanlarla farklı biçimde bağ kurabiliyorlar. Bu açıdan bazı mekanlar insanların adeta bir parçası haline dönüşebiliyor. Antakya yöresi açısından düşünüldüğünde, bölgede yaşayan her topluluk kendine has bağlar ve bağlılıklar oluşturabiliyor. Nereye giderseniz gidin, doğduğunuz, büyüdüğünüz mahalle, semt, şehir sizin bir parçanız olmaya devam eder. Oradan uzakta olduğunuzda bir yanınız eksik olur her daim. Hele bu yer Antakya olunca, hiç tamamlanmayacak bir şeyin eksikliği iç dünyanızda hep karşınıza çıkar, Antakya dışında hiçbir yerde kendinizi evinizde hissedemezsiniz. Hayatının büyük kısmını Antakya dışında geçirmiş olan benim için de Antakya, “ev” diyebildiğim tek yer, çünkü onunla kurulan bağ bir daha başka hiçbir mekanla kurulmadı, kurulamadı. Ş.C.: Kitabın başlığının da ima ettiği bir konu aslında bu. Her gidenin ardından bir ‘keşkesi’ var, Antakya’da her kalanın da yine bir ‘keşkesi’ var… Gitmeye mecbur kalanlar için bu bir tür sürgün. Dolayısıyla bir yanı ve hatta kökleri hep İskenderun Sancağı’nda kalmış. Antakya’ya özel durum bence biraz İskenderun Sancağı’nın siyasi tarihiyle ilgili. Antakyalılar değişen diplomatik durum içinde kendilerine ne olacağını bilmiyor. Aslında bugün deprem sonrasında olanlara ne kadar benziyor bu belirsizlik değil mi!? Bu bilinmezlik içinde pek çok grup için gitmek bir tercih değil bir zorunluluk. Bölünmüşlük ve yarım kalmışlık, o Antakya’ya bağlılığı hep hasrete ve hüzne dönüştürüyor aslında. “Keşke Kalsaydı”da yer alan anlatıları okuduğumuzda, Antakya’nın insanlarının etnik köken olarak belirli bölgelere ayrılmış olduğu hatta bu mekansal ayrımla beraber mesleklerinin de şekillendiği ve yerli halkın birbirini mekan veya meslek üzerinden bile tanıyabildiğine şahit oluyoruz. Bölgedeki tüm bu mekansal ve mesleksel ayrışma ve “tanımanın” temeli neye dayanıyor? L.D.: Tam olarak şuna dayanıyor demenin güç olduğunu düşünüyorum. Antakya gibi kadim bir şehrin toplulukları arasındaki sosyal, ekonomik, siyasal ilişkiler uzun bir tarihsel süreç içinde şekillenmiştir. Günümüzdeki topluluklar arası ilişkilerin şekillenmesinde, Osmanlı’nın son döneminden itibaren ortaya konulan yönetim anlayışının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu dönemin politikaları sonraki İskenderun Sancağı dönemi topluluklar arası ilişkileri de şekillendirmiştir. Ş.C.: Evet, Osmanlı’daki etnik ve dinsel politikaların etkili olduğunu ben de düşünüyorum. Buna ek olarak ekonomik geçim kaynaklarının elbette ki kültürel bir temeli var. Yani tarımsal modellerden tutun da çeşitli meslek türlerine veya ustalıklara kadar pek çok iş alanının ve üretimin kültürel olarak aktarıldığını görüyoruz. Antakya’da bu çeşitliliğin kültürel çeşitlilikle ile paralel olduğunu görmek mümkün. Bu şekilde ‘niş’ yani özelleşmiş alanlar oluşuyor farklı toplulukların ekonomik yaşamları için. Hatay’da gerçekleştirdiğiniz görüşmelere dayanarak, Arap Aleviler’in bazı kaynaklarda “Nusayri” olarak adlandırılmaları hakkındaki yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? L.D.: Hatay’da yaşayan Arap Aleviler kendilerini Nusayri olarak tanımlamazlar, bu şekilde tanımlayan var ise bile bu çok sınırlıdır. Nusayri kelimesinin kökenine dair çok farklı açıklamalar mevcuttur ve saha görüşmelerinde bu açıklamaların bazıları bizlere aktarılmıştır. Genel olarak şunu söylemek mümkün, ‘Nusayri’ tanımlamasına Osmanlı belgeleri de dahil pek çok yerde rastlamak mümkündür. Ancak terim olarak ‘Nusayri’ başkalarının Arap Alevileri tanımlamak için tercih ettiği bir terim olagelmiş, içinde olumsuz bazı nitelemeleri de barındırmıştır. Ş.C.: Nusayri kelimesi maalesef siyasallaşan ve daha çok dışlayıcı bir kavram halini almış zamanla. Bu nedenle yerelde tercih edilmiyor ve halk kendini Arap Alevi olarak tanımlıyor. Hatay’ın Türkiye topraklarına katılım sürecinde birçok eğitimli Arap Alevi’nin, şeyhlerin ve toplumun tanınmış kişilerinin genellikle Suriye’ye göç ettiğini kitapta yer alan anlatılardan öğreniyoruz. Sizce bu durum cemaatin geride kalanlarını nasıl etkiledi? Bu göç dalgasının, topluluğun ve Antakya’nın hafızasına etkisi neler oldu? L.D.: Osmanlı’nın son dönemleri ve İskenderun Sancağı dönemine bakıldığında yörenin sosyal, kültürel ve ekonomik olarak en dezavantajlı, en geri kalmış topluluklardan birisini Arap Aleviler oluşturmaktaydı. Arap Alevilerden Türkiye’ye katılım sürecinde göç edenlerin önemli kısmı, toprağa bağlı olarak yaşamayan, eğitimli kişilerden oluşmuştu. Zeki Arsuzi başta olmak üzere göç eden entelektüel birikimi yüksek Arap Aleviler bu topluluğun Hatay’da kalan mensupları açısından entelektüel birikimi olan liderlik boşluğu oluşturmuştur. Sonraki süreçte Hatay’da bu boşluğu Arap Alevi şeyhleri doldurmaya çalıştıysa da entelektüel birikimlerinin kısıtlı olması bu boşluğu doldurabilmelerine mani olmuştur. Ş.C.: Antakya hafızasını aktarabilecek ve Arap kültürünün (Arap edebiyatı ve entelektüel tarihi gibi) de daha yaygın olarak hafızada kalıcı hale gelmesini sağlayacak kişilerin/grupların göçmesi nedeniyle bu hafızanın aktarılmasının önünü kapatmış bir göç bu. Öte yandan kitapta ailelerin bölünmüşlüğünü görüyoruz katılım sonrası göçler sonucunda. Bazı aileler sınırın öteki tarafında kalanlarla çok geç tanışmış hatta tanışmadan hayata veda etmiş. “1939 sonrası Ortodoksların ortak hafıza ve temsili korunmakta zorlanıyor” Fotoğraf: Fikret Reyhan Antakya’da yaşayan Hristiyan Ortodokslar’ın 1939 sonrasındaki toplumsal hafızalarına dair izlenimleriniz neler oldu? L.D.: Yapılan görüşmelerde Hıristiyan Ortodoksların çoğu konuyu son derece haklı sebeplerle tabuya dönüştürdüklerini fark ettim. Kendi aralarındaki toplumsal hafızaya dair etkileşimleri bilme şansım olmadı ancak, kendilerinden olmayan benim gibi biriyle olan konuşmalarında sürekli bir siyasetten uzak olma yaklaşımının hakim olduğunu gözlemledim. Bu topluluğun bölgede son bir asır içindeki deneyimleri, hala orada kalan üyeleri için oldukça belirleyici olmuş, tedirginlik halinin sıradanlaşması gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Ş.C.: 1939 sonrası göçün en çok etkilediği gruplardan biri Ortodokslar. Suriye, Lübnan ve Avrupa’ya 1939’da ve sonrasında aşama aşama ciddi bir göç dalgası nedeniyle Ortodoks gençlerin tarihsel hafızayı taşıması ve aktarması git gide zorlaşmış. Sınırın öteki tarafıyla ilişkileri Alevilere kıyasla daha çok sürdürmüş olsalar da (tabii Suriye'de kilise bağlantıları nedeniyle de biraz) kopuşlar zaman geçtikçe çoğalmış. 1950’ler sonrasında temelde Rumların Türkiye’de yaşadığı şiddet, mülksüzleştirme ve sosyal-kültürel dışlanma nedeniyle Ortodoksların siyasi görünürlüğü oldukça azalıyor. Dolayısıyla hem ortak hafıza hem de topluluğun temsili git gide korunmakta zorlanıyor. Keşke Kalsaydı”da anlatılanlara göre aslında Samandağ’da, Altınözü’de eskiden oldukça yoğun bir Ermeni nüfus olduğunu anlıyoruz. Ermeniler’in bölgedeki bugünkü varlıkları hakkında gözlemleriniz neydi? L.D.: Tarihsel olarak Samandağ’ın Musa Dağ bölgesinde, Antakya şehir merkezinde, Kırıkhan’da, Belen’de, İskenderun’da önemli sayıda Ermeni nüfus bulunmaktaydı. Günümüz Hatay ilinde Vakıflı Köyü dışında neredeyse hiç Ermeni kalmadı. Süreç içinde Ermenilere ait Hatay’ın değişik yerlerinde bulunan yapılar önemli oranda tahribata uğradı, son yaşanan 6 Şubat 2023 depremleri, diğer yapılar gibi Ermeniler’den günümüze kalabilen yapılarda da yıkıma yol açmıştır ancak bunun boyutları hala net bir biçimde ortaya konabilmiş değil. Ş.C.: Benim bu araştırmada dikkatimi özellikle çeken unsurlardan biri pek çok kişinin eskiden ne kadar çok Ermeni olduğunu bilmesi ve bunu her zaman aktarmalarıydı. Yani yaşı nispeten genç olan 70’lerinde olan görüşmeciler bile yukarıda Levent hocanın bahsettiği bölgelerde, ilçelerde ne kadar çok Ermeni yaşadığını anlattı sıklıkla. Gittikleri için arkalarından hep ‘keşke’ denilen en önemli kesim Ermeniler. Kalan toplulukların giden Ermeniler için pek bir şey yapamamış olmasının ağırlığından belki de. Kitabınızın yayınlanması ile birlikte çok değerli bir mirası da ortaya çıkarmış oldunuz aslında. Toplulukların tarihlerini anlamada ve paylaşmada sözlü tarihin özel bir rolü olduğunu düşünüyor musunuz? Özellikle de Antakya’da sözlü tarihin yeri ve anlamı nedir? “Antakya tarihine resmi tarih dışındaki perspektiflerden de bakılması zorunluluktur” L.D.: Sözlü tarihin özellikle Antakya gibi yerler için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Antakya gibi binlerce yıldır farklılıkları barındıran bir bölgenin tarihine resmi tarih dışındaki perspektiflerden de bakılması zorunluluktur. Aksi halde yapılan çalışmalar birbirini tekrar eden, resmi söylemi kutsayan metinlerin ötesine geçemeyecektir. Bu açıdan sözlü tarih çalışmalarının Antakya için çok önemli olduğuna inanıyorum. Ş.C.: Evet, sözlü tarihin kesinlikle önemli ve özel bir rolü var. Kitapta bunu ‘içeriden’ ya da yerelden tarih diye adlandırdık. Antakya genelde uluslararası anlamda ve Türkiye’de diplomatik bir biçimde ele alınmış ya da ticari (İskenderun limanı gibi) daha ekonomik bağlamda incelenmiş. Sözlü tarih çalışması oldukça az. Her bir topluluğun hafızasında yerel Antakya tarihini bu kadar eski bir tarihe yani Fransız mandası dönemini de içine alacak şekilde ele alan benim bildiğim tek örnek bu kitap. Bir daha tekrarlanması mümkün olmayan ve özellikle deprem sonrası yaşanan kayıplar sonrası asla erişemeyeceğimiz bir ‘yerellik’ sunuyor bu çalışma ve ulusal/uluslararası politikaların yereldeki etkilerini anlamak için başvurabileceğimiz belki de son sığınak. Öte yandan bu kitap Antakya hafızasının önemli parçası olan birlikte yaşama kültürünün tarihselliğine de ışık tutuyor. Yaptığımız görüşmeler toplulukların birbiriyle ilişkileri anlamında çok öğreticiydi. Bu dokunun aşındığı veya sınandığı dönemler ya da tam aksine güçlendiği ve yeniden kurulduğu dönemleri de göz önüne seriyor. Dolayısıyla günümüzde Antakya’da çokkültürlülüğün korunabilmesi açısından ödenen bedelleri de öğrenmiş oluyoruz. 6-20 Şubat depremlerini göz önünde bulundurduğunuzda, hafıza çalışmalarının toplumsal bellek ve kimlik kavramlarıyla olan ilişkisi hakkında neler söylersiniz? L.D.: Depremin kendisi esasında Antakya kimliğinin bir parçası. 6 ve 20 Şubat Depremlerinden önce Antakya yöresinde bir şeyin çok eski olduğunu, eskiye dayandığını vurgulamak için, Arapça konuşan topluluklar arasında “depremi bile görmüş/ deprem zamanına kadar dayanan uzun bir geçmişi var” deyimleri sıklıkla kullanılmaktaydı. Aslında bu bile, depremin Antakya tarihinin bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor. Defalarca yıkılan Antakya, bu depremler sonrasında da yeniden inşa edilecektir. Ancak önemli olan yeniden inşa edilecek şehrin aslından koparılmamasıdır. Geçmişin bilinmesi yeniden inşa sürecinde somut ve soyut kültürel miras olarak nelerin esas alınacağının bilinmesi açısından son derece büyük önem arz etmektedir. Bu açıdan Antakya’yı bizlere alttan bir okumayla anlatan hafıza çalışmaları toplumsal belleğin yeniden üretilmesi ve aktarılmasına önemli katkı sağlayacaktır. Ş.C.: 6 ve 20 Şubat depremleri ölümlerin ve yıkımların yanı sıra büyük bir zorunlu göçe sebep oldu. Antakya’da yaşayanların ötesinde ve göçmek zorunda kalan tüm toplulukların kimlik ve topluluk tarihleri, yerel siyasi tarih ve hatta emek tarihi açısından sözlü tarih çalışmalarının çok merkezi bir rolü olduğunu düşünüyorum. Henüz kaybedilmemiş olan mekanlar veya kişiler de Antakya’nın yeniden inşa sürecinde yaşanan sorunlar, ihmaller ve mülksüzleştirme tehlikesinden kaynaklı kaybedilme riski ile karşı karşıya. Bu nedenle deprem sonrası hafıza çalışmaları her zamankinden daha önemli. Bu kitabın bu riskler karşısında bir hafıza aktarıcı rolü var. Ayrıca Nehna’nın başlattığı Beledna-hafıza haritası gibi örnekler ve ‘topluluk mirasını’ (community heritage) korumaya veya aktarmaya yönelik tüm çabaların çok değerli ve gerekli olduğunu düşünüyorum. Verdiğiniz bu bilgiler çok kıymetli, teşekkür ederim. Röportajı kitaba istos Yayınevi web sitesinden ulaşabileceği bilgisini de vererek sonlandırmış olalım. Fotoğraf: Fikret Reyhan

  • Bu Şehir Arkandan Gelecektir

    Uyanıyorum bir gece yarısı. Kaç gündür aynı dizeler dolanıyor aklımda: “Bu şehir arkandan gelecektir. Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın…” Dönüp dolaşıp zihnimde Antakya sokaklarına geliyorum yine. Sümerler’deydi evimiz. Okul yarım gün, Antakya hep sıcaktı. Tek katlı evler, bazı bazı apartmanlar ve aralarında tarlalar, bahçeler … Otlar, sebzeler ve ağaçlar…  Tüm gününü sokakta geçiren sokak oyunları oynayan son çocuklar. Bazen Habib-i Neccar’a çıkar, bazen Asi kenarındaki patikadan yürürdük. Yeni bahçeler, yeni ağaçlar keşfederdik. En çok erik toplardık ya, ara sıra sahibi kızar kovalar, çoğunlukla da ses çıkarmazdı erik yememize. Biz büyüdükçe oyunlarımız da değişti. Bahçeler de azaldı bize küsüp, ağaçlar da. Tek evler bile yenik düştü zamana, çoğu apartman oldu sonunda. Bazen çok net, bazen belli belirsiz siluetlerle hatırladığım çocukluğum. Belki de eksiklerini zihnimin tamamladığı bir yanılsama. Doğrulamak da mümkün değil ya, devasa bir tarla oldu şimdi Antakya. Demanslı bir insan gibi. Tek tük binalar duruyor hafızasında, sokaklar, mahalleler, yollar silinmiş. Zarar görmüş beyin hücreleri birleştiremiyor, parça parça izler gibi duran birkaç binayı. Zarar gören köprülere rağmen Asi etkilenmemiş gibi. Kaç büyük deprem gördü bu şehir?  Her şeye rağmen devam mı etti Asi akmaya her seferinde? Ya da zamanı geri döndürmek için mi isyan edip başladı ters akmaya? Ve bizim gibi mi o da, devam ediyor acılarını içinde taşıyarak yaşamaya? Tam 1 yıl önce 30 Temmuz 2022’de paylaşmışım Asi’yi instagramda Yıkılan evimizin camından mutlu görünmüş renkli ışıklar içinde parıldayarak. Bense farkında değilmişim o balkondan baktığım son gece olduğunun... Bu ara çok fazla Antakya videosu paylaşımına denk geldim ya sosyal medyada, Antakya’da geçen öykü var mı hiç, düşünüyorum hatırlayamıyorum. Paris’i anlatan en az 10 kitabı ezbere sayabilirim. Paris yıkılsa, sokak sokak dijital kopyası yaratılabilir kitaplardaki anlatımlardan. İstanbul da şanslı bu konuda. Ne çok hikaye, ne çok roman yazılmış İstanbul’da geçen. Kaybedilince değeri anlaşılan klişesi geçerli mi Antakya için? Değil bence, halen bilinmiyor değeri. Annemin kitapları arasından bir öykü hatırlıyorum sonra Antakya'da geçen. Sen de gitme Triyandafilis. Ne de çok kitap vardı evimizde. Ve dergiler, çiçekler, porselenler, resimler, süsler... Çok özenirdi annem hayata… Acım derinleşiyor birden. Bir fil oturuyor sanki kalbimdeki bıçağa ve bastırıyor tüm ağırlığıyla göğsüme: “Hani körkütük sarhoş gençliğimizden Hani şarkılar bizi henüz bu kadar incitmezken Eskidendi, eskidendi, ah eskiden” Annemin ve babamın ölümünü kabullendim artık galiba. Bu iyi mi bilmiyorum. Bazen uyanıyorum kabustan ve bütün bunların gerçek olmadığını söylüyorum kendime. Geceleri konuşuyorum onlarla. Sonra hayaller kuruyorum. Keşke ömür paylaşılabilseydi diyorum ve günlerimizin istediğimiz kadarını hediye edebilseydik. Çok uzun sürmüyor hayalim, zira olası kötü senaryolar geliyor aklıma: Önce çok ucuza satılırdı hayatlar. Sonra artar fiyatlar, borsası oluşurdu yılların. Belki matrix filmindeki insan tarlaları gibi insanlar yetiştirilirdi "ayrıcalıklı" olanların hayatını uzatmak için. Daha çok çocuk yapardı bazıları. Çocuk yaşta kızını gelin edenler, yıllarını satardı kızlarının. Peki Azrail razı gelir miydi, rızası olmayan çocuğun yıllarını çalmaya? Yazılar da hayatlar gibi... Bazen bir olay oluyor ve değişiyor hikayenin yönü... Bazen bir felaket yarım bırakıyor binlerce güzel hikayeyi... Öne çıkan görsel: foto_great1/Unsplash

  • 6 Şubat

    Domino taşları gibiyiz Yıkılan binalar misali Devrilse hani içimizden birimiz, Peşinden gideceğiz her birimiz... Ve sarılıyoruz birbirimize Yıkılmasın diye hiçbirimiz ... Duruyoruz ya dimdik ayakta Sanmayın öyle aslında Kimimiz yıkılmış yatıyor uykuda Kimimiz yaşıyor yıkılmış bir ruhla… 24.6.2023 Öne Çıkan Görsel: Doruk Aksel Anıl /Pexels

  • Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (III. Bölüm)

    Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı ve üç kısımdan oluşan bu yazının geride bıraktığımız iki günde yayınlanan ilk ve ikinci kısımlarında, önce depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri incelenmiş, depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak değerlendirilerek okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet edilmişti. Yazının üçüncü ve son kısmı ise depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. Sonra: Akışına bırakmak ya da bırakmamak ve “ipin ucunu nereden tutmalı?” 6 Şubat depremlerinden önceki zamanları, depremi, depremden bugüne olup bitenleri Antakya’nın farklı katmanlarını elimizden geldiğince gözeterek ele aldıktan sonra sıra, bundan sonra neler olabileceğini anlatmaya geldi. Bu aşamada, yazının başından beri masanın iki ayrı ucunda oturan şehir plancısı Tuğçe Tezer ve “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer’in yan yana oturması, masanın uzun kenarında el ele verip, o güzel ve yaralı narın her iki yüzüne, masanın üstünde hala güzelliğiyle parlayan nara ve yıpranmış, hasarlı yüze birlikte, cesaretle bakması gerekiyor. Artık teknik ve duygusal bakış arasındaki gerilim yerini bu iki bakışın birbirinden aldığı güce bırakmalı. 6 Şubat depremlerinden bugüne geldiğimizde, deprem bölgesinde neredeyse bir seneyi geride bırakmış durumdayız. Antakya’da depremden sonra olanları ve olmayanları genel hatlarıyla tartıştıktan sonra, şimdi önemli bir soruyla karşı karşıyayız: “Bundan sonra ne olacak?” Bu aşamada önümüzde iki farklı seçenek olduğunu düşünüyorum: “Süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak.” Bu seçenekler arasındaki tercihimizi -ikincisi lehine- yönlendirmesini umduğum başka bir soru daha sorarak, anlatmaya başlıyorum: “İpin ucunu nereden tutmalı?” Antakya’daki deprem sonrası süreci akışına bırakmak ya da bırakmamak şeklinde tanımladığım senaryoları detaylandırmadan önce, bu alanda bazı temel kavramlarla ilgili bir ortak zemine ihtiyacımız olduğunu düşündüğümden bazı hatırlatmalar yapacağım. Konut alanı ve kent aynı şey değildir; konut alanları, kent dediğimiz çok bileşenli ve organik sistemin bileşenlerinden yalnızca biridir. Depremden önce, deprem sırasında ve depremden sonra “zaman” ve aciliyet kavramlarının nasıl ele alındığı, başlı başına önemli bir meseledir. Örneğin bir kentin depremden önce “afete dayanıklı/dirençli kent” hâline getirilmesi konusu bilimsel veriler ışığında uzun zamana yayılabilecek bir konuyken, arama-kurtarma çalışmalarında beklemek için zaman yoktur, aksine durum her şeyden daha büyük bir aciliyet taşır. Depremden sonra yerel halk için nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulması acil bir meseleyken; artçı depremler her gün yaşanmaya devam ederken, bütünsel planlama süreci ve kalıcı konutların yapılması, aceleye getirilmemesi gereken bir konudur. Kentsel sit alanında hasar gören yapıların yeni olası yıkımların oluşmaması için desteklenmesi acil bir konuyken, tarihi ve geleneksel yapıların farklı gerekçelerle hızlıca yerinden kaldırılması gibi bir acelenin, korumacı bir bakışla herhangi bir açıdan uyum göstermesi söz konusu değildir. Dayanışma, esasen toplumun bir grubuna destek olma, bunun için imkanları seferber etme anlamına gelir. Deprem bölgesinde -özellikle depremden sonraki ilk birkaç ayda- dayanışmanın birçok farklı biçimiyle karşılaşmış olmamız olumlu bir durum olmakla beraber; hem üzerinden biraz zaman geçip de “uzaktakiler depremi unutmaya başlayınca” hem de 2023 yılında gerçekleşen iki seçimle beraber büyük ölçüde sönümlenmiş olması, dayanışma faaliyetlerinin samimiyetine dair bir soru işareti oluşturmuştur. Antakya gibi tarihi dünyanın pek çok kentinden eski dönemlere uzanan kadim bir kentin depremden sonraki iyileşme sürecini ifade etmek için, “yeniden inşa” gibi bütünsel bir yıkım ve yok oluş kabulünden yola çıkan, ya da “ihya” gibi değersiz bir şeye/yere değer katma anlamını içeren kavramlar yerine; bir afetle oluşmuş yaraları sarmaya dair “onarım” kelimesini kullanmak daha uygun bir tercih olabilir. Bir de deprem bölgesinde, Hatay’da, Antakya’da yıkılanlar yalnızca bir enkaz, moloz, yapı malzemesi değil; bunlardan çok daha önemlisi, oradakilerin hatıralarının sahneleri, geçmişlerinin mekânlarıdır. Tarihi merkezdeki yapıların deprem sonrası durumu için ise “değersiz” bir malzeme çağrışımı yapan “kültür molozu” ifadesi yerine, kültür mirasının bileşenlerini oluşturan geleneksel nitelikli ve tarihi yapıların yıkıntılarıyla karşı karşıya olduğumuzun vurgulanması, daha anlamlı ve gerçekliğe uygun olur. - akışına bırakmak - Antakya’da Şubat ayından beri -oradayken ve uzaktan- izlediklerimiz, sürecin bundan sonrasını akışına bıraktığımız takdirde -en iyi ihtimalle- neler olabileceğini anlatıyor. Burada tercihimizin süreci “akışına bırakmak” yönünde olması hâlinde gerçekleşmesi muhtemel bazı durumları sıralıyorum: Antakya’nın tarihi merkezi birkaç yıl geçip de “yeniden inşa” edilince, bizim hatıralarımızdaki Antakya’ya hiç benzemeyecek. Oradaki gündelik yaşamın katmanlar hâlinde biriktirdiği izlerin yerini “steril mekânlar” alacak. Kurumların ve ülkenin depremi yaşamamış kesiminin yeterince destek olmadığı, mülkiyetini koruyamayan ya da depremden önce burada mülkü olmayan yerel halk, burada kalma ısrarından bir aşamada vazgeçecek. Aynı süreçte, depremle beraber kentten farklı nedenlerle ayrılmak durumunda kalmış olan Antakyalılar, Antakya’ya geri dönme düşüncesinden, yine farklı nedenlerle, giderek uzaklaşacak. Enkaz kaldırma sürecinde sağlığını koruyamadığımız yerel halkta büyük sağlık sorunları görülmeye başlanacak. Yerel halkın burada kalabilmiş küçük bir kesiminin, kente ve mekâna yabancılaşma nedeniyle artık pek yüzünün gülmediğini göreceğiz. Sosyal yapıda yaşanan büyük değişim, kültürel yapıya ve fiziksel mekâna da doğrudan yansıyacak. Artık Antakya’ya gittiğimizde tanıdık, orada yaşayanların “misafir”i, hatta bazen yerel halkın bir parçası olduğumuzu değil; uzaktaki bir turistik kente geçici süreyle gitmiş olan bir ziyaretçi, hatta bir “turizm tüketicisi” olduğumuzu hissedeceğiz. Üzerindeki tabelalarda eski isimleri yazsa da, Antakya’nın deprem öncesi mekânlarını, arkadaşlarımızla oturup sohbet ettiğimiz, hatırladığımız mekânlara bir türlü benzetemeyeceğiz. Yereldeki zanaatkârlar, aşçılar, uzmanlar bu “Antakya’ya benzemeyen Antakya’da” pek uzun süre kalmak istemeyeceği için, bir süre sonra Uzun Çarşı’daki kebabın, künefenin, kahvenin bile eskisi gibi olmadığını üzüntüyle fark edeceğiz. Kurtuluş Caddesi’nde yürürken buradaki önceki yürüyüşlerimizi hayal meyal hatırlayacağız ama gördüğümüz yer, hatırladığımıza hiç benzemeyecek. Üzerine moloz dökülmesine, yapı yapılmasına, ağaçlarının kesilmesine ses çıkarmadığımız zeytinlikler tümüyle kuruyacak. Artık zeytini ağacından değil, marketteki konserve kutularından yiyeceğiz. Zaten senelerdir tükenmekte olan tarım alanlarının üzeri, molozla ve yapılarla tümden kaplanacak. Artık burada yetişen tarım ürünlerini tüketmek istemeyeceğiz, zaten mümkün de olmayacak. 2023 yılının depremlerinden hiçbir ders çıkarmamış olacağımız için, Antakya’nın gelecekteki felaketlerinin tohumları, bugünlerde atılacak. Ovalara, sulak arazilere, doğal alanlara, nehir üzerindeki dolgu alanlarına konutlar inşa edilmeye devam edecek. Depremden sonra molozlarla doldurulan vadilerin üzerinde yapılaşma başlayacak, kentin ve doğanın nefes alma alanları azalarak, yok olacak. Sesine kulak vermeyi seneler önce ihmal etmeye başladığımız doğaya tamamen sağır olacağız. Dahası artık St. Pierre, Habib-i Neccar, Musa Ağacı, St. Simon, Titus Tüneli, Asi Nehri ve Harbiye Şelaleleri de bizi dinlemeyi bırakacak. İpek böcekleri gidecek, artık limon yok, portakal, zeytin, defne yok. Nar tükenecek. - akışına bırakmamak - Şimdi de tercihimizin süreci “akışına bırakmamak” yönünde olduğu durumu hayal edelim. Tarihi merkezde depremde ve ondan sonraki süreçte ayakta kalmayı başarmış az-orta hasarlı yapılar, yerel uzmanların desteklendiği bir süreçle, kendi malzemesiyle yerinde usulca onarılıyor. Geride bıraktığımız süreçte koruyamadığımız bütün tarihi yapılar, yerel uzmanların başını çektiği bir ulusal seferberlikle temelleri üzerinde yeniden yükseliyor. Bu coğrafyanın taş ustaları, ahşap ustaları hep sahada. İncelikle, bir parçası oldukları kültürün fiziksel ifadesini yapılara tek tek işliyorlar. Yapılar yerel halkın kolektif birikimi olan eski “tecrübe”sine yıllar içinde, usul usul kavuşuyor. Yerel halk sağlıklı, güvenli, depreme dayanıklı ve gündelik yaşam alışkanlıklarına uygun konutlarına, komşularına kavuşmuş. Okullar yemyeşil bahçelerin içinde, öğrenciler güvenli, dayanıklı okullarında depremin kaybettirdiği zamanı, artık gündelik hayat olağan akışına kavuştuğu için aileleriyle buraya gelmesi mümkün olan öğretmenlerinin desteğiyle telafi ediyor. Bütün servislerin olduğu hastaneler, sağlık çalışanlarının içinde yaşamak istediği lojmanlarıyla hazır. Toplu taşımayla erişilebilen idari tesisler, kentin bütününü saran bir yeşil alan ve parklar sistemi, kentin işleyişine dair pek çok unsur olması gerektiği gibi görünüyor. Yerel halk depremden önceki neşesine tekrar kavuşmuş, Asi Nehri’nin kenarında yürüyenlerin yüzleri gülüyor, herkes birbiriyle selamlaşıyor, hâl-hatır soruyor; yabancı simalar deprem sonrası ilk seneye kıyasla epey azalmış. Tarihi merkezde Antakyalılar yaşıyor, tarihi sokaklarda yürürken avlulardan neşeli sohbetler duyuluyor. Sonra sokakta duyulan bir ses bizi avluya, bir kahve içmeye davet ediyor. Zeytinlikler, tarım alanları, sahiller uluslararası destekle, bilimsel yöntemlerle molozdan arındırılıyor. Zeytin ağaçları tekrar yeşermeye, kalıcı barınma alanları sağlanınca temizlenen tarım alanları tekrar ürün vermeye başlıyor. Sabunhaneler, zanaatkârların atölyeleri yeniden açılıyor. İpek böcekleri yaşama tekrar dönüyor, “Hatay sarısı” raflarda parıldamaya başlıyor. Antakya’ya yemek yemek için gelen ziyaretçiler, özledikleri tadı yeniden buluyor. Kurtuluş Caddesi’ni adımlarken deprem öncesinin izlerini sürmemize olanak sağlayan tarihi yapılar onarılmış, betonarme yapıların kaldırıldığı boşlukların bazıları bizi Roma döneminin arkeolojik kalıntılarına, o döneme davet ediyor. Doğal sınırlarına yeniden kavuşan Asi Nehri, yüz yıl önceki fotoğraflardaki gibi kuvvetle akıyor. Yağmur suları yine Habib-i Neccar Dağı’nın sırtlarından usulca aşağı dökülüyor, eski Antakya’nın arıklı yollarından süzülerek Asi Nehri’ne dökülüyor. Köprübaşı’ndan Saray Caddesi’ne doğru yürürken aklımızdaki tek soru, o gün hangi sokak müzisyenini dinleyeceğimize dair oluyor. Molozla doldurulan vadiler temizlenmiş, kent, doğa ve insanlar nefes alıyor. 2023 yılında yaşanan büyük kayıpların ardından artık kimse ovalarda, sulak alanlarda, zeytinliklerde yapı yapmak istemiyor. St. Pierre ve Habib-i Neccar, gördüklerinden memnun, Musa Ağacı yerine biraz daha kökleniyor, Harbiye Şelaleleri’nin eteğinde suyun sesi yine birbirimizi duymamıza engel olacak kadar yüksek duyuluyor. İpek böcekleri burada, limon, portakal, zeytin, defne, her şey olması gerektiği yerde, en güzel hâliyle bizi bekliyor. Nar bahçesi içindeki en güzel meyve yeniden dalında, sarıdan nar çiçeği rengine doğru, şimdi uzaktan bile capcanlı parlıyor. - ipin ucunu nereden tutmalı? - Yukarıdaki iki farklı senaryoyu okuyanların tercihinin ikincisinden, huzurlu bir bahçe içinde bütün canlılığıyla parlayan Antakya’dan yana olduğunu varsayma eğilimindeyim. Bugün itibariyle hiçbir açıdan pek de iyi görünmeyen sürecin bundan sonrasını “akışına bırakmadığımız” senaryoyu tercih ettiğimizi düşünelim. Bu durumda, ipin ucunu nereden tutmalıyız ki, ikinci alternatifin ön gördüğü olumlu süreç, adım adım gerçekleşsin? Bu oldukça önemli, büyük bir soru ve doğrusu, tek bir yanıtı da yok. Bu nedenle ben bu soruyu kendi açımdan, Antakya’yla on senedir, depremden önce ve depremden sonra geçirdiğim zamandan ve yirmi seneye yakın zamandır planlama alanıyla farklı düzeylerde kurduğum ilişkiden yola çıkarak yanıtlamaya çalışacağım. Sorunun yanıtını aramaya başlarken önce, bu konuya ilgi duyan farklı çevrelerin uzlaşabileceği bir hedefi tekrar hatırlayalım. Yukarıdaki “akışına bırakmama” senaryosunda anlatılan, Antakya’da yerel halkın deprem öncesi gündelik yaşamının bileşenlerinin tümüyle iyileştirilmesi durumu, uzlaşabileceğimiz bir hedef gibi görünüyor. Gündelik hayatın ortak üretim mekânları, toplanma alanları, sosyo-kültürel çeşitliliğin kendisi, tarihi yapıları, kültürel üretim alışkanlıkları, nitelikli barınma alanları, eğitim ve sağlık tesisleri, doğal alanlarıyla birlikte -depremin Antakya’da bu kadar ağır yıkımlara sebep olmasını getiren yanlış adımların tekrar edilmemesi koşuluyla- deprem öncesi düzenine kavuşması; Antakya’nın ve gündelik hayatın tüm bileşenleriyle iyileşmesine karşılık geliyor. Öncelikle, sürecin taşıyıcısı olan nesneyi bir iple ilişkilendirirsek, bu ipin esasının, malzemesinin ve aslında kendisinin, Antakya’nın yerel halkı olduğunu en başta söylemek ve kabul etmek gerekiyor. Buna dair en sarih ifade, geçtiğimiz Kasım ayında Antakya’da gerçekleşen bir etkinlikte şöyle dile getirildi: “Antakya’yı Antakya yapan insanlarıdır.”[1] Benim için de durum tam olarak böyle; ne eksik, ne fazla. Bu aşama, Antakya’nın ancak Antakyalılarla var olabileceğinde, iyileşebileceğinde uzlaşmayı gerektiriyor. Antakyalılar; Antakya’ya, memleketlerine sahip çıkmalarıyla, hayatını -tarih boyunca olduğu gibi bugün de- yeniden burada kurma ısrarıyla, burada köklenme ihtiyacıyla ayrılmaz bir bütün. Burada bahsettiğimiz aidiyet tanımı, “mülkiyet” ilişkisinin oldukça ötesinde, ailesi Antakyalı olmasa da kendisi depremden önce gelip “buralı” olmayı tercih etmiş insanları da içeriyor. Antakya’daki “ev sahipliği” meselesi yalnızca buraya gelen ziyaretçileri karşılamayı değil, Antakya’ya sahip çıkmayı ve göz kulak olmayı da kapsıyor. Bir de Antakyalıların, deprem öncesi zamanlarda da bazen her şey pek de yolunda olmasa dahi rastladığımız kendiliğinden neşesini de, sürecin esas aktörünün önemli ve güçlü bir özelliği olarak buraya not etmek isterim. Antakyalıları farklı nitelik ve duyarlılıklarıyla asgari düzeyde anlamak bize, ülkenin nerdeyse %15’inde büyük bir yıkıma neden olmuş depremlerin ardından yaşamını sürdürmek için farklı şehirlere göç etmek zorunda kalanlar arasında “Geri döneceğiz!” duvar yazısı fotoğraflarının neden en çok Antakya ve Hatay’dan geldiğini de anlatacak. Depremden etkilenen bu kadar çok yer varken, neden Antakya’da bu kadar çok platform, dernek ve vakıf kurulduğunu, buradaki deprem sonrası süreci neden ısrarla gündemde tuttuklarını da daha kolay anlayacağız. Bu anlama pratiğinin bizi, Antakya’da gündelik hayat “normal”e dönene kadar, her zaman ve en çok desteklenmesi gereken unsurun Antakyalılar olduğunu anlamaya dair bir uzlaşıya taşıması gerekiyor. Burada ulaşmak istediğimiz iyileşme hedefinde uzlaşıp, Antakyalıları bu sürecin ana aktörü, temel bileşeni olarak kavradıktan sonra, konunun oldukça önemli diğer bileşenine sıra geliyor. Konumu, zemin yapısı ve doğal nitelikleri nedeniyle Antakya’da yaklaşık 150 yıllık periyotlarda tekrar eden büyük depremlerin varlığını kabul etmemiz ve 2023 yılında Antakya’da yaşanan büyük yıkımın ve hayal kırıklıklarının gelecekte bir daha yaşanmaması için gerekeni yapmak, diğer kritik bileşeni oluşturuyor. Bunun için, -depremden bugüne kadar aksi yönde epey yol alınmış olsa da- hala civarında bulunduğumuz başlangıç noktasında, bundan sonra atılacak adımlar için süreci tasarlamamız gerekiyor. Bu süreç tasarımının yöntem, zaman, aktör, kurum ve finansal kaynak bileşenleri belirlenmeli, yerel halkın kendi hayatını, kentini, geleceğini ilgilendiren sürecin her aşamasına dahil olmasına imkân tanınmalı. Yukarıda, burada yaşama ve yaşamını burada yeniden kurma iradesiyle konu edilen yerel halkın bunu sağlayabilmesi için temel gereksinimleri depremden bugüne, apaçık bir şekilde karşımızda duruyor. Nitelikli, sağlıklı, hijyenik, güvenli barınma alanları, rehabilitasyona olanak sağlayan müşterek mekânlar, deprem öncesi meslek pratiklerini sürdürmelerine olanak sağlayan asgari koşullara sahip çalışma mekânları, güvenli gıda ve temiz içme-kullanma suyu, erişilebilir eğitim ve sağlık tesisleri. Bir de şüphesiz, geleceğe dair endişeleri ve belirsizlikleri büyük ölçüde azaltacağı kesin olan, mülkünü / kiralık konutunu kaybetme riskinin bertaraf edilmesi. Antakya tarihi boyunca en az yedi defa depremlerle yıkılıp, yine aynı yerde kurulmuş olan bir kent. Başından beri deprem sonrası süreçle ilgilenen neredeyse hiçbir kesimin, Antakyalıların kendi hayatlarını yeniden ve burada kurma iradesine dair bir şüphesi yok. Bu durumda Antakyalıların ve burada kalmaya dair iradelerinin herkesçe anlaşılmasının -ve desteklenmeye değer olduğu konusunda uzlaşının sağlanmasının- ardından, sürecin diğer önemli bileşeni olan üretim kültüründen bahsetmek gerekiyor. Antakya’nın ayrılmaz bir parçası olan iki önemli varlığı; tarım ve zanaatler. Hem birbirlerini hem de Antakya’yı tamamlayan tarımsal üretim ve farklı zanaatler, Antakya’nın iyileşmesi sürecinde büyük bir öneme sahip. Yerel halkın önemli bir kısmının aşina olduğu tarımsal üretim kültürü, içinde bulunduğu coğrafyanın en verimli tarım alanlarına sahip olan Antakya’da tarımın hep en güçlü ekonomik sektörlerden biri olmasını sağladı. Sadece ham madde üretimiyle kalmayan bu tarımsal faaliyetin zeytinyağı üretimi, zeytinyağı ve defne sabunu üretimi, turunçgillerden yapılan farklı üretimlerle dönüştürüldüğü ürünler ise, ulusal ve uluslararası ölçekte her zaman talep gördü. Geleneksel bir tekstil üretim yöntemi olan ipek böcekçiliği de, yüzyıllar boyunca ve günümüzde hala Antakya’nın özgün üretim kültürünün önemli bir parçasını oluşturuyor. Eğer içinde bulunduğumuz deprem sonrası rehabilitasyon ve onarım döneminde; tarım alanlarının maruz kaldığı moloz, enkaz ve geçici barınma alanları başta olmak üzere zararlı ve tüketici tüm işgal faaliyetlerini bir an önce bertaraf etmeye başlarsak, yeterli bilimsel ve finansal destekle kısa bir zaman sonra tarımsal üretim alanları yeniden üretim yapılabilir hâle gelecek. Bu üretim kültürünün diğer parçası olan zanaatler için ise gerekli geçici üretim mekânlarının bir an önce bir plan ve sistem dahilinde oluşturulması gerekiyor. Böylece yerel halkın depremden sonra ayağa kalkması sürecini geciktiren ekonomik nedenlerin çözümlenmesinde belki de en önemli adım atılmış; burada kalanlara kendilerini toparlamaları, başka kentlere göç etmiş olanlara geriye dönmeleri için önemli bir destek verilmiş olacak. Bu işlevlerin müşterek üretim mekânlarıyla ve mahalle kültürüyle ilişkisi ve yerel halkın rehabilitasyonu sürecine katkısı ise, zaman ve üretim faaliyetleri ilerledikçe, giderek daha görünür olacak. Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşebilmesi için diğer bir önemli bileşen, kültürel mirasın onarılması ve kent belleğinin canlı tutulmasına dair bir yaklaşım geliştirilmesini kapsıyor. Somut kültür mirasını oluşturan yapı ve alanların fazlalığı, yapılı çevredeki en büyük yıkımın burada oluşmasıyla birlikte Antakya’nın tüm deprem bölgesi içinde bu kadar ön plana çıkmış olmasının iki ana nedeninden birini oluşturuyor. Depremden önce -istisnaları dışında- birçok eleştiriyle anılan restorasyon uygulamalarının görüldüğü tarihi ve kentsel sit alanı, hem 6 Şubat hem de 20 Şubat depremlerinde Antakya’da en büyük yıkımların görüldüğü alanlardan oluyor. Depremlerden sonra yapılan “enkaz kaldırma” faaliyetleri sonucunda ise, yukarıda kısaca anlatılan nedenlerle, tarihi merkezde büyük boşluklar ve bunların neden olduğu bir bellek yitimi riski oluşuyor. Halbuki Antakya’nın somut kültür mirasının bileşenleri aynı zamanda, buradaki deprem öncesi gündelik yaşamın uğrak noktaları, işaret öğeleri ve bu unsurlar, Antakya’da deprem sonrası yaşamın yeniden oluşmasının da temel taşlarından olacak. Bu nedenle depremde ve enkaz kaldırma çalışmaları sırasında zarar görmüş olan (anıt eserler ve sivil konut dokusu dahil olmak üzere) somut kültür mirasının, yerel uzmanların ve yerel üniversitelerin öncülük edeceği bir program dahilinde, mümkün olduğunca kendi malzemesiyle ve aslına uygun biçimde onarılması büyük bir önem taşıyor. Bu onarım süreci boyunca kentsel belleğin canlı tutulması için dijital araçların ve mekânsal deneyim imkânlarının kullanılması; Yürünebilir Tarih[2]’le Antakya’da kent tarihi yürüyüşleri, Beledna[3]’yla hatıraların işlenmesi gibi yöntemler, denemeye değer görünüyor. Antakyalıların ve Antakya’yı sevenlerin buradaki hatıralarını ve görsel hafızalarını canlı tutma istenci de, bu çabanın diğer ucundan tutuyor. Sürecin en olmazsa olmaz diğer bir bileşeni ise “umut”. Belirsizliğin neden olduğu endişe günden güne yükselirken, umut etmekten hiç vazgeçmemek, Antakya’nın depremden sonra iyileşmesi sürecinin başarıya ulaşmasında, olmazsa olmaz bir eylem. Burada geçtiğimiz aylarda Tükenmez Kalem dergisi için yazdığım bir yazıdan küçük bir kısmı ödünç alacağım: “Antakya, sancının en yoğun olduğu yer ve zamanda, yeniden umudu doğuracak. Umut, doğmak için belirli bir amaca ihtiyaç duyar ve burada amaç depremin ilk gününden beri apaçık görünüyor; Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesi. Umudun somutlaşması için alternatif yollar üretilmesi ve bu yollardan biri seçilerek, harekete geçilmesi gerekiyor. Buradaki yollar içinde en güzeli, Antakya’nın yerel halkıyla beraber kendini onarması, bütünüyle iyileşmesi. Bu yolun alınması için yapılması gereken ise yerelde oluşan farklı nitelik ve ölçekteki sivil toplum bileşenlerinin birbirine güven esasıyla bir araya gelmesi ve yerel halkın asgari müşterekte bütünsel hareket edebilen bir aktöre dönüşmesi (Özçelik, 2023). Bu süreçte, Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesini merkezine yerleştirmeyen ve bu nedenle ‘pek iyi niyetli olmayan’ eylemler süzülecek, bütün engellere rağmen ‘umudu korumaya dair’ o biricik çaba filizlenecek ve Antakya’nın bugününde, mekânın ve zamanın en karanlık yerinde Antakya yine umudu doğuracak.”[4] Yerel halkın bu geçici dönemde Antakya’da güvenli, sağlıklı, konforlu koşullarda barınabilmesi, çalışabilmesi, okula ve hastaneye gidebilmesi, sosyalleşebilmesinin sağlanmasıyla birlikte mutlaka ihtiyacımız olan diğer adım, depremden sonra kurulmuş olan platformların ve yerel halkın farklı kesimlerini temsil etme kapasitesi olan oluşumların bir asgari müşterekte buluşması, bu sayede yerel halkın, süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelebilmesi. Platform, dernek ve vakıfların her biri depremden sonra Antakya’ya faydalı olmak için kurulmuş olsa da, geride bıraktığımız bir yıla yaklaşan süreç boyunca gördük ki her bir oluşumun farklı öncelikleri olabiliyor. Biri somut kültürel mirasa, diğeri enkaz kaldırma süreci ve zeytinliklere yoğunlaşırken, bir diğeri akut yardımlara ya da eğitim meselesine odaklanıyor. Antakya’nın iyileşmesi sürecinde kendisini hangi alanda konumlandırdığından bağımsız olarak, bu süreçte Antakya’ya ve Antakyalılara faydalı olmak isteyen tüm oluşumların uzlaşabileceğini düşündüğüm asgari müşterek için önerilerim şöyle: - Antakya'nın depremden sonra iyileşmesinin, burada hayatın tekrar başlamasının birinci öncelik olarak kabul edilmesi. - Depremden önce Antakya'da yaşayan nüfusun (mülk sahibi, kiracı, çalışan, ...) burada kalabileceği koşulların (geçici barınma alanları, gündelik ihtiyaçlar, çalışma alanları, kentsel servisler, erişim olanakları, ...) sağlanması. - Depremden sonraki (enkaz kaldırma, geçici barınma alanlarının sağlanması, inşa dahil olmak üzere) iyileşme sürecinin işleyişinde halk sağlığının ve doğal alanların korunmasının esas alınması. - Antakya'nın somut ve somut olmayan tarihi ve kültürel mirasının, tarihi dokunun bütünselliğinin, üretim kültürünün korunarak iyileştirilmesi. - Deprem sonrası planlama ve mimarlık faaliyetlerinin bütünsel planlama, “dirençli kent” ve “engelsiz kent” ilkeleriyle uyumlu ilerlemesi[5]. - Deprem sonrası planlama ve imar faaliyetleriyle yasal değişikliklerin, deprem bölgesinde mülkiyet değişimi ve mülksüzleştirme süreçlerine neden olmaması. Antakya için ortak bir gelecek hayalinde ve yerel halkın deprem sonrası süreçte ortak tavır alabilen bir aktör haline gelmesi gereksiniminde (ve dolayısıyla asgari müşterekte) uzlaştıktan sonra; biz “uzaktakiler”e, yani senelerdir Antakya’yla ilişkisini sürdürmekte olanlara, ya da depremden beri Antakya’ya endişeyle, bazen çaresizlik hissi ama her zaman faydalı olma isteğiyle bakanlara düşen role dair düşüncelerimi kısaca anlatarak bu kısmı sonlandıracağım. Antakya’nın yerel halkını anlama ve onlara destek olma ihtiyaç ve çabasının bizi, yani “uzaktakiler”i, kolektif biçimde hareket ederek yereli güçlendirme ihtiyacına sevk etmesi gerektiğini düşünüyorum. Resmi ve resmi olmayan kurumlar, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve bağımsız aktörlerin, depremden sonra “yereli güçlendirme” amacının etrafında birleştiği yerde, artık sürecin esas adımlarını atmaya başlayabileceğiz. Süreci birlikte tasarlayacağız ve sürecin uluslararası, ulusal ve yerel ölçekte tüm ilgili aktör ve kurumları, yerelin gündelik hayatını ve Antakya’yı onarmak üzere optimum müdahale ve hareket biçimini, rolünü bu çerçevede belirleyecek. Tuğçe Tezer, 2023 Bunu gerçekleştirebildiğimiz andan itibaren, bugün, yani şu anda durduğumuz yerden çok büyük ve karmaşık bir yumak gibi görünen bütün problemlerin aşama aşama çözüldüğünü, sadeleştiğini ve Antakya’da deprem öncesi gündelik hayata benzeyen sahnelerin gün geçtikçe çoğaldığını hep beraber göreceğiz. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Aylardır toz, toprak içinde kalmış olan, aylar önceki güzel rengini hatırlamakta zaman zaman zorlandığımız nar, usul usul iyileşecek, bir gün yine bütün renkleriyle parlayacak. [1] https://www.asf-uk.org/articles/community-led-reconstruction-in-antakya [2] Yürünebilir Tarih’in deprem sonrası durumuna ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi [3] Beledna Hafıza Haritası’na ilişkin bir blog yazısı için bkz.: https://www.hafizaharitasi.com/map [4] https://www.academia.edu/108267443/Depremin_7_Ay%C4%B1nda_Antakya_Umudu_Dog_urmak [5] Deprem sonrası planlama sürecine ilişkin düşüncelerime dair kısa bir öneri metni için bkz.: https://www.linkedin.com/posts/tugce-tezer-b9132916_hatay-antakya-activity-7040935016536649728-Z8kp?utm_source=share&utm_medium=member_desktop ; https://x.com/tugcetezer/status/1635033919367315456?s=20

  • Yılın En Uzun Günü 6 Şubat

    Bu yazı deprem gününe dair detaylı anlatımlar içermektedir ve bazı okuyucularımız için tetikleyici olabilir. Depremden sonra sürekli hislerimi yazıya dökmeye başlamıştım. Bugün tarihi atarken fark ettim Şubat’a girdiğimizi. Fakat aslında Şubat ayına giren sizlersiniz çünkü bizler Hatay’da hala 6 Şubat 2023’teyiz. Soğuğa, karanlığa , çaresizliğimize terk edildiğimiz o gündeyiz. Sizlere biraz yaşadığımız şeylerden bahsedeceğim sosyal medyada görmediğiniz gerçeklerin diğer tarafından. 6 Şubat saat 4.15 birden irkildim ve uyandım etrafıma baktım tekrar gözlerimi kapattım sonraki gün girmem gereken bir sınav vardı onu düşünüyordum. Çok da vaktim olmadan uyandım zaten tekrar hafiften bir sallanıyorduk biraz bekledim şiddetin arttığını 3 kişi yerinden taşıyamadığı çalışma masamın kafama çarpmasıyla fark ettim. Annemin odasına koştum kız kardeşimle oradaydılar. Telefonumun feneri ile gitmiştim odaya. Annemin, tamam kızım sakin ol geçecek demesiyle her şeyin üstümüze yıkılması bir oldu. Sonrası elektrik kesintisi, çığlıklar, yıkım sesleri ve binayı boşaltın çöküyor sesi. Annem, ben ve kız kardeşim sımsıkı tutmuştuk birbirimizin ellerini. Ayağa kalkamıyorduk sarsıntı bizi yerden yere savuruyordu. Önce dayıma daha sonra en yakın arkadaşıma ulaştım iyilerdi ve sonrasında zaten şebekelerimiz kesildi. Deprem durmuştu hızlıca ayağa kalkıp odadan çıkmak istedik ama dolap kapının önünü kapatmıştı o an ki korkuyla ne yapacağımızı bilemedik. Bir şekilde dolabın arkasındaki ince suntayı kırıp odadan çıktık. Bir kapı daha vardı o da basınçtan çökmüştü ve açılmıyordu. O an orada öldüğümü düşündüm. Güçlü olmam gerekiyordu sakinliğimi korudum, annemle birlikte kapıyı açtık. Kardeşimin montunu almam gerekiyordu önceki günden aklımda kalmıştı havanın soğuk olduğu. Hatay hiç bu kadar soğuk olmamıştı. O sırada annemle kardeşim dış kapıyı açıp aşağı ineceklerdi. Ben ise odanın kapısını açtığımda her şeyin yerle bir olduğunu görüp donakalmıştım. 5. Kattaydık koşa koşa aşağıya inmeyi başardık. Nefes alamıyordum gözlerim kararıyordu. Basamaklar ayağım altında koca bir salıncak gibi sallanıyordu. Arabaya binip anneannemlerin evine doğru gidiyorduk. Yolun ortasına düşmüş binalar, kafasından , vücudundan yara almış insanlar. Evet daha depremin ilk yarım saatiydi ve durum bu şekildeydi. Yolda giderken anneme bu evi nasıl toparlayacağız biz diye sormuştum. Haberim yoktu ki bir daha evime giremeyeceğimden. Hepimiz anneannemin mahallesinde arabanın içerisindeydik 30 kişiden fazlaydık ve yalnızca 1 araba vardı. Sırayla binip klimayı açıp ısınıyorduk. Telefonlarımız çekmiyor kimseden haber alamıyorduk. Yalnızca yağmurun altında çaresiz bir şekilde ıslanabiliyor ve isyan ediyordum. Hiçbir şekilde gün doğmuyor sabah olmuyordu sanki. Yakın arkadaşlarıma bir şekilde sms atarak ulaştım. Onların geri cevap vermesi benim için bir umuttu. Ta ki gün aydınlanana kadar. Geniş bir aileye sahibim. Yeni doğanından en yaşlısına kadar. Karnımızı doyurmamız gerekiyordu. Açık bir yerler var mı diye bakmaya gittik.  Ve o sırada yağmalara şahit oldum gözlerimle. Hatay’da herkes birbirini tanır özellikle Samandağ gibi bir yerde yaşıyorsanız. Marketten ellerinde viski şişeleriyle çıkan insanlar bizim insanımız değildi. Şaşkınlıkla izliyordum. Biraz ilerleyip Antakya yoluna doğru gidiyorduk. Şehrimizin ne halde olduğunu merak etmiştik. Sonra sınıf arkadaşım Zeynep’in evini gördüm. Yoktu. Enkaz vardı sadece etraftakilerden içeride olduğunu öğrendim. Ailesiyle birlikte. O an kalbimde olan acıyı hiçbir kelimeyle ifade edemem. Yola düşen binalardan, yolun kırılmasından ilerleyememiştik. Geri döndük. Sonrasında zaten ölüm haberleri tek tek gelmeye başlamıştı. Her akşam dershaneden çıkarken iyi akşamlar dediğim Gülşen Hoca, yemekhanede karşımda oturan Esra öğretmen, Diren , Zehra , yakın arkadaşımın amcası Cüneyt amca, İrem , esnaf Murat Amca, Anıl abinin kardeşleri Seyit ve Kerem… Keremle 2-3 gün öncesinden oturmuştuk her şeye gülen çok pozitif hayat doluydu. Küçük bir kız çocuğunu çıkarmıştık enkazdan ondan önce oyuncak ayıcığı çıkmıştı evet maalesef oyuncağın ömrü onunkinden fazla oldu. Bu kadar acıyla nasıl ayakta kalabilirim diye düşündüm. Ve sonrası etraftan bir kaybınız yoktur inşallah sorusuna “çekirdek ailemden yok şükür” cevabı verdiğimde kendimden nefret ettim. Ailemle birlikte Hatay’da kalmaya devam ettik bir şekilde elektriksiz, susuz, çadırlarda, arabada. Sıcak bir yatakta uyumayı özlemiştim açıkçası. O gün en kötüsünü gördüm ve yaşadım. 6 Şubat bizim miladımızdır. Hayatımız artık depremden önce ve depremden sonra diye ikiye ayrılmış durumda. Hiçbir zaman inancımı kaybetmedim bu şehri beraber yaşatacaktık. Ölen canlarımız için. 12 gün enkazda kalıp soğuktan ölmeye mahkum edilmiş canımdan çok sevdiklerim için. Evet şunu da bilin ekip yoktu ekipman yoktu bizler kendi ellerimizle moloz taşıyıp çıkardık cenazelerimizi. Üniversiteye giderken havaalanında İskenderunlu bir teyze Hızır yoldaşın olsun kızım demişti. Ben de sizlere söylüyorum şu an Hızır yoldaşınız olsun.. Öne çıkan görsel: hurriyet.com.tr'den alınmıştır

  • Antakya’ya Ağıt

    “Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün” [1] En son ne zaman birini Antakya’ya davet edip yemeklerini, tarihini ve doğasını övmüştük 29 Mart’ta mı yoksa Paskalya’da mı boyanan yumurtalar daha renkli geliyordu gözümüze? 10’lu yaşlarda bir kız çocuğunun arkadaşına “Masalların Masalı”[2] şiirini gösterip “bak çok güzel bir şiir, okusana” dediği kitapevi tam olarak nereye denk düşüyordu şimdi? En iyi künefeyi Köprübaşı’nda hangi künefecide ve yaz geceleri saat kaçta yemeliydik? Bir kentin yası nasıl tutulurdu? Oysa ki sevdiğimiz birini kaybettiğimizde nasıl davranacağımızı öğretmişlerdi bize. Hangi ritüellerin gerçekleştirildiğini,  cenaze töreninin mekanı fark etmeksizin, hangi mekanda nasıl var olabileceğimizi biliyorduk. Peki ya hem mekanı hem sevdiklerimizi aynı anda  kaybettiğimizde? Depremin ilk günlerinde bildiğimiz gerçeklerden biri açığa çıkmıştı aslında. Daha önce hiç bu kadar açıktan ve hiç bu kadar dolaysız “yalnız” ve “çaresiz” hissettirilmemiştik sadece. Oluşturduğumuz mekanların, hayatların, sevdiğimiz veya tanıdığımız insanların aniden yok oluşuyla birlikte “yurtsuz” kalmıştık. Nesiller boyu zor şartlarda kendi mekanlarını yaratmış kendi topluluklarını oluşturmuş ve yaşatmaya çalışan kentin sakinleri olarak hiç bu kadar “yabancı” hissetmemiştik gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın karşısında. Bir sene geçti. Her ne kadar görünmez kılınmaya çalışılsa da, gündemin gölgesinde tutulmaya çalışılsa da, hatta koca bir şehrin insanlarının iradesi yok sayılsa da hayatı yeniden kurma mücadelesi burada hiç bitmedi. Aksine kent git gide kalabalıklaştı. Geri dönenler, burada hala temel yaşam koşullarının sağlanamadığını bile bile dönmeye devam ediyorlar. Çünkü yeniden ilmek ilmek kurulması gereken bir arada yaşamların ve mekanların olması gerektiğini düşünüyorlar. Bunun için yeniden bir araya gelmek “devam etmeye” yardımcı oluyor bir çoğumuz için belki de. En büyük korkumuz unutmak şimdi. Aslında en başından beri, enkazlarda bulunan albümlerin günlerce belki bir tanıdıkları çıkar diye kalıntıların yanlarına bırakılmalarının sebebi de aynı.  Kentin depremden önceki halini dolayısıyla geçmişimize dair anılarımızı, kaybettiğimiz insanların kim olduklarını, özelliklerini unutmamaya çalışmak acıyı da pekiştiriyor beraberinde. O yüzdendir ki hala yıkıntıları, dümdüz arazileri birbirimize gösterip mekanlar ve anılar hakkında konuşmaya devam ediyoruz. Unutma korkusu karşında deneyebileceğimiz şeylerden biri kolektif bellek oluşturmaya çalışmak aslında. Bireysel olarak anılarımızı, kente dair oluşturduğumuz sembollerimizi, ritüellerimizi kısacası inşa etmiş olduğumuz bir arada yaşamı şimdi daha da sağduyulu bir şekilde yeniden bir araya getirmeye ve kamusal olarak erişilebilir kılmaya ihtiyacımız var. Depremden önce bu kenti ziyaret etmiş olanlar, kentin kendine özgü çok kültürlü sesine ve neşesine şahit olmuştur. Şimdi yasımız kucağımızda yeniden “birlikte” deneyerek bu kentin neşesini ve umudunu uyandırmanın vaktidir. [1] Kavafis, Konstantinos Petrou, Şehir [2] Hikmet, Nazım, Masalların Masalı

  • Deprem sonrası ‘ev’imi düşünmek, Antakya’yı hayal etmek

    6 şubat yaklaştıkça kalbimdeki ağırlık kendini hissettirmeye başlıyor, Antakya kelimesini duyunca bile gözlerim doluyor çoğu zaman. Bir yıl geçse de evin yıkılsa da sürekli sokağına gidip enkazı kalkmış evlerin arasından kendi evini bulmaya çalışıp arazilere bakıp deprem öncesindeki anılarını düşünüyor çoğumuz. Anılarını düşünmenin verdiği o sıcaklık tüm bedenini sarıyor. Sokakta oyun oynayan çocuklar, sohbet eden komşuların geliyor gözüne bir bir. Depremden sonra birçok insan gibi ben ve ailem de şehir şehir yer değiştirdik ama konteynerda ailemle süvari Antakya kahvemi yapıp televizyon izlediğimde altı ay aradan sonra ilk defa evimde gibi hissettim. Ve evimdeymiş gibi hissetmeyi ne kadar özlediğimi o an iliklerime kadar hissetim. Veya evime "eski ev" dediğim o ilk andaki şaşkınlığımla birlikte kabullenmişliğimi. Peki ev dediğin yer dört duvarlı, bahçeli, güvenli bir yer midir? Duvarı da bahçesi de olmasına gerek yokmuş aslında. Sevdiklerin yanındaysa eğer bir çadır da konteyner da evin oluyormuş aslında. Bazen eski günler geliyor aklına, yüzünde buruk bir tebessümle. Bahçendeki kırmızılaşmaya başlamış yeşil domatesler yerini kuru otlara bırakır deprem sonrasında, seni görünce koşa koşa gelen yirmi kediden sadece birkaçı kalır. Sokağın başından evine gidene kadar selam verdiğin, sohbet ettiğin komşularının yokluğu canını sıkar. Yıkılan okulunun önünden geçerken arkadaşlarınla attığın kahkahalar yükselir yıkılan duvarların altında, tenefüste arkadaşlarınla bahçede hoşlandığın çocuğun arkasında gezdiğin anılar duvarların arasında el sallar sanki sana. Dershane çıkışı koşa koşa çıkıp soluğu eski Antakya sokaklarında aldığın günler selam verir, köprüde sağanak yağmur altında dolmuş beklediğin günler. Armutlu'dan Sümerler'e oradan da köprüye yürürken eski zamanlar canlanır gözünde aklına kulağında müzik çalarken. Antakya'yı her anlatışında minik bir tebessüm belirdiğinde yüzünde anlarsın ne kadar sevdiğini ve özlediğini. Biz bir geceyi çok korkunç bir şekilde yaşadık. Hiçbirimiz hazır değildi, bize seçme hakkı verilmedi. Günlerce su içmedik, yemek yemedik, sağanak yağmurun altında ıslandık, ayaklarımız korkudan ve soğuktan buz kesti, bazımız enkazdan çıktı. Günler sonra içtiğim suyun ferahlığını hala dün gibi hatırlıyorum. Ev gider mahalle gider de koca bir şehir gider mi? Bütün hayatını geçirdiğin evini, sokağını yıkılmayan tek tük evlerden anlarsın. O tüm tanıdık sokağı tanıyamaz olursun da kalbindeki sızıdan yutkunamazsın bile. Ama bir yandan da bir umut, yine olacak evimiz, tüm o sokak lambaları yanacak, kediler mangal başında bitecek, bahçende ektiğin rokaları toplayacak, balkonda çökeleklerin, yeşilliklerin, humusun, biberli ekmeklerin olduğu bir sofra kuracaksın, tüm aileni çağırıp bunun keyfini süreceksin;  asma yaprakları evinin penceresini kaplayacak, üzümünü yediğinde yüzünü ekşittirecek kadar ekşi olacak, zeytin ağacın çok az meyve verse de sulamaya devam edeceksiniz yine. Evden sıkılıp dışarı soluklanmak için çıktığında hele de bir yaz gecesiyse balkonlardan çatal bıçak sesleri yükselecek, rakı kadehlerinin tokuşturma sesleri gelecek kulağına. Köprüye gittiğinde acaba döner mi, kebap mı, tepside et mi yesem diye düşünecek, eski Antakya sokaklarını gezerken her yürüdüğünde olan o hayranlık duygusunu tekrardan yaşayacak, illa tanıdık birini göreceksin. Mangal yaktıktan sonra Antakya kahvesini mangalda pişirecek süvari bardaklara koyacaksın ardından künefeyi közde usul usul pişmeye bırakacaksın. Kalbimiz ve ruhumuz ne kadar buruk olsa da tekrar yapacağız bunları, yine Antakya'yı karış karış gezip sevdiklerimizle vakit geçireceğiz. Ve en önemlisi de hep birlikte tekrardan inşa edeceğiz Antakya'yı.

  • Yeni Yaşamın İlk Günü

    Editorial Not: Bu yazı deprem gününe dair detaylı anlatımlar içermektedir ve bazı okuyucularımız için tetikleyici olabilir. Distopya toplumların olumsuz, baskıcı ve otoriter bir sistem altında yaşamaları olarak tanımlanır. Genellikle çoğumuzun bu tanıma aşinalığı George Orwell'ın 1984 adlı kitabındandır. Çoğumuzun okuduğu bu kitapta distopik dünyanın içindeki yaşamın nasıl olduğuna dair bir anlatı mevcuttur. Kitapların yanı sıra günümüz dünyasında da distopik dünya yaratma dizi ve filmler için bir konu haline gelmiştir. Tıpkı 6 şubat tarihine girdiğimiz saatler de izlemeye başladığımız, o günlerin popüler dizisi Sıcak Kafa gibi. İzlemeye başladığımız dizinin distopik dünyasının ilgi çekiciliği biz ardı ardına bölümleri izlemeye itiyordu. Dizinin beşinci bölümüne geldiğimizde saat sabahın dördünü geçiyordu. Kendimizi bölümün akışına bırakalı dakikalar olmuştu ki bulunduğumuz dairenin yavaşça titremeye başladığını hissettik. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak son günlerde sıkça yaşamaya başladığımız hafif bir deprem olduğunu varsaydık. Ancak tahminimizde yanılmıştık. Sallantı gittikçe şiddetini artırmaya başladı. Evin eşyaları sarsıntının şiddetiyle birbirine çarparak yüksek sesler çıkarıp yerlere düşüyordu. Sarsıntının şiddetiyle bulunduğumuz koltuklardan savrulup kendimizi yerde bulduk. Olduğumuz yerde sağa sola savruluyorduk. Elektriğin kesilmesiyle birlikte içinde bulunduğumuz durumun korku ve tedirginlik derecesi giderek artıyordu. Dakikalar önce izlediğimiz distopya örneği olan televizyon ekranı önümüze düşerek bize yaşayacağımız distopyadan daha kötü günlerin habercisi oldu. Olduğumuz yerde dairenin içinden yükselen çığlıklar eşliğinde sağa sola savrularak çaresizce bekledik. Sarsıntının bir süre etkisini azaltmasıyla birlikte dairenin üst katında bulunan ve en az eşyalı odaya sığındık. Alanın en uygun yerinde kendimizce bir yaşam üçgeni oluşturduk. Çaresizlik içinde bir çözüm aramaya çalışıyorduk. Ancak depremin çözüm bulmamıza fırsat vermesi pek mümkün değildi. Olduğumuz binanın son katındaydık. Sarsıntı bizi sağdan sola savurmaktan vazgeçmiş, binanın altından başlayarak yukarı doğru şiddetini artırıyordu. Ne düşüneceğimizi, ne diyeceğimizi bilmeden ölümün bize sunduğu gösteride yerimizi almıştık. Çaresizce önümüzde sunulan rolün süresinin bitmesini bekledik. Bu süre ya sonsuza kadar sürüp noktalanacaktı ya da bize sunulan distopyada yeni bir başlangıç yapacaktık. Zaman kavramının kaybolduğu süreden sonra binamız çökmedi ve biz hala hayattaydık. Fırsat bulduğumuzda yere düşen eşyalara aldırış etmeden çıkışa doğru ilerledik. Acele etmemiz gerekiyordu, ancak merdivenlerden inerken de çökme riskine karşı dikkat etmemiz gerekiyordu. Hızlı bir şekilde ilerlerken dikkati göz ardı etmeden çıkışa doğru yöneldik. Binanın dışına çıktığımızda karşılaştığımız zifiri karanlık ve bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, tabirinin üzerinde bir yağmur oldu. Karanlığın içinde sadece bağırışlar, çığlıklar vardı. Yağan yağmur ile sırılsıklam olmuştuk. Tanımadığımız ama dakikalar önce aynı kaderi paylaştığımız birinin arabasına sığındık. Herkes şok içinde ne yaşadığını idrak etmeye çalışıyordu. Dakikalar sonra tanıdıklarımızdan haber almak için uğraşmaya başladık. Şebeke ağlarının böylesi bir durumda kaynaklanan yetersizliğinden dolayı aramalarımız havada asılı kalıyor, ulaşabildiklerimizle de boğuk boğuk gelen seslerden durumlarını anlamaya çalışıyorduk. Gün aydınlanana kadar o aracın içinde beklemek zorundaydık. Yağan yağmur dışarda durmaya, adım atmaya izin vermiyordu. Yağmur sanki depremin yardımcısı gibi hareket edip insanların çaresizliğini ve felaketin şiddetini arttırıyordu. Günün aydınlanmasını beklediğimiz sürede zaman mefhumu ortadan kalkmış, dakikalar geçmiyordu. Hayatımızda geçirdiğimiz en uzun saatlerin ardından gün aydınlanmıştı. Yakın olduğumuz ve tanıdığımız insanların evlerine doğru yola çıktık. Karşılaştığımız manzaralar, durumun ne kadar vahim olduğunu bir anda gösterdi. Yıkılan binaların yanında insanlar içerde birilerinin olduğunu ve enkazların altından sesler geldiğini söyleyip, yardım çığlıkları atıyorlardı. Çaresizliğin ne demek olduğunu yaşayarak öğreniyorduk. Kimsenin yardım etme gibi bir durumu olamazdı. Artçılar devam ediyordu ve enkazın altına girmek risk teşkil ediyordu. Çoğu enkazın ise insan eli ile de çıkarılması imkansız görünüyordu. İlerledikçe ağlayışların ve feryatların sesi daha da yükseliyordu. İnsanlar enkazın altında kalan tanıdıklarını ölümün pençesine kaptırmamak için dışardan onlara umutla sesleniyorlardı. Bazı yıkılmış binalardan ise cesetler, kopuk uzuvlar görülüyordu. Yıkılan binaların yanında ilerledikçe içlerinden boğuk boğuk yardım sesleri artıyordu. Yardım edememenin ve o dakika yaşamanın bedelini ödemeye başlamıştık. Hayatta kalmanın sevinci değil, çaresizlik içinde yaşadığımız yaşama utancı vardı üstümüzde. Bir annenin yanımıza doğru geldiğini fark ettik. Çocuğunun enkazın altında mahsur kaldığını ve ayağına bir demir parçasının saplandığını ağlayarak hızlı bir şekilde anlatıyordu. Bir annenin evladı için yaptığı yakarış, bizim çaresizliğimiz ve yardım edemeyişimiz arasında kayboluyordu. Annenin feryatları, vicdanımızı ve insanlığımızı sorgulamamıza sebep oluyordu. Bu distopyada, acı içinde utanmamıza ve insanlığımızdan tiksinmemize yol açan yakarışları unutulmayacak bir şekilde hatırlayacağız. Sokakların arasında devam ederken, insanlar yardım çığlıklarını yükseltmeye başlamış ve ihtiyaçlarını karşılamak için enkazların altında kalan markete vb. yerlere doğru yönelmişlerdi. Panik ve tedirginlik içinde, bilincinde olmadan bir şeyler kapıp alıyorlardı. Saatler geçmiş olmasına rağmen, hala hiçbir yardım gelmemişti. Ağlar çökmüş, iletişim bağlantıları kopmuştu. Bir şehir kendi kaderine bırakılmış ve kendi kendine çare üretmeye çalışıyordu. Ancak tahribatın etkisi çok büyük olduğundan, üretilen çözümler anlamsız kalıyordu. İnsanlar risk alarak enkazlara girip genellikle cansız bedenleri çıkarıyorlardı. Sokakta yaralanan insanlar ve ceset sayıları artmaya devam ediyordu. Havaların soğuk olması nedeniyle, güvenli sayılan alanlarda biraz ısınabilmek için ateşler yakılıyordu. Enkazın altında kalanlar için bir nebze ısınma imkanı yoktu; üzerlerine binen yükün yanı sıra soğuk havanın da etkisiyle yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu - tıpkı bizim yaşamak için mücadele ettiğimiz gibi. Şehir merkezinden köyde bulunan evimize doğru dönerken çökmüş binaları ve şehrin yok oluşu daha belirgin şekilde anlaşılıyordu. Yolun karmaşasında, trafikteki araçların panik halinden sadece korku hissediliyordu. Yaşanan o hengâme, yaşanan o dakikalar gözlerimizin önünden gitmiyordu. Artık yeni bir dünyanın kapısındayız. İçerde insanlar kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için barakalarda, sokaklarda kalmaya başlıyorlar. Isınmak için kullanılan modern araçların yerini şimdi zorla bulunan battaniyeler aldı. Çeşit çeşit yapılan yemeklerin ne kadar müsrif olduğu bulunup yenilen bir kuru ekmekle anlaşılıyor. Maddiyatı elinde bir güç halinde bulunduran insanların çaresizliği uzatılan yardım kolilerine açtıkları elleri ile artık anlaşılıyordu. Yaşanan felaket herkesi aynı konuma indirgemişti. Ancak insanların egosu bundan ders almıyor herkes kendi çıkarını ve hayatta kalmak için her yolun mübah olabileceğini düşünüyordu. İnsanların hala enkaz altında olduğu ve bir yaşam savaşı verilirken yapılan gıda stokları bunun göstergesiydi. Kayıp giden onca şeye rağmen insanın aç gözlülüğü bu distopyaya gayet yakışıyordu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir distopyadayız. Yaşamanın ağırlığını her an hissediyoruz. Distopyadan içeri adım attık. Şimdi hayatta olmak bizim için sadece nefes alıp vermekten ibaret. Yaşanan ilk günün ardından yaşamak daha ağırlarına katlanmak ve ölümün basitliğine alışmak olmuştu bizim için... Öne çıkan görsel: Doruk Aksel Anıl / Pexels

  • Depremin 1. Yılında Antakya’ya dair bir değerlendirme

    Yaşadığımız felaketin üzerinden tam bir yıl geçti. On binlerce insanımızı yitirdik, evlerimiz, işyerlerimiz, ibadethanelerimiz, şehirlerimiz yıkıldı. Artık anılarımızda kalan şehrimiz, çocukluğumuz, yaşadığımız her an hala molozlar altında. Geçen bir yıl içinde depremin en ağır tahribata yol açtığı Hatay’da bazı enkazların kaldırılması dışında hiçbir ciddi iş yapılmadı. Antakya hala enkaz halinde ve bu gidişle daha uzun süre öyle kalacak. Sanki bütün bunlar hala kaybettiklerinin yasını tutan Antakya ve çevresine daha fazla acı çektirmek için planlandı adeta. Hala temiz suyumuz yok, hala çadır-barakadan bozma konteynerlerde yaşıyoruz. Çocuklarımız hala yıkıntıların arasından okullarına gidiyor, hala tehlike saçan yüzlerce yapı bölgenin sokaklarında yıkılmayı bekliyor. Hala ciğerlerimiz asbest soluyor. Depremin yaşandığı ilk günlerde yetersiz arama-kurtarma faaliyetlerinden ulaştırılamayan yardımlara kadar nereden tutsak elimizde kalıyor. Koca felaketin sorumluları olarak birkaç müteahhit dışında kimseye soruşturma dahi açılmadı. Her geçen büyüyen sorunlara dair hiç kimse sorumluluk alarak istifa etmedi. Depremin yaşandığı günden bu yana her türlü acıyı yaşayan bölge halkı yaşanan belirsizliklerden artık çok yoruldu. Hala evini nasıl, kimin yapacağını bilmeyen halka net bir açıklama bile yapılmadı. Özellikle Antakya’da ve Samandağ’da ilan edilen rezerv alanlarıyla mağduriyetleri artan bölge halkı on yıllardır yaşadığı mahallelerini terk etmeye zorlanıyor. Zira insanların hayatını kurduğu, kültürünü yaşattığı mahallelerin rezerv alan ilan edilmesi bölgenin kozmopolit yapısı için de büyük tehlike yaratıyor. Antakya ve çevresindeki Ortodokslar kırılma noktasında! 11 ili etkileyen depremin bilançosu herkes için gerçekten çok ağırdı. Peki bu ağırlık toplumu oluşturan herkes için aynı değil elbette. Alt sınıfların yanı sıra, birçok açıdan daha kırılgan olan azınlık toplumları bu tür felaketlerden çok daha fazla etkilendiler. Depremde 57 insanını kaybeden Antakyalı Ortodokslar şu anda çok zor şartlar altında bölgede kalma mücadelesi yürütüyor. Antakya’da nüfusu 20 aileye düşen Ortodoksların büyük çoğunluğu artık çevre ilçelerde ve şehirlerde yaşıyor. Samandağ’da da yıkımın ve ekonomik zorlukların etkisiyle birçok aile göç etmek zorunda kaldı. İskenderun, Arsuz ve Altınözü’nde de özellikle Ortodoks gençler için aynı sorun söz konusu. Bin yıllardır bu bölgede yaşayan Ortodoks toplumu artık bir kırılmanın eşiğinde. Deprem öncesinde de yaşanan ekonomik ve siyasi nedenlerle büyükşehirlere ve yurt dışına sürekli göç veren Ortodokslar depremde yaşanan ağır yıkımdan sonra hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bu toprakların her parçasında etkisi olan bu toplumu, gerekli önlemler alınmazsa bu topraklardan bir süre sonra silinecek. Bu bahiste, vakıflarımızın artık toplumumuzla ilgili çok daha etkin bir şekilde çalışması gerektiğini düşünüyoruz. Deprem döneminde süreci çok doğru yönetemeyen vakıfların öncelikle göç edenlerin geri dönüşünü hızlandıracak çalışmalar yapması gerekiyor. İnsanların depremden önce yaşadıkları şehirlere geri dönmesi için dayanışma etkinlikleri düzenlenmesi, iş ihtiyaçlarıyla ilgili gerekli adımların alınması, tarım ve gıda üretim alanları için kooperatif tarzı çalışmaların yapılması toplumumuzun geri dönüşünü ve bölgede kalmasına yardımcı olacaktır. Ayrıca kiliselerimizin yeniden yapılması ve onarılması için gerekli kaynağın sağlanması için de hem yurt içinden hem yurt dışından gerekli fonların sağlanması gerekiyor. Tüm bu sorunlar üst üste yığılırken bu sorunları tek başına toplumumuzun aşma şansı yoktur. Antakya ve çevresindeki Ortodoks ve tüm diğer azınlık gruplarının geleceği için dayanışmayı artırmalıyız. Kaybolacak olan sadece insanlar değil aynı zamanda bin yıllara sığmayan kültürlerdir. On binlerce insanımızı kaybettiğimiz bu felaket hafızalarımızdan uzun süre silinmeyecek. Hafızamızdaki bu yaranın kültürlerimizin kaybolmasıyla büyümesine izin vermeyelim.

  • Antakya: Bir yerleşme - yersizleşme öyküsü

    23 Temmuz 2016 gece saat 02:30 suları Elimde iki koca valizle eski bir kapının önünde kapının açılmasını bekliyorum. Ardında nasıl bir yer olduğunu bilmediğim kapıya ironik bir şekilde çok ses olmasın diye ürkekçe vururken bir yandan da sesini duyurmaya çalışıyorum. Diğer yandan da günler öncesinden konuşup geleceğimi haber verdiğim Melek’i arıyorum. Sola dönüp ilerde duran taksiciye elimle git sen git yapıyorum. Şoför arabadan inip yanıma geliyor. - Geleceğini biliyorlar mıydı? - Biliyorlar abi. Açarlar birazdan. Sen git bekleme. - Olmaz. Bu saatte seni burda bırakır mıyım hiç. Nihayet açılan kapıdan Barbara’nın misafirhanesine girmemle aslında evim olacak bir şehre yerleşmiş oldum. Antakya’da gün Fairuz ile doğar. Şehir size bir rutin oluşturma konforu sunar, trafik, kalabalık ve gürültü ile sizi yormaz. Sadece buraya gelmeyi isteyenlerin geldiği, başka bir şehre geçerken yol uğrağı olmayan bu şehirde her girdiğiniz yerden ehlen ve sehlen (hoşgeldiniz) diye uğurlanırsınız. Kasım 2016 İki arkadaşımla Samandağ’daki Antakya Film Festivali gösteriminden dönmüşüz Antakya Evi’ne doğru Güllü Bahçe’den iniyoruz. Yürürken önünden geçtiğimiz yerden bir müzik sesi duyuyoruz. Yüzümüzü cama yaslayıp içeri bakmamız üzerine içerden biri bizi fark ediyor ve yarı mozaik camlı ahşap kapıyı açıyor. Kaç gündüzü muhabbetle ve türkülerle bağlayıp geceye devirdik, batınilikten girip kara delikten çıkıp bir insan ömrünü neye vermeli dedik bilmem ama dünyanın bir ucundan gelmiş backpacker’lar için bir hostelden çok öte olan Antakya’nın ilk ve tek hosteli Fi, biz müdavimler için bir yuva olmuştu. “Annecim Antakya’da bizim başımıza bir fenalık gelse gelse depremden gelir” İş çıkışı Kurtuluş Caddesi’nden yürüyüp baklamı yer, Mahal’e kapıdan selam verip No11’in terasında seyrederdim etrafı. Her 8 Mart, 25 Kasım eylemlerimiz sonrası Mor Dayanışma olarak soluğu adı gibi her daim bize ev sahipliği yapan Ehliddar’da alırdık. Dışarda geçen neredeyse her akşam Mansuroğlu’nda biterdi, bitmeliydi. Eve dönerken tam Kışlasaray’ın köşesindeki yasemin kokusunu ciğerlerime doldurduğum bir dakikalık saygı duruşu ile Sevgi Parkı’nın içinden geçerek eve varırdım. “Bir kenti sevdim dedim benim olsun demedim ki. Sevdim dedimse akşam kızıllığını, Gönlüm gibi akıp giden şu çayı, Şu ormanı, şu denizi, şu dağı Benim olsun demedim ki.” Demedim ama benim oldu. Gören herkesi etkileyen, çok sevmek için bir kere görmenin yettiği cazibesinin ötesinde hani tüm yara, bereleri, salaşlığı, belediyelerin bize reva görmesine söve söve yürüdüğüm, her yağmurda göle dönen köstebek yuvası çukurlu sokaklarını, bir var bir yok elektriğini ve beyin hücrelerimizi uyuşturan Asi’nin kokusu ile sevdim. O Asi ki ters akar ama sakince dinler dertlerimizi. Boğmanın bana verdiği cürretle bir dağa – Cebel-i Akra’ya aşık oldum. Nadir rastlanır güzellikte denize batan gün bile söndüremedi bu aşkı. Bir denize ne kadar uzun bakılabilirse baktım yaz, kış. Dalıp gittiğim için Antakya’ya dönüş otobüsünü kaçırdığımda Kel Sabit’ten muhakkak bir başka keyif eden Antakya yolcusu ile dönebildim. Ne zaman ki ağız sulandırırcasına anlattığım Antakya hayatıma bir arkadaşım kalkıp gelse götüreceğim tartışmasız iki yer için de yorumum nettir. İstersen kahvaltı istersen de meze gömmeye gidelim fark etmez.  Vadi Geyik ve Çapa asla şaşırtmaz.  Oturduğum her bir sofra için ayrı ayrı şükrediyorum. Tam gün batımı keyfi sırasında kitapsızca saldıran sivrisineklerin döktüğü kan ve kayalıklarında kırdığım ayak parmağımın lafını etmeye bile değmeyecek Meydan koylarına uzun uzun baktığım her bir ana şükürler olsun. Öyle çok şey var ki hangi birini anlatsam… Bir dönem Suriye sınırındaki harekâtlar zamanı annem benim için endişe etmeye başlamıştı. Ben de güvende olduğumu kendi gözleri ile görmesi için onu Antakya’ya çağırdım. Samandağ’a gezmeye gittiğimizde arkadaşım anneme “şu dağların arkası Suriye teyzecim” demiş. Ertesi günü sabah Sümerler’deki evimin balkonunda kahvaltı yaparken annem “bu evden taşın sen” dedi. “Neden anne?” diye sorunca “E bu dağların arkası Suriye’ymiş Allah korusun bir operasyon bir şey olduğunda direkt karşın” dedi. Annem her gördüğü dağdan endişe ederken ona dediğim tek şey “Annecim Antakya’da bizim başımıza bir fenalık gelse gelse depremden gelir”. 04:17 6 Şubat depreminde Gaziantep’teydim. Bize dakikalar gibi gelen sarsıntılar bittikten sonra geçebildiğimiz güvenli alanda açık televizyonda saatlerce adı bile geçmeyen Antakya’da neler olduğunu, zar zor ulaşabildiğim arkadaşlarımdan öğrendikçe endişelerim artıyordu. Haber alamadıklarıma duyduğum merak ulaşabildiklerime duyduğum şükür hissine ağır basıyordu. Saatler geçmesine rağmen iyi olduklarına dair haber alamadığım iki dostum için eğer herkesin ömründe bir mucize isteme hakkı varsa onların hayatta ve sağlıklı olmaları için kullandım benimkini. 6 Şubat’a gün adeta hiç doğmadı. O gece haber almaya çalıştığım insanların ikisinden beklediğim cevap hiç gelmedi. Hatice Can tıpkı 99 Depremi’nde kaybettiğim babaannem gibi deprem dışında onu hiçbir şeyin yıkamayacağı bir kadındı. Tanıdığım en güçlü, zehir gibi hafızaya sahip, haksızlıklara karşı dimdik mücadele eden, insan hakları savunucusu, feminist, eş, nene, anne, Hatice Hocamız hayat arkadaşı müthiş insan Mithat Abimizle aramızdan ayrıldı. Farklı Yaşam Rende Sitesi’nde kreş yapmak için kaçak şekilde kolon kesmeleri sebebiyle çöken bloktan müdürüm sevgili Myra’yı günler sonrasında çıkarabildiler. Ekibin en genci Faruk ve zamanında Suriye’deki çatışmalardan kaçıp Türkiye’ye sığınmış Hasan’ı da kurtarmak mümkün olmadı. Ekibe daha 6 ay önce katılmış, avukat sevgili Tamer’den ise ne iyi ne kötü haber geldi. Rönesans Sitesi’ndeki kayıp 52 candan biri hala. Kayıplarımız ve acımız saymakla bitmeyecek denli büyük. Ailesi Katolik Kilisesi’nin orda yaşayan bir arkadaşıma deprem sonrası “sen iyi misin, ailen iyi mi?” diye sorduğumda bana “çekirdek ailem iyi ama akrabalarım, komşularımız o kadar çok insanı kaybettik ki ben şimdi nasıl diyeyim ailem iyi diye” dedi. Bu soruyu sormayı o gün bıraktım. Antakya evimizdi ve kaybettiklerimizin hepsi ailedendi. Depremin hemen ardından 6 Şubat’tan bu yana bir an yok ki o gece Antakya’da olmadığıma, hemen oraya gitmediğime pişmanlık duymayayım. Orda olmadığım her dakikam orda olanları öğrenmeye, neler yapabileceğimize aitti. Antakya’dan olmayan kimseyle görüşmek, konuşmak içimden gelmiyordu. Hayatın sanki böyle büyük bir felaket hiç yaşanmamış gibi normal seyrinde akabilmesinden müthiş rahatsız oluyordum. Büyükçat merkezli depremin hemen ertesi günü gittiğimde Samandağ merkez adeta savaş ortamıydı. Dostluğun, dayanışma ve örgütlenmenin gücünü hissettiğim, doğmadığım ama doyduğum, dünyada en iyi bildiğim ve sevdiğim şehrin bir gecede toz duman olmasını kabullenmekte çok zorlandım. Geçtiğimiz kapkaranlık yollardan nereye gittiğimizi anlamamız çok zordu. Samandağ’da Pazar yerine, Bedi Sabuncu’ya, Harbiye’ye, Sevgi Parkı’na kurulan, diğer deprem illerinin hiçbirinde rastlamadığım dayanışma çadırları bu kentin ruhuydu işte. Gezi zamanı direnişin ismi olmuş Armutlu’nun dar sokakları moloz yığınları ile kaplıydı artık. Kalan duvarların da üzerinde Geri Döneceğiz yazıyordu. Gören herkesin bu deprem değil adeta savaş, patlamalar sonrası hal gibi dediği Antakya için, yıllarca savaştan, çatışmalardan dolayı vatanından ayrı düşmüş insanlar için Fairuz’un söylediği hasret şarkıları artık daha derinden anlamını buldu. “Döneceğiz ey aşk, döneceğiz. Ey gariplerin çiçeği Aşkın evine, aşkın ateşine Döneceğiz. Gidiyoruz deriz fakat dönüyor oluruz. Aşkın evine doğru, hiçbir şey bilmeksizin” “Ma rıhna nıhna hon – Gitmedik buradayız!” Hatırı sayılır sayıda Antakyalı ise zaten hiç gitmedi. Depremden bu yana bir gün bile şehir dışına çıkmamış tanıdıklarım var, özellikle de Samandağ’ın köylerinde yaşayan aileler hem başka yerde bir yaşam ihtimalini bile düşünemediklerinden hem de evlerini, bahçelerini, hayvanlarını bırakamayacakları için hiç gitmediler. Pek çoklarının önemli bir endişesi orada bulunanların bile ellerinden tarlaları, evleri alınırken bir de gidenlerin başına neler gelmezdi ki. Ve “Antakya hayalet şehre döndü, kimse kalmadı” açıklamalarında bulunarak elektrik, altyapı, ulaşım, çöp toplama gibi en temel hizmetlerin bile sağlanmamasını normalleştirenlere inat Antakya halkı haykırdı: “Ma rıhna nıhna hon – Gitmedik buradayız!” Bir binada pencere önündeki saksı dururken hemen yanındaki binanın adeta erimiş olduğunu kabul etmek hepimiz için çok zordu. Bizi böyle darma duman eden, yıkıp geçen deprem değil gözünü rant hırsı bürümüş müteahhitler, buna göz yuman belediyenin ve bürokratların olduğunu 99 Depreminden sonra yeniden çok acı şekilde yaşamış olduk. Anadolu’da meydana gelen en büyük depremlerden her seferinde nasibini almış Antakya’nın yeniden inşası için şehrin hem topoğrafyası hem kültürel hem de demografik yapısı göz önünde bulundurulmalı. Mesele sadece bir konut problemi olmadığı için bu felaketin yarattıklarının üstesinden bir an evvel toplu konutları bitirmekle gelinmez. Halkların hassasiyetleri, ihtiyaçları, doğa koşulları, kültürel yapıya rağmen değil bilakis tüm bunları ince eleyip sık dokuyarak, yerel dernekler, sivil inisiyatifler ve uzman bilim adamlarının işbirliğinde Antakya’yı yeniden inşa edebiliriz. Umudumuzu kaybedemeyiz, bu artık aramızda olmayan sevdiklerimize, güzel anılarımıza, bu şehrin tarihine ve geleceğine büyük bir kötülük olur. Depremin etkilerini unutmadan ama Antakya’yı depremsiz hatıralarımızla diri tutabiliriz. Matthew Schultz “bir kent, en iyimser yorumla ortak bir düş, en kötümser yorumlaysa ortak bir kabustur” der, Antakya bizim için her zaman güzel bir hayalden ötesi olacak. “Mevlam köyüne getirdi seni Uzun bir ayrılık sonra geldin bana Dönüşünle mutlulukla doldum tekrar Seni o kadar özledim ki, sonlardır acılarımı Uzun bir ayrılıktan sonra kavuştuk ve kalbim mutlu yine”

  • Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra (II. Bölüm)

    Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı ve üç kısımdan oluşan bu yazının dün yayınlanan ilk kısmında, depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri incelenmişti. Bugün yayınlanan ikinci kısımda, depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak okunuyor ve okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediliyor. Bugünden Sonraya: Öğrenmeye direnme ve “neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığı 6 Şubat 2023 tarihinde, Türkiye’nin yakın tarihinde etkisi açısından bir benzerini en son 17 Ağustos 1999 tarihinde gördüğümüz ölçekte bir deprem, ya da uzmanların söylemini ödünç alarak, bir “deprem fırtınası” gerçekleşti. İvmesinin büyüklüğü nedeniyle -merkez üssü olan Kahramanmaraş’tan çok- Hatay ve Antakya ile dünya ölçeğinde büyük bir yankı bulan depremlerden sonra geçici dönemin asgari koşullarını kendi olanaklarıyla sağlamaya çalışan yerel halk, bu defa da 20 Şubat 2023 tarihinde, Hatay merkezli depremleri yaşadı. Depremden sonra yapılması gerekenlere dair bugüne kadar yazılmış çok sayıda yazı, anlatılmış çok sayıda yöntem var. Antakya’da 6 Şubat’tan itibaren izlediğimiz süreç ise, bir tür “öğrenmeye direnme ısrarı”nı ve neredeyse her gün farklı bir nedenle karşımıza çıkan “aslında neler yapılabilirdi?” sorusunu hatırlatıyor. Depremden bugüne kadar olması gerektiğine inandığım (ve olmadığına şahit olduğum) süreçleri ve (olmaması gerekirken, maalesef) olanları, Antakya üzerinden anlatacağım. - barınma, geçici barınma ve göç - Depremden sonra ilk yapılması gerekenin, hayatta kalanların hiç vakit kaybetmeden dikkatli ve kapsamlı, uygun tekniklerle yapılan arama-kurtarma çalışmalarıyla en kısa sürede enkazdan kurtarılması olduğu konusunda bir uzlaşı var; bu adım pek çok anlamda “hayati” önem taşıyor. Devamında ve hızı hiç düşürmeden, hayatta kalanların konaklayabileceği sağlıklı, güvenli, hijyenik barınma alanlarının oluşturulması gerekiyor. Bu erken dönemin geçici barınma alanları için çadır ve konteynerin uygun çözümler olacağı anlatılıyor. Bu sırada ana ulaşım bağlantılarının -acil hastane erişimi ve akut yardımların taşınabilmesi için- en hızlı şekilde açılması, sağlık sisteminin bütün asgari sağlık hizmetlerini karşılayacak nitelikte tesis edilmesi büyük bir önem taşıyor. Bu erken (en fazla iki haftalık) dönemin ardından kentin merkezinde, başka bir deyişle nüfusun yoğunlaştığı yerlerde (Antakya için kentin merkezi, yıkımın en çok olduğu yere karşılık geliyor) yerel halkın enkaz kaldırma süreçlerinde halk sağlığı açısından oluşabilecek olumsuz etkilerden korunabilmesi için, kentin çeperinde -daha uzun süre kullanılmak üzere- nitelikli geçici barınma alanlarının oluşturulması gerekiyor. Bu alanların oluşturulmasında, konteyner ve çadıra kıyasla daha dayanıklı olan ve yaşanabilir koşullar sunduğu kabul edilen prefabrik konutların, zorunlu hâllerde ise konteynerlerin tercih edilmesi öneriliyor. Geçici barınma alanlarının tasarlanmasında, yerel halkın gündelik hayatının bileşenlerini oluşturan sosyal donatı alanları, eğitim ve sağlık tesisleri, farklı işlevlerde müşterek mekânlar, ortak üretim ve toplanma alanlarının da oluşturulması gerekiyor. Antakya’da Şubat ayından bugüne kadar izlediğimiz süreçte ise, burada anlattığım “yapılması gereken”lerin yapıldığına maalesef pek rastlamıyoruz. Aynı süre içinde, “yapılmaması gereken”ler olarak tarif edilen uygulamalar ise, adım adım gerçekleşiyor. Aralık ayının sonuna yaklaşırken geçici barınma alanları açısından çadır, konteyner ve pek yoğun olmasa da prefabrik konutların yanı sıra; önceden tarımsal üretim yaptığı serayı geçici barınma alanına çeviren ve bu alanda birkaç aileyle birlikte yaşayan ya da başka bir seçeneği olmadığı için az/orta hasarlı konutuna yerleşmiş olan hatırı sayılır bir nüfus söz konusu. Yaşamını geçici barınma alanlarında sürdürmeye çalışan yerel halk, Antakya’da gündelik hayatının içinde kişisel güvenlik sorunlarıyla sıklıkla karşılaşıyor. Yerel halkın “güvenlik” gerekçeleriyle az/orta/yüksek hasarlı evinin içine girip alamadığı ev eşyaları, teknolojik ve maddi değeri yüksek eşyaları ve özel eşyaları (başka bir deyişle geçmişi), hırsızlar tarafından depremden bugüne kadar “defalarca” yağmalanıyor. Evi yıkılmış ya da oturulamaz hâle gelmiş insanların birkaç ay ertelenmiş olan su ve elektrik faturaları ise, daha fazla vakit kaybetmeden “adres”lerine gönderilmeye başlanıyor. Adreslerinin artık bir “ev”e karşılık gelmemesi ise, bu uygulama için bir sorun teşkil etmiyor. Geçici barınma alanlarının hâli böyleyken, Antakya’nın deprem öncesi yerleşik nüfusunun önemli bir bölümü de Adana, Mersin, Ankara, İzmir, Antalya ve İstanbul başta olmak üzere başka şehirlere taşınıyor. - planlama meselesi - Depremden sonra -yerel halk sağlıklı, güvenli ve hijyenik geçici barınma alanlarına taşındıktan sonra- hiç vakit kaybetmeden başlatılması gereken planlama çalışmalarının önemli bileşenlerini; güncel zemin mukavemeti, mikro bölgeleme ve yerleşilebilirlik analizleri başta olmak üzere fiziksel, sosyal, ekonomik ve doğal yapı analizlerinin yapılması, (şehir plancıları, sosyal bilimciler, yer bilimciler, inşaat mühendisleri, mimarlar, iktisatçılar, koruma uzmanları, farklı ölçeklerde tasarımcıların dahil olacağı) disiplinler arası bir sürecin tasarlanması oluşturuyor. Bu süreçte, depremden etkilenen kentlerde mülkiyetin el değiştirmesine neden olabilecek koşulların oluşmasına imkân verilmemesi en önemli adımlardan biri. Planlamanın bir bütünsellik içinde, planlama hiyerarşisini ve deprem başta olmak üzere afetlere dayanıklı şehirleri oluşturmayı amaç edinmesi, mutlaka planlama süreciyle uyumlu bir uygulama süreci olması gerektiği, tüm bilim çevrelerince kabul görmüş durumda. Antakya dahil olmak üzere deprem bölgesinde depremden bugüne kadar planlama açısından yapılanlar ise, mutlaka kayıt altına alınması gereken birçok yasal ve pratik adımı birden içeriyor. Giderek belirsizleşmekte olan planlama süreci, iç göçle farklı şehirlere gidenlerin Antakya’ya geri dönüşe, farklı nedenlerle ve değişen koşullarda burada kalmayı sürdürenlerin ise geleceğe dair tahayyüllerinin sürekli bir belirsizlik ve endişenin gölgesinde kalmasına neden oluyor. Planlama alanında Şubat ayından itibaren Antakya’da birbiriyle bazen sınırlar ve kurumlar açısından örtüşse de, genel bir değerlendirmeyle bütünsellikten uzak, oldukça parçalı bir durum söz konusu. Depremin hemen ardından, 9 Şubat 2023 tarihinde tüm deprem bölgesinde OHAL ilan ediliyor[i]. Mart ayı itibariyle Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı (ÇŞİDB) tarafından tüm deprem illerinde farklı mimarlık şirketlerinin görevlendirilmesi çerçevesinde Hatay’da görevlendirilen DB Mimarlık şirketi, Hatay Master Planı çalışmalarına başlıyor[ii]. Bu sırada 5 Nisan 2023 tarihinde Antakya’nın tarihi kentsel sit alanı, bu alanın kuzeyindeki arkeolojik sit alanının belli bir kısmı ile nehrin batısında, Köprübaşı’ndan Valigöbeği’ne kadar olan 307,6 ha büyüklüğündeki alan, 6306 sayılı yasa kapsamında “afet riskli alan” ilan ediliyor[iii]. Bu ilanla birlikte koruma alanında planlama ve imar faaliyetlerinin yetki ve sorumluluğunun Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan (KTB) ÇŞİDB’na geçmesini takiben, Mayıs ayında bu iki kurum arasında yapılan protokolle birlikte yetki ve sorumluluk tekrar KTB’na geçiyor[iv]. İki Bakanlık arasında bu protokolün yapılmasının ardından, afet riskli alan sınırını kapsayacak şekilde bir Antakya Koruma Amaçlı İmar Planı Revizyonu süreci başlıyor. KTB adına bu işi yapmak üzere Türkiye Tasarım Vakfı (TTV) görevlendiriliyor. KTB tarafından, TTV’nın bu çalışmayı Hatay Master Planı’nı yapmak üzere görevlendirilmiş olan DB Mimarlık ve Kentsel Yenileme Merkezi (KEYM) şirketleriyle birlikte yapacağı duyuruluyor[v]. DB Mimarlık’ın Hatay Master Planı ve Hatay’ın bazı ilçeleri için master plan çalışmaları; TTV, DB Mimarlık ve KEYM’in Antakya Koruma Amaçlı İmar Planı Revizyonu çalışmaları sürerken, deprem bölgesinde ilan edilmiş olan üç aylık OHAL dönemi sona eriyor. Böylece, depremden önce Hatay’ın bazı ilçeleri için yapılmış, onaylanmış, bazıları askıya çıkmış, bazılarıysa askıya çıkmak için bekleyen imar planlarının askı süreleri kaldığı yerden devam ediyor, ya da askı süresi başlıyor. Başka bir deyişle, o planlar yapıldıktan sonra Hatay’ın bütününde büyük bir yıkıcı etkiye, hasara sebep olan 6 Şubat ve 20 Şubat depremleri gerçekleşmemiş gibi bir uygulamayı izliyoruz. Üstelik bu süreçte Hatay’daki meslek odalarının söz konusu planlara yaptığı itirazlar, belediyeler tarafından oybirliğiyle reddediliyor[vi]. Eylül ayında TTV, DB Mimarlık ve KEYM, tarihi merkezin karşısında ÇŞİDB tarafından belirlenen (Köprübaşı’ndan Valigöbeği’ne kadar olan) 70 ha büyüklüğündeki pilot proje alanında, kalıcı konut alanı tasarımı sürecine başlıyor. Ekim ayı itibariyle kolektif biçimde bir araya gelen yerel mimarların oluşturduğu “Kentin Mimarları” ofisi dahil olmak üzere 16 ulusal ölçekli mimarlık ofisi ve üç uluslararası ekip, konut alanlarının tasarımı için çalışmaya başlıyor[vii]. Kasım ayına gelindiğinde, 6306 sayılı yasada “rezerv yapı alanı” tanımına dair bir değişiklik meydana geliyor[viii]. Bu değişikliği takiben 13 Kasım 2023’te Antakya’da, Asi Nehri’nin batı yakasında Cebrail Mahallesi’nden Akdeniz Mahallesi’ne kadar olan 207 ha büyüklüğünde bir alan, 6306 sayılı yasa kapsamında “rezerv yapı alanı” ilan ediliyor. Rezerv yapı alanı ilanıyla birlikte yerel halkta büyük bir “mülksüzleşme” endişesi baş gösteriyor[ix]. Konuya ilişkin muhalefet ise anlaşılması güç biçimde, yerel halk açısından mülksüzleşme riskinin bertaraf edilmesi yerine, bu sürece dahil olan mimarlara yöneltilen eleştiriler üzerinde yoğunlaşıyor. Bu açıdan özellikle rezerv yapı alanı açısından olası mülkiyet hakkı kayıplarına dair mücadele hattını “hibe ve kredi değil, bedelsiz konut istiyoruz” şeklinde ifade eden Hatay Akademik Meslek Odaları Koordinasyonu’nun (HAMOK) 1 Aralık 2023 tarihli basın açıklamasının[x] büyük önem taşıdığını ifade etmeliyim. Öte yandan, depremin hemen ardından “kalıcı konutlar”ın üretilmesi için görevlendirilen TOKİ’nin Hatay genelinde 33 ayrı noktada konut projelerini yapmaya başladığı biliniyor. Bu konut alanlarının biri de, Antakya kent merkezinin kuzey batısındaki Gülderen bölgesinde yer alıyor[xi]. Bu alanların yer seçimiyle, eş zamanlı olarak yapılmakta olan Hatay Master Planı’nın zaman zaman yapılan uzman ve halk toplantılarında anlatılan yaklaşımı arasında bir uyumdan bahsetmek ise, ne yazık ki mümkün görünmüyor. Bu süreçte Ulaştırma Bakanlığı, yer seçim kararı özellikle depremden sonra çokça eleştirilen Hatay Havalimanı’nın yerinde onarımı çalışmalarının Ekim ayında yapılan ihaleyi takiben başlayacağını duyuruyor[xii]. Hatay Havalimanı’nın yeri, ÇŞİDB’nın görevlendirdiği DB Mimarlık’ın hazırlamakta olduğu, Amik Gölü’nü ve Asi Nehri’nin doğal sistemini “yeniden canlandırma”nın amaçları arasında olduğu belirtilen Hatay Master Planı’nda henüz netleşmemişken üstelik. Bütün bunların dışında, kentin ve çeperlerdeki kırsal alanın önemli bir bölümünde bazıları resmi olarak tanımlanan, çoğunluğu “kendiliğinden” oluşan ve tamamına yakını deprem öncesi kamusal açık mekânlara ya da tarım alanlarına karşılık gelen alanlarda, önce ince bir beton tabakası oluşturularak onun üstüne yerleştirilen “geçici barınma alanları” söz konusu. Bunlarla beraber artık kentin çehresini oluşturan, kaldırımların ve yine tüm açık kamusal mekânların üstünü düzensiz biçimde kaplamaya başlamış olan, konteynerlerde faaliyet gösteren (büyük çoğunluğu için, gündelik yaşamını ekonomik açıdan sürdürmek için başka bir seçeneği kalmamış olan) küçük işletmeler. Özellikle böylesi büyük bir afetin ardından yerel ve merkezi ölçekte yetkili tüm kurumların, özel sektörün, üniversitelerin ve tüm teknik uzmanların eşgüdümlü, uyumlu bir organizasyonla, kenti dayanıklı ve dirençli hâle getirmek odağında birleşerek üstüne düşeni yapması, kentin geleceği için yeni risklerin oluşturulmaması, hayati bir önem taşıyor. Planlamanın ve planın bütünselliği her zamankinden daha önemliyken (ve depremlerin bu kadar büyük yıkımlara yol açmış olmasında denetimsizlik ve ihmallerin yanı sıra parçacıl uygulamaların da önemli bir rolü olduğu hâlde) şu anda Hatay ve Antakya’daki planlama ve imar çalışmalarında bir uyum ve bütünsellikten bahsetmek mümkün değil. Maalesef 2024 yılının Ocak ayı itibariyle kendimizi içinde bulduğumuz gerçeklik, bu hayalin oldukça uzağında. - enkaz kaldırma süreçleri - Antakya’da depremi takip eden sürecin farklı dönemlerinde yoğunlaşan, neredeyse Ekim ayının sonuna kadar bütün kenti ve çeperlerini yoğun bir toz bulutu içinde tutan “enkaz kaldırma” çalışmaları da, ne yazık ki yanlışlığı üzerinden izlediğimiz diğer bir süreç. Yasal açıdan enkaz kaldırma sürecinin zorunlu adımları tanımlanmış olduğu hâlde; herhangi bir tedbir alınmadan, sulama yapılmadan ve yapının çevresi kapatılmadan yapılan yıkımlar, açığa çıkan “malzeme”nin hafriyat kamyonlarının azami hacminin çok üzerinde doldurulması, molozun üstünün brandayla örtülmemesi, taşıma sırasında trafikte diğer motorlu araçlar ve yayalar gözetilmeden çok yüksek bir hızla hareket edilmesi, moloz döküm sahaları belirlenirken gerek doğal alanların gerekse geçici barınma alanlarındaki yerel halkın sağlığının sürdürülebilirliği açısından herhangi bir hassasiyet gözetilmemesi gibi yanlışları aylar boyunca farklı mesafelerden izledik. Antakyalıların en önemli ekonomik üretim alanlarından olan zeytinliklerin; doğanın ve kentlerin nefes alma alanı olan vadilerin ve geçici barınma alanlarının hemen karşısındaki “boşluk”ların, bütün ilkelere ve yasalara aykırı şekilde moloz dökümü sahasına dönüşebildiğini gördük. Hatta bu süreçte, Antakya ve çevresindeki zeytin ağaçlarının, yerel halkın karşı çıkmasına rağmen kesilmesini izledik. Yerel halk ve sivil toplum kuruluşları deprem sonrası bu yıkıcı süreci durdurmanın, doğayı ve halk sağlığını korumanın farklı yollarını ararken, bu defa karşımıza çıkan “yerinde ayrıştırma” uygulamaları, enkaz kaldırma süreçlerinin “önceliği”ne dair epey aydınlatıcı oldu. Hafriyat ve yıkım firmaları kentin neredeyse her noktasında çok hızlı, tedbirsiz yıkımlar gerçekleştirirken, yine yüksek bir hızla moloz içindeki demir malzemeyi -halk sağlığı açısından yine hiçbir tedbir almadan- yerinde ayrıştırdı. Kaldırımlarda kabloların yakılması, halkın “deprem hafızası”nı büyük bir duyarsızlıkla her gün yenileyen sarsıntılar üreten iş makineleriyle demir ayrıştırma işlemleri günlerce sürdü. Üstelik bazı örneklerde, hafriyat ve yıkım firmalarının, binadaki tüm “malzeme”nin kendilerine ait olduğu iddiasından hareketle, depremden önce o binada yaşamakta olanların özel eşyalarını, ya da kendileri için yapılacak yeni konutlarda kullanabilecekleri pencere, kapı gibi malzemeleri mülk sahibinin almasına izin vermediklerine dair haberlere dahi rastladık. Anlaşılması güç bir hız ve kontrolsüzlükle devam eden enkaz kaldırma ve moloz taşıma süreçlerinin ardından doğal alanların, tarım alanlarının, zeytinliklerin, vadilerin rehabilitasyonu güç bir zararla; aynı tedbirsizlik nedeniyle halk sağlığının ise asbest ve silika başta olmak üzere zararlı tozların ölümcül etkileriyle karşı karşıya olduğu, su götürmez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Korkulan o ki, ilerleyen yıllarda Antakya’nın yeni ve tarihi merkezinde yapılı çevrenin onarımı bir ölçüde tamamlandığı zaman, Antakya’nın aslî unsuru olan “Antakyalılar”ın, yerel halkın sağlık durumuna dair kötü haberler duymaya başlayacağız. - tarihi merkezde hafıza yitimi - Tarihi ve kültürel mirasın büyük bir alan kapladığı kentlerin deprem sonrası onarımı sürecinde, tarihi dokuya yapılacak müdahaleler üzerine büyük bir literatür oluşmuş durumda. Antakya üzerinden değerlendirdiğimizde, bu kaynaklara göre genel olarak; tarihi merkezdeki tüm anıt eserler ve sivil mimarlık örneklerinin mümkün olduğunca yerinde muhafaza edilmesi, (hem olası can kayıpları açısından, hem de yapının ayakta daha uzun süre kalacak şekilde desteklenebilmesi açısından) askılama tekniğiyle güvenliğinin sağlanması, malzeme ayrıştırmanın her yapının kendi parseli ya da avlusu içinde ve dikkatlice belgelenerek yapılması, yapılarda herhangi bir güvenlik açığının oluşmaması için azami dikkatin gösterilmesi gerekiyor. Tarihi merkez dışındaki enkaz kaldırma süreçlerinde ise halk sağlığı ve doğal alanların sürdürülebilirliğine büyük bir önem verilmeli, hız ve dikkatsizlikten oluşan yanlışlara ise hiçbir şekilde meydan verilmemeli. (Önceki kısımda, Antakya genelinde depremden sonraki enkaz kaldırma süreçlerindeki yanlışlardan kısaca bahsetmiştim.) Bu sırada Antakya’nın kültür mirası açısından önemli somut varlıklarından birini oluşturan tarihi konut dokusunun bir bütün olarak muhafaza edilmesi gerektiği, depremin hemen ardından konuyla ilgili pek çok ulusal ve uluslararası ölçekte kurum ve uzman tarafından dile getiriliyor. Antakya’nın kentsel, arkeolojik ve tarihi alanlarından sorumlu resmî kurum olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’na (KTB) bağlı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün (KVMGM) depremin hemen ardından kurduğu Afet Bölgesi Kazı Başkanlığı, Antakya başta olmak üzere tüm deprem bölgesinde kültür mirasının “enkaz kaldırma” süreçlerinde sorumlu aktör olarak belirleniyor. Tarihi merkezde yapılan enkaz kaldırma çalışmalarında anıt eserler ve sivil mimarlık eserleri açısından farklı yöntem ve yaklaşımlar görülüyor. Mart ayında Antakya’nın tarihi merkezinde başlayan “enkaz kaldırma” çalışmaları; yerel halk, ulusal ve yerel uzmanlar tarafından birkaç nedenle eleştiriliyor. Öncelikle böylesi önemli bir tarihi dokunun depremden sonra “yerinde koruma ve onarım” öncelikli ve gereken niteliğe sahip çok sayıda uzmanın çalışmasıyla, yavaş, dikkatli, özenli ve şeffaf bir süreçle, mümkün olduğu ölçüde malzemelerin aynı yapının onarımı için kullanılmasına olanak verecek şekilde “yerinde ayrıştırma” yapılarak ele alınması gerektiği düşünülüyordu. Fakat uygulamada görülen; gereksinim duyulan yavaşlıkla sıklıkla bir tezat oluşturan hızlı bir enkaz kaldırma süreci, yerinde muhafaza edilmesinin mümkün görüldüğü uzmanlarca söylenen bazı sivil mimarlık eserlerinin “can güvenliği için risk oluşturduğu” gerekçesiyle hızla kaldırılması, enkaz kaldırma sürecinde kullanılan teknik ve yöntemler nedeniyle bazı tarihi yapıların yerinde tekrar yapılmasına olanak sağlaması beklenen temel izlerinin dahi yerinde bırakılmaması, büyük bir özeni ve mecburi durumlar dışında iş makinelerinin kullanılmamasını gerektiren tarihi merkezde sıklıkla büyük iş makinelerine rastlanması oldu. Bu süreçte KTB, KVMGM tarafından farklı uzmanlıklara sahip akademisyenler ve profesyonel meslek insanlarından oluşturulan Afet Bölgesi Kültürel Miras Danışma Kurulu’nun önerileri de genel olarak ayrıştırmanın mümkün olduğu müddetçe yerinde yapılması, enkazda çıkan malzemenin taşınması gerektiği durumda ada-parsel-yapı detayında ve onarım sürecinde aynı yapı için kullanılmasına olanak sağlayacak detayda bir belgelemenin yapılması, sürece mutlaka yerel meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve yerel uzmanların dahil olması, Antakya’nın tarihi fiziksel dokusunun anıt eserler ve sivil mimarlık örnekleriyle, sosyo-kültürel yapıyı oluşturan yerel halkıyla beraber korunması gerektiği yönünde oldu. Danışma Kurulu ve Antakya Kentsel Sit Girişimi’nin farklı platformlarda yaptığı çağrıların kısmen sonuç vermesinin ardından, Ekim ayında tarihi merkezde bulunan yaklaşık 120 geleneksel/tescilli yapının enkaz kaldırma süreçlerine ilişkin kararların alınmasında yerel uzmanların, sivil toplum kuruluşlarının da sahada Kazı Başkanlığı’yla birlikte bulunarak enkaz kaldırmaya dair kararların alınmasına katıldığı bir süreç izlendi. Bu uygulama, sürecin en başından itibaren benimsenmiş olsaydı, bugün tarihi merkezde karşı karşıya olduğumuz riskin bu kadar büyük olmayacağını düşünüyorum. Bu büyük riski, “tarihi merkezde hafıza yitimi” olarak ifade edebiliriz. Senelerdir her sokağını, evlerini, restoranlarını, camilerini, kiliselerini, sinagog ve çarşılarını, otellerini, tarihi sokaklarını, sokakların birbirinden farklılaşan zemin döşemelerini, avlularını, ağaçlarını, çiçeklerini gözüm kapalı tarif edebildiğim, “yeryüzündeki cennetim” olarak tanımladığım Antakya’ya Kasım 2023’te (depremden sonra, sanırım onuncu defa) gittiğimde, hayatım boyunca unutamayacağım kadar kötü bir durumla karşılaştım: Büyük boşlukların her yeri kapladığı tarihi merkezde geriye kalan yapıların, sokakların ve ağaçların çoğunu tanıyamadım. Bu dünyada olmasına hiç ihtimal vermediğim bir durum, işte böyle gerçekleşti. Tarihi merkezde enkaz kaldırma süreçlerinde oluşan büyük boşlukların, eğer tedbirini almazsak, Antakya hafızamıza verebileceği zararın tahminimizden çok daha büyük olacağına eminim. - gündelik hayata başlama gayreti - Depremle beraber büyük bir yıkım yaşamış Antakya gibi bir kentte ilk aşamada yapılması gerekenin; arama-kurtarma çalışmalarının, öncelikli/acil sağlık hizmetlerinin ve erişim olanaklarının sağlanması; bunları takiben nitelikli, sağlıklı, güvenli nitelikte geçici barınma alanlarının oluşturulması ve yerel halkın vakit kaybetmeden düzenli biçimde buralara yerleştirilmesi olduğundan önceki kısımda bahsetmiştik. Ve ne yazık ki, Antakya’da deprem sonrası sürecin bu tarife ne kadar uzak olduğundan. Barınma alanları dışında gündelik hayatımızın hangi bileşenlerden oluştuğu düşünüldüğünde; güvenli gıda, içme ve kullanma suyuna erişim, sosyalleşme alanları, çalışma alanları akla gelir. Bu gereksinimlerin idare tarafından sağlanması ve yerel halkın sağlık hizmetleri, güvenlik hissi, hijyen, içme ve kullanma suyu, gıdanın temini açısından herhangi bir tedirginlik yaşamaması gerekir. Yerel halkın deprem öncesi gündelik hayatına bir an önce kavuşması için, mesleğini yapmasına olanak sağlayacak korunaklı çalışma mekânlarının, barınma alanlarıyla ilişkili ve erişilebilir nitelikte oluşturulması gerekir. Böylece halkın, deprem öncesi geçim sağlama pratiğine yavaş yavaş kavuşması, güvenli ve sağlıklı barınma alanlarında yaşamını yeniden kuracak gücü toplaması, sosyalleşme alanlarında komşularıyla ve arkadaşlarıyla bir araya gelmesi ve yeniden geleceğe dair hayaller kurabilmeye başlaması mümkün olur. Fakat Antakya’da izlediğimiz süreç, ne yazık ki bu açıdan da önerilen deprem sonrası rehabilitasyon süreçleriyle pek örtüşmüyor. Antakya’da depremden sonra oluşturulan geçici barınma alanlarına dair durumdan ve ağırlıklı olarak sorunlardan önceki kısımda bahsetmiştik. Barınma yapılarıyla beraber eğitim, sağlık tesisleri, idari tesisler ve çalışma alanları, kent yaşamının önemli bileşenlerini oluşturuyor. Antakya’da eğitim, yerel halkın her zaman en çok önem verdiği konulardan. Depremle beraber eğitim tesislerinin bir kısmı zarar görürken, bazı okullar da depremi hafif hasarla atlatıyor. Fakat yerel halk bu yapılarda eğitim faaliyetinin başlaması için beklerken, hasarsız ve hafif hasarlı eğitim yapılarının tamamına yakını idari faaliyetlerle işlevlendiriliyor. Hastanelerin pek çoğunun kullanılamaz derecede hasar aldığı kentte sahra hastaneleri yapılsa da, bu hastaneler uzmanlıklar ve kapasite açısından ihtiyacı karşılamaya uzak görünüyor. Tüm bu alanlarda çalışması beklenen eğitim ve sağlık personeli ise, burada çalışmasını imkânsız hâle getiren koşullar nedeniyle Antakya’ya gelmeyi tercih etmiyor, tercih edenler de kısa bir zaman içinde gündelik hayatın zorlukları nedeniyle buradan uzaklaşıyor. Çalışma alanlarına ilişkin deprem sonrası süreç de maalesef pek iyi görünmüyor. Antakya’nın hâkim ekonomik sektörleri uzun yıllardır tarım, turizm ve ticaret faaliyetlerinden oluşuyor. Tarım alanları kentin çeperinde ve Hatay’ın diğer ilçelerinde bulunurken, bu alanlarda yapılan tarımsal üretimin çıktıları kentin farklı kısımlarında işlenerek ticaretin konusu hâline geliyor. Limon, portakal, turunç, zeytin, nar ve hububatın yanı sıra defne de Antakya’da işlenerek farklı biçimlerde satışa sunulan ürünlerden. Defne ve zeytinin hammaddesiyle üretilen yağ ve sabunlar, ulusal ve bazen uluslararası ölçekte talep görüyor. Geleneksel üretim ve zanaat kollarından bir diğeri de ipek böcekçiliği. Bu zanaat, bazı dönemlerde yoğunluğu azalsa da, kentin ekonomisindeki varlığını hep sürdürüyor. Kentin ticaret faaliyetleri ağırlıklı olarak Kurtuluş Caddesi, Saray Caddesi ve Uzun Çarşı üçgeninde gerçekleşirken, turizm işlevi de kentsel mekânda çoğunlukla avlulu konutların dönüştürülmesiyle açılan oteller ve restoranlar aracılığıyla yürütülüyor. Turizm faaliyetinin taşıyıcıları kültürel miras, zanaat, inanç yapıları, yeşil ve mavi doğal varlıkların dahil olduğu bir sistemden oluşuyor. Karayolu ulaşımı ağı, İskenderun Limanı ve Hatay Havalimanı ise, kentler ve kırsal alanlarda yapılan üretimin ulusal ve uluslararası ölçekte yayılmasını sağlıyor. Tüm ekonomik alt sektörlerin birbirini desteklediği ve bir ekonomik döngünün bileşenlerini oluşturduğu Antakya’da, kır-kent arasındaki sürekli ilişkinin bir yansıması olan tarım-ticaret-turizm üçlüsü, kendi içinde ağırlıkları değişse de bir sistem olarak varlığını seneler boyunca koruyor. Depremle beraber çalışma alanları açısından yapılması gerekeni kısaca, her şeyin depremden önce olduğu gibi işlemesi için gerekli olanakların sağlanması, olarak ifade edebiliriz. Fakat maalesef Antakya’da depremden sonra çalışma alanlarının yeniden kullanılmaya başlaması için daha çok beklememiz gerekecek gibi görünüyor. Depremden sonra Antakya’nın tarım alanları, zeytinlikler, doğal alanların önemli bir kısmı moloz döküm sahalarına, ya da geçici barınma alanlarına dönüştü. Bu alanlardaki ürünlerin tüketilmesi sağlık açısından -pek çok bilimsel çalışma, aksini verilerle kanıtlamış olsa da[1]- tüketici gruplar açısından biraz “şaibeli” olarak değerlendiriliyor. Geçici barınma alanlarının kurulacağı ilan edilen tarım alanlarında ise, üreticilerin hasat için kendilerine verilmesini talep ettikleri zamanın pek tanınmadığını izliyoruz. İpek böcekçiliğiyle uğraşanlar, molozun üstünü brandayla kapatmadan son süratle giden hafriyat kamyonlarının geçmesinin, bu yolların yakınında bulunan atölyelerdeki ipek böceklerinin telef olmasına neden olduğunu anlatıyor. Deprem öncesinde üretilmiş ve depremde bir şekilde muhafaza edilebilmiş ürünlerin satışının yapılacağı Kurtuluş Caddesi, Saray Caddesi ve Uzun Çarşı başta olmak üzere ticaret mekânlarının depremde aldığı hasarın boyutu, ne yazık ki enkaz kaldırma sürecinde iyice derinleşti. Uzun Çarşı’da bazı dükkanların tekrar faaliyete başlaması yerel halka ve ekonomiye olumlu yönde etki yapmış olsa da, çarşıdaki enkaz kaldırma çalışmaları büyük eleştirilere konu oluyor ve çarşının -şimdiden yöntemi nedeniyle eleştirilmeye başlanan- restorasyonunun tamamlanması için çok uzun bir süre gerekeceği düşünülüyor. Kentin özellikle çeper bölgelerinde yavaş yavaş faaliyete başlayan restoran, otel gibi işletmeler turizm ve hizmetler sektörlerinin yeniden faaliyete geçmesi açısından çok önemli olsa da, turizmin Antakya’daki varlık sebebini oluşturan işletmelerin ve somut kültür mirasının tamamına yakını hala hasarlı durumda, enkaz hâlinde, ya da enkazı bile çoktan kaldırıldı. Doğal alanlar ise moloz döküm sahasına dönüştü ya da geçici barınma alanlarıyla kaplandı. 6 Şubat depremlerinden sonra deprem bölgesinin büyük bir kısmı gibi Antakya’da da süreci genel olarak üzüntüyle, endişeyle, giderek artan bir belirsizlik ve zaman zaman yükselen umutsuzlukla takip ediyoruz. Öğrenmeye direnme örnekleri gün geçtikçe çoğalırken, aslında “neler yapılabilirdi?” sorusunun üzerimizdeki ağırlığı ve sorumluluğumuz giderek artıyor. Böyle bir süreçte Antakyalılar, Antakya’yı ve hemşehrilerini bir gün bile yalnız bırakmayarak, bizi Antakya’nın güzel nüfusuna tekrar hayran bırakıyorlar. Kültür mirası, doğal alanlar, zeytinlikler, insanlar derken; aslında Antakyalılar, Antakya’nın bütününe tarihte olduğu gibi depremden bugüne kadar geçen zaman boyunca da sahip çıktılar. Yaşanan afet ve etkileri, bir kentin halkının ya da herhangi bir kurumun tek başına altından kalkmasının mümkün olmadığı ölçüde büyük. Bu nedenle yerel halkın deprem öncesindeki hayatına, Antakya’nın “eski çehresi”ne kavuşabilmesi için bütün yerel ve merkezi yönetim kurumlarının, üniversitelerin, tüm uzmanlıkların bir araya gelerek toplumu, yalnızca toplumun iyiliği için desteklemesine ihtiyacımız var. Üç kısımdan oluşan bu yazının yarın yayınlanacak olan “Sonra: Akışına bırakmak ya da bırakmamak ve “ipin ucunu nereden tutmalı?” başlıklı üçüncü ve son kısmı; depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor. Öne Çıkan Görsel: Alim Koray Cengiz/Unsplash [1] https://bianet.org/yazi/deprem-bolgesinde-uretilen-zeytinyaglarinda-asbest-riski-yok-288371 [i] https://www.bbc.com/turkce/articles/cnd24wnr171o [ii] https://bi-ozet.com/2023/09/28/ayin-yorumu-tugce-tezer-subattan-eylule-antakyada-deprem-kavramlar-arasinda-bir-yolculuk-denemesi/ [iii] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2023/04/20230405-14.pdf [iv] https://antakyagazetesi.com/kultur-turizm-bakani-ersoy-antakyada-acikladi-ikonik-yapilarla-antakya-imar-yapisi-307-hektarlik-alan-riskli-bolge-ilan-edildi/ [v] https://www.gazeteduvar.com.tr/7-kere-yikildi-7-kere-kullerinden-yeniden-dogdu-hatay-haber-1646757 [vi] https://www.facebook.com/watch/live/?ref=watch_permalink&v=322693280161599 ; https://antakyagazetesi.com/hatayda-imar-planlari-hala-deprem-oncesi-gibi/ [vii] https://ttvhatay.com/calisma-alanlari [viii] https://www.nehna.org/post/yeni-baslayanlar-icin-kentsel-donusum-yasasi-deprem-riski-mi-i-mar-ranti-mi [ix] https://medyascope.tv/2023/11/29/turkiyede-ilk-kez-bir-yerlesim-yeri-rezerv-bolge-ilan-edildi-antakya-ve-defnede-en-az-50-bin-kisi-mulksuzlestiriliyor/ [x] https://hatayeksen.com/2023/12/02/hibe-ve-kredi-degil-bedelsiz-konut-istiyoruz/ [xi] https://antakyagazetesi.com/gulderen-konutlari-10-nisan-2024te/ [xii] https://sozgazetesi.com.tr/2023/12/02/ulastirma-bakani-hatay-havalimani-icin-tarih-verdi/

bottom of page